Cem Ersever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cem Ersever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2019 Salı

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları - Apo Pkk Kürtçülük ve Türkiye

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları - Apo Pkk Kürtçülük ve Türkiye  
  

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları.,
Cem Ersever

    İşgalciler, bütün masabaşı hesapları boşa çıkıp da kısa bir sürede Anadolu'dan geri çekilmek zorunda kalınca, Türkiye Cumhuriyetine karşı LOZAN'da 
çözülemeyen bir çok ihtilaflı konuyu kendi yararlarına sonuçlandırmak için yine tarihi kozları olan KÜRDİSTAN ve Kürtlüğü masaya sürdüler. 

   1925 yılında MUSUL-KERKÜK sorunu diplomatik yollardan çözümlenmeye çalışılırken ŞEYH SAİT AYAKLANMASI patlak verdi. Kısa bir sürede bir çok 
yere yayıldı. Aslında bu ayaklanmanın bir çok toplumsal sebebi vardır. Başlı başına bir araştırma ve inceleme konusudur.

Çerçeve olarak şöyledir; Şeyh Sait ayaklanması her ne hikmetse, Türkiye'nin Musul ve Kerkük üzerindeki haklarından feragat etmesin- den, hatta bu yönlü 
görüşmelerin başlamasından sonra sona erdi. Gerçekte böyle bir hadiseyi basit bir iki cümle ile atlatmak, "şöyle oldu da-böyle oldu" gibi sözlerle geçiştirmek 
doğru değildir. Ama işin özü bu iki basit cümlede yatmaktadır. Bu çerçeve içersinde sorun analiz edildiği taktirde doğru sonuca varılabilir. Şeyh Sait 
ayaklanmasını tarihsel, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi yönleriyle ve yüzlerce sayfa tutabilecek açıklamalar ile de izah etmek mümkündür. 
Biz bu ayaklanmayı geniş olarak ele almayacağız ama şu kadarını söylemek de zorunludur; 

Osmanlı Devleti ihtişamlı dönemlerinde Anadolu'daki Türk ve Kürt aşiretleri üzerinde devlet olmanın gereği olarak hiçbir maddi külfet getirmemişti. 
Buralarda ne doğru dürüst bir vergi topluyordu ne de halka zorunlu askerliği dayatmıştı. Ancak, ne zaman ki Osmanlı Devleti gerileme dönemine girip 
Avrupa'da, Afrika'da ve Ortadoğu'da büyük sorunlar ile karşı karşıya kaldı işte o zaman öz kaynağına döndü, bir takım düzenlemeler yaparak o zamana kadar 
devletin hiçbir külfetine katlanmamış Anadolu insanına düzenli vergi ve zorunlu askerliği dayattı. Anadolu'daki Kürt isyanlarının dış sebepleri İngiliz, Fransız ve Rus kışkırtmaları ise, iç sebepleri de ZORUNLU ASKERLİK ve VERGİ olayıdır.

O dönemlerde halkın vereceği vergiyi aşiret reisi, ağası, miri belirleyip topluyordu. Askere gidecekleri de bunlar belirliyorlardı. Daha önce halkın 
vergisini kendi cebine atan, halkı kendi askeri gibi kullanan aşiret reisi, ağa veya mir devletin yeni düzenlemeleri üzerine gücünde ve imkanlarında azalma 
gördü, huzursuzluk yaratmaya başladı. 19. Yüzyıl isyanlarının özü bu şekildedir. 

Cumhuriyet dönemi reformlarında ise ağa, aşiret reisi tamamen devreden çıkarak şifadan bir vatandaş durumuna iniyordu, artık tüm imtiyazlarını kaybetmiş oluyordu. Uzun süre İstanbul'da üslenmiş olan ve İngiliz mali pazarlayan komisyoncular el altından "DİNSİZ DEVLET" propagandası ile yeni düzene tepki gösterdiler. Bu komisyoncu kesim gümrük yasası ile imkanlarını ve haksız kazanç yollarını yitirmişlerdi.

