PYD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PYD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2017 Pazar

Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
19 Ekim 2014

Sömürgecilikten, küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…




Küreselleşmeci teorisyenler kolonyal dönemden sonra emperyalist döneminin daha sonra ise küreselleşme döneminin geldiğini söylerler. Ve bu dönemin askerî, politik ve stratejik durumlarına bakarak emperyalizmi askercil bir olguya indirgerler. Kapitalist sömürünün hem yerel hem de küresel eşitsiz sömürüsünün üzerini örterler.

Paul Sweezy ve Paul Baran emperyalizmin gelişme döneminde emperyalist merkezin sömürüsüne girmiş bir alanın yeniden kendi çizgisinde büyüyebilmesinin mümkün olmadığını söylerler. Bu tezden hareketle Marks’ın İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirdiği dönemdeki tezi geçersiz kılınmaktadır.

“Hindistan’ın gelecekteki gelişme düzeyi İngiltere’nin bugünkü durumudur” diyen Marks’ın ilerlemeci bakış açısıyla ürettiği tez 19. yüzyılın bir ürünüdür. Burada kapitalizmin geliştirici özelliği esas alınmış, emperyalist-sömürgeci özelliği ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin Hindistan’a girmesinden sonra artık doğal gelişimin olamayacağı görülmemiştir.

Paul Baran, Lenin’in eşitsiz gelişme yasasına bir katkı yaparak sisteme entegre olmuş bir alanın sistemin sömürüsü altına gireceğini savunmuştur. Bu tezi Andre Gunder Frank, Latin Amerika’daki geri üretim tarzı olan latifundialar gibi köle emeğine dayanan sistemlere uygulayarak bunların kapitalist gelişimin müdahalesi sonucu ortaya çıktığını söylemiştir. Böylece Marks’ın ilk tezinin ilericiliğinin kalmadığını ortaya koymuşlardır.

Bu durumun net görülebilmesi için Sweezy ve Baran’ın içinde yetiştiği Vietnam Savaşı’nın yaşanması gerekmiştir. Savaştaki ABD bombardımanı ABD savaş sanayini tetiklerken Vietnam Halk Savaşı da bağımlı halkların savaşarak bağımsızlığa ve sosyalizme geçişine neden olmuştur. Sweezy ve Baran bu yıllarda durumu açıkça görebildiler.

Takip eden dönemde SSCB’nin bürokratikleşmesi, krize girmesi ve çökmesi, buna karşılık dünya sisteminin büyüme dönemine girmiş olması artık emperyalizmin bittiği küreselleşme döneminin başladığı tezinin oluşmasına neden olmuştur. “Küreselleşme” ve “bilgi çağı” cilasıyla sunulan bu tezle antiemperyalizm ve mücadele döneminin devrinin de kapandığı iddia edilmişti.

ABD’li stratejist Thomas Barnett’in analizleri bu noktada siyasî açıklamalara yön verici olabilir. Barnett, Pentagon’a yol haritası çizmek için yaptığı yorumda, küreselleşmeci ABD ile ona entegre olan Almanya ve Japonya’nın oluşturduğu yapı “head to head” üçlü bir mücadelenin sürecini ele alır. Bu 80’li ve 90’lı yılların esasını oluşturmuştur. Bu süreçte diğerlerini geride bırakan ABD olmuştur. Bu da esas olarak Körfez Savaşı’yla olmuştur. ABD bombaları Irak’a düşerken, ileri sürülen tez “küreselleşmeye katılmayan devletlerin haydutlaşması ve bunların sistem tarafından cezalandırılması” oldu. Barnett’in ilk küreselleşmecilerine ek olarak ikinci küreselleşmeciler Rusya, Brezilya ve Çin oldu. Meksika ve Hindistan’da yerlerini alıp dünya sistemiyle bütünleştiler. Ama dışarıda kalan devletlerin sistem tarafından cezalandırılması gerektiği ileri sürüldü.

Kaddafi Libya’sı, İran, Venezüella ve Saddam’ın Irak’ı esas “haydut devletler” olarak görüldü. Bunlardan Saddam Irak’ı B-2 bombardımanlarıyla yok edildi. Kaddafi de benzer şekilde ortadan kaldırıldı.

Solda süreci algılama zaafı

Bugün kendine sol diyen ve antiemperyalist politikayı ortodoksça savunan anlayışlar dahi ABD’nin saldırısı için yağmur duasına çıkar gibi bombardıman duasına çıktılar. Oysa Leninist formüle göre esas mesele ilerleme değil sistemi yöneten emperyalizmin yıkılmasıydı. Sol teorisyenler bunu inkâr etse de Thomas Barnett’in, Brzezinski’nin tezleri karşımıza çıkar: İmparatorluk çağında da emperyalist gerçek değişmemiştir. Emperyalizm; Ömer Güven’in 1970’li yıllarda söylediği gibi Amerikan doları ve postalıyla temsil edilirken, günümüzde teknoloji geliştiği için Amerikan bombaları ve füzeleriyle temsil edilmektedir.

Leninist devrimci-ulusçu model emperyalizme karşı duruşu esas almaktadır. 1920’lerde Afganistan’da gerici gözükse de Emanullah Han’ın İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesi bu nedenle desteklenmişti. Lenin, sosyalist İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu İngiltere’nin Hindistan’ı ve Afganistan’ı sömürgeleştirmesine karşı feodal Emanullah Han’ın yanında yer almıştı. Aynı şekilde İngiltere’nin Mısır’da Sudan’a doğru yaptığı sömürgeci yayılmaya karşı feoadalitenin de gerisinde bir toplumsal formasyona sahip olan Mehdi hareketi de desteklenmiştir. Mısır’daki ticaret burjuvazisinin sözcüsü konumundaki İslamcı Mehdi hareketi, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu emperyalist İngiltere’ye karşı savunuldu.

Günümüzde Saddam’ın bombalanmasına solun birçok kesimi tarafından karşı çıkılmadı. Kaddafi’ye saldırılması da benzer şekilde değerlendirildi. Afganistan’a yapılan saldırıda ise El Kaide’nin ABD tarafından yaratıldığı söylenerek sol tarafından desteklendi.

Çakal Carlos, Fransa’da yazdığı Devrimci İslam adlı kitabında devrimci ve sistem karşıtı tavrı İslamcı hareketlerde gördüğünü söylüyordu. İlerlemeci tez yerine Batı karşıtı, bazen Hıristiyan karşıtı ama esas olarak sistem karşıtı mücadele veren bu grupları destekledi. Bu ilerlemeci açıdan bakıldığında belki kabul edilemeyebilir. Fakat sistem karşıtlığı açısından başka bir gerçekliğin olmadığı da görülür. Bu El Kaide ya da Taliban’ın zamanında ABD tarafından örgütlenmesiyle örtülemez.

SSCB’nin yıkılması ve seküler sol örgütlerin zayıflaması sonucu bu alana cihatçı örgütler hâkim oldu. Bu hareketlere karşı sistemin ideolojik mücadelesi Ilımlı İslam kavramıyla oldu. Cihatçılığın Doğu toplumlarındaki köklerine ulaşmasının engellenmesi için reformist, Batıcı bir anlayış desteklendi. Fakat özellikle Arap Baharı ile cihatçılığın Batı karşıtı bir tepkiye dönüşmesi engellenemedi.

Cihatçılık Batı karşıtlığına evrildi

Cihatçı hareket, İslam toplumunun en primitif dönemine dayandı ve Peygamber devri öncesi Arap toplumunun tepkisel tavırlarını Selefîlikle bünyesine aldı. Cahiliye döneminin ve sonraki Haricîlerin, İbni Haldun anlattığı Arap kabilelerinin tavırlarını günümüze taşıdılar. Bunlar Batı tarafından reddedilse de Doğu için cazip olabildi. Klasik Arap milliyetçiliği, Baas temelli politikaların yerine bu cihatçılık geçmeye başladı.

El Kaide’nin de Batı tarafında reklamı yapılmış liderliğinin de etkisi oldu. ABD neo-con ekibinin istemediği sonuç ortaya çıktı. Batı toplumundaki İslamcı gençler, Troçkist ve devrimci temelleri İslamcı temellerle birleştirdiler. Radikal Selefî ideoloji böylece Doğuya doğru akmaya başladı. CIA, başlangıçta bunu Baas tipi, Nâsır, Kaddafi, Esad’a karşı kullandı. Bunları, Müslüman olmamakla suçlayan İhvancılık ile yıkmaya çalıştılar. Fakat bu tersine dönerek Batı karşısına geçti. Seyyid Kutub, Hasan el Benna tarzı giderek sol tarafından tanımlandığı anlamında sistem karşıtı, antiemperyalist bir kanala girdiler.

Bu çok fazla telaffuz edilmese de Sultangaliyev’in tasvir ettiği bir kanaldır. Emperyalizme hatta Batı proletaryasına karşı Doğu’nun İbni Halduncu anlayışta tarif edilen komünal yapılarına dayanan bir devrimcilik söz konusuydu. Sınıf mücadelesi gerçekleşemeyince sistem karşıtı bir tepki ileri sürülmüştür. Bu da proleter uluslar kavramıyla milliyetçi temelde gelişen ve dinsel formasyonlara da sahip bir antiemperyalizm gelişti.

Sovyet Devriminde Çarlığa karşı mücadele eden Sultangaliyev’in Kızıl Tatar ordusunun yanında Nakşî Vahidov’ların varlığı söz konusuydu. Lenin de sistem karşıtlığında Marks’ın kapitalizmin geliştirilmesini savunan ilerlemeci tezini eleştirmişti. Bu tezi Menşeviklere bıraktı.

