Apo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Apo etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2021 Çarşamba

O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin

O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin.


06 Mayıs 2008

ÖZCAN YENİÇERİ 

"Türkiye’deki kanlı terörü örgütleyen adamı tutmuş kafese tıkmışsınız. Onun için bir de şahsa özel ada tahsis etmişsiniz. Onca güvenlik görevlisi ve yetkili görevlendirilmişsiniz."

Adam buna rağmen içeriden dağdaki terörünü ve teröristini yönetiyor. Kendisini ziyarete gelen avukatları vasıtasıyla rutin olarak dağdaki canilerine ve ovadaki uzantısı olan siyasilere talimatlarını ulaştırıyor.

İmralı Kandil İle Bağlantı Halinde!

Bu yüzden bu cani, avukatları aracılığıyla dağdaki teröristlere talimatlar verdiği için yedinci kez hücre cezasının çarptırılıyor.

Şu hale bakar mısınız? Daha önce 6 kez 20'şer günlük hücre cezasına çarptırılan Öcalan, 20 gün boyunca tek kişilik odasında kalmaya devam ediyormuş. Bu arada muhterem (!) kitap, gazete ve radyodan mahrum ediliyormuş. Bu cani bu defa 7. kez hücre cezasına çarptırılmış. Yani sizin anlayacağınız, bu hücre cezaları adamı kesmiyor. Kandil ile İmralı'nın bağlantısını kopartmak bu mantık ve yaklaşımla mümkün olmuyor.

"Sabret az kaldı" mesajı!

İmarlı'daki katil, bu ceza üzerine oldukça pişkin bir biçimde bir de şu açıklamayı yapıyor: "Bu cezayla PKK'den, özgürlükten, Kürtlükten vazgeçmemi istiyorlar. Böyle şey olur mu, ben nasıl özgürlükten vazgeçebilirim". Hâlâ bu adam böyle konuşuyorsa onun dışarıdan daha çok içeride sırtını dayadığı bir yerler olduğunu gösterir. Hücre cezası adamı kesmiyor. Ödül gibi verilen cezalar hiçbir zaman caydırıcı olmaz! Leyla Zana'nın "2010 yılında aramızda" söylemini bu çerçevede düşünmek gerekir. Bu, İmralı canisine"sabret az kaldı!"mesajıdır.

Sonuçta Bay caninin, avukatları vasıtasıyla ulaştırdığı terör talimatlarıyla Mehmetçikler şehit ediliyor, masumlar katlediliyor, mayınlar döşeniyor ve gösteriler yapılıyor. Bu adam talimatlarını da sözde hukuk adamı (!) olan avukatlar aracılığıyla ulaştırıyor. Anlayacağınız caninin kuryeleri okumuş yazmış olmanın ötesinde bir de avukattır.

Terörün avukatları icrayı sanat ediyorlar!

İşte bu terör kuryesi avukatlar AİHM'de Öcalan'a verilen hücre cezasının kendilerine bildirilmemesini, daha önce AİHM'de Öcalan'ın cezaevi koşullarının "tecrit" olduğu iddiasıyla açılan davaya da delil olarak sunmuşlardı. Bütün olup bitenler, "hırsız yeğin olursa ev sahibini bastırır" sözünü hatırlatıyor.

Bu katil başını dağa talimat ulaştıramaz hale getirirsek AİHM ne der? AB nasıl karşılar?

AB'ye babalar gibi tam üyelik sürecimiz nasıl etkilenir? Korkusundan yetkililer bu caniye karşı ciddi önlemler almaktan kaçınıyor. Taksim'de bayram kutlaması yapmak isteyen işçilere karşı gösterilen yasal güç, İmralı söz konusu olunca buharlaşıyor!

AB ne der? ABD nasıl karşılar?

Terörist başı ve avukatlarının yaptıklarına karşı yasalar ancak bu zatı 20 günlük hücre cezasına çarptırabiliyor. Yani bu caniyi içeriden dışarıya talimat ulaştırmasını engelleyecek etkili yasa yok. Bir de ardında AB ve ABD olunca ek tedbir almak da iktidarın işine gelmiyor. İktidar 301. maddeyi değiştirerek "Türklüğe hakaretten" yargılananları, yargının pençesinden kurtarmakla meşgul olurken, terörist başı ve yandaşları giderek ülkeyi terörle mücadele edemez duruma getirmektedirler.

Döktüğü kandan gurur duyuyor!

Kandil ile İmralı'nın bağlantısını kesmek en az Kandil'i bombalamak kadar önemlidir. Türk milleti, Apo'nun döktüğü kandan gurur duymasını değil, o kanda boğulmasını istiyor. Bunun için ne gerekirse o yapılmalıdır. Yasaları değiştirmek gerekirse değiştirin!

O caniye dağdaki terörü idare etme hakkı vermeyiniz! Caniyi yasalara uyar hale getiriniz! AB olmasa da bu vatan için toprağa düşmüş şehitler toprağın altından sizden bunu bekliyor!


O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin (21yyte.org)


***

13 Ağustos 2019 Salı

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları - Apo Pkk Kürtçülük ve Türkiye

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları - Apo Pkk Kürtçülük ve Türkiye  
  

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları.,
Cem Ersever

    İşgalciler, bütün masabaşı hesapları boşa çıkıp da kısa bir sürede Anadolu'dan geri çekilmek zorunda kalınca, Türkiye Cumhuriyetine karşı LOZAN'da 
çözülemeyen bir çok ihtilaflı konuyu kendi yararlarına sonuçlandırmak için yine tarihi kozları olan KÜRDİSTAN ve Kürtlüğü masaya sürdüler. 

   1925 yılında MUSUL-KERKÜK sorunu diplomatik yollardan çözümlenmeye çalışılırken ŞEYH SAİT AYAKLANMASI patlak verdi. Kısa bir sürede bir çok 
yere yayıldı. Aslında bu ayaklanmanın bir çok toplumsal sebebi vardır. Başlı başına bir araştırma ve inceleme konusudur.

Çerçeve olarak şöyledir; Şeyh Sait ayaklanması her ne hikmetse, Türkiye'nin Musul ve Kerkük üzerindeki haklarından feragat etmesin- den, hatta bu yönlü 
görüşmelerin başlamasından sonra sona erdi. Gerçekte böyle bir hadiseyi basit bir iki cümle ile atlatmak, "şöyle oldu da-böyle oldu" gibi sözlerle geçiştirmek 
doğru değildir. Ama işin özü bu iki basit cümlede yatmaktadır. Bu çerçeve içersinde sorun analiz edildiği taktirde doğru sonuca varılabilir. Şeyh Sait 
ayaklanmasını tarihsel, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi yönleriyle ve yüzlerce sayfa tutabilecek açıklamalar ile de izah etmek mümkündür. 
Biz bu ayaklanmayı geniş olarak ele almayacağız ama şu kadarını söylemek de zorunludur; 

Osmanlı Devleti ihtişamlı dönemlerinde Anadolu'daki Türk ve Kürt aşiretleri üzerinde devlet olmanın gereği olarak hiçbir maddi külfet getirmemişti. 
Buralarda ne doğru dürüst bir vergi topluyordu ne de halka zorunlu askerliği dayatmıştı. Ancak, ne zaman ki Osmanlı Devleti gerileme dönemine girip 
Avrupa'da, Afrika'da ve Ortadoğu'da büyük sorunlar ile karşı karşıya kaldı işte o zaman öz kaynağına döndü, bir takım düzenlemeler yaparak o zamana kadar 
devletin hiçbir külfetine katlanmamış Anadolu insanına düzenli vergi ve zorunlu askerliği dayattı. Anadolu'daki Kürt isyanlarının dış sebepleri İngiliz, Fransız ve Rus kışkırtmaları ise, iç sebepleri de ZORUNLU ASKERLİK ve VERGİ olayıdır.

O dönemlerde halkın vereceği vergiyi aşiret reisi, ağası, miri belirleyip topluyordu. Askere gidecekleri de bunlar belirliyorlardı. Daha önce halkın 
vergisini kendi cebine atan, halkı kendi askeri gibi kullanan aşiret reisi, ağa veya mir devletin yeni düzenlemeleri üzerine gücünde ve imkanlarında azalma 
gördü, huzursuzluk yaratmaya başladı. 19. Yüzyıl isyanlarının özü bu şekildedir. 

Cumhuriyet dönemi reformlarında ise ağa, aşiret reisi tamamen devreden çıkarak şifadan bir vatandaş durumuna iniyordu, artık tüm imtiyazlarını kaybetmiş oluyordu. Uzun süre İstanbul'da üslenmiş olan ve İngiliz mali pazarlayan komisyoncular el altından "DİNSİZ DEVLET" propagandası ile yeni düzene tepki gösterdiler. Bu komisyoncu kesim gümrük yasası ile imkanlarını ve haksız kazanç yollarını yitirmişlerdi.