İngiliz Hükümetinin işe el koyması ile "ŞERİAT DEVLETİ İSTİYORUZ" propagandasına bir de Kürtlük ve Kürdistan ilave edildi. Fransa ile HATAY meselesi diplomatik zeminlerde konuşulup tartışılırken tamamen Fransa'nın himayesinde oluşturulan "HOYBUN" cemiyeti ŞAM'da kurmuş olduğu karargahında yeni bir Kürt isyanının hazırlıklarını yapıyordu. Kişisel niyetleri, birey, grup düzeyindeki arzu ve istekler ne olursa olsun genel strateji böyle idi. Hiçbir masum çaba, hizmetinde bulunduğu stratejinin niteliğini, genel amacını, asıl hedefini ve sonuçlarını değiştiremez.

Nitekim; HOYBUN Cemiyetinin maddi ve manevi desteğiyle Nuri SAİT liderliğindeki AĞRI İSYANI bu temelde gelişti. Ağrı'nın bilmem hangi köyünden 
olup da isyan içersinde yer alan bir Kürdün elbette ki Fransız çıkarlarıyla ilgisi yoktur. 
Onun isyan içersine çekilmesi apayrı bir dramdır. Ama aynı Kürt objektif olarak genel strateji içinde ve onun hizmetindedir. Hadiselerin bu yönünü görmek 
ve bu temelde yaklaşmak sanırım birçok şeyi gün ışığına çıkaracaktır. Ağrı'da isyanın bastırılmasından sonra bu sefer farklı bir zeminde ve farklı insanlarla 
DERSİM isyanı gündeme getirilmiştir.

Fransızları isyanlar konusunda parça parça da olsa inatçı olmaya iten sebep; Şeyh Sait isyanıyla İngilizlerin Türkiye'den kopardığı büyük tavizlerdi. Üstelik 
HATAY sorunu MUSUL-KERKÜK sorunundan aşağı kalır değildi. Hatay toprakları stratejik yönü bir tarafa neredeyse Ortadoğudaki küçük bir ülkenin toprakları 
kadardı. Şu hususa dikkat etmekte yarar vardır; İngilizlerin desteklediği isyan bölgeleri, liderlikleri, isyan biçimleri farklı; Fransızların desteklediği AĞRI 
isyanı bölgesi, insanları, isyanın liderliği çok daha farklıdır. Aynı şekilde İngilizlerin perde arkasından yönlendirdikleri DERSİM isyanı her şeyi ile 
bambaşka bir yapı arz etmektedir. Bütün isyanlarda destekleyiciler bölgede bir Kürt devleti kurmaktan ziyade Türkiye'yi bu hassas konuda tedirgin etmeyi, 
panik içersine girmesini sağlamayı amaçlamışlardır. Bu nedenle nereyi uygun görüyorlarsa, nerede şartlar ve çelişkiler oluşmuş ise oraya el atıyorlar, işi 
bir bütün olarak ciddiye almıyorlardı. Bir yerde adeta oyun oynuyorlar fakat bu oyunun trajik sonu onları ilgilendirmiyordu.

İlerki bölümlerde bu oyunların senaristleri, yönetmenleri, baş oyuncuları ve figüran konumundaki Kürdün durumu sık sık gözler önüne serilecektir.

Cumhuriyet döneminde birçok küçük mahalli isyan olmuştur. Onlar daha hazin ve daha düşündürücüdür. Bu isyanlar; SASON'da, MUTKİ' de, ERUH'ta, 
PERVARİ'de olmuştur ama muhtevaları üç aşağı beş yukarı hep aynıdır.

Bir zabıta olayı olmuştur, kanun kaçaklarını takibe çıkılmıştır, kanun kaçağı kişi veya kişiler saklanabilmek için çeşitli duygu sömürüleriyle kendi aşiret 
veya kabilesini örtü olarak kullanmıştır, bu nedenlerle takipteki müfrezelere saldırılmıştır, komutanı veya birkaç er şehit edilmiştir. Peşinden çok tabii 
olarak takviye kuvvetler gelmiştir bunun üzerine ilk olaylara katılanlar çevrelerine; "Aman kaçın! Devlet evimizi başımıza yıkacak, hepimizi kurşuna 
dizecek, dağa çıkın karşı koyun!" demiş ve ahali daha ne olup bittiğini anlamadan panik içinde kadın, çocuk, genç, ihtiyar dağa çıkıvermiştir. Bunu 
gören mahalli yöneticiler halk ayaklandı diyerek daha büyük kuvvetlerle onların üzerine gitmişlerdir.