Meselenin tarihsel boyutları

1970’lerde Deniz’lerin, Mahir’lerin kurduğu yapıların devamı olduğunu söyleyen yapılar bugün Amerikan bombardımanı talep ediyorlar. Burada bir çelişki ortaya çıkar. IŞİD’in Selefî ve Haricî yöntemlerle kafa kesme pratiklerinin yarattığı tepki bir yandadır. Ama bu tepki aslında Osmanlı toplumunda palalarla kelle uçurmanın İslamî bir infaz olduğu gerçeğiyle de yan yana durmaktadır. Bu yöntem aşırı bir şekilde kullanıldığı için toplumda objektif bir tespit yapma olanağı da kalmadı. IŞİD’in Şii Hilali karşısında bir Sünni Hilali anlamında gelişen bir hareket olduğu, tarihsel alan olarak da Emevi ve Mervani hanedanlarının egemen olduğu Bağdat’ın kuzeyi Musul, Halep ve Şam’a yerleşen bir yol izlediği anlaşılmadı. Bu Arap iktidarının pekiştirilmesi anlamına gelir.

Emevi bölgesi ve Mezopotamya’da yer alan bu bölge Arapların Sünni kanadının mekânıdır. Abbasilerin ve Şiilerin alanı ise Bağdat ve güneyindedir. Bu çatışma Abbasîlerin Sünni olmasına karşılık, Sünnilerle Şiilerin tarihsel hesaplaşması anlamına geliyor. Abbasiler, Emevileri devirirken Şiiler adına harekete geçmişti. Şiilerle beraber iktidar olmuşlardı. Şam’ın iktidarını yıkmışlardı. Bu alan daha sonra Zengi Devletine kaldı.

Petrol yatakları üzerindeki egemenlik için geçmişteki Baasçı-Arap milliyetçisi iktidar yerine aynı sosyolojik tabanla Selefî bir yaklaşımla mücadele başladı.

Şii Hilalinde ise geçmişte Marksist-Leninist örgütlenmelerin temelini oluşturan Şii unsurlar dinsel bir militanlık içindeler. Mehdi Ordusu gibi militan Şii gruplar köklerini Hz. Ali’nin mücadelesine dayandırıyorlar. İki grup da gerçekte petrol yataklarının paylaşım mücadelesini veriyorlar.

IŞİD, Arap ve Kürt alanları

Saddam’ın bombalanması ve uçuşa yasak bölge ile engellenmesiyle bir Kürt özerk bölgesi ABD tarafından oluşturulmuştu. ABD’nin eğittiği peşmergeler bu alanı kontrol ediyorlar. Sünni Araplarla Kürtler arasındaki çatışmanın yeni versiyonu da bu son olaylarla ortaya çıktı.

Esad ise Türkiye’ye karşı bir tampon bölge olarak Suriye’nin kuzeyini Kürtlere bıraktı. PKK da burada Batı Kürdistan adıyla kantonlar oluşturdu. Şii Araplarla Sünni Arapların çatışmasından faydalanılarak Suriye ve Irak’ın kuzey kesimlerinde Kürt bölgeleri ortaya çıktı. Bu tarihsel ve diyalektik bir sürecin sonucu değildi. Küresel, konjonktürel olgular bunu yarattı.

Sünni Arap temelli aşiretlerin Selefîleşmesi ve militanlaşması ile IŞİD ortaya çıktı. Şiilere karşı Bağdat’a ilerlerken kuzeye ve doğuya Kürtlere karşı harekete geçti. Mezopotamya’nın ele geçirilmesi Kürtleri Zağros Dağları’na itecek bir hareket anlamına gelebilir. Türkiye’de ise Mardin – Urfa alanı da Halep’in devamı olarak Sünni Arap alanlarıyla beraber yeniden yapılandırılabilirdi. Türkiye’nin güçlü yapısı IŞİD’i bu bölgeleri talep etmekten uzak tuttu.

Bu Arap alanlarında Kürtleşmenin gelişmesi ile Suriye’de ve Irak’taki Kürtleşmeyle beraber IŞİD’e tepki yoğun oldu. Temmuz ayındaki “IŞİD Gerçeği” başlıklı yazımda bugün olacakları tahmin etmiştim. Atık bu bölgede IŞİD kendi alanını ele geçirerek petrole dayanacak bir görünüm sergilemektedir.

Amerika’ya “bomba yağdırma” duası

IŞİD’i tüm politik çevreler kendi çizgisine göre tanımlıyor. İP çevresi ABD’nin ve İsrail’in kurduğu yolunda değerlendirmeler yapıyor. AKP ise Esad’ın ve Batı’nın ürünü olduğunu söylüyor. PKK ise Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğunu savunuyor. Bu üç körün bir fili farklı tarif etmelerine benzer.

70’li yıllarda Mihri Belli’nin yoldaşı Şevki Akşit bir konferansta “Ortam çok karışıksa ve ‘biz doğru yolda mıyız’ sorusunu cevaplayamıyorsak ‘düşmanlarımız bize ne diyor’ ona bakmalıyız. Eğer sırtımızı sıvazlıyorlarsa yanlış, bize saldırıp küfür ediyorlarsa bilin ki doğru yoldayız” demişti. Bu ölçüyle IŞİD’e ABD, Almanya ve tüm batı saldırırken sol görünümü altındaki hareketler ABD bombardımanı altındaki IŞİD’e karşı ABD’nin safına katıldılar. Pentagon’un açtığı silah kampanyasına imza attılar.

Burada ikili bir konum ortaya çıkıyor. Hem sol olmak hem de emperyalist sistemin politikalarına dâhil olmak, izinde yürümek…

Bu aslında ilerlemeci tezin gerici olarak tanımladığı dinsel yapılanmalara karşı Amerikan sisteminin yanında yer alma teorik saplanmasından kaynaklanıyor. Bu da devrimci bir yaklaşım değildir. IŞİD’in Erbil, Musul ve Mahmur’a saldırılarının önünü yoğun bombardımanla ABD kesebildi. ABD ile onun inisiyatifinde ortaya çıkmış olan Irak Kürt özerk bölgesi yine doğal olarak ABD tarafından korundu. Eğer IŞİD Amerikancı olsaydı, ABD’nin onu bu kadar yoğun bombardımana tabi tutması düşünülemezdi. IŞİD’in Amerikancılıkla eleştirilmesi bir çelişkidir. IŞİD, “Rojava”ya Temmuzdan önce de saldırmıştı. Kandil ve Türkiye’deki PKK güçlerine, Apo; “100 bin kişi Suriye’ye geçsin” demişti. Cizre ve “Rojava”ya bunun üzerine önemli bir yığılma oldu. Burayı Esad’ın boşaltmasıyla PKK geçici bir güçlülük hissetmiş olmalılar ki Irak Kürt bölgesi ile aralarında büyük hendekler açmışlardı. Bu hendeklerin amacı peşmergenin girişini engellemekti. Buradaki Barzani yanlısı unsurlar da tasfiye edilmişti. Temmuzda Kandil’in “Rojava”ya tüm gücünü yığmasına rağmen IŞİD’in saldırısı yine ancak ABD bombardımanı ile engellenebiliyor.

ABD bombardımanını talep etmek ise Türkiye’deki “sol” gruplara düşüyor! Bu da tarihsel bir “yaman çelişki”dir.

Bölgedeki Türkmen Faktörü

IŞİD ise Afrin, Cizre ve Kamışlı’ya doğru yayılmaya çalışıyor. Afrin, Antep’in hemen güneyindedir ve burada güçlü bir otantik Kürt yerleşimi yoktur. Kamışlı ise esasa olarak meşhur Arap aşiretleri bölgesidir. Türkiye’de de Urfa ve Mardin’de Arap aşiretleri yine yoğundur. IŞİD’in bu Arap aşiretlerine karşı bütünleşmesi hem Şii Hilaline karşı hem de Kürtlere karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin tarihsel doğal uzantıları ise Halep ve Musul bölgeleridir. Bu alan Türk alanıdır. Ama Türkmenlerin Kürtleşmesi olgusu da önemlidir.

Aksungur Porsukî, oğlu İmadeddin Zengi ve torunu Nureddin Zengi Şam ve Halep atabeyleri olarak bu bölgeyi yönetmişlerdi. Artuklular Mardin ve Amed’de, Urfa’da Bozanoğulları Selçuklu’yla beraber buraya gelmiş Türkmenlerin iktidarını oluşturmuşlardı. Türbe dolayısıyla çok gündeme gelen Süleyman Şah ise sanıldığı gibi Osmanlı’nın atası değil Selçuklulardandır. Suriye Selçuklularından Tutuş’la yaptığı savaşta yenilince orada gömülmüştür. Tutuş onun cesedini Selçuklu ailesinde yaygın olan ayak yapısından tanımıştı. Ve cesedin başında ağlamıştı! Tutuş ise daha sonra yine Selçuklu olan Berkyaruk ile çatışmasında öldürüldü. Porsukî, Zengiler, Artuklular, Sökmenler, Bozanlar Türkmendir. Giderek Araplaşmışlardır. Bir kısmı ise Şafiilikle Kürtleşmişti.

Sonraki dönemde İlhanlılar ile gelen Oyrat, Sulduz ve Celayirler de egemen olmuştu. Bunlardan da sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlular buraya yerleşti. Bunların Şah İsmail Safevi devrinde Şiileşmesi ise bugünkü Şii Türkmen olgusunun kökenini oluşturdu. Bunların dışında Akkoyunlulardan kalan Hanefi Türkmenler de vardır. Bunlar 16. yüzyılda gelmişlerdi.

Bu bölge ya Rum Selçukluları ve Osmanlıların ya da İran Selçukluları ve Safeviler tarafından yönetildi. Bu güçlerin mücadele sahası oldu. İlhanlılar tüm bölgeye egemenken halefleri burada iktidarlarını sürdürmüşlerdi.

Devlet olmak, halkı koruyabilmekten geçer

Çaldıran’dan sonra egemenlik tamamen Osmanlılara geçti. Bundan sonra da bir Pax Otomana – Osmanlı Barışı dönemi yaşanmıştı.

