Kürt Açılımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürt Açılımı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2019 Salı

AKP’nin Şivan Perver Sevdası

AKP’nin Şivan Perver Sevdası


Yazan  
Ali Aydın AKBAŞ  
02 Mart 2011

Kürt açılımı sürecinde, “Şivan Perver’i Türk kamuoyuna ambalajlayıp pazarlama” operasyonu yapılmakta

Kürt açılımı denilen süreç başladığından beri devam eden "Şivan Perver'i Türk kamuoyuna ambalajlayıp pazarlama" adını verebileceğimiz bir operasyon yapılmakta olduğunu görmekteyiz. Son olarak Başbakan yardımcısı Bülent Arınç'ın Almanya'da görüşmesi ile gündeme gelen Şivan Perver, birilerinin yutturmaya çalıştığı gibi "aydın", "sanatçı" ya da "barış havarisi bir melek" değildir. Aksine ırkçılığı körükleyen, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu felsefesine savaş açmış, büyük Kürdistan hayali ile yanıp tutuşan; bununla da yetinmeyip filen bunu gerçekleştirmek amacıyla televizyon kanalı bile açıp çalışmalar yapan bir fitne fesat odağıdır. Perver'in türkülerinde ön plana çıkan temel unsurlar; sosyalizm, Kürtçülük, Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı ve Türk düşmanlığı olarak görülmektedir.

Müziğin İnsan Psikolojisi Üzerindeki Etkisi

Şivan Perver müzik alanında faaliyet gösteriyor. Müziğin de insanlar üzerindeki en büyük etkisi oluşturduğu ruh halidir. Dinlenilen müzik türüne göre insanları karamsar ya da neşeli, hırçın ya da barışçıl, itaatkâr ya da isyankâr, tek düze ya da yaratıcı, ürkek ya da atılgan gibi değişik ruh hallerine sokan müziğin bu yönü günümüz dünyasında son derece profesyonelce bir şekilde kullanılmaktadır.

Şivan Perver, tanımlamamızda belirttiğimiz etkilerden "isyankar" ve "hırçın" etki yaratacak türden müzik yapmaktadır. Ülkemizde 1970'lerde Ayşe Şan gibi Kürtçe müzik yapan sanatçılar olmasına rağmen politik müzik yapan; isyankar, devrimci-bölücü çizgide hareket eden ilk isim Şivan Perver'dir .

Şivan Perver 70'li yıllarda Ankara'da okuyan Kürt kökenli öğrenciler arasında yayılmaya başlayan yeni siyasi fikirlerle tanışmış ve bu fikirleri müzikal alt yapısına kaynak olarak almıştır. O dönemde bu tür siyasal fikirleri yüz yüze veya yazılı olarak halka anlatmak mümkün olmadığından bu misyonu Şivan'ın halk arasında bantlarla kopyalanıp dağıtılan müziği üstlenmiştir.

Ancak dinleyenler Kürtçe şarkılardaki bu yeni tondan etkilenmesine rağmen, bu tonların arkasındaki motivasyonu algılayamamıştır. Şivan'ı Kürtçe müzik yapan diğer şarkıcılardan ayıran en büyük özellik de bu olmuştur. Yani müzik; siyasal bir düşüncenin ürünü olarak ortaya çıkmasına rağmen düşünceden önce halka ulaşmıştır.[1] Bu anlamda Şivan Perver söylediği türküler ile PKK'nın ortaya attığı siyasal fikirlerin halka ulaşmasında öncül bir rol oynamış, PKK'ya Güneydoğu'da yol açıcı olmuştur.

Şivan Perver namı diğer İsmail Aygün, Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinin Karakeçili Türkmen aşiretlerine mensup bir köyde doğmuş olup aslen Mardinlidir. Karakeçili köyünde doğsa da aslen yörede Türkçe'de Romana karşılık gelen "mırtıp" "mıtrıp" "karaçi" gibi değişik adlarla anılan taifeye mensup olduğu belirtilmektedir.Marksist-Leninist ideolojiyi benimsemiş ve bu ideolojiyi temsil eden şarkılar söylemiştir.Oldukça etkileyici bir ritim ve tonla söylediği şarkılarla PKK'nın silahlı mücadelesine destek veren Perver, Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yüzlerce genci dağa çıkmaya teşvik ederek onları ölüme sürükleyen bir Kürt ırkçısıdır.

Şivan Perver Kürtçülükten ve Büyük Kürdistan Hayalinden Hiçbir Zaman Vazgeçmemiştir

Yıllarca PKK için çalıp söyleyen Şivan Perver daha sonra Irak'ın kuzeyine geçerek Barzani'ye hizmet etmeye başlamıştır. Öcalan ile yolları ayrıldığı söylense de hiçbir zaman için böyle olmamıştır. Sorun sadece rant meselesinden kaynaklanmıştır. Daha fazla ranta sahip olacağını düşündüğü için Barzani ile anlaşmıştır. Yoksa sahip olduğu ırkçı fikirlerden asla taviz vermemiş aksine PKK'yı ve Öcalan'ı her zaman göklere çıkarmıştır…[2] PKK'nın Avrupa'daki yayın organları "Serxwebun" ve "Berxwedan" ın adını çocuklarına verecek kadar davasına bağlı birisidir.

Apo ve yandaşları ile daha Ankara'da iken tanışan Perver bakın bu konuda şunları söylemekte:"…Her şey siyasettir, siyasetsiz yaşam olmaz, siyasetsiz toplumlar sistemleşmez, ama ben kendim için yapmıyorum. Şarkılarımda genel siyasi konular işleniyor. Ayrıca her siyasi harekete katkım olmuştur. Ben müziğe başladığımda PKK düşüncesi olabilir ama parti yoktu. Yalnız sayın Abdullah Öcalan'ı duymuştum. Unutmayayım, bir de rahmetli merhum Mazlum Doğan'ı görmüştüm. Okuluma gelmişti, gerilla mücadelesi vereceklerini anlatmıştı. O zaman tanıştık. Bir o iki kişiyi tanımıştım. Sonra ben Mazlum Doğan'a nerden getirdin bu fikirleri diye sorduğumda; bana, 'sen Apo'yu tanıyor musun?' demişti. Ben sadece bunları görmüştüm. Sonra faaliyetleşti, gelişti, ulusallaştı ve ben de en büyük hizmetleri yapanlardan biriyim. Birçok siyasete hizmet ettim ve birçok değişik siyasetimiz de olsun istedim. Biliyorum işler kolay değil. Evet sanat Kürt toplumu gibi bir halk içinde siyaset taşır ve taşımalıdır. Bizde o toplumun bir ferdi olduğumuz için elbetteki her partiye destek ve hizmetimiz olmalıdır…"[3]

Kürt ırkçılığından hiçbir zaman vazgeçmeyen Perver, çok değil 21 Mart 2009' da Almanya'nın Hannover kentinde PKK tarafından organize edilen Nevruz etkinliğine katılarak burada şunları söylemekte:"Kürtlerin on yıllardır büyük bir bedel ödediklerini belirterek, "Biz halk olarak, büyük bedeller ödedik. Çok acılar çektik. Ama hiçbir zaman mücadelemizden ve özgürlüğümüzden vazgeçmeyeceğiz. Biz inatçı bir halkız. Bu inadımız olmasaydı bugün buralarda olmazdık"(…) "Kürtler bugün her tarafta direniş içindedir. Bu direnişin baş mimarlarından gerillayı selamlıyorum"(…)"Daha düne kadar bizi inkar ettiler, çocuklarımızın kollarını kırdılar. Ve bizi öldürdüler. Kürtlerin önderi Abdullah Öcalan'nı zindana attılar. Bugünde kalkıp Nevroz'u birlikte kutlamaya çalışıyorlar. Bu ikiyüzlülüktür. Bizim barış ve kardeşlik taleplerimizi hiçbir zaman kabul etmediler. Savaşla karşılık verdiler[4]"

Konuşması sık sık 'Biji serok Apo' sloganlarıyla biten Şivan Perver bunun üzerine Kürtçe 'Xun çaven minin' (gözümsünüz), diye karşılık vererek, 'İmralı'daki Kahramanı selamlıyorum' derken, bu sözü üzerine on binlerce PKK'lı tek ses olarak Öcalan lehine sloganlar atarak destek vermiştir.

2010 yılında Kom-Kar gurubu tarafından düzenlenen Nevruz konserinde bir konuşma yapan Perver: "..İngilizce öğreniyoruz, Almanca öğreniyoruz, Türkçe'yi bülbül gibi konuşuyorlar. Türkler bizim ruhumuzu alıyor. Türkler bizimle kardeş olamıyor, olmak istemiyorlar. Ölmemizi istiyorlar. Türklerin ruhu 1930-1945'lerdeki Almanların ruhu gibi olmuş.. Türklerin ruhu da faşistleşmiş. Bunu iyi bilin. Türk hayranlığı. Türkler onları basıyor basıyor, onlar da hadi bas diyor. Ayıp ya, çok ayıp yeter artık. ... Yeter be, Allah kahretsin bu Türk dilini ya, başımızdan defedelim. ... Allah kahretsin o kardeşliği... Türklerin ne saygısı var bize be."[5]

Yine 2010 yılında Viyana'da verdiği konserde konuşan Şivan Perver yine nefretini kusmuştur: "Türkiye şu anda ateş altındadır. Baskı ve zulüm devam ediyor. Özgürlüğümüz yok. Türk-Kürt birlikte hareket edersek kurtulabiliriz. Sonra bir Anadolu Cumhuriyeti çatısı altında kardeşçe yaşayabiliriz. Türkiye'de birçok şeyin değişmesi gerekir. Bunlar gerçekleşmedikçe benim gelmem fayda etmez. Türkiye'nin beni kaldırması mümkün değil. Çünkü ben zor bir insanım, kendi gerçeklerimden vazgeçmem. Şimdilik dönmeyi düşünmüyorum." [6]

Kürt Açılımı ve Şivan Perver

Şivan Perver'in Kürt açılımı sürecinde Türkiye gündemine gelmesi Başbakan Tayyip Erdoğan'ın partisinin 11 Ağustos 2009 tarihli gurup toplantısında "Neşet Ertaş 'Gönül Dağı' dediği zaman her birimizin tüyleri ürperiyor, aynı zamanda Şivan Perver 'Halepçe', 'Hazal' dediğinde gönül dünyamızın derinliklerine dalıyoruz.." [7] diyerek malum çevrelere gönderme yapmıştır. Kürt açılımının aktörlerinin teşviki ile söylediği zannettiğimiz bu sözler Kürtçü çevrelere bir mesaj niteliğindeydi. Çünkü bu sözler Kürtçülük ve PKK çizgisinde faaliyet gösteren kesimler tarafından büyük bir kazanım olarak algılanmaktadır zira Şivan Perver söylediği şarkılar ile PKK ideolojisine yıllarca kan taşımıştır.

Başbakan, Şivan Perver'den Halepçe'yi, Hezal'ı dinlerken duygulanıyordur belki ama Şivan Perver'in Ey rakip(ey düşman), Hernepeş (ileri), Kine Em(Kimiz),Serhildan Jiyane, Berxwedan Jiyane(Başkaldırmak Yaşamaktır, Direnmek Yaşamaktır) Halaylara Özgürlük , Xorte Kurd(Kürt Genci), Ala Rengin(Renkli Bayrak) ve Peşmerge gibi şarkı ve marşları dinlendiğinde düşmanlıktan başka bir şey görünmüyor.

AKP Grup Başkan vekili Suat Kılıç da Hükümetin Şivan Perver sevdasına eleştirenlere cevap mahiyetinde "Bu ülkenin gençleri 20-30 senedir Rock'n Roll dinliyor, yani bu memleketi Michael Jackson'ın İngilizce şarkıları bölmüyor da Şivan Perver'in 3 tane Kürtçe şarkısı mı bölecek?[8]" derken, Perver'in Kürtçü, bölücü ve kışkırtıcı kimliğini perdeleme gayreti içerisinde görülüyor.

Aslında burada ilginç olan bir yandan PKK'nın silahlı unsurları ile mücadele edilirken diğer yandan ideolojik ve zihniyet boyutu açısından PKK'yı bir terör örgütü olarak tanımama eğilimidir. Bunun tezahürü de doğrudan terör örgütü ile bağlantı kurmaktan ziyade örgütün silahlı alanı dışındaki kurum ve yapılarına sağlanan destektir. Bu desteğin illaki maddi olması gerekmemekte, PKK'nın meşruluğunu sağlayacak politik-sosyal nitelikli ilişkiler ağı ile tecessüm etmektedir[9]. Olayın asıl vahameti Şivan Perver'in devletin yönetici katında gördüğü itibardır. Bu itibar kazandırma operasyonu devlete isyan etmenin karşılığının "ödül" olarak alındığı imajını doğurması bakımından son derece tehlikeli bir algılamayı ortaya koymaktadır.

Başbakan'ın Perver ile ilgili sözleri siyaseten hemen karşılığını bulmuştur zira Şivan Perver, Kürt açılımını desteklediğini bir röportajında şöyle dile getirmiştir:Bu açılıma(Kürt açılımına) katılıyorum ve hükümetin bu tutumunu destekliyorum. Gül ve Erdoğan iyi bir adım attılar. Bu açılımdan(Kürt açılımından) vazgeçilmemeli[10].

Başbakanın övücü açıklamalarının ardından AKP Diyarbakır milletvekilleri Abdurrahman Kurt ve İhsan Arslan ile Van milletvekili Gülşen Orhan'dan oluşan heyet, Almanya/Bonn'da 14.11.2009'da katıldıkları "Şivan Perver Kültür Merkezi"nin açılışı sonrasında Perver'i tekrar Türkiye'ye davet etti. Şivan Perver ise heyete şunları söyledi "Kürt sorunu çözülmeden gelemem. Halk olarak özgürlük istiyoruz. 'Kine em?' şarkısını okumama izin vermezler." [11] Aynı toplantıda AKP Van milletvekilinin Şivan'a söylediği "Kürtlüğümüzü senin şarkılarını dinleyerek tanıdık" sözleri bazıları için Şivan'ın ne ifade ettiğini ortaya koyması bakımından oldukça önemlidir.