Karşılıklı diyalogsuzluk ve güvensizlik sonucu işler bir anda arap saçına dönüşmüştür. Devam eden güvensizlik ortamında meydana gelen bir yığın çirkin gelişmeler olmuştur. Dağa çıkanlar asker öldürmüştür, asker objektif olarak asi konumundaki halktan insanları öldürmüştür, neticede sulh ve sükun ortamının sağlanması ayları hatta yılları bulmuştur. Bu süre içersinde sürgünler, tutuklamalar doğal olarak söz konusudur. Yıllardır bilinçli bilinçsiz ağızlarda 
sakız edilen "DOĞUDA JANDARMA DİPÇİĞİ" ve "KOMANDO ZULMÜ" nün esprisi burada yatmaktadır.

Doğu ve Güneydoğu insanını çirkin emellerine alet eden güçlerin ve onların bencil uşaklarının Kürt insanına kader olarak hazırladıkları ortam budur. 
Bu durumdan yöneticilerin hiç suçu yok mudur? Elbetteki vardır! Suç; bölge sorunlarının ana esprisini kavrayamayan, bölge ile ilgili bilgilenmede yetersiz 
kalan, bunun için ileriye yönelik kapsamlı bir MİLLİ POLİTİKA geliştirmeyen organlarındır.

Burada yeri gelmişken Türkiye Cumhuriyetinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki fonksiyonuna değinmek istiyoruz; Osmanlı Devleti Milli bir devlet değildi. 

Dolayısıyla hakimiyeti altındaki topraklarda Milli Devlet Politikası yürütmüyordu ancak, Türkiye Cumhuriyeti MİSAK-I MİLLİ sınırları içinde kurulmuş Milli bir Devlettir ve bunun içinde de Ulusal egemenliği yurt sathında tesis etmek durumundadır. Ulusal Egemenlikteki kastımız şudur; bir devlet eğer kendine 
Milli Devlet diyorsa sınırlan içinde kültürel, iktisadi, siyasi ve netice olarak da Askeri egemenliğini tesis etmelidir. Cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye 
Cumhuriyetinin Hakkari ilindeki Kültürel Egemenliğinden bahsedilebilir mi? Ana dili ne olursa olsun hatta, ana dilde radyo-TV yayınları ve oku] imkanı olsa 
bile bir Hakkarili kendisini ne kadar Türk vatandaşı saymaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin Hakkari'deki ekonomik egemenliği ne kadardır? Türk mali 
sisteminin, ekonomisinin iyi veya kötü durumda olması onu ne kadar ilgilendiriyor? Bir bankanın iflasından veya borsadaki dalgalanmalardan ne kadar etkileniyor? Yine bir Hakkarili kendisini Türk siyasi hayatına ne kadar adapte etmiştir, seçme ve seçilmeyle ne kadar ilgilidir. Hangi partinin iktidar olacağı onu ne kadar ilgilendiriyor, bir aile değil, bir kabile değil bütün bir aşiret neden topyekün bir partiye oy veriyor? Bu sorulara içten ve dürüst bir şekilde 
karşılık verdiğimizde göreceğiz ki; örnek il olarak aldığımız Hakkari'de TC'nin kültürel, siyasi, ekonomik egemenliği tesis edilmemiştir. Dolayısı ile bu ilde 
TC'nin egemenliği şekli ve sözdedir. Bu sorular bölgenin bütün illeri için sorulabilir, bütün Güneydoğu illeri örnek olarak alınabilir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bölgenin özelliği, istismara açık oluşu ve üzerinde oynanan oyunlar dikkate alınarak özel önem verilmesi gerekiyordu. 
Milli Devlet olmanın gereği olarak bu devlet sahası içinde oluşturulmaya çalışılan modern uluslaşmaya tüm unsurların adaptasyonu sağlanmalıydı. 

Ortadoğu gibi bir yerde jeopolitik konumu önemli bir Türkiye'de böylesine hassas bir konuyu elli yıl ertelemek çok büyük bir yanlışlık ve affedilmez 
bir hatadır.

Kürdistan ve Kürtlük meselesi sadece Türkiye'de değil, İran ve Irak' ta da ortaya çıkmıştır. Bu hadiselerin arkasında İngilizler vardır.