Devlet olmak o bölgenin halkının güvenliğini sağlamaktan da geçer. İran’a ve Araplara karşı Osmanlı ve ondan önce de Selçuklu bu güvenliği sağlayabilmişti. İlhanlı döneminde de bu başarılabilinmişti. Tarihte Mısır, Osmanlı ve İran’ın yanında bir de Bağdat’ta devlet vardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bu güçlerin dengelerine göre farklı egemenler tarafından yönetildi. Akkoyunlu ve Karakoyunlular geçici döneminin dışında burada bir devlet merkezi olmamıştı.

Öcalan’ın ulusal devlete karşı çıkan ve Kandil’le tartışmaya giren Habermas tarzı yaklaşımı dikkatle incelenmeli. Etnisite ve ulusal dilin devlet kavramında yer almayacağını söyleyerek, çözüm sürecinde önünü açmak istemişti. Bu komünler ya da kantonlar yapılanmasına dayanan bir tezdi. Bu ise ne Suriye’nin, ne Irak’ın ne de Türkiye’nin toprak bütünlüğüne dokunulmayacağını iddia ediyordu. Ulusal devlet oluşturulamayacak Halep, Kamışlı, Cezire gibi alanlarda var olan tüm etnik yapıların içinde yer alacağı demokratik yapı tezi ileri sürüldü. Paris Komünü gibi ilerici bir görüntüye bürünmeye çalışıldı. AB’de ulus devletlerin kalmadığından hareket eden Apo, bu komünlerin Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar genişleyebileceğini savundu. Bu sorunu çözer gibi gözüken kolaycı bir yaklaşımdır. Hatta böylece Türkiye’nin içinde daha küçük Kürt kantonlarının da kurulabileceğini iddia etmiştir. Bunu çok önce belirtmiştik.

Sol açısındansa şöyle bir yaklaşım gelişti: “Doğuda bir Kürt partisi olabilir ama Batıda bir Türk partisi olamaz! Parti çok etnilidir.” Bu noktada da adından “Türkiye” ibaresini bile çıkaran örgütler oldu. Demokratik ulus kavramı kantonsal bir yapılanma için savunuldu.

ABD desteğiyle Barzani’nin oluşturmaya çalıştığı devletçik veya Esad’ın çekilmesiyle oluşturulan kantonlar bir dış saldırı karşısında kendini koruyamadılar. Bu devletçikler ve kantonlar birbirini suçlarken IŞİD’in Sünni Arap tabanlı saldırısı göğüslenemedi. Buradaki halkın Türkiye’nin desteği olmadan Yezidilerin konumuna düşeceği de açıktır.

Devlet olabilmenin kendini savunabilme zorunluluğu ortaya çıktı. ABD bombalaması olmasaydı Musul’un bir günde terk edilmesi gibi “Rojava” da birkaç günde terk edilecekti. Tüm PKK güçlerinin burada konumlanmasına karşın durum budur. Halk da buradan Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştır. Yoksa bombardıman da yapılamayacaktı.

Kamışlı da düşerse demokratik ulus ve kantonsal yapılanmanın Ortadoğu için geçerli olmayan Avrupa için geçerli bir düşünce olduğu iyice ortaya çıkacak. Türkiye’deki açılım süreci de Kamışlı kantonunun Mardin kantonu ile birleşmesi, Kobani’nin Suruç ve Urfa’yla birleşmesi, Afrin’in Antep’le birleşmesi gibi bir taleple yapıldı. Fakat IŞİD saldırıları bunun yapılamayacağını ortaya çıkardığı gibi Kürt halkına da böyle bir yönetimin olamayacağını gösterdi.

Kürtler petrol güvenliğini de sağlayamadı, IŞİD sağlarsa ABD’yle uzlaşabilir

Barzani ile İran’ı çatışmalarına karşı Barzani bölgesini İran milisleri korudu. Mahmur’u ise PKK değil Amerika IŞİD’den kurtardı. ABD stratejistleri açısından da buradaki Kürtlerin askeri bir varlık gösteremeyeceği de yine bu saldırılar dolayısıyla ortaya çıktı. ABD’nin 25 yıldan beri üzerinde çalıştığı proje çöktü. Petrol bölgeleri üzerinde güvenlik sağlayabilecek iktidar Kürtler tarafından sağlanamıyor. Bu ortaya çıkınca ABD burada Kürtlere dayanan projesi rafa kalkacaktır.

IŞİD burada bir düzen kurup, şekilsel sivriliklerini tasfiye ettikten sonra bir İslam devleti olarak petrol bölgesinde güvenliği sağlaması koşuluyla ABD ile uzlaşabilir. Bu ihtimal de söz konusudur. ABD için esas olan petrol şirketlerinin petrol çıkarması ve sisteme aktarmasıdır. ABD bu nedenle Venezüella’ya dokunamadı. Kürtler ise bu güveni veremedi. Orta gelecekte diğer ihtimaller belirebilir.

Kaddafi’nin düşürülmesi sonrası da Libya petrollerinin güvenliği sağlanamadı. Yerel iktidarlar kabileler arasında çatışarak bu otoritenin kurulmasını sağlayamadı. Bu tip bir savaş içindeki Ortadoğu petrol şirketleri için ideal değildir. Amerikan silah şirketleri bunu istese bile petrol akışının durması ABD açısından istenir bir olgu olamaz.

ABD bombardımanın hedefindeki IŞİD alanı gerçekte petrol alanıdır. ABD de “bizim için önemli olan bu alanın güvenliğidir” demektedir. IŞİD’den başka burada bir statüko ve denge sağlayabilecek güç de görünmüyor. Bu nedenle IŞİD’in bombardıman edilmesi, onun ABD ile uzlaşmaya yönlendirilmesi anlamına da geliyor. “Büyük Kürdistan” kurulması ve alternatif bir gücün oluşması ihtimali de ortadan kalkmış görünüyor. Türkiye ise PKK’nın Kürt halkında yarattığı ABD yardımına rağmen ayakta kalamama ezikliğini değerlendirebilir. Ayaklanma denemeleri de bu başarısızlığı gizleyemiyor. Bu da “açılım PKK’yla değil Kürt halkının kendisiyle yapılmalı” tezini AKP’de güçlendirebilir. Tayyip Erdoğan’ın son konuşmaları da bu izlenimi yaratıyor.

IŞİD’in bu bölgedeki egemenliği tarihsel olarak Arapların Kürtlere tepkisinin dışavurumu olarak değerlendirilmeli. Ama stratejik anlamda da temel mesele petrol bölgesinde egemenlik kurulmasıdır. Türkiye açısındansa konu “Kuzey Kürdistan” için model olarak sunulan “Batı Kürdistan” modelinin çökmesidir. Artık PKK bile açılımda ne talep edeceğini bilemiyor. Kürt halkının PKK’ya güveninin sarsılması açılımın bir süre dondurularak daha sağlam bir muhatapla sürdürülmesine neden olabilir. PKK tüm güçlerini yığdığı bölgede yenilerek bir savaşın tarafı olamayacağını gösterdi. PKK’nın Türkiye ile bir savaşı da yeniden göze alma ihtimali kalmadı. Kürt halkının da desteğini kaybettiği bir noktada devletin kendisine karşı başlatacağı bir topyekûn savaş PKK’nın zayıf karnıdır.

Buna rağmen Türkiye açılımda Kürt halkının temsilcileriyle görüşme noktasındadır. PKK’nın Hüda Par’la keskinleşmiş mücadelesinin altında da geleceğe dönük bu projeksiyon var. IŞİD’in devletleşmesinin de sistem tarafından kabul edilebileceği de gözüküyor…

http://www.turksolu.com.tr/irak-sam-islam-devletinin-gelecegi-petrol-guvenligi-ve-kurt-acilimi/




21 Şubat 2017 Salı

ABD'nin YPG Açıklaması Ne İfade Ediyor? YPG NEDİR - PYD ABD KOALİSYONU



ABD'nin YPG Açıklaması Ne İfade Ediyor? YPG  NEDİR  -  PYD  ABD KOALİSYONU

Alparslan Esmer





    Amerika’nın Sesi’nin ulaştığı uzmanlara göre Washington’un YPG’den kopması uzak bir olasılık. Bunun birinci nedeni YPG’nin Suriye’de etkin bir kara gücü olması ve alternatifi olmaması.

    Amerika’nın Sesi’nin ulaştığı uzmanlara göre Washington’un YPG’den kopması uzak bir olasılık. Bunun birinci nedeni YPG’nin Suriye’de etkin bir kara gücü olması ve alternatifi olmaması.
    Amerika Savunma Bakanlığı’nın Suriye’nin kuzeyinde IŞİD’le mücadele eden Kürt güçlerine silah ve mühimmat yardımını kestiği açıklaması, Türkiye’de memnuniyetle karşılansa da, Amerika’nın Sesi’nin ulaştığı uzmanlar Washington’un YPG’yi gözden çıkarmasına olasılık vermiyor.

    Bununla birlikte uzmanlar,­ Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidarı garantilediği önümüzdeki dört yılda Amerika’yla IŞİD’le mücadelede işbirliğinin artacağına da dikkati çekiyor.

    IŞİD’le mücadele koalisyonunun Bağdat’taki sözcüsü Amerikalı Albay Steve Warren, YPG’ye silah ve mühimmat yardımına son verdiklerini açıklamış, son havadan yapılan yardımın Suriye-Arap koalisyonuna gittiğini açıklamıştı.
    YPG’nin bağlı olduğu PYD’yi, terör örgütü olarak gören Ankara, karardan memnuniyetini Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Tanju Bilgiç’in “ABD’li yetkililerin açıklamalarını memnuniyetle not ettik. Bunun sahada nasıl uygulanacağını kararlılıkla yakından takip edeceğiz” sözleriyle teyit etti.

