26 Şubat 2021 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 2

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 2




Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Kamu Diplomasisi,Yumuşak Güç, Kara Propaganda, Uluslararası, Hakemli, Sosyal Bilimler, Türk Dünyası,  Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,



Avrupa Parlamentosu’nda Kamu Diplomasisinden Kara Propagandaya Bilindiği gibi geleneksel diplomasi, uluslararası bir aktörün, uluslararası ortamı yönetmek ve yönlendirmek için bir başka uluslararası aktörle bağlantılı olmasıyla gerçekleşen girişimi iken; kamu diplomasisinde uluslararası bir aktörün, uluslararası ortamı yönetmek ve yönlendirmek için bir yabancı ülke kamuoyuyla bağlantılı olmasıyla gerçekleşen girişimidir.7 Bu bağlamda günümüzde bu aktör; dünya sahnesindeki bir başka oyuncu, bir devlet, çok uluslu bir şirket, sivil toplum kuruluşu, uluslararası bir kuruluş, hatta terör örgütü veya vatansız paramiliter örgüt 
de olabilir. Nitekim bazı AB kurumları Türkiye’nin terörist olarak gördüklerini dolaylı yollardan üstü kapalı olarak, bazı Avrupalılar ise açıkça özgürlük direnişçileri veya gerilla olarak değerlendirmekte, onları farklı boyutlarda destekleyerek propaganda yaptıkları izlenimi vermektedirler. 

Küreselleşmenin büyük bir ivme kazandığı günümüzde, uluslararası ilişkilerin yeni bir yöntemi olarak kullanılmaya başlayan “kamu diplomasisi” kavramı, devletler ve resmi kurumlar arasında yürütülen klasik diplomasiye alternatif olarak gelişmekte dir. Bu bağlamda yükselen bir trend olan kamu diplomasisi; halklardan halklara, sivil toplum kurumları ve çeşitli toplum kuruluşlarıyla yürütülen faaliyetleri de içermektedir. 
Kültür, sanat, siyaset, ekonomi gibi unsurlar ve ülke halklarının sempatisini kazanmaya yönelik faaliyetler kamu diplomasisinin en önemli vasıtaları 
haline gelmiştir. 
Günümüz uluslararası ilişkilerinde, ulusal çıkarların savunulması artık bildiri, diplomatik üstünlük ve diplomatik muhtıra gibi geleneksel diplomasi yöntemlerinin çok ötesine geçmiş, bilgi, kültür ve iletişim diplomasi de anahtar sözcükler haline gelmiştir. Devletlerin artık sadece diğer hükümetleri veya uluslararası örgütleri değil, yabancı kamuoylarını da hedefleyen politikalar geliştirmek zorunda oldukları bir döneme girilmiştir. 

Bugün pek çok devlet, yabancı kamuoylarının gözünde olumlu imaj yaratmak amacıyla aktif kamu diplomasisi çalışmaları yürütmektedir.8 

