Geleceği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Geleceği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2021 Pazartesi

COVID-19 VE KÜRESEL SİSTEMİN GELECEĞİ: BİR KUM KAYMASI MI DEPREM Mİ?

COVID-19 VE KÜRESEL SİSTEMİN GELECEĞİ: BİR KUM KAYMASI MI DEPREM Mİ? 




Doç. Mahjoob ZWEIRI
Katar Üniversitesi Körfez Araştırmaları Merkezi Başkanı, Katar 

COVID-19 VE KÜRESEL SİSTEMİN GELECEĞİ BİR KUM KAYMASI MI DEPREM Mİ 

Güvenlikleştirme, Çin, Terörizm, Ulus Devletler, Doç. Mahjoob ZWEIRI, COVID-19, Küresel Sistem, Geleceği, Bir Kum Kaymasımı, Deprem , 

COVID-19 pandemisine tanıklık ederken akademik dünyada da bir pandeminin yayılmaya başladığını gözlemliyoruz. Mevcut COVID-19 dönemi abartılarak küresel dönüşümlerin müsebbibi olarak değerlendiriliyor. 
COVID-19’u tarihi bir dönüm noktası olarak tasvir etmek gerçekten ziyade bir klişedir. Bunun yerine, COVID-19’un bir dizi değişimin ilk halkası olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. 

İnsanların yanı sıra özellikle siyasi düzeyde birçok unsur 
COVID-19’un potansiyel kurbanları olarak kabul edilebilir. 
COVID-19’a karşılık verirken ortaya çıkan siyasi sonuçları 
COVID-19’un “siyasi yan etkileri” olarak nitelendirebiliriz. 

Uluslararası ölçekte kurum ve kuruluşlar her geçen gün daha da geçersiz hale geldi. BM Güvenlik Konseyi’nin müdahalesi etkisiz kalırken Dünya Sağlık Örgütü alay konusu oldu. Hepsi ciddi eleştirilere maruz kaldılar. Donald Trump, 
Dünya Sağlık Örgütü’nü “Koronavirüs’ün yayılmasını ciddi şekilde yanlış yönettiği ve örtbas ettiği” için suçlarken, ABD’nin örgüte yapmış olduğu yıllık katkısını sona erdireceğine dair uyarılarını gerçeğe dönüştürdü. 

COVID-19’un bölgesel yansımalarının neler olacağını henüz kimse tahmin edemiyor. Sözkonusu süreç devletlere birbirlerine olan derin bağımlılıklarını ve karşılıklı ihtiyaçlarını hatırlatan bir tokat mı olacak? 

Yoksa bölgesel birlik ve örgütler pandemiyle mücadelede pasif kalarak utanç verici bir şekilde sorumluluklarından kaçmaları sebebiyle eleştirilere maruz kalırken, özellikle kriz sırasında öne geçen tek taraflı önlemlerle birbirinden ayrışmış çabaların güçlendirilmesi yönünde bir eğilim mi öne çıkacak? 
Bu düşünce, İtalya, İspanya, Portekiz, Fransa, Sırbistan, Çekya ve Avusturya’daki devlet yetkililerinin yanı sıra diğer pek çok devlet yetkilisinin çeşitli açıklama ve beyanlarında kendini gösterdi. 

Örneğin, Sırbistan Cumhurbaşkanı Aleksandar Vucic Avrupa dayanışmasını reddederek “kağıt üzerinde bir peri masalı” olarak nitelendirdi. 
Diğer taraftan, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron harap olmuş ekonomileri desteklemediği ve pandemiden kurtulmalarına yardımcı olmadığı sürece “siyasi bir proje” olarak Avrupa Birliği’nin çökeceği konusunda uyardı. Avusturya Şansölyesi Sebastian Kurz “kriz bittikten sonra AB içinde zorlu tartışmalar olması gerekecek” açıklamasında bulundu. Bugün Avrupa Birliği bölünmüş ve iyice bencilleşmiş bir vaziyette ve ne yazık ki AB ülkeleri ortak değerleri paylaştıkları komşularına yardım edemedi. Bu ülkeler pandemiyle mücadele planları hazırlamak için birikmiş bilgi ve deneyimlerini kullanmada 
başarısız oldular. 

Ortak siyasi değerleri paylaştığını iddia eden hükümetler arasında giderek artan ayrışmalar var. Eğer bu değerleri kriz zamanlarında kullanmazlarsa bunların ne önemi var? Yine aynı ülkeler COVID-19’un tehlikelerini tespit etmek için bilgi 
akışı ve alışverişinden yararlanmakta da başarısız oldular. Vergi mükelleflerinin parası onları korumaya gitmediyse nereye gitti? Gerçekten ihtiyacı olanlar değil de sadece parasını ödeyebilen kişilerin erişebildiği sağlık ve eğitim gibi hayati öneme sahip sektörlerin daha önceden özelleştirilmesinin bir sonucu olarak sağlık sektörünün başarısızlığa uğraması vergi mükelleflerinin sağlığını tehlikeye soktu. Ayrıca, “görünmez düşman” olan COVID-19 sağlık sektörü dışında devlet içindeki askeri ve güvenlik sektörlerini de tehdit etmektedir. Örneğin, AB Terörle Mücadele Komitesi Sekretaryası COVID-19 ile bağlantılı olarak biyo-terörizm riski uyarısında bulundu. Halbuki COVID-19 terörizmi atfedebileceğiniz ne bir kültür ne de bir ulustur. 

Yine de güvenlikleştirme süreci COVID-19 ile başa çıkma yöntemi oldu. Başından beri Çin’deki güvenlik yetkilileri COVID-19’u keşfeden doktora virüse dair bilgi paylaşmaması yönünde yemin ettirerek müdahalede bulundu. Bununla birlikte belirli bir zaman sonra Çin yerel bir salgının bir pandemiye dönüşmesine izin verdiği için suçlandı. COVID-19 öncesinde de Çin’i eleştirmekten hiç vazgeçmeyen Batı, Çin’in pandemi konusunda şeffaf olmasına yönelik beklentilerini artırdığı bir tutum sergiledi ve güvenilir olmamasından dolayı Çin’i kınadı. Bir taraftan Trump Çin’i suçlamak için hiçbir fırsatı kaçırmayarak COVID-19’dan devamlı “Çin virüsü” olarak bahsederken, diğer taraftan Avustralya Başbakanı Scott Morrison Çin’in virüsün yayılmasındaki rolünün araştırılması için COVID-19 konusunda bağımsız bir “küresel inceleme” çağrısında bulundu. Bununla birlikte, pandemiyle mücadele süresince COVID-19’un siyasi amaçlar için kullanımı daha belirgin olmuştur. Çin’in gerçekleri gizlemesi pandemiyi hafife alan hatta inkar eden veya toplum bağışıklığı ve sağlık sektörü kuruluşlarının korunması konusunda bilgiçlik taslayan diğer dünya liderlerinin yaptıklarından daha az değildir. Batı’daki politikacılar için Çin’i suçlamak insanların dikkatini pandemiyi yönetmedeki korkunç başarısızlıklarından ve virüsü kontrol edememelerinden başka yöne çekmek için bir yöntemdi. Çin günah keçisi oldu. İçeride vatandaşları birlik olurken ülke sınırları dışındakilerin tehdit olarak nitelendirildiği bir durumda ulus devletin güvenilirliği belki de krizi yönetmedeki hazırlık derecesine bağlıdır. COVID-19’un devletleri özerk bir şekilde yaşamaya zorladığı doğru, ancak ulusal sınırları tanımayan küresel bir kriz olmasına rağmen COVID-19’un yine de ulusal egemenliği güçlendirebileceği ve içerde hükümet düzeyinde büyük dönüşümlere neden olabileceği bir paradoks yaratmaktadır. Bu durum, özellikle virüsün kamu sektörünün ne kadar ihmal edildiğini ortaya çıkarması ve kamu hastanelerinin COVID-19 ile özel hastaneler den daha iyi mücadele ettiğinin kanıtlanmış olmasıyla teyit edildi. Farklı sektörler hükümete başvurarak COVID-19 ile mücadelede kolektif bir eylem çağrısında bulundu. Bu, ulus devletin rolünün şaşırtıcı bir şekilde yeniden uyanarak canlanmasına yol açabilir. 

Geç de olsa devletlerin aldığı önlemler etkili fakat yavaş tesirli olacak. Bununla birlikte, virüsle mücadelede devlet dışı aktörler de rol aldı. 
Meşruiyet zafiyeti olan hükümetlerin bulunduğu bazı yerlerde silahlı isyancılar,  terörist gruplar, uyuşturucu kartelleri ve çeteler gibi alternatif aktörler ekonomik yardım paketlerinin dağıtılmasında, halk sağlığı eğitiminin artırılmasında ve insanların karantina altına alınmasında önemli rol oynadılar. Buna ilişkin çeşitli örnekler var. 
Washington Post’un yakın bir zaman önce verdiği habere göre “Afganistan’da Taliban Koronavirüs ile mücadele için uzak illere sağlık ekipleri gönderdi. Meksika’da uyuşturucu kartelleri virüsün olumsuz ekonomik etkisini hissedenlere yardım paketleri sunuyor. Brezilya ve El Salvador’da çeteler virüsün yayılmasını önlemek için sokağa çıkma yasağı uyguluyor.” 

Benzer şekilde Suriye’de, “İnsanların bir araya gelmesini kısıtlayarak halka sağlık bilgilerini duyuran Heyet Tahrir el Şam, bir idari organ olma meşruiyetini artırmak amacıyla virüsü kullandı.” Washington Post, bu grupların faaliyetleri ni “halk sağlığı politikası ve stratejik mesajlaşma için paralel bir yeraltı dünyası” olarak nitelendirdi. Ayrıca, örneğin İngiltere’de, ön saflarda çalışanlara ve savunmasız kişilere yardım eli uzatan ortak yerel yardım grupları ve ilerici hareketler mahalli düzeyde bağımsız olarak kuruldular ve hükümetin hüsrana uğrattıkları kişilere yardım ettiler. 

Güvenlikleştirmeyi farklı yönlerden ele alırken dikkatli olmak gerekiyor. Örneğin, küreselleşmenin sonunu ilan ederken ihtiyatlı olunmalı. Belki de dijitalleşmeye bağlı olan yeni bir küreselleşme şekli ortaya çıkacak. Ancak, küreselleşme 
sürecinde meydana gelen bir yavaşlama bir gerileme olarak algılanmamalıdır. Her şeye rağmen, ekonomik açıdan bakıldığında, COVID-19 salgını küresel ekonomik büyüme hızını yarı yarıya düşürebilir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) küresel GSYİH büyümesinin 2020 yılında salgından önce tahmin edilen %2,9’un yarısına inerek %1,5’e kadar düşebileceğini belirtti. 

COVID-19’un yıkıcı etkilerini görmezlikten gelmeden başka neler ‘yapmadığını’ da düşünmekte fayda olabilir. 

COVID-19 zenginler ve fakirler, vatandaşlar ve göçmenler, merkez ve çevre arasındaki zaten mevcut olan gerilimleri artırmadı. Yani COVID-19’un tarihi “COVID-19 öncesi” ve “COVID-19 sonrası” şeklinde ayıran yeni bir çağ oluşturacağını söylemek için belki de henüz erken. Büyük değişimler yalnızca tek bir olay neticesinde değil, bir süreç içinde oluşurlar. Başka bir deyişle, COVID-19’u büyük bir depremden ziyade bir kum kayması olayı gibi düşünmeliyiz. COVID-19 gibi olaylar bir değişime neden olabilecek anlar olsa da, üzerinden zaman geçince bazı şeylerin farklı görünebileceğini unutmayalım. 


***

7 Kasım 2020 Cumartesi

Türk Amerikan İlişkilerinin Geleceği

Türk Amerikan İlişkilerinin Geleceği


01 Şubat 2008





   George Bush iktidarının son 11 ayına girdi… Bush Yönetiminin en önemli kararlarından biri olan Irak’ı işgal etmek, Türk – Amerikan ilişkilerinde çok açık bir yıpranmaya neden oldu. Görevi 2009 yılında devralacak Amerika’nın yeni başkanı ve Türkiye’de yaz ayında yapılan seçimleri kazanarak iktidarını sürdüren Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, Türk – Amerikan ilişkilerini nasıl idare edecek? Washington’daki Brookings Enstitüsü’nde düzenlenen panelde, bu konu değerlendirildi.
“Bush Yönetiminden Sonra Türk Amerikan İlişkileri” başlıklı panelde, Türkiye’den gelen katılımcılar, Amerikalı dinleyicilere görüşlerini aktardı. Adalet ve Kalkınma Partisi Çankırı Milletvekili Suat Kınıklıoğlu; Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul Milletvekili Gündüz Aktan ve eski Dışişleri Bakanı Emre Gönensay Türk Amerikan ilişkilerini değerlendirdi.
Katılımcılar, Türk Amerikan ilişkilerindeki sorunların Irak Savaşı’yla – özellikle Irak’a kuzeyden cephe açılmasını öngören 1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle başladığını söyledi.
AKP Çankırı Milletvekili Kınıklıoğlu, Irak savaşının, Türkiye’nin değiştiği bir döneme denk geldiğini söyledi. Kınıklıoğlu Türkiye’nin, Irak savaşı çıktığı sırada bölgesel bir güç olmaya çalıştığını ve Amerika’dan farklı çıkarlara sahip olduğunu söyledi. Suat Kınıklıoğlu, Türkiye’de yapısal bir değişimin yaşandığını da belirtti:
Kınıklıoğlu, “Türkiye, artık, Amerikalıların gelip, Genelkurmay Başkanlığı’na uğrayıp işlerini halledip gidecekleri bir ülke olmaktan çıktı” diye konuştu...
2003 – 2007 yılları arasında, Türk – Amerikan ilişkilerine, Irak Savaşı, 1 Mart tezkeresi, PKK, Hamas ziyareti, Ermeni tasarısı gibi sorunlar damgasını vurdu. Peki geleceğe bakacak olursak...?