    Amerika’nın, Suriye’de IŞİD’le mücadelenin ‘kara gücü’ işlevini yürüten YPG’ye bir süredir hava bombardımanıyla destek vermesi ve askeri işbirliği içinde olması Ankara’yı rahatsız ediyordu. Ankara, PKK’yla organik bağa sahip bir terör örgütü olarak nitelediği PYD’nin kendi sınırları boyunca Suriye’nin kuzeyinde yayılmasını ve güçlenmesini önlemeye çalışıyor. Türkiye’nin son aylarda PKK’ya yönelik operasyonlarını “nefsi müdafaa” olarak niteleyen Amerika, müttefiki olarak gördüğü YPG’yi ise hedef almasına sıcak bakmadı.

    Amerika’nın Sesi’nin ulaştığı uzmanlara göre Washington’un YPG’den kopması uzak bir olasılık. Bunun birinci nedeni YPG’nin Suriye’de etkin bir kara gücü olması ve alternatifi olmaması.
    Semih İdiz

    Semih İdiz

    ‘Türkiye’yi yatıştırmaya dönük’
    Cumhuriyet gazetesi ve Al Monitor yazarı Semih İdiz, Amerika’nın son PYD açıklamasını “Türkiye’yi yatıştırmaya dönük” buluyor:

    “Ben şahsen Amerika'nın PYD veya YPG'den sahada vazgeçmeye hazır olduğunu hiç zannetmiyorum. Orada bir Arap Demokratik Güçler (Suriye Demokratik Güçleri) şeklinde, bir örgüt üzerinden çalışıyor, ama o koalisyona baktığımız zaman Amerika ona ‘Arap Koalisyonu’ diyor. Orada ağırlıklı olarak PYD'nin olduğunu görüyoruz. Tahmin ediyorum bu açıklama, daha çok Türkiye'yi yatıştırmaya dönük. Mantık bize YPG ve PYD'Ye yapılan yardımların devam edeceğini söylüyor. Çünkü sahada Amerika açısından tek etkin güç bunlar.”
    ABD PYD’yle ilişkilerini yeniden mi şekillendiriyor?
    Semih İdiz’in “Arap Demokratik Güçleri” olarak tanımladığı Suriye Demokratik Güçleri, Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’ndan (SETA) Ufuk Ulutaş’a göre “temelde YPG’den ibaret” bir güç: “Etrafında küçük küçük, Süryani, Arap gruplardan oluşsa da omurgasını YPG'nin oluşturduğu bir yapı, Suriye Demokratik Güçleri ismini verdiler. Amerika'nın da muhtemelen bundan sonra direkt olarak onlar üzerinden silah yardımı yapacağını, YPG'ye silah yardımı yapmayacağını anladım ben” diyor, SETA Dış Politika Araştırmaları Direktörü Ulutaş.

    “Böyle bir yapı, Amerika'nın Suriye Demokratik Güçleri dediği yapı. O da dediğim gibi, özünde PKK veya PYD. Araplar, içerisinde çok küçük bir azınlık. Bu sebepten işin açıkçası, ben ABD’den çok büyük bir politika değişikliği beklemiyorum. Bunu Amerikan yönetiminin Türkiye'ye verdiği bir jest olarak da görmüyorum” diye konuşan Ulutaş, Amerika’nın YPG’nin kara savaşında ‘kısıtlı bir müttefik’ olabileceğini fark ettiği görüşüşünde:

    “YPG, PYD’nin yoğun olduğu yerlerde belki kısmen, o da Amerikan hava desteğiyle etkili oldu. Fakat (ABD) özellikle Rakka'ya, Deyrezzur'a yönelik operasyonlarda çok etkili, çok verimli bir müttefik olmayacağını anladı. O sebepten YPG'nin içinde bulunduğu koalisyonu genişletme çabası içerisinde. Bu belki YPG'yle ilişkilerini yeniden şekillendirmesi açısından önemli bir veri. Fakat YPG'yle ilişkisini kaldıracağını ve silah verme meselesini durduracağın ben şahsen düşünmüyorum.”
    ‘PYD Türkiye’deki hukuk kurallarına göre terör örgütü değil’
    Amerika’nın özellikle geçen yıl Kobani kuşatması sırasında IŞİD’e karşı önemli başarı sağlayan YPG güçleriyle yaşadığı balayına son veriyormuşçasına bir açıklama yapması, Ankara’da temkinli bir memnuniyete yol açsa da, Türk dış politikasının çekirdeğinden yetişen bir diplomata göre Ankara’nın PYD’ye yönelik tavrı yanlış. Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı ve 2000’li yılların ilk yarısında Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’ni yapan Faruk Loğoğlu, Ankara’nın aksine Suriyeli Kürtler’i safına çekmesi gerektiğini düşünüyor. Loğoğlu, “Türk hükümetinin PYD konusundaki tutumunu bir gözden geçirmesi gerekecek. PYD Suriye'nin bütünlüğüne yönelik bir tehditte bulunmuyor. Suriye'nin birliği içinde belki istekleri, beklentileri var. Çok dikkat çekici bir nokta, PYD veya YPG, Türkiye'deki hukuk kurallarına göre terör örgütü ilan edilmiş bir örgüt değil. Bunun için ya bir Bakanlar Kurulu kararı lazım ya da Yargıtay kararı lazım. Ama herkes, hükümet, Sayın Cumhurbaşkanı, Başbakan, diğerleri 'PYD terör örgütüdür' deyip konuşuyorlar. Yani, Türkiye'nin bu konuda biraz daha rahatlaması lazım. Nasıl ki Barzani ve Talabani'yle ilişkiler bir zamanlar çok kötüydü, şimdi çok yakın. İlerde şartlar değişince Suriye'deki Kürtler'in de yanımızda olması lazım.”
    Faruk Loğoğlu

    Faruk Loğoğlu

    Loğoğlu, Dışişleri Bakanlığı’nın en tepe noktalarına kadar devam eden kariyerini daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili ve partinin dış politika danışmanı olarak sürdürdü. Amerika’nın YPG güçlerine silah ve mühimmat desteğini kestiğine yönelik açıklaması, “seçimleri yeni kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne bir göz kırpması olabilir mi?” diye sorduğumuz Loğoğlu, bu soruya, “Özellikle seçimlerden sonra böyle bir süreçte, çoğunlukla AKP hükümetinin hassasiyetlerini daha fazla dikkate almaya çalışacaklardır. Ama AKP'nin PYD'ye ilişkin görüşü, yani PKK'nın Suriye'deki uzantısı görüşü, biraz da Türkiye içindeki gelişmelere bağlı olarak o da değişebilir. Yeniden bir barış süreci başlatılır ise, ‘PKK'ya bakış açısı Türkiye'de değiştiği ölçüde ve değiştiği takdirde, PYD'ye bakış açısını da değiştirebilir’ diye düşünmek lazım. Her halukarda ben PYD faktörünün Türkiye-ABD arasında o kadar ciddi bir sorun olduğunu düşünmüyorum” yanıtını veriyor.
    ‘ABD-PYD-Ankara ilişkileri bir üçgen’

    PYD faktörü Türkiye ve Amerika arasında bir sorun mu, değil mi? Koalisyon çerçevesinde IŞİD hedeflerini havadan bombalayan Amerika için, Kobani kuşatmasından bu yana PYD’ye bağlı YPG güçleri dışında IŞİD’le karada mücadele edecek bir başka seçenek olmadı. Amerika’nın koalisyon ortaklarıyla birlikte, Suriye’de IŞİD’le mücadele etmek amacıyla muhalif savaşçı yetiştireceği ve milyonlarca dolar harcadığı “eğit-donat” programı fiyaskoyla sonuçlandı.

    Amerika ve koalisyonun diğer üyeleri Temmuz ayına kadar Irak ve Suriye’deki IŞİD hedeflerini Körfez’den, cıvar Arap ülkelerinden ve yakınlarda seyreden donanma filolarından kalkan uçaklarla vurdu. Türkiye bu dönem boyunca koalisyonun İncirlik Üssü’nü muharip olmayan, keşif ve istihbarat görevlerinde kullanılmasına izin verdi.

    Son bir yıl içinde Amerika’nın koalisyon özel koordinatörü emekli Orgeneral John Allen’ın Türkiye’de yürüttüğü temasların ardından Temmuz’da bir telefon görüşmesi gerçekleştiren Başkan Barack Obama ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, IŞİD’le mücadele koalisyonu çerçevesinde işbirliğinin genişletilmesi ve İncirlik Üssü’nün muharip görevlerde kullanılması konusunda anlaştı.

    Belki emekli Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nun dediği gibi “PYD faktörü” Türkiye ve Amerika arasında “ciddi bir sorun olmayabilir” ancak İncirlik Üssü’nün kullanımıyla birlikte Amerika’nın elini kolunu bağlayan bir faktör haline gelmiş olabilir.