Hükümetin Şivan Perver'e yönelik operasyonunun bir başka ayağı da Kültür ve Turizm bakanı Ertuğrul Günay ile Kürt kökenli AKP milletvekillerinden Milletvekili Abdurrahman Kurt ve Türkiye'nin Berlin Büyükelçisi Ahmet Acet ile birlikte izledi..Konserin son bölümünde Perver'e teşekkür amacıyla Büyükelçi Acet ve Hatay Valisi ile birlikte sahneye çıkan, burada ''Memleketim'' adlı şarkıyı seslendiren koroya eşlik etmiştir, Günay ''Çok güzel bir akşam oldu. Şivan Perver ile birlikte söyledik'' derken, Perver de ''Bu memleket hepimizin, bu türküler hepimizin. Elbette söyleyeceğim'' diye konuştu. Türkiye'ye yakın bir zamanda gelip gelmeyeceği sorusuna karşılık da Perver, ''Çok yakında geleceğim'' diye yanıt verdi[12].

Aynı Ertuğrul Günay geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrasını Perver'in hizmetine sunabileceklerini de ifade etmiştir[13]. Şivan Perver'i ikna etmek fikrinden bir türlü vazgeçmeyen iktidar her türlü platformda bu talebini dile getirmiştir. Şivan Perver'in 30 Ocak 2010 tarihinde Viyana'da verdiği ve Mesut Barzani, Ahmet Türk, Sırrı Sakık gibi isimlerin de katıldığı konserde konuşan AKP'li Dengir Mir Mehmet Fırat, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Şivan Perver'in çok açık ve net olarak Türkiye'ye davet ettiğini anlattıktan sonra :
"Ben de Şivan ile görüşme fırsatı bulursam başbakanımızın bu davetini bir vatandaş ve milletvekili olarak yineleyeceğim.. İnşallah Türkiye'de de dinleme imkanına sahip oluruz. Şivan'ın bildiğim kadarıyla yasal bir engeli yok. Aldığı ceza da yok. Türkiye dışına çıktığı dönem içerisinde şartlar çok kötüydü.. Ümit ederim ki bu süreç içerisinde Türkiye'ye gelir, bizleri de mutlu eder..[14]" diyerek Hükümetin Şivan Perver sevdasını bir kez daha ortaya koymuştur.

Kürt açılımı çerçevesinde son olarak Şivan Perver ile Almanya'da görüşen Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç bu görüşmeden sonra "Şivan Perver'le çok güzel bir sohbet oldu. Ben kendisine Türkiye'ye gelmesini, konserler vermesini, hatta TRT Şeş'te böyle bir konserin mümkün olup olmayacağını sordum, onur duyacağını ifade etti. Şivan, Türkiye'ye dönmeyi düşündüğünü ancak bazı şartların olgunlaşmasını ve halkın bu konuyu daha iyi özümsemesini beklediğini söyledi. CD ve kasetlerinden bir takımını bana hediye etti, bir takımını da Sayın Başbakan'a verilmek üzere bana tevdi ettiler. Kucaklaştık. Birlikte çayımızı içtik, sohbetimizi yaptık ve ayrıldık. Şivan'ın Avrupa'da iyi bir orkestra ile vermeyi planladığı prestijli bir konserin maddi imkânlarını TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ile görüşeceğim. Bu konser, arkasından Şivan'ı Türkiye'de görmek gibi bir güzelliğe de vesile olabilir.[15]" diyerek memnuniyetini dile getirmiştir.

Şivan Perver'in Türkülerinden Bir Demet

Türk toplumuna yutturulmaya çalışılan Şivan Perver'in söylediği bazı şarkıların Türkçe çevirisini vermekte fayda görmekteyiz. Zira bu şarkı sözleri onun gerçek yüzünü gözler önüne sermektedir.

* Ey Rakip (Ey düşman)

İran topraklarında 1946'da kurulup 11 ay sonra yıkılan Mahabad Kürt Cumhuriyeti için Hozan Dildar tarafından yazılan marştır. Bugün Irak'taki sözde Kürdistan Federal Yönetimi'nin milli marşıdır. Sözlerinin Türkçesi şöyledir.

"Dinle düşman, Kürt halkı hala yaşıyor 
Top ateşinden ve felaketlerden hiç yılmayacak. 
Kürt gençliği aslan gibi şahlanıyor, 
Sarsılmaz cesaretiyle, 
Hayat tacını kanıyla kazanıyor. 
Kim söyleyebilir Kürdün yok olduğunu 
Kürt yaşıyor, bayrağı yeniden dalgalanacak. 
Biz ki, Medler'in ve Keyhüsrev'in çocuklarıyız.. 
Kürdistan'dır daima inancımız ve kanunumuz 
Devrim çocuklarıyız kızıl renkle kutsandık. 
Korkmuyor musun ey düşman, kanlı geçmişinizden 
Kürt gençliği daima kurban vermeye hazır. 
Ölüme hazır, ölüme hazır, ölüme hazır."

*Hernepeş (İleri)


PKK'lılar tarafından sözde "milli marş" olarak kabul edilen bu şarkı yüzünden kaç gencin canı yanmıştır, kaç genç dağa çıkmıştır bölgede yaşayanlar iyi bilirler. 

Kürt gençlerini kızlar üzerinden dolduruşa getirerek dağa çağıran bu sözde milli marşın bir kısmının Türkçesi de şöyledir:

"Güzel Kürt kardeşlerim gelin
Ülkemizin ardına gidelim
Eğer siz gelmezseniz biz kızlar yeteriz
Haydi ileri, gün bizim günümüz
Ülkemizde mücadele bizi bekliyor
Yeni kuşağın genç kızları biz de çalışmak istiyoruz
Biz bu genç canımızı ülkemizin yoluna koyduk
Yüreklerimiz çelikleşti artık
Haydi kızıl bayrak için hep beraber gidelim…"

*Serhildan Jiyane Berxwedan Jiyane(İsyan Yaşamdır, Direniş Yaşamdır)

Bu şarkının da Türkçe sözlerine bakınca kime karşı direnişten, kime karşı isyandan, nerenin dağlarından bahsettiğini ve Kürdistan özlemi içerisinde nasıl 
yanıp tutuştuğunu çok daha iyi anlıyoruz.

"Dağların tepelerinde isyan hey
Zindanlarda direniş
Delikanlıların sesi güzel geliyor bana
Kızların sesi güzel
İsyan, direniş… 
İsyan yaşamdır
Direniş yaşamdır
..

Durmak fayda getirmez
Onu geliştirmek bizim amacımızdır
Kürdistan bizi bekliyor
Onun gözleri bizi çağırıyor
İsyan, direniş… 
İsyan yaşamdır
Direniş yaşamdır"

* Hevale Bargiran im(Yükü ağırın arkadaşıyım)

Şivan Perver bu şarkısında dağlarda çatışan PKK'lılara desteklerini bildiriyor. Çünkü PKK literatüründe PKK'lı teröristlerine hitap edilme şeklidir. 
Perver, PKK yandaşlarına da kaygılanmayın ben yanınızdayım diyor ve Türkiye'nin "Kürdistan"ı sömürdüğünü ifade ediyor.

"Yükü ağırın arkadaşıyım, Yükü ağırın arkadaşıyım
Savaşçının arkadaşıyım, Savaşçının arkadaşıyım,
Esaret altındaki halkın ozanıyım, Kürdistanın ozanıyım, Kürdistan'ın sesiyim
Kaygılanmayın Kürdistan'ın eli koluyum.."

*Kine Em( Kimiz Biz)

Perver'in "Türkiye'ye gelirsem, bana söyletmezler" dediği şarkı. Kürtçülere destek vermeyen Kürtlerin de hedef alındığı şarkının bir bölümünde şunlar 
söylenmekte:

"Kürdistan perişan
Tutsak olmuş Kürtler
Zulmün, zorbalığın ve tutsaklığın uykusuna dalmışlar
İnsanlık nedir bilmiyor düşman
Saldırın ve ele geçirin!
Boyunlarını kırın bu pis mundarların!
İçimizden kovun bunları
Yaşasın Kürdistan! Kahrolsun köleciler!.."

*Mıhemmedo

Trt6'nın Açılışında da söylenen şarkı askerlerce öldürülen bir teröriste yazılan ağıttır aslında.

"Loy loy, Mehmet arkadaş (yoldaş),
Mehmet'in bedeni dağların zirvesindeki zirvedir anacığım,
Sevgilimin bedeni dağların zirvesindeki simgedir,
Hey ateş düşsün bu Romilerin (Türklerin) evine,
Mehmet'in bedenine darbe vurdular bu kurnaz tilkiler,
Diyorlar ki, Romi (Türk) askerleri Mehmet'in yolunu kesmiş.
Haber verelim Diyarbakır'a ve Siverek'e,
Mehmetimizin intikamını alsınlar,
Gençlerin elindeki gülsün, mendilsin,
Düşmanın gözüne girecek mıhsın…"

* Ez Xore Kurdım (Ben Kürt Genciyim)

Kürt gençlerin kanına nasıl girdiği ve onları dağlara nasıl sürdüğünün kanıtı olması bakımından aşağıdaki sözler oldukça önemlidir:

"Ben Kürt genciyim çok anlı şanlı
Almışım topu ve tüfeği
Ben savaşa ve cenge gideceğim
Eğer ben dönmezsem anne sen ağlama...
Senin ve benim annem Kürdistandır
Biz kendimizi kurtaralım el altından
Eğer dönmezsek bu bizim için şandır
Eğer ben şehid olursam anne sen ağlama"

*Keçe Kurdan( Kürt Kızı)
Ala Rengin (Renkli Bayrak)

Şivan Perver'e ait bu şarkı, Aynur Doğan'ın "Keça Kurdan" adı ile 2004'te çıkardığı kasette yer aldığından dolayı, kaset 26 Şubat 2005 tarihinde Diyarbakır 

6. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından; "Kürt kızlarının savaşmaya davet edildiği, yasadışı silahlı örgüt propagandasının yapıldığı" gerekçesiyle toplatılmış 
ve yasaklanmıştır.

"Kızlar, istiyoruz ki bizimle görüşmeye gelin
Kızlar, istiyoruz ki bizimle savaşa gelin,
Hey hey biz Kürt kızlarıyız,
Savaşta arslanız, mertlerin umuduyuz,

Hey hey biz Kürtlerin gülleriyiz, 
Başkaldırının setiyiz, 
Kürt kızı, kaldır başını! 
Hani vatan, hani özgürlük?
Hani biz yetimlerin anası?"

Sarı Kırmızı Yeşil renklerden oluşan sözde Kürt bayrağına methiyeler düzen Perver bakın neler söylüyor:

"Kutsal ve renkli bayrağım, alıp yürüyeceğim seni

Gençlerin omzundasın, ortanda parlak güneş

Üç renkli bayraksın sen, savaşın sembolüsün sen
Ey Kürt Gençleri! Selamlayın bayrağı

Bu gün kucakladık, gün gelecek yücelteceğiz seni
Kutlu bir günde çizgilerinle süsleyeceksin çatıları, bahçeleri
Yeşil, kırmızı ve sarısın, zaferin işaretisin

Ey Kürt Gençleri selamlayın onu.."

Bu şarkıda gelecekteki "bir günden" ve bu güne bayrağın katacağı neşeden, sevinçten bahsedilmiştir. Bugünden kastın bağımsız bir Kürt Devleti'nin  kurulacağı gün olduğu aşikârdır.

Şarkıyı propaganda hale getiren hitap ettiği kitledir. Şarkı, siyasal, coğrafi herhangi bir sınır taşımadan bütün Kürtlere hitap etmektedir. 

Yani Türkiye başta olmak üzere İran, Irak ve Suriye'de yaşayan Kürtler, bir sembol olan bayrak altında bağımsız bir devlet kurmaya ve bu şekilde yaşamak 
için mücadele etmeye teşvik edilmekte, özendirilmektedir.

Sonuç

Kürt açılımı çerçevesinde Şivan Perver üzerinden yürütülen operasyon ile aslında PKK'nın değirmenine su taşınmaktadır. Şivan Perver'i muhatap almak, 

ona itibar kazandırmak PKK'ya karşı yürütülen mücadelede PKK tabanına moral depolamaktadır. Zira Şivan Perver PKK tabanında, yıllarca Kürtçülük yapmış, 

gençlerin dağa çıkmasında etkili olmuş, onlara umut taşımış bir simgedir. Hükümet de bu simge üzerinde siyasi rant hesapları yapmakta ve bu uğurda 

PKK ideolojisine itibar kazandırmaktadır.

Şivan Perver birilerinin iddia ettiği gibi bir "sanatçı", "kültür adamı" değil; aksine söylediği şarkılar ile "bağımsız-birleşik Kürdistan" hayalinin ideolojik alt 

yapısını tesis etmek misyonu üstlenmiş siyasi bir figürdür. Örneklerini verdiğimiz şarkıların sözlerinde ve manalarında Onun bu yolda ne kadar etkili bir çaba yürüttüğü apaçık ortaya çıkmaktadır.


[1]http://www.mikailaslan.net/ , 06.01.2007

[2] Terörist başı Abdullah Öcalan'ı öven sözleri için bakınız. http://www.youtube.com/watch?v=mKQbIFHUhBQ&feature=related

[3] 18 Şubat 2005, Özgür Politika'ya verdiği röportaj.