Kınıklıoğlu, “Umut verici olan şu: Biz zaten dibe vurduk...” diye konuştu. Çankırı Milletvekili, şimdi, PKK konusunda yapılan işbirliğini ve Başkan Bush’un PKK’yı ortak düşman ilan etmesini hatırlatarak, ilişkilerde yaşanan değişikliklere dikkati çekti. ‘Stratejik ortaklık’ ifadesine fazla ağırlık vermemek gerektiğini söyleyen Kınıklıoğlu, Türkiye’yle Amerika’nın işbirliği alanlarını ve anlaşamadığı konuları açıkça tanımlaması gerektiğini savundu. Kınıklıoğlu’na göre, Ankara’yla Washington, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, İran, Rusya ve enerji gibi konularda işbirliğini sürdürecek, Suriye’ye açılmak gibi bir konuda da muhtemelen aynı fikirde olmayacak.

Milliyetçi Hareket Partisi İstanbul Milletvekili emekli Büyükelçi Gündüz Aktan, Amerika’nın Irak’tan hangi şartlar altında çekileceği, PKK konusunda Amerika’nın tutumu veya Ermeni tasarılarıyla ilgili gelişmelerin ilişkilerde sorun yaratabileceğini hatırlattı. Öte yandan, Aktan, Rusya ve İran gibi konularda Türkiye’yle Amerika’nın işbirliği yapabileceğini söyledi.

Aktan ancak Türk - Amerikan ilişkilerini değerlendirirken iç gelişmelere de dikkat etmek gerektiğini söyledi. Aktan, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin herhangi bir kriz anında dini yaklaşımlarını, dış politikalarına yansıtma tehlikesi bulunduğunu ileri sürdü.

AKP Çankırı Milletvekili Suat Kınıklıoğlu, dış politikalarında herhangi bir dini yaklaşım olmadığını savundu.

Peki ya 2009 yılının Ocak ayında görevi devralacak yeni başkan konusunda ne söylenebilir? Türkiye’den gelen konukların bazı önerileri vardı. Gündüz Aktan, yeni Amerikan yönetiminin Irak’tan çekilme ve Kerkük konularında duyarlı olması; ve bölgesel gelişmelerde Türkiye’ye danışması gerektiğini söyledi. Eski Dışişleri Bakanı Emre Gönensay, yeni Yönetimin Türkiye’yle diyalogu arttırması, Türkiye’nin iç gelişmeleri konusunda öğüt vermekten kaçınması gerektiğini belirtti. Suat Kınıklıoğlu da yeni Başkan’ın bir an önce Türkiye’ye gelmesi ve bölgede Kürtlerle Türkler arasında dengelerin değişmesine neden olabilecek adımlardan kaçınması gerektiğini kaydetti.

***

26 Kasım 2017 Pazar

Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
19 Ekim 2014

Sömürgecilikten, küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…




Küreselleşmeci teorisyenler kolonyal dönemden sonra emperyalist döneminin daha sonra ise küreselleşme döneminin geldiğini söylerler. Ve bu dönemin askerî, politik ve stratejik durumlarına bakarak emperyalizmi askercil bir olguya indirgerler. Kapitalist sömürünün hem yerel hem de küresel eşitsiz sömürüsünün üzerini örterler.

Paul Sweezy ve Paul Baran emperyalizmin gelişme döneminde emperyalist merkezin sömürüsüne girmiş bir alanın yeniden kendi çizgisinde büyüyebilmesinin mümkün olmadığını söylerler. Bu tezden hareketle Marks’ın İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirdiği dönemdeki tezi geçersiz kılınmaktadır.

“Hindistan’ın gelecekteki gelişme düzeyi İngiltere’nin bugünkü durumudur” diyen Marks’ın ilerlemeci bakış açısıyla ürettiği tez 19. yüzyılın bir ürünüdür. Burada kapitalizmin geliştirici özelliği esas alınmış, emperyalist-sömürgeci özelliği ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin Hindistan’a girmesinden sonra artık doğal gelişimin olamayacağı görülmemiştir.

Paul Baran, Lenin’in eşitsiz gelişme yasasına bir katkı yaparak sisteme entegre olmuş bir alanın sistemin sömürüsü altına gireceğini savunmuştur. Bu tezi Andre Gunder Frank, Latin Amerika’daki geri üretim tarzı olan latifundialar gibi köle emeğine dayanan sistemlere uygulayarak bunların kapitalist gelişimin müdahalesi sonucu ortaya çıktığını söylemiştir. Böylece Marks’ın ilk tezinin ilericiliğinin kalmadığını ortaya koymuşlardır.

Bu durumun net görülebilmesi için Sweezy ve Baran’ın içinde yetiştiği Vietnam Savaşı’nın yaşanması gerekmiştir. Savaştaki ABD bombardımanı ABD savaş sanayini tetiklerken Vietnam Halk Savaşı da bağımlı halkların savaşarak bağımsızlığa ve sosyalizme geçişine neden olmuştur. Sweezy ve Baran bu yıllarda durumu açıkça görebildiler.

Takip eden dönemde SSCB’nin bürokratikleşmesi, krize girmesi ve çökmesi, buna karşılık dünya sisteminin büyüme dönemine girmiş olması artık emperyalizmin bittiği küreselleşme döneminin başladığı tezinin oluşmasına neden olmuştur. “Küreselleşme” ve “bilgi çağı” cilasıyla sunulan bu tezle antiemperyalizm ve mücadele döneminin devrinin de kapandığı iddia edilmişti.

ABD’li stratejist Thomas Barnett’in analizleri bu noktada siyasî açıklamalara yön verici olabilir. Barnett, Pentagon’a yol haritası çizmek için yaptığı yorumda, küreselleşmeci ABD ile ona entegre olan Almanya ve Japonya’nın oluşturduğu yapı “head to head” üçlü bir mücadelenin sürecini ele alır. Bu 80’li ve 90’lı yılların esasını oluşturmuştur. Bu süreçte diğerlerini geride bırakan ABD olmuştur. Bu da esas olarak Körfez Savaşı’yla olmuştur. ABD bombaları Irak’a düşerken, ileri sürülen tez “küreselleşmeye katılmayan devletlerin haydutlaşması ve bunların sistem tarafından cezalandırılması” oldu. Barnett’in ilk küreselleşmecilerine ek olarak ikinci küreselleşmeciler Rusya, Brezilya ve Çin oldu. Meksika ve Hindistan’da yerlerini alıp dünya sistemiyle bütünleştiler. Ama dışarıda kalan devletlerin sistem tarafından cezalandırılması gerektiği ileri sürüldü.

Kaddafi Libya’sı, İran, Venezüella ve Saddam’ın Irak’ı esas “haydut devletler” olarak görüldü. Bunlardan Saddam Irak’ı B-2 bombardımanlarıyla yok edildi. Kaddafi de benzer şekilde ortadan kaldırıldı.

Solda süreci algılama zaafı

Bugün kendine sol diyen ve antiemperyalist politikayı ortodoksça savunan anlayışlar dahi ABD’nin saldırısı için yağmur duasına çıkar gibi bombardıman duasına çıktılar. Oysa Leninist formüle göre esas mesele ilerleme değil sistemi yöneten emperyalizmin yıkılmasıydı. Sol teorisyenler bunu inkâr etse de Thomas Barnett’in, Brzezinski’nin tezleri karşımıza çıkar: İmparatorluk çağında da emperyalist gerçek değişmemiştir. Emperyalizm; Ömer Güven’in 1970’li yıllarda söylediği gibi Amerikan doları ve postalıyla temsil edilirken, günümüzde teknoloji geliştiği için Amerikan bombaları ve füzeleriyle temsil edilmektedir.

Leninist devrimci-ulusçu model emperyalizme karşı duruşu esas almaktadır. 1920’lerde Afganistan’da gerici gözükse de Emanullah Han’ın İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesi bu nedenle desteklenmişti. Lenin, sosyalist İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu İngiltere’nin Hindistan’ı ve Afganistan’ı sömürgeleştirmesine karşı feodal Emanullah Han’ın yanında yer almıştı. Aynı şekilde İngiltere’nin Mısır’da Sudan’a doğru yaptığı sömürgeci yayılmaya karşı feoadalitenin de gerisinde bir toplumsal formasyona sahip olan Mehdi hareketi de desteklenmiştir. Mısır’daki ticaret burjuvazisinin sözcüsü konumundaki İslamcı Mehdi hareketi, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu emperyalist İngiltere’ye karşı savunuldu.

Günümüzde Saddam’ın bombalanmasına solun birçok kesimi tarafından karşı çıkılmadı. Kaddafi’ye saldırılması da benzer şekilde değerlendirildi. Afganistan’a yapılan saldırıda ise El Kaide’nin ABD tarafından yaratıldığı söylenerek sol tarafından desteklendi.

Çakal Carlos, Fransa’da yazdığı Devrimci İslam adlı kitabında devrimci ve sistem karşıtı tavrı İslamcı hareketlerde gördüğünü söylüyordu. İlerlemeci tez yerine Batı karşıtı, bazen Hıristiyan karşıtı ama esas olarak sistem karşıtı mücadele veren bu grupları destekledi. Bu ilerlemeci açıdan bakıldığında belki kabul edilemeyebilir. Fakat sistem karşıtlığı açısından başka bir gerçekliğin olmadığı da görülür. Bu El Kaide ya da Taliban’ın zamanında ABD tarafından örgütlenmesiyle örtülemez.

SSCB’nin yıkılması ve seküler sol örgütlerin zayıflaması sonucu bu alana cihatçı örgütler hâkim oldu. Bu hareketlere karşı sistemin ideolojik mücadelesi Ilımlı İslam kavramıyla oldu. Cihatçılığın Doğu toplumlarındaki köklerine ulaşmasının engellenmesi için reformist, Batıcı bir anlayış desteklendi. Fakat özellikle Arap Baharı ile cihatçılığın Batı karşıtı bir tepkiye dönüşmesi engellenemedi.

Cihatçılık Batı karşıtlığına evrildi

Cihatçı hareket, İslam toplumunun en primitif dönemine dayandı ve Peygamber devri öncesi Arap toplumunun tepkisel tavırlarını Selefîlikle bünyesine aldı. Cahiliye döneminin ve sonraki Haricîlerin, İbni Haldun anlattığı Arap kabilelerinin tavırlarını günümüze taşıdılar. Bunlar Batı tarafından reddedilse de Doğu için cazip olabildi. Klasik Arap milliyetçiliği, Baas temelli politikaların yerine bu cihatçılık geçmeye başladı.

El Kaide’nin de Batı tarafında reklamı yapılmış liderliğinin de etkisi oldu. ABD neo-con ekibinin istemediği sonuç ortaya çıktı. Batı toplumundaki İslamcı gençler, Troçkist ve devrimci temelleri İslamcı temellerle birleştirdiler. Radikal Selefî ideoloji böylece Doğuya doğru akmaya başladı. CIA, başlangıçta bunu Baas tipi, Nâsır, Kaddafi, Esad’a karşı kullandı. Bunları, Müslüman olmamakla suçlayan İhvancılık ile yıkmaya çalıştılar. Fakat bu tersine dönerek Batı karşısına geçti. Seyyid Kutub, Hasan el Benna tarzı giderek sol tarafından tanımlandığı anlamında sistem karşıtı, antiemperyalist bir kanala girdiler.

Bu çok fazla telaffuz edilmese de Sultangaliyev’in tasvir ettiği bir kanaldır. Emperyalizme hatta Batı proletaryasına karşı Doğu’nun İbni Halduncu anlayışta tarif edilen komünal yapılarına dayanan bir devrimcilik söz konusuydu. Sınıf mücadelesi gerçekleşemeyince sistem karşıtı bir tepki ileri sürülmüştür. Bu da proleter uluslar kavramıyla milliyetçi temelde gelişen ve dinsel formasyonlara da sahip bir antiemperyalizm gelişti.