    Washington Enstitüsü Türkiye Araştırmaları Direktörü Soner Çağaptay, “Şimdi şunu söylemek lazım bu PYD'ye ağır silah verilmesi konusunda. Amerika açısından, ABD-PYD-Ankara ilişkileri bir üçgen. Üçgenin üç ayağının da olması lazım, yani, PYD'ye verilmesi düşünülen ağır silahlar, Amerika'nın Türkiye'deki üslerine erişimimin olmaması durumunda hiçbir şey ifade etmiyor. Üslere erişim de Türk-Amerikan ilişkilerinin olmazsa olmazı ise, ben bu ağır silah senaryosunun Türkiye'nin rızası olmadan gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum” diyor.
    Soner Çağaptay

    Soner Çağaptay

    ‘Beyaz Saray Pentagon’un aksine PYD’ye silah verilmesine karşı’
    Amerika’nın Sesi’nin sorularını yanıtlayan Washington Enstitüsü uzmanı, Washington’un PYD’nin askeri kanadı olan YPG güçlerine ağır silah vermesinin Türkiye’nin rızasına bağlı olduğu görüşünde:

    “Bence kara gücü olarak doğru, ama eline ağır silah verilip verilmeyeceği sorusunda Amerika, Türkiye'yle PYD ilişkilerini dengeleyecektir. Çünkü arazide Amerika, IŞİD'le savaşan ve bu konuda edinimler kazanmış olan tek grup Suriye'de PYD, Irak'ta da Peşmerge. Dolayısıyla Amerika bunları biraz "boots on the ground (kara gücü)" olarak görüyor. Ama bence orada bitiyor yararlılık. PYD'nin eline ağır silah verilip verilmeyeceği sorusu, bunun Türk-Amerikan ilişkilerine olumsuz yansımaları olacağı için çok ciddi bir soru. Ben bunun Beyaz Saray'dan destek görmediğini biliyorum. Pentagon'dan bir miktar destek görse de bu fikir, onlar daha taktiksel bakıyorlar, belki de Beyaz Saray daha stratejik baktığı için ve ben nihai analizde, Türkiye'nin rızası olmadan PYD'ye ağır silah verilmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü PYD'ye verilen ağır silahlar, o ağır silahlar elinde olan gruba hava desteği olmadığı sürece hiçbir şey ifade etmiyor. O hava desteği de sadece Amerika’nın Türkiye'deki üslere erişimi durumunda mümkün.”
    Çağaptay, “eğer üsler açık olmasa, belki biraz daha PYD'ye ağır silah verilmesi argümanı kuvvetlenecekti. Üslerin açılması ve İncirlik’e yeni üslerin eklenmiş olması, Türkiye'nin bu üçlü ilişkide elini güçlendirmiş oldu bence” diyor.
    IŞİD’le Mücadele Koalisyonu’nun yeni koordinatörü Ankara’da
    Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 1 Kasım Genel Seçimleri’ni kazanmasının ardından tek parti olarak iktidarı yürüteceği önümüzdeki dört yılda, Amerika’yla IŞİD’le mücadele alanında işbirliğini genişleteceğine kesin gözüyle bakılıyor.
    Başkan Barack Obama’nın IŞİD’le Mücadele Özel Koordinatörlüğü görevini, bir süre önce emekli Orgeneral John Allen’dan devralan Brett McGurk, Twitter hesabından yaptığı duyuruda, üst düzey yetkililerle Irak ve Suriye konularında temaslarda bulunmak amacıyla Ankara’ya geldiğini açıkladı.
    Brett McGurk

    Brett McGurk

    Brett McGurk’ün “üst düzey yetkililerle temaslarının” ayrıntıları bilinmiyor. Her ne kadar “yeni” koordinatör olsa da, kendisi bu işin içinde yeni değil. Görev ilk kez Irak’ta Amerikan kuvvetlerinin komutanlığını yürüten John Allen’a verildiğinde kendisi de Allen’ın yardımcılığına atanmıştı. Ancak McGurk en az son on yılını bölgede, özellikle de Irak’taki Amerikan Büyükelçiliği’nde geçiren Dışişleri Bakanlığı’nın deneyimli bir diplomatı. Kendisi eski Büyükelçi James Jeffrey’den sonraki Bağdat Büyükelçisi olarak aday gösterilse de, Irak’ta görev yaptığı sırada haber sızdırdığı iddia edilen bir gazeteciyle yaşadığı gönül ilişkisinin bedelini ağır ödedi. Sonradan o gazeteciyle evlenmesine rağmen atamasını onaylamakla görevli senatörler kendisini affetmedi. Brett McGurk, geçen yıl Obama yönetimi tarafından IŞİD özel koordinatör yardımcılığı görevine atanıncaya kadar ABD Dışişleri Bakanlığı’nda gözlerden uzak kaldı.
    McGurk’ün yeni bir siyasi dönemde Ankara’ya gelmesine de tesadüf gözüyle bakılmıyor. Deneyimli diplomasi yazarı Semih İdiz, “Seçimlerden hemen sonra ve IŞİD'e karşı operasyonların devam ettiği ve bu arada Türkiye'nin de tabi, Kuzey Irak'ta Kandil'e karşı operasyonları devamettiği bir sırada, böyle kilit bir ismin Ankara'da olması, elbette ki hem nabız yoklamak, hem de yeni döneme dönük olarak bir altyapı hazırlamak içindir diye düşünüyorum” diyor.
    IŞİD’in son dönemde Türkiye’deki saldırılarını, özellikle kanlı intihar eylemleriyle arttırmasının ardından Ankara’nın da IŞİD’le mücadele çabalarını askeri ve emniyet operasyonlarıyla yoğunlaştırdığının altını çizen İdiz, bu konuda Türkiye “ne kadar aktif olursa Amerika'nın o kadar memnun olacağı muhakkak. Ama bunu açık olarak söyleyemiyor, çünkü hassas bir ilişki sürdürülüyor şu anda” diye ekliyor.
    Washington Ensitüsü uzmanı Soner Çağaptay’a göre de, “işbirliği güçlenecek” çünkü, “Türkiye zaten IŞİD tarafından saldırıya uğradı. IŞİD Türkiye’yi hedef alarak Ankara saldırısında zaten bir savaş başlatmış oldu. Hükümetin buna tepkisi oldukça sert olmaya devam edecek bence. İkincisi Rusya'nın Suriye'ye girmiş olması, Türkiye'nin elini biraz bağlıyor, çünkü Türkiye'nin desteklediği grupları Rusya hedef alıyor. Bu da aslında Türkiye'nin belki de enerjisini daha rahat IŞİD'e sarf edebileceğini, yönlendireceğini gösteriyor.”
    Ufuk Ulutaş

    Ufuk Ulutaş

    Türkiye ve Amerika’nın “yeni dönemde daha kapsamlı bir operasyona girişeceği öngörüsünde bulunan SETA uzmanı Ufuk Ulutaş da, McGurk’ün Ankara ziyaretiyle ilgili olarak Ankara’nın Suriye’nin kuzeyinde kurmak istediği “güvenli bölge” girişimine destek alacağı beklentisinde: “Gerçek manada güvenli bölge fikrinin hayata geçirilebileceği bir döneme gireceğiz bence. IŞİD’le mücadele koalisyonu temsilcisinin Türkiye'de bulunmasının bence büyük bir ihtimalle sebebi budur. Yapılacak son açıklama ki, Türk yetkililerden de yakın zamanda IŞİD'e yönelik operasyonda yeni bir aşamaya geçileceğine dair sinyaller verilmiş. Hatta çok net bir şekilde bunu söyleyen yetkililer de oldu. Yani ‘Şimdiye kadar ufak tefek hava saldırılarında bulunduk. Bununla birlikte IŞİD'le mücadele edecek grupları hazırlama safhası içindeydik’. Muhtemelen çok daha kapsamlı ve sahada belki oyun değiştirici mahiyette bir mücadele bence yeni başlayacak. Muhtemelen onun son organizasyonunu yapmak için geldi ve onu konuşacaklardır.
    IŞİD’le bir buçuk yıla yakın bir süredir devam eden “ zayıflat ve yok et ” stratejisi çerçevesinde Amerika birçok “ oyun değiştirici ” aktörü devreye soktu. Bunlardan en önemlisi de, cihatçı örgütle neredeyse burun buruna gelen Türkiye’yi daha aktif bir şekilde bu mücadelenin içine sokmak. Bu anlamda, gelecek hafta G20 zirvesine katılmak amacıyla Antalya’ya gelmesi beklenen Başkan Obama’nın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la yapacağı görüşme merakla bekleniyor olacak.
    ‘Kafalarını kuma da gömseler IŞİD’le mücadele etmek zorunda kalacaklar’
    Adalet ve Kalkınma Partisi beş ay sonra yapılan ikinci seçimle, koalisyon ortağına gerek kalmadan tek başına bir hükümet kurma şansını elde etti. Bu fırsatın yarattığı dezavantaj ise, AKP’nin ülkenin kaderini etkileyecek konularda alacağı kararın ağır sorumluluğunu tek başına yüklenmek durumunda kalacak olması. AKP hükümeti, önceki yıl ve aylarda bilinçli olarak IŞİD’i tehdit olarak görmemekle, terör örgütü olduğunu geç kabul etmekle, IŞİD hedeflerinden çok PKK hedeflerini bombalamayı tercih etmekle suçlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan dahi, savcıların IŞİD bağlantısı tespit ettikleri 10 Ekim’deki Ankara garı önünde düzenlenen bombalı saldırının, “IŞİD, PKK, Suriye Muhaberatı ve PYD”den ibaret kolektif bir eylem olduğunu savundu. Yüzü aşkın sivilin ölümüne yol açan eylem, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan en kanlı saldırı olarak tarihe geçti.
    Emekli Büyükelçi ve Cumhuriyet Halk Partisi eski milletvekili Faruk Loğoğlu da, AKP hükümetinin IŞİD’le mücadeleyi genişletme sorumluluğunu kaçınılmaz bir şekilde üstlenmek zorunda kalacağına şu sözlerle dikkati çekiyor: “Şimdi Türkiye IŞİD'le mücadeleye daha fazla taraf olmak durumunda kalacak. Hükümet ne düşünürse düşünsün. IŞİD artık Türkiye'yi bir hedef ülke haline getirmiştir. Yapılan son büyük saldırılarda, hem de büyük çaplı saldırılarda IŞİD'in parmağı olduğu biliniyor. Türkiye'nin her tarafına dağılmış oldukları da yapılan operasyonlardan, tutuklamalardan belli oluyor. Dolayısıyla Türkiye devasa bir IŞİD terör tehdit ve tehlikesiyle karşı karşıya. Yani kafalarını kuma da gömseler, şu veya bu sebepten, AKP hükümeti, Türkiye IŞİD'le mücadele etmek durumunda kalacaktır. Bu da Türkiye'yle ABD arasında IŞİD'le mücadele bağlamında giderek daha fazla boyut kazanan bir işbirliğine dönüşecek. Tabi bunun sonucunda IŞİD'in ana muhatabı maalesef Türkiye olabilir, o da Türkiye için çok kötü olur. O da ayrı bir konu.”