İngilizler Türkiye'ye karşı planlarını gizli kapaklı yürütürlerken bu ülkelerde gizliliğe hiç gerek duymamışlar ve olayları tezgahlamışlardır..

Kürt insanı insafsızca kullanılmıştır. Hele bir Şeyh Mahmut BERZENCİ hadisesi vardır ki; İngilizlerin Kürtlere bakış açısını, aşiret reislerinin Kürtleri 
kendi bencil çıkarları için nasıl peşkeş çektiklerini ve nelere layık gördüklerini anlamak için yeterlidir. Bu ibret verici hadise şöyle gelişmiştir: 
Bilindiği gibi Irak, Osmanlılardan sonra İngiliz Manda Yönetimine girmiştir. 
Iraktaki Arap yöneticiler İngiliz egemenliğini azaltmak, kendi otoritelerini genişletmek için bir takım faaliyetler içine girdiklerinde, İngilizler Iraktaki 
Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgesine hemen adam, para ve silah göndererek Kürt aşiretlerinin dini lideri durumundaki Şeyh Mahmut BERZENCİ ile temasa geçerler. Şeyhe "Hakimiyetin altındaki aşiretlerle sen de pek ala bir emirlik veya krallık kurabilirsin, bu konuda sana her türlü güvenceyi veriyoruz" denir. 
Mahmut BERZENCİ'de bunun üzerine kendisine bağlı aşiretleri Irak yönetimi aleyhine isyana teşvik eder. İsyan başlayıp Araplar zor duruma düşünce bu sefer İngilizler Arap yöneticilere "Eğer manda yönetimini istemezseniz yönetimi şeyh Berzenciye teslim edeceğiz" derler, bunun üzerine Arap yöneticiler bağımsızlık konusunda geri adım atarlar ve İngilizler de kendi piyonları olan Mahmut BERZENCİ'yi yakalayarak Hindistan'da ikamete mecbur ederler. 
Aradan zaman geçiyor ve Arap yöneticiler yeniden bağımsızlık isteklerini dile getiriyorlar. 

Bunun üzerine İngilizler tekrar Şeyhi Hindistan'dan getirip Kuzey Iraktaki aşiretlerin içine salıp tekrar isyana teşvik ediyorlar. Araplar tekrar geri adım 
atıyorlar ve İngilizler Şeyhi tekrar Hindistan'da misafir(!) ediyorlar.

Daha sonra üçüncü sefer Şeyh BERZENCİ'ye isyan bayrağı açtıran İngilizler, bu isyanı bizzat kendileri Birleşik Krallığın hava kuvvetlerini kullanarak 
bastırıyorlar. Bu trajikomik hadise sonucu onbinlerce Kürt ölmüş, bir o kadarının evi başına yıkılmış, bir kısmı da korkudan yıllarca çoluk çocuğu ile 
dağlarda kaya kovuklarında her türlü çağdaş imkandan mahrum yaşamıştır. Sonra ne olmuştur? Sonra; İngilizler bölgeden çekilmiş, bağımsız Irak devleti 
kurulmuş fakat Kürdün kaderi değişmemiştir.

İngilizler aynı senaryoyu 1929 yılında İran-Sovyet dostluğunu parçalamak için İranlı Kürtlerin lideri İsmail SİMKO'yu İran'a karşı ayaklandırmak suretiyle 
tezgahlıyorlar. Şah'ın İngilizlere yanaşması, petrol imtiyazlarını onlara vermesi üzerine isyan bastırılıyor. Netice; yine on binlerce ölü!

Bizce bu olaylarda kabahat, aşiret fertlerinin değil, onbinlerce insanın hayatına malolan ve o insanların toplumsal hayatlarında derin yaralar açan 
senaryoların tertipçileriyle, kendi insanını koyun sürüsü gibi güden ve onları birtakım süfli menfaatler için peşkeş çeken şeyh, ağa ve aşiret reislerinindir.

İkinci Dünya Savaşı sonlarında Sovyetlerin kurduğu MAHABAT KÜRT CUMHURİYETİ'nin kuruluşu ve dağılışı iyi bir incelemeye tabi tutulursa Sovyetler 
Birliğinin de ezilen halkların ve sınıfların savunucusu olduğunu iddia etmesine rağmen, Kürtleri çıkarlarına nasıl alet ettiği çok iyi anlaşılacaktır. 