Kamu diplomasisinin temelini “yumuşak güç” kavramı oluşturmaktadır. Medya, kültür, sanat, bilim, spor, eğitim gibi konular da yumuşak gücün araçları olarak kullanılmaktadır. Esasında kamu diplomasisi, uygulamaları daha eskiye gitmekle birlikte isim olarak yakın dönemde sıklıkla kullanılmaya başlanmış bir kavramdır. Birbirleriyle ilintili olarak çok hızlı gelişen kitle iletişim araçları ve dünyadaki küreselleşme süreci, 1990 öncesi Soğuk Savaş döneminden çok farklı bir uluslararası sistem ortaya çıkarmıştı. 
Artık sadece devletlerin ve hükümetlerin değil; bunların yanında ulusal ve uluslararası alanda hükümet dışı organizasyonların ve medyanın daha etkin olduğu bir dünya konjonktürü oluşmuştur. 
Bu süreç, eski klasik diplomatik anlayışı da değiştirmiş, farklı aktörlerin olduğu farklı bir diplomasi anlayışı ortaya çıkarmıştır.9 
Dünya siyasi tarihinde 20. asır siyasi, iktisadi, teknolojik ve sosyal gelişmelerin çok hızlı yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Özellikle teknolojik alandaki gelişmeler, buna bağlı olarak, ekonomik ve sosyal hayatı da değiştirmiş, daha önceki asırlarda görülmemiş imkânları insanlığın hizmetine sunmuştur. 
Bu açıdan 20. yüzyıl, çok değişik tanımlamaların yanı sıra iletişim çağı olarak da nitelendirilmiştir. Bu bağlamda, 21. asra girerken en çok kullanılan kavramlardan birinin “küreselleşme” (globalization) olması ve Kürtçülük olaylarında olduğu gibi küresel oyunların Türkiye’ye dayatılması bir rastlantı değildir. 
Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin konuya ilişkin genel tutumunun bir yansıması olarak ele alacağımız şu örnek oldukça düşündürücüdür. 
Mesela; 
bir Karma Parlamento Komisyonu toplantısında söz alan Avrupalı üyeler, Kürt kökenli Türk vatandaşlarını azınlık olarak tanımlayarak Türkiye’deki toplantının gündem maddesinin “Güneydoğu’daki Gelişmeler ve Kürtlerin Kültürel Hakları” olmasını rahatlıkla isteyebilmektedirler. 
Türk parlamenterler ise, bu öneriye o zaman şiddetle karşı çıkmışlardı. Türk parlamenterlerden CHP’li Onur Öymen, tartışmayı şöyle anlatır: 
“Lozan Anlaşması’nın tersine Türkiye’deki Kürtleri azınlık olarak tanımlayıp özel gündem maddesi halinde tartışma talebinizi reddediyoruz deyince, bize ‘Lozan’ı bir kenara bırakın Roma Antlaşması’na bakın’ şeklinde cevap verdiler...”10 Avrupalıların Lozan’ı algılayışlarının tipik bir yansıması olan bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Bu bağlamda yine Avrupa Parlamentosu üyesi bir grup parlamenter, PKK’ya yakınlığıyla bilinen Kürdistan Ulusal Kongresi, KNK, adlı örgütün Avrupa 
temsilciliğini yapan Ahmet Gulabi Dere’nin siyasi ve şahsi kimliğine saygı duyulmasını isteyen bir bildiri yayımlayarak ona destek olabilmektedir. Hakkında 
Interpol tarafından kırmızı bülten çıkarılan Dere’nin, Türk resmi makamları ve Türk medyası tarafından yıldırılmaya çalışıldığı iddia edilmektedir.11 

Avrupa’da bu bildiri yayınlanırken eşgüdümlü olarak aynı günlerde, Türkiye’deki bir Cumhuriyet resepsiyonunda DTP’liler tarafından Türkçe, Kürtçe ve İngilizce hazırlanmış “Demokratik Toplum Partisinin Kürt Sorununa İlişkin Demokratik Çözüm Projesi” adlı broşür milletvekillerine ve bakanlara dağıtılmıştı. Türkiye’nin idari-siyasi yapısında reform yapılmasını isteyen terörist başı Abdullah Öcalan tarafından ortaya atılan ve DTP tarafından dillendirilerek 2. Olağan Kongre’de kabul edilen “Demokratik Özerklik Projesi” Türkiye’nin 20-25 bölgeye ayrılmasını ve her bölgenin kendi sembollerini kullanmasını talep etmekte idi. 

“Avrupa’da çeşitli platformlarda ele alındığı gibi, Türkiye’nin siyasi ve idari yapısında reform yapılması istenen bu projede, önce yeni bir anayasa hazırlanması, Türkiye’nin üniter yapısına saygı gösterilmek şartıyla, yerel ve bölgesel özerk yapıların önünün açılması, resmi dil ve bayrağın bütün Türkiye için geçerli olmakla birlikte, her bölgenin kendine ait sembolleri ve renklerine izin verilmesini öngörüyordu.”12 
Nitekim, bugün itibariyle bu talepler Türkiye’nin iç politikasının temel konularından birini ve seçim sonrası yeniden yapılacak olan anayasa tartışmalarının bir boyutunu oluşturmaktadır. Televizyonlarda, çeşitli basın ve medya kuruluşlarında bu konu farklı boyutlarıyla tartışılmaktadır.13 