    3 Ağustos 2015 Pazartesi

    Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?




    Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?


    Şanlı Bahadır Koç   tarafından yazıldı.


    ABD ile görüşmeler ve anlaşma nihayetlenmiş değil tabii ama henüz ABD'den somut olarak ne aldığımızı anlamak kolay değil. Şu anda görünen ABD PYD'den vazgeçmiş veya vazgeçecek gibi değil, bahsedilen bölgeyi ve sivilleri korumak ve Esad'ı vurmakla ilgili herhangi bağlayıcı bir taahhüde girmeyi reddediyor. Adı bir kere telaffuz edildikten sonra ABD’nin artık İncirlik’i de cebe atacağını varsayabiliriz. PYD'nin söz konusu bölgeye girip girmeyeceği bile belli değil. Ayrıca bu bölgede sadece siviller ve muhalifler için havadan ve dışarıdan korumayla istenilen düzeyde bir korunma sağlanabileceği şüpheli. ABD’nin Türkiye'nin istediği grupların buraya hakim olmasını kabul edip etmeyeceği meçhul. PKK-PYD’ye "yine açığa düştünüz, ABD yine sattı sizi” denecek bir şey henüz yok. 
    Bu arada anlaşmanın varlığının belli olmasından sonra yerli ve yabancı medyaya çelişkili, muğlak ve havada denebilecek bazı bilgi, değerlendirme ve demeçler yansıdı. Bunların kısmen tarafların pazarlık pozisyonlarını güçlendirmek için sızdırıldığı ve manipüle edildiği düşünülebilirse de, tarafların gerçekten anlaştılar mı, varılan ön mutabakattan farklı şeyler mi anladılar, biri öbürünü ya da bizi kandırıyor mu, yoksa kervan yolda mı dizilecek, bu tam belli olmadı. Bu yazı yayınlandığında resim bir parça daha netleşmiş olabilir ama müzakere sürecinin haftalar ve hatta daha uzun sürmesi de sürpriz olmaz çünkü aslında tarafların pozisyonları, amaçları, öncelikleri ve olayları değerlendirmeleri arasında önemli farklar var. Türkiye’deki koalisyon görüşmeleri, PKK ile yeni çatışma durumu, ABD-İran anlaşmasının geleceği ve IŞİD’in bölgede yaratmaya devam ettiği yıkım da olayların seyrini etkileyebilecek ve araya sürprizler sokuşturabilecek faktörler arasında.
    PKK
    “Çözüm süreci” denilen şeyin ve çatışmasızlığın PKK’ya ne kadar yaradığı artık herkes için açık olmalıdır. Bunun neden ve şekillerini daha önce yazmıştık. Daha çok demokrasi, açılım, müzakere ve süreç PKK’yı zayıflattı mı, güçlendirdi mi? Efendim? Demek ki, liberal şablonlar, planlar ve teoriler her zaman doğru çıkmıyormuş değil mi? PKK en son 2011’de vurulmuştu. Örgütü böylece kendi haline bırakmanın onun palazlanması, eğitim, siyasi yayılma, alan kontrolünü ele geçirme, meşrulaşarak yabancı ortaklarla bir kısmı gizli bile olmayan ilişkiler geliştirme, sadece kendi seçmeni değil halkın geneli gözünde de imajının kısmen rehabilite etme, ona oy vermenin sadece Batı’daki Kürtler için değil “Nişantaşı ve Cihangir’deki beyaz Türkler” için bile kabul edilebilir bir şey haline gelmesi gibi sonuçları oldu. Bunların çoğu kolaylıkla tahmin edilebilirdi. PKK arada ayrıca kahraman, kadın ve hatta çevre hakları savunucusu oldu. Türkiye'nin, o da şimdi değil ileride, PKK'yla yapabileceği müzakereyi en azından önemli bir süre için çatışmasızlık olmadan yürütebilmesi gerekiyor. “Türkiye PKK'ya ölçülü, orantılı ve kısa cevap vermeli" diyenler ciddi şekilde yanılıyor. NATO’nun da Türkiye’ye orantılı ve sınırlı tepki vermesinin istenmesi anlaşılır gibi değildir. Bir terör örgütüne askeri tepki verirken, eğer sivillere zarar verme de söz konusu değilse, neden ölçülü olunsun ki? Ayrıca örneğin ABD tarihte kendisine yapılan hangi saldırıya sadece orantılı cevap vermiştir? PKK sana tokat attığında senin ona sadece tokatla karşılık vereceğini bilirse ve sen bunu caydırıcılık sanırsan çok -çook!- tokat yersin. Türkiye'nin PKK’ya karşı haklı, gerekli ve ertelenemez nefsi müdafaası güçlü, orantısız, ucu açık olmalı. Bu çatışmada insiyatif bizde olmalı, çatışmanın temposunu –elbette tamamen değil ama büyük ölçüde- biz belirleyebilmeliyiz ve “tırmandırma hakimiyeti” (“escalation dominance)” Türkiye’de olmalı. PKK’nın bu çatışma safhasından ciddi yara, kayıp ve gerilemeyle çıkmaması bizim için yenilgi olur. Büyük ölçüde kendine fazla güvenerek başlattığı bu çatışmadan sonra PKK’nın Türkiye’ye karşı aynı şeyi bir daha aklından bile geçirmemesi gerekiyor. Tabii bunları böyle ifade etmek kolay da nasıl başaracağız bunu? Ve tabii PKK’nın da eli armut toplamıyor. Ayrıca unutmayalım PKK için ne kendi ne ortadaki ve ne de karşıdaki insan hayatının önemi var. Bu “iğrenç” bir şey ama bu tür bir mücadelede belki de önemli bir avantaj da onun için. 
    Bu nedenle başlangıçta şunu sormalıyız kendimize, gelecekte, belki de yakın gelecekte yaşanabilecek büyük çaplı askeri ve sivil kayıplara rağmen bu mücadeleyi sürdürmek istiyor muyuz gerçekten? Çünkü eğer işi yarı yolda bırakacak ve tekrar 1. kareye döneceksek o zaman bütün bu insanlar bir hiç için ölmüş olur. Çatışmanın amacının PKK’yı masaya getirmekle sınırlı olması gerektiğini söyleyenler de yanılıyor. Çünkü aslında PKK zaten pazarlıktan kaçıyor sayılmaz. Sorun onun (aslında anlaşılır bir şekilde) Türkiye’nin mücadele etme iradesini kaybettiğini düşünmesinde ve bunu masada kendince kazanımlara tahvil etme isteğinde. Operasyonların amaçları arasında kamu otoritesinin şüphe bırakmayacak derecede tekrar tesis edilmesi gerekiyor. Bu otoritenin hem de göz göre göre kaybolması AKP’nin belki de en büyük hatasıydı. Artık AKP’nin bölgedeki tabanı ve liderleri de bunu açıkça belirtip şikayet ettiklerine göre bu konuda ciddi olduklarını umabiliriz. Bunun dışında PKK’nın askeri olarak ülke dışına çıkarılması da gerekiyor. Türkiye’nin artık PKK ile örgütün silah tehdidinin gölgesi altında taktik düzeyde olanlar hariç esaslı hiçbir müzakereye girmemesi gerekiyor. 
    PKK liderlerinin yarına sağ çıkamayabileceklerinden korkmaya başlamaları hem bu ara amaçlara ulaşmak ama hem de makul nihai sonuca varmak için gerekli. PKK verdiği alt düzeyde kayıpların yerini çok zorlanmadan doldurabiliyor. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusu bunu daha uzun süre mümkün kılabilir. O nedenle PKK’lı militanları öldürmek tek başına örgütün moral gücünü, amaçlarını, taleplerini ve bunlara ulaşma umudunu azaltmıyor. Terörle mücadele literatüründe liderlerin ortadan kaldırılmasının terör örgütlerinin gücü, devamlılığı, talepleri ve performansına nasıl etki yaptığı konusunda farklı görüşler var. Bize göre PKK liderlerini hedeflemeyen, hatta buna öncelik vermeyen bir mücadelenin sonuç alması çok zor olur. Bayık ve ekibinin kalbine korku salmadan onları makul bir müzakere kıvamına sokmak neredeyse imkânsız. Bunun için de liderleri sürekli takip etmek, onlarla ilgili anlık ve nokta istihbarat üretebilecek durumda olmak gerek. Bu kolay değil ve şimdiye kadar Türkiye’nin bu yeteneği geliştirememiş olması gerçek bir skandal. MİT ve askeri istihbaratın başına getirilecek kişilerden belki de ilk önce PKK liderlerine yönelik istihbaratın geliştirilmesi istenmelidir. Bu sağlandığında da, PKK ile o anda müzakere ediyor bile olsa yüksek değerde hedef tespit edildi mi vurmaktan kaçınmamak gerek. PKK'nın her saldırısı ya da tehlikeli hamlesine misliyle karşılık verebilecek istihbarat, ateşgücü, koordinasyon ve kararlılığa sahip olmamız gerekiyor. Bu arada tabii dağa çıkmanın yaz kampına gitmek olmadığı, gidenlerin beyninin kayaların üstünde yapışıp kalabileceğini düşündürmek de önemli. Ama bölgedeki insanlarda oluşan, “bu savaşı PKK’nın kazanacağı”na dair algının kırılması ise hayati. Sonuçta PKK’nın askeri varlığının sonlandırılması elbette müzakereyle olacak ama bu kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Şunu kabul