Ayrıca 1958 yılından 1974 yılına kadar yine Sovyetler Birliğinin özellikle Irak Komünist Partisi ve Irak Hükümetleri aracılığı ile Irak Kürtlerine oynadıkları 
oyunlar tüyler ürperticidir.

Netice olarak; Kürdistan olgusu ve Kürtlük fikri tarihsel ve toplumsal temelleri ne olursa olsun, esas itibariyle 19. yüzyılın başlarında İngiliz, Fransız ve 
Rusların hayatiyet verdiği birer olgu olarak ortaya çıkmış ve bu temelde şekillenmiştir.

Böyle bir izah şekli belki bazı insanları tatmin etmeyebilir ve belki de kızdırabilir, işte o zaman baştan beri sıraladığımız olayın belgeleriyle, 
tanıklarıyla, dürüstçe bilimsel bir tarzda incelenip araştırılması gerekir. 

Böyle yapıldığı takdirde inanıyoruz ki; sonuç yine özetlediğimiz gibi ortaya çıkacaktır. 

Yeter ki ön yargılı ve art niyetli olunmasın.

 http://www.aymavisi.org/guncel/Cumhuriyet%20Donemi%20Ayaklanmalari.html



.

25 Mart 2019 Pazartesi

PKK' nın Kuruluşu,

 PKK' nın Kuruluşu,




PKK'nın Kuruluşu 
Cem Ersever


PKK'nın Ankara çıkışlı ilk öncüleriyle, bu öncülerin Doğu ve Güneydoğudaki 
çalışanlarının gözdeleri olan bazı elemanların katıldığı bir toplantı Diyarbakır 
ili Lice ilçesi Fis köyünde 27 KASIM 1978 tarihinde yapılır. Bu toplanma bilinen 
anlamda bir toplantı değildir. Yani partinin kuruluşu için hazır bulunanların 
çeşitli konulardaki görüşlerini dile getirdikleri bir kuruluş kongresi değildir. 
Tamamen Abdullah ÖCALAN'ın kafasında tasarlanan bir eğitim çalışması 
niteliğindedir. Zaten Abdullah ÖCALAN bu anlayışını hala sürdürmektedir. 

Bu güne kadar yapılan PKK'nın tüm kongre, konferans ve toplantılarının özü ve biçimi bu ilk toplantının hep kopyası olagelmiştir. Fis Köyündeki toplantı PKK tarafından örgütün 1. Kongresi olarak kabul edilmektedir. Bu kongrede 7 kişilik bir yürütme komitesi seçilir. Merkez Komite üyeleri ise resmen belirlenmez fakat, toplantıya katılan herkese "Siz merkez komitesi üyesi olabilirsiniz" denir. Bu da Apo'nun özendirme ve çalıştırma taktiklerinden birisidir. Bu toplantıda Apo kendisini kurulan partinin genel sekreteri olarak ilan eder.

Alınan ilk karar toplantının gizli tutulmasıdır. Partinin kurulduğu kesinlikle 
gizli tutulacaktır ve partinin bölge komiteleri ilk etapta inşa edilmeye 
başlanacaktır. Bu amaçla toplantıya katılanlar partinin bölge komitelerini 
kurmak üzere bölgelere dağılırlar. Bölge komitelerinin kuruluşunda bütün ileri 
düzeydeki kadrolara görevler verilir ve herkesten derhal işiyle, okuluyla ve en 
önemlisi aileleriyle bağlarını koparmaları istenir.

Bu anlayış giderek yaygınlaştırılır, ilişkide bulunan herkesten işini gücünü 
bırakıp örgüt faaliyetlerine katılması istenir. Aslında ilişki koparma temelinde 
bir tuzak dayatılmaktadır. Militanlardan istenen örgüt faaliyeti, propagandadan 
ziyade askeri eylem biçimleridir. Bir yandan kurulan partinin alt örgütlemeleri 
oluşturulurken, esas olarak da yoğun bir eylem programı hazırlanmaktadır.