Yine kamu diplomasisinin faaliyet alanına giren, sistematik ve eşgüdümlü olarak Kasım 2008’deki Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Dersim Soykırımı” isimli konferansa katılan DTP’liler Türkiye’ye akıl almaz iftiralar atarak sözde demokrasi ve insan hakları adına ülkelerini Avrupalılara şikâyet ettiler. Bunlardan biri olan Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, skandal iddialarda bulundu. Devletin Tunceli’ye yol yapmasının arkasında soykırım niyeti olduğunu belirterek, Atatürk’e de dil uzatıp Atatürk’ün yaşaması halinde soykırım suçlamasıyla yargılanacağını 
iddia etti.14 Aynı konferansta konuşan Bremen Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ronald Münch de “Atatürk yaşasaydı savaş sanığı olarak yargılanması gerekirdi” 15 dedi. 

Buradaki stratejinin bir boyutu da, Türklerin soykırımcı olduğu senaryosunun bir uzantısı olarak, egemenliği altındaki milletleri soykırıma uğrattığı ve Kürtlerin de soykırıma uğradığı uydurma tezini güçlendirmek için gerekli kamuoyu, fikri ve siyasi altyapıyı oluşturmak olarak algılanmaktadır. 
Bu örnekte de görüldüğü üzere, AP’deki konferanslarda hiçbir tarihi ve ilmi gerçeğe dayanmadığı halde, kamu diplomasisi ekseninde Kürtçülerin ve terör örgütünün siyasi temsilcilerinin beyanları doğrultusunda Türkiye’nin eleştirilmesi, art niyetli kişilerin ağırlıkta olması oldukça sık rastlanan bir olgudur. Her ne kadar PKK’nın terör örgütü olduğu gerçeği sonunda AB tarafından resmen kabul edilse de, bu ve benzeri çeşitli uluslararası platformlarda ve bazı kamu diplomasisi uygulamalarında demokrasi, insan hakları, fikir ve düşünce özgürlüğü 
çerçevesinde bir terör örgütü olan PKK’nın uzantıları ve onların siyasi temsilcilerinin görüşlerine itibar edildiği ve onların bakış açılarıyla konunun 
ele alındığı tespit edilmektedir. 

Tarihi ve Sosyo-Psikolojik Boyut
 
Kürtçülük, 18. yüzyılın son çeyreğinde Avrupalıların Kürt-Kurmanç-Zaza aşiret ve oymaklarını keşfetmesi ile başlar. Esasında Avrupalılar için düpedüz siyasi bir keşif olan bu durumun Kürtçülük ideolojisinin şekillenmesinde iki temel amacı vardı. Öncelikle Avrupalıların Kürt, Kurmanç ve Zaza aşiretleri ve oymaklarını “Kürt” adı altında toplayarak, bunlara Türk’ten başka bir ırk oldukları bilincini vermek ve bir millet inşa etmek projesi idi. Bu bağlamda, Kürtleri de Moğolloşma, Macarlaşma ve Bulgarlaşma sürecine sokarak Türklükten koparmak yani yeni bir millet inşa etmek ve daha sonrada Türkiye başta olmak üzere İran, Irak ve Suriye topraklarında kendilerine bağımlı bir Kürdistan devleti kurmaktı. 

Böylece Türkleri içten zayıf düşürerek bölgenin zengin yeraltı kaynaklarını istedikleri gibi sömüreceklerdi.16 

