26 Şubat 2021 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 1

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 1


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,


Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ* 
* Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölüm Başkan Yardımcısı, 
emel.poyraz@marmara.edu.tr. 

Türk Dünyası Araştırmaları Sayı: 201 Aralık 2012 

Özet; 
Bu Makalede, Avrupa Birliği ekseninde tarihsel bir derinlikle Türkiye’de yaratılan Kürt sorununun kamu diplomasisi açısından analizi yapılmıştır. 
Konunun Avrupalılar tarafından ele alınışşekli, kamu diplomasilerinde kullanılan insan hakları, demokratikleşme gibi yumuşak güç unsurları ve azınlıklar bağlamında alınan kararlar, özelde Avrupa Parlamentosu’nun tutumu irdelenmiştir. Avrupa Birliği’nin politikalarının şekillenmesinde itici bir rol oynayan ve Türkiye için yaygın olarak iddia edilenin aksine, artık kararlarının tavsiye niteliğinden öte anlamları ve dolaylı yollardan bağlayıcılığı olan Avrupa Parlamentosu’nun konuyla ilgili aldığı bazı kararların günümüze nasıl ışık tuttuğu ve olayların rotasını çizdiği belgeler üzerinden okuyucunun dikkatine sunulmuştur. Avrupa Birliği, Kürt sorununda tarihsel süreç içinde ele alındığında uzun vadeye yayılmış ve sistematik bir kamu diplomasisi stratejisi izlediği görünümü vermektedir. 
Türkiye’ye yönelik talep ve beklentilerini, zamana yayan ve uygun şartların oluşmasını bekleyen Avrupa Birliği için, öncelikli sorunlar konjonktürel olarak farklılaşabilmektedir. Nitekim, Avrupa Birliği için Kürt sorunu da bu bağlamda ele alınmıştır. Tarihi ve bilimsel kanıtlardan anlaşıldığı üzere, siyasi Kürtçülük adım adım ve her türlü vasıta kullanılarak Türkiye’nin iç ve dış politikasının gündemine girmiş ve burada önemli bir yer işgal etmiş bulunmakta dır. 

Giriş 

Küreselleşen günümüz dünya siyaset sahnesinde çeşitli devletler, Avrupa Birliği (AB)’nin de içinde olduğu çeşitli uluslararası/üstü kuruluşlar, farklı biçim ve tarzlarda kamu diplomasisi yapmaktadırlar. Bu uluslararası/üstü aktörler, uluslararası ilişkilerin yeni bir yöntemi olarak kullanılmaya başlayan kamu diplomasisi uygulamaları ile kendi görüş, politika ve tezlerini ulusal ve uluslararası kamuoyuna farklı şekillerde anlatmaktadırlar. Her ülkenin ve uluslararası aktörün kamu diplomasilerinde kullandığı dil, araç ve yöntemler; izledikleri politikalar kadar, sahip oldukları tarihi ve kültürel birikimle de yakından ilgili olarak önemli farklılıklar göstermektedir. Kamu diplomasisinde genel ilke ve kurallar olmakla beraber, her uluslararası aktöre göre değişen ve zengin bir tecrübe alanının doğmasına imkân sağlayan unsurlar da bulunmaktadır. 

Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin kamu diplomasisi hem öncelikleri, hem de kültürel, siyasal ve toplumsal kodları itibariyle NATO’nun veya Çin, İsrail veya Rusya’nın kamu diplomasisi faaliyetlerinden farklıdır. Uluslararası siyasal ve kültürel ilişkilerde, daha eski bir geleneğe sahip olan Avrupa Birliği, kamu diplomasisi içinde de özel bir konuma sahiptir. Esa-sında küreselleşmeyle beraber yükselen bir trend olan kamu diplomasisi Avrupa Birliği’nde ve üye ülkelerinde bütün meselelerin yanında en öncelikli konu olarak ele alınmaktadır. Uluslararası arenada kendini etkin bir ‘yumuşak güç’ soft power olarak konumlandırmaya çalışan Avrupa Birliği, hem Avrupa kamuoylarına hem de Türkiye’nin de içinde bulunduğu Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika gibi yakın komşu bölgelerine yoğun bir şekilde kamu diplomasisi faaliyetleri yürütmektedir.1 

Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin bazı platformları ve kurumları tarafından Türkiye’ye yönelik uygulanan kamu diplomasisinin birtakım önemli yansımaları ve sonuçları olmuştur. Bunlardan en önemlisi ve dikkat çeken husus ise, Türkiye’deki ulusal kesimler tarafından ülkenin milli birlik ve bütünlüğünün Kürt meselesine dayalı olarak etnik bir bölünme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu iddiasıdır. Yine kamu diplomasisinin bir yansıması olarak Türkiye’de Avrupa Birliği, küreselleşme ve dünya vatandaşlığı gibi norm ve değerlerin taşıyıcısı olduğu iddia edilmektedir. 
Ancak, Türkiye’deki yaygın inanışın aksine, Fransa, Almanya, İngiltere başta olmak üzere AB’nin tüm üye devletleri, aynı zamanda kendi toplumsal benliklerini korumanın yapı taşları olan kendilerine özgü kimlik yapılarını asla dışlayamazlar.2 Ayrıca, her üye devlet kendi millet ve azınlık tanımlamasını kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yapar. Bu bağlamda AB, henüz tüm üye devletlerinde geçerli, ortak bir azınlık politikasına sahip olmadığı, hatta azınlık tanımı konusunda bile Birlik içerisinde bir uzlaşmaya varılamadığı halde, başta Avrupa Parlamentosu (AP) olmak üzere AB kurumlarının aldığı bazı kararlar; üniter devlet yapılanmasındaki Cumhuriyet Türkiye’sini, Atatürk’ün ortak tarih ve kültür temelli tanımladığı Türk Ulusunu, başta etnik kökenler olmak üzere “insan hakları” ve “demokrasi” adı altında bölme ve parçalama girişimleriyle dolu olduğu da iddia edilmektedir. 

Ayrıca, Avrupa Parlamentosu’nun Kürtçülere verdiği destek, sadece aldığı kararlar, hazırlattığı raporlarla sınırlı kalmayıp çatısı altında Türkiye aleyhine düzenlenen, farklı boyutlarda Türkiye’ye ve Türklüğe hakaretlere varan Kürt konferanslarına kadar uzandığına da dikkat çekilmektedir. 

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, azınlıklarının belirlenmesinde dini mensubiyeti, esas kriter olarak ele almıştı.3 Lozan Antlaşması ile Türkiye’de yalnızca Ermeni, Rum ve Musevilerin “azınlık” olduğu açıkça belirtilmesine ve taraflarca da kabul edilmesine rağmen, günümüzde çeşitli Avrupa Birliği platformları ve kamu diplomasisi uygulayıcıları, Türk Ulusunu oluşturan etnisiteleri de “azınlık” başlığı altında değerlendirmekte ve bu unsurların insan haklarına sahip olmadıklarına vurgu yapmaktadırlar. Bu tutum, kamu diplomasisi yapan Avrupa Birliği’ndeki bazı kurum ve yetkili çevrelerce özgürlük savaşçıları ve kontrgerilla olarak görülen terör örgütlerini teşvik etme ve destekleme noktasına kadar getirildiği de iddia edilmektedir. 

Bu çalışmada, bu iddiaların ne derece doğru olduğu veya olmadığı belgeler üzerinden incelenecek ve okuyucunun dikkatine sunulacaktır. 

İşte bu makalede; çok karmaşık ve derin ilişkiler sarmalından oluşan konunun sadece bir boyutunu oluşturan Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik uyguladığı kamu diplomasisiyle Türkiye’de yaratılan Kürt sorununun, esasta ise siyasi Kürtçülüğün, özelde AP kararları ekseninde tarihsel süreç içinde nasıl şekillenerek günümüzde yaşanan ve dayatılan olaylara zemin hazırladığı irdelenmiştir. 