Eylem Programlarında belirlenen hedefler şunlardır;

- Devlet güvenlik kuvvetleri ve bunların istihbarat kaynakları,

- Türk Milliyetçisi örgütler ve bunların önde gelen liderleri,

- Doğu ve Güneydoğudaki nüfuzlu ve popüler kişiler,

- Güneydoğulu milletvekilleri,

- Belediye başkanları,

- Aşiretlerin ileri gelenleri,

Sosyal şoven olarak isimlendirilen tüm sol örgütler ve özellikle;

- Halkın Kurtuluşu örgütü,

- Devrimci Halkın Birliği,

- Türkiye İşçi köylü Partisi,

- Devrimci Demokratik Kültür Dernekleri,

- Özgürlük Yolu,

- Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları

Böylece Abdullah ÖCALAN, bir bütün olarak Türkiye'deki sağcısından solcusuna; 
Kürtçüsünden tarafsızına kadar herkese karşı savaş ilan etmiştir. Sonuçta yalnız 
ideolojik olarak değil aynı zamanda siyaset alanında da ve esas olarak da eylem 
alanında "Bizden olmayan düşmandır" mantığını adamlarına hakim kılmaya 
çalışmıştır. Diğer yandan aile, akrabalık ve dostluk ilişkilerini de çizmiş 
olduğu mücadele metodu önünde "Ciddi ve tepelenmesi gereken" bir engel olarak görüyordu. Daha da önemlisi insanın doğuşundan var olan; biyolojik ve 
sosyo-psikolojik bir gerçek olan ayrı kişilikleri de kabul etmiyordu. Tek tip 
bir model dayatılmıştı. Bu modele uymayanlar çeşitli bahanelerle aşağılanıyor, 
bunaltılıyordu. Bir çok militan farklı olan kişiliklerini sanki öyle olmaması 
gerekiyormuş gibi kamufle etmek ya da gözden kaçırmak için her şeyi göze 
alıyorlardı. Kimisi de kendini suçlayıcı bir mektup bırakarak kayıplara 
karışıyor yani; kaçıyorlardı.

27 KASIM 1978 tarihinde kurulan PKK, varlığını 1979 yılı TEMMUZ ayında 
Milletvekili Mehmet Celal BUCAK'a saldırarak ilan etti.

M. Celal BUCAK saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. Böylece PKK eylemleri Kırsal 
Kesim Eylemleri ve Şehir Eylemleri olmak üzere iki temel kola ayrılmış oldu.

Kırsal kesimlerdeki eylemlerin temel esprisi; birbirine düşman olan iki aşiret, 
kabile ve aileden birine yanaşarak ve onların desteğiyle diğerine saldırmaktı. 
HİLVAN'da bir aşirete dayanılarak SÜLEYMAN-LAR'a; SİVEREK'te gene bir aşirete dayanılarak BUCAK'lara saldırıl-mıştır. Bu aşiret olaylarında yüzlerce insan hayatını kaybetmiştir. Çatışmalar kısa sürede öyle bir hal almıştır ki, taraflar birbirinin kedisini köpeğini öldürür duruma gelmişlerdir. Öte yandan MARDIN'de bir kabilenin maddi olanaklarına dayanılarak KAHRAMAN'lara saldırılar yapılmıştır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu hadiselerin perde arkası kamuoyuna yansıtılmamıştır. Eğer bir gün ilgili kesimler bu hadiseleri gün 
yüzüne çıkarırlarsa ibret verici olaylar göreceğimiz kuşkusuzdur.

Abdullah ÖCALAN böyle bir taktiğe; bu kesimlerden kadro, savaşçı ve her türden eleman temin edebilmek için başvurmuştur. Bu arada her şeye rağmen oyuna gelmeyen kabile ve aileleri çatışma içine çekmek için bir takım provakatif 
eylemlere girişiliyordu, önceden yapılan plan gereği geceleri herhangi bir 
kabilenin evi taranıyor, birkaç gün sonra da gidip, "Size saldıran olmuş, sizi 
biz koruyacağız" denilerek oralara yerleşiliyordu. Yine bilindiği gibi 1979-1980 
yıllarında PKK militanları ile BATMAN ili civarındaki RAMAN aşireti arasında 
çatışmalar oluyordu.

PKK'lılar; civar köyleri daha aktif hale getirmek ve kullanabilmek için SUÇEKEN 
köyünde bir aileye bombalı paket göndererek bu ailenin katledilmesine sebep 
oluyor, ardından da SUÇEKEN köyünü RAMAN aşiretine karşı üs olarak 
kullanıyorlardı.