Sovyet Devriminde Çarlığa karşı mücadele eden Sultangaliyev’in Kızıl Tatar ordusunun yanında Nakşî Vahidov’ların varlığı söz konusuydu. Lenin de sistem karşıtlığında Marks’ın kapitalizmin geliştirilmesini savunan ilerlemeci tezini eleştirmişti. Bu tezi Menşeviklere bıraktı.

Meselenin tarihsel boyutları

1970’lerde Deniz’lerin, Mahir’lerin kurduğu yapıların devamı olduğunu söyleyen yapılar bugün Amerikan bombardımanı talep ediyorlar. Burada bir çelişki ortaya çıkar. IŞİD’in Selefî ve Haricî yöntemlerle kafa kesme pratiklerinin yarattığı tepki bir yandadır. Ama bu tepki aslında Osmanlı toplumunda palalarla kelle uçurmanın İslamî bir infaz olduğu gerçeğiyle de yan yana durmaktadır. Bu yöntem aşırı bir şekilde kullanıldığı için toplumda objektif bir tespit yapma olanağı da kalmadı. IŞİD’in Şii Hilali karşısında bir Sünni Hilali anlamında gelişen bir hareket olduğu, tarihsel alan olarak da Emevi ve Mervani hanedanlarının egemen olduğu Bağdat’ın kuzeyi Musul, Halep ve Şam’a yerleşen bir yol izlediği anlaşılmadı. Bu Arap iktidarının pekiştirilmesi anlamına gelir.

Emevi bölgesi ve Mezopotamya’da yer alan bu bölge Arapların Sünni kanadının mekânıdır. Abbasilerin ve Şiilerin alanı ise Bağdat ve güneyindedir. Bu çatışma Abbasîlerin Sünni olmasına karşılık, Sünnilerle Şiilerin tarihsel hesaplaşması anlamına geliyor. Abbasiler, Emevileri devirirken Şiiler adına harekete geçmişti. Şiilerle beraber iktidar olmuşlardı. Şam’ın iktidarını yıkmışlardı. Bu alan daha sonra Zengi Devletine kaldı.

Petrol yatakları üzerindeki egemenlik için geçmişteki Baasçı-Arap milliyetçisi iktidar yerine aynı sosyolojik tabanla Selefî bir yaklaşımla mücadele başladı.

Şii Hilalinde ise geçmişte Marksist-Leninist örgütlenmelerin temelini oluşturan Şii unsurlar dinsel bir militanlık içindeler. Mehdi Ordusu gibi militan Şii gruplar köklerini Hz. Ali’nin mücadelesine dayandırıyorlar. İki grup da gerçekte petrol yataklarının paylaşım mücadelesini veriyorlar.

IŞİD, Arap ve Kürt alanları

Saddam’ın bombalanması ve uçuşa yasak bölge ile engellenmesiyle bir Kürt özerk bölgesi ABD tarafından oluşturulmuştu. ABD’nin eğittiği peşmergeler bu alanı kontrol ediyorlar. Sünni Araplarla Kürtler arasındaki çatışmanın yeni versiyonu da bu son olaylarla ortaya çıktı.

Esad ise Türkiye’ye karşı bir tampon bölge olarak Suriye’nin kuzeyini Kürtlere bıraktı. PKK da burada Batı Kürdistan adıyla kantonlar oluşturdu. Şii Araplarla Sünni Arapların çatışmasından faydalanılarak Suriye ve Irak’ın kuzey kesimlerinde Kürt bölgeleri ortaya çıktı. Bu tarihsel ve diyalektik bir sürecin sonucu değildi. Küresel, konjonktürel olgular bunu yarattı.

Sünni Arap temelli aşiretlerin Selefîleşmesi ve militanlaşması ile IŞİD ortaya çıktı. Şiilere karşı Bağdat’a ilerlerken kuzeye ve doğuya Kürtlere karşı harekete geçti. Mezopotamya’nın ele geçirilmesi Kürtleri Zağros Dağları’na itecek bir hareket anlamına gelebilir. Türkiye’de ise Mardin – Urfa alanı da Halep’in devamı olarak Sünni Arap alanlarıyla beraber yeniden yapılandırılabilirdi. Türkiye’nin güçlü yapısı IŞİD’i bu bölgeleri talep etmekten uzak tuttu.

Bu Arap alanlarında Kürtleşmenin gelişmesi ile Suriye’de ve Irak’taki Kürtleşmeyle beraber IŞİD’e tepki yoğun oldu. Temmuz ayındaki “IŞİD Gerçeği” başlıklı yazımda bugün olacakları tahmin etmiştim. Atık bu bölgede IŞİD kendi alanını ele geçirerek petrole dayanacak bir görünüm sergilemektedir.

Amerika’ya “bomba yağdırma” duası

IŞİD’i tüm politik çevreler kendi çizgisine göre tanımlıyor. İP çevresi ABD’nin ve İsrail’in kurduğu yolunda değerlendirmeler yapıyor. AKP ise Esad’ın ve Batı’nın ürünü olduğunu söylüyor. PKK ise Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğunu savunuyor. Bu üç körün bir fili farklı tarif etmelerine benzer.

70’li yıllarda Mihri Belli’nin yoldaşı Şevki Akşit bir konferansta “Ortam çok karışıksa ve ‘biz doğru yolda mıyız’ sorusunu cevaplayamıyorsak ‘düşmanlarımız bize ne diyor’ ona bakmalıyız. Eğer sırtımızı sıvazlıyorlarsa yanlış, bize saldırıp küfür ediyorlarsa bilin ki doğru yoldayız” demişti. Bu ölçüyle IŞİD’e ABD, Almanya ve tüm batı saldırırken sol görünümü altındaki hareketler ABD bombardımanı altındaki IŞİD’e karşı ABD’nin safına katıldılar. Pentagon’un açtığı silah kampanyasına imza attılar.

Burada ikili bir konum ortaya çıkıyor. Hem sol olmak hem de emperyalist sistemin politikalarına dâhil olmak, izinde yürümek…

Bu aslında ilerlemeci tezin gerici olarak tanımladığı dinsel yapılanmalara karşı Amerikan sisteminin yanında yer alma teorik saplanmasından kaynaklanıyor. Bu da devrimci bir yaklaşım değildir. IŞİD’in Erbil, Musul ve Mahmur’a saldırılarının önünü yoğun bombardımanla ABD kesebildi. ABD ile onun inisiyatifinde ortaya çıkmış olan Irak Kürt özerk bölgesi yine doğal olarak ABD tarafından korundu. Eğer IŞİD Amerikancı olsaydı, ABD’nin onu bu kadar yoğun bombardımana tabi tutması düşünülemezdi. IŞİD’in Amerikancılıkla eleştirilmesi bir çelişkidir. IŞİD, “Rojava”ya Temmuzdan önce de saldırmıştı. Kandil ve Türkiye’deki PKK güçlerine, Apo; “100 bin kişi Suriye’ye geçsin” demişti. Cizre ve “Rojava”ya bunun üzerine önemli bir yığılma oldu. Burayı Esad’ın boşaltmasıyla PKK geçici bir güçlülük hissetmiş olmalılar ki Irak Kürt bölgesi ile aralarında büyük hendekler açmışlardı. Bu hendeklerin amacı peşmergenin girişini engellemekti. Buradaki Barzani yanlısı unsurlar da tasfiye edilmişti. Temmuzda Kandil’in “Rojava”ya tüm gücünü yığmasına rağmen IŞİD’in saldırısı yine ancak ABD bombardımanı ile engellenebiliyor.

ABD bombardımanını talep etmek ise Türkiye’deki “sol” gruplara düşüyor! Bu da tarihsel bir “yaman çelişki”dir.

Bölgedeki Türkmen Faktörü

IŞİD ise Afrin, Cizre ve Kamışlı’ya doğru yayılmaya çalışıyor. Afrin, Antep’in hemen güneyindedir ve burada güçlü bir otantik Kürt yerleşimi yoktur. Kamışlı ise esasa olarak meşhur Arap aşiretleri bölgesidir. Türkiye’de de Urfa ve Mardin’de Arap aşiretleri yine yoğundur. IŞİD’in bu Arap aşiretlerine karşı bütünleşmesi hem Şii Hilaline karşı hem de Kürtlere karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin tarihsel doğal uzantıları ise Halep ve Musul bölgeleridir. Bu alan Türk alanıdır. Ama Türkmenlerin Kürtleşmesi olgusu da önemlidir.

Aksungur Porsukî, oğlu İmadeddin Zengi ve torunu Nureddin Zengi Şam ve Halep atabeyleri olarak bu bölgeyi yönetmişlerdi. Artuklular Mardin ve Amed’de, Urfa’da Bozanoğulları Selçuklu’yla beraber buraya gelmiş Türkmenlerin iktidarını oluşturmuşlardı. Türbe dolayısıyla çok gündeme gelen Süleyman Şah ise sanıldığı gibi Osmanlı’nın atası değil Selçuklulardandır. Suriye Selçuklularından Tutuş’la yaptığı savaşta yenilince orada gömülmüştür. Tutuş onun cesedini Selçuklu ailesinde yaygın olan ayak yapısından tanımıştı. Ve cesedin başında ağlamıştı! Tutuş ise daha sonra yine Selçuklu olan Berkyaruk ile çatışmasında öldürüldü. Porsukî, Zengiler, Artuklular, Sökmenler, Bozanlar Türkmendir. Giderek Araplaşmışlardır. Bir kısmı ise Şafiilikle Kürtleşmişti.

Sonraki dönemde İlhanlılar ile gelen Oyrat, Sulduz ve Celayirler de egemen olmuştu. Bunlardan da sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlular buraya yerleşti. Bunların Şah İsmail Safevi devrinde Şiileşmesi ise bugünkü Şii Türkmen olgusunun kökenini oluşturdu. Bunların dışında Akkoyunlulardan kalan Hanefi Türkmenler de vardır. Bunlar 16. yüzyılda gelmişlerdi.

Bu bölge ya Rum Selçukluları ve Osmanlıların ya da İran Selçukluları ve Safeviler tarafından yönetildi. Bu güçlerin mücadele sahası oldu. İlhanlılar tüm bölgeye egemenken halefleri burada iktidarlarını sürdürmüşlerdi.

Devlet olmak, halkı koruyabilmekten geçer

Çaldıran’dan sonra egemenlik tamamen Osmanlılara geçti. Bundan sonra da bir Pax Otomana – Osmanlı Barışı dönemi yaşanmıştı.

Devlet olmak o bölgenin halkının güvenliğini sağlamaktan da geçer. İran’a ve Araplara karşı Osmanlı ve ondan önce de Selçuklu bu güvenliği sağlayabilmişti. İlhanlı döneminde de bu başarılabilinmişti. Tarihte Mısır, Osmanlı ve İran’ın yanında bir de Bağdat’ta devlet vardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bu güçlerin dengelerine göre farklı egemenler tarafından yönetildi. Akkoyunlu ve Karakoyunlular geçici döneminin dışında burada bir devlet merkezi olmamıştı.

Öcalan’ın ulusal devlete karşı çıkan ve Kandil’le tartışmaya giren Habermas tarzı yaklaşımı dikkatle incelenmeli. Etnisite ve ulusal dilin devlet kavramında yer almayacağını söyleyerek, çözüm sürecinde önünü açmak istemişti. Bu komünler ya da kantonlar yapılanmasına dayanan bir tezdi. Bu ise ne Suriye’nin, ne Irak’ın ne de Türkiye’nin toprak bütünlüğüne dokunulmayacağını iddia ediyordu. Ulusal devlet oluşturulamayacak Halep, Kamışlı, Cezire gibi alanlarda var olan tüm etnik yapıların içinde yer alacağı demokratik yapı tezi ileri sürüldü. Paris Komünü gibi ilerici bir görüntüye bürünmeye çalışıldı. AB’de ulus devletlerin kalmadığından hareket eden Apo, bu komünlerin Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar genişleyebileceğini savundu. Bu sorunu çözer gibi gözüken kolaycı bir yaklaşımdır. Hatta böylece Türkiye’nin içinde daha küçük Kürt kantonlarının da kurulabileceğini iddia etmiştir. Bunu çok önce belirtmiştik.

Sol açısındansa şöyle bir yaklaşım gelişti: “Doğuda bir Kürt partisi olabilir ama Batıda bir Türk partisi olamaz! Parti çok etnilidir.” Bu noktada da adından “Türkiye” ibaresini bile çıkaran örgütler oldu. Demokratik ulus kavramı kantonsal bir yapılanma için savunuldu.

ABD desteğiyle Barzani’nin oluşturmaya çalıştığı devletçik veya Esad’ın çekilmesiyle oluşturulan kantonlar bir dış saldırı karşısında kendini koruyamadılar. Bu devletçikler ve kantonlar birbirini suçlarken IŞİD’in Sünni Arap tabanlı saldırısı göğüslenemedi. Buradaki halkın Türkiye’nin desteği olmadan Yezidilerin konumuna düşeceği de açıktır.