edelim, Türkiye’nin bu savaşı kaybetmesi özellikle yapageldiği hata ve eksikliklerde ısrar ederse ciddi bir olasılıktır. Bu aşamada Türkiye’nin uzun bir süre müzakereden bahsetmemesi gerekiyor. Müzakere konusunu çok çabuk ve istekle dile getirmek karşı tarafa bizim savaşma irademiz, sabrımız, kayıp vermeye ve acıya dayanıklılığımız konusunda arzu edilmeyen olumsuz sinyaller gönderiyor. Hâlbuki Suriye ve Irak’ta eli dolu olan ve işi tırmandırırsa ABD ile girdiği yeni ilişkiyi riske edecek olan taraf PKK. Türkiye şu anda askeri dikkat ve enerjisini büyük ölçüde PKK’ya odaklayabilir. Elbette IŞİD de var ve Suriye’deki “bölge”yle ilgili olarak gireceğimiz taahhütler de askeri yükler getirecek ama onlar ikincil önemde. Sonuçta PKK için ne kendi ne de bu taraftaki insan kaybının önemi var. O yüzden liderlerin peşinden gidip onlara ölüm korkusu salmak gerekiyor. Yani ceviz ağaçlarının altında yayılıp meyve yerken korkmalı PKK liderleri ki masaya geldiğinde makul olsunlar. Tabii sadece bu değil ve bu da kolay bir şey değil ama gerekli ve mümkün. Liderlere yönelik nokta, vur-kaç komando operasyonları lazım, bunun için de eğitimli, çok çok iyi eğitimli personel, cesaret (çünkü riskli) ve tabii nokta ve anlık istihbarat. Önümüzdeki dönemde MİT’in artık barış istihbaratından önce savaş istihbaratına odaklanması gerekiyor: Hedefler, ilişkiler, toplantılar, şemalar, siyasi ve askeri planlar, adresler, kamplar, eylem hazırlıkları, hücreler, silah sevkiyatları, elektronik haberleşme, para transferleri, düşünme biçimleri ve karar alma mekanizmaları istihbaratı. PKK’nın üst düzey yetkililerine yönelik istihbarata önem verilmesi gerekiyor. IŞİD Türkiye’ye ABD’ye olduğundan daha büyük bir tehdit mi? Evet. Ama PKK da, hem IŞİD’e göre hem de tüm radikal örgütlerinin toplamının ABD’ye olan tehdidinden daha büyük bir tehdit Türkiye için. Bu kadar basit, adeta matematik kadar kesin ve açık bir şeyi anlamak o kadar eğitimli anlı şanlı entelektüel için niye bu kadar zor oluyor? IŞİD bu oyunda sadece karakter oyuncusudur (“tecavüzcü Coşkun”?), tabii engellenmelidir, etkisiz hale getirilmelidir. Ama Türkiye için esas büyük uzun dönemli tehdit o değildir. Ona bakarak ve odaklanarak PKK’yı gözden kaçırmanın açıklaması olamaz.
    Bu arada Türkiye’de kurulacak hükümetin bu mücadeleyi kararlılık ve ustalıkla sürdürecek türden olması da çok önemli. Bu nedenle PKK ile mücadeleyi önemseyen partilerin mevcut tercihlerini gözden geçirmeleri gerekebilir. Bu konuda son olarak şunu söyleyelim: Türkiye "iyi  insan" olarak PKK’yı yenemez. Savaşı kazanmak için PKK’ya karşı zalim, şımarık, dengesiz, küstah ve kinci olmalıyız. Bunlar kulağa hoş gelmeyen sıfatlar olabilir ama başarı için gereklidir. PKK’nın başarılı olma umudunu kırmalıyız, ki şu anda bu tarihi olarak en zirve noktalarından birinde, belki de yükseğindedir. Başarılı olmanın ahlaki getirisi bu belki rahatsız edici sıfatların önemini azaltacak ve onları affettirecektir. Zayıflık, yavaşlık, erteleme, kararsızlık, gevşeklik, sabırsızlık, yumuşaklık, unutkanlık, bağışlayıcılık gibi şeyler çatışmanın uzamasına ve çok daha fazla insanın ölmesi veya hayatının mahvolmasına neden olmaktadır.  İşte tam bu nedenle terörle mücadelede teröriste karşı yumuşak olmak sadece teknik değil ahlaki bir kusurdur da. “İyi olmaktansa korkulan ve saygı gören olmalıyız.” Yoksa bu kavgayı ya kaybederiz ya da sonuçlandıramadan çok kayıplar verir ve acı çekeriz.  İlk jest ve şirinlikte hemen yine çözüme dönecekmiş gibi davranmayalım ve dönmeyelim. PKK ile mücadele konusunda HDP dışındaki partilerin aralarındaki tüm husumet, şüphe ve görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebilmeleri ve temel konularda anlaşabilmeleri gerekiyor. Bunu yapamazlarsa da bu konuda kimin hangi pozisyona sahip olduğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve seçmenin de sandıktaki tercihini belirlerken bunu biliyor olması iyi olur. 
    HDP
    HDP’nin şiddeti desteklememesi, ki bunun doğruluğu bile tartışılır, yeterli mi? Şiddete net, aktif ve istikrarlı bir biçimde karşı çıkması da gerekmiyor mu? HDP’nin “elinde silah yok.” Burada hukuki bir suçlamanın hazırlığı anlamında değil analitik olarak soralım. HDP’nin PKK’dan farklı hangi konuda neyi var, talep, pozisyon, prensip, amaç ve felsefe olarak? HDP, PKK’yı “dinliyor” mu? Kullanıyor mu? En önemlisi onun kurduğu fiziki ve psikolojik baskıyla oy alıyor mu? HDP, PKK’dan bağımsız mı? Farklı mı? Ona yardım ediyor mu? Ondan yardım alıyor mu? HDP’nin hızlı ya da yavaş bir şekilde çözümün içeriği konusunda PKK’dan farklılaştığı iddia edilebilir mi? HDP PKK’yı eleştiriyor mu? Ona silah bırakma çağrısı yapıyor mu? PKK eylemlerini kınıyor mu?  Seçim sürecinde Demirtaş’a şu sorular tekrar tekrar sorulmalı değil miydi? PKK’ya yönelik eleştirileriniz neler? Onlarla direk görüştüğünüzde de bunları söylüyor muydunuz? Hiç PKK’dan emir aldınız mı? Bu arada acaba PKK ile yapılan görüşmelere 1) HDP dışındaki partilerin ortak oluşturdukları talep ve pozisyonlarla çıkılabilse sonuç ne olurdu? Hatta bu görüşmelerde diğer parti temsilcileri de gözlemci olarak katılsa bu teknik ve lojistik olarak imkansız mı olurdu? Görüşmeler bu şekilde yapılsa ve yine sonuç çıkmasa bu “çözümsüzlük” Türk tarafı için çok daha meşru ve silahlı mücadeleye başvurmak daha kolay, erken, güçlü ve etkili olmaz mıydı? Bunlar birçok kulağa masal gibi gelebilir ama bizce daha çok “devlet adamlığı yaratıcılığı eksikliği” olarak görülebilir.
    Barzani
    Bu arada Barzani kendi otoritesini giderek daha açıktan sarsan PKK’dan tehdit algılama, Ankara’yla kendi açısından hayati enerji ve ticaret ilişkisi, Bağdat ile yaşadığı gerilimlerden bunalma ve hatta İran’ın artan etkisinden duyduğu rahatsızlık gibi nedenlerle son krizde Türkiye’ye destek verdi. Sonuçta PKK’nın davranışlarının savunulamayacak türden olması da bir faktör olabilir. Ama PKK’dan sadece askeri değil artık belki siyasi olarak da çekinen Barzani’nin bazı durumlarda bu tavrını değiştirmesi de şaşırtıcı olmaz. Bir de Barzani’nin içinde yaşadığı iç ve dış sıkışıklıktan tüm açmaz, zorluk ve risklerine rağmen bağımsızlık kartını çekerek çıkmayı denemesi ihtimalini de göz önünde tutmalı. Hatta belki bunun için kafasında bir takvim belirlemiştir de Türkiye’ye açık desteği bununla ilgilidir. Düşük de olsa bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye’nin PKK karşısında sözlü destek aldığı Barzani’ye nasıl tepki vereceğini önceden kararlaştırması doğru olabilir. Bu cevabın olumlu olmaması gerekir diye düşünüyoruz ama bu konu belki üzerinde biraz düşünmeyi tartmayı gerektirebilir. 
    PYD