Şehirlerde ise tamamen"...." üslenilerek sendika, dernek vb. gibi açık hedef 
olabilecek yerlerde faaliyette bulunan diğer sağ-sol örgüt ve kuruluşlara karşı 
eylemler geliştiriliyordu.

NİZİP ilçesi ve benzeri yerlerde küçük imalathane sahiplerine mafya 
yöntemleriyle "ya malın ya canın" tazında bir üslup ile yaklaşılıyor işçi 
ücretleri üç-dört kat yükselttiriliyor, ardından da işçilere, "Aylıklarınızı biz 
yükselttik, fazla paraları bize aidat olarak ödeyeceksiniz" deniyordu. İşçilerin 
büyük bir kısmı bu yöntemle zoraki sempatizan durumuna getirilmişti. Otoritenin yokluğundan dolayı köyler, kabileler, aşiretler adeta koyun sürüsü gibi güdülüyor, silah zoruyla istedikleri her §ey yaptırılıyor, NİZİP'teki işçilere 
de aynı baskılar uygulanıyordu. Profesyonel, hayatta bir baltaya sap olamamış 
üç-beş serseri adeta NİZİP işçilerini, paralarını, evlerini ipotek altına almışlardı. Bu dönemdeki APOCU faaliyetin bu yönüyle de incelenmeye değer yönleri vardır. Araştırıldığında ibret verici belgeler ortaya çıkacaktır. 

Kendileri az ve bilinmeyen adamlar oldukları için hedef olmadıklarından 
istedikleri gibi gezip dolaşıyor ve istedikleri zamanda cinayet işleyebiliyorlardı. Bu halleriyle de savunmasız insanlarca beladan korunmak için sözü dinlenir kişiler oluyorlardı. Bir çok gerekçe ile sol örgütlere saldırıyor, solculukta kararlı olanların APOCU olmaları sağlanıyordu.

Kuruluş yıllarındaki PKK anlatılırken o zamanlar AYDINLIK Gazetesi ve çevresi 
ile olan çatışmalar hemen akla gelmektedir.

AYDINLIK Gazetesinin manşetlerinden PKK hiç inmiyordu. "PKK MİT'in organize 
ettiği bir örgüttür...", "Cani çeteler, PKKIı cellatlar...", "Kürt halkını 
birbirine düşürüyorlar..." gibi bir yığın başlık ve yorumlar yayınlanıyordu. PKK 
da Aydınlıkçılar; "İngiliz ajanı", "MİT ajanı", "Kemalizmin çanak yalayıcısı" 
şeklinde hitap ediyordu. PKK bu kişilere yalnız sözle değil eylemle de 
saldırıyor; yöne-ticilerini öldürüyor, AYDINLIK Gazetesinin Doğu ve 
Güneydoğu'daki dağıtımını engelliyor, bulduklarını yakıyorlardı.

Bugün Kürtçülük konusunda anlaşmazlıkları olmayan Abdullah ÖCALAN ve PDA'cılar neden o günlerde birbirlerinin can düşmanıydı?

Kim kime teslim olmuş veya uyum sağlamıştır bu bilinmez! Bu çelişkinin mutlaka bir cevabı olmalıdır. APO olsun onlar olsun, geçmişten günümüze politikalarında bir sapma olmadığını yayınlarında ve konuşmalarında iftiharla yineliyorlar. 

Ancak geçmişten günümüze bu değişiklikliğin nedeni merak konusudur.

PKK örgütü kurulup örgütlenmesine rağmen o yıllarda bir-iki istisna dışında hiç 
bir yayın faaliyetinde bulunmadan, hiçbir dergi çıkarmadan ve geniş anlamıyla 
hiçbir kitleye propaganda çalışması yapmadan eylemleriyle kamuoyunun gündemine gelip oturmuştur. Türkiye'de bu tür işler kolaydı ve bir serseri iki el ateş ederse kahraman oluyordu. Örnek olarak; PKK'nın birkaç militanı köyündeki evinde yemek başında oturan M. Celal BUCAK'a saldırdıktan sonra olay kamuoyunda geniş yankılar uyandırdı, oldukça büyük bir kesim bu saldırıyı ister istemez oturup tartıştı. M. Celal BUCAK milletvekiliydi ve hem de etkili bir aşiretin lideriydi. Dolayısıyla sade vatandaşlar, özellikle yöre halkı böylesi kudretli bir adama saldırabilir cesareti gösteren insanların olağanüstü kişiler 
olabileceklerini düşünmeye başladılar. Türkiye'de ve özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki insanlarımızın düşünce yapısı üzülerek belirtelim ki böyledir. 