AB’nin Genel Tutumu 

Avrupa Birliği, Türkiye’de yaratılan Kürt sorunu konusunda uzun vadeye yayılmış sistematik bir kamu diplomasisi stratejisi mi izlemiştir sorusuna cevap aradığımızda bazı bilimsel ve tarihsel verileri dikkate almak gerekmektedir. Bilindiği gibi; kamu diplomasisi sistematik ve uzun soluklu bir çalışma gerektirmektedir, dolayısıyla sonuçları da ancak uzun vadede görülmektedir. 

Bu bağlamda, Türkiye’ye yönelik talep ve beklentilerini, zamana yayan ve uygun şartların oluşmasını bekleyen AB için, öncelikli konular ve sorunlar konjonktürel olarak farklılaşabilmektedir. 
Bir dönem yabancıların mülk edinmesi, azınlık vakıflarının durumu, Kıbrıs gibi konular ön plana çıkarılırken bazen de Heybeliada Ruhban Okulu ve Ekümeniklik meselesi gibi konularda gündem yaratılarak kamuoyunda yumuşak güç unsurlarıyla, soft power, gerekli alt yapının oluşturulmasına ve şartların olgunlaştırılmasına çalışıldığı görülmektedir. 

Nitekim aynı klasik taktik, Kıbrıs konusunda uygulanmış, diplomatik manevralarla Avrupalılar ve Rumlar açısından başarıya ulaşılmıştır. 
Neticede AB, 1990’lardan itibaren büyük bir ivme kazanan süreçte uyguladığı politikalarla Kıbrıs sorununu Türkiye için artık bir kritere dönüştürdüğünden, 
yakın geleceğin ana konuları olarak ikili ilişkilerde Ermeni iddiaları ve insan hakları bağlamında Kürt sorunu gibi konuları ele alacağı anlaşılmaktadır. Nitekim, AP Liberal Grup Başkanı Graham Watson, 15 Aralık 2006’da yaptığı açıklamada bu gerçeğin altını çizerek aslında Türkiye’yi uyarmaktadır; “Kürt sorunu AB sürecinde çözülecek. Şu anda öncelik Kıbrıs sorununa veriliyor. Türkiye, bu konuda verdiği sözleri yerine getirmelidir. 

Kürt sorununun çözümü üzgünüm ama zaman ister. Göz önünde bulunduruyoruz zamanı geldiğinde daha iyi bir şekilde değerlendirilecek.”4 

Büyük resmi doğru okuyabilmek için üzerinde hassasiyetle durulması gereken önemli bir husus da, Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemidir. 

Türkiye, sahip olduğu coğrafya ve ekonomik kaynaklar sebebiyle, dünya hâkimiyetini sürdürme peşinde koşan odaklar için son derece önemli bir jeopolitik konumdadır. Bilindiği gibi, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren Türkiye’yi bir şekilde kontrol edilebilir hale getirmek için türlü yollar denenmişti. Bu yollardan en çok tercih edileni ise ülke içinde iç karışıklık çıkarmak, kaleyi içerden fethetmek şeklinde tecelli etti. 

Bazı Kürt aşiretleri, dün nasıl Batılı emperyalist devletlerce isyana teşvik edildiyse, bugün de bu iki kardeş unsur karşı karşıya getirilmek istenmektedir. 

Batılıların birbirine zıt gelişen küreselleşme ve yerelleşme (glocalization) politikaları çerçevesinde, Türk Milleti’nin asli unsurlarından olan Kürtlerin 
öncelikle azınlık durumuna düşürülmesi ve ötekileştirilmesi stratejik hedeflendiği iddia edilmektedir. Yaşadıkları coğrafyadan da kaynaklanan sebeplerden dolayı özellikle Kürtler üzerinden uygulanan kamu diplomasisiyle farklı farklı küresel ve bölgesel senaryolara mı konu edilmektedir? Bu bağlamda, bu topraklarda yüzyıllarca birlikte kardeşçe yaşamış, ortak tarihi-kültürü paylaşmış ve sosyolojik olarak kaynaşmış halklar arasında, olmayan bir etnik huzursuzluk yaratılmaya mı çalışılmaktadır? 