Devlet olabilmenin kendini savunabilme zorunluluğu ortaya çıktı. ABD bombalaması olmasaydı Musul’un bir günde terk edilmesi gibi “Rojava” da birkaç günde terk edilecekti. Tüm PKK güçlerinin burada konumlanmasına karşın durum budur. Halk da buradan Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştır. Yoksa bombardıman da yapılamayacaktı.

Kamışlı da düşerse demokratik ulus ve kantonsal yapılanmanın Ortadoğu için geçerli olmayan Avrupa için geçerli bir düşünce olduğu iyice ortaya çıkacak. Türkiye’deki açılım süreci de Kamışlı kantonunun Mardin kantonu ile birleşmesi, Kobani’nin Suruç ve Urfa’yla birleşmesi, Afrin’in Antep’le birleşmesi gibi bir taleple yapıldı. Fakat IŞİD saldırıları bunun yapılamayacağını ortaya çıkardığı gibi Kürt halkına da böyle bir yönetimin olamayacağını gösterdi.

Kürtler petrol güvenliğini de sağlayamadı, IŞİD sağlarsa ABD’yle uzlaşabilir

Barzani ile İran’ı çatışmalarına karşı Barzani bölgesini İran milisleri korudu. Mahmur’u ise PKK değil Amerika IŞİD’den kurtardı. ABD stratejistleri açısından da buradaki Kürtlerin askeri bir varlık gösteremeyeceği de yine bu saldırılar dolayısıyla ortaya çıktı. ABD’nin 25 yıldan beri üzerinde çalıştığı proje çöktü. Petrol bölgeleri üzerinde güvenlik sağlayabilecek iktidar Kürtler tarafından sağlanamıyor. Bu ortaya çıkınca ABD burada Kürtlere dayanan projesi rafa kalkacaktır.

IŞİD burada bir düzen kurup, şekilsel sivriliklerini tasfiye ettikten sonra bir İslam devleti olarak petrol bölgesinde güvenliği sağlaması koşuluyla ABD ile uzlaşabilir. Bu ihtimal de söz konusudur. ABD için esas olan petrol şirketlerinin petrol çıkarması ve sisteme aktarmasıdır. ABD bu nedenle Venezüella’ya dokunamadı. Kürtler ise bu güveni veremedi. Orta gelecekte diğer ihtimaller belirebilir.

Kaddafi’nin düşürülmesi sonrası da Libya petrollerinin güvenliği sağlanamadı. Yerel iktidarlar kabileler arasında çatışarak bu otoritenin kurulmasını sağlayamadı. Bu tip bir savaş içindeki Ortadoğu petrol şirketleri için ideal değildir. Amerikan silah şirketleri bunu istese bile petrol akışının durması ABD açısından istenir bir olgu olamaz.

ABD bombardımanın hedefindeki IŞİD alanı gerçekte petrol alanıdır. ABD de “bizim için önemli olan bu alanın güvenliğidir” demektedir. IŞİD’den başka burada bir statüko ve denge sağlayabilecek güç de görünmüyor. Bu nedenle IŞİD’in bombardıman edilmesi, onun ABD ile uzlaşmaya yönlendirilmesi anlamına da geliyor. “Büyük Kürdistan” kurulması ve alternatif bir gücün oluşması ihtimali de ortadan kalkmış görünüyor. Türkiye ise PKK’nın Kürt halkında yarattığı ABD yardımına rağmen ayakta kalamama ezikliğini değerlendirebilir. Ayaklanma denemeleri de bu başarısızlığı gizleyemiyor. Bu da “açılım PKK’yla değil Kürt halkının kendisiyle yapılmalı” tezini AKP’de güçlendirebilir. Tayyip Erdoğan’ın son konuşmaları da bu izlenimi yaratıyor.

IŞİD’in bu bölgedeki egemenliği tarihsel olarak Arapların Kürtlere tepkisinin dışavurumu olarak değerlendirilmeli. Ama stratejik anlamda da temel mesele petrol bölgesinde egemenlik kurulmasıdır. Türkiye açısındansa konu “Kuzey Kürdistan” için model olarak sunulan “Batı Kürdistan” modelinin çökmesidir. Artık PKK bile açılımda ne talep edeceğini bilemiyor. Kürt halkının PKK’ya güveninin sarsılması açılımın bir süre dondurularak daha sağlam bir muhatapla sürdürülmesine neden olabilir. PKK tüm güçlerini yığdığı bölgede yenilerek bir savaşın tarafı olamayacağını gösterdi. PKK’nın Türkiye ile bir savaşı da yeniden göze alma ihtimali kalmadı. Kürt halkının da desteğini kaybettiği bir noktada devletin kendisine karşı başlatacağı bir topyekûn savaş PKK’nın zayıf karnıdır.

Buna rağmen Türkiye açılımda Kürt halkının temsilcileriyle görüşme noktasındadır. PKK’nın Hüda Par’la keskinleşmiş mücadelesinin altında da geleceğe dönük bu projeksiyon var. IŞİD’in devletleşmesinin de sistem tarafından kabul edilebileceği de gözüküyor…

http://www.turksolu.com.tr/irak-sam-islam-devletinin-gelecegi-petrol-guvenligi-ve-kurt-acilimi/




4 Kasım 2017 Cumartesi

Irak’ta Türkmenlerin Geleceği ve Kerkük’ün Özerklik İhtimali


Irak’ta Türkmenlerin Geleceği ve Kerkük’ün Özerklik İhtimali



Irak’ta Türkmenlerin Geleceği ve Kerkük’ün Özerklik İhtimali
Ali SEMİN



Türkmenler, ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından ülkede kurulan siyasi denklemde nüfus olarak üçüncü büyük etnik grup olmasına rağmen Şiiler, Sünniler 
ve Kürtlerden sonra dördüncü unsur gibi hareket etmektedir. Bir taraftan Irak’ta Türkmenlerin çoğunlukta olduğu bölgelerin ciddi anlamda demografik 
değişimle karşı karşıya kalması, diğer taraftan olası bir Arap-Kürt çatışması durumunda iki ateş arasında kalma ihtimalinin kuvvetli olması Türkmenlerin 
bölgedeki durumu ile ilgili kaygıları artırmaktadır. Ayrıca ABD’nin Irak’ı üç federal bölgeye ayırma projesi, Türkmen coğrafyasının parçalanması anlamını taşımaktadır. 

IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) 10 Haziran 2014 tarihinde Musul’u kontrol etmesinden sonraki süreçte Türkmen ve Sünni Arap bölgelerinin ciddi zarar gördüğü söylenebilir. 
Türkmenlerin, Irak’ta IŞİD’in ilerlemesiyle birlikte ülke tarihinin en tehlikeli sorunuyla karşı karşıya kaldıklarını ifade etmek mümkündür. IŞİD’in ülkedeki ilerleyişinin durdurulamamasının Türkmenler özelinde iki önemli olumsuz etkisi bulunmaktadır. Birincisi, Türkmenlerin coğrafi olarak kendi bölgelerinden topluca göç etmek zorunda kalmasıdır. Bu durum orta ve uzun vadede Irak’taki Türkmen coğrafyasının bariz şekilde yok olmasına yol açabilir. İkincisi ise Türkmenlerin mezhepsel anlamda ikiye bölünmesi ihtimalidir. Mevcut durumda Türkmenler siyasi, ekonomik ve askeri alandaki zayıflıkları sebebiyle yerel, bölgesel ve uluslararası kamuoyunda dikkate alınmamaktadır. Bu analizde Türkmenlerin IŞİD’in Musul’u kontrolü sonrası genel durumu ve silahlanma süreci değerlendirilecektir. Ayrıca Kürt-Türkmen ilişkilerindeki siyasi gerilim ve Kerkük sorununun çözümü için nasıl bir adım atılması gerektiği de 
bu analizin konusunu oluşturmaktadır.

IŞİD Sonrası Türkmenlerin Durumu ve Silahlanması

IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinin ardından Irak’ta en çok zarar gören kesimin Türkmenlerin olduğu ifade edilebilir. IŞİD, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerin neredeyse tamamını kontrolünde tutmaktadır. Türkmenlerin mevcut sorunlarından birisi Şiiler, Sünni Araplar ve Kürtler gibi nizami bir savunma gücünün olmamasıdır. İkinci sorun, Türkmenlerin coğrafi olarak dağınık 
olması ve kendilerine has bir güvenli bölgelerinin bulunmamasıdır. Bir diğer sorun ise Türkmenlerin siyasi ve ekonomik anlamda güçsüz olması sebebiyle yerel, bölgesel ve uluslararası aktörlerin dikkatini çekememesidir. Türkmen bölgeleri özellikle 2011 yılının Aralık ayında ABD askerlerinin geri çekilmesiyle hem siyasi hem de ekonomik olarak çatışmaların merkezi haline gelmiştir. Irak’ta güvenlik sorunlarının artması Türkmenlerin durumunun daha da sıkıntıya girmesini beraberinde getirmiştir.

Öte yandan IŞİD’in Musul’u kontrol etmesi ve ülkenin diğer bölgelerine ilerlemesiyle beraber Türkmenler zorunlu göç, silahlı saldırı ve idamlarla 
sonuçlanan infazlar gibi oldukça ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmışlardır. Ayrıca Türkmenler, Irak güvenlik güçleri, Haşed el-Şaabi Şii milis gücü, Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis gücü ve Peşmerge güçleri arasındaki güç ve nüfuz alanını genişletme rekabetinden de büyük zarar görmektedir. Irak’ta IŞİD ile mücadele etme konusunda oluşturulan güvenlik mekanizması yerel güçler arasında koordineli bir şekilde yürütülmemektedir. Başka bir ifadeyle IŞİD ile savaşan yerel güçler etnik ve/veya mezhepsel nitelik taşımaktadır. Böylesi bir durum karşısında Türkmenlerin de bölgelerini savunma amacıyla kendi silahlı gücüne sahip olması gibi bir ihtiyaç ortaya çıkmaktadır. Irak güvenlik güçleri, 
IŞİD ile mücadelede yeterli güce sahip değildir. 

Bu durum ise yerel milis güçlerinin oluşumunu beraberinde getirmiştir. Irak güvenlik güçleri dışında kurulan Haşed el-Şaabi Şii milis güçleri kendi bölgelerini ve Şiiler için önemli kutsal türbe ve mekânları korumaktadır. Bağdat yönetimini destekleyen Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis güçleri IŞİD’in kontrolündeki kendi bölgelerini geri almaya çalışmaktadır. Kürtlere bağlı Peşmerge güçleri ise, Kuzey Irak Kürt yönetimi kontrolündeki Erbil, Süleymaniye ve Duhok’u IŞİD’in saldırılarından korumanın yanısıra Irak anayasasının 140. maddesi kapsamında bulunan tartışmalı bölgelerin (Kerkük gibi) güvenliğini sağlamak adına coğrafi anlamda nüfuz alanını genişletme stratejisi izlemektedir. 
Bütün bu grupların karşısında Türkmenlerin kendi savunma güçleri olmaması sebebiyle can ve mal güvenliklerini koruyamamaktadırlar. 

Kerkük’te ve diğer Türkmen bölgelerinde Peşmerge gücünün Türkmenleri de koruduğunu ifade etmek mümkündür. Fakat Peşmerge gücünün kontrol ettiği Türkmen bölgelerinin Kuzey Irak Kürt yönetimine ilhak etme çabası ve bu konuda Peşmerge’nin oluşturmaya çalıştığı psikolojik baskı, Türkmen-Kürt ilişkilerine de gölge düşürmektedir. Özellikle Kürtler, Kerkük’ün savunması için Peşmerge gücü dışında herhangi bir yerel unsurun silahlı güç kurmasına ve kentin savunulması için katkıda bulunmasına izin vermemektedir. Bu durum Türkmenlerin kendi bölgelerinde silahlı savunma gücü kuramamasının sebeplerinin başında gelmektedir. Buna karşılık Türkmenlerin silahlı güç oluşturması, orta ve uzun vadeli siyasi ve askeri stratejiye sahip olması elzemdir. Türkmenlerin silahlı gücünün kurulmasının öneminden bahsedilirken dikkat edilmesi gereken hususlar şu şekilde sıralanabilir:

1. Irak’ta 2003 ABD işgaliyle birlikte devletin güvenlik kurumlarında başlayan etnisite ve mezhebe dayalı milisleşme süreci, IŞİD’in 

“ Türkmenler; Irak güvenlik güçleri, Haşed el-Şaabi Şii milis gücü, Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis gücü ve Peşmerge güçleri arasındaki güç ve nüfuz 
alanını genişletme rekabetinden de büyük zarar görmektedir.”