Onların toplumsal yaşamlarında M. Celal BUCAK gibileri erişilmesi mümkün olmayan insanlardır. PKK militanları da BUCAK eyleminin nedenini başta sempatizanlara olmak üzere yetişebildikleri tüm insanlara abartılı bir şekilde anlatmaya başladılar. Denildi ki; "...M. Celal BUCAK, TC. Sömürgecilerinin Kürdistan'daki en büyük dayanaklarından birisidir. TC. kürdistanda Celal BUCAK gibileri sayesinde ayakta duruyor, o bir baskı unsurudur. Halkımızın talebi, arzusu üzerine PKK ona saldırmış ve cezalandırmak istemiştir. Bundan sonra da Kürdistan da bu tür insanları kesinlikle yaşatmayacağız.." Eylem, PKK örgütünün olduğu her yerde günlerce, aylarca konuşuldu, propagandanın temel malzemesini teşkil etti. 
Böylesi eylemler sayesinde PKK çeşitli çevrelere gözdağı vererek, halka örgütün 
çok güçlü olduğu imajını veriyordu. O tarihlerdeki nüfusuyla 100-150 bin kişilik 
BATMAN'da en fazla 30 kadar kadrosu, 100 civarında sempatizanı, bu kadrolar ile sempatizanların aile ve akrabaları vardı. Aile ve akrabaların örgüt mensubu 
çocuklarına sahip çıkmaları, koruma ve kollamaları, onları barındırmaları günün 
koşullarına göre anormal bir durum değildi.

Durum böyle olduğu halde PKK yöneticileri her yerde, "Batman bizim elimizde, 
şehir bizden sorulur" diyorlardı. 30 kişilik profesyonel eylemci kadro,  sempatizanlar ve ailelerinin de desteğiyle sürekli terör estirerek, sıradan 
vatandaşı sindirerek baskı altına alıyor, vatandaşlar; "Apocular BATMAN'ı işgal 
etmiştir, onlara karşı gelen canından olur" düşüncesine sahip olmuşlardı. 
Bölgede Apocuların etkin olduğu diğer şehirlerde de durum BATMAN'dan farklı 
değildi. Sadece kırsal kesimde durum biraz daha değişikti. Herhangi bir yöredeki silahlı PKK grubu dayandığı aşiret, kabile veya ailenin çocuklarını da yanma alarak, diğer aşiret, kabile veya aileye saldırıyor, saldın sonrası kendilerini barındıranların yanına gelerek yaptıkları eylemleri abartılı bir şekilde 
anlatıyor böylece o aşiret yada kabilenin tüm insanlarını etkilemeye 
çalışıyorlardı.

Bu silahlı gruplar giderek yöre insanları üzerinde, ister istemez korku 
temelinde oluşan bir otorite haline gelmişlerdi. Özetlersek; ne kadar eylem, o 
kadar propaganda ve ajitasyon ve ne kadar eylem o kadar otorite...

Bu dönemde PKK' nın üzerinde durmadığı yayın faaliyetinin istisnalarını ölen 
örgüt militanlarının afişleri, "Kürdistan Devriminin Yolu" isimli bir kitap ve 
4-5 tane de özel broşür teşkil ediyordu. "BÜLTEN" isimli PKK faaliyetlerini 
içeren dergi de ara sıra yayınlanıyordu. Bildiriler hariç diğer yayınlar 
kadrolara yönelikti, bu kitap ve broşürlerin başkasının eline geçmesi 
istenmiyordu. Gerekçe olarak da "Diğer örgütler bizim fikirlerimizi çalmasınlar" 
deniyordu. Ama gerçek neden bu olamazdı. Bu gizlemenin altında yatan gerçeği 
yalnız Abdullah ÖCALAN biliyordu.

www.aymavisi.org


****