[4] "Şivan Perwer: İmralı'daki kahramanı selamlıyorum" ANF, 21 Mart 2009

[5] Vatan, "Allah Kahretsin Türklerin Ruhunu" 21.2.2011

[6] Rojev, 01.02.2010'den aktaran Odatv.com,10.02.2010

[7] http://www.akparti.org.tr/ak-parti-genel-baskani-ve-basbakan-erdoganin-ak-parti-tbmm-_6300.html

[8] "Bu memleketi Rock'n Roll bölmedi, Şivan Perver'in şarkıları mı bölecek?", Anadolu Ajansı, 20.02.2010

[9] İkbal Vurucu, "Terörizm Karşısındaki Zaafiyete Bir Örnek: Şivan Perver Olayı", www.21yyte.org, 25.02.2011

[10]Taraf, "Şivan Perver: Devlet Türkleri de Asimile Etti" ,14.09.2009

[11]Fırat Haber Ajansı, "Şiwan Perwer: Sorun çözülmeden Türkiye'ye gitmem", 16.11.2009

[12]Anadolu Ajansı, "Ertuğrul Günay Şivan Perver ile 'Memleketim'i Söyledi", 11.03.2010

[13] İnternethaber.com, "Kültür Bakanı Günay Şivan Perver isterse Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nı görevlendireceklerini söyledi" 24 Şubat 2011

[14]Milliyet, "Şivan Perver: Türkiye şu an beni kaldıramaz", 31 Ocak 2010



[15]Odatv.com, "Şivan Perver mi değişti, Bülent Arınç mı?", 10.02.2011

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/akpnin-sivan-perver-sevdasi

***

26 Kasım 2017 Pazar

Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Irak-Şam İslam Devleti’nin geleceği, Petrol Güvenliği ve Kürt açılımı,


Prof. Dr. Şener Üşümezsoy
19 Ekim 2014

Sömürgecilikten, küreselleşmeye ve “ Haydut Devletler ” tezine…




Küreselleşmeci teorisyenler kolonyal dönemden sonra emperyalist döneminin daha sonra ise küreselleşme döneminin geldiğini söylerler. Ve bu dönemin askerî, politik ve stratejik durumlarına bakarak emperyalizmi askercil bir olguya indirgerler. Kapitalist sömürünün hem yerel hem de küresel eşitsiz sömürüsünün üzerini örterler.

Paul Sweezy ve Paul Baran emperyalizmin gelişme döneminde emperyalist merkezin sömürüsüne girmiş bir alanın yeniden kendi çizgisinde büyüyebilmesinin mümkün olmadığını söylerler. Bu tezden hareketle Marks’ın İngiltere’nin Hindistan’ı sömürgeleştirdiği dönemdeki tezi geçersiz kılınmaktadır.

“Hindistan’ın gelecekteki gelişme düzeyi İngiltere’nin bugünkü durumudur” diyen Marks’ın ilerlemeci bakış açısıyla ürettiği tez 19. yüzyılın bir ürünüdür. Burada kapitalizmin geliştirici özelliği esas alınmış, emperyalist-sömürgeci özelliği ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin Hindistan’a girmesinden sonra artık doğal gelişimin olamayacağı görülmemiştir.

Paul Baran, Lenin’in eşitsiz gelişme yasasına bir katkı yaparak sisteme entegre olmuş bir alanın sistemin sömürüsü altına gireceğini savunmuştur. Bu tezi Andre Gunder Frank, Latin Amerika’daki geri üretim tarzı olan latifundialar gibi köle emeğine dayanan sistemlere uygulayarak bunların kapitalist gelişimin müdahalesi sonucu ortaya çıktığını söylemiştir. Böylece Marks’ın ilk tezinin ilericiliğinin kalmadığını ortaya koymuşlardır.

Bu durumun net görülebilmesi için Sweezy ve Baran’ın içinde yetiştiği Vietnam Savaşı’nın yaşanması gerekmiştir. Savaştaki ABD bombardımanı ABD savaş sanayini tetiklerken Vietnam Halk Savaşı da bağımlı halkların savaşarak bağımsızlığa ve sosyalizme geçişine neden olmuştur. Sweezy ve Baran bu yıllarda durumu açıkça görebildiler.

Takip eden dönemde SSCB’nin bürokratikleşmesi, krize girmesi ve çökmesi, buna karşılık dünya sisteminin büyüme dönemine girmiş olması artık emperyalizmin bittiği küreselleşme döneminin başladığı tezinin oluşmasına neden olmuştur. “Küreselleşme” ve “bilgi çağı” cilasıyla sunulan bu tezle antiemperyalizm ve mücadele döneminin devrinin de kapandığı iddia edilmişti.

ABD’li stratejist Thomas Barnett’in analizleri bu noktada siyasî açıklamalara yön verici olabilir. Barnett, Pentagon’a yol haritası çizmek için yaptığı yorumda, küreselleşmeci ABD ile ona entegre olan Almanya ve Japonya’nın oluşturduğu yapı “head to head” üçlü bir mücadelenin sürecini ele alır. Bu 80’li ve 90’lı yılların esasını oluşturmuştur. Bu süreçte diğerlerini geride bırakan ABD olmuştur. Bu da esas olarak Körfez Savaşı’yla olmuştur. ABD bombaları Irak’a düşerken, ileri sürülen tez “küreselleşmeye katılmayan devletlerin haydutlaşması ve bunların sistem tarafından cezalandırılması” oldu. Barnett’in ilk küreselleşmecilerine ek olarak ikinci küreselleşmeciler Rusya, Brezilya ve Çin oldu. Meksika ve Hindistan’da yerlerini alıp dünya sistemiyle bütünleştiler. Ama dışarıda kalan devletlerin sistem tarafından cezalandırılması gerektiği ileri sürüldü.

Kaddafi Libya’sı, İran, Venezüella ve Saddam’ın Irak’ı esas “haydut devletler” olarak görüldü. Bunlardan Saddam Irak’ı B-2 bombardımanlarıyla yok edildi. Kaddafi de benzer şekilde ortadan kaldırıldı.

Solda süreci algılama zaafı

Bugün kendine sol diyen ve antiemperyalist politikayı ortodoksça savunan anlayışlar dahi ABD’nin saldırısı için yağmur duasına çıkar gibi bombardıman duasına çıktılar. Oysa Leninist formüle göre esas mesele ilerleme değil sistemi yöneten emperyalizmin yıkılmasıydı. Sol teorisyenler bunu inkâr etse de Thomas Barnett’in, Brzezinski’nin tezleri karşımıza çıkar: İmparatorluk çağında da emperyalist gerçek değişmemiştir. Emperyalizm; Ömer Güven’in 1970’li yıllarda söylediği gibi Amerikan doları ve postalıyla temsil edilirken, günümüzde teknoloji geliştiği için Amerikan bombaları ve füzeleriyle temsil edilmektedir.

Leninist devrimci-ulusçu model emperyalizme karşı duruşu esas almaktadır. 1920’lerde Afganistan’da gerici gözükse de Emanullah Han’ın İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadelesi bu nedenle desteklenmişti. Lenin, sosyalist İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu İngiltere’nin Hindistan’ı ve Afganistan’ı sömürgeleştirmesine karşı feodal Emanullah Han’ın yanında yer almıştı. Aynı şekilde İngiltere’nin Mısır’da Sudan’a doğru yaptığı sömürgeci yayılmaya karşı feoadalitenin de gerisinde bir toplumsal formasyona sahip olan Mehdi hareketi de desteklenmiştir. Mısır’daki ticaret burjuvazisinin sözcüsü konumundaki İslamcı Mehdi hareketi, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu emperyalist İngiltere’ye karşı savunuldu.

Günümüzde Saddam’ın bombalanmasına solun birçok kesimi tarafından karşı çıkılmadı. Kaddafi’ye saldırılması da benzer şekilde değerlendirildi. Afganistan’a yapılan saldırıda ise El Kaide’nin ABD tarafından yaratıldığı söylenerek sol tarafından desteklendi.

Çakal Carlos, Fransa’da yazdığı Devrimci İslam adlı kitabında devrimci ve sistem karşıtı tavrı İslamcı hareketlerde gördüğünü söylüyordu. İlerlemeci tez yerine Batı karşıtı, bazen Hıristiyan karşıtı ama esas olarak sistem karşıtı mücadele veren bu grupları destekledi. Bu ilerlemeci açıdan bakıldığında belki kabul edilemeyebilir. Fakat sistem karşıtlığı açısından başka bir gerçekliğin olmadığı da görülür. Bu El Kaide ya da Taliban’ın zamanında ABD tarafından örgütlenmesiyle örtülemez.

SSCB’nin yıkılması ve seküler sol örgütlerin zayıflaması sonucu bu alana cihatçı örgütler hâkim oldu. Bu hareketlere karşı sistemin ideolojik mücadelesi Ilımlı İslam kavramıyla oldu. Cihatçılığın Doğu toplumlarındaki köklerine ulaşmasının engellenmesi için reformist, Batıcı bir anlayış desteklendi. Fakat özellikle Arap Baharı ile cihatçılığın Batı karşıtı bir tepkiye dönüşmesi engellenemedi.

Cihatçılık Batı karşıtlığına evrildi

Cihatçı hareket, İslam toplumunun en primitif dönemine dayandı ve Peygamber devri öncesi Arap toplumunun tepkisel tavırlarını Selefîlikle bünyesine aldı. Cahiliye döneminin ve sonraki Haricîlerin, İbni Haldun anlattığı Arap kabilelerinin tavırlarını günümüze taşıdılar. Bunlar Batı tarafından reddedilse de Doğu için cazip olabildi. Klasik Arap milliyetçiliği, Baas temelli politikaların yerine bu cihatçılık geçmeye başladı.

El Kaide’nin de Batı tarafında reklamı yapılmış liderliğinin de etkisi oldu. ABD neo-con ekibinin istemediği sonuç ortaya çıktı. Batı toplumundaki İslamcı gençler, Troçkist ve devrimci temelleri İslamcı temellerle birleştirdiler. Radikal Selefî ideoloji böylece Doğuya doğru akmaya başladı. CIA, başlangıçta bunu Baas tipi, Nâsır, Kaddafi, Esad’a karşı kullandı. Bunları, Müslüman olmamakla suçlayan İhvancılık ile yıkmaya çalıştılar. Fakat bu tersine dönerek Batı karşısına geçti. Seyyid Kutub, Hasan el Benna tarzı giderek sol tarafından tanımlandığı anlamında sistem karşıtı, antiemperyalist bir kanala girdiler.

Bu çok fazla telaffuz edilmese de Sultangaliyev’in tasvir ettiği bir kanaldır. Emperyalizme hatta Batı proletaryasına karşı Doğu’nun İbni Halduncu anlayışta tarif edilen komünal yapılarına dayanan bir devrimcilik söz konusuydu. Sınıf mücadelesi gerçekleşemeyince sistem karşıtı bir tepki ileri sürülmüştür. Bu da proleter uluslar kavramıyla milliyetçi temelde gelişen ve dinsel formasyonlara da sahip bir antiemperyalizm gelişti.

Sovyet Devriminde Çarlığa karşı mücadele eden Sultangaliyev’in Kızıl Tatar ordusunun yanında Nakşî Vahidov’ların varlığı söz konusuydu. Lenin de sistem karşıtlığında Marks’ın kapitalizmin geliştirilmesini savunan ilerlemeci tezini eleştirmişti. Bu tezi Menşeviklere bıraktı.

Meselenin tarihsel boyutları

1970’lerde Deniz’lerin, Mahir’lerin kurduğu yapıların devamı olduğunu söyleyen yapılar bugün Amerikan bombardımanı talep ediyorlar. Burada bir çelişki ortaya çıkar. IŞİD’in Selefî ve Haricî yöntemlerle kafa kesme pratiklerinin yarattığı tepki bir yandadır. Ama bu tepki aslında Osmanlı toplumunda palalarla kelle uçurmanın İslamî bir infaz olduğu gerçeğiyle de yan yana durmaktadır. Bu yöntem aşırı bir şekilde kullanıldığı için toplumda objektif bir tespit yapma olanağı da kalmadı. IŞİD’in Şii Hilali karşısında bir Sünni Hilali anlamında gelişen bir hareket olduğu, tarihsel alan olarak da Emevi ve Mervani hanedanlarının egemen olduğu Bağdat’ın kuzeyi Musul, Halep ve Şam’a yerleşen bir yol izlediği anlaşılmadı. Bu Arap iktidarının pekiştirilmesi anlamına gelir.

Emevi bölgesi ve Mezopotamya’da yer alan bu bölge Arapların Sünni kanadının mekânıdır. Abbasilerin ve Şiilerin alanı ise Bağdat ve güneyindedir. Bu çatışma Abbasîlerin Sünni olmasına karşılık, Sünnilerle Şiilerin tarihsel hesaplaşması anlamına geliyor. Abbasiler, Emevileri devirirken Şiiler adına harekete geçmişti. Şiilerle beraber iktidar olmuşlardı. Şam’ın iktidarını yıkmışlardı. Bu alan daha sonra Zengi Devletine kaldı.

Petrol yatakları üzerindeki egemenlik için geçmişteki Baasçı-Arap milliyetçisi iktidar yerine aynı sosyolojik tabanla Selefî bir yaklaşımla mücadele başladı.

Şii Hilalinde ise geçmişte Marksist-Leninist örgütlenmelerin temelini oluşturan Şii unsurlar dinsel bir militanlık içindeler. Mehdi Ordusu gibi militan Şii gruplar köklerini Hz. Ali’nin mücadelesine dayandırıyorlar. İki grup da gerçekte petrol yataklarının paylaşım mücadelesini veriyorlar.

IŞİD, Arap ve Kürt alanları

Saddam’ın bombalanması ve uçuşa yasak bölge ile engellenmesiyle bir Kürt özerk bölgesi ABD tarafından oluşturulmuştu. ABD’nin eğittiği peşmergeler bu alanı kontrol ediyorlar. Sünni Araplarla Kürtler arasındaki çatışmanın yeni versiyonu da bu son olaylarla ortaya çıktı.

Esad ise Türkiye’ye karşı bir tampon bölge olarak Suriye’nin kuzeyini Kürtlere bıraktı. PKK da burada Batı Kürdistan adıyla kantonlar oluşturdu. Şii Araplarla Sünni Arapların çatışmasından faydalanılarak Suriye ve Irak’ın kuzey kesimlerinde Kürt bölgeleri ortaya çıktı. Bu tarihsel ve diyalektik bir sürecin sonucu değildi. Küresel, konjonktürel olgular bunu yarattı.