Musul’u kontrol etmesinden sonra yerel ölçekte milisleşmeye ve gruplaşmaya doğru gitme bağlamında hızlanmıştır. Bu nedenle Türkmenlerin 
de kendi can güvenliklerini ve bölgelerini korumak amacıyla Kürtler, Şiiler ve Sünniler gibi silahlı savunma gücüne sahip olması gerekmektedir. 
Ancak Türkmenler bir savunma gücü oluştururken kendi içinde irili ufaklı silahlı gruplara bölünmemelidir. Çünkü Türkmen siyasi hareketleri arasındaki fikir ayrılığı ve olası bir güç rekabetinin Türkmenlerin silahlı savunma gücüne de yansıma riski bulunmaktadır. Dolayısıyla bu konuda tüm Türkmen siyasi hareketleri arasında söylem ve eylem birliğine dayalı bir siyasi iradeye ihtiyaç vardır. 

2. Irak’ta oluşturulmak istenilen Türkmen savunma gücünün kurulması durumunda kısa ve orta vadede Kürtler ve Şii grupların Türkmenlerden 
oluşan bir tugay veya birlik kurma girişimi muhtemeldir. Şii milis gücü olan Haşed el-Şaabi içerisinde sayıları yaklaşık 3750 civarında tahmin edilen Türkmenlere özel bir askeri güç bulunmaktadır. Haşed el-Şaabi gücünün çatısı altındaki Türkmen birliği Türkmenlerin tek başına savunma gücü kurmasını zorlaştırabilir. Bu durum Türkmenler arasında silahlı çatışmaya kadar dönüşen bir kriz ortamı oluşturabilir. 

1990’lı yıllardan bu yana tek siyasi yapıda beraber hareket edemeyen Türkmen siyasi kuruluşları arasında silahlı bir çatışma için zemin oluşturan planların olduğu ifade edilebilir. Bu açıdan Türkmenlerin kontrol edeceği birleşik bir silahlı savunma gücüne ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak yukarıda belirtilen risklerin giderilmesi şarttır. 

3. Irak Türkmen Cephesi (ITC) bünyesinde tüm Türkmen siyasi hareketlerini kapsayabilecek bir mekanizmanın kurulması gerekmektedir. 
ITC’nin kendi içinde yaşadığı hiyerarşik sorunundan ötürü silahlı bir Türkmen savunma gücünü kontrol etmesi oldukça zor gözükmektedir. 
ITC’nin çatısı altında Kuzey Irak’ta 1990’lı yıllarda kurulan güvenlik dairesinin belli dönemlerde Türkmen yetkililerinin kontrolü dışında hareket ettiği bilinmektedir. ITC’nin silahlı bir savunma gücünü kontrol edebilmesi için öncelikle kendi içindeki hiyerarşi problemine ivedilikle bir çözüm bulması gerekmektedir.

Türkmen savunma gücünün kurulması için iki önemli noktaya daha değinmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi finansal destek sorunudur. 
Türkmenlerin finans gücü çok zayıftır. Diğeri ise silah tedariği ve Türkmen savunma gücü içerisindeki silahlı unsurların eğit-donat kapsamında bölgesel ve küresel güçlerden yardım alması gerektiğidir. IŞİD’e karşı savaşan yerel güçlerin tamamına dış destek verilmektedir. İran’ın, Iraklı Şiilerin milis güçlerine silah, para, eğitim ve askeri danışmanlık desteği verdiği bilinmektedir. Kürtlere bağlı Peşmerge kuvvetlerine başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler silah, eğitim ve askeri danışmanlık gibi yardımlar yapmaktadır. IŞİD’e karşı Bağdat merkezi hükümetinin yanında savaşan Sünni Arap aşiretlerinden oluşan gönüllü milis güçlerine Bağdat’tan, Washington yönetiminden ve Körfez ülkelerinden (Suudi Arabistan, Katar) önemli ölçüde para ve silah desteği söz konusudur. Türkmenlerin önümüzdeki süreçte buna benzer bir savunma gücü kurduğu takdirde bölgesel ve uluslararası aktörlerden destek almaması durumunda büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağı da unutulmamalıdır. 

<  “ Türkmenlerin de kendi can güvenliklerini ve bölgelerini korumak amacıyla Kürtler, Şiiler ve Sünniler gibi silahlı savunma gücüne sahip olması gerekmektedir. Ancak Türkmenler bir savunma gücü oluştururken kendi içinde irili ufaklı silahlı gruplara bölünmemelidir.” >

Türkmen gönüllülerin Kerkük’e bağlı Beşir köyüne yönelik operasyonu sırasında uluslararası koalisyondan herhangi bir destek alamaması buna örnek 
gösterilebilir. Çünkü 2003’ten sonra Irak’ta hafif silahlarla donatılmış bir savunma gücü kurmak ve askeri olarak mücadele etmek güçleşmiştir. 
Irak’ta artık herhangi bir kesimin kendi can güvenliğini ve bölgesini savunabilmesi için ileri teknolojiye sahip ağır silahlarla donatılmış bir 
savunma gücüne ihtiyacı bulunmaktadır. Irak’ta eğer bir Türkmen savunma gücünün kurulması hedefiyle girişimlerde bulunuluyorsa, bu gücün öncelikle ağır silahların tedariği konusunda bölgesel ve küresel güçlerden yardım talebinde bulunulması gerekmektedir. Aksi takdirde Türkmen halkının, kurduğu savunma gücü sebebiyle dış saldırılara daha çok maruz kalma olasılığı gözden kaçırılmamalıdır.

Kerkük Ekseninde IŞİD-Türkmenler- Kürtler Denklemi

Irak’ın terör sorunu kadar karmaşık bir başka sorunu olan Kerkük meselesinin yakın dönemde çözüme kavuşması oldukça zor görünmektedir. 

ABD, Kürtlerin işgal sonrası kurulan siyasi sürece destek vermesi amacıyla Irak anayasasının 140. maddesiyle Kerkük sorununun çözüme kavuşması için normalleşme, nüfus sayımı ve referandumun yapılmasını gündeme getirmiştir. Ancak söz konusu maddenin hayata geçirilmesi sürecinde Iraklı tüm taraflar arasında uzlaşı sağlanamayınca 31 Aralık 2007 tarihinde bu madde zaman aşımına uğramıştır. Kerkük 140. maddeyle beraber üç aşamalı plan çerçevesinde yapılması öngörülen referandum ile Bağdat’a veya Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlı olacaktı. 

Referandum sadece Kerkük halkının katılımını öngörmüştür. Ancak bu referandum yalnızca Kerkük halkının değil tüm Irak halkının katılımıyla 
gerçekleşmeli ve kentin geleceğine yönelik ortak bir irade ortaya konmalıdır. Zira 2003 işgali sonrası Kerkük’ün Kürtler tarafından demografik yapısı değiştirilmiştir. Kerkük’ün geleceğini belirleyen referanduma yalnızca kentteki etnik grupların katılımı öngörülüyor ise güçlü olanın demografik yapıyı değiştirmesini de beklemek gerekmektedir. Ayrıca referandumun Irak halkının geneline açılması durumunda Kerkük’teki etnik unsurlar arasında dengelerin sağlanması ihtimali bulunmaktadır. Bu bakımdan Kerkük’ün geleceğine yönelik olası bir referanduma tüm Irak halkının katılması elzemdir. 

Öte yandan IŞİD’in Musul’u kontrolünden sonra 12 Haziran 2014 tarihinde Kerkük’ten Irak ordusunun çekilmesi ve yerini Peşmerge güçlerine bırakması önemli bir gelişme olmuştur. 

Peşmerge güçlerinin Kerkük’ün tüm güvenliğini üstlenmesi ve IŞİD’in kente girmesini engellemesi Türkmenleri rahatlatmaktadır. 

Ancak Peşmerge gücünün kentin güvenliğini sağlamasıyla Kürt siyasi partileri tarafından Kerkük’ün adeta Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlandığı yönünde açıklamalar yapılması Türkmenleri tedirgin etmektedir. Türkmenlerin temel amacı Kerkük’ün örnek bir kardeşlik şehri olması ve idari olarak Bağdat’a bağlı olmasıdır. Irak’ta genel anlamda Türkmen-Kürt ilişkilerindeki en büyük sorun Kerkük’tür. IŞİD’in ülkedeki ilerleyişinin ardından Kürt siyasi partileri Kerkük’ün idari yapısında ortak bir paylaşımı kabul etmemektedir. Halbuki 26 Temmuz 2008 tarihinde İller, İlçeler ve Nahiyelerle ilgili 36 No’lu kararla birlikte yerel seçimler yasasının 23. maddesi Türkmen-Kürt ve Arap parlamento üyelerinin uzlaşması sonucunda onaylanmıştır. 

Söz konusu maddenin 1. fıkrası gereğince, Kerkük ilinin idaresi, güvenliği ve genel kamu görevlerinin Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında ortak paylaşımını öngörmüştü.1 Buna ilave olarak ABD’nin 2011 yılında Irak’tan askerlerini çekmesi ve bölge ülkelerinin dış politikasının Arap ülkelerinde yaşanan Arap uyanışına odaklanması, Kerkük’teki idari dengelerin de değişmesini beraberinde getirmiştir. Kerkük’ün idari yapısındaki önemli gelişmelerden birisi Kerkük İl Meclisi Başkanlığı’na ITC’nin adayı Hasan Turan’ın getirilmesidir. İl Meclis Başkanlığı’nın Türkmenlere verilmesiyle birlikte Türkmen-Kürt ilişkilerinde de normalleşme sürecinin başlayacağı yönünde bir umut doğmuştur. Fakat bu umut çok uzun sürememiş, Türkmenler 2012 yılından sonra Kerkük’ün idari paylaşımında hak ettikleri kilit görevleri kaybetmeye başlamıştır. 2013 yılında Kerkük İl Eğitim Genel Müdürü Şen Ömer Mübarek´in emekliye ayrılmasının ardından Türkmen müdürün yerine Arap kökenli 
müdür getirilmiştir. 30 Nisan 2014 tarihinde Irak’ta yapılan genel seçimlerinde Kerkük İl Meclisi Başkanı Hasan Turan’ın (Türkmen) milletvekili olmasıyla birlikte yerine vekâleten yardımcısı Rebvar Talabani geçmiştir. 24 Haziran 2014 tarihinde Kerkük’te uğradığı suikast sonucunda hayatın kaybeden Kerkük İlçe Meclisi Başkanı Münir Kafili’nin yerine yine bir Kürt atanmıştır. 

Kerkük’ün idari paylaşımında görev alan Türkmenler; yetkilinin emekliye ayrılması, milletvekili olması veya suikast sonucunda şehit edilmesi 
sonucunda kentin idaresindeki görevlerini kaybetmeye başlamışlardır. 

Bunun yanı sıra Peşmerge güçlerinin Kerkük ve tartışmalı bölgelerin güvenliğini sağlamasıyla beraber bu bölgelerin artık Kuzey Irak’a bağlı olduğunun ilan edilmesi Türkmen-Kürt ilişkilerinde gerginliğe neden olmuştur. Şu noktaya dikkat çekmekte yarar vardır ki hiç kimse kendi yaşadığı topraklar üzerinde bir başkasının hegemonya kurmasına veya hakkının elinden alınmasına müsaade etmez. 

Bu bağlamda Kerkük’ün Türkmenlerin, Kürtlerin ve Arapların bir arada yaşadığı bir kent olduğu gerçeği hiçbir zaman gözardı edilmemelidir.

Kerkük Mayıs 2015 içerisinde iki önemli gelişmeye sahne olmuştur. Birincisi, Kerkük Üniversitesi rektörlüğü görevine Bakanlar Kurulu kararıyla getirilen Türkmen kökenli Prof.Dr. Abbas Taki’nin, 4 Mayıs 2015 tarihinde Kürt öğrenciler tarafından makam odasının basılması ve silah zoruyla istifa etmesidir. Taki, daha sonra yaptığı basın açıklamasında Celal Talabani’nin partisinin Kerkük il teşkilatında görevli olanlar ile üniversitedeki bazı Kürt öğrencilerinin de aralarında bulunduğu silahlı kişiler tarafından istifaya zorlandığını ifade etmiştir.2 Diğer gelişme ise, 28 Mayıs’ta Kerkük İl Meclisi’ndeki Türkmenlerden oluşan bir heyetin ITC sözcüsü ve meclis üyesi Ali Mehdi başkanlığında Erbil’i 
ziyaret etmesidir. Türkmen heyeti, Erbil’de Kürt Parlamentosu Başkanı Yusuf Muhammed’i ziyareti sırasında Kerkük’ün özerk bir bölge olması için bir proje sunmuştur. Buna göre Kerkük’ün özerk bir bölge olması durumunda bölge başkanlığı, 13 bakanlıktan oluşan hükümet ve 100 sandalyeli bir parlamento meydana getirilecektir. 

Mehdi ayrıca Kerkük’ün özerk bir bölge olması durumunda parlamentoda 32 Türkmen, 32 Kürt, 32 Arap ve 4 Hıristiyan, Bakanlar Kurulu’nda ise 4 Türkmen, 4 Kürt, 4 Arap ve 1 Hıristiyan olacağını belirtmiştir.