İngiliz Hükümetinin işe el koyması ile "ŞERİAT DEVLETİ İSTİYORUZ" propagandasına bir de Kürtlük ve Kürdistan ilave edildi. Fransa ile HATAY meselesi diplomatik zeminlerde konuşulup tartışılırken tamamen Fransa'nın himayesinde oluşturulan "HOYBUN" cemiyeti ŞAM'da kurmuş olduğu karargahında yeni bir Kürt isyanının hazırlıklarını yapıyordu. Kişisel niyetleri, birey, grup düzeyindeki arzu ve istekler ne olursa olsun genel strateji böyle idi. Hiçbir masum çaba, hizmetinde bulunduğu stratejinin niteliğini, genel amacını, asıl hedefini ve sonuçlarını değiştiremez.

Nitekim; HOYBUN Cemiyetinin maddi ve manevi desteğiyle Nuri SAİT liderliğindeki AĞRI İSYANI bu temelde gelişti. Ağrı'nın bilmem hangi köyünden 
olup da isyan içersinde yer alan bir Kürdün elbette ki Fransız çıkarlarıyla ilgisi yoktur. 
Onun isyan içersine çekilmesi apayrı bir dramdır. Ama aynı Kürt objektif olarak genel strateji içinde ve onun hizmetindedir. Hadiselerin bu yönünü görmek 
ve bu temelde yaklaşmak sanırım birçok şeyi gün ışığına çıkaracaktır. Ağrı'da isyanın bastırılmasından sonra bu sefer farklı bir zeminde ve farklı insanlarla 
DERSİM isyanı gündeme getirilmiştir.

Fransızları isyanlar konusunda parça parça da olsa inatçı olmaya iten sebep; Şeyh Sait isyanıyla İngilizlerin Türkiye'den kopardığı büyük tavizlerdi. Üstelik 
HATAY sorunu MUSUL-KERKÜK sorunundan aşağı kalır değildi. Hatay toprakları stratejik yönü bir tarafa neredeyse Ortadoğudaki küçük bir ülkenin toprakları 
kadardı. Şu hususa dikkat etmekte yarar vardır; İngilizlerin desteklediği isyan bölgeleri, liderlikleri, isyan biçimleri farklı; Fransızların desteklediği AĞRI 
isyanı bölgesi, insanları, isyanın liderliği çok daha farklıdır. Aynı şekilde İngilizlerin perde arkasından yönlendirdikleri DERSİM isyanı her şeyi ile 
bambaşka bir yapı arz etmektedir. Bütün isyanlarda destekleyiciler bölgede bir Kürt devleti kurmaktan ziyade Türkiye'yi bu hassas konuda tedirgin etmeyi, 
panik içersine girmesini sağlamayı amaçlamışlardır. Bu nedenle nereyi uygun görüyorlarsa, nerede şartlar ve çelişkiler oluşmuş ise oraya el atıyorlar, işi 
bir bütün olarak ciddiye almıyorlardı. Bir yerde adeta oyun oynuyorlar fakat bu oyunun trajik sonu onları ilgilendirmiyordu.

İlerki bölümlerde bu oyunların senaristleri, yönetmenleri, baş oyuncuları ve figüran konumundaki Kürdün durumu sık sık gözler önüne serilecektir.

Cumhuriyet döneminde birçok küçük mahalli isyan olmuştur. Onlar daha hazin ve daha düşündürücüdür. Bu isyanlar; SASON'da, MUTKİ' de, ERUH'ta, 
PERVARİ'de olmuştur ama muhtevaları üç aşağı beş yukarı hep aynıdır.

Bir zabıta olayı olmuştur, kanun kaçaklarını takibe çıkılmıştır, kanun kaçağı kişi veya kişiler saklanabilmek için çeşitli duygu sömürüleriyle kendi aşiret 
veya kabilesini örtü olarak kullanmıştır, bu nedenlerle takipteki müfrezelere saldırılmıştır, komutanı veya birkaç er şehit edilmiştir. Peşinden çok tabii 
olarak takviye kuvvetler gelmiştir bunun üzerine ilk olaylara katılanlar çevrelerine; "Aman kaçın! Devlet evimizi başımıza yıkacak, hepimizi kurşuna 
dizecek, dağa çıkın karşı koyun!" demiş ve ahali daha ne olup bittiğini anlamadan panik içinde kadın, çocuk, genç, ihtiyar dağa çıkıvermiştir. Bunu 
gören mahalli yöneticiler halk ayaklandı diyerek daha büyük kuvvetlerle onların üzerine gitmişlerdir.

Karşılıklı diyalogsuzluk ve güvensizlik sonucu işler bir anda arap saçına dönüşmüştür. Devam eden güvensizlik ortamında meydana gelen bir yığın çirkin gelişmeler olmuştur. Dağa çıkanlar asker öldürmüştür, asker objektif olarak asi konumundaki halktan insanları öldürmüştür, neticede sulh ve sükun ortamının sağlanması ayları hatta yılları bulmuştur. Bu süre içersinde sürgünler, tutuklamalar doğal olarak söz konusudur. Yıllardır bilinçli bilinçsiz ağızlarda 
sakız edilen "DOĞUDA JANDARMA DİPÇİĞİ" ve "KOMANDO ZULMÜ" nün esprisi burada yatmaktadır.

Doğu ve Güneydoğu insanını çirkin emellerine alet eden güçlerin ve onların bencil uşaklarının Kürt insanına kader olarak hazırladıkları ortam budur. 
Bu durumdan yöneticilerin hiç suçu yok mudur? Elbetteki vardır! Suç; bölge sorunlarının ana esprisini kavrayamayan, bölge ile ilgili bilgilenmede yetersiz 
kalan, bunun için ileriye yönelik kapsamlı bir MİLLİ POLİTİKA geliştirmeyen organlarındır.

Burada yeri gelmişken Türkiye Cumhuriyetinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki fonksiyonuna değinmek istiyoruz; Osmanlı Devleti Milli bir devlet değildi. 

Dolayısıyla hakimiyeti altındaki topraklarda Milli Devlet Politikası yürütmüyordu ancak, Türkiye Cumhuriyeti MİSAK-I MİLLİ sınırları içinde kurulmuş Milli bir Devlettir ve bunun içinde de Ulusal egemenliği yurt sathında tesis etmek durumundadır. Ulusal Egemenlikteki kastımız şudur; bir devlet eğer kendine 
Milli Devlet diyorsa sınırlan içinde kültürel, iktisadi, siyasi ve netice olarak da Askeri egemenliğini tesis etmelidir. Cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye 
Cumhuriyetinin Hakkari ilindeki Kültürel Egemenliğinden bahsedilebilir mi? Ana dili ne olursa olsun hatta, ana dilde radyo-TV yayınları ve oku] imkanı olsa 
bile bir Hakkarili kendisini ne kadar Türk vatandaşı saymaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin Hakkari'deki ekonomik egemenliği ne kadardır? Türk mali 
sisteminin, ekonomisinin iyi veya kötü durumda olması onu ne kadar ilgilendiriyor? Bir bankanın iflasından veya borsadaki dalgalanmalardan ne kadar etkileniyor? Yine bir Hakkarili kendisini Türk siyasi hayatına ne kadar adapte etmiştir, seçme ve seçilmeyle ne kadar ilgilidir. Hangi partinin iktidar olacağı onu ne kadar ilgilendiriyor, bir aile değil, bir kabile değil bütün bir aşiret neden topyekün bir partiye oy veriyor? Bu sorulara içten ve dürüst bir şekilde 
karşılık verdiğimizde göreceğiz ki; örnek il olarak aldığımız Hakkari'de TC'nin kültürel, siyasi, ekonomik egemenliği tesis edilmemiştir. Dolayısı ile bu ilde 
TC'nin egemenliği şekli ve sözdedir. Bu sorular bölgenin bütün illeri için sorulabilir, bütün Güneydoğu illeri örnek olarak alınabilir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bölgenin özelliği, istismara açık oluşu ve üzerinde oynanan oyunlar dikkate alınarak özel önem verilmesi gerekiyordu. 
Milli Devlet olmanın gereği olarak bu devlet sahası içinde oluşturulmaya çalışılan modern uluslaşmaya tüm unsurların adaptasyonu sağlanmalıydı. 

Ortadoğu gibi bir yerde jeopolitik konumu önemli bir Türkiye'de böylesine hassas bir konuyu elli yıl ertelemek çok büyük bir yanlışlık ve affedilmez 
bir hatadır.

Kürdistan ve Kürtlük meselesi sadece Türkiye'de değil, İran ve Irak' ta da ortaya çıkmıştır. Bu hadiselerin arkasında İngilizler vardır.

İngilizler Türkiye'ye karşı planlarını gizli kapaklı yürütürlerken bu ülkelerde gizliliğe hiç gerek duymamışlar ve olayları tezgahlamışlardır..