Sünni Arap temelli aşiretlerin Selefîleşmesi ve militanlaşması ile IŞİD ortaya çıktı. Şiilere karşı Bağdat’a ilerlerken kuzeye ve doğuya Kürtlere karşı harekete geçti. Mezopotamya’nın ele geçirilmesi Kürtleri Zağros Dağları’na itecek bir hareket anlamına gelebilir. Türkiye’de ise Mardin – Urfa alanı da Halep’in devamı olarak Sünni Arap alanlarıyla beraber yeniden yapılandırılabilirdi. Türkiye’nin güçlü yapısı IŞİD’i bu bölgeleri talep etmekten uzak tuttu.

Bu Arap alanlarında Kürtleşmenin gelişmesi ile Suriye’de ve Irak’taki Kürtleşmeyle beraber IŞİD’e tepki yoğun oldu. Temmuz ayındaki “IŞİD Gerçeği” başlıklı yazımda bugün olacakları tahmin etmiştim. Atık bu bölgede IŞİD kendi alanını ele geçirerek petrole dayanacak bir görünüm sergilemektedir.

Amerika’ya “bomba yağdırma” duası

IŞİD’i tüm politik çevreler kendi çizgisine göre tanımlıyor. İP çevresi ABD’nin ve İsrail’in kurduğu yolunda değerlendirmeler yapıyor. AKP ise Esad’ın ve Batı’nın ürünü olduğunu söylüyor. PKK ise Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğunu savunuyor. Bu üç körün bir fili farklı tarif etmelerine benzer.

70’li yıllarda Mihri Belli’nin yoldaşı Şevki Akşit bir konferansta “Ortam çok karışıksa ve ‘biz doğru yolda mıyız’ sorusunu cevaplayamıyorsak ‘düşmanlarımız bize ne diyor’ ona bakmalıyız. Eğer sırtımızı sıvazlıyorlarsa yanlış, bize saldırıp küfür ediyorlarsa bilin ki doğru yoldayız” demişti. Bu ölçüyle IŞİD’e ABD, Almanya ve tüm batı saldırırken sol görünümü altındaki hareketler ABD bombardımanı altındaki IŞİD’e karşı ABD’nin safına katıldılar. Pentagon’un açtığı silah kampanyasına imza attılar.

Burada ikili bir konum ortaya çıkıyor. Hem sol olmak hem de emperyalist sistemin politikalarına dâhil olmak, izinde yürümek…

Bu aslında ilerlemeci tezin gerici olarak tanımladığı dinsel yapılanmalara karşı Amerikan sisteminin yanında yer alma teorik saplanmasından kaynaklanıyor. Bu da devrimci bir yaklaşım değildir. IŞİD’in Erbil, Musul ve Mahmur’a saldırılarının önünü yoğun bombardımanla ABD kesebildi. ABD ile onun inisiyatifinde ortaya çıkmış olan Irak Kürt özerk bölgesi yine doğal olarak ABD tarafından korundu. Eğer IŞİD Amerikancı olsaydı, ABD’nin onu bu kadar yoğun bombardımana tabi tutması düşünülemezdi. IŞİD’in Amerikancılıkla eleştirilmesi bir çelişkidir. IŞİD, “Rojava”ya Temmuzdan önce de saldırmıştı. Kandil ve Türkiye’deki PKK güçlerine, Apo; “100 bin kişi Suriye’ye geçsin” demişti. Cizre ve “Rojava”ya bunun üzerine önemli bir yığılma oldu. Burayı Esad’ın boşaltmasıyla PKK geçici bir güçlülük hissetmiş olmalılar ki Irak Kürt bölgesi ile aralarında büyük hendekler açmışlardı. Bu hendeklerin amacı peşmergenin girişini engellemekti. Buradaki Barzani yanlısı unsurlar da tasfiye edilmişti. Temmuzda Kandil’in “Rojava”ya tüm gücünü yığmasına rağmen IŞİD’in saldırısı yine ancak ABD bombardımanı ile engellenebiliyor.

ABD bombardımanını talep etmek ise Türkiye’deki “sol” gruplara düşüyor! Bu da tarihsel bir “yaman çelişki”dir.

Bölgedeki Türkmen Faktörü

IŞİD ise Afrin, Cizre ve Kamışlı’ya doğru yayılmaya çalışıyor. Afrin, Antep’in hemen güneyindedir ve burada güçlü bir otantik Kürt yerleşimi yoktur. Kamışlı ise esasa olarak meşhur Arap aşiretleri bölgesidir. Türkiye’de de Urfa ve Mardin’de Arap aşiretleri yine yoğundur. IŞİD’in bu Arap aşiretlerine karşı bütünleşmesi hem Şii Hilaline karşı hem de Kürtlere karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin tarihsel doğal uzantıları ise Halep ve Musul bölgeleridir. Bu alan Türk alanıdır. Ama Türkmenlerin Kürtleşmesi olgusu da önemlidir.

Aksungur Porsukî, oğlu İmadeddin Zengi ve torunu Nureddin Zengi Şam ve Halep atabeyleri olarak bu bölgeyi yönetmişlerdi. Artuklular Mardin ve Amed’de, Urfa’da Bozanoğulları Selçuklu’yla beraber buraya gelmiş Türkmenlerin iktidarını oluşturmuşlardı. Türbe dolayısıyla çok gündeme gelen Süleyman Şah ise sanıldığı gibi Osmanlı’nın atası değil Selçuklulardandır. Suriye Selçuklularından Tutuş’la yaptığı savaşta yenilince orada gömülmüştür. Tutuş onun cesedini Selçuklu ailesinde yaygın olan ayak yapısından tanımıştı. Ve cesedin başında ağlamıştı! Tutuş ise daha sonra yine Selçuklu olan Berkyaruk ile çatışmasında öldürüldü. Porsukî, Zengiler, Artuklular, Sökmenler, Bozanlar Türkmendir. Giderek Araplaşmışlardır. Bir kısmı ise Şafiilikle Kürtleşmişti.

Sonraki dönemde İlhanlılar ile gelen Oyrat, Sulduz ve Celayirler de egemen olmuştu. Bunlardan da sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlular buraya yerleşti. Bunların Şah İsmail Safevi devrinde Şiileşmesi ise bugünkü Şii Türkmen olgusunun kökenini oluşturdu. Bunların dışında Akkoyunlulardan kalan Hanefi Türkmenler de vardır. Bunlar 16. yüzyılda gelmişlerdi.

Bu bölge ya Rum Selçukluları ve Osmanlıların ya da İran Selçukluları ve Safeviler tarafından yönetildi. Bu güçlerin mücadele sahası oldu. İlhanlılar tüm bölgeye egemenken halefleri burada iktidarlarını sürdürmüşlerdi.

Devlet olmak, halkı koruyabilmekten geçer

Çaldıran’dan sonra egemenlik tamamen Osmanlılara geçti. Bundan sonra da bir Pax Otomana – Osmanlı Barışı dönemi yaşanmıştı.

Devlet olmak o bölgenin halkının güvenliğini sağlamaktan da geçer. İran’a ve Araplara karşı Osmanlı ve ondan önce de Selçuklu bu güvenliği sağlayabilmişti. İlhanlı döneminde de bu başarılabilinmişti. Tarihte Mısır, Osmanlı ve İran’ın yanında bir de Bağdat’ta devlet vardı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bu güçlerin dengelerine göre farklı egemenler tarafından yönetildi. Akkoyunlu ve Karakoyunlular geçici döneminin dışında burada bir devlet merkezi olmamıştı.

Öcalan’ın ulusal devlete karşı çıkan ve Kandil’le tartışmaya giren Habermas tarzı yaklaşımı dikkatle incelenmeli. Etnisite ve ulusal dilin devlet kavramında yer almayacağını söyleyerek, çözüm sürecinde önünü açmak istemişti. Bu komünler ya da kantonlar yapılanmasına dayanan bir tezdi. Bu ise ne Suriye’nin, ne Irak’ın ne de Türkiye’nin toprak bütünlüğüne dokunulmayacağını iddia ediyordu. Ulusal devlet oluşturulamayacak Halep, Kamışlı, Cezire gibi alanlarda var olan tüm etnik yapıların içinde yer alacağı demokratik yapı tezi ileri sürüldü. Paris Komünü gibi ilerici bir görüntüye bürünmeye çalışıldı. AB’de ulus devletlerin kalmadığından hareket eden Apo, bu komünlerin Akdeniz’den Basra Körfezi’ne kadar genişleyebileceğini savundu. Bu sorunu çözer gibi gözüken kolaycı bir yaklaşımdır. Hatta böylece Türkiye’nin içinde daha küçük Kürt kantonlarının da kurulabileceğini iddia etmiştir. Bunu çok önce belirtmiştik.

Sol açısındansa şöyle bir yaklaşım gelişti: “Doğuda bir Kürt partisi olabilir ama Batıda bir Türk partisi olamaz! Parti çok etnilidir.” Bu noktada da adından “Türkiye” ibaresini bile çıkaran örgütler oldu. Demokratik ulus kavramı kantonsal bir yapılanma için savunuldu.

ABD desteğiyle Barzani’nin oluşturmaya çalıştığı devletçik veya Esad’ın çekilmesiyle oluşturulan kantonlar bir dış saldırı karşısında kendini koruyamadılar. Bu devletçikler ve kantonlar birbirini suçlarken IŞİD’in Sünni Arap tabanlı saldırısı göğüslenemedi. Buradaki halkın Türkiye’nin desteği olmadan Yezidilerin konumuna düşeceği de açıktır.

Devlet olabilmenin kendini savunabilme zorunluluğu ortaya çıktı. ABD bombalaması olmasaydı Musul’un bir günde terk edilmesi gibi “Rojava” da birkaç günde terk edilecekti. Tüm PKK güçlerinin burada konumlanmasına karşın durum budur. Halk da buradan Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştır. Yoksa bombardıman da yapılamayacaktı.

Kamışlı da düşerse demokratik ulus ve kantonsal yapılanmanın Ortadoğu için geçerli olmayan Avrupa için geçerli bir düşünce olduğu iyice ortaya çıkacak. Türkiye’deki açılım süreci de Kamışlı kantonunun Mardin kantonu ile birleşmesi, Kobani’nin Suruç ve Urfa’yla birleşmesi, Afrin’in Antep’le birleşmesi gibi bir taleple yapıldı. Fakat IŞİD saldırıları bunun yapılamayacağını ortaya çıkardığı gibi Kürt halkına da böyle bir yönetimin olamayacağını gösterdi.

Kürtler petrol güvenliğini de sağlayamadı, IŞİD sağlarsa ABD’yle uzlaşabilir

Barzani ile İran’ı çatışmalarına karşı Barzani bölgesini İran milisleri korudu. Mahmur’u ise PKK değil Amerika IŞİD’den kurtardı. ABD stratejistleri açısından da buradaki Kürtlerin askeri bir varlık gösteremeyeceği de yine bu saldırılar dolayısıyla ortaya çıktı. ABD’nin 25 yıldan beri üzerinde çalıştığı proje çöktü. Petrol bölgeleri üzerinde güvenlik sağlayabilecek iktidar Kürtler tarafından sağlanamıyor. Bu ortaya çıkınca ABD burada Kürtlere dayanan projesi rafa kalkacaktır.

IŞİD burada bir düzen kurup, şekilsel sivriliklerini tasfiye ettikten sonra bir İslam devleti olarak petrol bölgesinde güvenliği sağlaması koşuluyla ABD ile uzlaşabilir. Bu ihtimal de söz konusudur. ABD için esas olan petrol şirketlerinin petrol çıkarması ve sisteme aktarmasıdır. ABD bu nedenle Venezüella’ya dokunamadı. Kürtler ise bu güveni veremedi. Orta gelecekte diğer ihtimaller belirebilir.

Kaddafi’nin düşürülmesi sonrası da Libya petrollerinin güvenliği sağlanamadı. Yerel iktidarlar kabileler arasında çatışarak bu otoritenin kurulmasını sağlayamadı. Bu tip bir savaş içindeki Ortadoğu petrol şirketleri için ideal değildir. Amerikan silah şirketleri bunu istese bile petrol akışının durması ABD açısından istenir bir olgu olamaz.

ABD bombardımanın hedefindeki IŞİD alanı gerçekte petrol alanıdır. ABD de “bizim için önemli olan bu alanın güvenliğidir” demektedir. IŞİD’den başka burada bir statüko ve denge sağlayabilecek güç de görünmüyor. Bu nedenle IŞİD’in bombardıman edilmesi, onun ABD ile uzlaşmaya yönlendirilmesi anlamına da geliyor. “Büyük Kürdistan” kurulması ve alternatif bir gücün oluşması ihtimali de ortadan kalkmış görünüyor. Türkiye ise PKK’nın Kürt halkında yarattığı ABD yardımına rağmen ayakta kalamama ezikliğini değerlendirebilir. Ayaklanma denemeleri de bu başarısızlığı gizleyemiyor. Bu da “açılım PKK’yla değil Kürt halkının kendisiyle yapılmalı” tezini AKP’de güçlendirebilir. Tayyip Erdoğan’ın son konuşmaları da bu izlenimi yaratıyor.

IŞİD’in bu bölgedeki egemenliği tarihsel olarak Arapların Kürtlere tepkisinin dışavurumu olarak değerlendirilmeli. Ama stratejik anlamda da temel mesele petrol bölgesinde egemenlik kurulmasıdır. Türkiye açısındansa konu “Kuzey Kürdistan” için model olarak sunulan “Batı Kürdistan” modelinin çökmesidir. Artık PKK bile açılımda ne talep edeceğini bilemiyor. Kürt halkının PKK’ya güveninin sarsılması açılımın bir süre dondurularak daha sağlam bir muhatapla sürdürülmesine neden olabilir. PKK tüm güçlerini yığdığı bölgede yenilerek bir savaşın tarafı olamayacağını gösterdi. PKK’nın Türkiye ile bir savaşı da yeniden göze alma ihtimali kalmadı. Kürt halkının da desteğini kaybettiği bir noktada devletin kendisine karşı başlatacağı bir topyekûn savaş PKK’nın zayıf karnıdır.