Bu ziyare3te karşılık ITC Başkanı ve Kerkük Milletvekili Erşad Salihi yayınladığı bildiride, Kerkük sorununun Kürt parlamentosunda değil, Irak parlamentosunda tartışılması gerektiğini savunarak Kerkük İl Meclisi Türkmen heyetinin Erbil’i ziyaretini eleştirmiştir. 4

Kerkük sorununun çözümü için özerk bir bölge projesi geliştirmek yerine kentteki siyasi tarafların Türkmen-Kürt ilişkilerinde yaşanan gerilimin giderilmesi için çaba harcamasının daha faydalı olacağını söylemek mümkündür. IŞİD’in Irak’taki tüm iç dengeleri değiştirdiği bir dönemde, ülke genelinde ve Kerkük idaresinde zayıf konumda olan Türkmenlerin Kerkük’ün geleceğine ilişkin herhangi bir proje veya plan sunması doğru değildir. Bunun iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi, derecede zayıflamasıdır. Bağdat hükümetinin 
artık Kuzey Irak Kürt yönetimi üzerinde bütçe kesme dışında herhangi bir siyasi veya askeri baskı kurma gücü bulunmamaktadır. 

Diğeri ise, Peşmerge gücünün Kerkük ve diğer tartışmalı bölgelerde etkin olması ve denetiminde tuttuğu bölgelerin Kürt yönetimine bağlanması için ça
IŞİD sonrası Irak’ta Bağdat hükümetinin ciddi lıştığından ötürü artık Türkmenlerin sunduğu bir projeyi şu aşamada dikkate almayacağı gerçeğidir. 
Başka bir ifadeyle IŞİD sonrası Irak’ta ortaya çıkan boşluktan faydalanan Kürt yönetiminin Kerkük’ün kaderiyle ilgili Türkmen projesini bu aşamada değerlendirmesi oldukça zordur. Keza Türkmen heyetinin Kürt Parlamentosu’nda sunduğu Kerkük projesini gündemine almadığı görülmektedir. Ayrıca Orta Doğu’daki gelişmelerden dolayı başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin Kerkük sorununa ilgisi ve etkisi eski dönemlere nazaran zayıflamıştır. Kendi içerisinde etnik ve mezhepsel manada fiilen üç bölgeye parçalanmış Irak’a artık bölge ülkelerinin hamilik yapmak istemediğini, yalnızca Irak’taki güç mücadelesi içinde yer aldıklarını söylemek zor değildir. Dolayısıyla Türkmen heyetinin Erbil’i 
ziyareti sırasında sunduğu Kerkük projesi, hem Irak’ın geneli açısından hem de Türkmenler bakımından yangını körüklemek anlamına gelmektedir. 

IŞİD’in ülkedeki ilerleyişi ve Bağdat merkezi hükümetinin zayıflaması sebebiyle Kerkük için özel statü projesini de hayata geçirme ihtimali oldukça düşüktür. 

Bunun yanı sıra Türkmenlerin kentteki bir üniversiteye rektör olarak atanması ve Kerkük İl Meclisi Başkanlığı’nın Türkmenlerin kentin idari paylaşımında en doğal hakkı olmasına rağmen Kürtler tarafından bu duruma karşı çıkılması krizin derinleşeceğinin habercisidir. Kerkük sorunu sadece Türkmenler ve Kürtler arasında bir sorun değildir. 

< “ IŞİD’in Irak’taki tüm iç dengeleri değiştirdiği bir dönemde, ülke genelinde ve Kerkük idaresinde zayıf konumda olan Türkmenlerin Kerkük’ün geleceğine ilişkin herhangi bir proje veya plan sunması uygun değildir.”  >


Aynı zamanda KYB, KDP ve Goran Hareketi ilişkilerinde de Kerkük meselesi gündemi işgal etmektedir. Kerkük sorununun çözümü noktasında Kürt partileri arasındaki iç dengeler ile Kerkük’teki Arapların genel tutumu dikkate alınarak bir Türkmen stratejisinin belirlenmesi gerekmektedir. Diğer yandan Türkmen heyetinin Erbil’de sunduğu Kerkük projesine ITC Başkanı Erşad Salih’den eleştiri gelmesi Türkmen siyasi karar mercileri arasında görüş birliğine varılamadığının da göstergesidir.

Sonuç ve Senaryolar

IŞİD’in, Musul’u kontrol etmesinin ve ülkede hareket alanını genişletmesinin ardından Irak’ın siyasi dengesini değiştirdiği bir gerçektir. Bağdat 
hükümeti, 8 Eylül 2014 tarihinde Başbakan Haydar el-Abadi’nin başkanlığında uzlaşıyla kurulmasına rağmen ülkedeki sorunların çözümü için herhangi bir adım atamamaktadır. IŞİD’in ilerleyişiyle birlikte Irak pek çok sorunla karşı karşıyadır. Diğer meselelerde olduğu gibi Kerkük sorununda da hükümetin çözüm için herhangi bir plan ve projesinin bulunmadığı görülmektedir. Abadi hükümetinin önceliği IŞİD’in kontrolündeki bölgelerin geri alınması ve Bağdat-Erbil ilişkilerindeki petrol krizinin ve mali krizlerin giderilmesidir. Irak’ın altı vilayetinde IŞİD etkin olduğu ve Irak güvenlik güçleri örgütle mücadele ettiği müddetçe Bağdat hükümeti, Kerkük ve diğer tartışmalı bölgelerle ilgili Erbil yönetimi ile çatışmaya girmek istemeyecektir. 

Ayrıca ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesi ve Irak anayasasının 140. maddesi çerçevesinde tartışma konusu olan Kerkük’ün statüsü ve geleceğiyle 
ilgili pek çok senaryo söz konusudur. Bu senaryoları şu şekilde sıralamak mümkündür:

a. Kerkük’ün Bağdat’a bağlı kalması veya özel statüye sahip olması senaryosu: Bu senaryo Türkmenlerin lehine olan en makul çözümdür. Çünkü Kerkük’ün her ne şekilde olursa olsun Bağdat’tan koparılması Türkmenler açısından vahim sonuçlar doğurabilir.

b. Kerkük’ün Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlanması senaryosu: Bu senaryonun Kerkük’te Türkmen, Kürt ve Araplar arasında bir uzlaşma sağlanamadan hayata geçirilmesi, kentte iç savaşa yol açabilecek niteliktedir. Söz konusu tablo Kürtlerin lehine olmayacaktır. Başka bir ifadeyle Kerkük’te çıkması muhtemel bir iç çatışmanın Kürtler için de olumsuz sonuçlar doğuracağını ifade etmekte fayda vardır. 

c. Kerkük’ün tek başına özerk bir bölge olması senaryosu: Buna ne Türkmenler ne Kürtler ne de Araplar karar verebilir. Bu proje uygulandığı takdirde Kerkük’ün Irak’tan kopmasına sebep olabilir. Bu senaryonun Kerküklü tüm taraflar arasında uzlaşıyla kabul edilse bile kısa vadeli olma olasılığı yüksektir. Kürtler bu senaryoyu ilk etapta uygulamak isteyebilir. Bu şekilde Kerkük’ün Kuzey Irak’a bağlanması kolaylaşacaktır. 

Hatta Kürt yönetimi Kuzey Irak’a bağlı bir özerk Kerkük bölgesine olumlu bakabilir. Çünkü Kürt yönetimi, Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan ederse Irak topraklarında üniter bir devlet olarak ortaya çıkacaktır. Kürtlerin yıllardır yaşadıkları ülkelerde savundukları özerk/federal sistemden sonra üniter bir devlet kurmaları zor görünmektedir. Bu nedenle Kerkük’ü özerk bölge olarak kuzeye bağlamak ve muhtemel bir Kürdistan devletinin üniter yapısını korumak Iraklı Kürtler açısından daha kolay olacaktır. Bu bakımdan Kerkük’ün özerk bir bölge olması Kürtlerin çıkarınadır. 

Yukarıda belirtilen senaryolar değerlendirildiğinde, Türkmenlerin Kerkük’ün geleceğine dönük geliştirmeleri gereken en önemli stratejilerden biri de Kerkük’te olası bir referanduma tüm Irak halkının katılımı olmalıdır. 

Türkmen siyasi karar mercilerinin Kerkük’ün geleceğine ilişkin projelerini mevcut durumda öne sürmekten kaçınmaları daha uygun olacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Ali Semin, Kuzey Irak Seçimleri, Türkmenler ve Kerkük Sorunu, http://www.bilgesam.org/incele/198/-
kuzey-irak-secimleri--turkmenler-ve-kerkuk-sorunu/#.VYwBnRvtmko, (Erişim: 16.06.2015).
2 Habib Hürmüzlü, Kerkük Üniversitesi Rektörü Olayı ve Kerkük’teki Dengeler, http://www.orsam.org.tr/tr/OrtadoguTurkmenleri/yazigoster.aspx?ID=167, (Erişim: 20. 06. 2015).
3 http://rudaw.net/arabic/kurdistan/0406201510, (Erişim: 10.06.2015).
4 http://today-news.org/news.php?NewsID=2456,(Erişim:15.06.2015).

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

ALİ SEMİN;

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
ALİ Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..


***

5 Mart 2017 Pazar

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Siyasal Gelişmeler



Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Siyasal Gelişmeler 





Türkiye ile Iraklı Kürtler Arasındaki İlişkilerin Geleceği, 
15 August 2013, Ankara 
Tuğba Evrim MADEN 


Anlaşıldığı üzere Musul İl Yönetimi’ne ilişkin olarak 5 yetkili makamdan 3’ünü Nahda Koalisyonu, 2’sini Kürt Listesi almıştır. 
Bu noktada Musul İl Meclisi içerisinde anlaşmaya giren Nahda Koalisyonu ve Kürt Listesi’nin Musul İl Meclisi’ndeki makamları paylaştıkları görülmektedir. 
Nahda Koalisyonu ile Kürt Listesi arasındaki anlaşma devam ettiği sürece, Musul İl Yönetimi’nin iki tarafın ortaklaşa yönetiminde devam edeceği 
ve bu anlaşmanın bozulmasının zor olduğunu söylemek mümkündür. 


KONFERANS DEĞERLENDİRMESİ SERİSİ: 14 

ORSAM ve Goran Hareketi işbirliği ile 15 Ağustos 2013 tarihinde Ankara’da “ Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) Siyasal Gelişmeler 
ve Türkiye ile Iraklı Kürtler Arasındaki İlişkilerin Geleceği Çalıştayı ” Başlıklı bir çalıştay gerçekleştirilmiştir. 

Açılış konuşmasının ORSAM Başkanı Hasan Kanbolat tarafından yapıldığı çalıştay “Irak Kürdistan Bölgesi’nde Siyasal Yapı ve Goran 
Hareketi’nin Yaklaşımı” başlıklı oturum ile başlamıştır. Yrd. Doç. Dr. Nihat Ali Özcan’ın başkanlığında yürütülen ilk oturum Goran Hareketi’nin 
Irak Parlamentosu Milletvekili ve Grup Başkanı Dr. Latif Muhammed “Goran Hareketi’nin Siyasi ve Halkla İlişkileri” başlıklı sunumu ile başlamıştır. 
Yrd. Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek, “IKBY’de Demokratikleşme Sürecinin Değerlendirilmesi”, Goran Hareketi’nin Siyasi Araştırmalar 
Merkezi’nin Koordinatörü Dr. Ako Hama Karim, “IKBY’de Muhalefetin Tarihi”, Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen ““IKBY’de Siyasal Dengeler 
ve Yakın Geleceğe İlişkin Beklentiler”, Goran Hareketi Siyasi Araştırmalar Merkezi Üyesi Dr. Mohamed Ali, “Goran Hareketi’nin IKBY’deki 
Temel Sorunlar Karşısındaki Çözüm Önerileri” başlıklı konuşmalarını yapmışlardır. 

İkinci oturum, Yrd. Doç. Dr. Serhat Erkmen başkanlığında, “ Irak’ta Siyasal Gelişmeler, Enerji ve Türkiye ile Iraklı Kürtler Arasındaki İlişkiler ” 
başlığı ile tartışmaya açılmıştır. Doç. Dr. Şaban Kardaş, “Türk Dış Politikası Çerçevesinde KBY ile İlişkiler” başlıklı sunumuyla oturumda söz 
alırken, Gorran Partisi Siyasi Araştırmalar Merkezi Üyesi Dr. Darbaz Mohammed, “Yaklaşan Irak Seçimleri”ni, ORSAM Ortadoğu Uzmanı 
Bilgay Duman “2013 Seçimleri Işığında Irak’ta Yeni Siyasal Dengeleri” konuşmalarında değerlendirmiştir. Çalıştay, Kürt Bölgesel Yönetimi 
(KBY) Parlamento Seçimi Goran Hareketi Milletvekili Adayı Dr. Sardar Aziz’in, Türkiye ve KBY arasındaki ilişkileri değerlendirmesiyle son bulmuştur. 