Kürt insanı insafsızca kullanılmıştır. Hele bir Şeyh Mahmut BERZENCİ hadisesi vardır ki; İngilizlerin Kürtlere bakış açısını, aşiret reislerinin Kürtleri 
kendi bencil çıkarları için nasıl peşkeş çektiklerini ve nelere layık gördüklerini anlamak için yeterlidir. Bu ibret verici hadise şöyle gelişmiştir: 
Bilindiği gibi Irak, Osmanlılardan sonra İngiliz Manda Yönetimine girmiştir. 
Iraktaki Arap yöneticiler İngiliz egemenliğini azaltmak, kendi otoritelerini genişletmek için bir takım faaliyetler içine girdiklerinde, İngilizler Iraktaki 
Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgesine hemen adam, para ve silah göndererek Kürt aşiretlerinin dini lideri durumundaki Şeyh Mahmut BERZENCİ ile temasa geçerler. Şeyhe "Hakimiyetin altındaki aşiretlerle sen de pek ala bir emirlik veya krallık kurabilirsin, bu konuda sana her türlü güvenceyi veriyoruz" denir. 
Mahmut BERZENCİ'de bunun üzerine kendisine bağlı aşiretleri Irak yönetimi aleyhine isyana teşvik eder. İsyan başlayıp Araplar zor duruma düşünce bu sefer İngilizler Arap yöneticilere "Eğer manda yönetimini istemezseniz yönetimi şeyh Berzenciye teslim edeceğiz" derler, bunun üzerine Arap yöneticiler bağımsızlık konusunda geri adım atarlar ve İngilizler de kendi piyonları olan Mahmut BERZENCİ'yi yakalayarak Hindistan'da ikamete mecbur ederler. 
Aradan zaman geçiyor ve Arap yöneticiler yeniden bağımsızlık isteklerini dile getiriyorlar. 

Bunun üzerine İngilizler tekrar Şeyhi Hindistan'dan getirip Kuzey Iraktaki aşiretlerin içine salıp tekrar isyana teşvik ediyorlar. Araplar tekrar geri adım 
atıyorlar ve İngilizler Şeyhi tekrar Hindistan'da misafir(!) ediyorlar.

Daha sonra üçüncü sefer Şeyh BERZENCİ'ye isyan bayrağı açtıran İngilizler, bu isyanı bizzat kendileri Birleşik Krallığın hava kuvvetlerini kullanarak 
bastırıyorlar. Bu trajikomik hadise sonucu onbinlerce Kürt ölmüş, bir o kadarının evi başına yıkılmış, bir kısmı da korkudan yıllarca çoluk çocuğu ile 
dağlarda kaya kovuklarında her türlü çağdaş imkandan mahrum yaşamıştır. Sonra ne olmuştur? Sonra; İngilizler bölgeden çekilmiş, bağımsız Irak devleti 
kurulmuş fakat Kürdün kaderi değişmemiştir.

İngilizler aynı senaryoyu 1929 yılında İran-Sovyet dostluğunu parçalamak için İranlı Kürtlerin lideri İsmail SİMKO'yu İran'a karşı ayaklandırmak suretiyle 
tezgahlıyorlar. Şah'ın İngilizlere yanaşması, petrol imtiyazlarını onlara vermesi üzerine isyan bastırılıyor. Netice; yine on binlerce ölü!

Bizce bu olaylarda kabahat, aşiret fertlerinin değil, onbinlerce insanın hayatına malolan ve o insanların toplumsal hayatlarında derin yaralar açan 
senaryoların tertipçileriyle, kendi insanını koyun sürüsü gibi güden ve onları birtakım süfli menfaatler için peşkeş çeken şeyh, ağa ve aşiret reislerinindir.

İkinci Dünya Savaşı sonlarında Sovyetlerin kurduğu MAHABAT KÜRT CUMHURİYETİ'nin kuruluşu ve dağılışı iyi bir incelemeye tabi tutulursa Sovyetler 
Birliğinin de ezilen halkların ve sınıfların savunucusu olduğunu iddia etmesine rağmen, Kürtleri çıkarlarına nasıl alet ettiği çok iyi anlaşılacaktır. 

Ayrıca 1958 yılından 1974 yılına kadar yine Sovyetler Birliğinin özellikle Irak Komünist Partisi ve Irak Hükümetleri aracılığı ile Irak Kürtlerine oynadıkları 
oyunlar tüyler ürperticidir.

Netice olarak; Kürdistan olgusu ve Kürtlük fikri tarihsel ve toplumsal temelleri ne olursa olsun, esas itibariyle 19. yüzyılın başlarında İngiliz, Fransız ve 
Rusların hayatiyet verdiği birer olgu olarak ortaya çıkmış ve bu temelde şekillenmiştir.

Böyle bir izah şekli belki bazı insanları tatmin etmeyebilir ve belki de kızdırabilir, işte o zaman baştan beri sıraladığımız olayın belgeleriyle, 
tanıklarıyla, dürüstçe bilimsel bir tarzda incelenip araştırılması gerekir. 

Böyle yapıldığı takdirde inanıyoruz ki; sonuç yine özetlediğimiz gibi ortaya çıkacaktır. 

Yeter ki ön yargılı ve art niyetli olunmasın.

 http://www.aymavisi.org/guncel/Cumhuriyet%20Donemi%20Ayaklanmalari.html



.

10 Haziran 2019 Pazartesi

OPERASYON BÖLÜM 38

OPERASYON BÖLÜM 38



22 Şubat 1999 tarihi itibariyle 1 225 GKK şehit edilmiştir. Öldürülen 4 472 vatandaşımızın büyük çoğunluğu Kürt asıllı vatandaşlarımızdır. 
Antalya, İzmir ve İstanbul gibi batı şehirlerinde dahi PKK elemanlarının ferdî olarak işledikleri cinayetlerde öldürülenler Kürt asıllıdır. Öldürülenler ya ajan ya da işbirlikçidir. Yani PKK örgütüne katılmayan veya yardım etmeyenlerdir. 
Belirlenen bu durum, PKK tarafından gerçekleştirilen olaylarla sabit olmuştur. 
Alınan bu kararlar, PKK’nın uluslararası kurum ve kuruluşlarla ilişkiye girmesine, kendisini dünya kamuoyuna tanıtmak istemesine rağmen insanlığa karşı suç işleyen terörist bir örgütten başka bir şey olmadığını gösterir. 
Abdullah Öcalan da yazdığı Kürdistan’da Zorun Rolü isimli kitabında “(...) Kürt halkı kuruluş mücadelesini bazı alanlarda eylem biçimleri ile sınırlayamaz” demiştir. 
Geçmişteki sorumluluklardan, yeni çözüm yolları ortaya atarak ve yeni tezler ileri sürerek kurtulmak mümkün değildir. 
Sanığın savunmasının temelini oluşturan bu durum, mevcut yasalar karşısında geçerli bir neden olamaz. Türkiye Cumhuriyeti devleti ve ülkesi ideoloji ve bu doğrultuda harekete geçirilen terör odaklarına deneme tahtası yapılamaz. Buna kalkışanlar sonunda Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını karşısında bulur. Bundan kimsenin kuşku duymaması gerekir. 

Anayasa’ya göre, Türkiye Cumhuriyeti bir cumhuriyettir. Toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliği ne bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Devletimizin bu temel ilkeleri, tutuklu sanık Abdullah Öcalan tarafından tohumu atılan PKK terör örgütü kurulmadan önce kabul edilmiş ve uzun zamandan beri de varlığını sürdürmektedir. Bunları değiştirmek, zedelemek, ortadan kaldırmak, 
hiçbir gücün, kuruluşun inisiyatifinde olamaz. Bu nedenle de sanığın savunmasında Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünün, demokratik yapısının ve işlerliğinin 1993’ten sonra ya da yakalandıktan sonra farkına varmış olmasına bir anlam verilemez. 
Olsa olsa kendisinin psikolojik savunma mekanizması içine girmesi ile açıklanabilir. 

Sanık tarafından geçmişte kullanılan “özgür birliktelik” kavramı daima belli bir ırkın yaşadığı toprakları içine alan, ayrılıkçı, bölücülüğü çağrıştıran bir üslup olarak kullanılmıştır. Demokratik birlik kavramıyla da hiçbir ilgisi yoktur. 

Sonuç olarak 

Dosya içinde mevcut delillere, sanığın değişik safhalarda alınan ifade ve savunmalarına, yargılama sırasında gözlenen durumuna, mensubu bulunduğu silahlı ve bölücü terör örgütünün uzun süredir ve sürekli olarak gerçekleştirdiği, yurtiçi ve yurt dışına da yaygınlaştırdığı eylemlerinin niteliğine, sanığın halen de örgütle olan bağlantısını kesmemiş bulunmasına göre üzerine atılan suç sabit görüldüğünden, eylemine uyan TCK’nin 125. maddesi uyarınca cezalandırılması na, tutukluluk halinin devamına, emanete kayıtlı olan ve örgüte ait olduğu anlaşılan eşya ve paranın TCK’nin 36. maddesi gereğince müsaderesine 
karar verilmesi kamu adına talep olunur. 