Buna rağmen Türkiye açılımda Kürt halkının temsilcileriyle görüşme noktasındadır. PKK’nın Hüda Par’la keskinleşmiş mücadelesinin altında da geleceğe dönük bu projeksiyon var. IŞİD’in devletleşmesinin de sistem tarafından kabul edilebileceği de gözüküyor…

http://www.turksolu.com.tr/irak-sam-islam-devletinin-gelecegi-petrol-guvenligi-ve-kurt-acilimi/




15 Kasım 2017 Çarşamba

AMERİKAN PERSPEKTİFİNDEN, ABD TÜRKİYE ORTAKLIĞI .., BİR ADIM İLERİ

AMERİKAN  PERSPEKTİFİNDEN, ABD TÜRKİYE ORTAKLIĞI .., BİR ADIM İLERİ


ABD TÜRKİYE ORTAKLIĞI.., BİR ADIM İLERİ..., ÜÇ ADIM GERİ
Michael Werz & Max HOFFMAN

12 Mart 2015
Mehtap Çolak Yılmaz


Meşhur Kemalist Söyleme göre

 “ Türkiye’nin Üç tarafı Denizle, Dört tarafı Düşmanla Çevrilidir ”. 

   Yıllarca öğrencilere öğretilen ve politikacıları yönlendiren bu algı, Türk politik vizyonuna Soğuk Savaş döneminin getirdiği kısıtlamaları yansıtıyor. 

Soğuk Savaş döneminde NATO’nun güney kanadı olan Türkiye, Batı ittifakında hiçbir ülkenin olmadığı kadar, çift kutuplu dünyanın uzak bir jeopolitik köşesine hapsedildi. Türkiye, Varşova Paktı üyesi, Baasçı veya İslamcı eğilimleri olan baskıcı rejimlerle yönetilen ülkeler ve İran ve Yunanistan gibi derin tarihsel düşmanlıkları olan ülkelerle çeviriliydi.Bu kuşatma anlayışı 1990’larda yumuşamaya başladı ve 2002’de AKP hükümetinin seçim zaferiyle daha köklü bir değişime uğradı. 

   Başbakan Erdoğan Eylül 2008’de, Cumhurbaşkanı Gül’ün uzun süre yabancılaştırılmış olan Ermenistan’a tarihî gezisi sonunda, “Türk kompleksi arkamızda kaldı” şeklinde bir açıklama yaptı. Pratikte ve retorikte karşımıza çıkan bu değişimler Türkiye genelinde hâkim olan yabancı ülkelerin ülkeyi sınırlamaya çalıştığı yanılgısını yenmek için önemli bir çabaydı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, “ Komşularla Sıfır Sorun ” Politikası, bu ana tema üzerine kurulu ve eski düşmanlıkları ittifaka çevirme amacına yönelikti. Bu yaklaşım determinist olup Türkiye’nin coğrafi konumuna dayansa da önemli bir ileri adımdı. Bu yeni görünümün, her bölgesel dinamiğin arkasında Batı emperyalizmini gören Türk komplo teorilerini eskiteceğini uman Türkiye’nin dostları ve Batılı gözlemciler  büyük bir iyimserliğe kapıldı. Bu yeni görüş, muhafazakâr bir perspektifle belirlenmişti ama aynı zamanda evrensel maddeler içeriyordu ve Ortadoğu ile iyi ilişkiler ve Avrupa Birliği üyeliğine yönelik modern ve rasyonel bir pozisyon barındırıyordu. 

2009’daki “ Kürt Açılımı ” bu dış politikanın yerel karşılığıydı. Açılım, Türk siyasetini ve toplumunu askerî etkiden arındırmak ve çoğunluğu Türk vatandaşı olan  binlerce Kürdün ölümüne yol açan, son otuz yıldır süren çatışmayı sonlandırmak için yapılan samimi ve politik açıdan cesur bir çabaydı. Açılımın çevresindeki hizmetler ve söylemsel değişim dolaylı olarak Türkiye Anayasası’nın “Hiçbir faaliyetin Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin karşısında korunamayacağını” dile getiren başlangıç maddesinin ne kadar eskidiğini ve belirsiz olduğunu gösterdi. Örneğin, devletin resmî televizyon kanallarında ve radyo istasyonlarında Kürtçe program yayınlanmaya başladı -ki bu geçmiş yıllarda düşünülemez bir gelişmeydi. Açılım, ülkenin etnik çeşitliğinin kabullenildiğini ve vatandaşlığın anlamın dan uzaklaşıldığını teyit etti. Bu gelişmelere bağlı olarak Başkan Obama, Bush döneminin ardından ABD’nin İslam dünyasıyla ilişkilerini yeniden oluşturma çabalarının bir parçası olarak 2009’da ilk yurtdışı seyahatini Ankara’ya gerçekleştirdi; bu, başkanlık tarihinde bir ilkti. TBMM’de yaptığı konuşmada Obama “Türkiye’nin demokrasisinin ülkenin kendi başarısı olduğunu ve hiçbir dış güç tarafından Türkiye’ye hükmedilmediği  ni” vurguladı ve ABD ile Türkiye arasındaki dayanışmanın önemini dile getirdi.


 _ Son bir buçuk  yıla damga  vuran dönüm noktalarından öğrenilecek önemli derslerden biri, Türkiye’nin Coğrafi Konumunun hem önemli bir değer hem de yükümlülük olduğudur.

 AMERİKA

   Ankara konuşması Obama hükümeti tarafından, Başbakan (şimdiki Cumhurbaşkanı) Erdoğan’ın ABD’yi sık sık kendi yerel popülist politikasında kum torbası olarak kullanma eğilimiyle birlikte Türk tarafından gittikçe artan çelişkili sinyallere karşın Türkiye’de beş yıl daha devam edecek ciddi bir politik sermaye yatırımı  başlattı. 

ABD, Türkiye ile ilişkilerini iki hükümet arasındaki sayısız günlük işlemin ötesinde, Türkiye’nin demok ratik reformlarla içeride meşruluğunu arttıran, Ortadoğu’da ekonomik ve  politik angajmanlarla bölgesel istikrara katkı sağlayan ve giderek karmaşıklaşan bölgesel dönüşümleri demokratik ve çoğulcu bir biçimde şekillendiren, kalıcı bir ortaklık hâline getirmeyi hedefliyordu.Ama geçtiğimiz yılki gelişmeler acı  bir şekilde bu beklentilerin gerçekçi olmadığını ortaya koydu. Belki de benzersiz bir bölgesel karışıklığın kurbanı olan Türk-Amerikan ortaklığı önemli  bir dönüm noktasından geçti. Ötesine geçmek bir tarafa, günlük işlemler bile artık zorlu birer pazarlık konusu hâline geldi. Siyasi yatırım politikası Türkiye’de veya en azından Türkiye’deki mevcut hükümet üzerinde işe yaramadı. 

Ömer Taşpınar’ın teşhis ettiği gibi, ABD “ Kendi hâline bırakma” politikasını deniyor ve Ankara hükümetini karşılık verip vermeme konusunda kararını vermesi için kendi hâline bırakmış durumda.Üç dönüm noktası Türkiye hükümetinin yetenek ve etkilerinin sınırlarını ortaya koyuyor. 

Bu üç nokta üç sıkıntılı ülkede, 
Üç meşhur yerle ilişkili: 

(i) İstanbul’da Gezi Parkı, 
(ii) Irak’ta Musul ve 
(iii) Suriye’de Kobani.

Gezi Parkı Mayıs 2013’te İstanbul’da bir şehir parkını kurtarmak için gerçeklesen küçük  bir protesto hareketi kısa bir süre içinde Türk toplumunda dönüşümün göstergesi 
ve muhtelif kentsel orta sınıfın,  bugün İslamcı olan geçmişte dışlanmış işçi sınıfının politik ve kültürel baskılarına karşı hareketlenmesinin sembolü
Son bir buçuk yıla damga  vuran dönüm noktalarından öğrenilecek önemli derslerden biri, Türkiye’nin coğrafi konumunun hem önemli bir değer hem de yükümlülük 
olduğudur.


https://www.amerikaninsesi.com/a/turk-amerikan-ortakligi-bir-adim-ileri-us-adim-geri/2677633.html


***


ABD'li düşünce kuruluşu: Bırakalım da AKP 'değerli yalnızlığı'n tadını çıkarsın.,

Obama yönetimi üzerinde etkili olduğu bilinen düşünce kuruluşu Center for American Progress, 9 sayfalık Türkiye raporu yazdı

13 Mart 2015 07:39



Ankara-Washington hattında yaşanan güvenlik, dış politika ve ticaret alanlarındaki sorunlar etkili düşünce kuruluşu ‘Center for American Progress’in (CAP-Amerikan Terakki Merkezi) Türkiye raporuna yansıdı. Demokrat Parti’ye yakın CAP, dün yayımladığı 9 sayfalık değerlendirmede “Bırakalım da AKP hükümeti, taraftarlarının dillendirdiği ‘değerli yalnızlığı’n tadını çıkarsın” diyerek Obama yönetimini bölgede Türkiye’yi önceleyen yaklaşımını değiştirmeye çağırdı.

Zaman'dan Beraat Gökkuş'un haberine göre, Michael Werz ve Max Hoffman imzası taşıyan raporda, ABD Başkanı Barack Obama’nın AKP yönetimindeki Türkiye’ye “güçlü, canlı ve seküler” demokrasisine güvenerek önemli siyasi yatırımlar yaptığı belirtildi. Ankara’nın ise Obama yönetimi için çok önemli olan “Irak’ın istikrarı, İran’ın nükleer alandaki hevesine karşı uygulanan ambargo rejiminin sağlamlığı ve terörle mücadele” konularında Washington’un beklediği katkıyı vermediği ifade edildi. “ABD-Türkiye Ortaklığı: Bir adım ileri üç adım geri” başlıklı incelemede bugün çok az sayıda uzmanın Türkiye’yi “canlı bir demokrasi olarak değerlendirebileceği, Avrupa Birliği üyeliği için gösterilen çabanın durduğu ve Ankara’nın güvenilir bir NATO üyesi olup olmadığının sorgulandığı” tespitlerinde bulunuldu. CAP, AKP yönetimindeki Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasının pek çok nedeni olduğunu; Ankara’nın “Batı’ya ve Batılı değerlere” koyduğu mesafenin ise bu durumun temel sebebi gösterilebileceğini ifade etti. Washington’un bölgesel politikaları için Ankara’ya yaptığı siyasi yatırımın işe yaramadığını kaydetti. Werz ve Hoffman bu analizlerine AKP’nin Rusya ve Çin’le yaptığı enerji ihalelerini, IŞİD’e karşı mücadelede müttefikler arasında “tartışma götürmez temel konularda bile” Beyaz Saray’la girilen pazarlıkları, Türkiye’de Amerikan düşmanlığını körükleyen ve hükümet tarafından tekrar tekrar kullanılan ABD, AB ve İsrail karşıtı söylemi gerekçe gösterdi.

IŞİD’in 2014’te Musul’u işgal etmesi ve Ahmet Davutoğlu’nun ‘her şey yolunda’ açıklamasından bir gün sonra diplomatik personelinin rehin alınmasını örnek göstererek AKP yönetiminin kabiliyetleri sınırlı, stratejik öngörüden uzak bir müttefik olduğunu dile getirdi. CAP, bölgede ABD-Türkiye ortaklığının en önemli kırılma noktası olarak IŞİD’in kuşattığı Kobani’de Washington önderliğinde yürütülen müttefik güçlerin mücadelesine Anka-ra’nın gereken desteği vermemesini gösterdi.


http://t24.com.tr/haber/abdli-dusunce-kurulusu-birakalim-da-akp-degerli-yalnizligin-tadini-cikarsin,290295


***

13 Ekim 2016 Perşembe

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 8




Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 8


   İlk hedefleri Türkiye Cumhuriyeti’ne ortak olmak PKK yandaşları ve ele başlarının “ Ya ortak devlete razı olursunuz, ya da Türkiye bölünecektir " şeklinde savurdukları tehditler, 




Haçlı projesinin geldiği aşamayı gösteriyor 

ABD’nin kendi çıkarları çerçevesinde bölgeyi dizayn edip sınırları yeniden çizen Büyük Ortadoğu Projesi her geçen gün nihai hedefine adım adım ilerliyor. 
Bir başka tespit de şöyledir. Önemli olduğu için tekrarlayalım;"PKK açılımı"nın kısa döneme ait maddeleri ile orta ve uzun vadedeki, (Anayasa değişiklikleri 
dahil) düzenlemeleri bu kitapta ayrıntılarıyla yer almaktadır. AB’ye uyum (!) düzenlemeleri gibi, PKK açılımının kaynağı da, yine PKK’ya ait olan bu proje 
kitaptır. 

BOP’un Türkiye bölümü olarak gördüğümüz bu Proje kitap ile, kendisine BOP’un eşbaşkanı diyen sayın Erdoğan arasında bir bağ olabilir mi? Bu soruya 
cevap arayanlara yardımcı olmak düşüncesiyle, büyük bir parantez açalım ve sayın Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığı görevinin ne olduğunu doğru olarak 
anlayabilmek için, kendi ifadesine, sadece iki örnekle müracaat edelim. 
BOP’un amacı belli...

Birincisi; "Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir. BOP Ortadoğu barışına yönelik 
olarak kurulmuş ve bunun yanında ekonomik kalkınmasına yönelik, oradaki özgürlüğe yönelik, kadın haklarına yönelik, eğitim özgürlüğünü daha ileri 
safhalara taşımak için kurulmuş ve atılmış bir adımdır ve burada Türkiye’ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik." (13.01.2009 TBMM Grup 
konuşması) 

İkincisi; "Amerika’nın ’Büyük Ortadoğu Projesi’var ya, "Genişletilmiş Ortadoğu yani, bu proje içerisinde Diyarbakır bir yıldız olabilir, bir merkez olabilir. Bunu 
başarmamız lazım." (18.2.2004 Hürriyet) 

Bütün bu bilgilerin ışığında, sayın Başbakan Erdoğan’a verilen BOP eşbaşkanlığı göreviyle, bu yaşananların; Irak’ın mahvedilmesi ve PKK bölücü terör örgütünün nasıl bir bağlantısının olabileceğini düşünmeli ve açıklığa kavuşturmalıyız. Çünkü bu husus çok önemlidir. 