IKBY Parlamentosu’nda ana muhalefeti oluşturan Goran Hareketi 21 Eylül 2013’te IKBY’de yapılacak olan seçim öncesi yine en önemli partilerden 
birisi durumundadır. Celal Talabani liderliğindeki KYB’den ayrılan Neşirvan Mustafa, Goran Hareketi’ni 2009 yılında kurmuştur. Kültürel 
ve siyasi mücadelesi geniş bir alana sahip olan Goran Hareketi, yeni muhalefetin önemli parçalarından birini oluşturmaktadır. 

Goran Hareketi, IKBY’de KDP ve KYB’den oluşan Kürdistan İttifakı’ndan sonra ikinci büyük parti durumundadır. IKBY’deki anti-demokratik 
uygulamalar ve yolsuzluklara karşı halkın tepkisiyle güçlenen partinin 21 Eylül 2013’te yapılması planlanan IKBY Parlamentosu seçimlerinde de 
önemli bir aktör olarak karşımıza çıkacağı kesindir. Kürtçe “değişim” anlamına gelen Goran’ın temel vurguları ise demokratikleşme, bütçede şeffaflık, 
idari reformlar, partilerin silahsızlanması, sivil toplumun geliştirilmesi ve siyasette partilerin etkilerin azaltılmasıdır. 

Irak Parlamentosu Milletvekili ve Grup Başkanı Dr. Latif Muhammed IKBY’nin Irak hükümetinden beklentilerinin farklı olduğunu ve IKBY’de 
beklentilerin su, elektrik gibi hizmetlerle birlikte, adalet, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi beklentileri olduğunu belirtmişlerdir. Bağdat hükümetinin 
ise son on yılda Irak halkına hizmet etmediğini belirterek eleştirmiştir. 

IKBY için ikinci bir dönemin başladığını belirten Muhammed, bu yeni dönem içinde adaletli yaşam, modern kültür ve sivil toplum hareketlerinin 
hukuksal açıdan konumunun önemli noktalar olduğunu belirtmişlerdir. 

Irak’ta güvenliğin sağlanmasının gün geçtikçe kötü bir hal aldığını söyleyen Muhammed, bu durumdan Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’yisorumlu tutmaktadır. 
Özellikle son bir yıl içerisinde çok fazla can kaybının yaşandığını belirten temsilciler, parlamentonun çok güçlü olmadığını 
ve Başbakan Maliki’nin parlamento üzerinde ağırlığı olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Muhammed, Irak hükümetine girmeyen Goran 
Hareketi’nin bu anlamda muhalif tek parti olduğunu belirtmiştir. 

Burak Bilgehan Özpek, Bölge rejiminin karakteristiğini değerlendirildiği birinci oturumda, 

IKBY’nin kendi içinde siyasal rejimi olan bir yapıdan oluştuğunu fakat uluslararası konjonktürde tanınmadığı belirtmiştir. Demokrasinin 
KBY için diğer ülkeler ile kurduğu ilişkilerde bir ön koşul olmasa bile önemli bir etken olduğu bu nedenle de demokrasi ve gelişiminin KBY için 
önemli olduğu dile getirmiştir. 

Özpek, KBY’de demokrasiyi dört parametre üzerinde değerlendirmiştir. Seçimlerin adil ve özgür bir şekilde gerçekleştirilmesi birinci parametre 
olarak karşımıza çıkarken, temel insan haklarının anayasal garanti altına alınması, yönetimin yargı tarafından denetlenmesi ve serbest piyasa 
ekonomisi ise diğer parametreleri oluşturmaktadır. 



Seçimlerin adil ve özgür bir şekilde gerçekleştirilmesi konusunda hassasiyetle duran Özpek, IKBY içerisinde seçimlerle ilgili olarak şikayetlerin 
olduğuna dikkat çekmiştir. Örneğin 2005 yılı seçimleri sürecinde İslami partilerin saldırıya uğramıştır. 2009 yılı seçimlerine ilişkin olarak 
da Goran Hareketi’nin, bürokrasi içerisinde kendilerine destek verenlerin yükseltilmediği ve maaşlarının da kesildiği konusunda şikayetleri 
olduğunu belirtmiştir. Diğer bir beyan ise çok partili siyasi hayatın KBY’de yerleştiği, fakat KDP ve KYB’nin seçimlerde ittifakı ve ekonomik 
kaynakları kontrol altında tutmalarının üçüncü taraflara dolaylı bir baskı yarattığıdır. Temel insan hakları konusunda ise özellikle ifade ve basın 
özgürlüğünde yaşanan sıkıntılar dile getirilmiştir. Basın çalışanlarının yüzde 90’ının hükümet tarafında istihdam edilmesinin önemli bir nokta 
olduğu da ifade edilmiştir. 

Goran Hareketi Siyasi Araştırmalar Merkezi Dr. Ako Hama Karim ise konuşmasında “Irak Kürdistan’ında Muhalefetin Tarihine” yer vermiştir. 
1992-2005 yılları arasında Irak’ta Kürtler her zaman hükümete karşı olmuş ve ayaklanmalar gerçekleştirmiştir. Şu anda IKBY’nin bulunduğu 
bölge ise 1991 yılında yaşanan bir ayaklanma sonucu Irak’ta hükümetin çekilmesi ile bu bölge oluşmuştur. Bölgede aynı yıl Kürt parlamentosu 
kurulmuş ve aynı yıl seçimler yapılmıştır. Çok sağlıklı bir süreç içerisinde gerçekleşmeyen bu seçimler, Kürt halkı için bir ilk olması adına 
önemlidir. Dört yıl sonra 1995 yılında tekrar seçim yapılması planlamasına rağmen iç savaş nedeniyle gerçekleşememiştir. 

“IKBY’de 1991-2005 yılları arasında sadece bölgesel siyaset yapılabildi. Çünkü IKBY’de bir planlama sıkıntısı söz konusuydu ve sürekli Bağdat 
hükümetine muhalefet etmek düzgün bir siyasete izin vermiyordu” sözleri ile konuşmasına devam eden Karim, 2005-2009 tarihleri arasında 
da aynı düzensiz siyasetin devam ettiğini belirtmiştir. Üyesi olduğu Goran Hareketi’nin 2008 yılında insan hakları vurgusuyla ortaya çıktığını 
söyleyen Karim, 2009 seçimlerinde Goran Hareketi’nin parlamentoda yüzde 25’lik orana sahip olduğunu ve 25 sandalye elde ettiğini söylemiştir. 
Bu seçimlerde KDP ve KYB’nin yüzde 40’lık bir düşüm yaşadığını da sözlerine eklemiştir. 

Serhat Erkmen konuşmasında, Irak’ın işgalinden sonra kuzeyde denklemin KDP ve KYB’nin işbirliğine dayandığına ve iki partinin savaşmak 
yerine birlikte hareket ettiğini fakat hükümet kurma sürecinde diğerlerini dışarıda bıraktıklarını söyleyerek konuşmasına başlamıştır. Goran 
Hareketi’nin kurulma sürecinde KYB’de meydana gelen ayrılmalar ve 2009 yılında seçimlerde Goran Hareketi’nin başarı kazanması yukarıda 
bahsedilen dengeleri bozmuş ve KDP ve KYB’nin seçimlere ayrı girmesine neden olmuştur. Serhat Erkmen yaptığı değerlendirmelere göre 
2014 yılı seçimlerinde KDP’nin birinci, Goran Hareketi’nin ikinci ve KYB’nin üçüncü sırada yer alacağını belirtmiştir. Bu süreçte yeni bir dengenin 
oluşacağını belirten Erkmen, KDP’nin artık bütün siyasi sistemi kontrol edemeyeceğini ifade etmiştir. 

Goran Hareketi üyesi Dr. Mohammed Ali, her yönetimde iç ve dış sorunların olabileceğini, KBY’de de iç sorunlar olduğunu ve özellikle bölgede 
güçlerin çok net ayrılmış olmadığına dikkat çekmiştir. Hükümetin siyasi partilerin işvereni konumunda olduğunu ifade etmiştir. Hükümet 
ve siyasi partiler ilişkisinde problem olduğunu belirten Ali, otorite de medyanın rolünü öne çıkarmıştır. Bölgede 700 dergi ve gazete ve 250 
televizyon kanalının olduğunu belirten Ali, bu yayın organlarının KDP ve KYB kontrolü altında olduğunu ifade etmiştir. Bölgede yolsuzluğun 
kurumsal bir hal aldığını da söyleyen Ali, sosyal adaletin yokluğunun da bölgenin önemli sorunlarından biri olduğunu sözlerine eklemiştir. Net 
bir politik sistemin olmadığı KBY’de bireylerin özgürlüğünün ve kadınların temsilinin olmadığı belirtmiştir. 

Irak’ta politik durum, bölge konuları, Türkiye ile ilişkilerin ele alındığı ikinci oturum, Şaban Kardaş’ın Türkiye dış politikası çerçevesinde 
Türkiye ve KBY ilişkilerini değerlendirdiği konuşmasıyla başlamıştır. Son on yıl içerisinde Türkiye ve IKBY arasında bir değişim söz konusu 
olduğunu ifade eden Kardaş, Türk dış politikasının geçmişine bakıldığında çok uzun yıllar boyunca Türkiye ve Iraklı Kürtlerin ilişkiye geçmediğini 
söylemiştir. 2005 sonrası Federal Hükümet kurulması ile ilişkilerin başladığını ifade eden Kardaş’a göre özellikle 2008 yılı itibariyle 
Türkiye ve IKBY ilişkilerinde dönüşüm meydana gelmiştir. Kardaş’a göre, AK Parti ile başlayan komşularla sıfır sorun politikası halen Türk dış 
politikasının temel sütunlarından birini oluşturmaktadır. Geçmiş politikaya bir çizgi çeken sıfır sorun politikası ilişkilerde ticaret, medya 
gibi yumuşak güç unsurlarınının kullanılmasını vurgulamaktadır. Türk dış politikasının ikinci önemli sütunu ise ekonomik rasyonalizmdir. 
Bu açılardan Türkiye-IKBY ilişkilerini incelersek 2007-2008 yılları arasında Türkiye’nin IKBY’ne ihracatı yüzde 80 oranında artmıştır. Özellikle 
enerji alanında Türkiye ve IKBY arasında anlaşmalar söz konusudur ve enerji ile ortak çıkarları kesişmektedir. Ayrıca, Türkiye KBY ile ilişkilerini 
geliştirirken, Bağdat’la olan ilişkisini de bozmak istememektedir. 

Seçim sonrası Irak’ı değerlendiren Darbaz Mohammed, 2003 yılından itibaren parlementonun demokrasi ile yönetildiğini merkezi yönetimden, 
ademi merkeziyetçiliğe geçildiği belirtmiştir. Irak’ta 18 ilden oluşan ve her ilin seçim bölgesi olduğu ve 100 bin oy alanın seçimlerde milletvekili 
seçildiği bilgilerini vermiştir. Irak’ta siyasi partiler yasası olmadığını söyleyen Mohammed, son seçimlerde ülke nüfusunun yüzde 61’inin 
oylamaya katıldığını belirtmiştir. 2010 seçiminin mükerrer oy ve oy sisteminde hile yapılması nedeniyle adil olmadığını söyleyen Mohammed, 
2014 seçimleri için ise Irak’ın tek bir ülke gibi görünmesine rağmen Şii, Sünni ve Kürt olarak üç gruba bölündüğünü ifade etmiştir. Mohammed, 
ayrıca her grubun kendine ait bir yönetim şekline sahip olduğunu belirtmiştir. Mohammed’e göre asıl önemli nokta 2014 yılı seçimlerinde Şiilerin 
aynı grupta mı yer alıp almayacakları sorusudur. Bu durum Sünniler için de geçerlidir. Mohammed, sözlerini bu süreçte Türkiye, İran, ABD ve 
Suudi Arabistan’ın da etkin olacağını söyleyerekbitirmiştir. 

Bilgay Duman, konuşmasında 20 Nisan ve 20 Haziran 2013 seçimlerini temel alarak Irak’ta oluşmaya başlayan yeni siyasal dengeleri değerlendirmiştir. 
Söz konusu yerel seçimlerin iç siyasetin dinamikleri açısından önemini vurgulayan Duman, 2013 seçimlerinin 2014 seçimlerini etkileyeceğini 
ve bu durumun Irak’a has bir durum olduğunu belirtmiştir. Duman, genel siyasetaçısından merkeziyetçilikten uzaklaşmanın söz konusu olduğunu ifade 
ederek bu duruma en iyi örnek olarak da yerel yönetimlerin yetkisini arttıran 23 Haziran 2013 tarihli yasayı göstermiştir. 
Duman’a göre bir diğer örnek ise yerel seçimlerde kurulan ittifaklardır. Duman, 2013 yılı seçimlerinde küçük partilere de yer vermek için sistemin 
değiştirildiğini ve bu değişikliklerin olumlu taraflarına rağmen (demokratikleşme açısından daha fazla grup temsil edecek, küçük grupların 
vilayet meclislerinde söz hakkı ortaya çıktı) siyasi yapıyı daha da karmaşık hale getirdiğini söylemiştir. 