Ek: 5 

Abdullah Öcalan ile ilgili olarak İmralı’da yapılan yargılama sonucunda Ankara DGM’nin verdiği kararın metni 
1. Kurduğu silahlı terör örgütü PKK’yı aldığı kararlar ve verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldüğünden, eylemine uyan TCK’nin 125. maddesine göre ölüm cezası ile cezalandırılmasına; 
2. Sanığın eylemlerinin yoğunluğu ve sürekliliği bebek, çocuk, kadın, ihtiyar ayrımı gözetilmeden binlerce masum insanın öldürülmüş olması, amaç, suç için işlenen vasıta suçlardan yüzlercesinin ölüm cezasını gerektirmesi, bu eylemlerin 
ülke için ciddi, yakın ve büyük tehlike teşkil etmesi, ceza adaletinin sağlanması, hak ve nesafet kuralları göz önünde tutularak sanık hakkında takdiren TCK’nin 59. maddesinin uygulanmasına yer olmadığına; 
3. TCK’nin 31. maddesine göre, sanığın ömür boyu kamu hizmetlerinden yasaklanmasına; 
4. TCK’nin 33. maddesine göre, sanığın ceza süresi içerisinde yasal kısıtlılık altında bulundurulmasına; 
5. TCK’nin 40. maddesi uyarınca sanığın nezarette kaldığı günler ile tutuklulukta geçirdiği günlerin cezasından indirilmesine ve tutukluluk halinin devamına; 
6. Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı Adlî Emaneti’nin: 
a. 1990/30 sırasında kayıtlı bulunan 19 500 ABD dolarının PKK terör örgütüne ait olduğu anlaşıldığından, TCK’nin 36. maddesine göre zor alımına, bir adet Zenith marka saat, bir adet Safilo gözlük ve kılıfı, bir adet deri kemer, bir adet Ray-Ban marka güneş gözlüğü ve bir adet kravatın sanığa iadesine; 
b. 1999/69 sırasında kayıtlı bulunan toplam 52 adet teyp kaseti ile 18 adet video kaseti, 1999/56 sırasında kayıtlı bulunan 2 adet video kaseti ve 1999/72 sırasında kayıtlı bulunan bir adet video kasetinin suç kanıtı olmaları nedeniyle dava dosyasında saklanmasına; 
7. Müdahil davacıların özel hukuka ilişkin hakları bakımından ilgili hukuk mahkemesinde maddî ve manevî tazminat davası açma haklarının saklı tutulmasına, müdahale tarihinde yürürlükte bulunan avukatlık asgarî ücret tarifesine göre, takdir edilen 56 milyon 250’şer bin lira maktu avukatlık ücretinin sanıktan alınarak, kendisini avukatla temsil ettiren müdahillere verilmesine; 
8. Bugünkü duruşmada bulunmayan müdahiller ile vekillerine ve gelmeyen sanık vekillerine karar tebliğinin 2845 Sayılı Yasa’nın 21. maddesine göre, TRT aracılığıyla ilanen yapılmasına oybirliği ile karar verildi. 
Mahkeme Başkanı Okyay’ın kararı açıklamasından sonra, salonda bulunan müdahiller, şehit yakınları ve müdahil avukatları hep bir ağızdan İstiklal Marşı’nı söylediler. 

Dizin; 

Ağar, Mehmet 50, 51, 52 
Akcan, Ethem 68, 229 
Alpay, Miktad 155 
Arafat, Yaser 50 
Aristidou 88, 89, 90, 92, 93, 104, 105, 106, 111-114, 117-120, 123 
Aslan, Günay 90, 91 
Atasagun, fienkal 11-13, 51, 72, 149, 154, 159, 161, 163 
Atatürk, 24, 171, 173, 245, 252 
Atmaca, Metin 56 
Ateş, Atilla 64, 66 
Ayas, İbrahim 87 

Barak 180 
Barzani, Mesut 14, 18, 29, 40, 59, 60 
Baykal, Deniz 59 
Berger, Sandy 180 
Bir, Çevik 57 
Badouvas, Kostas 26, 80, 123, 129, 137 
Bucak, Sedat 55, 215 
Bukadi, Ahmed Ali 170 

Cem, İsmail 12, 154 
Cerrahoğlu, Nilgün 74, 232, 
CİA 11, 12, 13, 14, 46, 49, 72, 131, 137, 139, 152-154, 169, 170, 192 
Cirakis, Yorgo 136 
Clinton, Bill 21, 58, 179, 180 
Ç 
Çağlar, Cavit 153, 165 
Çiller, Tansu 50, 52, 55, 152 
Çongar, Yasemin 57 

Diakofotakis 87, 88, 90, 91, 98, 99, 103-106, 108, 110-116, 119, 121 
D’Alema, Massimo 76, 179 
Delil 69, 218, 231 
Demirel, Emin 161 
Demirel, Süleyman 12, 13, 36, 37, 52, 65, 154, 187, 188, 189 
Dimitriou, Haci 26 
Duatepe, Cenk 29 

Ecevit, Bülent 12, 13, 154, 161, 162 
EİP 79, 80, 82-86, 90-94, 96, 99, 107-113, 117, 118, 119, 136-140, 149, 190, 191 
Elçi, fierafettin 59 
Erkan, Ünal 50 
Esad, Cemil 68, 230 
Esad, Hafız 23, 65, 68, 230 
Evangelatos, Stefanos 136 
Eymür, Mehmet 52, 57 

Fuller, Graham 60 

Galbright, Peter 60 
Gazi, Ali 58 
Gerger, Haluk 74, 229, 232 
Grünewald 27 
Gunter, Michael 57, 58 
Güven, Ertuğrul 49 

Hac, Aziz el 147 
Hacandreou, Leonardo 26 
Hamaney, Ali 26 
Haralanbidis, Mihalis 27 
Hatemi, Muhammed 25 
Hüseyin, Saddam 12, 24, 66 
İ 
İlhan, Attila 22 
İmami, Said 25 
İrvin, David 180 
J
 Jirinovski 71, 73, 231 

Kalenderidis, Savvas 78, 79, 88, 117, 121, 141 
Karadayı, İsmail Hakkı 52 
Karayorgos, Dimitris 136 
Kaya, Ayfer 70, 135, 185, 191, 224, 231 
Kazzaz, Sarchill 29 
Keleş, İbrahim Abdi 54 
Kılıç, fiemse Dilan 92, 95, 122 
Kostorlas, Yorgo 101 
Köksal, Sönmez 50-52 
Kurttekin, Türkekul 29 
Küçük, Yalçın 55, 215, 218, 222 
Kranidiotis 94, 95, 99, 120, 121, 
Kıvrıkoğlu, Hüseyin 12, 13, 154 
Kohl, Helmut 27 

Laden, Usame bin 12 
Lord Avebury 28 
Lummer, Heinrich 27 
M 
MGK 49, 90 
Manginas, Yorgo 136 
Matafias, Dimitris 27 
Mavros, Lazaros 86, 87, 103 
Mavros, Yorgo 136 
Mihas, Takis 142 
MİT 11-14, 16, 43, 49, 50-57, 66, 67, 72, 135, 148, 150-156, 157, 160, 162, 163, 165, 169, 186, 188, 192 
Mitrofanov, Aleksi 29 
Montovani 187 
Mossad 50, 52, 131, 150, 164, 170 
Mübarek, Hüsnü 65, 66 

Naksakis, Andonis 26, 80, 129, 136, 141, 190 
Natenyahu 67 
Nikolopoulos, Mihalis 136 
Nurcan 92, 95, 98, 118, 119, 143 
Ö 
Özal, Turgut 36, 37, 46, 77, 219 
Özkan, Hüsamettin 154, 155, 161 

Pangalos, Teodoros 103, 107, 108, 109 111, 112, 114, 124-127, 130-132, 135, 137, 138, 178, 181 
Papaiannou 107, 108, 110-116 
Pehlivanoudis, Zisis 136 
Primakov 71, 73, 176, 187, 233 
R
Roubis 82 
Rozalin-Rozerin 70, 71, 76, 77, 81-83, 92, 137, 185, 224, 231, 232 

Sarıkurt, Abdullah 69, 70, 185, 186, 231 
Schmalstieg, Herbert 28 
Schmidbauer, Bernd 27 
Sgourides, Panayotis 26 
Simigdalas, Andonis 136 
Simitis, Kostas 125, 127, 128, 130, 131, 139, 144 
Stavrakakis, Haralambos 80, 129 

Talabani, Celal 14, 18, 27, 29, 40, 60, 219 
Talipoğlu, Tayfun 74, 193, 232 
Tarschys, Daniel 145 
Türkeri, Fevzi 13, 155 
Tzovaras 82, 83, 86, 95 
U
Uçar, Numan 77, 228, 232 

Vounatsos, Dimitris 26 
W 
Walker, John Austin 28 

Yaman, Ahmet 73, 77, 187, 232 
Yeşil 28, 53, 54, 56, 57 
Yıldırım, Mahmut 52, 53 
Yılmaz, Kani 27, 58, 216, 228, 235 
Yılmaz, Mesut 52, 55, 59, 65, 72, 76, 155, 180 

Zerki, Mervan 68, 69, 230 

İÇİNDEKİLER;
9 Önsöz 
11 Birinci Bölüm Ankara 
49 İkinci Bölüm 
Öcalan’a karşı ilk eylemler 
63 Üçüncü Bölüm Av olma duygusu 
79 Dördüncü Bölüm 
Atina’nın açmazı 
149 Beşinci bölüm 
Türkiye’nin zaferi 
175 Altıncı Bölüm 
Öcalan açıklıyor: “Nasıl yakalandım?” 
185 Ek:1 
Abdullah Öcalan’ın gün gün yakalanış serüveni 
195 Ek: 2 
Tayfun Talipoğlu’nun Abdullah Öcalan’la Roma’da yaptığı ve daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış söyleşinin tam metni 
211 Ek: 3 
Abdullah Öcalan’ın DGM savcıları tarafından İmralı Cezaevi’nde alınan ilk ifadeleri 
237 Ek: 4 
Abdullah Öcalan davasında savcıların sundukları mütalaanın tam metni 
255 Ek: 5 
Abdullah Öcalan’la ilgili olarak İmralı’da yapılan yargılama sonucunda Ankara DGM’nin verdiği kararın metni 
257 Dizin 