    ABD’lilerin ikili görüşmelerde PYD-PKK ilişkisi –aslında birliği- konusu açıldığında tam ne dediklerini bilmek ilginç olurdu. Tabii burada konunun ayrıntılı olarak konuşulduğu ve kendileriyle istihbarat bilgilerinin paylaşıldığını varsayıyor ve bunun henüz -hala!- olmadığını düşünmek bile istemiyoruz. Acaba bu toplantılarda bize, “sunduğun kanıtlar yetersiz” mi deniyor,  “eskiden öyleyse bile bunlar artık PKK değil, sen de fazla uzatma” mı? Yoksa iki örgütün aslında aynı şey olduğu kabul ediliyor ama sadece IŞİD’e karşı savaşan başka etkin güç olmadığı için bu durumu kabullenmemiz gerektiği mi? Washington’daki basın toplantıların katılan muhabirlerin sözcüleri bu tür sorularla açması belki enteresan yeni tartışmalar ve gerçeklerin kapısını açabilirdi. ABD’nin kendisinin de bilmemesi mümkün olmayan PYD-PKK birliği konusunda yeterince sıkıştırılmış ve utandırılmış olmamasını Türk devleti ve medyasının ciddi boyutta ortak bir ayıbı ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. Konuyu uzatmak istemiyoruz ama örneğin Obama’nın kendisinin bu yönde bir soruya ABD’nin pozisyonunu bizim lehimize az da olsa esnetmeden ve bazı itiraflarda bulunmadan cevap ver(e)meyeceğini zannediyoruz. Tabii burada bununla ilişkili şu başarısızlığı da hatırlayalım: Washington Post gibi gazetelerde ABD’nin üstünü çizdiği radikal Suriyeli grupların sözcüleri bile kolaylıkla dertlerini anlattıkları yazılar yayınlatabilirken (kaçırdıysak lütfen affola) Türkiye’nin resmi temsilcileri ya da Türk uzman ve yazarların Türkiye’nin IŞİD, PKK, PYD, terörle mücadele, Suriye gibi konulardaki pozisyon, iddia, öneri, eleştiri, uyarı ve savunmalarını  içeren tek bir yazı yayınlanmamış olmaları acıklıdır. (Bu arada tam bu yazı yayına hazırlandığı sırada Davutoğlu’nun Washington Post gazetesinde Türkiye’nin terörle mücadele pozisyonunu anlattığı yazısı çıktı, 31 Temmuz 2015). Bu durumun Türkiye’ye duyulan önyargı gibi mazeretlerle açıklanması mümkün değildir. Türkiye PYD konusundaki imaj savaşını şu anda ciddi olarak kaybetmiş durumdadır. Bu konuda dünyanın önyargılı olduğu doğruysa bile bizim de iyi bir performans gösteremediğimiz söylenebilir. PYD’nin Esat karnesi, PKK ile ilişkisi, yaptığı etnik temizlik, tüm şirin ve ultra ilerici görüntüsü altında Barzani’ye yakın Kürtlere bile alan bırakmaması, yaptığı suikastlar ve tehditler yeterince anlatılamadı.      
    ABD’ye şunu kameraların önünde açıkça sormalı değil miyiz? Sen şimdi bu PYD’nin PKK olmadığına ve Türkiye’ye karşı hiçbir şekilde şiddete başvurmayacağına “kefil” misin? Değil misin? O halde beni ne hakla engelliyorsun? Tabii burada akla şu soru da geliyor: Türkiye ABD’ye PYD’ye ilişmeyeceğinin sözünü verdi/verecek/vermeli mi gerçekten? Gerçi, PYD’ye, şu aşamada askeri bir harekât yapmanın, 1) bu örgütün dünyada “şirin” bir imaja sahip oluşu, 2) bize şu an için ivedi bir saldırı tehdidi olmayışı, 3) bunun da etkisiyle Türkiye’nin saldırgan ve kavgacı taraf olarak görülme riski, 4) bölgedeki ABD varlığı ve ABD’nin PYD’yi korumak için neler yapabileceğinin açık olmaması, 5) PYD’yi vurmanın Ankara’nın IŞİD’in koruyucusu olduğu yolundaki temelsiz ama yaygın kanıyı daha da güçlendirme ihtimali ve 6) aslında Türkiye’nin de yüzlerce kilometre genişlikte yeni bir cephe açmaya askeri, siyasi ve psikolojik olarak hazır olmaması gibi nedenlerle denenmemesi/ertelenmesi anlaşılabilir. Ama bize göre Türkiye PYD konusunda kendini bağlayıcı bir taahhüde girmemelidir. ABD PYD’ye PKK ve Türkiye ile ilgili olarak ne kadar baskı yapıyor? Ama aslında bir de şu var: PYD’nin şu anda “uslu ve cici” görünmeyi başarabilmesi bizim için iyi bir şey midir? PYD açık verse ve gerçek doğası ve niyetini kussa bizim için daha iyi değil mi? PYD hem ABD desteğini korumak hem de kendine ikinci bir cephe açmamak için şu aşamada PKK dışı görünmeye çalışacak ve Türkiye’ye ilişmeyecektir. Biz de “bu PYD bize saldırmıyor, iyi çocuklar bunlar, özyönetim, kadın askerler” vs diyecek “faydalı olağan aptallar” olacaktır. Eğer bunun geçici ve yanıltıcı bir sessizlik ve huzur olacağına inanıyorsak o halde ne yapmalıyız PYD’nin gerçek yüzünü kusması için?
    Türkiye kendisine karşı aktif silahlı eylemlere katılmış PYD üniformalı PKK’lıları isim isim ayrıntısıyla biliyor mu? Türkiye’nin elinde kaç PYD’linin kaydı var? Bu kayıtla ne kadar ayrıntılı? Bu teröristlerin database’i ne kadar özenli tutuluyor, ne kadar güncel, ayrıntılı, kullanışlı ve analitik? Ne kadar sık kullanılıyor? MİT PKK-PYD ilişkisini somut olarak dokümante edemiyorsa ne için var diye sorası geliyor insanın. Kadro, doktrin, amaç, lider, strateji, kumanda sistemindeki benzerlik ve hatta birliği, aradaki haberleşmelere dayanarak kanıtlamak ve ABD’nin ve dünyanın önüne koymak ve bunu gecikmeden yapmak gerekiyor. Gerçi ABD (zaten halihazırda sahip olması gereken bu istihbaratla yüzleştiğinde bile pişkinliğe vurarak, “haklı olabilirsin, ama napalım bu işler böyle, bu arkadaşlara ihtiyacım var, alış bu duruma” diyebilir. Hatta neredeyse kesinlikle böyle diyecektir. PKK-PYD ilişkisi kanıtlanıp ABD önce utandırılıp sonra bunlarla iş tutmaktan vazgeçirilmeye mi çalışılmalı, yoksa bu hiç ya da çok denenmemeli mi? ABD PYD’den vazgeçebilir mi? Vazgeçmeyecekse ilişkileri germeye değer mi? ABD’yi bu konuda zorlamamanın onu PYD’den tamamen vazgeçirmesi değilse bile ona telkinde bulunmaya ve onun davranışlarını sınırlamaya zorlaması ve desteğini sınırlaması gibi faydaları olabilir. Geçen yazıda söylediğimiz gibi bu aşamada ABD’yi -o da bir parça- suçlu hissettirmekten fazla şeyler ummak doğru olmayabilir. 
    Bu arada, Türkiye’de bazılarının sandığı gibi, IŞİD’e karşı Türkiye’nin gönülsüz ve sınırlı da olsa desteği PYD’nin sağladığından daha önemli mi gerçekten ABD için? Bundan emin olmayalım. Kaldı ki, artık Türkiye IŞİD’e karşı aktif mücadeleye katıldıktan ve İncirlik’i operasyonlara açtıktan sonra kolay kolay burada geri adım atamaz. Ama ABD dolaylı ve imalı olarak da olsa şunu diyebilir: “PYD yerine seni seçmemi istiyorsan onun ‘yerde’ yaptığını yapabilmen lazım. Yok bunu bana veremiyorsan o zaman kusura bakma ben PYD ile ilişkimi devam ettiririm. En fazla İncirlik karşılığında bunun ölçek ve alanını sınırlayabilirim. O da benle çok sıkı pazarlık yaparsan. Gevşek olursan onu da unut.”
    Bir de şu soruyu soralım ki peşin hükümlü olduğumuz, değişime ve umuda tamamen kapalı olduğumuz düşünülmesin:  PYD PKK’dan esasta, kalıcı ve müspet şekilde farklılaşabilir mi? Bu ne olursa mümkün olabilir? Bunu en etkili nasıl talep, teşvik ve tespit edebiliriz? PYD PKK geçmişinden sıyrılabilir ve artık PKK’lı değil gibi düşünüp hareket edebilir mi? Daha ileri gidelim, PKK’nın kendisinin şimdi PYD’nin olduğu iddia edilen türden “cici” bir şekle bürünmesi mümkün olabilir mi? Son hafta içinde yaşanan olayların gösterdiği ise bunun çok düşük ihtimal olmasının yanında zaten PKK’nın kendisi tarafından da istenmediğidir. 
    Şu aşamada PYD konusunu kabullenmek ve zamana bırakmak dışında bir yol yok gibi düşünülebilir. PYD rahat mı bırakılmalı? Peki rahat bırakmanın parametreleri ve kuralları ne olacak? Türkiye PYD’ye aşılmasına kesinlikle tahammül göstermeyeceği açık bazı çizgiler çizmeli, hem coğrafi hem aktvite hem de söylem olarak. Bunlar aşıldığında da ABD dahil hiçbir gücün PYD’nin hem de orantısız sertlikte cezalandırılacağını engelleyemeyeceği bilinmeli. PYD konusunda sürekli iddia, talep, uyarı, sınırlama, ceza ve mühlet verme gibi yollarla uyanık, ihtiyatlı, tetikte, aktif  ve talepkar olmak mümkün ve gerekli. PYD’nin Türkiye’ye karşı dokunulmazlığı de fakto, de jure ve hatta zımnen dahi olmamalı. PYD tarafından Türkiye’ye yapılabilecek en ufak saldırının çok sert karşılık bulacağı açık olmalı. PYD’nin ilerleyen askeri kapasitesine yönelik operasyonlar yapılmalı. Hatta bazen sırf Türkiye’nin caydırıcılığını periyodik bakıma almak için ve rakibi çaresiz hissettirmek için kaprisli olunmalı ve “incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle” kaprisli bir şekilde PYD vurulmalı ve ABD’nin varlığına rağmen burada patronun kim olduğu hatırlatılmalı. Gerçi bu tür önerilerin Türk karar alıcılar tarafından uygulanmayı bırakın anlaşılabileceğinden bile umutlu değiliz. Düşmanı çaresiz bırakma, tüm umutlarını tüketme amaçlı bu tür adımlar kendileri için fazla riskli, anlamsız ve gereksiz bulunacaktır.   

    http://www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2015/07/31/8261/turkiye-pkk-ve-pydye-ne-yapmali

    ..