" PKK Açılımı " ve kafa karıştıran tartışmalar; 

İktidar sahipleri ve yandaşlarının iddia ettiği; "PKK açılıma karşıdır. Tasfiye olacağını anladığı için terör yoluyla provokasyon yapıyor" şeklindeki 
değerlendirmelerin yanlış ve tehlikeli olduğunu söylemeliyiz. 
PKK şartlarını kabul ettirdikçe, meşruiyet ve güç kazanmaktadır. Açılım paketinin gereği yapıldığında devletin hukuna dahil olacak ve etnik kimliğiyle temsil 
noktasına çıkacaktır. Bu kazanımlarla düşman saydığı Türkiye’yi gerilettiğine, vura vura mevzileri düşürdüğüne inanarak daha büyük boyutlu saldırıları 
düşünecektir. Kandil’den inen teröristlerin Habur’da zafer işareti yapmaları bunun bir delilidir. Terör örgütünün kazandığını düşündüğü bir sırada saldırıları 
durdurmasını beklemek, safça bir davranış olur. 
Onun için iddia edildiği gibi örgüt "provokasyon" yapmıyor, aksine saldırılarını artırıyor. Hatırlayalım, PKK’lılar TRT-6 yayına başladığında, özetle; "Vura 
vura dilimizi aldık. Yarın da toprağımızı alacağız" dememiş miydi? Örgütün mantığı böyledir. Siz bunu anlayamazsanız, çook, çok kan akar. 
Hiç şüphe yok ki, PKK hedeflerine ulaşıncaya kadar teröre devam edecektir. Bu gerçek iyi bilinmelidir. İlk hedefi Türkiye Cumhuriyeti’ne ortak olmaktır. Sonra 
1978 kuruluş bildirisi 1’inci maddesinde açıkladığı gibi; "Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan Cumhuriyeti"nin kuruluşuna geçmektir. 
PKK örgütlenmesini de buna göre yapmaktadır. Teröristbaşının talimatıyla Türkiye, Irak, İran ve Suriye topraklarını esas alan konfederal bir sistemi 
gerçekleştirmek amacıyla kurulan KCK, (PKK’nın Türkiye Meclisi) şehirlerde kaos çıkarmaya ve bölgelerde özerk yasama, yürütme ve yargı sistemi 
oluşturmaya çalışmaktadır. Son zamanlarda sokakları ateşe veren KCK, "şehir terörü"nü tırmandırarak, kalkışma günü için ortam hazırlamaktadır. 
Alt yapı hazırlanıyor 

Bu konuda, ABD’nin desteğiyle Suriye vizesinin kaldırılması, Bağdat’ta iki ülke bakanlarının "ortak hükümet" toplantısı yapma maskaralığı gibi gelişmeler, 
sanki Barzani yönetimiyle ilişkilerin ve Güneydoğumuzla bütünleşmenin psikolojik alt yapısını hazırlıyor. 
Bu konuda daha da ileri giden AKP milletvekili Mir Dengir Fırat bakınız neler söylüyor; "Irak halkı federal bir yapıyı tercih etti, oranın adı Kuzey Irak değil 
Kürdistan’dır, saygılı olmalıyız. Kürdistan’a vize kaldırılmalı. Erbil’den sonra Süleymaniye’de de konsolosluk açmalıyız. Banka şubeleri açılmalı, ticareti 
artırmalıyız.. vs. 

Meğer Irak Anayasası’nı işgalci ABD değil de, Irak halkı yapmış ve federal bir yapıyı kabul etmiş. Biz de buna saygılı olmalıymışız. Demek ki kardeş Irak’ta, 
1.5 milyon Müslüman boşuna öldürülmüş, iğrenç işkence ve tecavüzler boşuna yapılmış, Irak boşuna mahvedilmiş, yüzbinlerce namuslu kadın boşuna 
pazarlara düşmüş, ülke boşuna kanlı bir arenaya döndürülmüş, Türkmenler boşuna toplu katliama maruz kalmış, liderleri boşuna suikastlara kurban gitmiş 
ve boşuna Barzani’nin azınlığı yapılmış. 

Demokrasiden Anladıkları!.. 

Şu hale bakınız, yaşanan bu facialar adamın umurunda değil. Bunların insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, kardeşlikten, barıştan anladıkları belki 
de bu.. 
Zannedersiniz ki adam, kurulacak "Birleşik devletin" başına oturacak. Ne de olsa Kommagene Krallığından geliyor. Diyarbakır Belediye Başkanı’nın devletimize ve hükumetimize alenen küfretmesi, herkese laf yetiştiren Başbakanın bunu sineye çeker gibi susması, ele başlarının televizyonlara çıkıp, "ya ortak devlete razı olursunuz, ya da Türkiye bölünecektir" şeklinde savurdukları tehditler, Haçlı projesinin geldiği aşamayı gösteriyor olmalıdır. Hatırlanacak olursa, teröristbaşı da Türkiye’ye 2009 sonuna kadar süre tanımıştı. Ülkemizi korumakla görevli yöneticilerimiz ne yapıyor? 
Vatanımızda böylesine vahim durumlar yaşanırken, siyasi iktidar ne yapıyor diye soralım ve manzarayı görmeye çalışalım. 

İki Dilli Devlet!.. 

1- Bölücü teröre karşı "demokratikleşme" ve "özgürleşme" çerçevesinde başlatılan "PKK açılımı" ile "iki kimlikli", "iki dilli" devlet düzenine doğru adımlar 
atılıyor. 

2- Terör örgütü şehirleri ateşe verirken, güvenlik güçleri ya ortalarda görünmüyor, vatandaşın mal-can güvenliği teröristlerin insafına terkediyor, yada yetersiz güçle müdahale edildiğinden polisimiz çok zor durumda kalıp panzerleri yakılıyor ve canını kaçarak kurtarmaya çalışıyor. 

3- Ankara’da; yerli ve yabancı güçler tarafından, devletin beyni diyebileceğimiz en tepedeki organ ve kurumların kuşatılması sürüyor ve güven bunalımı 
derinleşiyor, karar alma mekanizması zayıflıyor; Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, bazı mahkemeler, hakim ve savcılar, Türk Silahlı Kuvvetleri ve 
bazı etkili kişilere karşı, müthiş bir baskı ve medya kampanyası desteğinde yıpratma programı uygulanıyor. 

4- Borç batağındaki, üretim gücü gerileyen ülke ekonomisi çöküntüye sürükleniyor. 

Bütün dünya; devletimizin içinde bulunduğu bu durumu, kendini devlet zanneden bazı iktidar sahiplerinin rolünü, bölgede kanun hakimiyetinin 
kurulamadığını, buna karşılık örgüt otoritesinin güçlendirildiğini seyrediyor. 

Çaremiz vardır ;

Bu ağır tablo karşısında seyirci kalınamaz, her halde yapılacak çok şeyler vardır. Kimse dur bakalım, bekleyip görelim diyemez. Çünkü yok olmanın 
denemesi de olmaz. Aynen ölümün denemesinin olmadığı gibi. O halde ayağa kalkarak kurtuluşun da, çarenin de kendimizde olduğunu görmeliyiz. Her şeyden önce, bu milletin de, bu devletin de çok güçlü olduğuna inanmalıyız. Çare bu gücün harekete geçirilmesindedir. Bunun ilk şartı da, milletimizin gerçekleri bilmesine bağlıdır. 

Bu görev de gerçeği bilenlere, felaketin farkında olanlara düşmektedir. 
Tabii felaketin farkında olduğu halde; iktidardan nemalananlar, dünyalığını tutanlar ve beklentileri olanlardan, tuzu kurulardan, sırça köşkten etrafa "aman 
iktidarı sıkıntıya sokacak işler yapmayın" fetvası yayanlardan, mevkii, dünya görüşü ne olursa olsun medet umulamaz. 

Namus Erbabına düşen görev 

Onun için bu mukaddes görev, felaketi farkındaki namus erbabının omuzlarındadır. Namus erbabı; durmadan, dinlenmeden vatandaşa, "PKK Açılımı"nın gerçek yüzünü, bu aziz vatanı bölmek isteyen Son Haçlı Seferi olduğunu anlatmak zorundadır. Demokrasilerde partilerin, en çok korktukları gücün vatandaşın oyu ve sandık olduğu bilinciyle, her vesileyle sorumlu AKP yöneticilerine, sesini yükselterek uyarmanın yolunu bulmalıdır. Bu yolda vebalin en büyüğü ise, AKP’li bakan, milletvekili ve parti yöneticilerindedir. Bu sorumlular ilk önce; Parti ve hükümet yetkililerine, kökeni ne olursa olsun hepimizin Türk Milleti’nin eşit ve şerefli evladı olduğumuzu, etnisite/ırk kümelerine göre ayrıştırmanın, yok olmak anlamına geldiğini izah etmelidirler. 
Açılım sona erdirilmelidir 

Tabii her şeyden evvel de, " PKK açılımı"nın acilen durdurulması için çalışılmalıdır. Bu yanlıştan dönülmezse, Ülkemizin kanlı bir kargaşanın içine 
sürükleneceği açık bir dille anlatılmalıdır. 

Özetlenen bu demokratik çalışmalar yapılabilirse, ülkemizin büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş olacağına şüphe yoktur.. Hem de en kestirme yoldan. Eğer 
bu demokratik çalışmalardan beklenen sonuç alınamazsa, kesin çözümün tarihi önümüzdeki milletvekili seçimleri olacaktır.. Seçmen vatandaşlar tereddüdü 
bırakarak, ülkemizi ağır bir çıkmaza sürükleyenleri, yüzümüze karşı ve çekinmeden, hala " Bize BOP’un eş başkanlığı görevi verildi" diye övünenleri, sandıkta azletmeli dir. Verilen mukaddes emanet geri alınmalıdır. Vebalden kurtulmanın da, milletimizin selamete çıkmasının da yolu bu kadar açık ve kolaydır. 

halde buyurun bu milli göreve. 


***** 

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 7






Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI  BÖLÜM 7 



Ayrışmayı körükleyecek çok tehlikeli adımlar... 

Eğer Anayasa’nın esas hükümlerini çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. 

21 KÜRTÇE YAYINA YENİ DÜZEN: 

RTÜK Yasası’nda yapılacak değişiklikle Kürtçe yayınlarla ilgili yeni düzenlemeler yapılacak. Özel televizyon ve radyoların Kürtçe yayın yapmasına izin 
verilecek.

Devlet televizyonunun 24 saat kurmanç lehçesinden yayınının yanında, bütün özel televizyon ve radyolar da 24 saat yayın yapacak. Bunun adına, asırlardır 
müstakil bir dil olamayıp, bölge ve etnik lehçe durumunda kalan Kurmançcayı, zorlayarak, tepeden inme mühendislik metodlarıyla dil haline getirme gayreti 
denir. 

Bu boşuna bir gayrettir, çünkü Farsça, Arapça ve Türkçe gibi büyük dil ve medeniyetlerin arasında kalmış olan bir lehçenin gelişmesi düşünülemez, 
muhafaza edilebilirse, ancak bugünkü kadar mümkün olabilir. Dillerin gelişmesi, her şeyden önce ihtiyacın şiddetine, sonra da sosyal ve kültürel gelişmişlik 
kapasitesine bağlıdır.

Öyleyse, AB ve PKK bunu niçin ısrarla istiyor? Gayet açık, örgütün, nazari planda da olsa farklı bir kimliğe ihtiyacı vardır. Bir de bu kimliği muhatabına kabul 
ettirebilirse, ayrı bir millet olduğu iddiasına, kendisi ve yandaşları inanacaklardır. Buna çok ihtiyaç vardır. Çünkü şu durumda, Türk kültür ve medeniyet 
dairesinin içindedirler, temelde farklı oldukları, dil dahil hiçbir unsura dayanmamakta dırlar. 

Etnik lehçe ile TV yayını;

Buna rağmen bu mesele çok önemlidir. Çünkü terör örgütüne bu kadarı yeter. Konunun bir de, silahtan daha yıkıcı olan psikolojik mücadele tarafı vardır ki, 
Türkiye bu alanda yok denecek durumdadır. Bu dengesizliğe bir de özel Tv. ve radyoların etnik lehçeyle 24 saat yayın yapmasını, PKK’yı kullanan 
emperyalistlerin gelişmiş tekniklerle bu imkanı değerlendireceğini düşünelim. Zihinler nasıl karıştırılacak, mikrop ilaç gibi nasıl sunulacak, varın siz hesap edin. 

Bu konuda bir de batı ülkelerine bakalım. Değerli bilim adamı İskender Öksüz beyin "En İyi Entegrasyon Asimilasyondur" başlıklı yazısının ilgili bölümü 
aynen şöyle; 

"Geçtiğimiz hafta, 14 Bulgar parlamenter, Bulgaristan’da Bulgar Millî Televizyonunda, günde on dakikayla sınırlı Türkçe haber yayınının kaldırılması için kanun teklifi verdi. Berlin’den yayın yapan Radio Berlin-Brandenburg (RBB), 34 yıldır Multi-Kulti Radyosu adı altında sürdürdüğü Tükçe yayınları 2008 yılında 
kaldırdı. 

Nordrhein-Westfalia eyaletine yayın yapan WDR’in Köln stüdyolarında hazırlandığı için Türklerin Köln Radyosu diye tanıdıkları Funkhaus Europa, şu anda Pazartesi-Cuma arası saat 6.05-7.00 ve 19.20-20.00, Pazar 19.30-20.00 arasında olmak üzere haftada toplam 10,5 saat Türkçe yayın yapar. 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren, sabah yayınları tamamen kaldırılarak Türkçe yayınlar haftada 5 saate indiriliyor. 

Yine Almanya’da, Hessen eyaletine yayın yapan HR, WDR’de hazırlanan Türkçe yayınları sabahları orta dalga üzerinden aktarıyordu. HR, 1 Ocak 2010’dan 
itibaren Türkçe yayınları tamamen kaldırma kararı aldı. 