***

OPERASYON BÖLÜM 37

OPERASYON BÖLÜM 37


Uluslararası Belgeler; 

Uluslararası belgelerden olan ve bağlayıcılığı bulunan: 
– 1989 AGİK Viyana Kapanış Belgesi’nde; katılan ülkelerin terör suçları yöntemlerinin ve uygulamalarının kınanacağı, hiçbir şart altında teröre hak verilmeyeceği, bu konularda kararlı davranılacağı, suçluların iadesi ve takibatını emniyet altına almak için gereken tedbirlere başvurulacağı, 
– 1990 Paris fiartı’nda, devletlerin bağımsızlık, egemenlik ve toprak bütünlüğünü ihlal eden faaliyetlere karşı demokratik müesseseleri savunmada işbirliği yapılacağı ve terörün her ülkede suç sayılacağı, 
– 1992 Helsinki Bildirisi’nde, terör hareketlerinin kayıtsız şartsız kınanması, terör tehdidinin ortadan kaldırılması için işbirliği yapılacağı, 
– 1993 Viyana İnsan Hakları Dünya Konferansı Deklarasyonu’nda, egemen ve bağımsız ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasî birliğini tamamen veya kısmen tehlikeye sokacak her türlü hareketin makul karşılanmayacağı, tevşik edilmeyeceği, terörden korunma ve mücadelede işbirliğini geliştirmek için gerekli tedbirin alınacağı, hususlarında karşılıklı anlaşmaya varıldığı kaydedilmiş ve uluslararası hukuk kuralı haline getirilmiştir. 
“Sanık Öcalan yasalar karşısında bir terör suçu sanığıdır. Ayrıcalık da tanınamaz...” 
Çok sayıda yasadışı silahlı terör eylemlerini yaygın şekilde gerçekleştiren, gerek iç ve gerekse dış hukuk açısından terör örgütü olduğu konusunda hiçbir tereddüt bulunmayan, eylem ve faaliyetleri nedeniyle Avrupa ülkelerince de terör örgütü ve terörist sayılan PKK’ya ve elebaşısı Abdullah Öcalan’a, uluslararası hukuk açısından ve yargılama yönünden ayrıcalık tanınması, siyasî kişilik tanınarak statü kazandırılmak istenmesi Hukuk dışıdır. Tutuklu sanık Abdullah Öcalan, yasalar karşısında bir terör suçu sanığıdır. İnsan hakları ve usul yargılaması hükümleri dışında kendisine bir ayrıcalık da tanınamaz. 
Terör suçu sanığı sayıldığından 3713 Sayılı Kanun’un 16. maddesi uyarınca ve güvenliği nedeniyle bu tür tutukluların tabi olduğu rejime tabi tutulmuştur. Aksini ileri sürmek gerçeklerle bağdaştırılamaz. 
“Taraf statüsü, söz konusu olamaz” 
Cenevre Sözleşmesi hükümlerine göre savaş suçlusu statüsü verilmesi yönündeki taleplerin hiçbir hukukî dayanağı da bulunmamaktadır. PKK’nın başlattığı ayrılıkçı terör eylemlerini önlemek, yakalandığında yargılamak Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel görevidir. PKK terör örgütüne uluslararası antlaşmalara göre bir taraf statüsü tanınması da söz konusu olamaz. Aksi takdirde Helsinki Konferansı Son Belgesi ile kabul edilen ve diğer antlaşma ve sözleşmelerde de yer alan Türkiye Cumhuriyeti devletinin egemen eşitliğine ve egemenliğinin niteliğindeki haklarına saygısızlık olacaktır. Anayasa’nın 10. Maddesine göre, herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare 
makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır. 

“Bölge ve ırk ayrımı yapılmaksızın, konuştuğu dile bakılmaksızın, herkese yasalar eşit şekilde uygulanır...” Türkiye Cumhuriyeti devleti, aynı zamanda insan haklarına saygılı, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bölge ve 
ırk ayrımı yapılmaksızın, konuştuğu dile bakılmaksızın, herkese yasalar eşit şekilde uygulanır. Anayasa ve yasaların tanıdığı hak ve özgürlüklerden herkes yararlanır. Yeter ki şans tanınsın. Kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da içine alan ve herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu, Anayasamızın 12. Maddesinde kabul edilmiş, 13. Maddesiyle de temel hak ve özgürlüklerin, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğinin, 
cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının korunması amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği kabul edilmiş, bunun ise Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun olarak yapılabileceği, demokratik toplum 
düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı hüküm altına alınmıştır. 

Anayasa ile güvence altına alınan kişinin temel hak ve özgürlükleri ve bunların kısıtlanması, ülkemizin de taraf olduğu tüm uluslararası sözleşme ve antlaşmalarda yer almaktadır. Uluslararası hukuka uygun şekilde, Anayasa ile düzenlenen ve diğer yasalarla uygulamaya konulan bu hukukî durum 
karşısında, PKK terör örgütünün ve örgütü fiilen kuran, gizli ve açık şekilde verdiği yazılı ve sözlü talimat ve emirleri ile sevk ve idare eden, yöneten sanık Abdullah Öcalan’ın fiil ve hareketi, Türk Ceza Kanunu’nun ayrı ayrı bölümlerinde her biri ayrı suç sayılan, şahıslara karşı işlenen, mal, kamunun düzeni ve güvenliği ile geleceği, adliyenin şahsiyeti, devlet idaresi ve hürriyet aleyhinde işlenen suç kapsamında olduğu gibi, bunların tamamını içine alan ve devletin şahsiyetine karşı cürümler başlığı altında düzenlenen ve Türk Ceza Kanunu’nun en ağır ve ilk özel ceza maddesi olan 125. maddesindeki suçun unsurlarını oluşturmaktadır. 
“Sanık savunmasında özetle şunları...” 
Sanık, gerek hazırlık soruşturması sırasında, gerekse yargılamada yaptığı sözlü ve yazılı savunmasında, özetle: PKK terör örgütünü kendisinin kurduğunu, örgütü sevk ve idare ettiğini, yakalandığı ana kadar örgütün kendisinin 
liderliği ve komutası altında faaliyetlerini sürdürdüğünü, hareketin geçmişteki isyan hareketinden farklı yönlerinin olduğunu, iddianamede belirtilen olayları ve terör eylemi niteliğini ve bunlardaki sorumluluğunu kabul ettiğini; 
1990’dan sonra tesadüfen eline geçen Leslie Lipson’ın Demokratik Uygarlık adlı kitabının etkisinde kalarak, İsviçre ve İngiltere gibi demokratik ülkeleri örnek vererek, başlatılan hareketin sorunları çözemeyeceğini, çözüm yolunun 
demokratikleşme alanında mesafe alan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, ülkesi ve milletiyle bütünlüğü içinde demokratik uygulamalar çerçevesinde mümkün olabileceğini anladığını ve bundan sonra demokratik sistem üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırdığını; 
15 mart 1993’te, bir başlangıç olarak tek taraflı silah bırakma eylemini başlattığını, daha sonra da bu yönde gayret sarf ettiğini, 1 eylül 1998 tarihinde de ateşkes girişimlerinde bulunduğunu, amacının daha fazla kan dökülmesini önlemek, terör hareketlerine son vermek, ölüp öldürmek yerine, yaşayıp yaşatmanın ya da daha doğru anlaşılacağına inandığını; 
Türkiye Cumhuriyeti devleti ile birlikte barış içinde sorunlara çözüm yolu bulmak olduğunu, bu yönde basın ve yayın organlarında açıklamalarda bulunduğunu, gayri resmî olarak da bazı aracı kişilerle bu yönde girişimlerinin de olduğunu; 
Türkiye’deki demokratik ve çağdaş gelişmelerin de vardığı sonucu olumlu yönde etkilediğini, devamlı bu yönde çıkış yolu aradığını; 
Örgütü ve silahlı gücünü meşru savunma hudutları içine çekmek, saldırı olmadıkça karşılık vermemek için gayret sarf ettiğini ileri sürmüştür. 
“Demokratik Birlik Çözümü” ile adlandırdığı çözüm yolunun ise: 
1- Ülke bütünlüğünün ortak vatan gerçeğinin daha da güçlendirilmesi; 
2- Demokratik cumhuriyetin sosyal birlik ve bağımsızlık çerçevesinde olması; 
3- Toplumdaki dil ve kültür özgürlüğü sorununun can alıcı özünü teşkil etmesi; 
4- Askerî ve silahlı güç yaklaşımları çözüm için anlamını yitirdiğinden terk edilmesi; 
5- Başta PKK olmak üzere yasadışı konumda olan birçok örgütün barışla birlikte normal siyasal ve yasal sürece kendini uydurması. 
Başlıkları altında ileri sürdüğü tezlerin, Anayasa ve yasalarda yapılacak değişikliklerle ve uygulamalardaki aksaklıkların giderilmesiyle gerçekleşe bileceğini iddia etmiş, konunun tamamen, mensubu olduğu örgütün amacını sağlayıcı nitelikte olduğu değerlendirilmiştir. 
Ayrıca 1990 yılından sonra, sivil kesimlere karşı hiçbir saldırıda bulunulmaması talimatını verdiğini, bu yönde gelişen az sayıdaki olayların kendi inisiyatifi dışında ve bölgesel sorumlularca geliştirildiğini, bu durumdan acı duymakla birlikte önleyemediğini savunmuştur. 
“Sanığın söyledikleri doğru kabul edilse ve samimi olduğu varsayılsa bile...” 
Sanığın savunmasının bir an için doğru olduğu kabul edilse ve samimi düşüncesi olduğu varsayılsa bile yasadışı olan ve silahlı faaliyetleri ile uzun süredir sürekli terörü canlı tutarak amacına ulaşmak isteyen, Türk ulusuna yurtiçinde ve dışarıda acı veren PKK’nın çizelgesi dosya içinde mevcut bulunan resmî verilere göre, 15.02.1999 tarihine kadar gerçekleştirdiği eylemler bu savunmasını doğrulamamaktadır. 
“İşte suçları...” 