Avrupalılar tarafından devşirilerek Kürtçülük ideolojisi etrafında toplanan kimi çevreler ile aşiret reisleri Osmanlı’nın son dönemleri başta olmak üzere, İstiklâl Harbi’nde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında defalarca isyan ettiler. Varlık kavgası verdiği bir dönemeçte Türk Milleti, bir de Kürtçülerin isyanları ile uğraştı. Ancak Kürtlerin çok büyük bir bölümü, kaderini Türk milletinden ayırmayı reddederek kardeşçe emperyalizme karşı Türk milletinin yanında savaştı. Bu yüzden burada Kürt ile Kürtçülüğü birbirinden kesin çizgilerle ayırmak çok önemlidir. Kürtçüler, Türk milletinin varlığı için bir tehdit iken; Kürtler, Türk milletinin var olma kavgasında her zaman diğer Türk unsurlarla birlikte bu milletin öz evlatları 
olarak ve Türklük dairesi içinde kalarak mücadele etmişler ve emperyalizme karşı birlikte savaşmışlardı. 
İşte Türk Milleti, 1840’ların başından bu yana enerjisinin bir kısmını Batılılar ve Ruslar tarafından senaryolanan ve iç aktörlerce sahneye konulan Kürtçülük meselesine harcamıştır. Osmanlı’nın son dönemleri ve Kurtuluş Savaşı yılları da dâhil olmak üzere Türk Milletinin varlık davasında büyük sıkıntılar yaratan ve Atatürk’ten sonra gerekli tedbirler alınmadığı için kartopu gibi büyüyerek günümüze kadar gelen bu sorun, görüldüğü kadarıyla önümüzdeki yıllarda da gündemi işgal edecek, millet ve devlet olarak ciddi kayıplara neden olacaktır.17 
Olayların tarihi ve sosyo-psikolojik boyutuna baktığımızda, Kürtçülük ideolojisinin temelleri Türklüğün reddine ve Türk düşmanlığına dayanır. 

Diğer taraftan Avrupa’da da kökleri ırkçılığa dayanan derin bir Türkiye ve Türk düşmanlığı ile karşılarız. Adeta, Türkler Avrupa kültüründen uzaktır, geri ve barbardır, soykırımcıdır, işgalcidir ve azınlıkları ezer, insan haklarına saygı göstermez, egemenliği altındaki toprakları iyi yönetemez tarzı düşünce ve şartlandırılmış algılamalarla18 şekillenen propaganda faaliyetleriyle günümüze kadar gelen tarihsel bir gelenek gibidir. Burada sayısız örneklerinden sadece birkaçına değinilecektir. Mesela; Almanya’nın Doğu Enstitüsü Müdürü Udo Steinbach’in 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine verdiği “İslâm’ın Avrupa İçin Önemi” adlı konferansında: 
“Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Türk Ulusu diye bir ulus yoktur. Olmadığını Türk-Kürt, Müslüman-Laik, Alevi-devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne kadar neden yok etmediler bilinmez.”19 
Banu Avar’la röportaj yapan Uda Steinbach, Türk Milletine yönelik özetle yukarıda verdiğimiz bu düşüncelerini tekrarlarken, “Türk Milleti için uyduruk, toplama bir millet, Atatürk zorlama bir ulus yarattı diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Ben Türkiye sınırları içerisinde birçok etnik azınlığın yaşadığını söylüyorum. O sınırlar içinde, sadece Türklerin yaşadığını da kabul etmiyorum” 20 diyerek savunduğu fikirlerin arkasında duruyordu. 
Yine bu ifadelerin farklı versiyonlarından birini dillendiren ve Türkiye aleyhine propaganda yapan Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangolos Lüxemburg Zirvesi’nden iki ay önce, Ekim 1997’de Türkiye hakkında şunları söylüyordu: “Türk askeri ve diplomatik düzeninin bir bölümü, Ege’deki sınırlarımızın ve egemenlik haklarımızın tartışmalı olduğunu söylemektedir. Bizim bu konuda Türklerle müzakere yapmamız mümkün değildir. 
Hırsızla, katille, ırza geçen tecavüzcüyle görüşmemiz olanaksızdır.” 21 
Esasında kin ve düşmanlığa dayanan bu sözler, Pangalos’la sınırlı kalan kişisel bir değerlendirme değil, Avrupa’da yaygın olan Türk düşmanlığının en kaba ve en ilkel ifadesi olarak ele alınmalıdır. Bu tutum ve sözler ne ilktir, ne de son olacaktır. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder