Dicle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dicle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2019 Çarşamba

TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ - ABDULLAH ÖCALAN, KRİZİ ÖRNEĞİ BÖLÜM 1

TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ - ABDULLAH ÖCALAN, KRİZİ ÖRNEĞİ  BÖLÜM 1



MARMARA  ÜNİVERSİTESİ ORTA DOĞU VE İSLAM ÜLKELERİ ARAŞTIRLAMALARI ENSTİTÜSÜ 
ORTA DOĞU SİYASİ TARİHİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLERİ 
Seminer Ödevi 
Yürütücü: Selin BÖLME 
Enes DEMİR 
İSTANBUL, 2017 


TÜRKİYE – SURİYE İLİŞKİLERİ: ABDULLAH ÖCALAN KRİZİ ÖRNEĞİ 


ÖZET 

     Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca bir çok dış politika kriziyle uğraşmış, kimi zaman meseleyi şiddet kullanma noktasına getirse de çoğu zaman diplomasi yoluyla sonuca ulaşmaya çalışmıştır. II. Dünya Savaşı öncesi son büyük krizini Hatay konusunda Suriye ile yaşayan Türkiye, soğuk savaş yıllarında Hafız Esad liderliğinde bölgenin önemli ülkelerinden birisi haline gelen Suriye ile ciddi sorunlar da yaşamaktaydı. Çok uzun bir kara sınırı olan Türkiye ve Suriye, Fırat ve Dicle Akarsuları’nın paylaşımından çıkan temel soruna senelerce çözüm bulamamış ve bu sorun diğer krizlerin doğmasına da yol açmıştır. Son olarak 1998 Abdullah Öcalan kriziyle iki ülke savaşın eşiğine gelmiştir. Türkiye zorlayıcı diplomasi stratejisi kullanarak ve Amerika’nın da desteğini alarak meseleyi şiddet kullanmadan kendi lehine çözmeyi başarmıştır. 

GİRİŞ 

 Türk dış politikası yaygın anlamıyla, Türkiye’nin asırlardır süren devlet olma geleneğinin son halkasındaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yaklaşık 100 senelik dış ilişkileridir. Türk dış politikasına dair bir konu akademik olarak incelenecekse, bir dönem, bir aktör veya bir olay üzerine yoğunlaşılırsa daha anlamlı olacaktır. Buna rağmen o olaya ve döneme gelirken yaşanan süreçler ve alt yapısını hazırlayan gelişmelere de göz atılıp belirtilmezse, anlama ve anlatma noktasında yine eksiklikler yaşanabilir.

 Bu çalışma esas olarak, Türkiye’nin zorlayıcı diplomasi kullanarak Abdullah Öcalan’ı Suriye topraklarından çıkartılmasını anlatmayı hedeflese de, meselenin tam olarak idraki için, olay öncesinde yaşanan gelişmeler de incelenecektir.  
 Çalışmanın ilk bölümü Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 senesindeki kuruluşu ve Suriye’nin 1946 yılındaki bağımsızlığından itibaren süregelen ilişkilerinden bahsederek başlamaktadır. Ardından Türkiye ve Suriye arasında yaşanan en önemli iki mesele olan Hatay krizi ve sınır aşan sular sorunu tarihi perspektifle açıklanarak, Suriye’yle ilişkilerin temel sorunlu noktaları saptanmaya çalışılmıştır.  

 İkinci bölümde ise 2000’lere gelinirken yaşanan PKK terör örgütüne yardım suçlamaları ve gerilen Türkiye – Suriye ilişkileri neticesinde ortaya çıkan, Abdullah Öcalan’ın sınır dışı edilmesi konusu işlenecek ve olayın dinamikleri belirtilecektir. Yaşanan süreç kronolojik olarak düzenleneceği için, Abdullah Öcalan krizinin geçmişten günümüze gelen bir çok sorunun birikimi sonucu ortaya çıkan bir hadise olduğu görülecektir.

 Abdullah Öcalan’ın Suriye’den sınır dışı edilmesi ve sonrasında yakalanmasında; komşu devletlerin çabaları, Türkiye’nin siyasi ve askeri anlamda birlik olarak meselenin üzerine gitmesi ve Amerika’nın desteği konuları, ayrı başlıklar altında incelenerek öenmleri belirtilmektedir. 

 Ayrıca bu çalışma, devletlerin zorlayıcı diplomasi stratejisini kullanmasının, savaş kararı alma ve güç kullanma tercihlerine karşın çok daha az maliyetli başarılı bir yöntem olabileceğini ortaya koymaktadır. 

1. TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ 

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında kaybettiği büyük topraklarının arasında Ortadoğu bölgesi ve Suriye de mevcuttur. Gerek eski devletin yıkılarak yeni devletlerin kurulması sürecinde yaşanan sınır sorunları, gerek kaynakların kullanımı konusunda yaşanan görüş ayrılıkları sebebiyle bir çok devletle olduğu gibi Suriye ile Türkiye arasında da bazı krizler yaşanmakta idı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan en bariz kriz Hatay sorunudur. Hatay halkının hem Arap hem de Türk’lerden müteşekkil olması, iki devlet arasında Hatay’ın sahipliğini içeren bir krize yol açmıştır. Hatay krizi sonrası Türkiye-Suriye arasında yaşanan en önemli gelişme su sorunudur. Türkiye ve Suriye arasında Lozan’dan beri süregelen sınır aşan suların paylaşımı, imzalanan bir çok protokol ve yapılan onca müzakereye1 rağmen, özellikle 1970’ler sonrası bir sorun haline gelmiştir. Son ve asıl konunun incelendiği kriz ise terör meselesidir. Suriye devletinin PKK terör örgütüne verdiği destek ve elebaşı Abdullah Öcalan’ı sınırlarında tutması, Türkiye-Suriye İlişkileri adına önemli bir dönüm noktasıdır.2 Suriye tarafı Öcalan ve PKK kartlarını, su sorununun çözümü için kendine avantaj sağlayacak biçimde kullanmak isterken, Türkiye tarafı da aynı düşünceyle meseleye yaklaşmaktaydı.3 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildikten sonra, Suriye ile olan ilişkilerinde değişimler yaşanmıştır. 
Bu bölümde önce kısaca Hatay meselesine değinilecek, ardından su sorununun yaratmış olduğu ortam değerlendirilerek Suriye’nin PKK ile ilişkisi ve desteği aktarılacaktır. 

1.1. Hatay Meselesi 

Hatay (İskenderun), I. Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın işgal etmiş olduğu Osmanlı topraklarından birisidir. Suriye topraklarında kabul edilen Hatay, 6 bölgeden4 oluşacak olan Suriye Konfederasyonlar Devleti’nde İskenderun Sancağı adı altında özerk bir statüde yer alacaktı.5 Hatay’da yaşayan Türkler bu durumdan ne kadar rahatsız olsa da, Mustafa Kemal Atatürk bu konuda sabırlı olunmasını ve elbet Hatay’ın da Türkiye topraklarına katılacağını sürekli olarak belirtmekteydi.6 Geçen senelerde Fransız manda hükümeti Türklerin bir çok özgürlük alanına müdahele ederken, çıkartılan Türkçe gazete, dergiler kapatıldı ve bir çok Türk düşünce ve siyaset adamı yargı önüne çıkartıldı.7 
Bu gibi olaylar dışında herhangi bir silahlı veya silahsız mücadele konusunda bilgi yoktur.

Fransa, Avrupa’daki yükselen faşist Alman ve İtalyan unsurlarından çekinerek, Ortadoğu’daki vardığının büyük bölümünden vazgeçmeye ve esas olarak kendi ülkesini korumaya karar verdi. Bu sebeptendir ki, 1936 senesine gelindiğinde Suriye ve Lübnan’a bağımsızlık verileceği açıklanmaya başlanmıştı.8 Ancak Hatay’ın özel durumuna ilişkin bir madde olmadığı için, İskenderun Sancağı üzerindeki haklarını da Suriye’ye devretmiş olacağı anlaşılıyordu. Bu durum Türkiye açısından kabul edilemez bir durumdu ve 9 Ekim 1936 tarihinde Fransa’ya bir nota verdi.9 Bu notada Fransa’nın Suriye’yeverdiği bağımsızlık hakkını İskenderun Sancağı’na da vermesi gerektiği belirtiliyordu.  
Bir müddet iki ülke arasında tartışılan bu mesele, son olarak Birleşmiş Milletler’e taşınarak orada da uzun süre tartışılmış, son olarak İsveçli temsilci Sanders raportör olarak belirlenerek mesele Türkiye’nin tezi doğrultusunda sonuçlan mıştır. Buna göre İskenderun Sancağı iç işlerinde bağımsızlığı olan ancak dış işlerinde Suriye’ye tabi bir devlet olacak ve ismi de Hatay Cumhuriyeti olacaktı.10 Çoğunluğun Türkçe konuşması, bir çok konuda Türkiye ile hareket edilmesi, Türk pulu kullanılması ve Türk Lirası’na geçilmek istenmesine Suriye’nin itiraz etmesi ve zorluk çıkarması meseleyi planlanan noktaya sürüklemişti. 29 Haziran’da Hatay Meclisi, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlanma kararı almış ve ertesi gün Türkiye Büyük Millet Meclisi de bu kararı onaylamıştır.11 
Hatay’ın resmen Türkiye topraklarına katılmasının ardından mesele hukuken bir daha açılmamış olsa da, Suriye konuyu sık sık dillendirmiştir. Örneğin Suriye Enformasyon Bakanı Muhammed Salman, 1998 senesinde Öcalan’ın Suriye dışına çıkarıldığını açıkladığı El Vatan gazetesine verdiği demeçte, Hatay’ın milli bir mesele olduğunu ve bu konudaki mücadelelerinden vazgeçmeyeceklerini açıklar.12 2000 yılı sonrası Beşar Esad’la birlikte Hatay konusu fazla üzerinde durulmayan meselelerden biri haline gelmiştir. 

1.2. Su Sorunu 

Ortadoğu coğrafyası elbette ki petrol ve doğalgaz konusundaki zenginlikleriyle tanınırken, hayat kaynağı olan su bölgede maalesef az miktarda bulunmaktadır. Bu sebeple, bu az miktardaki su kaynaklarının kullanımıyla alakalı çıkan ihtilaflar, ülkeler arasında gerginliklere hatta savaşlara sebep olmuştur. İşte Türkiye ve Suriye arasında yaşanan sınır aşan sular sorunu da savaşın eşiğine gelinmiş uluslararası krizlerden birisidir. Dicle Nehri Suriye’de çok az bir miktar bulunduğu için Kriz’in esasını teşkil eden nehirler Asi ve Fırat’tır.  
Suriye’nin 1946’da bağımsızlığını ilan etmesinin ardından ilk yıllar su sorunuyla alakalı çok da fazla bir durum gelişmemiştir. Ancak Türkiye’nin Fırat üzerinde Keban Barajı’nı, Suriye’nin de Tabka Barajı’nı inşa etmesi, 1970’lerin sonlarına gelindiğinde krizi gün yüzüne çıkarmaya başlamıştı.13  
1984 senesine gelindiğinde, iki ülkenin ve ayrıca Irak’ın da bulunduğu toplantıda, Türkiye ilk defa 3 aşamalı planını açıklamış ve diğer iki ülke de kendi tezlerini öne sürmüştür.14 Ülkeler yıllar süren bu görüşmelerde de bir sonuca varamamaktadır. Türkiye sorun tartışılırken, Asi Nehri’nin de soruna dahil edilmesini iddia ederken, Suriye ise Asi’nin geçtiği bölge Hatay olduğu için buna karşı çıkmaktadır.15 Üstüne üstlük Atatürk Barajı yapıldıktan sonra Fırat Nehri’nden istediği kadar su alamayan Suriye tarafı, Asi Nehri’nin suyunu da kesince, Türkiye topraklarında bulunan Amik Ovası neredeyse kullanılamaz hale gelmiştir.16 
Bu süre zarfında Hafız Esad sürekli su sorunun çözülmesinin, Öcalan ve PKK Terör örgütü ile ilgili isteklerin yerine getirilmesinde ön şart olarak sunmaktaydı. Yasemin Çongar 26 Mart 1998 senesinde Milliyet gazetesinde yazdığı yazıda, su sorunun çözülmesi neticesinde Şam hükümetinin Öcalan’ı Türkiye’ye teslim edebileceğini belirtiyordu.17 Ancak ilerleyen yıllarda da su konusunda bir gelişme olmadı ve nihayetinde süreç 1998 yılında yaşanan krize kadar geldi. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

20 Haziran 2019 Perşembe

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 3

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 3



Suriye, Türkiye’ye karşı düşmanca tavrın neticesi olarak 1995 yılında 
Yunanistan’la askeri iş birliği anlaşması yaptı. Ayrıca PKK’lı teröristlerin 
Suriye sınırından Hatay’a geçmesine müsaade ederek, Çalı Boğazı 
Karakolu’na yapılan saldırıya ortam hazırladı. Türkiye, saldırıyı yoğun 
topçu atışlarıyla bertaraf etti ve bu top atışlarının bir kısmını da Suriye 
topraklarına yaptı. Ancak Suriye topraklarından herhangi bir karşılık 
gelmedi. Bu olay sonrasında Türkiye’nin Suriye’ye karşı politikası daha da 
sertleşti (Özdağ, 1999: 209). Amerika’nın 1996 yılında hazırladığı terör 
konulu raporda Suriye teröre destek veren ülkeler listesinde yer aldı. Hatta 
Suriye destekli PKK’nın dünyadaki en faal terör örgütü olduğu belirtildi. 
Militan sayısının 10-15 bin arasında olduğu, Irak ve İran tarafından da 
desteklendiği, Avrupa’da da destekçilerinin bulunduğu da raporda yer aldı 
(Erciyes, 2004: 108). 

1996 yılına gelindiğinde Ortadoğu dengeleri çok farklı bir boyut kazandı. 
Hafız Esad su sorunu konusunda Türkiye ile anlaşmazlığını ABD gözetimi 
altında yapılan Suriye-İsrail Barışı ile ilişkilendiren bir politika izlemeye 
başladı. Ortadoğu’nun en önemli su kaynaklarından biri olan Golan 
Tepeleri’nin Tel Aviv yönetimi tarafından Suriye’ye verilmesi İsrail - Suriye 
ilişkilerini iyileştirdi. Bu durumu Türkiye’ye karşı fırsata dönüştürmek 
isteyen Suriye yönetimi su sorununu barış görüşmelerinin gündemine 
getirerek ABD ve İsrail’in bu konuda Türkiye’ye baskı yapmasını amaçladı. 
Bu politikasında büyük başarı kaydetti. Hatta bu süreçte İsrailli bir yetkili 
Türkiye, su konusunda Suriye ile anlaşırsa terör baskısının azalacağını dile 
getirdi. Ayrıca İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Daniel Shek, İsrail ve dünya 
basınına verdiği bir demeçte yeni bir uluslararası su rejimi oluşturulmadığı 
sürece Türkiye’nin artan baskılarla karşı karşıya kalabileceğini söyledi. Bu 
dönem içerisinde ABD’de yapılacak seçimlerden dolayı Clinton Musevi 
Lobisinin desteğini kazanmak amacıyla İsrail politikalarına sıcak bakıyordu. 
Böylece en önemli müttefikimiz olan ABD de su sorununda Suriye’nin 
yanında yer almış oluyordu (Balcı, 1996: 11). 

Ancak 1997 yılında İsrail ile Türkiye arasında imzalanan askeri anlaşmalarla 
iki ülke arasındaki ilişkiler tekrar normalleşmeye başladı. Bu durum aynı yıl 
İran Lideri Rafsancani ile Esad arasında yapılan görüşmede geniş yer tuttu. 
Türkiye-İsrail arasında imzalanan askeri anlaşmalar üzerine Irak’ı ve diğer 
Arap ülkelerini yanlarına çekip bu yakınlaşmaya karşı bir cephe 
oluşturmaya çalıştı (Cumhuriyet Gazetesi, 02.08.1997). Hafız Esad, Mısır 
Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile İskenderiye kentinde yaptığı 
görüşmeden sonra düzenlenen ortak basın toplantısında Türkiye ile Suriye 
arasında söylendiği gibi terörizm sorunu olmadığını konunun Türkiye’nin iç 
sorunu olduğunu savundu. Esad, Suriye’nin bu sorunun bir parçası 
olmadığını, Türkiye ile iyi ilişkilerinin olmamasına rağmen hiçbir komşu 
ülkenin ıstırap çekmesini istemediğini, hiç kimsenin Suriye’den Türkiye için 
bekçilik yapmasını isteyemeyeceğini, yardım edebilirse edeceğini daha 
fazlasını yapamayacağını söyledi (Cumhuriyet Gazetesi, 19.09.1997). 

PKK’nın 1998 yılına kadar yaptığı birçok terör faaliyetleri nedeniyle artık 
Türkiye’nin sabrı taşmıştı. Şam yönetiminin yıllardır PKK’ya verdiği 
destekten ötürü binlerce insan ölmüş ve askerlerimiz şehit olmuştu. 
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 
yaptığı bir konuşmada PKK terör örgütü ile ilgili şunları söyledi: 

PKK'nın terör eylemleri sonucunda, Emniyet Genel Müdürlüğünün, dün 
akşam itibariyle, dünkü tarih itibariyle bana vermiş olduğu bilgiye göre, 
toplam 27.630 insanımız hayatını kaybetmiş, güvenlik güçlerimiz ve sivil 
vatandaşlarımızdan toplam 16.219 kişi de yaralanmıştır. Kanlı terör örgütü 
PKK'nın, ayırım gözetmeksizin katlettiği vatandaşlarımızdan 4.960'ı güvenlik güçlerimizden, gerisi ise, yaşlı, kadın, çocuk ve hatta bebeklerden 
oluşmaktadır (TBMM Zabıt Ceridesi, 1998: 463). 

1998 yılında Türkiye, Suriye sınırına askeri yığınak yapmaya başladı ve her 
iki ülke arasındaki ilişkiler kopma noktasına geldi. İki ülke arasındaki bu 
kriz “1998 Ekim Krizi” olarak adlandırıldı. Türkiye ile Suriye arasında 
tırmanan gerginliğe çözüm bulmak için devreye Mısır Devlet Başkanı 
Hüsnü Mübarek girdi ve Ankara’ya geldi. Ankara’da konu ile ilgili 
temaslarda bulunduktan sonra Şam’a giderek Esad’la görüştü (Cumhuriyet 
Gazetesi, 08.10.1998). 1998 Ekim Krizi Hüsnü Mübarek’in ara buluculuğu ile 
sona erdirildi. Şam yönetiminin geri adım atması sağlandı ve Adana 
Mutabakatı imzalandı. Suriye kendi sınırları içerisindeki PKK faaliyetlerine 
son vererek terörist başı Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etti. Bölücü terör 
örgütü lideri Abdullah Öcalan 1998 yılının Kasım ayında bir Rus uçağıyla 
İtalya’ya gitti. Roma Hava alanına iniş yaptığı sırada, burada İtalyan polisleri 
tarafından gözaltına alındı (Milliyet Gazetesi, 14.11.1998). Ancak İtalya 
Türkiye’den gelen diplomatik tepkiler üzerine Abdullah Öcalan’ı İtalya’dan 
çıkartmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Terör örgütü lideri Yunanistan’a 
sığındı. Fakat Yunanistan da diplomatik baskılara dayanamayarak sınır dışı 
etti. Öcalan’ın nerede olduğu konusunda birçok spekülasyonun yapıldığı 
dönemde Kenya’nın başkenti Nairobi’de olduğu ve Yunan elçiliğinde 
saklandığı öğrenildi. Bu gelişme üzerine Yunan hükümeti, Abdullah 
Öcalan’ın Nairobi’de Yunan elçiliğinde koruma altında olduğunu kabul 
etmek zorunda kaldı. Fakat bu açıklamanın yapıldığı gün Abdullah 
Öcalan’ın kaybolduğunu ve izini de kaybettirdiğini açıkladı. Ayrıca Yunan 
hükümet sözcüsü Dimitris Peppas PKK elebaşı Öcalan’ın Yunanistan’a 
sığınma talebinin kesin bir dille reddedildiğini de söyledi (Milliyet Gazetesi, 
19.02.1999). Türkiye’nin 25 yıldır yakalamaya çalıştığı PKK elebaşı Abdullah 
Öcalan sığındığı Kenya’da yakalandı. Yunanistan büyükelçiliğine yapılan 
gizli operasyon ile Türkiye’ye getirildi ve PKK’ya çok büyük bir darbe 
indirildi. Böylece Türkiye karşı terör kozunu kullanan Suriye’nin elinden bu 
koz alınmış oldu (Cumhuriyet Gazetesi, 19.02.1999). 

Sonuç 

Suriye’de Hafız Esad’ın iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye-Suriye ilişkilerinde sürekli sorun çıktı. Özellikle su paylaşımı konusundaki problemler iki ülke arasında su sorununun ortaya çıkmasına neden oldu. 

Türkiye’nin su kaynaklarını verimli bir şekilde kullanabilmek amacıyla 
uygulamaya koyduğu GAP projesi iki ülke arasındaki ilişkilerinin daha da 
bozdu. Suriye GAP’ın başlamasıyla birlikte su sorununu uluslararası 
kamuoyunda işlemeye başladı. Ortadoğu ülkelerini de bu soruna dahil 
etmeye çalışarak elini güçlendirmeye çalıştı. Su sorunun çözümü için 
komisyonlar kuruldu. Bu komisyonlar teknik sorunları müzakereden öteye 
gidemedi ve suyun kullanımı ile ilgili belirsizlik günümüze kadar sürdü. 

Suriye Hükümeti, bölgede Türkiye aleyhine eylemlerde bulunan eli kanlı 
terör örgütlerini ülkesinde barındırdı ve her türlü olanağı sundu. Türkiye 
Cumhuriyeti, Suriye’nin bu düşmanca tutumunu değiştirmesi için defalarca 
uyarılarda bulundu. Özellikle PKK terör örgütü Suriye’nin büyük desteğini 
alıyordu. Bu durum iki ülkeyi savaşın eşiğine kadar getirdi. Bu olumsuz 
ilişkileri düzeltmek maksadıyla Mısır iki ülke arasında arabuluculuk görevi 
üstlendi ve bunun neticesinde Adana protokolü imzalanarak Abdullah 
Öcalan Suriye topraklarından çıkarıldı ve Suriye’nin PKK’ya aktif desteği 
kesilmiş oldu. 

Kaynakça 

1. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Cerideleri TBMM Zabıt Ceridesi,(1998, 18 Kasım). 20 Dönem, 4. Yasama Yılı, cilt 65. 

2. Süreli Yayınlar 

Cumhuriyet Gazetesi, 02.04.1974. 
Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984. 
Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984. 
Cumhuriyet Gazetesi, 01.07.1987. 
Cumhuriyet Gazetesi, 17.07.1987. 
Cumhuriyet Gazetesi, 04.06.1988. 
Cumhuriyet Gazetesi, 04.10.1989. 
Cumhuriyet Gazetesi, 15.12.1989. 
Cumhuriyet Gazetesi, 27.05.1990. 
Cumhuriyet Gazetesi, 15.07.1990. 
Cumhuriyet Gazetesi, 02.08.1997. 
Cumhuriyet Gazetesi, 19.09.1997. 
Cumhuriyet Gazetesi, 08.10.1998. 
Cumhuriyet Gazetesi, 19.02.1999. 
Cumhuriyet Gazetesi, 06.04.1988 

Milliyet Gazetesi, 22.05.1983. 
Milliyet Gazetesi, 14.10.1984. 
Milliyet Gazetesi, 19.10.1984. 
Milliyet Gazetesi, 21.10.1984. 
Milliyet Gazetesi, 10.10.1985. 
Milliyet Gazetesi 19.04.1987 
Milliyet Gazetesi, 17.07.1987. 
Milliyet Gazetesi 25.03.1988. 
Milliyet Gazetesi, 15.07.1993. 
Milliyet Gazetesi, 14.11.1998. 
Milliyet Gazetesi, 19.02.1999. 

3. Kitaplar ve Makaleler 

Alpagut, T. (1989, 15Aralık). PKK ve Doğu’da Güven Bunalımı.Cumhuriyet Gazetesi,s. 6. 

Balcı, E.(1996, 21 Mayıs).Politikada Sorunlar, Türkiye’nin Sırtından Su 
Pazarlığımı? Cumhuriyet Gazetesi, s. 11. 

Erciyes, E. (2004).Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri,İstanbul: IQ 
Kültür Sanat Yayıncılık. 

Duran, H. (2011). Adana Protokolü Sonrası Türkiye-Suriye İlişkileri. editör 
K. İnat, M. Ataman (Ed.).Ortadoğu Yıllığı, (501-518). Ankara: Açılım 
Kitap Yayınları. 

Gönlübol, M.Bingün, H. (2014). 1990-1995 Yılları Türk Dış Politikası.Olaylarla 
Türk Dış Politikası (1919-1995),Ankara:Siyasal Kitapevi, 635-727. 

Erdağ, R. (2015). Türkiye’nin Sınır Aşan Sular Sorunu.Yalova Sosyal Bilimler 
Dergisi, 5( 9), 27-52. 

Gönlübol, M. Ülman, Haluk,A. Bilge, A. Suat ve Sezer, D. (2014). İkinci 
Dünya Savaşı Sonrası Türk Dış Politikası.Olaylarla Türk Dış 
Politikası (1919-1995),(191-330).Ankara: Siyasal Kitapevi. 

Kışlalı, M. A.(1987, 26 Temmuz). Haftaya Bakış.Milliyet Gazetesi,s. 7. 

Kurubaş, E. (2004). Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, cilt 2, 
Ankara: Nobel Yayınları. 

Maden, T. E.(2011). Türkiye-Suriye İlişkilerinde Suyun Rolü. Ortadoğu 
Analiz, 3(35), 33-40. 

Manaz, A. (2003). Dünden Bugüne Suriye.Stradigme.Com Aylık Strateji ve 
Analiz, Kasım(10), 1-8. 

Memiş, E.(2002). Kaynayan Kazan Ortadoğu, Konya: Çizgi Yayınları. 

Oran, B. (2001).Türk Dış Politikası (1919-1980),İstanbul: İletişim Yayınları. 

Özdağ, Ü.(1999)Türkiye, Kuzey Irak ve PKK, Bir Gayri Nizami Savaşın 
Anatomisi,Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Yayınları, Ankara. 

Sinkaya, B.(2011). Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve 
Batı Etkisi.Adam AkademiSosyal Bilimler Dergisi,(1), 79-100. 

Soysal, İ.(1999). Türk-Arap İlişkileri 1918-1997, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 
Yıllık Süreç,Ankara: Türk Tarih Kurumu. 

Şalvarcı, Y, (2003). PaxAqualis, İstanbul: Zaman Kitap Yayınları. 

4. Tezler 

Bulut, M. T. (2008). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye-Suriye İlişkileri 
ve Su Sorunu(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi. 

Çelebi, O.(2009). Türkiye’nin Suriye ve Irak ile Olan İlişkilerinde Sınır Aşan 
Suların Etkisi(YayımlanmamışYüksek Lisans Tezi).Erzurum: Atatürk Üniversitesi. 

Gündoğdu, S.(2011). Türkiye- Suriye İlişkilerinde Su Sorunu ve Terörizme 
Etkisi (YayımlanmamışYüksek Lisans Tezi).Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi. 

 ***

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 2

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 2



Örgüt Suriye’deki yönetimin etkisi altında hareket eden Suriye Kürdistan Sosyalist Partisi ile ilişkiye girerek rahat çalışma imkânı elde etti (Cumhuriyet Gazetesi, 15.12.1989). Suriye bu süreç içerisinde PKK’ya birçok olanak sağladı. Sağlamış olduğu olanaklar şunlardır: 

- Türkiye’den Suriye’ye geçişi kolaylaştırmak 
- Militanlara barınmaları için yer temin etmek 
- Militanlara eğitim için Lübnan’a geçiş, para ve sahte kimlik sağlamak. 
- Örgüt temsilcilerinin kongre yapmalarına izin vermek. 
- Türkiye aleyhine çalışan diğer terör örgütler ile ilişki kurup 

Türkiye aleyhine propaganda çalışmalarını desteklemek. 

Ayrıca Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, bizzat kardeşi Rıfat Esad’ın 
kontrolü altında bulunan ve Şam’ın kuzeyindeki Zapitan ve Saika 
kamplarında Suriyeli subaylara PKK’lı militanlara eğitim verdirdi. Ülke 
sınırları içerisindeki kampların kurulmasını kolaylaştırarak sayılarının 
artmasına da ortam hazırladı. Ayrıca Hafız Esad örgüt elebaşı Abdullah 
Öcalan’a ev tahsis ettiği gibi koruma da sağladı (Alpagut, 1989: 6). 

Bekaa Vadisinde barınan ve Türkiye aleyhine faaliyet gösteren PKK ve 
ASALA terör örgütleri 7 Nisan 1980 tarihinde Lübnan’da tertip ettikleri 
basın toplantısında ortak hareket etme kararı aldıklarını açıkladılar. 
Fransa’nın Strazburg şehrindeki konsolosluğumuza yapılan terör saldırısı 
bu kararın bir sonucudur (Alpagut, 1989: 6). Suriye yönetimi tarafından 
desteklenen PKK ve ASALA 1984-1988 yılları arasında Türkiye’de ortak 
terör faaliyetleri gerçekleştirdiler. PKK ve ASALA’nın yurtdışındaki birçok 
eyleminde ve Doğu Anadolu’daki saldırılarda beraber hareket ettikleri resmi 
makamlarca tespit edildi (Milliyet Gazetesi, 14.10.1984). PKK elebaşı 
Abdullah Öcalan ASALA üst yönetimine yazdığı bir mektubunda Ermeni 
terör örgütünden “ortak davamızın savunucusu” şeklinde söz ediyordu. 
Ayrıca örgütün finansmanını sağlayabilmek adına para temini için Ermeni 
terör örgütleriyle eroin kaçakçılığı ve ticareti yaptığı kuvvetli kanıtlarla 
ortaya çıkarıldı (Milliyet Gazetesi, 21.10.1984). 

Ermeni terör örgütü ASALA’ya bağlı teröristlerin Suriye’de barındırılmasından dolayı 1983 yılında Türkiye, Suriye’ye teröristlerin ülkeden çıkarılması konusunda bir nota verdi. Ancak Suriye bunu dikkate almayarak desteğini sürdürmeye devam etti (Şalvarcı, 2003: 108). 

Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı sözcü vekili Yalım Eralp’e sorulan “Suriye’de teröristleri barındırdığı konusunda uyarıda bulunuldu mu? Sorusuna: Bu konudaki görüşler, Türk hükümeti yetkililerince defalarca açık beyanlarla belirtildi. Komşu ülkelerin görüşlerimizi çok iyi bildiğinden eminiz” şeklinde cevap vermiştir (Milliyet Gazetesi, 19.10.1984). 

Her ne kadar Suriye, Türkiye karşıtı politikalar izlese de Türkiye 1980’li 
yıllarda dostça bir tavır sergileyerek, barajlarda yeterli su toplanmamasına 
rağmen fazla miktarda suyu Suriye topraklarına bırakarak Suriyeli çiftçilerin 
zarar etmesini engelliyordu. Bu iyi niyet davranışlarına rağmen Suriye 
yönetimi ilişkilerin düzelmesi için adım atmıyordu (Gündoğdu,2011: 77). 

Türkiye’nin Batı bloguna yakın bir politika sergilemesi, Suriye’nin de SSCB 
tarafından destekleniyor olması iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi 
önündeki ayrı bir engel oluşturmuştur. ABD Savunma Bakan Yardımcısı 
Richard Perle’nin 1983 yılında Sovyetlerin Suriye yönetimine büyük miktarda silah vermesinin ve Suriye topraklarında Rus askeri konuşlandırmasının Türkiye ve NATO’nun güney kanadı için bir tehlike oluşturduğunu belirtmiştir (Milliyet Gazetesi, 22.05.1983). Norveçli parlamenter Tom Frinking tarafından 1985 yılında hazırlanan raporda; Suriye’de halen 4 bin Sovyet tankı ve Türkiye sınırının 60 km uzağına rampalara yerleştirilmiş Sovyet füzeleri olduğu, Kuzeydoğu sınırında, Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Suriye’nin Türkiye için yeni bir tehdit oluşturduğu belirtilmiştir. NATO Asamblesi Genel kuruluna sunulan ve 
Türkiye’ye büyük bir bölüm ayrılan 45 sayfalık bu raporda Suriye’de bazı 
terörist grupların eğitildiği ve daha sonra Türk topraklarına sızdıklarına da 
dikkat çekilmişti (Milliyet Gazetesi, 10.10.1985). Ayrıca Suriye, Türkiye’nin 
NATO’ya üyeliğinden endişe duyuyordu. Bir Türkiye-Suriye savaşında 
Batı’nın Türkiye’nin yanında yer alacağını düşünüyordu 
(Milliyet Gazetesi, 1985: 7). 

Turgut Özal’ın Başbakanlığa gelmesiyle birlikte Türkiye ekonomik olarak 
dışa açılmaya başladı. Buna bağlı olarak da Ortadoğu ülkeleri ile iyi ilişkiler 
kurmayı dönemin dış politika hedefleri arasına aldı. Başbakan Özal ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ile bölgedeki sorunların çözülebileceğini ve barışın tesis edilebileceğini düşünüyordu. Bu bağlamda Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi yolunda girişimlerde bulundu (Sinkaya, 2011: 87). 

Fakat Suriye, olumsuz hareketlerini sürdürmeye devam etti. Bunun üzerine 
Türkiye aleyhine yapılan eylem ve söylemlere karşılık Başbakan Özal, 
Bitlis’te yaptığı konuşmada doğu ve güneydoğu komşularını sert bir dille 
uyardı. PKK’ya destek verdiğini düşündüğü ülkeleri isim vermeden tehdit 
etti: “İcabında o yuvaları bulundukları yerde tahrip etmek de bizim gücümüz 
dahilindedir” (Cumhuriyet Gazetesi, 01.07.1987). 

1987 yılında Türkiye ve Suriye ilişkilerinin rayına oturtulabilmesi amacıyla 
Turgut Özal Şam’a gitti. İki ülke liderleri arasında görüşme yapıldı, bu 
görüşme sırasında Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad “Şundan emin 
olmalısınız ki Suriye’den Türkiye’ye zarar gelmeyecektir” dedi. Suriye’den, 
Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesi istenmiş fakat Şam yönetimi “Burada 
yok ki nasıl verelim?” demiştir (Milliyet Gazetesi, 17.07.1987). İki ülke 
arasında yaklaşık 45 dakikalık bir görüşme olması tahmin edilirken görüşme 
yaklaşık 3.5 saat sürdü. Hatta Türk heyetinin Suriye başbakanı ile yaptığı 
görüşmelerde PKK sorununa doğrudan değinmemiş olması dikkatlerden 
kaçmamıştır. PKK’nın 3. Kongresinin Lazkiye kentinde toplandığını da 
kabul etmeyen Suriyeli yetkililer, Lübnan’ın Bekaa vadisinde eğitilen 
teröristler konusunda da Lübnan’ın egemen bir devlet olduğu ve bu 
konunun kendileriyle görüşülmesi gerektiğini bildirmiştir (Cumhuriyet 
Gazetesi, 17.07.1987). 

PKK, Türkiye karşıtı olan devletlerden aldığı destekler sayesinde örgüte 
katılımlarını arttırdı, güçlendi ve yeni işbirliklerine girişti. Brüksel ve 
Viyana’da aynı anda basın toplantısı düzenleyen PKK ve YNK (Kürdistan 
Yurtsever Birliği) sözcüleri Öcalan ve Talabani arasında ittifak protokolü 
imzaladığını açıkladı ve bu protokolün Suriye’de yapıldığı ima edildi 
(Cumhuriyet Gazetesi, 04.06.1988). Bu gelişme üzerine Türkiye, Suriye’nin 
imzalanan güvenlik protokolüne uymadığını, bu nedenle somut adımlar 
atılması gerektiğini Şam yönetimine bildirdi. Türkiye’ye karşı faaliyetlerde 
Suriye topraklarının bir geçiş alanı olarak kullanılmasının engellenmesini, 
Suriye birliklerinin kontrolündeki Lübnan’ın Bekaa Vadisi’ndeki PKK 
kamplarına karşı etkin tedbirler almasını ve Şam’da barınan PKK liderinin 
sınır dışı edilmesini istedi. Aksi takdirde Ulusal güvenliğin göz ardı 
edilmeyeceğini, bölgesel sular dahil koz olarak kullanılabilecek her şeyin 
hesaba katılacağını belirtti (Cumhuriyet Gazetesi, 04.10.1989). 

1990’da SSCB’nin dağılması ile Batı’nın gözünde, Türkiye’nin stratejik 
öneminin azalacağını düşünen dönemin devlet yöneticilerinde çeşitli kaygılar meydana geldi. Türkiye, yeni etki alanları açmak ve kaygıları ortadan kaldırmak amacıyla Batı taraftarı aktif bir politika izlemeye başladı. 
Batı taraftarı politikadan kaynaklı olarak 1990-1991 yıllarında meydana 
gelen Körfez Savaşı’nda ABD ve müttefiklerinin yanında yer aldı 
(Sinkaya, 2011: 88). 

Ancak Turgut Özal hükümetinin Körfez krizinden kaynaklı beklentileri 
gerçekleşmedi. Hatta olumsuz gelişmelerin meydana gelmesine sebep oldu. 
Savaş sırasında koyulan ambargolar Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin özerk bir 
siyasi yapı oluşturmaları PKK’nın terör faaliyetlerin daha da artmasına 
sebep oldu. Türkiye bir yandan bağımsız bir Kürt Devleti’nin ortaya 
çıkmasını engellemeye diğer yandan PKK’ya karşı yürüttüğü askeri 
mücadeleyi sürdürmeye devam etti (Sinkaya, 2011: 88). Bölgedeki Kürt 
sorunu devletlerarası bir seviyeye ulaştı. Meydana gelen bu yeni koşullarda 
Kürt sorununun çözümü için eyleme geçerek, Suriye ve Ortadoğu 
ülkeleriyle ilişkilerini iyileştirme çalışmalarına başladı. Dönemin Dışişleri 
Bakanı Kurtcebe Alptemoçin 7 günlük bir geziye çıkarak Ortadoğu’nun 
önde gelen devletleri Suriye, Irak ve Suudi Arabistan’la resmi temaslarda 
bulundu (Oran, 2001: 554). Fakat bu dönemde Türkiye’nin İsrail’e su satışı 
meselesinin ortaya çıkması Arap başkentlerinde eleştirilere neden oldu. 
Arap kaynakları Türkiye’nin İslam kardeşlerinden ve komşularından 
esirgediği suyu İsrail’e vermesinden yakınmaya başladı (Cumhuriyet 
Gazetesi, 27.05.1990). Türkiye, Arapların olası bir tepkisine karşılık en yetkili 
ağızdan İsrail’e su satmayacağını duyurdu (Cumhuriyet Gazetesi, 15.07.1990). 

Suriye, Türkiye’nin ılımlı politikalarına olumlu bir cevap vermemeye devam 
etti ve özellikle PKK eylemlerine desteğini sürdürdü. Körfez Savaşı’nın 
ardından meydana gelen terör eylemlerinin sayısının ciddi manada artması 
üzerine, Türkiye Suriye’ye uyarıda bulunarak Bekaa vadisinde yuvalanan 
teröristlerin kamplarını bombalayacağını duyurdu. Bu uyarıdan sonra 
Suriye ve Türkiye ilişkileri gerginleşti. Her iki ülke yetkilileri 1992 yılında 
bir araya gelerek bir güvenlik protokolü imzaladılar. Bu protokole göre 
Suriye PKK’nın etkinliklerini yasaklayacak, terör örgütü olduğunu kabul 
edecek ve Bekaa’daki PKK kamplarını kapatacaktı (Duran, 2011: 509). 1993 
yılında Suriye’nin tarım ve su işlerinden sorumlu bakanı Türkiye’ye gelerek 
su sorununun çözümü için Başbakan Tansu Çiller ile görüştü. Tansu Çiller 
su işinin bir sorun olmadığını Ortadoğu’da bir barış köprüsü olduğunu 
belirtti. Türk Dışişleri Bakanlığı bu ziyaret nedeniyle bir açıklamada 
bulundu. Bakanlığın açıklamasında, 1986 yılında Suriye ile yapılan 
anlaşmaya göre GAP bitene kadar Fırat Nehri’nden Suriye’ye saniyede 500 
metreküp su verilmesinin kararlaştırıldığını ancak Suriye’nin daha çok su 
istediği belirtildi. Ayrıca resmi anlaşmalarda GAP’ın bitmesi halinde 500 
metreküp sudan daha fazlasının verileceği konusunda bir madde olmadığı, 
üstelik GAP’ın da henüz tamamlanmadığı ifade edildi. Yine Bakanlık 
açıklamasında Atatürk Barajı’nın yapılmasından önce Fırat Nehri’nin 
düzensiz aktığı, su akışının 200 ile 2000 metreküp arasında değişiklik 
gösterdiği, barajın yapılmasıyla su akışının düzenli hale getirildiği, suyun 
saniyede 1000 metreküp tutulduğu, Suriye’ye saniyede 500 metreküp su 
aktığı, Türkiye’nin ülkelerin ihtiyaçları doğrultusunda su paylaşımını 
savunduğu, Suriye’nin ise bu yaklaşımdan uzak bir tavır sergilediği, 
Suriye’nin olaya teknik açıdan değil siyasi açıdan baktığı dile getirildi 
(Milliyet Gazetesi, 15.07.1993). 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör BÖLÜM 1

 Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör BÖLÜM 1



Fatih ÖZÇELİK, 
Dr. Öğr. Üyesi, Düzce Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, 
fatihozcelik@duzce.edu.tr 

Özet 

Türkiye Cumhuriyeti, en uzun sınır komşusu Suriye ile belli dönemlerde birtakım sorunlar yaşamıştır. Bu sorunların en büyüğü de Türkiye Cumhuriyeti’nin Fırat ve Dicle nehirleri üzerine baraj yapma kararı almasıyla başlamıştır. Bu karar Türkiye Cumhuriyeti ile Suriye arasında “Su Sorunu” olarak adlandırılan problemin temelini oluşturdu. Suriye, Uluslararası platformlarda sürekli Türkiye karşıtı söylemler ve eylemlerde bulundu. Türkiye Cumhuriyeti ile yaşadığı su sorununda koz olarak terörü destekleme yoluna da gitti. Topraklarını Türkiye 
aleyhine faaliyet gösteren bütün terör örgütlerine açtı. Bu çalışmada su sorunu ve bu sorundan kaynaklı başka sorunların ortaya çıkması ve gelişimi incelendi. Elde edilen veriler analiz edilerek bir değerlendirmede bulunuldu. 

Giriş 

Ortadoğu dünyanın yumuşak karnı olarak nitelendirilen, çok çeşitli yönetim 
biçimlerini ve sorunları içinde barındıran bir coğrafyadır (Memiş, 2002: 255). 
“Ortadoğu” kavramı ilk kez II. Dünya Savaşında İngilizler tarafından 
Mısır’daki askeri birliklerin “Ortadoğu Komutanlığı” olarak adlandırılmasıyla kullanılmaya başlanmıştır. Bu bölgeyi tanımlamak için daha öncesinde “Yakın Doğu” kavramı kullanılmaktaydı (Oran, 2001: 194). 

Ortadoğu yer altı kaynakları ve jeopolitik durumundan ötürü tarih boyunca 
iç karışıklıklar ve büyük mücadelelere sahne olmuştur. Ülkeler bulundukları 
çevrenin özelliklerinden etkilenirler. Ortadoğu gibi zor bir coğrafyada yerini 
almış olan Suriye de bundan nasibini almıştır. Hatta günümüzde bölgedeki 
en sorunlu ülkenin Suriye olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Suriye’nin kuzeyde Türkiye Cumhuriyeti, güneyde Ürdün, doğuda Irak, 
güneybatıda ise İsrail ile sınırdaştır. Ayrıca Batıda Akdeniz’e kıyısı vardır. 
Resmi adı “El Cumhuriyetü’l-Arabiyye es-Suriye” olan ülke gerek coğrafi 
gerekse jeopolitik konumu itibariyle çok kıymetli bir arazide yer almaktadır. 
Suriye’nin stratejik açıdan önemli bir coğrafi alanda yer alması, petrolce 
zengin Arap yarımadası ülkelerine komşu olması, Irak ve Mısır arasındaki 
doğal ulaşım koridorunu oluşturması, Arap ve İslam dünyasının siyasi fikir 
akımlarının meydana geldiği, dini ve kültürel bir merkez olmasıyla ilgilidir 
(Bulut, 2008: 5). 

1. Su Sorununun Başlaması 

20. yüzyılda nüfusa bağlı olarak su kaynaklarına olan ihtiyacın artması 
devletlerin bu konuya gün geçtikçe daha da önem vermesine neden 
olmaktadır. CIA’nın hazırlamış olduğu bir raporda, dünya su kaynaklarının 
tükenmeye başlamasından dolayı dünyada su savaşlarının başlayacağı 
belirtilmiştir (Gönlübol ve Bingün, 2014: 667). Türkiye de bu durumun 
farkında olarak su kaynaklarını verimli kullanabilmek amacıyla 1960’lı 
yıllarda Fırat Nehri üzerine Keban barajını inşa etmeye başladı ve 1973 
yılında barajın yapımı tamamlandı. Bu barajın yapımından sonra, Türkiye 
enerji kaynağı ihtiyacı artışına bağlı olarak baraj yapımı konusunda projeler 
geliştirmeye başladı ve Güney Doğu Anadolu Projesi(GAP) bu kapsamda 
ortaya çıktı. 

Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleri üzerine yapmayı planladığı barajlar 
sayesinde su potansiyelini daha verimli kullanmak istiyordu. GAP 
kapsamındaki yörelerin kalkındırılması ve yatırımların artırılması 
hedefleniyordu. Fakat Türkiye’den doğup Irak ve Suriye’den geçerek Basra 
Körfezine dökülen Fırat ve Dicle nehirleri Ortadoğu devletlerinin yaşamını 
etkileyen bir önem arz etmekteydi. Bundan dolayı Suriye ve Irak bu proje 
nedeniyle su kullanımının kendileri açısından azalacağını (Sinkaya, 2011: 86) 
ve Türkiye’nin yeri geldiğinde GAP kapsamında yapılan bu barajlar 
sayesinde suyu kendilerine karşı bir koz olarak kullanacağı endişesine 
kapıldılar. Hatta Türkiye Keban Barajı’nda su birikimini sağlayabilmek için 
Irak ve Suriye’ye yönelen akarsularda bir müddet kısıntı yapmak zorunda 
kaldı. Irak ve Suriye hükümetleri bu duruma tepki gösterdiler ve saniyede 
100 metreküp su verilmesinin uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu 
belirterek Fırat Nehri üzerinden kendilerine saniyede 300 metreküp suyun 
gelmesi gerektiğini söylediler (Cumhuriyet Gazetesi, 02.04.1974). 

Ancak su sorununa bağlı ilk büyük kriz Türkiye ve Suriye arasında 
meydana gelmedi. Türkiye ve Suriye’nin aynı dönemlerde bitirdiği Keban 
ve Tabka barajlarının dolumu esnasında Irak su sıkıntısı çekmeye başladı. 
Sıkıntı kaynağının Suriye olduğunu düşünen Irak Suriye’yi tehdit etti ve iki 
ülke arasında gerilim ortaya çıktı. Suudi Arabistan’ın araya girmesiyle 
Suriye ve Irak arasındaki sorun çözüldü (Maden, 2011: 35). 

2. Suriye ve Irak’ın Türkiye’ye Karşı Ortak Hareket Etmeleri 

Suriye ve Irak, Suudi Arabistan’ın arabuluculuğuyla aralarındaki Tabka 
problemini çözdükten sonra beraber hareket etme kararı alarak Türkiye 
aleyhine faaliyetlere giriştiler. Suriye ve Irak, Türkiye’nin nehirleri 
değerlendirme projelerine karşı, uluslararası alanda bu projelerin 
kendilerine zarar verdiği konusunda kamuoyu oluşturma çalışmalarına 
başladılar. Hatta su sorununun tüm Arap dünyasının ortak sorunu olduğu 
konusunda ortak bir düşüncenin oluşturulmasını da büyük ölçüde 
sağlamayı başardılar (Gönlübol vd. 2014: 228). 

Arap devletlerinin Suriye ve Irak tarafında yer almasının çeşitli nedenleri 
vardı. Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu dünya düzeni 
içerisinde Batılı tarafta yer alması Arap devletleri ile ilişkilerinin bozulmasına neden oldu. Zira Arap devletlerinin önemli bir kısmı SSCB’ye yakın duruyorlardı (Gönlübol vd. 2014: 228). Araplara ait olduğunu savundukları topraklarda İsrail Devleti’nin kurulması ve bu devleti tanıyan ilk Müslüman devletin Türkiye olması nedeniyle Türkiye’ye kırgınlıkları ve kızgınlıkları söz konusu idi. Bu durum Suriye ve Irak’ın yanında yer almalarının başka bir nedeniydi (Soysal, 1999: 521). Bunların yanında Türkiye’nin bölgede etkin bir güç haline gelmesini istemiyor lardı (Çelebi, 2009: 67 ). 

Arap devletlerinin Suriye ve Irak’ın yanında yer alması Türkiye’yi olumsuz 
etkiledi. Örneğin Türkiye’nin en büyük enerji ve sulama projesi içinde yer 
alan barajlardan Karababa Barajı için hiçbir uluslararası kuruluş ve ülke 
kredi vermeye yanaşmadı. Söz konusu projelerin finansmanında kullanılmak üzere Türkiye’ye verilecek kredileri engellemek amacıyla Dünya Bankası’na baskı yapıldı (Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984). Arap devletlerinin etkisinde kalan Dünya Bankası ve IMF kredi desteği verilebilmesi için nehirler üzerinde hak sahibi olan tüm ülkelerin ortak bir anlaşmaya varmaları gerektiğini belirtti (Erdağ, 2015: 43). 

Uzun süren tartışmalar üzerine Türkiye, 1980 yılında Fırat’ın sularından 
yararlanılması konusunda müzakerelere hazır olduğunu bildirdi. İlk aşamada bu konudaki görüşmelerin nehrin geçtiği üç ülkenin de katılımıyla yapılabileceğini belirtti. Suriye ve Irak Türkiye’nin önerisini kabul etti. 

Ancak 1984 yılına gelindiğinde Türkiye’ye karşı ortak hareket eden Suriye 
ve Irak arasında birtakım problemler baş gösterdi. Bu nedenle Suriye 
görüşme masasına oturmaktan kaçındı. Öngörülen toplantılar Suriye’nin 
katılmamasından dolayı yapılamadı. Suriye’nin bu tutumundan dolayı 
ortaya çıkan tıkanıklık, bu konudaki tavrını değiştirmesiyle belli ölçülerde 
aşılmaya başlandı ve üç ülke arasında Bağdat’ta teknik düzeyde görüşmeler 
yapıldı ancak bu toplantılardan tam bir sonuç alınamadı 
(Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984). 

3. Suriye Yönetiminin İç Siyasette Türkiye Aleyhtarlığı 

Suriye yönetimi, ülke içindeki problemleri çözmekte yetersiz kaldığında 
başarısızlığın bahanesi olarak Türkiye’yi suçlamaktaydı. Türkiye neden 
gösterilerek başarısızlıkların üzeri örtülmeye çalışılıyordu. Örneğin SSCB’ye 
Ukrayna modeliyle 1970’li yıllarda inşa ettirilen Al-Tavra barajı sulak ve 
yağışlı bölgelere uygundur. Çölün ortasına inşa edilen bu baraja Fırat’tan 
gelen su tesir edemediğinden; Ukrayna modeline göre inşa edilen tribünler 
hareket ettirilemedi. Bundan dolayı elektrik üretiminde aksaklıklar yaşandı. 
Hâlbuki bu dönemde Türkiye vaat ettiği 500 metreküp suyun üzerinde 700 
ve 1000 metreküp su salımı yapmıştı. 
Ancak Suriye yönetimi kendi halkından yanlış yatırım yapıldığı bilgisini gizleyerek Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlama yoluna gitti. Bu suçlama kampanyaları bazen öyle boyutlara ulaşmıştır ki yiyecek sıkıntılarından bile Türkiye sorumlu 
tutuluyordu. Suriye yönetimi 1986 yılının sonlarında elindeki tavuk stoklarının hepsini İran’a petrol karşılığında verdi. Bu ticaretten ötürü Suriye iç piyasasında büyük bir tavuk bir kıtlığı meydana geldi. Şam yönetimi ise kıtlığın gerekçesinin Türkiye olduğunu söyledi. Suriyeli yetkililer basına verdikleri demeçte: “Türkiye’de tavuk vebası çıktı önlem almadılar ve bize de sıçradı, tavuklarımız telef oldu” diyerek Türkiye’yi suçladılar (Milliyet Gazetesi 19.04.1987). 

Suriye yönetiminin su meselesinden kaynaklı Türkiye aleyhtarlığı başka 
konularda da devam etti. Sözgelimi 1988 yılında Amman’da İslam 
dünyasının önde gelen liderlerinin bir araya geldiği İslam Konferansı’nda, 
Türkiye Bulgaristan’daki Türk azınlığın sorunu konusunda İslam liderlerinden beklediği desteği büyük ölçüde buldu. Ancak Suriye konferansın ilk gününden itibaren Bulgaristan’ın görüşünü destekledi. 
Konferans sırasında dönemin Türk Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz, Suriye 
Dışişleri Bakanı Faruk Şara ile görüştü ve Bulgaristan’daki Türk azınlığın 
zulüm gördüğünü ve bir insanlık dramının yaşandığını söyledi. 

Buna rağmen Suriye, Bulgaristan yanlısı tutumunda ısrarcı oldu 
(Milliyet Gazetesi 25.03.1988). 

4. Suriye Yönetiminin Türkiye’ye Karşı Terörü Desteklemesi ve PKK Terör Örgütü 

Her platformda Türkiye karşıtı bir pozisyonda bulunan Suriye koz olarak 
terör kartını da kullanmıştır. Türkiye aleyhine her türlü oluşumu 
desteklemekten geri kalmayan Suriye yönetimi, kendi topraklarını Türkiye 
Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğüne kast eden terör gruplarına açtı. 
DHKP/C (Dev-Sol), THKP/C Halkın Devrimci Öncüleri (Acilciler), TKP/ML, 
SVP, TKEP, TKSP, PKK, Üçüncü Yol ve 16 Haziran Hareketi gibi sol görüşe 
sahip terör örgütleri Suriye tarafından desteklendi. Suriye destekli bu 
örgütler 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde meydana gelen terör eylemlerini 
gerçekleştirdiler. 12 Eylül'den sonra sol örgütlerin sona erdirilmesi ile 
birlikte, Suriye ve müttefikleri yeni bir arayış içerisine girdiler. 1970’li 
yıllarda ASALA ve Türkiye karşıtı sol örgütlere destek veren Suriye, 1980’li 
yıllarda ise PKK’yı destekleyerek Türkiye’yi zor duruma düşürmek için 
elinden gelen gayreti sarf etmeye başladı (Manaz, 2003: 2). 

1979 yılında faaliyetlerini arttırarak örgütlenmeye başlayan PKK terör 
örgütü elebaşı Abdullah Öcalan, 7 Temmuz 1979 tarihinde Suriye’ye 
giderek, burada Filistin Kurtuluş Örgütü’yle temasta bulundu ve kendisine 
Filistin kimliği verildi. Bu zamanlarda Lübnan ikiye ayrılmış, bir bölümü 
Arap Barış Gücü adı altında Suriye’nin denetimine girmişti. 1976 yılında 
Suriye, Lübnan’ın Bekaa vadisini işgal etti. Suriye denetimine giren bu 
topraklarda Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı birçok örgüt, Ermeni ASALA 
terör örgütü ve Lübnanlı Dürzi ve Şii milislerin kampları bulunmaktaydı. 
Denetimsiz ve yasadışı faaliyetler için uygun bir yer olan bu topraklarda 
Öcalan da kendisine bir yer ayarlamak istedi ve Filistinli grupların 
yardımıyla Bekaa vadisinin güneyinde bir yer gösterilerek buraya 30-40 
kadar PKK’lı terörist yerleşti. Bu kampın nüfusu zaman içerisinde Lübnan 
ve Suriye’den katılımlarla arttı. Askeri eğitim için müsait olan bu yere 
Sovyet ve Kübalı subaylar gelerek Filistinliler ile birlikte PKK’lılara da 
eğitim vermeye başladılar (Kurubaş, 2004: 117). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

15 Ocak 2017 Pazar

Ortadoğu’da Su Sorunu



Ortadoğu’da Su Sorunu 



Dr. Tuğba Evrim Maden 


“ Su, insan yaşamının en önemli ihtiyaçlarından biridir. '' 

Su, insan vücudunun ihtiyacını karşılarken, uzun yıllardır tarım, endüstri ve teknoloji gibi alanlar da yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Su, istenilen yer ve zamanda ekonomik olarak elde edilememektedir. Su dağılımının dengesizliği yanında nüfusun artması, ülkelerin gelişmişlikleri ile doğru orantılı olarak suyun diğer alanlarda da kullanılmaya başlanılması, gelişen teknoloji ve sanayinin su kaynaklarını kirletmesi ve değişen iklim koşullarının su kaynakları varlığını olumsuz bir şekilde etkilemesi ile dünya üzerinde çeşitli bölgelerde su kaynaklarının yetersizliği, su sorunu yaşanmasına neden olmuştur. Su sorunu yalnız bir ülkenin sosyal yapısını veya ekonomisini etkileyen bir sorun olmaktan çıkmış artık aynı havza içinde yer alan ülkelerin de dış politikalarını etkileyen önemli bir unsur haline gelmiştir. Su kaynaklarının azalması ile günümüzde ve gelecek dönemlerde ülkeler su yetersizliği nedeniyle kendi coğrafyalarında yaşayan canlı türlerinin yaşamının tehlike altında olması ile yüz yüze gelecektir. 

Yukarı kıyıdaş (memba) ülkelerde, sınıraşan suyun kullanımı veya yanlış kullanımı, aşağı kıyıdaş (mansap) ülkeyi doğrudan etkilemektedir. 

Yapılan çalışmalar ile 2025 yılında 3 milyar insanın su sıkıntısı ile karşı karşıya kalacak ülkelerde yaşayacağı tespit edilmiştir. Şimdiden birçok ülke su sıkıntısı ile karşı karşıyadır. Suya artan talebi karşılayabilmek için yüzey suları yetersiz kalmakta, bu sebeple yer altı suları kontrolsüzce kullanılmakta ve su tablalarının seviyeleri aşağıya düşmektedir. 

Suyun yaşam için temel bir kaynak olması ve yaşanan sıkıntılar sosyal gerilime, rekabete ve çatışmaya sebep olmaktadır. Artan su sıkıntısı, coğrafi koşullar ile de bir araya gelince, kıyıdaş ülkeler arasında uluslararası nehrin kullanımına ilişkin anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. 

Birçok ülkenin su kaynakları, sınıraşan su özelliği taşımaktadır. Yerküre üzerinde yaklaşık 264 adet uluslararası nehir havzası bulunmaktadır ve bu havzalar yerkürenin yarısını kaplarken, toplam su kaynaklarının %60’ını oluşturmaktadır ve dünya nüfusunun %40’ından fazlasını etkilemektedir. Coğrafi olarak Avrupa’da 69, Afrika’da 59, Asya’da 57, Kuzey Amerika’da 40, Güney Amerika ’da 38 adet uluslararası havza vardır. Bu ülkelerinin su arzı diğer ülkeye de bağımlıdır. Bu durum su kaynaklarını, ulusal güvenlik konularından bir haline getirmektedir. Son yıllarda su kaynaklarının çatışmaların içinde yer alması olasılığı nedeniyle, küresel su sorunları “öncelikli politika” statüsünde yer almaktadır. Su ve çatışma konusu uzun yıllardır literatürde tartışılmaktadır. 
Su kaynakları, barış için de, savaş için de itici güç olabilmektedir. 
Devletlerin izleyeceği politikalar ile sonuç işbirliği de olabilir çatışma da olabilmektedir. 

İsrailli hidrolojist Uri Shamir’in, “ Siyasi niyet barış ise, su engel oluşturmayacak tır, fakat çatışma için bir sebep aranacak ise su yeterli bir sebep  olacaktır”, 
ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. 

Birleşmiş Milletler Eski Genel Sekreteri Kofi Annan, 2000 yılında, temiz suya ulaşabilmek için yapılan büyük rekabetin gelecekte, meydana gelecek çatışma 
ve savaşların kaynağı olabileceğini belirtmiştir. Ek olarak, 2004 Nobel Barışödülü kazanan Wangari Maathai bir demecinde “ormanların yok olması, çölleşme, biyolojik çeşitliliğin azalması ve su kıtlığı ile ekolojik kriz ile karşı karşıya olunduğunu, orman, su, toprak, mineral ve petrol gibi kaynakları uygun bir şekilde yönetilmedikçe, yoksulluğa karşı savaşta başarılı olunamayacağını ve barışın var olamayacağını” belirtmiştir. Ayrıca, mevcut politikaların değişmediği surece eski çatışmaların canlanacağı ve yeni kaynak savaşlarının ortaya çıkacağının ifade etmiştir. 

Çevre ve politika arasında oluşan tehditsel ilişki uzun yıllardır ele alınan bir konudur. Sprout ve Sprout, çevrenin uluslararası politikanın ayrılmaz 
bir faktörü olduğunu anlatırken, günümüzdeki çevresel güvenlik literatürünün öncülerinden olmuştur. Çevresel güvenlik konusunun tanınmış isimlerinden T. H. Dixon ise, mansap ve memba ulkeler arasında oluşabilecek su savaşlarının sadece sınırlı şartlar bütününde gerçekleşebileceğini ve bu tur örneklerin dünyada az miktarda olduğunu belirtmektedir. Suyun sadece tarihsel olarak askeri bir çatışma sebebi olmadığını ve önümüzdeki yıllarda da savaşlara yol açabileceğini irdeleyen çalışmalar yapılmıştır. Cooley, Starr, Remans, Amery ve daha da popüler olan Bulloch and Darwish yayınlarında su savaşlarının kurak bölgelerde özellikle de Ortadoğu’da çıkabileceğini işaret etmektedir. Westing, sınırlı su kaynağı için yapılan rekabetin politik gerilimi arttıracağı, hatta savaşa kadar gidebileceğini söylemiştir. Gleick, su kaynaklarını askeri ve politik birer amaç olduğunu, Ürdün, Fırat, İndus, Ganj, Rio Grande ve Nil nehirlerini örnek vererek tartışmıştır. Özellikle sınıraşan sularda tipik uyuşmazlık sebebi, 
aşağı kıyıdaşın, yukarı kıyıdaşın yarattığı kirliliğe, aşırı sulama veya baraj yapmasına karşı çıkmasıdır. Bu faaliyetler aşağı kıyıdaşa ulaşan suyun 
kalitesini ve miktarını etkilemektedir. Askeri müdahalelere de sebep olmuş bu faaliyetlere birkaç örnek vardır. 1950-1960 yılları arasında İsrail, Suriye ve Ürdün arasında Ürdün ve Yarmuk Nehirlerinin sularını yönünü değiştirmesi sebebiyle çatışmalar çıkmıştır. Bir diğer örnek olan Fırat ve Dicle nehirleri kıyıdaşları Türkiye, Suriye ve Irak arasında Fırat nehri üzerine yapılacak barajlar yüzünden anlaşmazlıklar yaşanmıştır. 

Anlaşmazlıkların bir kısmı, Meksika ve ABD örneğinde olduğu gibi Rio Grande Nehri’nde yaşanan kirlilik ve Kolorado Nehri üzerine yapılacak baraj nedeniyle çıkan anlaşmazlıklar barışçıl bir biçimde yönetilmiştir. Güncel çalışmalar, uluslararası ilişkilerde paylaşılan su kaynaklarının önemini ortaya koymuş, sınıraşan sular ve askeri çatışmalar arasında güçlü bir ilişki olduğunu ortaya çıkartılmıştır. 

Uluslararası ilişkiler çalışmalarının konusu da olan bu durum, uluslararası ilişkilerin ana ekollerince incelenmiştir. Realistlere göre, devletler, 
geleceklerini ve güvenliklerini etkileyen kaynak, ülke sınırları dışında yer alıyorsa, bu kaynağa sahip olmak zorundadır. Ayrıca, göreceli kazanç 
ve güvenlik ikilemi üzerinde duran realistler, kaynağın diğer devlet tarafından sahiplenilmesinin bir diğeri için tehdit oluşturabileceğini ve bu durumun kaynak için devletlerin rekabet etmesine neden olabileceğini iddia etmektedirler. Bir diğer ekol liberaller ise daha iyimser bir bakış acısı ile piyasanın kaynaklar için etkin ticareti yaratacağını ve önemli kaynaklardan yoksun olan devletlerin eksiklerini uluslararası piyasadan sağlayabileceğini belirtmiştir. Marksistler ise ekonomik sistem içerisindeki eşitsizliğin önemine odaklanmış ve kaynak kıtlığının hem küresel hem de içte eşitsizliğe sebep olacağını, bu durumunda devletlerarası ve devlet içinde çatışmaları arttıracağını belirtmiştir. 

Yukarıda belirtilen üç ekol tartışmalarının odağında, gözden kaçırdıkları bir durum söz konusudur. Dünyanın farklı coğrafi bölgelerinde, su kaynaklarının yönetimi kıyıdaşların maruz kaldığı kıtlığa göre değişiklik göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi tatlı su kaynakları dünya üzerinde eşit dağılmamıştır. Özellikle Avrupa ve Amerika bol su kaynaklarına sahipken, Ortadoğu gibi bölgeler ise günden güne su kıtlığı ile karşı karşıya gelmektedir. Bu sebeple, sınıraşan suların yönetimine ilişkin kurumların oluşturulması ve başarılı olamamasında farklılıklar gözlenmektedir. Avrupa’da, Tuna ve Ren Nehri sularının yönetimi için oluşturulmuş kurumlar uzun süredir görevlerini yerine getirmektedir. Kuzey Amerika’da ise ABD-Kanada arasında karşılıklı olarak 50 yıldır, sınıraşan suların yönetimi için kurumlar varlıklarını sürdürmektedir. Fakat 
söz konusu Ortadoğu olduğunda nehirlerin ortak yönetiminde çok az başarılı olunmuştur, çünkü suyun kıtlaşan bir kaynak olduğu bu bölgede su, devletlerin bekası için önemli bir kaynaktır. Kıt bir kaynak üzerinde devletlerin ortak bir karara varması ve ortak bir yönetim sağlayabilmesi zorlaşmaktadır. Su sıkıntısın yaşandığı Ortadoğu’da kurumsallaşmanın zayıf, Avrupa’da ise tatlı su kaynakları ile ilgili kurumsallaşmanın yaygın olduğu görülmektedir. En az u sıkıntısının yaşandığı Amerika’da ikili ilişkiler ile oluşmuş kurumsallaşmalar yaygındır. 

Ortadoğu’nun Su Sorunu 

Ortadoğu dünya nüfusunun yüzde 5’ine sahipken suların ise yüzde 1’ine sahiptir. Yaklaşık olarak 25 nehrin yer aldığı coğrafyada su miktarı sıkıntısının 
yanında günümüzde su kalitesi problemi de yaşanmaktadır. Tuzluluk, sanayi, evsel ve tarımdan dönen sular kirliliğe sebep olmaktadır. Ortadoğu’da sulara ilişkin bir diğer sorun ise hakkaniyet sorunudur. Su sorunun yerel, ulusal ve uluslar arası boyutta etkili olmaktadır. Su kaynakları devletlerin devletlerin ilişkilerini etkileyen ve kullanımı da bu ilişkilerden etkilenmektedir. Ortadoğu’da suyun ana kaynağı nehirler ve akiferlerdir. En önemli nehir havzaları Nil, Fırat-Dicle, Ürdün ve Asi havzalarıdır. Yüzeysularının yetersiz olduğu bölgelerde su ihtiyacı su kaynaklarından temin edilmektedir. Yeraltı sularının yoğun kullanımı, söz konusu su kaynağının varlığını tehlikeye atmaktadır. Ürdün ve Suudi 
Arabistan’ın sınırları içerisinde yer alan Dişi akiferi, İsrail ve Filistin’in sınırları içerisinde Mountain (dağ) akiferi önemli örneklerdir. Ortadoğu’da su kullanımı ekonomiyi doğrudan etkilemektedir. Ortadoğu’da su kullanımı %60-90 oranında tarım amacıyla, %1-10 arası sanayi, %3- 10 içme, %3-20 hijyen amacıyla kullanılmaktadır. 

Ortadoğu’da Su Sorununun Sebepleri: 

• Hızlı Nüfus Artışı 
• Çatışmaların Yoğun Olması 
• Gıda Güvenliği Endişesi 
• Yarı-Kurak İklimin hakim olması 
• Su Kaynakların Yetersiz Olması 
• Su Kaynaklarının Eşit Dağılmaması 
• Su Kalitesinin Bozulması 
• Su kaynakların çoğunluğunun sınıraşan özellikte olması 


Orta Doğu’nun Başlıca Nehirleri 


• Fırat Ve Dicle Havzası (Fırat nehri 32 milyar/ m³/yıl, Dicle nehri 52         milyar/m³/yıl) 
• Şeria (Ürdün) Nehri Havzası -1.6 milyar/ m³/yıl 
• Nil Nehri Havzası -84 milyar/m³/yıl 
• Asi Nehri Havzası - 2,470 milyar/ m³/yıl Nil Nehri Havzası 

Havzada yer alan kıyıdaş ülkeler sırasıyla; Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Uganda, Tanzanya, Brundi, Ruanda, Kenya, Eritre, Etiyopya, Sudan, Güney Sudan, Mısır Nil nehri 2,9 milyon km²’lik alanı ile Afrika kıtasının yüzde 10’una denk gelmektedir. Dünyanın en uzun nehri olan 


Nil Nehri, 6825 km uzunluğundadır. Beyaz Nil olarak Victoria gölünden doğan Nil nehrine Etiyopya’dan doğan Mavi Nil kolu Sudan’da katılır. 

Nil nehri sularının büyük bir yüzdesi Mavi Nil’den kaynaklanmaktadır. Aswan Barajında Nil nehrinin toplam akımı 84 milyar m³/ yıldır. Bu miktarın yüzde 85’i yani 72 milyar m³’u Etiyopya’dan, 12 milyar m³’u diğer kıyıdaşlardan sağlanmakta dır. 

Havzada imzalanan en önemli anlaşma 1959 yılında Sudan ve Mısır arasında imzalanan ikili anlaşmadır. Bu anlaşma havzada yer alan diğer 
kıyıdaşların kullanımını kısıtlamıştır. 1961 yılında Tanzanya bağımsızlığını kazanması ile Nyerere doktrinini açıklanmış ve bu doktrine göre koloniyel dönemde imzalanan anlaşmalara bağımsızlığını kazanan ülkeler uymayacaktır. 

Şeria (Ürdün) Nehri Havzası 

Havzada yer alan kıyıdaş ülkeler sırasıyla; Lübnan, İsrail, Filistin, Ürdün, Suriye’dir. Şeria Havzası iki ana bölümden meydana gelir. İsrail’den 
doğan Dan kolu, Lübnan’dan doğan Hasbani kolu ve Golan tepelerinden gelen Banias kolları birleşerek İsrail tarafından kurutulan ve tarıma açılan Hulek gölüne daha sonrada Galile (Kineret-Tiberias) gölüne boşalır. Bu bölüm Yukarı Ürdün’dür. Galile gölünden Ölüdeniz’e (Lut Gölüne) kadar uzanan bolumu Aşağı Ürdün’dür. Aşağı Ürdün’e Galile Gölü çıkışı Yarmuk Nehri katılır. Yarmuk nehri Suriye ve Ürdün’den kaynaklanır ve Ürdün-İsrail arası sınır oluşturur. Toplam Drenaj alanı 18,140 km²’dir. Bu alanın 7216 km² Ürdün’de, 6445 km² Suriye’de, 712 km² Lübnan’da, 1842 km²’si Batı Şeria’da ve 1925 km²’si 1967 yılı öncesi İsrail sınırlarında yer alır. Deniz seviyesinin 395 m altında olup 
dünyanın en tuzlu gollerinden biridir. Ürdün nehrinden Ölüdeniz’e 1950 öncesi 1,3 milyar m³ su girmekteydi. Ama günümüzde Ürdün nehrinin yoğun kullanımı nedeniyle bu rakam azalmış ve göl seviyesi düşmüştür. Ürdün, İsrail ve Filistin’in tek yüzey suyu kaynağı bu nehirdir. Söz konusu nehrin sularının kullanımı ve tahsisi için Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze çeşitli projeler hazırlanmıştır. Bu projelerin hiçbirisi başarıya ulaşmamıştır. Her havza ülke kendine göre hazırladığı projelerde durum kötü bir hal almıştır. Bu gelişmelerle 1955 yılında Johnston planı hazırlanmıştır. 1953’ten itibaren hazırlan iki yıllık süreç içerisinde beş konu ele alınmıştır. 

-Kıyıdaş ülkelerin su kotası, 
-Galile gölünün bir depolama tesisi olarak kullanılma 
-Ürdün nehri sularının havza dışına iletilmesi 
-Lübnan’ın ulusal suyu Litani’nin Ürdün’le birleştirilip kıyıdaşlara tahsis 
-Uluslararası denetim ve garanti hususları 

Bu plana hem İsrail, hem de Arap ülkeleri itiraz etmiştir. 

Fırat-Dicle Havzası 

Havzada yer alan Kıyıdaş Ülkeler; Türkiye,Suriye ve Irak’tır. 

Türkiye’nin mevcut su potansiyeli (DSİ, 2010) 

• Ortalama yıllık yağış: 643 mm 
• Toplam yıllık yağış miktarı: 501,0 km³ 
• Yüzey suyu akışı: 186,05 km³ 
• Buharlaşma: 274,0 km³ 
• Yeraltısuyu : 41,0 km³ 

Ülkemizin topografik ve iklim koşulları nedeniyle yağış çok düzensiz dağılmıştır. Ortalama yıllık yağış 642 mm olmakla beraber Karadeniz bölgesinde 2000 mm’nin üstünde Orta Anadolu’da ise özellikle Tuz gölü havzasında bu rakam 250 mm’ye kadar düşebilmektedir. Falkenmark İndeksi ülkelerin kullanılabilir su miktarının ülke nüfusuna bölünmesiyle elde edilen ve ülkenin su ilişkin durumunu gösteren bir indekstir. 

Bu indekse Göre; 

Su (m3/kişi/yıl) Sınıflandırma 

1700 ve ustu - Su baskısı yok 

1700-1000 - Su sıkıntısı 

1000-500 - Su kıtlığı 

500 ve altı - Mutlak su kıtlığı 

Bu indekse göre Türkiye su zengini bir ülke midir? 

Devlet Su İşleri (DSİ)’nin Türkiye’nin su potansiyeli hesaplarına Gore Türkiye kişi başına yıllık 1652 m³ su potansiyeline sahiptir. Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) tahminlerine göre Türkiye nüfusu 2030 yılında 100 milyona ulaşacak ve su potansiyeli kişi başına yıllık 1120 m³’e düşecektir. Türkiye su sıkıntısı yaşayan ülkeler arasında yer alacak ve kaynakların çok daha etkin kullanmayı amaçlayan politikalar izlemek durumda olacaktır. 

Suriye’nin mevcut su potansiyeli (FAO, 2009) 

• Ortalama yıllık yağış: 252 mm 
• Toplam yıllık yağış miktarı: 46,67 km³ 
• Yüzey suyu akışı: 12,63 km³ 
• Yeraltı suyu : 6,174 km³ 


Irak’ın mevcut su potansiyeli (FAO, 2009) 


• Ortalama yıllık yağış: 216 mm 
• Toplam yıllık yağış miktarı: 94,68km³ 
• Yüzey suyu akışı: 74,33km³ 
• Yeraltısuyu:3,28 km³ 


Fırat-Dicle Havzası Kıyıdaş ülkelerinin havzaya katkıları 

Nehir 

Yıllık Akım 

Kıyıdaşların 

Katkısı (milyar/ metreküp/ yıl) 

Kıyıdaşların Katkısı (milyar/metreküp/yıl) Türkiye Suriye Irak 

Fırat 35 31,6 (%90) 3,4 (%10) 0 
Dicle 52,7 21,3 (%40) 0 31,4 (%60) 
Toplam 87,7 52,9 (%60) 3,4 (%4) 31,4 (%36) 

Fırat nehri 2700 km uzunluğu ile güneybatı Asya’nın en uzun nehridir. Havza alanı toplam 82,330 km2’dir. Tabloda da gördüğünüz gibi nehre en büyük katkı Türki-ye’den sağlanmaktadır. Suriye’nin katkısı yüzde 10 iken, Irak’ın katkısı 
yoktur. Dicle nehri güneybatı Asya’nın ikinci büyük nehridir. Türkiye’nin ana ve ara kollarla katkısı yaklaşık yüzde 21’dir. Nehrin ana kaynağı Irak’tır. İran, Karun ve Küçük zap ve ara kollar ile yüzde 10’luk bir katkı sağlamaktadır. 

Türkiye-Suriye-Irak Su İlişkileri Tarihçesi 

• 1950: Suriye, drenaj ve sulama projesi olan Ghap vadisi projesi için Dünya          Bankası’na kredi başvurusu. 
• 1953: DSİ Kuruldu. 
• 1956: Suriye, Orantes Barajı yapılmaya başladı. 
• 1962: Suriye ve Irak aralarında Fırat nehri debisi ve sevilerine ait veri             alışverişli kararına vardılar. Irak, Fırat nehri üzerinde tarihi hakları konusunu gündeme getirdi. 
• 1965-1973: Türkiye Keban Barajı’nı yapma kararını verdi ve Irak ve Suriye’ye Türkiye Suriye sınırında 350 m³/sn suyu bırakacağını taahhüt etti. 
• 1966: Suriye, Irak’ın tarihsel haklar iddiasını reddetti. Ve Irak’a Fırat nehrinde %59 su vermeyi kabul etti. 
• 1968-1973: Suriye, Tabka barajını yaptı. 
• 1975: Keban ve Tabka barajlarının dolum süreci nedeniyle, Irak ve Suriye savaş noktasına geldi. Suriye, Tabka barajından yılda 200 milyon metreküp su bırakmaya karar vermiştir. 
• 1976-1987: Türkiye Karakaya Barajı’nı yapmaya karar verdi. 
• 1979: Türkiye Dünya Bankası’na, Karakaya Barajı için kredi başvurusu aşamasında tek taraflı olarak saniyede minimun 500 metreküp su bırakacağını belirtmiştir. 
• 1980: Türkiye ve Irak Karma Ekonomik komisyonu bir araya geldi ve Ortak teknik komite kurma kararı aldı. 
• 1982: Komitenin ilk toplantısı Türkiye ve Irak arasında gerçekleştirildi. 
• 1983: Komiteye Suriye’de katılır ve üçlü görüşmeler başlar. Türkiye, bu toplantıda PKK ve ASALA’yı gündeme getirir. 
• 1983-1992: Türkiye, Atatürk Barajı’nı yaptı. 
• 1984: Türkiye ve Irak güvenlik protokolü imzaladı. (15 Ekim 1984’te Türkiye ile Irak bir Güvenlik Protokolü yaptılar. Birbirlerinin topraklarında 5 km’ye kadar “Sıcak Takip” yapma olanağı yarattılar. Bu protokol Ekim 1988’e kadar yürürlükte kalacaktır.) 
• 1984: Hidroelektrik üretim projesi olarak hazırlanan GAP, entegre sosyo-ekonomik geliştirme programına dönüştürüldü. 
•1984: Üç Aşamalı Plan 
-Su Kaynakları ile ilgili envanter çalışmaları 
-Toprak Kaynakları ile ilgili envanter çalışmaları 
- Mevcut Toprak ve Su kaynaklarının birlikte değerlendirilmesi 1984 yılında Ortak Teknik Komite (OTK) toplantısında Türkiye tarafından dile getirilmişti 
• 1986: Barış Suyu Projesi Seyhan ve Ceyhan nehri sularının Arap ülkelerine iletilmesi (6 milyon m³ su) (Urdun nehrinin 3,5 katı) İki boru hattı ile su iletilecek projenin; Batı Hattı: 3,5 milyon m³/gün-2700 km (Hama, Humus, Halep, Şam, Amman, Yanbu, Medine ve Mekke) Doğu Hattı: 2,5 milyon m3/gün – 3900 km (Suriye ve Urdun üzerinden Körfez ülkelerine Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri) 
• 1987: Türkiye Şam’da iki protokol imzalar. Türkiye, nihai bir anlaşmaya kadar Fırat nehrinden Suriye sınırından saniyede 500 metreküp 
su bırakacağını taahhüt eder. İkinci protokol ise güvenlik protokolünde Suriye PKK’ya verdiği desteğe son vereceği sözünü verir. 
•1989: Nisan ayında, 13. Ortak Teknik Komite toplantısında Suriye Irak’a 500 metreküp/ saniye suyun yüzde 58’in bırakacağını yapılan ikili bir anlaşma ile taahhüt eder. 
• 1989: Ekim ayında, Türkiye Suriye’nin 1987 güvenlik protokolüne sadık kalmadığını ilan eder. 
• 1989: Kasım ayında, Türkiye Atatürk barajını doldurmaya başlayacağını ve 13 Ocak- 12 Şubat 1990 tarihleri arasında Fırat nehri sularını 
derive edeceğini ilan eder. Bu arada TR-SY sınırından saniyede 1000 metreküp su bırakır. 
• 1990: Mayıs ayında Irak, Türkiye’ye Suriye sınırında saniyede 700 metre küp su bırakması için ısrar eder. Türkiye reddedince, Irak’ta 1984 
   güvenlik protokolünü yenilemeyeceğini belirtir. 
• 1990: 2 Ağustos tarihinde Irak, Kuveyt’ e saldırır. Türkiye koalisyonu destekler ve Irak’a karşı İncirlik üssünün kullanılmasına izin verir. 
• 1991: Suriye, Türkiye’de yapılacak Su Zirvesine katılmayı reddetti. 
• 1992: Türkiye, Irak’ın 700 metreküp/saniye talebini reddetti. 
• 1995: Aralık ayında Şam’da toplanan yedi Arap ülkesi, yayımladıkları Şam Deklarasyonu ile Türkiye’nin Suriye’ye kirli su bıraktığı konusunda suçlamışlardır. 
• 1996: Suriye ve Irak, Birecik barajının inşasını protesto etmişlerdir. Bu durumu Arap ligine bildirmişler ve inşa konsorsiyumunda yer alacak 
   ülkelere de uyarı iletmişlerdir. 
• 1996: Mart ayında Türkiye ve İsrail güvenlik anlaşması imzalamışlardır. Bu gelişme Irak ve Suriye tarafından protesto edilmiştir. 
•1997: BM, Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kulla-nımlarına İlişkin Sözleşmesi imzaya açıldı. Türkiye, Çin ve Burundi karşı oy kullandı. 
103 ülke olumlu oy verirken, 27 ülke tarafsız kaldı. (27 Mayıs 1997 tarihinde Genel Kurulda oylamaya açılmıştır) sözleşmenin yürürlüğe 
girmesi için 35 ülkenin onaylaması yeterlidir. Su an itibariyle 25 ülke onay vermiştir. 1998: Suriye ve Irak, Fırat-Dicle nehirlerine ilişkin ikili 
görüşmeler yaptı ve Türkiye katılmadı. 
• 1998: Adana Mutabakat 
• 1999: Türkiye-Suriye ilişkilerinde yumuşama (dini bayramlarda sınırların açılması geçişlere izin verilmesi 
• 2000: Hafız Esad’ın vefatı ve Başer Esad’ın göreve başlaması. 
• 2001: GAP BKİ –GOLD (Suriye Sulama Bakanlığı Arazi Islah Müessesesi) Protokolü 
• 2002: Uygulama Dokümanının yayımlanması. 
• 2007: İlgili Bakanlıkların dönem dönem toplantı yapması. 
• 2009: 3 Eylül tarihinde su sorununu çözmek için Türkiye, Irak, Suriye Üçlü Bakanlar Toplantısı Ankara’da yapıldı. Toplantıya, Çevre ve Orman 
Bakanı Veysel Eroğlu, Irak Su ve Doğal Kaynaklar Bakanı Abdüllatif Camal Raşit ile Suriye Sulama Bakanı Nader Al Bounni katıldı. 
• 2009: Çevre Bakanı Prof. Dr. Veysel Eroğlu ve Suriye Sulama Bakanı Nadir El Bounni mutabakat zaptı imzalamışlardır. İmzalanan 51 mutabakat zaptı içerisinde 
Asi nehri üzerinde “Asi Dostluk Barajını” yapılması da yer almaktadır. 
• 6 Şubat 2011: Asi Dostluk Barajı’nın temeli atıldı. 1998 yılında imzalanan Adana Mutabakatı sonrası, 2000 yılına kadar iki ülke ilişkilerinde güven inşa etme çalışmaları devam etmiştir. 10. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in 13 Haziran 2000 tarihinde Hafız Esad’ın cenazesine katılması, iki ülkenin değişmeye başlayan ilişkilerinin gözler önüne sermiştir. 2000 yılında Suriye Başbakan Yardımcısı Abdul-halim Haddam’ın Ankara’ya yaptığı resmi ziyaret ile ilişkiler olumlu bir gelişme sureci içine girmiştir. 2002 yılı sonrası Türk dış politikasının değişmesi ve Ortadoğu’ya yönelmesi, 2003 yılında Irak işgali ile ABD’nin Suriye üzerinde hissedilen etkisi, Suriye’nin güvenlik kaygıları, izole edilmiş hissi ve Irak’ın parçalanma ihtimalinin iki ülke üzerinde yarattığı 
ortak güvenlik endişesi Türkiye ve Suriye’yi yakınlaştırmıştır. İki ülke arasında gelişen güven, ekonomik ilişkileri geliştirme adımlarının da atılmasını sağlamıştır. 22 Aralık 2004 tarihinde Türkiye ve Suriye ilk Serbest Ticaret Anlaşmasını imzalamıştır. Bu anlaşma ile iki ülkenin sınırları tanımlanmış ve Suriye Hatay’ın Türkiye sınırları içerisinde yer aldığını kabul etmiştir. Türkiye-Suriye ilişkileri 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle önemli ivme kazanımlarına sahne oldu. Sözgelimi, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın 2004 yılında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret bu konuda önemli bir adım olmuştur. 1946 yılından bu yana bağımsız Suriye tarihinde ilk defa Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye geliyordu. Bu ziyaret, iki ülke ilişkileri açısından olduğu kadar, bölgesel dengeler açısından da yepyeni bir dönemin başlangıcı olarak yorumlanmıştır. 22 Aralık 2004 tarihinde Başbakan Recep Erdoğan’ın Suriye ziyareti sırasında Suriye Başbakanı Otri ile görüşmüş ve Asi nehri uzerinde yapılacak ortak bir baraj için işbirliği ve teknik destek verebileceğini belirtmiştir. Türkiye’de 20.000 hektar Suriye’de 

10.000 hektar alanı sulamayı hedefleyen bu projede elektrik üretimi de yapılacaktır. Türkiye ve Suriye, 16 Eylül 2009 tarihinden itibaren Yüksek 
Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSK) çerçevesinde toplantılar yapılmasına karar verilmiştir. 22-23 Aralık 2009 tarihlerinde Şam’da düzenlenen Türkiye-Suriye YDSK Birinci Başbakanlar Toplantısı’nda yaklaşık 51 adet Mutabakat Zabıtları ve Anlaşma imzalanmıştır. Bu belgelerden su ve cevre ile ilgili olanlar sırasıyla; 

1. Asi Nehri üzerinde “Dostluk Barajı” adı altında Ortak Baraj İnşa Edilmesine İlişkin Mutabakat Zaptı, 
2. Suriye’nin Dicle Nehrinden Sulama Amaçlı Su Çekimine İlişkin Mutabakat Zaptı, 
3. Kuraklıkla Mücadele ve Su Kaynaklarının Etkin Kullanımına İlişkin Mutabakat Zaptı, 
4. Su Kalitesinin İyileştirilmesine İlişkin Mutabakat Zaptı, 
5. Meteoroloji Alanında Mutabakat Zaptı, 
6. Çevre Koruma Alanında İşbirliği Anlaşması’dır. 

Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Bakanlar ikinci toplantısı 2-3 Ekim 2010 tarihleri arasında Suriye’nin Lazkiye şehrinde toplanmıştır. 

İkinci toplantıda imzalanan anlaşmaların durumları incelenmiştir. 2009 yılında yapılan toplantıda Asi nehri uzerinde Türkiye-Suriye sınırında, iki ülkenin %50-%50 iştiraki ile “Asi Dostluk Barajı”nın yapılması için bir mutabakat imzalanmıştır. 6 Şubat 2011 tarihinde Asi Dostluk Barajı temeli iki ülkenin Başbakanları ve Bakanlarının katılımıyla atılmıştır. 

Ortadoğu’da 2011 yılının başında ortaya çıkan Arap Baharı, Mart ayından itibaren Türkiye’nin komşusu Suriye’yi de etkisi altına almıştır. Suriye’de meydana gelen olaylar, ikiülkenin olumlu bir gidişat içinde olan son on yıllık ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiştir. İki hafta önce, Türkiye’nin Fırat ve Dicle sularını, barajların kapaklarını kapatarak Suriye’yi içme suyundan yoksun bırakılması ve Beşar Esad üzerinde baskı yaratmasıyla ilgili yazılar dış basında analizlerde yer almıştır. Daha önce de belirttiği gibi insan hayatı için suyun önemli bir kaynak olduğu her zaman Türkiye’nin önceliğinde yer almıştır. Kasım 2011’de Türkiye, Suriye’ye ekonomik yaptırımlar uygulayabileceğini belirtirken, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hem Suriye hem de Irak için önemli olan, Türkiye’den doğan ve Suriye’ye ve daha sonrasında Irak’a akan sınıraşan sularda herhangi bir su kısıtlaması yapılmayacağını belirtmiştir. Türkiye’nin bugüne kadar izlediği su politikaların su kaynakları bir tehdit unsuru ve ya silah olarak kullanılmamıştır. Sınıraşan sularda özellikle de Fırat-Dicle havzası kıyıdaşları Irak ve Suriye ile her zaman işbirliği içerisinde suların hakça, makul ve optimum olarak tahsisini isteyen Türkiye’nin, Suriye ile son günlerde gerilimin daha da çok arttığı bu durumda, uzun yıllardır oluşturduğu su politikasına tezat bir davranışta davranmayacaktır. 

Sonuç 


• Su kaynakları açısından kıt bir bölge olan yerel, ulusal ve uluslar arası    ölçekte etkilerini yaşamıştır. 
• Ortadoğu’nun politik durumu, su kaynakları yönetimi doğrudan                etkilemektedir. 
• Teknik bir durum siyasi bir durum olarak algılanmaktadır. 
• Kıt olan su kaynakları en iyi şekilde yönetilerek verimli bir şekilde          kullanılabilir. 
• Doğru su yönetim doğru veriler ve işbirliği ile sağlanabilir. 
• Veri problemi. 
• İşbirliği zayıf, özellikle kurumsallaşma da zayıf. 
• Yıllık yağış ortalamasında bir düşüş söz konusu, bölgenin iklimi                 nedeniyle buharlaşma da çok fazla. 

Irak’ta henüz iç dengeler oturabilmiş değil, kendi içinde ve vilayetler arasında da su kaynaklarına ilişkin bir sorun söz konusu, İran Karun ve Dez suları üzerinde proje yapma niyetinde çünkü İran’da su sorunu söz konusu özellikle Merkez bölgesinde. Suriye, Mart ayı itibariyle bir iç karmaşın içerisinde, Asi Dostlu barajı projesi sekteye uğrayabilir. Öncelikle her kıyıdaş üç aşamalı plan örneğinde olduğu gibi su kaynakları ve toprak kaynakları envanteri çıkarmalıdır. 
Su kaynaklarının tahsisi nüfus, sosyal yapı, ekonomi, iklim ve diğer şartlar göz önünde bulundurarak yapılmalıdır. İşbirliği üç kıyıdaşın katılımıyla  gerçekleşmeli dir. 

Tarımda su kaybını en aza indirebilecek modern sulama teknikleri kullanılmalıdır. Su kaybının yıpranma ve eskime sebebiyle çok olduğu su şebekelerinin tadilatı ve yenilenmesi yapılmalıdır. 


***