Kurulduğu tarihten yakalandığı güne kadar: 

Düzenlediği 6 036 saldırı olayından 4 057’sinin, devlet güçleriyle giriştiği 8 257 silahlı çatışmadan 6 057’sinin, 3 071 bombalama ve patlama eyleminden 2 403’ünün, 388 gasp olayından 298’inin, 1 046 adam kaçırma suçundan 934’ünün, 567 yasadışı gösteri olayından 529’unun, 1993 yılından sonra gerçekleştirilmiş olması; 
Her biri ayrı ayrı suç teşkil eden ve insanlık aleyhine işlendiğinden hiçbir kuşku duyulmayan bu olaylar sonucu PKK terör örgütü tarafından öldürülen ya da şehit edilen 4 472 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından 2 871’inin, 3 874 rütbeli ve rütbesiz askerden 2 778’inin, 247 polisten 148’inin, 1 225 geçici köy korucusundan (GKK) 960’ının, yaralananlardan 5 620 vatandaştan 4 009’unun, 8 178 askerden 6 192’sinin, 909 olan polisten 606’sının, 1 655 GKK’dan 1 373’ünün 1993 yılından 15.02.1999 tarihine kadar geçen zaman içinde meydana gelmesi; 
Örgüt tarafından kaçırıldığı tespit olunan 5 051 kişiden 3 279’unun, geri dönenlerin ise 2 697’den 1 848’inin bu döneme rastlaması; 
Bu dönem içinde meydana gelen terör olayları nedeniyle, değişik yaşlardaki 120 çocuğun teröre kurban gitmiş ve 188’inin de yaralanması; 
Sanığın savunmasının hangi gerçeklere dayandırıldığını ve ne derece samimi olduğunu ortaya koymaktadır. 
PKK’nın 5. Kongresi 8-27 ocak 1995 tarihinde yapılmıştır. Kongrede PKK’nın faaliyet gösterdiği, Kuzey Irak ve Türkiye için planları olan güçlerin, PKK’nın desteğine ihtiyacı olabileceği değerlendirilmiş, bununla ilgili bir dizi kararlar alınmıştır. 
Alınan kararlarla Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, AGİT gibi uluslararası kurum ve kuruluşlarla ilişkilerin geliştirilmesi ve PKK’ya siyasî bir hüviyet kazandırılması düşünülmüştür. Ancak PKK, bütün siyasallaşma çabalarına 
kendini siyasî bir kuruluş gibi göstermek istemesine rağmen bir terör örgütüdür. 
Yine 5. Kongre’de ajan ve GKK aileleri olarak tanımlanan şahıslara imha şeklinde yönelineceği, bu tür şahısların birbirleriyle olan çelişkilerin derinleştirilmesinin sağlanacağı, GKK’ların mal varlıklarına el konulacağı, güvenlik ve ekonomik yönden abluka altına alınarak imkânlarının kısıtlanacağı kararlaştırılmıştır. 
5. kongreden sonra fiam yakınlarında bir örgüt kampında 1-5 mayıs 1996 tarihlerinde yapılan PKK’nın 4. Konferansı’nda da il ve ilçe gibi kalabalık yerleşim birimlerine baskınlar düzenlenmesi, intihar eylemlerinin geliştirilmesi öngörülmüştür. 
Sanık Abdullah Öcalan, silahlı çete PKK elemanlarına bilhassa GKK’nın barındıkları köyleri hedef göstermiştir. GKK, PKK örgütüne katılmayı kabul etmeyen Kürt asıllı vatandaşlarımızdır. GKK’ların PKK’yı kabul etmemesi ve mücadele vermesi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlere baskı yaptığı, Kürt halkının özgürlüğü için savaştığı propagandasını en iyi şekilde boşa çıkardığından Abdullah Öcalan’ın emriyle PKK çeteleri birçok GKK ailelerini, çocuklarını yakınları ile birlikte yok etmişlerdir. 


38. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***

OPERASYON BÖLÜM 36

OPERASYON BÖLÜM 36


“PKK kendini geliştiremedi...” 

Özellikle Sovyetler’in çözülüşü, Körfez Savaşı sonrasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren meseleler, Kürt meselesine çözümü hayatî kılıyor ve bunun yolu da, gerçekten gecikmiş temel ihtiyaç olan kapsamlı bir demokratikleşmeden geçiyordu. PKK burada direndi, kendini geliştirmekten ziyade, aşırı tekrarlayarak direndi... Halbuki reel sosyalizmin çözülüşünden, demokratik çözüm tarzını 
çıkarabilmeliydik. ‘Ulusların kaderlerini tayin hakkı’ ilkesinin artık geçerliliğini yitirdiğini, bilimsel tekniğin değiştiğini, aslında XVII. yüzyıldan itibaren gelişmenin ürünü olan ulus devlet anlayışını çözdüğünü, aynı çözümün daha gerçekçi olduğunu görmeliydi.” “70’lerdeki program bırakılmalıydı...” 
“Kısaca 70’ler programını bırakıp yeni bir programa ulaşmalıydı. Bunun pratik dili, kendini, giderek yozlaşan ve çok acılara, kayıplara yol açan şiddet yerine siyasal, demokratik faaliyete yoğunlaştıran bir eylem çizgisine ulaşmalıydı.” 
(Savunma, sayfa 26.) 
“Ayrılık, bitmiş bir gücün kuklalığını getirir...” 
“Benim pratiğim yakinen incelenirse, şu çok açık görülecektir ve kitap dolusu belgelerle kanıtlanacaktır. En iyi, anlamlı, mümkün olan özgürlük ve bağımsızlık, bu yer Kürdistan da olsa, ancak Türkiye’nin genel Misakı Millî sınırları içerisinde 
mümkündür. Bilimsel olarak kanıtlamak zor değildir. Ayrılmış bir Kürdistan ve bitmiş bir gücün kuklası, işbirlikçilerin malikânesinden öteye gidemeyecek bir Kürdistan’dır. Ayrılmış bir Kürdistan, halkın değil yabancı ve işbirlikçilerin olabilir, ki bu ağırlıklı olarak hayaldir. Ancak çıkar güçlerinin oyunu olarak sık sık tekrarlanır. Tarih, bütün oyunların isyanlarda nasıl oynandığını, nasıl felaketleri halkın yaşadığını çok iyi ortaya koymaktadır. 
Kendi isyanımızda da bunu gördük. Eğer dış oyunlardan bahsedeceksek, temel amacım bu dönemeçte yüz geri yapmak istedikleri ve Kürt sorununu da araç olarak kullanmakla bunu başaracaklarına inandıklarıdır. Tarihin en kritik döneminde bu oyunlar oynanmıştır. Çözümsüz kaldığında başarıyla oynanmıştır da... 
O halde sorunu kendi ellerimizle çözmek, oynamak isteyenlere karşı kendi güçlü silahımız haline getirilmektir. Savunmamda, bunun oldukça mümkün ve tek çaremiz olduğunu ortaya koydum. Bizzat tecrübemiz buna en iyi kanıt oldu. 
O halde ‘İlk defa özgür irade ile gerçekleştireceğimiz bu kardeşlik çözümü, yeni bir tarihi süreç olacak’ derken haklıyız. (...) Kendi yargılanmamı olumlu barışın gerekçesi yapmak, en temel demokratik idealimdir. Savunmam, temelde bu 
amacımla bağlantılıdır...” gibi görüşlere yer vermiştir.” 
“1993 koşullarını lehimize çeviremedik...” 
Sanık Abullah Öcalan tarafından 5. Kongre sırasında sunulan politik raporda, “(...) 1993’te biraz da geçiş arz eden o dönemi bir ateşkesle lehimize çevirmek istedik ve bu çok önemli bir adımdı. ‘Hiç olmazsa bunu fırsat bilirler, canlanırlar’ 
diye düşündük. Aslında biraz da hem uzun soluk alma, hem de hazırlık yapma imkânı idi. Bazıları bu hazırlığı yaptı. Ama yine komuta yapımızca, bu layıkiyle değerlendirilemedi.” (Kls: 38) 
Öcalan’ın gönderdiği telsiz emri 
Yine, “PKK parti önderliği” adı altında, 8 ekim 1998 tarihinde tüm partililer ve ARGK savaşçılarına gönderdiği telsiz emrinde, ateşkesle ilgili “(...) çoğunuz görev alacaksınız. Görev bu temelde olabilir. Tabiî düşmanın kısa bir süre için şöyle bir hedefi de var. Kök kazımaktan bahsediyor. (...) Bizim bunlara misilleme hakkımız makbuldür. Yani kendimizi iyi düzenleyerek, bu 10 kat değişmiş, dönüşmüş bir temelde cevaplandırma görevimiz var. Biz, ateşkes olayını tek taraflı da olsa düzenlemeyi, sadece biraz daha hazırlık düzeyimiz, siyasî diplomatik olarak da hamle imkânı kazanmak için yaptık. Bu başarılı olmuştur. Ama yetersizdir. Daha da yapılacak işler vardır. Düşman bunları bilerek çok sert davranıyor.” (Kls: 19) 
“Ankara’dan çıkıp partileşme; Ortadoğu’ya çıkıp ordulaşma; uluslararası açılma, devletleşme...” 
Sanık Abdullah Öcalan’ın 16.10.1998 günlü sözde Botan eyalet sorumlularına yönelik telsiz talimatında “Nasıl ki Ankara’dan çıkış partileşme anlamına geldi ise yine Ortadoğu’ya açılıp bir ordulaşma başarıldıysa, uluslararası alana da 
fazlasıyla açılmak kesinlikle devletleşme anlamında ciddi bir adım olarak değerlendirilmelidir. İnanıyorum ki, yeni dönem bundan epeyi güç olacaktır... Gerilla tarzında yenilik, ustalık... en etkili cevabı verecektir” şeklindeki sözleri asıl niyetini ortaya koymaktadır.” 
“Sanık, yukarıdaki iddiayı ciddiye almıştır...” 
Burada talimatın tarihine dikkat edilmesi gerekir. Talimat 16 ekim 1998 tarihinde verilmiştir. Bu tarihte Abdullah Öcalan Türkiye Cumhuriyeti devletinin Suriye’yi sıkıştırması sebebiyle Suriye’den çıkma ve Avrupa’ya gitme hazırlığı içindedir. 16 Ekim 1998 günlü sözde Botan eyaletine yönelik talimatta Abdullah Öcalan, çıkışını uluslar alanına açılışın kesinlikle devletleşme anlamında ciddi bir adım olarak değerlendirmiş ve alan sorumlularına da böyle anlatmıştır.

“Zenginleri haraca bağlayın...” 

Örgütüne gelir sağlama ve karşı gelenleri yıldırma ve sindirme amacıyla Hatay alan komutanına 1995 yılı içinde verdiği telsiz talimatında “fiimdi onlara özgün yaklaşırsınız. Yani zaten dostane ilişkilerimizi söylersiniz ve mutlaka kazanmaya 
çalışırsınız. Fakat faşist Türk kesimini de yıldırırsınız sanırım. Sanırım o başlangıçta yaptığımız eylemler önemli. Fakat genelleştirmemek kaydıyla. O yoksulları kazanmak, fakat tehlikeli olan elebaşları da ezin. Tabiî hiç acımadan çıkarlarını darbeleyin. Ve yine dediğim gibi, bu ara zengin bir alan aslında. Birçok şeyini de haraca bağlayabilirsiniz, o zenginlerini. 
Bundan sonra hissederlerse epey gelir imkânımız da artar” şeklinde acımasızlığını ve amacını sergileyen sözleri dikkat çekicidir. 

“Savunmasında samimi değildir” 

Sanık Abdullah Öcalan savunmasında samimi değildir. Silahlı çete PKK’nın kuruluş amacı olan müstakil Kürdistan’ı kurmak amacından vazgeçmemiştir. Abdullah Öcalan’ın tek taraflı ateşkes ilan etmesi, örgütün biraz daha iyi hazırlanması, siyasî ve diplomatik hamle imkânını kazanmak içindir. 

Abdullah Öcalan’ın 5. Kongre’ye sunduğu ve telsiz çözümlerinden yukarıya alınan alıntılar, kendisinin ateşkeste samimi olmadığını, tek taraflı da olsa ateşkesin, örgütün hazırlık düzeyini artırmak, uluslararasında diplomatik hamle imkânını kazanmak ve Türkiye Cumhuriyeti devletine örgütünü muhatap kabul ettirmek için uyguladığını göstermektedir. 
“Çıkmazdan kurtulma çabası...” 
Başlangıçta bağımsız Kürdistan’ı kurmak amacına yönelik eylem yaptıklarını, sonuçta pratiğin kendilerine bağımsız Kürdistan’ı kurmanın mümkün olmadığını gösterdiğini, bu sebeple cumhuriyetin kuruluşunda rol almış bir halk olarak demokratik cumhuriyet içerisinde özgür bir ortamda, eşitlik temelinde birlikte yaşamayı hedef aldıklarını, bağımsız Kürdistan’ı kurma hedefinden 
vazgeçtikleri ni söyleyen Abdullah Öcalan’ın bu yöndeki savunmasına ve öne sürdüğü görüşlerine itibar edilmemiş ve PKK’nın ve örgütün sorumlusu durumundaki sanık Abdullah Öcalan’ın içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulma çabası olarak değerlendirilmiştir. 
Müdahillerin sözleri Müdahil Yusuf Aydemir: “Ben Kürdüm ve ana dilim Kürtçe’dir. Benim oğlum 3 yıl Güneydoğu’da görev yaptı. Üzerinde 
yaşadığım ülke Türkiye, benim bayrağım da Türk bayrağıdır...” 
Müdahil Jale Atav: “Ben kardeşimi şehit verdim. Yazdığımı okumak istiyorum. Ben Kürt kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Asker kızı ve asker annesiyim. Babam Kürt, annem Türk’tür.” Müdahil vekili Kazım Ayaydın: “Ben Türkçe’yi ilkokulda öğrenen Kürt asıllı Türk vatandaşıyım. Bu davanın ne pragmatik açıdan ne de bilimsel açıdan Kürtlerle bir ilgisi yoktur. Tarih boyunca buna benzer hadiselerle karşılaşmışız, isyanlar olmuş. 

Osmanlı’nın son zamanından itibaren bu isyanlar araştırıldığında, her isyanın arkasında bir ülkenin menfur emellerinin çıktığı görülmüştür. Evliya Çelebi’nin Erzurum ile ilgili izlenimlerinde, ben Erzurum’da aileler gördüm. Dede Türkçe konuşuyor. Oğul hem Türkçe hem Kürtçe konuşuyor. Torun Kürtçe konuşuyor. Annem ve babam sadece Kürtçe konuşurlar. Ben hem Türkçe hem Kürtçe 
konuşuyorum. Oğlum sadece Türkçe konuşuyor. Bu döngü 300 yıllık zaman içindedir... Bu ülkenin birlik ve beraberliği için herkes top yekun mücadele edecektir. Bunun içinde Kürt de vardır” demişlerdir. 
“Türk-Kürt iç içe yaşamaktadır...” 
Müdahillerin yukarıya alınan konuşmalarında da Türkiye’de Türk-Kürt ayrımının yapılamayacağı, Kürt ve Türk’ün iç içe yaşadığı, aralarında kan bağı oluştuğu, suni olarak Türk ve Kürt ayrılığı yaratılmaya, millet ve vatan bütünlüğünün bölünmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Türk ve Kürt beraberliği için sanık Abdullah Öcalan da savunmasında, Türklerin özellikle hâkim tabakadan 
koparak gelen Türkmen akınlarının XI. yüzyılda Kürtlerin yaşadığı coğrafyaya akın etmeleri, iki halk arasında yoğun bir kaynaşmaya yol açtı. Kürtlerin nispeten yerleşik konumları, bu yüzyıllarda daha çok Türkmen boylarının erimelerine yol açıyordu. Siyasallaşmada Türkler, sosyalleşmede de Kürtler nispeten hâkim bir konumdaydılar. Türk üst tabakaları yerel siyasal kültür ile bütünleşip çoğunlukla hâkim olurken alt tabaka daha çok Kürtler içerisinde erimeyi yaşıyordu. İki halkın aynı sosyoekonomik ve kültürel ve dinî 
benzerlikleri yaşaması bu kaynaşmada önemli rol oynar. (...) Tarihe baktığımızda özellikle Büyük Selçuklular’ın İran, Irak, Suriye ve Kürt illerinde kurulan imparatorluk ve daha sonra da özellikle Mervanîler, Artukoğulları, Eyyubîler, Akkoyunlular ve Karakoyunlular’da ve birçok küçük beyliklerde Kürt ve Türk üst tabakaları ve dolayısıyla dağlı halk, ortak halk ve ortak devleti iç içe 
yaşamak gibi bir olguyu temsil ediyor. Ortak devlet anlayışı hiçbir kavimle birlikte ne Araplar ne Acemler ne Ermeni ne Bizanslılarla böyle yaşanmıyor. Türk Kürt’ü ve Kürt Türk’ü böyle oluşuyor. (...) Bu olgunun en çarpıcı ve üst boyutta ifadesini Osmanlı-Kürdistan ilişkilerinden Yavuz Selim ile başlayan dönemde görebiliriz. Öyle ki, ağırlıklı Kürt beylikleri Yavuz’un istemine rağmen ayrı devlet 
olarak değil, kendisinin göndereceği beylerbeyi sorumluluğunda ortak devlet çatısı altında kalmayı çıkarlarına da uygun buluyorlar... 
“İki halk arasında tabiî bir kültür erozyonu yaşanmış, kan bağı da oluşmuştur...” 

Abdullah Öcalan’ın yukarıda alınan ifadelerinden de açıkca anlaşılacağı gibi XI. asırdan itibaren Türkler ile Kürtler birlikte yaşamaya başlamış birçok Türk boyu Kürt boylarının arasında erimiştir. Yine Abdullah Öcalan’ın ifadesiyle iki halk arasında tabiî bir kültür erozyonu yaşanmış kan bağı da oluşmuştur. Tarihî gerçek de budur. PKK çetelerine karşı savaşırken şehit düşen Kürt asıllı 
vatandaşların sayısı yukarıya konuşmaları alınan müdahil çocuklarının sayısı ile sınırlı değildir. Müdahil olup da duruşmada konuşmayan çok sayıda Kürt asıllı Türk vatandaşının çocukları PKK çetelerince şehit edilmişlerdir. Halen de PKK çetelerine karşı güvenlik kuvvetleri içinde mücadele eden çok sayıda Kürt asıllı Türk vatandaşı vardır. 
Ayrıca, güvenlik kuvvetlerimizin yanında PKK çetelerine karşı yer alan geçici köy korucuları Kürt asıllı vatandaşlarımızdır. 
“Türkiye Cumhuriyeti devletinde Kürtlere yapılmış ne bir baskı ne de Kürtler’in inkârı vardır...” 
Türkiye Cumhuriyeti devletinde Kürtlere yapılmış ne bir baskı ne de Kürtlerin inkârı vardır. Cumhuriyet kurulduktan sonra 1925’te patlak veren fieyh Sait İsyanı çoğunlukla Kürtlerin katıldıkları bir isyandır. Ancak devletten ayrılmayı hedefleyen bir Kürt isyanı değildir. Abdullah Öcalan da, fieyh Sait İsyanı için ayrılıkçı bir isyan dememiş, isyanı başlatanlar ve isyana katılanlar için 
“Onlar ulusal kurtuluştan cumhuriyetin değil, saltanat ve hilafetin geri geleceğini sanarak önce destek vermişler. Bu gelişmeyince isyana yönelmişlerdir...” demiştir. Devlet, isyanı şiddetle bastırmış, isyan edenleri cezalandırmıştır. Devlete karşı başlatılan silahlı bir hareketin güç kullanılarak bastırılması isyan edenlerin de cezalandırılması uluslararası hukukta da kabul edilmiş bir kuraldır. İsyanların dışında Kürtlere karşı hiçbir baskı yapılmamıştır. 
“Mondros Mütarekesi’nde kabul edilen sınırlar içinde yaşayan halkın tek bir millet olarak görüldüğü açıktır...” 
Erzurum ve Sivas kongrelerinde benimsenen, Osmanlı Meclisi Mebusanı’nca da kabul ve ilan edilen Misakı Millî’nin bir maddesinde de, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 günü “Mütareke sınırlarının içinde dinsel, kültürel 
amaçlı ve amaç bakımından birlik oluşturmuş ve birbirlerine karşı saygı ve fedakârlık duygularıyla dolu, ırkı ve toplumsal hakları ile coğrafî konumlarına bütünüyle saygılı Osmanlı İslam çoğunluğunun yerleşik bulunduğu bölümlerin tamamı gerçekte ve yasal olarak hiçbir nedenle ayrım yapılması mümkün olmayan bir bütündür” hükmü kabul edilmiştir. İstiklal Savaşı’nda Misakı Millî’nin bu hükmü aynen benimsenmiştir. İstiklal Savaşı iyi incelendiğinde Atatürk’ün, Misakı Millî’nin çizdiği sınırları içinde yaşayan halkın tamamını bir bütün olarak gördüğü, bölgesel güçleri birleştirmeye çalıştığı ve düşmana topyekûn milletin gücüyle karşı koymaya çalıştığı görülür. Amasya Genelgesi’nde “Milletin bağımsızlığını yine milletin kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır” denmiştir. Bu genelgede, Mondros Mütarekesi’nde kabul edilen sınırlar içinde yaşayan 
halkın tek bir millet olarak görüldüğü açıktır. Erzurum Kongresi’nde de Atatürk, Trabzon Müdafaai Hukuk Cemiyeti ile Süleyman Nazif tarafından kurulan Doğu Vilayetleri Müdafaai Hukuk Cemiyetleri’ni bir çatı altında birleştirmiştir. Erzurum 
Kongresi’nde, “Trabzon ile Canik Sancağı ve Doğu İlleri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis ve bağımsız livaların hiçbir sebeple, bahaneyle birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu” kararı alınmıştır. 
4 Eylül 1919’da başlayan ve 12 Eylül 1919’a kadar devam eden Sivas Kongresi’nde ise “Bütün yurttaki Müdafaai Hukuk Cemiyetleri birleştirilmiş. Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti adı altında kurulmuştur. Erzurum 
Kongresi’nde kararlaştırılan her türlü işgal ve müdahaleye karşı toptan direnme kararı perçinlenmiş, Mondros Mütarekesi sırasında sınırlarımız içerisinde kalan ve ezici İslam çoğunluğu tarafından yerleşik bulunan Osmanlı ülkesi unsurları 
birbirinden ve Osmanlı camiasından bölünmesi mümkün olmayan ve hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Adı geçen ülkelerde yaşayan bütün İslamî unsurlar birbirlerine karşı saygı ve fedakârlık duyguları ile dolu ve ırkı toplumsal ve coğrafik haklarına bütünüyle saygılı özkardeşlerdir” hükümleri kabul edilmiştir. Ne Erzurum Kongresi kararları ne Sivas Kongresi kararları ne Misakı Millî hükümleri ayrıca Kürtlerden bahsetmemektedir. 

“PKK tarafından başlatılan tedhiş eylemleri bir bağımsızlık hareketi olarak kabul edilemez...” 

Türkiye’de PKK tarafından başlatılan ve giderek yaygınlaştırılan tedhiş eylemleri bir bağımsızlık hareketi olarak kabul edilemez. Çünkü bağımsızlık mücadelesi içinde olan milletler, kendi egemenliklerini ülkesi içinde etkili kılmaya çalışır. 

Bu amaçla da, hukuka aykırı biçimde o toprak parçası üzerinde egemenlik iddiasında bulunan güçlerle savaşmak, ancak bağımsızlık mücadelesi sayılabilir. Yaygın terör eylemlerine başvuran PKK yasadışıdır. Gerçekleştirdiği tüm terör hareketleri hukukdışı ve insanlıkla bağdaşmayan, yasalara göre her biri ayrı ayrı suç teşkil eden eylemlerdir. Bunların hedefi ise devlet düzenine karşı gelmektir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ülkesi ve milletinin bütünlüğü, devletin siyasî yapısı ile korumakla görevli olduğu kişi güvenliği, özgürlüklerin korunması, sosyal refahın sağlanması, ülkenin kalkınması ve büyümesinin önlenmesine yönelik olduğu çok açıktır. PKK terör örgütünün hedef olarak gösterdiği toprak parçası, Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altındadır. Ayaklanma, başkaldırı ya da isyan şeklini alan, gerek Türkiye çapında gerekse ve özellikle siyasî yönden Batı Avrupa ülkelerinde yaygınlaştırılan bu hareket, devlete ve devlet güçlerine yöneltilmiş ve devletin otoritesini zayıflatmak, düzeni sarsmak amacıyla başlatılmış zaman içinde genişletilmiştir. Bununla amaçlananın ise yaratılacak terör ortamından yararlanıp, ülke topraklarının ve milletin bütünlüğünün parçalanmasıdır. Yaratılmak istenen ve alınan iç ve dış desteklerle planlanıp yürürlüğe konulan bu durum, başlangıçtan beri Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. maddesindeki “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” ilkesi, 14. maddesinde belirtilen hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmaması prensibi ile bağdaştırılamaz ve TCK’nin 125. maddesinde müeyyidesini bulan devletin birliğini bozmaya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklarda bir kısmını devlet iradesinden ayırmaya kalkışmak 
suçunu oluşturur. 

“İşlenen suç, bir tehlike suçudur.

Teşebbüs safhasında kalsa bile suç tamamlanmıştır...” 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu hükümlerine göre, PKK terör örgütü, gerçekleştirdiği eylemler terör suçu, bu eylemleri planlayan, silahlı çetenin amir ve kumanda görevini üstlenen ya da örgüt adına faaliyet gösteren veya bilerek ve isteyerek yardımda bulunan herkes terör suçlusu sayılmıştır. Bu nedenle TCK’nin 125. maddesi de terör suçu olarak kabul edilmiş, bu suça bakma görevi ise aynı yasa ile 2845 Sayılı Kanun’un 9. maddelerine göre Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevleri arasında sayılmıştır. Bu suç bir tehlike suçudur. Teşebbüs safhasında kalsa bile suç tamamlanmıştır. Uluslararası hukuk terörizmi her koşulda yasaklamış ve ciddi bir insan hakları ihlali olarak kabul etmiştir. 

37. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


***