Yerel seçimlerin Irak’taki siyasi dinamiklerin ne şekilde evrileceğini belirleyeceğini iddia eden Duman, özellikle Maliki’nin bir dönem daha 
başbakan olup olmayacağının tartışılmaya başladığını da eklemiştir. 2014 yılı seçimlerinde Kürt grupların performansının da çok etkili olacağını 
belirten Duman, Kürtler ve Sünnilerin ittifak durumlarının Şii hükümetinin de kaderini belirleyeceğini eklemiştir. 

Son konuşmacı, Sardar Aziz, son dönem IKBY ve Türkiye ilişkilerini değerlendirirken, Türkiye’de meydana gelen gelişmelerin, bölgede yeni bir 
rol oynayan IKBY ile ilişkilerini de etkilediğini, boru hatları, inşaatlar ve ticarette, IKBY’nin tüketici durumda olduğunu ve Türkiye’nin üretici 
olduğu ilişkisinde eşit durumda olmadığını ifade etmiştir. 

Sonuç olarak baktığımızda, 2008 yılında kurulan Goran Hareketi’nin bir siyasi parti olması ve parlamentoda temsil edilmesiyle birlikte, özellikle 
insan hakları ve bu hakların anayasal bir koruma altına alınması, modern kültür, sivil toplum hareketlerinin desteklenmesi gibi talepleri olduğunu 
göz önüne alındığında, genişleyen bir hareket olarak devam edeceği anlaşılmaktadır. Goran Hareketi, 2009 seçimlerinde aldığı oy oranıyla 
IKBY’de politik dengeleri etkilemeye başlamıştır. Gelecek yıl yapılacak seçimlerde Goran Hareketi’nin, belirleyici olmasa da dengeler üzerinde 
etkisinin artacağı düşünülmektedir. 


***

4 Ocak 2017 Çarşamba

Musul Operasyonu, Irak’ın Geleceği ve Türkmenler Konferansı,




Musul Operasyonu, Irak’ın Geleceği ve Türkmenler Konferansı, 





15.12.2016


Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı ORSAM, TEPAV ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası Ilişkiler Bölümü işbirliğiyle, Irak Türkmen Cephesi Başkanı ve Irak Parlamentosu Kerkük Milletvekili Erşat Salihi’nin konuşmacı olduğu, “ Musul Operasyonu, Irak’ın Geleceği ve Türkmenler” başlıklı bir konferans  düzenlenmiştir.

TOPLANTI DEĞERLENDİRMESİ “MUSUL OPERASYONU VE SONRASI: RISKLER, BEKLENTILER, ÖNGÖRÜLER” TOPLANTISI 

14 Ekim 2016 Cuma günü, ORSAM “Musul Operasyonu ve Sonrası: Riskler, Beklentiler ve Öngörüler” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenlemiştir. 
Toplantıda pek çok ülkenin diplomatik temsilcilerine ve yurtdışından katılım sağlayan STK’lara ilaveten, Türkiye’den kamu kurumları ile çeşitli düşünce kuruluşlarının temsilcileri, akademisyenler ve gazeteciler de toplantıya katılmıştır. 

TOPLANTI DEĞERLENDİRMESİ 
No.9, EKİM 2016 




 14 Ekim 2016 Cuma günü, ORSAM tarafından düzenlenen “ Musul Operasyonu ve Sonrası: Riskler, Beklentiler ve Öngörüler ” başlıklı yuvarlak masa toplantısında Musul operasyonundaki riskler, tarafların pozisyonları, operasyona ilişkin kısa ve uzun vadeli beklentiler, operasyonun IŞİD’le mücadeledeki 
önemi, operasyonun Irak iç politikasına yansıması, operasyonun bölgesel etkileri, Musul operasyonu ve PKK’nın Irak’taki varlığı, Türkmenlerin durumu, 
operasyonun Türkiye-Irak ilişkilerine etkileri, IŞİD sonrası Musul’un geleceği gibi konular üzerinde durulmuştur. 


14 Ekim 2016 Cuma günü, ORSAM “ Musul Operasyonu ve Sonrası:Riskler, Beklentiler ve Öngörüler” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenlemiştir. Toplantıda pek çok ülkenin diplomatik temsilcilerine ve yurtdışından katılım sağlayan STK’lara ilaveten, Türkiye’den kamu kurumları ile çeşitli düşünce kuruluşlarının temsilcileri, akademisyenler ve gazeteciler de toplantıya katılmıştır. Toplantıda Musul operasyonundaki riskler, tarafların pozisyonları, operasyona ilişkin kısa ve uzun vadeli beklentiler, operasyonun IŞİD’le mücadeledeki önemi, operasyonun Irak iç politikasına yansıması, operasyonun bölgesel etkileri, Musul operasyonu ve PKK’nın Irak’taki varlığı, Türkmenlerin durumu, operasyonun Türkiye-Irak ilişkilerine etkileri, IŞİD sonrası Musul’un geleceği gibi konular üzerinde durulmuştur. 

Toplantıda Genel olarak aşağıdaki noktalar ön plana çıkmıştır. 





- 5 bin civarı IŞİD’e mensup teröristin bulunduğu şehre yapılacak operasyonda 
Irak güvenlik güçleri, Haşdi Şaabi, peşmerge, Haşdi Vatani (yeni adıyla Ninova Muhafızları), koalisyon güçleri ve yerel aşiretlerin oynayacağı roller ve bunlar arasında ortaya çıkabilecek gerginlikler göz ardı edilmemelidir. 

-Felluce ve Tikrit operasyonlarını örnek gösterilerek, amacın en az sivil kayıp ve en etkin askeri stratejiyle en kısa sürede başarı sağlanması olduğu ifade edilmiştir. Operasyondan sonra ortaya çıkacak yerinden edilmiş kişiler ve mülteciler meselesine dair gerekli tedbirlerin de ivedilikle alınarak insani bir felaketin yaşanmasının önlenmesinin önemine değinilmiştir. 

-Irak hükümetlerinin Türkiye ile ilişkilere büyük önem verdiği belirtilmiş ve 2013 sonrasında dahi siyasi ve ekonomik çok güçlü ilişkiler olduğu, halihazırdaki gerginliğin doğru biçimde yönetilerek bu ilişkilerin eski seviyelerine ulaştırmakla kalmayıp geliştirilmesinin arzulandığı ifade edilmiştir. 

-Öte yandan Haşdi Şaabi’nin ortaya çıkışından bugüne değin önemli bir öğrenme sürecinden geçtiği, buna karşın Sünni yoğunluklu bölgelerde insan hakları ihlalleri yapmasına dair geçmiş tecrübelere dayanan endişeler olduğuna dikkat çekilmiştir. 
Buna rağmen bazı katılımcılar daha önce iHaşdi Şaabi’nin problemler ortaya çıkardığını kabul etmekle beraber şu anki endişelerin yersiz olduğunu, Haşdi Şaabi’nin Irak’ın bütünlüğünü önceleyen bir tutum sergileyeceğini iddia etmiştir. 

-Buna rağmen Haşdi Şaabi’nin fikri konumlanmasının Musul gibi Sünni ağırlıklı bölgelerde tepkiye ve endişeye neden olduğu ve buralarda Haşdi Şaabi’nin sağlayacağı kontrolün Irak’ın genelinde Sünnileri dışlayıcı tutumu pekiştireceği yönündeki düşünceler ağırlık kazanmıştır. Haşdi Şaabi’nin önde gelen isimlerinin 
Türkiye’ye karşı izlediği saldırgan söylemin bölgesel tehlikelerine de değinilmiştir.  

-Iraklı katılımcıların bir kısmı, Haşdi Şaabi’nin Telafer’e girmesi durumunda kentteki uzlaşı konusunda bir problem yaşanmayacağını iddia etmiştir. 
Hem Sünni hem de Şii Telaferlilerin ortak bir biçimde IŞİD’i istemedikleri, bunun da uzlaşıyı kolaylaştıracağı öne sürülmüştür. 

-IŞİD’in Irak’ta Haziran 2014 sonrası toprak kazanımları ve bu bağlamda Irak güvenlik güçlerinin Musul’u savaşmadan teslim etmesi ve bunun nedenleri de ele alınmıştır. Irak güvenlik güçlerinin o dönemde böylesi bir mücadeleye askeri anlamda hazır durumda olmadığı, geçen iki yılda bu yönde eğitim ve lojistik destek aldıkları ifade edilmiştir. IŞİD’in Musul’u uzun süredir kontrol etmesine bağlı olarak operasyon süresince yaşanabilecek meskûn mahal muharebelerine de hazırlıklı olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. 

-Öte yandan, Irak güvenlik kuvvetlerinin meskun mahalde operasyonlarda sivil kayıpları azaltmak için özel eğitim aldığı ve buna dönükeğitimlerin NATO üyesi 
ülkelerin de desteğiyle Ürdün’de verildiği vurgulanmıştır. Bu önlemlerle birlikte Musul operasyonunda sivil kayıpların minimize edilmesi planlanmaktadır. 

-IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin akabinde binlerce yaşam kaybı ve tarihi eserlerin tahribatı veya yurtdışına kaçırılması gibi olaylar yaşandığı, 
IŞİD’in Irak’a 35 milyar dolar civarı maddi kaynak kaybına neden olduğu ve özellikle Irak ve Suriye açısından varoluşsal bir tehdit teşkil ettiği ifade edilmiştir. 

 < -Türkiye’nin bölgede hem IŞİD varlığı hem de artan PKK varlığı dolayısıyla duyduğu güvenlik endişeleri de dile getirilmiştir. 
Bu bağlamda Türkiye’nin bölge üzerinde kontrol sağlamak gibi bir fikrinin olmadığı, sınır ve ulusal güvenliğine yönelecek tehditleri engellemek amacıyla Musul operasyonunda olmak istediği belirtilmiştir. >

-Yerel bir sorundan ziyade küresel bir problem olarak öne çıkan radikalleşmenin çözümünün de uluslararası aktörlerin katılımını gerektirdiği vurgulanmıştır. 
Bu bağlamda Musul’un operasyon sonrası yeniden inşasında uluslararası aktörlere ve bölgesel güçlerin desteğine ihtiyaç olduğu ifade edilirken, Türkiye’nin de önemli roller oynayabileceği vurgulanmıştır. 

-Musul’un geleceğinin belirlenmesi ve şekillenmesinde Musul halkının uzlaşısı, mezhepçi ve/veya etnik temelli ayrıştırıcı ve baskıcı politikalar izlenmemesi, uluslararası camianın desteği gibi noktaların öneminin altı çizilmiştir. Irak’ın en büyük ikinci şehri olan Musul’daki etnik ve inançsal çeşitliliği içerisinde uzlaşı temelli, insan haklarına saygıyı önceleyen demokratik bir çözüm gerektiği tüm katılımcılar tarafından kabul görmüştür. 

-IŞİD’in Irak özelinde alan kazanmasında askeri kazanımlara ilaveten Irak hükümetinin Sünnileri siyasi mekanizmadan dışlayıcı tutumunun, 
ekonomik sıkıntılar ve yönetimin meşruiyetine dair endişelerin önemli rol oynadığı ifade edilmiştir. Bu sorunların dikkate alınmadığı bir çözüm 
planının kısa vadeli askeri kazanımlar sağlayabilecek olmasına karşın uzun vadede IŞİD benzeri yapılanmalar için verimli bir alan oluşturabileceği 
ifade edilmiştir. 

-IŞİD’in Suriye ve Irak’taki toprak kayıplarının örgütün tam anlamıyla bitirilmesini sağlamayacağı, bizatihi kendisi ya da kendisine biatlı gruplar 
üzerinden Afganistan, Pakistan, Yemen, Mısır ve Boko Haram üzerinden Afrika gibi coğrafyalarda alan ve etki kazanımı sağladığı, dolayısıyla bütüncül ve uzun vadeli strateji oluşturulmasının önemi üzerinde durulmuştur. 

ORSAM, Ortadoğu konusunda faaliyet gösteren tarafsız bir düşünce kuruluşudur. ORSAM Ortadoğu ile ilgili bilgi kaynaklarını çeşitlendirmeyi ve bölge uzmanlarının düşüncelerini Türk akademik ve siyasi çevrelerine doğrudan yansıtabilmeyi hedeflemektedir. Bu amaçlar doğrultusunda ORSAM, Ortadoğu ülkelerindeki devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, yerel perspektiflerin güçlü yayın yelpazesiyle gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. ORSAM yayın yelpazesi içinde kitap, rapor, bülten, politika notu, konferans tutanağı ve ORSAM dergileri Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri bulunmaktadır. 

©Bu metnin içeriğinin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir. 
ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 


Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr 


***





**