Alman Haber Ajansı (DPA) 1 Ocak 2009’da başladığı Türkçe yayın servisini, 1 Nisan 2009’da kaldırdı. 
Fransa devlet radyo televizyonu Radio France Internationale (RFI) haftada toplam 1 saat Türkçe yayın yapıyordu. 2007 yılında kaldırdı. RFI’nin internet 
sitesindeki Türkçe bilgi bölümü de 1 Ocak 2010’dan itibaren kalkacak. 
Belçika’da Flamanca yayın yapan BRT televizyonu, Cumartesi günleri 30 dakika süreyle Babel (Babil) başlığıyla yaptığı Türkçe TV yayınını 1997’de kaldırdı. 

Çifte Standartlı Batı;

Fransızca yayın yapan RTBF, aynı şekilde haftada yarım saat olan haber ağırlıklı Türkçe yayınlarını 1992’de kaldırdı. 

Sözde çok kültürlü! 

Hollanda resmi devlet yayın kurumu NOS/NPS, oradaki Türk toplumu için Radio 5 frekansından Cumartesi günleri saat 15.02-15.45 arası yayınlanan Türkçe 
haber programına 4 Eylül 2008 tarihinde son verdi. 
Danimarka’da 1 Ocak 1980 tarihinde Radio Denemark (DR) ’ta başlayan ve günde 15 dakikayla sınırlı Türkçe radyo yayını 2005 yılında sonlandırıldı. 
İsveç devlet radyosu haftalık 15 dakikalık Türkçe radyo yayınlarına 15 Ocak 2006 tarihinde son verdi." (Prof. Dr. İskender Öksüz, Star Gzt. Açık Görüş 
17.12.2009) 

"Özgürlükçü" ve "demokrat" batı, bizim ensemizde boza pişirirken, kendisi "çok kültürlülüğe" nasıl bakıyor, dakikalarla sınırlı yayına bile izin vermiyor, işte 
örnekleri. Üstelik, dilleri ve kültürleri unutturularak asimile edilecek olan bu insanlar bizim vatandaşılarımızdır ve bulundukları ülkenin kimliğiyle herhangibir 
kimlik ihtilafları da yoktur. .

Bu örnekleri görünce güzel ülkemizin, uğradığı ihanete, sahipsizliğe, nankörce, sorumsuzca ve hovardaca yönetilmesine nasıl yanmazsınız? 

22 ANADİLDE EĞİTİM YOK: 

Ancak anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak. 
Önce bu eğitim ve öğretim işi devlet kurumlarında yapılacağına göre, Anayasa’nın "Başlangıç ilkelerine," 3’üncü maddesindeki "Devletin dili Türkçe", 42’nci maddedeki, "Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez." hükümlerine 
aykırı olduğunu söyleyelim. 

Sonra bunu kimler istiyor diye soralım? Tabii ki, AB-APO-PKK-DTP, hatta ABD. 

Öte yandan ana dilin, adı üstünde anadan öğrenilen dil olduğunu, bunun önünde hiçbir engelin bulunmadığını ve bulunamayacağını belirtelim. Sıkca 
söylendiği gibi ana dillerin konuşulması yasak değildir. İsteyen istediği gibi konuşabilir, ihtiyaç duyduğu sürece de konuşacaktır. Eğer ileri sürüldüğü gibi 
yasak olsaydı, bin yıllık tarihimizde, Türkçe’den başka dil mi kalırdı? Buna rağmen neden "anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak" 
deniliyor? Herhalde, burada kastedilen devletin öğretmesinin önündeki engellerdir. Evet engeller vardır. İlk engel Anayasamızın amir hükümleridir. İkinci engel evrensel çağdaş hukuktur. Burada da devletin ana dillerden, hem öğretim, hem de eğitim yapması kabul edilmiyor. Bunun için gelişmiş ülkelerde 
bunun örneği yoktur. 

Erdoğan da savundu 

Eğer anayasayı çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. Başbakan Erdoğan da böyle 
düşündüğünü 1991 yılında RP Genel Başkanı Erbakan’a verdiği "Kürt meselesi" adlı raporda şöyle açıklıyor: "Ana dilde eğitim haklarını verelim. Türkiye’de 
dileyen herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesini 
savunmalıyız." 

AB’de 2000 yılından itibaren, "Katılım Ortaklığı Belgesiyle" bunu istiyor. Yani iki dilli devlet gündeme getirilecektir. Zaten esas hedef de budur. 

23 KÜRTÇE KURSA DÜZEN:

Yasa değiştirilecek. Kürtçe kurs merkezleri birçok dilde eğitim verebilecek. 
Bu düzenleme Anayasamızın ilgili maddelerine aykırıdır. 
Geçmişte bu kursların özel olarak açılması serbest bırakılmıştı. Ancak katılım olmadığı için açılanlar zarar etmiş ve kapanmıştı. Bu deneme çok önemliydi. 
Çünkü halkın böyle bir ihtiyacının olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bunu, Türkiye’yi bölme projesinin gereği olarak PKK ve AB istiyordu. 
Kurslar böylece kendiliğinden kapanınca, bu defa AB parasını Türkiye’nin vermesini ve devlet tarafından açılmasını istedi. Şimdi yapılmak istenen de budur. 
Ayrıca başka "birçok dilde eğitim" vermek suretiyle, kurslar cazip hale getirilmek isteniyor. Görüldüğü gibi etnik dil ve kimliğin oluşturulması amacıyla, akıl 
almaz zorlamalar yapılıyor. Bunlar yapıldıkça da terör örgütü güçlenecek ve iki dilli devlet hedefine yaklaşacaktır. 

Yarın: ENSTİTÜ KURULACAK 
17/01/2010 - 02:23:36 

8 Cİ  BÖLÜM İLE  DEVAM EDECEKTİR

******

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 6





Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI  BÖLÜM 6 


Ayrışmayı körükleyecek çok tehlikeli adımlar... 
Eğer Anayasa’nın esas hükümlerini çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. 

21 KÜRTÇE YAYINA YENİ DÜZEN: 

RTÜK Yasası’nda yapılacak değişiklikle Kürtçe yayınlarla ilgili yeni düzenlemeler yapılacak. Özel televizyon ve radyoların Kürtçe yayın yapmasına izin 
verilecek. 

Devlet televizyonunun 24 saat kurmanç lehçesinden yayınının yanında, bütün özel televizyon ve radyolar da 24 saat yayın yapacak. Bunun adına, asırlardır 
müstakil bir dil olamayıp, bölge ve etnik lehçe durumunda kalan Kurmançcayı, zorlayarak, tepeden inme mühendislik metodlarıyla dil haline getirme gayreti 
denir. 
Bu boşuna bir gayrettir, çünkü Farsça, Arapça ve Türkçe gibi büyük dil ve medeniyetlerin arasında kalmış olan bir lehçenin gelişmesi düşünülemez, 
muhafaza edilebilirse, ancak bugünkü kadar mümkün olabilir. Dillerin gelişmesi, her şeyden önce ihtiyacın şiddetine, sonra da sosyal ve kültürel gelişmişlik 
kapasitesine bağlıdır.

Öyleyse, AB ve PKK bunu niçin ısrarla istiyor? Gayet açık, örgütün, nazari planda da olsa farklı bir kimliğe ihtiyacı vardır. Bir de bu kimliği muhatabına kabul 
ettirebilirse, ayrı bir millet olduğu iddiasına, kendisi ve yandaşları inanacaklardır. Buna çok ihtiyaç vardır. Çünkü şu durumda, Türk kültür ve medeniyet 
dairesinin içindedirler, temelde farklı oldukları, dil dahil hiçbir unsura dayanmamaktadırlar. 

Etnik lehçe ile TV yayını 

Buna rağmen bu mesele çok önemlidir. Çünkü terör örgütüne bu kadarı yeter. Konunun bir de, silahtan daha yıkıcı olan psikolojik mücadele tarafı vardır ki, 
Türkiye bu alanda yok denecek durumdadır. Bu dengesizliğe bir de özel Tv. ve radyoların etnik lehçeyle 24 saat yayın yapmasını, PKK’yı kullanan 
emperyalistlerin gelişmiş tekniklerle bu imkanı değerlendireceğini düşünelim. Zihinler nasıl karıştırılacak, mikrop ilaç gibi nasıl sunulacak, varın siz hesap 
edin. 

Bu konuda bir de batı ülkelerine bakalım. Değerli bilim adamı İskender Öksüz beyin "En İyi Entegrasyon Asimilasyondur" başlıklı yazısının ilgili bölümü 
aynen şöyle; 

"Geçtiğimiz hafta, 14 Bulgar parlamenter, Bulgaristan’da Bulgar Millî Televizyonunda, günde on dakikayla sınırlı Türkçe haber yayınının kaldırılması için kanun teklifi verdi. Berlin’den yayın yapan Radio Berlin-Brandenburg (RBB), 34 yıldır Multi-Kulti Radyosu adı altında sürdürdüğü Tükçe yayınları 2008 yılında 
kaldırdı. 

Nordrhein-Westfalia eyaletine yayın yapan WDR’in Köln stüdyolarında hazırlandığı için Türklerin Köln Radyosu diye tanıdıkları Funkhaus Europa, şu anda Pazartesi-Cuma arası saat 6.05-7.00 ve 19.20-20.00, Pazar 19.30-20.00 arasında olmak üzere haftada toplam 10,5 saat Türkçe yayın yapar. 1 Ocak 2010 tarihinden itibaren, sabah yayınları tamamen kaldırılarak Türkçe yayınlar haftada 5 saate indiriliyor. 
Yine Almanya’da, Hessen eyaletine yayın yapan HR, WDR’de hazırlanan Türkçe yayınları sabahları orta dalga üzerinden aktarıyordu. HR, 1 Ocak 2010’dan 
itibaren Türkçe yayınları tamamen kaldırma kararı aldı. 

Alman Haber Ajansı (DPA) 1 Ocak 2009’da başladığı Türkçe yayın servisini, 1 Nisan 2009’da kaldırdı. 
Fransa devlet radyo televizyonu Radio France Internationale (RFI) haftada toplam 1 saat Türkçe yayın yapıyordu. 2007 yılında kaldırdı. RFI’nin internet 
sitesindeki Türkçe bilgi bölümü de 1 Ocak 2010’dan itibaren kalkacak. 
Belçika’da Flamanca yayın yapan BRT televizyonu, Cumartesi günleri 30 dakika süreyle Babel (Babil) başlığıyla yaptığı Türkçe TV yayınını 1997’de kaldırdı. 
Çifte standartlı Batı Fransızca yayın yapan RTBF, aynı şekilde haftada yarım saat olan haber ağırlıklı Türkçe yayınlarını 1992’de kaldırdı. 

Sözde çok kültürlü! 

Hollanda resmi devlet yayın kurumu NOS/NPS, oradaki Türk toplumu için Radio 5 frekansından Cumartesi günleri saat 15.02-15.45 arası yayınlanan Türkçe 
haber programına 4 Eylül 2008 tarihinde son verdi. 
Danimarka’da 1 Ocak 1980 tarihinde Radio Denemark (DR) ’ta başlayan ve günde 15 dakikayla sınırlı Türkçe radyo yayını 2005 yılında sonlandırıldı. 
İsveç devlet radyosu haftalık 15 dakikalık Türkçe radyo yayınlarına 15 Ocak 2006 tarihinde son verdi." (Prof. Dr. İskender Öksüz, Star Gzt. Açık Görüş 
17.12.2009) 

" Özgürlükçü " ve " Demokrat " batı, bizim ensemizde boza pişirirken, kendisi "çok kültürlülüğe" nasıl bakıyor, dakikalarla sınırlı yayına bile izin vermiyor, işte 
örnekleri. Üstelik, dilleri ve kültürleri unutturularak asimile edilecek olan bu insanlar bizim vatandaşılarımızdır ve bulundukları ülkenin kimliğiyle herhangibir 
kimlik ihtilafları da yoktur. . 
Bu örnekleri görünce güzel ülkemizin, uğradığı ihanete, sahipsizliğe, nankörce, sorumsuzca ve hovardaca yönetilmesine nasıl yanmazsınız? 

22 ANADİLDE EĞİTİM YOK:

Ancak anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak. 
Önce bu eğitim ve öğretim işi devlet kurumlarında yapılacağına göre, Anayasa’nın "Başlangıç ilkelerine," 3’üncü maddesindeki "Devletin dili Türkçe", 42’nci maddedeki, "Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez." hükümlerine 
aykırı olduğunu söyleyelim. 

Sonra bunu kimler istiyor diye soralım? Tabii ki, AB-APO-PKK-DTP, hatta ABD. 
Öte yandan ana dilin, adı üstünde anadan öğrenilen dil olduğunu, bunun önünde hiçbir engelin bulunmadığını ve bulunamayacağını belirtelim. Sıkca 
söylendiği gibi ana dillerin konuşulması yasak değildir. İsteyen istediği gibi konuşabilir, ihtiyaç duyduğu sürece de konuşacaktır. Eğer ileri sürüldüğü gibi 
yasak olsaydı, bin yıllık tarihimizde, Türkçe’den başka dil mi kalırdı? Buna rağmen neden "anadilin öğrenilmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak" 
deniliyor? Herhalde, burada kastedilen devletin öğretmesinin önündeki engellerdir. Evet engeller vardır. İlk engel Anayasamızın amir hükümleridir. İkinci engel evrensel çağdaş hukuktur. Burada da devletin ana dillerden, hem öğretim, hem de eğitim yapması kabul edilmiyor. Bunun için gelişmiş ülkelerde 
bunun örneği yoktur. 

Erdoğan da savundu 

Eğer anayasayı çiğneyerek devlet tarafından ana dilin öğretimi başlatılırsa, arkasından ana dilde eğitim gündeme gelecektir. Başbakan Erdoğan da böyle 
düşündüğünü 1991 yılında RP Genel Başkanı Erbakan’a verdiği "Kürt meselesi" adlı raporda şöyle açıklıyor: "Ana dilde eğitim haklarını verelim. Türkiye’de 
dileyen herkesin kendi anadilinde eğitim-öğretim yapabilmesini 
savunmalıyız." 

AB’de 2000 yılından itibaren, "Katılım Ortaklığı Belgesiyle" bunu istiyor. Yani iki dilli devlet gündeme getirilecektir. Zaten esas hedef de budur. 

23 KÜRTÇE KURSA DÜZEN: 

Yasa değiştirilecek. Kürtçe kurs merkezleri birçok dilde eğitim verebilecek. 
Bu düzenleme Anayasamızın ilgili maddelerine aykırıdır. 
Geçmişte bu kursların özel olarak açılması serbest bırakılmıştı. Ancak katılım olmadığı için açılanlar zarar etmiş ve kapanmıştı. Bu deneme çok önemliydi. 
Çünkü halkın böyle bir ihtiyacının olmadığı açıkça ortaya çıkmıştı. Bunu, Türkiye’yi bölme projesinin gereği olarak PKK ve AB istiyordu. 
Kurslar böylece kendiliğinden kapanınca, bu defa AB parasını Türkiye’nin vermesini ve devlet tarafından açılmasını istedi. Şimdi yapılmak istenen de budur. 
Ayrıca başka "birçok dilde eğitim" vermek suretiyle, kurslar cazip hale getirilmek isteniyor. Görüldüğü gibi etnik dil ve kimliğin oluşturulması amacıyla, akıl 
almaz zorlamalar yapılıyor. Bunlar yapıldıkça da terör örgütü güçlenecek ve iki dilli devlet hedefine yaklaşacaktır. 

AÇILIMIN ŞİFRELERİ 

Mezopotamya Projesi: 4’lü Kürt federasyonu! 

* Turgut Özal, Alman Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği demeçte, bölgede kurulacak bir Kürt federasyonunun Türkiye için zararlı olacağına 
inanmadığını söylüyordu. 

* Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki “4 parça Kürdistan” ı birleştirip, bölgede Asurlular gibi bir devlet kurmadıktan sonra, ne Ahmet Türk’ün ciğeri soğuyacak, 
ne Abdullah Öcalan’ın ne de Barzani ve Talabani’nin 

* Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 2009 Ağustos ayında, Irak, Suriye gezisine çıkmadan önce “İki ülke arasında güçlü bir stratejik işbirliğinin ortaya 
çıkması, ortak bölge olan Mezopotamya Havzası ve Orta Doğu’yu refah ve istikrar alanı haline dönüştürecektir. Bu bizim vizyonumuzdur” diyordu 
Yörünge dergisinin 17-24 Mart 1991 sayısında “Gizli Belgelerde Kürt Örgütler” başlıklı incelemede, “Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Alman Frankfurter 
Allgemeine gazetesine verdiği demeçte, bölgede kurulacak bir Kurt federasyonunun Türkiye için zararlı olacağına inanmadığını söylüyordu Özal, 
önümüzdeki günlerde ABD’de Kürt Federasyonu planını Başkan George Bush ile tartışacak” deniliyordu. 

Ahmet Türk’ün “4 parça Kürdistan” söylemi ve açılım! 

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ise partisi kapanmadan önce gittiği Erbil’deki konuşmasında “Kürtler arasında ortak bir fikir olması önemlidir. Dönem diyalog 
dönemidir. Silahlı mücadele dönemi değildir. Türkiye’de yaşanan Kürt sorununu biz diyalogla çözmek istiyoruz. Bizim amacımız halkların kardeşliği 
temelinde bir çözümdür. Kürtlerin üzerindeki baskılar ancak demokrasi ile çözülür. Avrupa Birliği bir birliktir. Neden Ortadoğu halkları arasında da bir birlik 
oluşmasın ve birbirlerini tanımasınlar. 4 parça Kürdistan’da Kürtler zorluk içinde ve baskı görüyor. Bu baskılar kalkmalıdır ve bu baskılar da demokrasi ile 
kalkar. Herkes kendini demokrasi ile ifade eder” dedi. 

Demek ki, mesele demokratik açılımla, TRT Şeş ile Kürtçe kurs açmakla hatta Kürtçe eğitimle bitmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, taviz verdikçe, PKK 
ve DTP daha fazlasını isteyecek. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki “4 parça Kürdistan” ı birleştirip, bölgede Asurlular gibi bir devlet kurmadıktan sonra, ne 

Ahmet Türk’ün ciğeri soğuyacak, ne Abdullah Öcalan’ın ne de Barzani ve Talabani’nin. 
Barzani ve Talabani, doğrudan İsrail istihbaratı tarafından para ve silahla desteklenerek bugünlere getirilmiştir. Yani onların emelleri İsrail’in emelleriyle 
karışıktır. Son açıklamalardan anladığımız odur ki, Ahmet Türk ve Öcalan’ın emelleri de sınırlarını MOSSAD’ın çizdiği “Büyük Kürdistan” hedefi ile aynıdır! 
Bu haritayı eski Amerikan Büyükelçisi Pearson, “Erzurum’dan Bağdat’a uzanan bölge tek bir ekonomik bölge olacaktır” diye açıklıyordu. Barzani’nin İnternet 
sitesinde de haritaların altına, “Bu bölge sadece ekonomik bir bölge olarak kalmayacak, tek bir siyasi bölge haline gelecektir. İşgalci Türk Ordusu, Kuzey 
Kürdistan’dan çekilecektir” yorumu yapılıyordu. 

Bu durumda demokratik açılım neye yarar? Türkiye’nin kendi eliyle kendi coğrafyasını, kurulmakta olan İsrail güdümlü bir devlete şimdiden peşkeş 
çekmesine yarar! 

PKK açılımının ardında, İsrail’in “Mezopotamya Projesi” var! 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ağustos ayında, Irak, Suriye gezisine çıkmadan önce “İki ülke arasında güçlü bir stratejik işbirliğinin ortaya çıkması, ortak 
bölge olan Mezopotamya Havzası ve Orta Doğu’yu refah ve istikrar alanı haline dönüştürecektir. Bu bizim vizyonumuzdur” demişti. 
Cengiz Çandar da “Bağdat’ta ’Mezopotamya Birliği’nden Silopi’de ’Barış Grupları’na” başlıklı yazısında “Türkiye ile İsrail ilişkilerinde ara açılırken, Suriye ile 
vizeyi kaldırarak 40, Irak’la ’iki devlet-tek hükümet’sloganı ile adeta entegrasyona giderek 48 anlaşma imzalanmasının kendiliğinden bölge dengelerine 
getireceği ’devrimci değişikliği’görmek gerekiyor” ifadelerini kullanmıştı. 
Bu arada, avukatları aracılığı ile konuşan terör örgütünün başı Abdullah Öcalan, şu iddiada bulundu: 
“AKP benim yol haritamdan yararlanıyor. Davutoğlu dışarıda, Erdoğan içeride bundan yararlanıyor. Ben yol haritamda Ortadoğu’daki demokratik çözümleri 
belirtirken Dicle-Fırat Havzası Demokratik Konfederalizmini önermiştim. Davutoğlu şimdi bunun görüşmelerini yapıyor Irak ve Suriye’yle.” 
Öcalan’ın daha eski tarihli açıklamalarını araştırınca, gerçekten de “Dicle-Fırat havzasında tarım, su ve enerji konfederasyonu” ifadelerini kullandığını 
görüyoruz. 

The Economist dergisi ise PKK militanlarının Türkiye’ye gelişi ile ilgili haberinde “Bu adım, Türkiye, Amerika, savaşçıların üstlendiği dağlık bölgeyi kontrol 
eden Iraklı Kürtler ve belki de PKK arasında bir yıllık gizli görüşmelerden sonra gerçekleşiyor” dedi. 
Bilindiği gibi Avrupa Birliği Komisyonu’nun 6 Ekim 2004 günü açıklanan Türkiye İlerleme Raporu’nda, Dicle ve Fırat havzalarındaki barajların ve sulama 
tesislerinin İsrail’in de dahil olduğu uluslararası bir konsorsiyum tarafından yönetilmesinden söz ediliyordu. 
AKP hükümeti, o dönemde bir taraftan, AB’nin Türkiye’de yeni azınlıklar yaratma politikasına uyum sağlarken, diğer taraftan GAP ve Orta Anadolu 
bölgelerinde İsrail yatırımlarının önünü açıyordu. İsrail ile imzalanan mutabakat metni 5 Ekim 2004 günü Resmi Gazete’de yayınlanıyor, 6 Ekim günü de 
İlerleme Raporu açıklanıyordu.

Birincisinde, İsrail, GAP bölgesi ve Orta Anadolu’ya sulama tesisleri yatırımı için davet ediliyor, ikincisinde ise bu tesislerin uluslararası yönetime 
kavuşturulacağı belirtiliyordu! 

3 Şubat 2009 tarihli ve “Olmert, Tayyip Erdoğan’ı Palandöken için mi kolluyor?” başlıklı yazımızda eski Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp’ın “Fırat ve 
Dicle’nin toplandığı suların havzası sadece Şanlıurfa veya Mardin’le sınırlı değildir. Kuzeyde Erzurum Palandöken Dağı’na kadar uzanır bu sınır. ’Suların 
idaresi’ne demek? Bu, Palandöken’den itibaren, idareyi onların eline vermektir. Ayrıca bu konsorsiyumda İsrail’in işi ne? Bu ülke Avrupa Birliği’nde midir? 
Belli ki ABD’nin AB’ye baskısıyla bu şart Türkiye’ye dayatılmaktadır. Bu şart asla kabul edilemez” açıklamalarına yer vermiştik. Vizyonda olan proje 
“Mezopotamya Projesi”dir. 


Büyük Tuzak 

Değerli okurlar, Açılımın Şifreleri kitabım henüz yayınlanmıştı ki Yeniçağ gazetesi Genel Yayın Müdürü Hayri Köklü, konu ile ilgili bir dizi yazı hazırlamamı 
istedi. 

Böyle durumlarda gelenek, kitabın bir özetini vermektir. Fakat ben öyle yapmadım. Kitapla aynı paralelde fakat bir kısmı yeni bilgi ve belgelerle bir dizi yazı 
hazırladım. Yazıyı bitirip teslim ettikten sonraki günlerde edindiğim bilgileri de köşe yazılarıma taşıdım. 
Kitapta 2002-2009 yılları arasında, Türkiye’nin terör gündemi ile birlikte, Irak’ın parçalanma süreci, Irak’taki Türkmen varlığının eritilmesi, Büyük Orta Doğu 
Projesi’nin, ABD, İngiltere, İsrail ve Kuzey Irak bağlantıları ve bu süreçte AKP’nin Türkiye’yi dönüştürmek için giriştiği ekonomik, hukuki, siyasi ve hatta askeri 
faaliyetler gibi konuları iç içe geçmiş olarak işledim. 

Açılım politikaları Türk okurunun takdir edeceği gibi birkaç aydır gündemde olan bir proje değil, Turgut Özal ile başlayan, AKP iktidarı ile hızlanan bir süreçtir. 
Türkiye’de etnik ırkçılık faaliyetleri ve “Gerçek ideali İslâm imiş gibi davranan menfaatçi gruplar”ın sürdürdüğü örtülü Hıristiyan misyonerliği, 21’inci yüzyıl 
başında da Türkleri tarihten silmek için kullanılıyorsa meselenin bütün yönlerini tespit ederek Türk okuruna duyurmak gerekir. Biz bütün bu açılımların 
Türkiye’ye kurulmuş tuzak olduğunu ispat ettik. Bunu yaparken de açılımın bütün şifrelerini okurun bilgisine sunduk. 

A. B. 

ABD, Türkiye’den ne istiyor? 

ABD, “Kürtçe eğitim, ikinci resmi dil, yer adları, alfabe” gibi dayatmalarda bulunuyor. Hem de 1960 yılından beri! 
TBMM’de ’Devlet Adamları Yayın Serisi’ kapsamında basılan “Alparslan Türkeş’in TBMM’deki Konuşmaları” adlı kitap, ABD’nin 1960’ta Kürtçe alfabe 
hazırladığını ve Güneydoğu’da denemek istediğini gün yüzüne çıkardı. 

MHP’nin Meclis Grubu Müdürü Hüseyin Hüsnü Uğur’un derlediği kitaba göre Türkeş’in, 28 Ağustos 1992’de Şırnak ve Güneydoğu’da devam eden olaylarla 
ilgili olarak TBMM’de yapılan genel görüşmede, “ABD, hazırladığı Kürtçe alfabeyi Güneydoğu’da tecrübe etmek için 1960’ta Genelkurmay Başkanlığı’ndan 
izin istedi” dediği anlaşıldı. Türkeş’in sözleri şöyle: 

       “1960 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nın Eğitim Dairesi’nde, o sıralarda bir okuma - yazma şubesi vardı. Bu okuma - yazma şubesine Amerikan yardım 
kuruluşundan 3 kişilik bir heyet geliyor. Diyorlar ki, ’Biz, ilmi araştırma yapıyoruz. Doğu Anadolu’da da ilmi araştırma yapmak istiyoruz. Bunun için bir Kürtçe 
alfabe düzenlendi Amerika’da. Bu alfabeyi doğuya gidip orada tecrübe etmek istiyoruz. Bunun için Genelkurmay’ın bize yardımcı olmasını, müsaade 
etmesini rica ediyoruz’ O sırada Genelkurmay ikinci başkanı, sonradan Cumhurbaşkanımız olan rahmetli Orgeneral Cevdet Sunay Paşa idi. Mesele ona 
intikal ediyor, tabii bu, Genelkurmayda duyuluyor, hepimizde bir infiale, öfkeye de sebep oluyor, ’Bu ne demekmiş, nasıl ilmi araştırmaymış bu, buna ne 
gerek varmış?’ gibilerden ve Genelkurmay Başkanı’nın da tasvibiyle reddediliyor.. 
Şimdi bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. 1960 yılında demek ki, ’Kürtçe alfabe’ söz konusu değilmiş, yokmuş..” 
Yani Amerikalı çocuklar her sabah “Allah’ın gözetiminde bölünmez tek millet” andı içecek ama büyüyünce, kendi hazırladıkları Kürtçe alfabelerle Türk 
Milleti’nin içinden ikinci bir millet çıkarmak için çalışacaklar! 

Yarın: ENSTİTÜ KURULACAK 

7 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

******