Tarihi bir taktikle, eşgüdümlü olarak planlanan senaryolarla Anadolu coğrafyasında da iç karışıklık yaratılıp çıkarılmak istenen huzursuzluk ve kavram kargaşasıyla, daha çok terör ve onun üzerinden geliştirilmek istenen Türk-Kürt düşmanlığı olarak mı kurgulandığı sorgulanması gereken önemli hususlardır. 

Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin azınlıkların korunmasına ilişkin belirgin ve ortak bir politikası olmadığı gibi, konuyla ilgili olarak doğrudan doğruya Birliği temsil edecek net bir bakış açısının olduğunu iddia etmek de oldukça güçtür. Ayrıca, AB’nin daha kendi içinde azınlığı tanımlamada bile zorlanması tutarlı bir politika izlemesinde en önemli etkendir. 1986’dan itibaren, hem AT/AB’nin genel insan hakları politikasının aktifleşmesi, hem de Türkiye’nin üyelik başvurusu nedeniyle AB’nin kamu diplomasisinde yumuşak güç olarak kullandığı insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve azınlıklar gibi kavramlar AT/AB-Türkiye ilişkilerinin en tartışmalı konuları haline getirilmiştir.5 

AT/AB 1985 sonrası dönemde Türkiye’ye karşı bekle gör politikasından uzaklaşmış, reform yapılması gereken konuları özel olarak belirtme ve AB-Türkiye ilişkilerini yumuşak güç araçları olan insan hakları, azınlıklar ve demokratikleşme zeminine kaydırma politikası izlemiştir. AB’nin belirlediği reformlar başta idam cezasının kaldırılması, ceza yasasıyla muhakeme usulü yasasının AB normlarına göre yeniden düzenlenmesi, terörle mücadele yasasının değiştirilmesi, Türk Milletini oluşturan unsurlara başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere etnik ve dini gruplara yönelik ayrıştırıcı-ötekileştiricili bir stratejiyle yeni azınlıklar yaratma çabası, 1982 Anayasası’nın anti-demokratik hükümlerinin iptal edilmesi gibi konuları içeriyordu. Neticede bütün bu talepler Türkiye tarafından ev ödevleri algılamasıyla yerine getirilmeye çalışılmıştır. 

Esasında, insan hakları alanındaki performansla AT/AB-Türkiye ilişkilerinin tarihsel ve kurumsal gelişimi arasındaki bağlantı, üyelik başvurusuna verilen yanıtta, Gümrük Birliği görüşmelerinde ve birçok AB belgesinde açıkça görülmektedir. Konuyu sorgulayıcı bir bakış açısıyla ele aldığımızda; AB’nin insan hakları politikasının kendi içinde tutarsız olduğu, AB ve üye devletlerin, realist taktiklere başvurarak insan hakları ve azınlıklar konusunu başka amaçlar için de kullandıkları nı, konunun şeffaflık ve güvenilebilirliğini gölgeledikleri görülmektedir.6 

Bu noktada, Avrupa Parlamentosu’nun çıkar gruplarına göre yorumladığı insan hakları konusunda aldığı kararlar da oldukça dikkat çekicidir. Kendi kamu 
diplomasi stratejilerinde bütünlüğü olan ve belli bir amaca yönelmiş, Türkiye’de Kürtçülük konusunda olduğu gibi, devamlı bir süreklilik arz eden politikaların bir yansıması olan bu karar ve raporlar, klasik diplomatik kaygılardan uzak ve anlaşılır bir dille kaleme alınmıştı. Dolayısıyla bu çalışmada bu kararlar üzerinde de durulmuştur. 


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder