Özdem SANBERK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özdem SANBERK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2020 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE,

AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE,




Hazırlayan:

Özdem Sanberk, 
RAPOR NO: 3 
Avrupa Birliği ve Türkiye, 

NOT: BİLGESAM farklı disiplin ve görüşlere sahip bilim adamlarını sinerji sağlayacak şekilde bir araya getiren araştırma merkezidir. Bu nedenle raporda yeralan konular BİLGESAM’ ın resmi görüşlerini değil, raporu hazırlayanın 
görüş ve yaklaşımlarını yansıtmaktadır. 

Özdem Sanberk, 

SUNUŞ. 

     Türk tarihi incelendiğinde geçmişteki başarıların arkasında iyi yetişmiş bilge adamların bulunduğu görülmektedir. 
Ancak günümüzde olayların çok boyutlu olarak gelişmesi ve sorunların karmaşıklaşması, birkaç bilge kişinin veya aydının gelişmeleri zamanında ve doğru olarak algılamasını ve alternatif politikalar üretebilmesini zorlaştırmakta dır. 
     Gelişmelerin yakından takip edilmesi, gelecekle ilgili gerçekçi öngörülerin yapılabilmesi ve doğru politikalar üretilebilmesi için farklı disiplinlere ve görüşlere sahip bilge adamlar ile genç ve dinamik araştırmacıların, esnek organizasyonlar içinde sinerji sağlayacak şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir. 

     Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; 

Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslar arası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel 
ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm 
önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) kurulmuştur. 
     BİLGESAM’ ın vizyonu, amacı, hedefleri, çalışma yöntemi, temel nitelikleri ve teşkilatı..,  

http://www.bilgesam.org/tr web sitesinde sunulmaktadır. 


BiLGESAM, Bilge Adamlar Kurulu’nun ilk toplantısında alınan kararlar doğrultusunda çeşitli konularda raporlar hazırlamaktadır. 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK tarafından hazırlanan “ Avrupa Birliği ve Türkiye ” başlıklı Rapor faydalanılmak üzere yayınlanmıştır. 

Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Başkanı 


Özdem SANBERK 
DIŞ İşleri Bakanlıgı Eski Müsteşarı Emekli Büyükelçi., 

Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olan Özdem Sanberk, Dış İşleri Bakanlığı memuru olarak Madrid, Amman, Bonn ve 
Paris Büyükelçiliklerinde ve OECD ve UNESCO Daimi Temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulunduktan sonra, 1985 _ 1987 
yılları arasında zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın dış politika danışmanlığını yapmıştır. 

Sanberk 1987-1991 yılları arasında Avrupa Topluluğu nezdinde Büyükelçi Daimi Temsilci, 1991-1995 yılları arasında Dış İşleri Müsteşarı ve 
1995-2000 yılları arasında da Londra Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 

2000 yılında emekliye ayrılan Sanberk, 2003 Eylül ayına kadar Türkiye Ekonomik Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) Direktörlüğü görevinde bulunmuştur. 
   Özdem Sanberk evli olup ( Sumru Sanberk ) Nazlı Sanberk’in babasıdır. 


Avrupa Birliği ve Türkiye 
I. AVRUPA BİRLİĞİ İÇİNDEKİ GELİŞMELER. 

Kriz., 

Avrupa BirliĞi 1950’li yyllaryn ilk yarysyndan bu yana krizden krize geçerek kendi 
entegrasyon hareketini sürdürüyor. Türkiye ise, takriben son elli yyldan bu yana, Avrupa 
Birliği ile yaşadığı büyük zorluklara rağmen bu gün tam üyelik süreci içindedir. 

Birlik son olarak Lizbon Anlaşması’nın İrlanda halk oylamasında reddiyle, yeniden 
bir belirsizlik dönemine girmiş bulunuyor. 

Kendini Sorgulayabilme kabiliyeti 

Avrupa Birliği 60 yıllık geçmişinde başka krizler de geçirdi. Ama bugüne kadar geldi. 
Bu güne kadar gelebilmesinin temelinde dünyadaki gelişmeler karşısında kendi 
meşruiyetini sürekli sorgulaması yatıyor. Birlik bu sayede kendini dünyanın yeni 
gerçeklerine uyduruyor ve hatta bu değişiklikleri mümkün olduğu ölçüde kendi lehine 
yönlendirebiliyor. Bunu da kuruluş mantığında yer alan ilkelere bağlı kalabildiği için başarıyor. 

Süper Ulus Devlet değil 

Avrupa ve Türkiye kamuoylarynda genellikle sanylanyn aksine, Avrupa Birliği bir 
süper ulus devlet değildir. Bunun en önemli kanıtı da Birliğin bizzat kendisinin ulus 
devletlerden meydana gelmiş olmasıdır. 

Avrupa Birliği gerçekte üye ülkelerin kendi milli hedeflerine erişmeleri için kullandıkları 
araçtır. Avrupa Birliği Üye ülkelerin yerine geçmez. Onları tamamlar. 

Avrupa Birliği üye ülkelerin milli hedeflerine ulaşmaları için yardımcı olur. Avrupa 
Birliği entegrasyon hareketinin amacı Avrupa’da bir süper devlet yaratılması değil, 
fakat Kıta’da etkinlikle işleyen bir ekonomik ve ticari pazar kurulabilmesi için Avrupa 
devletlerinin bu amaca uygun kurumsal yapılanmalara kavuşturulmasıdır. 

Avrupa Birliğinin bir süper Devlet olmasını hedefleyen siyasi partiler ve siyasi çevreler bugün 
Avrupa’da özellikle Fransa, Belçika ve Lüksemburg gibi bir kısım kurucu ülkelerde mevcuttur. 
Siyasi güçleri bu görüşlerini kuvvet den fiile çıkarmalarına imkân verecek düzeyde bulunmamaktadır. 
Avrupa kamuoyunun ezici çoğunluğu Süper Devlet fikrine karşıdır. 

Yetki Paylaşımı, 

Bugünkü haliyle Avrupa Birliği, her biri birbirinden çok farklı ulus-devletlerden oluşan, kendine 
mahsus tarihi geçmişe, kültürel özelliklere, milli davalara ve eşit haklara sahip bir uluslararası 
kuruluştur. Bu kuruluşu öteki geleneksel çok taraflı işbirliği kuruluşlarından ayıran özellik, 
gösterdikleri farklılıklara rağmen bazı şeyleri birlikte yapmak amacıyla ortak bir kurumsal 
yapılanmayı gerçekleştirmedeki iradeleri dir. 
Bu amaçla bazı yetkilerini muhafaza ederek, açıkça belirtilmiş sınırlı alanlarda bazı yetkilerini paylaşırlar. 
Bu kısmi yetki paylaşımını, yine kendi özgür iradeleriyle kurdukları ortak kurumlara devrederek yaparlar. 
Bu kurumlar o alanlarda kendilerini yaratan üye ülkelerden bağımsız hareket eder. 
Bu alanlar teknik ve ticari alanlar ile tarım alanıdır. 
Siyasi, sosyal ve güvenlik alanında riayeti mecburi ortak politikalar yoktur. 
Ortak müzakere prosedürleri vardır. 

Gönüllü İrade ve Gönüllü katılım., 

Üye ülkeler bu yöntemi, tek ba.laryna yapabileceklerinden daha fazlasyny beraberce 
yapabilmek ve etkin bir yöneti.im sistemi kurmak için seçmişlerdir. Başka deyimle, 
sınırlı alanlarda ulus-üstü nitelik, üyelerin baskı veya dayatma altında kabul ettikleri 
bir yöntem değil, modern ve karmaşık dünyanın sorunlarıyla baş etmek ve ekonomik, 
ticari (,) ve teknik alanlardaki küresel rekabette başarılı olmak için ortaya koydukları 
kendi özgür tercihlerinden ve isteyerek razı oldukları gönüllü katılımlarından meydana gelir. 

Asıl Yetkiler., Üye Devletler de 

Avrupa Birliğinde birincil yetki ortak kurumlarda, yani merkezde veya gövdede 
değil, gövdeyi meydana getiren parçalarda, yani üye ülkelerde dir. Merkezin yetkisi 
ikincil (subsidiary), üye ülkelerin yetkisi ise birincildir ( primary). 

Barışın Temeli ortak Ekonomik çıkar., 

Avrupa Birliğinin temelinde kıta ülkeleri arasında barışın sağlanması yatar. Bu hedefe 
ulaşmalarını mümkün kılan yöntem ise ortak ekonomik çıkar temelinde ortak 
kurumsal yapılanmalarının sağladığı karşılıklı ekonomik bağımlılıktır. 

Birliğin dünyadaki rolü veya siyasi amaçları.,

Avrupa Birliği üyeleri şu sırada ‘’... 27 üye ülke olarak birlikte ne yapmak istiyoruz?.’’. 
sorusuna yanıt verememektedirler. Halen içinde bulundukları krizin temel 
nedenlerinden biri de Birliğin dünyada oynayacağı role ilişkin belirsizliktir. 

Kültür., 

Avrupa Birliğinin kuruluşunun temellerinde de kültür birliği yatmaz. Tam tersine 
kültürel çoğulculuk esastır. Bir Avrupa Birliği kültürü yoktur. Ancak Birliği ortak 
kültür modelinde görmek isteyenler vardır. Bu model çoğunluktaki görüşler tarafından 
reddedilmektedir. 

Kimlik ve aidiyet duygusu 

Ortak bir kültür olmadığı gibi bir Avrupa Birliği kimliğinden bahsetmek olanaksızdır. 
Çünkü Avrupa’da bugün sırf Avrupa kökenliler yaşamıyor. Avrupa bugün ancak 
kısmen Hıristiyan’dır. Ama aynı zamanda vicdan özgürlüğünü, agnostisizmi ve 
ateizmi barındırıyor. Bizzat Jacques Delors’un dediği gibi bazylarının hoşuna gitmese de 
Avrupa artık biraz da Müslüman’dır. Avrupa Birliği kimliği halen inşa halinde olan bir 
kimliktir. Bu kimlik Avrupalıların arkasında değil önündedir. Ve oluşmasına, Kıta’nın 
tüm halkları gibi Türkler de katkıda bulunmaktadır. 

Avrupa Birliğinin kendisi için öngördüğü aidiyet algılaması, milliyetçilikten değil, 
demokrasi, barış ve refah gibi ideallerden kaynaklanır. Avrupa Birliği kimliği XX. 
yüzyıldaki iki Dünya Savaşı’nın Avrupa halklarına öğrettiği acı tecrübelerden ve bu 
ve benzeri acıların bir daha yaşanmaması iradesinden doğmuştur. Birliğin mimarisinin 
temelinde askeri zaferlerden değil, aksine savaşların tahribatlarından çıkarılan dersler yer alır. 

Karar Alma Mekanizmaları., 

Bugünkü krizin nedenlerinden biri de, üye sayısı artan Birliğin karar alma mekanizmalarının 
işlemez hale gelmiş olmasıdır. Roma Antlaşmaları’nda esas itibarıyla altı üye için öngörülmüş 
olan karar süreçleri, bazı teknik konularda ağırlıklı oy verme sistemine geçilmesine rağmen, 
yirmi yedi üyeli bir Birlik için uygulanabilir olmaktan çıkmıştır. 

Birlik genişledikçe karşılaşacağı yönetim sorunlarının çözümlenmesinde çok vitesli 
esnek bir yapılanmanın benimsenmesi en pratik yollardan biri olarak giderek daha 
sık dile getirilen bir çare olarak konuşulmaya başlanmıştır. 

Demokrasi Açığı., 

Komisyon üyeleri ve Komisyon başkanı görevlerine seçimle değil atama yoluyla 
geldikleri için Avrupa Birliği öteden beri demokratik hesap verme sorumluluğunu taşımamakla itham edilmiştir. Bu nedenle Komisyon başkanının seçimle gelmesi hükmü son Lizbon Antlaşmasında yer almış ve böylece bu demokratik açığın kısmen kapatılması amaçlanmıştır. 
Ancak Lizbon Antlaşması yürürlüğe giremediği için eski uygulama devam.., Halen devam etmektedir. 

Seçilmişler Atanmışlar., 

Her ne kadar Avrupa Komisyonu, Avrupa Adalet Divanı ve Avrupa Merkez Bankası yöneticileri ve üyeleri seçilmiş değil atanmış kişilerden meydana gelmiş olsalar da bu kurumların yapılanma ve çalışma şekli ulus devletlerdeki karşıt kurumların yapılanma ve çalışma şekillerinden farklı değildir. 
Bu kurumlar belirli teknik ve spesifik işlevleri yerine getirmek üzere sorumluluk taşıyan kurumlardır ve bu görevlerini ifa edebilmeleri için kendilerini kuran ulus devletlerden müstakil ve bağımsız hareket kabiliyetine sahip olmaları gerekir. 
Kurucu Antlaşmaların temelinde yatan ana ilke de aslında budur. 

Birliğin sınırlı yetkileri., 

Öte yandan Birlik her ne kadar Devletlerin yaptığı işlevlerin bir kısmını yerine getiriyorsa da devletlerin her yaptığını yapmamaktadır. Örneği sağlık sigortası, istihdam politikaları, emeklilik, eğitim, asayiş, güvenlik ve vergilendirme gibi konular Birliğin yetki sahasının geniş ölçüde dışında yer alan konulardır. Birliğin yetkisi dâhiline giren işlevler ise ortak ekonomik pazarın kurulmasına ve düzenlenmesine ilişkin işlemler ile kısmen parasal politikalardır. 

Lizbon Gündemi., 

Lizbon Antlaşması aslında üye ülkelerin sorumluluklarına ait olan sahalarda Birliğin yetki kullanmasını imkân veren hükümler içermektedir. Örneğin istihdam politikaları konusunda Avrupa Birliği yetkili değildir. 

Ayni şekilde büyüme, rekabet veya emeklilik reformu gibi politikalarda da Birlik kurumlarının üye ülkelerin kararlarına müdahale hakkı yoktur. 

Ayrıca Birlik bu konulara karışmak istese bile gerekli müdahale araçlarına da sahip bulunmamaktadır. 

Birliğin Lizbon Antlaşması’ nın İrlanda tarafından reddiyle 
bu gün karşılaştığı kriz kısmen Lizbon gündeminin bu yetki sınırlarını zorlamış olmasında kaynaklanmıştır. 

Temel Disiplin: Hukuk. 

Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde tek pazarı, ekonomiyi, ticareti, sosyal hayatı ve tüm politikaları çerçeveleyen ana disiplin(i) hukuk kurallarıdır. Birliğin temel disiplinini Hukuk, temel ilkesini de hukukun üstünlüğü oluşturur. 

Müzakere., 

Avrupa Birliği aynı zamanda sürekli bir müzakere sürecidir. 
    Birlik, üye ülkelerin kendi milli çıkarlarını korumak ve ilerletmek için sürekli uzlaşma aradıkları bir ortamdır. 
Üye ülkelerin, milli çıkarlarını ararken Birliğin ortak çıkarlarını göz önünden 
tutuşu varsayılırsa da, gerçek hayatta bu her zaman böyle olmaz. Üyeler fiili durumlarda kendi milli çıkarlarını önde tutarlar bu nedenle de gerektiğinde veto silahına başvurma sık rastlanan bir yöntemdir. Avrupa Birliği dinamik bir kavram olduğu için müzakere süreci hiç bir zaman bitmez. Varılan hiç bir karar son karar olmaz. Bu nedenle Birlik içinde anlaşmazlıklar hiç bir zaman tükenmez. 
Buna paralel olarak belirsizlikler de bitmez. Birlik krizden krize geçerek gelişir. Belirsizlik bir bakıma Avrupa Birliği’nin doğasının bir sonucudur. Bir müzakere sürecinin sonlanması yeni bir sürecin başlangıcı olduğundan Birlik ilerlemesini ve çok ağır da olsa gelişmesini sürdürür. 

Avrupa Birliği tamamlanmamış bir projedir. 

Bu günkü Avrupa 1960’ların Avrupa’sı değil., 

Bu nedenle gelecekte karşımıza çıkacak bugünkünden çok farkly bir Avrupa olacaktır. 
2000’li yılların Avrupa Birliği karmaşık bir dünyada küresel sorunlarla baş etmeye çalışan ve Kıta’nın tamamına yayılmış bulunan çok katmanlı entegrasyonlara sahip bir Avrupa olacaktır. 

   Türkiye de, bu günkü Avrupa’ya değil, yarın karşımıza çıkacak olan çok katmanlı bütünleşmelerin 
geçerli olacağı bir Avrupa’ya katılacaktır.

Örneğin bugün dahi bir Shengen Avrupa’sı, bir Tek Para, tek Merkez Bankası Avrupa’sı, bir Savunma ve Güvenlik Avrupa’sı gibi sınırlı üyeliklerden oluşan her bir üye ülkenin ortak politikalarına katılmadığı çeşitli entegrasyon katmanlarından oluşan bir Birlik vardır. 
(Örneğin İngiltere ve yeni üyelerin çoğu tek kur politikalarına katılmamaktadır) 
Üye ülkeler bu entegrasyon katmanlarından ancak iştirak ettikleri ortak politikalarda veto hakkına sahip bulunmaktadır. 
Gelecek on yıllarda bu tür sınırlı üyelikli ortak politikalarının sayısı artacak ve çoğunluğu oluşturan üyeler bakımından Avrupa Birliği üyeliği bu tür esnek üyelikler anlamını taşıyacaktır. 

Yumuşak Güç., 

Avrupa Birliği bu gün karşı karşıya bulunduğu bütün güçlüklere ve eksikliklerine 
rağmen Kyta’da ve çevresinde önemli bir dönüştürme etkisine sahiptir. “Yumuşak Güç” adı verilen bu yeteneğinin 2001-2005 arasında Türkiye’de nasıl bir “ Sessiz Devrim ”e yol açtığı, buna karşılık 2005’ten bu yana AB’den gelen olumsuz sinyallerin Türkiye’de nasıl bir içe kapanma eğilimi yarattığı Avrupa Birliği’nin bu etkisini kanıtlayan en somut örneklerden biridir. 


II. TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ VE TAM ÜYELİK MÜZAKERELERİ, 

40 yıllık hedefin gerçekleşmesi., 

Türkiye’nin Avrupa Birliği stratejisi çok eskilere gider. Avrupa Birliği’ne üyelik 
hedefi ise hiçbir zaman şu veya bu Hükümetin, şu veya bu partinin tekelinde olmamıştır. 

    AB politikası bir devlet politikasydır. Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 1959 Roma Antlaşması’nı akdetmişlerdir. İsmet İnönü 1963’te Ankara Antlaşması’ nı imzalamıştır. 
   Süleyman Demirel 1971’de katma Protokolü yapmıştır. 
Turgut Özal 1987’de tam üyelik müracaatını gerçekleştirmiştir. Tansu Çiller 1995’te Gümrük Birliği kararını aldyımıştır. Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz 1999’da Helsinki’de adaylığımızı resmen kabul ettirmiş ve ilk reform paketini açtırmıştır. 

   Tayyip Erdoğan 2005’te Müzakereleri başlatmıştır. Hiçbir askeri Hükümet de 
bu politikadan ayrılmamıştır. Türkiye Avrupa’daki tüm hasım çevrelerin ve bir kısım büyük üye devletlerin direncine rağmen 40 yıldır beklediği bir hedefe ulaşıp 2005 yılında müzakereleri başlatmış ve bir katılım ülkesi statüsü kazanmıştır. Ancak Birliğin Türkiye’ye karşı ikircikli, olumsuz ve hatta hasmane davranışları ve ikinci Erdoğan Hükümeti’nin politikalarındaki öncelik sırasında Avrupa Birliği hedefinin yerini gerilere taşıması Türk kamu oyunda Avrupa Birliği hedefinin doğurduğu heyecan ve enerjiyi son bir kaç yılda hemen hemen (tamamen) ortadan kaldırmıştır. 

Adaylık Kriterleri., 

Kopenhag Kriterlerinin yazılı ifadesi bir iki cümleden ibarettir ve ezcümle aday 
ülkede işleyen bir demokrasi bulunmasını ve hukuk devletini, insan haklarını ve 
azınlıkların korunmasını garanti altına alan kurumların işlemesini öngörür. 

Ancak, aday ülkenin toplumsal yapısında temel sorunlarıyla ilgili olarak büyük 
çatlakların ve kutuplaşmaların bulunmaması bir nevi yazılı olmayan kriterlerdir. 

Kıbrıs, 

Avrupa Birliği Kıbrıs’ın üyeliğe kabulünde kendi koyduğu kuralları çiğneyerek ülkenin yarısında egemenlik kullanamayan, BM Güvenlik Konseyi’nin sürekli gözetimi altında bulunan ve BM Barış Gücü ile güvenlik sağlanan bir ülkeyi istikrarlı kabul ederek üyeliğe almıştır. 

Fransa ve Almanya, 

Türkiye’nin üyeliğine karşı en büyük direnç iki büyük kurucu ülke olan Fransa ve 
Almanya’dan gelmektedir. Bu direncin temelinde adı geçen ülkelerin Birlik içinde 
şu anda en fazla nüfusa sahip Devletler olarak Topluluk organlarının karar mekanizmalarında kazanmış bulundukları avantajlı durumu kaybetme korkuları yatmaktadır. 

Tam üyelik perspektifi, 

Türkiye’nin tam üyelik perspektifleri Avrupa içinde üyeler arası rekabet nedenleriyle ve bu ülkeler arasındaki güç dengesi mücadeleleri dolayısıyla zorluklarla karşılaşmaktadır. 
Türkiye’nin üyeliğine karşı bazı Avrupalı politik çevreler Türkiye ile ciddi bir krizin çıkmaması için en iyi çareyi Türkiye’nin adaylığını bizzat kendisinin geri çekmesi olduğunu düşünmekte ve bunu beklemektedirler. 

Oysa dünyanın en önemli stratejik alanlarına komşu olan ve ayrıca enerji yollarında yer alan Türkiye’nin üyeliği Avrupa Birliği’nin güvenlik ve dış politika boyutunu ve enerji güvenliğini özlü şekilde güçlendirecektir. 

Gümrük Birliği., 

Birliğin aslında Türkiye’nin katılımından çok şey kazanacağı genellikle herkes tarafından kabul edilmektedir. Türkiye bakımından ise yararları açıktır. Sırf üyelik perspektifi dahi ülkemize büyük ölçüde yabancı sermaye girişine sebep olmuş ve geniş kapsamlı demokratik reformların gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girdiği tarih olan 1996’dan 2006’ya kadar geçen on yıllık dönemde Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ihracatı üçe katlanmış ve 2006’da yılda 58 milyar dolara yükselmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ihracatı ise aynı dönemde dörde katlanmış ve 2006’da 48 milyar dolara yükselmiştir. 

   Bugün Avrupa Birliği Türkiye’nin birinci ticaret ortağıdır. İthalatının %42’sini, ihracatının da %52’sini karşılamaktadır. 

  Türkiye şimdi Avrupa Birliği için Japonya’da’ daha önemli bir ticari partnerdir. 
2004’e kadar yılda ortalama 1 milyar dolayında olan yabancı sermaye, müzakerelerin açıldığı yıl olan 2005’te 9 milyar dolara, 2006’da ise 20 milyar dolara ulaşmıştır. 

   Bu meblag aynı yıl Hindistan’a giren yabancı sermayeden daha fazladır. Türkiye’ye yatırım yapan yabancı şirket sayısı 15.000’ i geçmiş olup, bu şirketlerin yarısından fazlası, yani 8300 adedi Avrupa Birliği menşelidir. 

Ancak Türkiye, Avrupa Birliği’nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticaret müzakerelerinde söz sahibi değildir. Bu da Gümrük Birliği kararının büyük bir eksikliğidir. 
Türkiye müzakerelerinde söz sahibi bulunmadığı Anlaşmalara uymak mecburiyetinde kalarak ticaret saptırması yoluyla ayırımcı muameleye maruz kalmakta ve bu yüzden zarara uğramaktadır. 

AB artık Kıtanın tümünü kapsıyor, 

Avrupa Birliği önümüzdeki on yıllarda Batı Balkanları, yani Arnavutluk, Makedonya, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Sırbistan’ı da içine alacaktır. Muhtemelen Ukrayna, Moldova ve Belarusya da ileriki on yıllarda Birliğe üye olacak ve Birlik Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan ile özel ilişki kurma sürecine girecektir. 

Türkiye’nin Dışlanma riski.,

    Bütün Kıta’yı kapsayacak bir Avrupa Birliği’nin dışında kalacak olan bir Türkiye güçler dengesinde zaafa uğrar. Bu nedenle halen müzakere sürecinde bulunmak gibi avantajlı bir durumda bulunan ülkemizin mücadeleden vaz geçmesi tarihi bir hata olur. 
    Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan lehine Balkanlar’da ve Güneydoğu Avrupa’da ki tarihi ve kültürel mirasını kaybeder. Çünkü Birliğin Ortak Dış ve Savunma ve Güvenlik Politikaları Arnavutluk, Makedonya, Moldova, Bosna, Kosova ve Sancak’taki Türkçe konuşan Müslüman nüfusu zaman içinde tedricen Türkiye’nin tarihi ve kültürel nüfuz sahasından uzaklaştırır. Batı ve Kuzeybatı Karadeniz siyasi ve güvenlik etki alanımızın dışına kayar. 

Kaçırılmış Fırsatlar tarihi., 

Türkiye-AB ilişkileri tarihi aslında bir nevi kaçırılmış fırsatlar tarihidir. Bu fırsatların bir daha kaçırılmasına izin vermememizin tek yolu, Avrupa Birliği hedefi yönünde oluşacak bir genel konsensüs etrafında Türkiye’nin bugünkü ideolojik ve siyasi krizler gündeminden ekonomik, sosyal, demokratik ve teknik icraatlar yapılmasını öngören bir gündeme geçmesidir. Başka bir deyimle Türkiye’nin gelecek perspektifinde bir modernleşme idealine kavuşması ve geniş ufuklu bir siyasi vizyonu benimseme kapasitesini göstermesidir. Avrupa Birliği katılım süreci bize bu perspektifi sağlayabilecek en somut yol haritasıdır. Bu yeni gündem ancak bizi sürekli krizler sarmalından kurtarabilir ve Kıta’nın değişmekte olan siyasi ve askeri kuvvetler dengesinde yerimizi kaybetmememizi sağlar. Bu nedenle biz reformları yerine getirelim ama Avrupa Birliği’ne katılsak da olur katılmasak da olur tarzındaki görüşler, ülkemizin Kyta’ daki tarihi ve insani varlığının zaman içinde yitirilmesi halinde gelecek kuşaklar için doğabilecek siyasi ve güvenlik maliyetlerini hesaba katmayan vizyonsuz görüşler olup, bizi bu mücadeleden    uzaklaştırmak isteyen ve Birlik için bir tampon bölge haline getirmeyi hedefleyen ülkelerin ve etnik lobilerin ekmeğine yağ sürmek anlamını taşır. 

Büyük ve net bir strateji ihtiyacı 

   Eğer yine zaman kaybedip gelecek kuşakların önünü kesmek istemiyorsak, başta Siyasi Partilerimiz olmak üzere (siyasi partiler dâhil) hepimize görev düşüyor. 
   Bu görev son iç olayların kaldırdığı toz bulutunun arasından Avrupa Birliği sürecinde önümüzü görebileceğimiz ve kararlılığımızı yeniden pekiştirebilecek orta ve uzun vadeli yalın bir stratejiyi ve siyasi yönelimi ortaya koyabilmektir. 

Sırf Hükümete ait bir sorumluluk değil., 

Bu nedenle kanımızca Türkiye’nin, ülkeyi çağdaşlaşma ideali etrafında birleştirecek, bir Büyük Strateji üzerinde bir konsensüse varması ve bu konsensüsü gündemimize yeniden oturtması gerekecektir. Bu konsensüsün yerleştirilmesi yalnız yürütme organına düşen bir görev değil, devletin tüm yetkili organlarını, TBMM’yi, tüm siyasi partileri ve tüm sivil toplumu ilgilendiren tarihi bir sorumluluktur. Avrupa Birliği’ne katılma hedefi Türkiye için duygusal bir tutku değil, tarih bilinci içinde ve gelecek perspektifinde rasyonel bir tercihtir. 
Bize karşı gösterilen direncin yoğunluğu bizim tercihimizin doğruluğunu kanıtlayan en somut kanıtı oluşturmaktadır. 

Katılım sürecimize yeniden canlılık kazandırabilir miyiz? 

   Bu gözlemler bizi bazy temel sorularla karşı karşıya bırakmaktadır. 
Türkiye açısından, bu gün ülkemizin içinde bulunduğu koşullar altında Avrupa Birliği sürecinin geçerliliği var mıdır ? 
   Eğer varsa bu geçerlilik bir ivedilik taşımakta mıdır? 

   Bu her iki sorunun yanıtı olumlu ise, bu sürecin Avrupa Birliği açısından, en azından Fransa ve Almanya gibi kimi ülkelerde geçerliliğinin tartışmalı olduğu ve ivediliği nin ise bulunmadığı düşünülünce, sürece karşılıklı canlılık kazandırılma sının mümkün olup olamayacağı ciddi bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. 

  Bu durumda bizim katılım sürecimizle Avrupa Birliği’nin buluşma alanı son derece daralmaktadır. Bu daralma bizden kaynaklanan sorunlar kadar, Avrupa bütünleşme sürecinin bu gün geldiği aşama ve bir türlü aşamadığı kendi zorluklarıyla da irtibatlıdır. 

   Bu gözlem Türkiye’nin katılım sürecini Avrupa bütünleşme projesinin göstereceği gelişmelere bağlı kılmaktadır. 
   Bu aslında hem teknik hem de siyasi nitelikte doğal bir bağ oluşturmaktadır. 

İki süreç arasındaki irtibat., 

Ancak unutulmamalıdır ki Türkiye bugüne kadar kendi katılım süreciyle Avrupa 
Birliği bütünleşme süreci arasındaki bu doğal bağı, şimdiye kadar, gözlerden kaçmasına rağmen, yaşatmasını bilmiştir. 

Nitekim 

1959 TBMM irade beyanı 
1957 Roma Antlaşması’nın imzalanmasına, 
1963 Ankara Antlaşması 
1959 Roma Antlaşması’nın yürürlüğe girmesine, 
1971 Katma Protokolün imzalanması 90’lı yıllara kadar uzanan 12 ve 22 yıllık 
listelere, o zamanki adıyla Topluluğun 1970 ve 80’ler deki dönüşümleri 
ve Tek Senet’e doğru giden gelişmelerine, 1987 tam üyelik başvurusu AB Tek Pazar hedefine, Matutes Paketi 1990’lı yıllarda Birliğin yatay ve dikey        büyümesine, 

Gümrük Birliği Kararının alınmasına ve 12 ve 22 yıllık listelerin geçiş sürelerinin dolmasına verdiğimiz yanıtları oluşturmuştur. Aslında bu listeyi tam üyelik müzakerelerinin başladığı 3 Ekim 2005 tarihine kadar uzatmak ve bizim sürecimizle Birliğin bütünleşme süreci arasındaki teknik ve siyasi bağları gözler önüne daha açık şekilde sermek mümkündür. 
Ama bu ayrı ve yararlı bir çalışma konusu olur. 

Uzun İnce yol.,

Sonuçta yukarıda değindiğimiz aşamaların her biri, tam üyeliğe giden ince uzun 
yol’a yıllar boyunca döşenmiş taşlardır. Yolumuzun kısalmış olması gerekirken biz duraklama yaşıyoruz. 
Aynen 3 Ekim 2005’te müzakerelere başlanmasından sonra reform sürecini askıya aldığımız gibi. Çünkü o anı, yani müzakerelerin başlamadığı anı, adeta doğal bir aşama gibi heves ve heyecanımızın bittiği bir aşama olarak kanıksadık. 

Muhalefet olayın tarihi anlamını göz ardı ederek Müzakere çerçeve belgesindeki eksiklikleri vurguladı ve sonucu küçümsedi. Hükümet Avrupa Birliği’nde her bir aşamanın bir diğer yeni aşamanın başlangıcı olduğu gerçeğini görmezden gelerek hedefe daha güçlü kilitlenmek yerine adeta muhalefetin iktidarı yönlendirmek istediği doğrultuda önceliklerini değiştirdi. 

Şimdi mesele bu taşları koymaya yeniden başlayıp başlayamayacağımız noktasında toplanmaktadır. Bunun ancak siyasi partilerimize ve TBMM’ye yeni bir siyasi iradenin hâkim olması ile mümkün olacağı açıktır. Ancak o zaman gerekli heyecan ve hevesi kamuoyuna yeniden yaymanın ve Hükümet ile muhalefetin önceliklerini yeniden düzenlemelerinin yolu açılabilir. İlgiyi canlı tutmanın yolu güncel bilgiden geçmekte, reformlara yeniden başlama iradesini ise katılım duygusu güçlendirmektedir. 

Bu noktada Avrupa Birliği’ne de sorumluluk düşeceği bellidir. 

Kötümserlik., 

Bugün ülkemizde Avrupa Birliği, bu alanda emek verenlerce terk edilmi. bir alan 
görünümündedir. ..” Ben de bu konularda çaba sarf etmiştim ama ...”  şeklinde kendine noktayı koymuş olanların içinde bulundukları bir nevi nostalji ve hüsran kapanı görüntüsünü yansıtmaktadır. 
   Oysa katılım iradesi alternatif maliyetlerin iyi hesaplandığı bu hesaplar ışığında yönelimin sürekli doğru konulabildiği ve güncel anlamını yeniden elde edebilen bir konum kazanabilmelidir. Bu raporun temel amacını oluşturan da budur. 

Sürece Zihinsel katılımın çeşitlendirilmesi., 

     Katılım iradesine yeniden geçerlilik kazandırılmasının pratik ifadesi herkesin görüşüne saygı gösterilmesi, her çevreden öneri beklenmesi ve duraklayan sürecin zihinsel katılımın  çeşitlendirilerek canlandırılmasıdır. 
Avrupa Birliği (bir) “ imtiyazlı bir grubun düşünce alanı ” değildir. 
Ancak salt “ savunma veya saldırı hattı ” da değildir. 

    Süreç bir paylaşma, ayrışma ve ortak seslendirmeyi arama zemini olarak görülebilmelidir. 
Tartışmalarımızın yelpazesi ne kadar geniş ise Avrupa projesi o kadar sağlıklı tartışılır. 

Sağlıklı Zeminde yeni bir tartışma, 

   Türkiye, Avrupa projesinin bugün hangi noktalarında güçlü, hangi noktalarında zayıf görünmektedir? 
Neyi takip ediyoruz, neyi kaçırıyoruz? 
   Özgün kimliğimiz hangi açıdan bugün daha değerlidir? 
   Bugün Türkiye hangi tartışmalarda Avrupa Birliği’nin yönelimlerine güç katabilir? 
   Üyelik sürecinin ara görünürlük aşamalarını nerelerde sağlayabiliriz? 
   Bu görünürlük neden önemlidir? 
   Bunlar, ülkemizde Avrupa Birliği tartışmalarının Sevr sendromlarından, bölme ve dayatma sarmalından, soğukkanlı ve sağlıklı zeminlere çekilmesini sağlamak için fikir verebilecek yalnızca birkaç soruyu oluşturuyor. Daha birçok soru ilave edilebilir. 

Bugün varılan aşama çok önemli., 

  Türkiye aslında uzun ince yolda çok büyük mesafe kat etmiş bulunmaktadır. Geldiğimiz aşama küçümsenmemelidir. 
   Avrupa Birliği bütünleşme süreci sonuçta, gönüllü iradeye dayalı bir projedir. 
Projenin bitmeyen zorlukları, tartışmaları, hayal kırıklıkları ve umutları bellidir. 
Bunlar kuşkusuz devam edecektir. Bu nedenle tartışmalardan çekinmeye gerek yoktur. 
Avrupa Birliği’nin ve kimi üyelerinin bize karşı tavırları zaman içerisinde dondurulamaz. 
Bütünleşme süreci hem bizim için hem Birlik için dinamik bir süreçtir ve bu dinamiği ne Avrupa Birliği ne de biz tek başımıza belirleyebiliriz. 

   Türkiye’nin üyelik surecinin başarısı bir mucizeye bağlı değildir. Başarı kapsamlı ve gerçekçi bir stratejiye ve bu stratejinin kararlı bir şekilde uygulanmasına dayanacaktır. 

III. STRATEJİNİN ANA HATLARI., 

Gündemimiz ve Temel hedeflerimiz., 

   Üyelik müzakereleri toplumumuzda kırılmalar yaratan dğ.il ulusal birlik ve beraberliği pekiştiren bir sürece dönüştürülmelidir. 

   Cumhuriyetimizin temel aldığı ülke bütünlüğünü, tekil Devlet-kucaklayıcı yurttaşlık kavramını ve laiklik gibi değerleri, Birliğin ortak mukadderat felsefesiyle bağdaştıran ve AB ile ortak geleceği bu zeminde inşa eden bir siyasi irade sergilenmelidir. 
   Üye ülkelerin, çağdaş Demokratik kriterlere dayalı Anayasal düzenlerinin hangi yönetim modellerini benimseyeceği Avrupa Birliği’ni ilgilendirmez. 

Bu iki hedefe varılmasını teminen hem Türkiye içinde AB hedefine, hem de Türkiye ile AB arasında karşılıklı güven sağlanmalı; bu bağlamda: Ahdi yükümlülüklere karşılıklı olarak uyulması esas alınmalı, 

Türkiye kendi yargı sistemini mevzuatta ve uygulamada Avrupa Birliği standartlarıyla tam olarak uyumlulaştırmalı, 

Türkiye ’yi de içine alan Avrupa bütünleşme projesinin komşu coğrafyamızdaki 
başlıca etkileri, aynen Avrupa kıta sında olduğu gibi barış, güvenlik, istikrar, ekonomik gelişme ve demokratikleşme olmalı, 

AB üyesi ülkeler ile ilişkilerimiz ikili düzeyde de güçlendirilmelidir. 

Yaklaşımımız, süreçte ilerlemeyi, Türk kimliğinin zengin çeşitliliğinden ve tarihi 
ve kültürel muhtevasından gurur duyarak, barış, gönüllü katılım iradesi ve uzlaşma kültürü temelindeki ortak idealleri paylaşma zemininde sağlama çabasına dayandırılmalı ve ülkemiz Avrupa bütünleşmesinin aktif bir aktörü olabilmelidir. Katılım sürecimizle Avrupa projesi arasındaki bağı, karşılıklı hasım hane tutumlar, ya da çatışmacı yaklaşımlar değil, birlikte düşünme, karşılıklı dayanışma ve ortak çaba anlayışı kurabilmeli, birbirimize karşı değil, birbirimiz için beraberce çözüm üretmeyi hedef alan bir yaklaşım(dan) benimsenmelidir. Stratejik düşünme bireyin gündelik yaşantısında karşılaştığı sorunlara duyarsız kalma anlamına gelmemelidir. 

   Müzakerenin tam üyelik hedefimize yönelik olduğu hususuna netlik kazandırmalı bu amaçla TBMM’den bir karar çıkartarak müzakere heyetimizin yetkisinin sadece tam üyelik hedefiyle sınırlı olduğu dünyaya ilan edilmelidir. 
   Böylece, imtiyazlı üyelik formüllerinin önü kesin şekilde kapatılmalıdır. 
   Önceliklerimiz ve ara hedeflerimiz belirlenmeli ve Avrupa’daki ve dünyadaki gelişmelerin sürekli nabzı tutularak gelişmelere göre öncelik ve hedeflerimiz güncelleştirilmelidir. 
   Bu öncelik ve ara hedeflere riayeti sağlayacak etkin bir koordinasyon mekanizması kurulmalıdır. 
   Süreç, gerginlik yaratan değil, uzlaşma zeminlerini besleyen ve dürüst bir çabayı sergileyen bir nitelik taşımalıdır. 
   Kamuoyunu yanıltmamak temel yaklaşım olmalıdır. 
   Müzakere başlıklarında ilerleme toplumsal zeminde iyi anlaşılabilmeli, sırf göz boyamak için alelacele düzenlemelerden kaçınılmalıdır. 

   Türkiye Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz, Hazar ve Akdeniz bölgelerinde, enerji güvenliği ve ulaşım gibi mukayeseli avantajlara sahip olduğu politikalarında etkin rol oynama çabalarını sürdürmeli ve bu politikalarından alacağı sonuçların Avrupa Birliği’ne katılma sürecinde önemli siyasi kozlar oluşturacağının bilincinde olmalıdır. 


***

6 Mart 2019 Çarşamba

Ukrayna Krizi veya Çelişki Yönetimi.,

Ukrayna Krizi veya Çelişki Yönetimi.,


Ukrayna Krizi veya Çelişki Yönetimi
Özdem SANBERK
06 Mayıs 2014  


Türkiye, Rusya ile ilişkilerine büyük değer veriyor. Özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra gelişen ikili ilişkiler, tarihte ilk defa karşılıklı bağımlılık yaratacak düzeylere erişti. Fakat yakın komşumuz olan Ukrayna’nın, kim tarafından olursa olsun, bir parçasının ilhakına Türkiye’nin göz yummasına imkân olmayacağı da açık.


Rusya’nın Kırım’ı alelacele ilhakı, uluslararası hukuku ve küresel güçler dengesini ciddi şekilde yaralıyor. Bu durum, Karadeniz’e sahildar ülkelerin onyıllar boyunca büyük çabaları sonucu sağladıkları nispi istikrar ve güvenliği de tehdit ediyor.

Son yıllarda Türkiye ve Rusya arasında bir işbirliği havzası hâline gelen Karadeniz’deki bu yeni gelişmeden Türkiye, haklı olarak büyük kaygı duyuyor. Öte yandan Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Ukrayna ziyareti, Türkiye’nin sınırlı politik opsiyonlarına rağmen bu krizde sırf seyirci olarak kalmayacağını ima ediyor.

Kırım Tatarları

Türkiye’nin endişelerinin başında Kırım Tatarları geliyor. Kırım Tatarları, çok uzak olmayan geçmişte büyük trajediler yaşadı. Hem Çarlık döneminde, hem Sovyetler Birliği (SSCB) zamanında yurtlarından sürüldü, kitlesel kıyıma uğradı. Büyük bölümü 19. yüzyılda olmak üzere takibi dönemlerde Türkiye topraklarına göç etti. Memleketimizin vatansever yurttaşları olarak ekonomik, siyasi ve sosyal hayatımızda her zaman saygın bir yere sahip oldu. Ancak SSCB’nin dağılmasından sonra çok sayıda Tatar evine dönme imkânı buldu. Buna rağmen hâlen toplam nüfusun takriben yüzde onbeşini oluşturuyor. Kırım’ın Rusya’ya katılmasına kesinlikle karşılar ve Rusların tertiplediği son referandumda oy vermeye gitmedi. Hiçbir Türk Hükümeti, Kırım Tatarlarının başına gelenler karşısında ilgisiz kalamaz. Türkiye kendilerine muhakkak ki siyasi, ekonomik ve insani yardım yapacaktır. Ancak bu arada Kırım’ın bundan böyle Rusça, Ukraynaca ve Tatarca şeklinde üç resmî dili olacağı ve Kırım Tatarlarına ev yardımı yapılacağı yolunda Moskova’dan yapılan son olumlu açıklamaların dikkat çekici olduğunu da kaydetmek gerekir.

Türkiye ve Rusya

Türkiye aslında Rusya ile ilişkilerine büyük değer veriyor. Özellikle SSCB’nin dağılmasından sonra insani, ticari, ekonomik ve enerji alanlarında gelişen ikili ilişkiler belki tarihte ilk defa bu ölçüde karşılıklı bağımlılık yaratacak düzeylere erişti. Fakat Karadeniz’de yakın komşumuz olan Ukrayna gibi büyük bir ülkenin, kim tarafından olursa olsun, koskoca bir parçasının göz göre göre koparılıp kendi topraklarına katılmasına Türkiye’nin göz yummasına imkân olmayacağı da açık. Rusya’nın bu hareketi hiç şüphesiz kabul edilebilir olmayıp devletler hukukunun açık bir ihlali anlamına geliyor. Aynı zamanda Karadeniz’de Soğuk Savaş’tan arta kalan ve hepsi Rus asıllı veya Rusya taraftarı halklarla irtibatlı olan ve bir türlü çözülemeyen Moldova/Transdinyester, Gürcistan/Abhazya/G. Osetya, Azerbaycan, Ermenistan/Yukarı Karabağ gibi kronik sorunların yarattığı potansiyel istikrarsızlıklara bir yenisi eklenmiş oluyor. Rusya’nın bu ihtilafların çözümü bahsinde şimdi daha uzlaşmaz olacağı muhakkak. Ayrıca Belarus gibi ülkelerde esebilecek değişim rüzgârları da olumsuz etkilenecek.

Öte yandan adı geçen ihtilafların her biri oldukça az nüfuslu ve nispeten marjinal sayılabilecek bölgesel anlaşmazlıklar. Oysa Kırım ile birlikte nüfusu 50 milyona yaklaşan Ukrayna gibi Rusya’nın ve Avrupa’nın eteklerinde, enerji güzergâhlarında yer alan büyük bir Avrupa ve Karadeniz ülkesini ilgilendiren bir kriz süratle küresel bir nitelik kazanmakta.

Yaptırımlar

Uluslararası toplumun bu krizi nasıl yöneteceği henüz net değil. Bu biraz da Rusya’nın bundan sonraki tutumuna bağlı. Ancak kesin olan bir şey var ki, Batı dünyasında şimdilik kimse silahlı bir müdahale istemiyor. Rusya, Kırım’da her şeye rağmen bir referandum yaptırdı ve Kırım halkı ezici çoğunlukla Ukrayna’dan ayrılıp Rusya’ya katılma isteğini beyan etti. Rusya, referandum ertesindeki Kırım’ın işgaliyle yetinirse, Moskova ile Batı dünyası arasında gerginlik sürer, fakat sınırlı olur. Zira Ukrayna’nın tarihî olarak aslında Rusya’ya ait olduğu yolunda Batıya hâkim olan genel kanı Moskova’nın işini kolaylaştırmakta. Ama Rusya Kırım’ın ardından işgali sürdürülebilir kılmak için Doğu Ukrayna’dan genişçe bir koridor da ele geçirmek isteyebilir. Hatta Doğu’dan bir parça koparmak yerine tamamını ele geçirmeyi daha mantıklı bulabilir. Rusya eğer bu doğrultuda hareket eder ve Ukrayna’nın doğusuna tamamen hâkim olursa Batıyla arasında gerginlik artar, fakat filmi geri sardırmak yine de mümkün olmaz. Çünkü aynen Kırım gibi Ukrayna’nın da aslında Rusya’nın yörüngesine dâhil olduğu algısı Batı kamuoylarına hâkim durumda.

Kaldı ki Batı dünyasının sembolik bazı önlemlerin dışında Rusya’ya karşı kısa dönemde uygulayabileceği etkili yaptırımları yok. Avrupa, Rusya’ya karşı şu ana kadar ciddi sayılacak bir müeyyide uygulayabilmiş değil; kısa bir zaman içinde uygulaması kolay görünmüyor. Ukrayna krizi aslında Avrupa Birliği’nin dış politikada, kurumsal alanda değilse de yapısal alandaki zafiyetini bir kez daha ortaya koydu. AB üyelerinin her birinin Rusya ile ikili düzeyde ticari, ekonomik ve enerji alanındaki ilişkileri Birliğin Rusya’ya karşı bir bütün olarak acıtıcı bir yaptırım uygulanmasını imkânsız kılıyor. Ancak Avrupa, uzun vadeli enerji tedariki stratejisini Rusya’ya bağımlılığını azaltacak şekilde yeniden gözden geçirebilir.

Başkan Obama’nın ise şimdi Avrupa’da Rusya’ya karşı diplomatik bir atağa kalktığı görülüyor. Obama’nın hedefi Rusya’yı uluslararası alanda yalnız bırakmak. Fakat bu tecrit politikası BMGK’da ve Ortadoğu’da sonuç vermeyebilir, hatta ters tepebilir.

Doğu Ukrayna

Rusya’nın yakın bir gelecekte en azından siyasi nüfuzunu Ukrayna üzerine teşmil etmekten geri kalmayacağı beklenebilir. Rusya, bunu Doğu Ukrayna topraklarında yaşayan ve Rusça konuşan veya etnik Rus olan halk üzerindeki etkisini kullanarak, istikrarsızlıklar yaratmak suretiyle yapabilir.

Moskova bu tür girişimlere tevessül edecek olursa Batı dünyasının hareketsiz kalması zor. Her ne kadar ticari yaptırımlardan kısa zamanda etkili bir sonuç alamasa da Batı’nın Kırım’ın ilhakını tanımamakta ısrarlı davranması ve ABD ve Avrupa’nın yeni Kiev hükümetinin meşruiyetinin arkasında kararlılıkla durması, uzun vadede Rusya’yı sıkıştırabilir. ABD ve Avrupa ile sürekli gerginlik içinde bulunan bir Rusya’ya Batıdan ihtiyaç duyduğu yabancı sermaye, teknik bilgi ve banka kredileri kolaylıkla gelmez; enflasyon artışları ve sermaye çıkışları büyüme ve işsizlik sorunları yaratır.

Hem Rusya hem Batı bedel öder

Ancak halkı otoriter yönetimlere alışkın olan Rusya gibi bir ülkede bu tür ekonomik sorunların Putin’in şimdi daha çok artan popülaritesini etkilemeyeceği düşünülebilir. Ne var ki ekonomik durum daha da kötüleşirse Putin’in dördüncü kez başkan seçilmesi kolay olmayabilir. Rusya sonuçta Ukrayna’yı istikrarsızlaştırmak isterken kendisinin istikrarsızlaşmasına sebep olabilir. Böyle bir durum Rusya’nın işine gelmeyeceği gibi, Afganistan, İran’ın nükleer programı, Suriye kimyasal silahlarının imhası gibi konularda Rusya ile beraber çalışan Batı’nın da işine gelmez. Batı, şimdi kararlı bir tutum sergileyebilirse bilahare yapacağı diyalog çağrılarına Putin ilgisiz kalmayabilir.

Türkiye

Ortadoğu’daki güvensizliklerin tehdidi altında bulunan ve hâlen Batılı müttefikleriyle ilişkileri kritik bir görünüm sergileyen ve ayrıca içeride gergin bir siyasi atmosfer yaşayan ülkemiz şimdi bir de Karadeniz’de yeni bir istikrarsızlık odağı ile baş etmek durumuyla karşı karşıya. Türkiye, Rusya’nın Almanya’dan sonra ikinci büyük doğal gaz müşterisi. Toplam tüketimin yüzde 60’ını Rusya’dan karşılıyoruz. Rusya en büyük ikinci ticari partnerimiz. Kıbrıs, Ortadoğu ve Suriye gibi konulardaki farklı görüşlerimiz olsa da anlaşmazlıkların ikili siyasi ilişkilerimizi etkilemesine izin vermedik. Karadeniz’in güvenliği ve Montrö’nün uygulamasına her iki taraf da gerekli titizliği gösteriyor.

Öte yandan Rusya’nın çok fakir durumda olan Kırım’ı, Karadeniz’de bir vitrin hâline getirme çabasıyla bu yarımadanın yakın zamanda büyük imar faaliyetlerine sahne olacağı ve bu konuda Rusya’da başarılarıyla tanınan Türk şirketlerinin en şanslı girişimciler arasında yer alabileceği de unutulmamalı.

Türkiye, hiç şüphesiz ciddi bir haksızlık karşısında kalan dost Ukrayna halkı ve hükümetiyle dayanışma gösterecektir. Ne var ki bu dayanışmasının demokrasi ve ekonomi çerçevesinin dışına taşması pek gerçekçi görünmüyor. Başka bir deyişle, Ukrayna’nın bu aşamada NATO’ya katılması veya Batı’nın Rusya’ya yakın bölgelerde yeni üsler kurması, bölge güvenlik ve istikrarı açısından ters sonuçlar yaratabilir. Ayrıca Türkiye’nin Karadeniz’de statükonun korunmasını savunmaya devam edeceği ve Montrö Anlaşması’nı her zaman olduğu gibi titizlikle uygulayacağı hatırda tutulmalı.

Temennimiz, Ukrayna’da Mayıs’ta yapılacak seçimlerin bu ülkenin halkının demokrasi içinde yeniden bir araya gelmesini sağlaması. Bu gerçekleşirse Karadeniz’deki istikrar ve güvenliğe doğru yeniden önemli bir adım atılmış olur.

http://www.usak.org.tr/kose_yazilari_det.php?id=2298&cat=329#.U2ivn-uCJl1

***

27 Şubat 2019 Çarşamba

Avrupa Birliği İçin Yeni Bir Strateji,

Avrupa Birliği İçin Yeni Bir Strateji,



Özdem SANBERK
20 Temmuz 2009


Hukuki süreç,
Bilindiği gibi TBMM ve Avrupa Birliği üyelerinin Parlamentolarınca onaylanmış olan 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol ülkemizle Avrupa Birliği arasında bir ortaklık hukuku meydana getirir. Bu ortaklık hukuku karşılıklı yükümlülükleri içerir. Uluslararası Antlaşmalar olan Ankara Antlaşması ve Katma Protokol aynı zamanda tarafların iç hukuklarının ayrılmaz bir parçasını oluşturur. Bu nedenle riayeti mecburi olan hukuki belgelerdir. Taraflar ortaklık hukukuna aykırı hareket ederlerse bu durum kendileri hakkında uluslararası hukuk sorumluluğunu gündeme getirir. Bu sorumluluğu belirleme ve müeyyide uygulama yetkisi Avrupa Birliği’nin Lüksemburg’daki Adalet Divanı’na aittir. Nitekim Divan 2007 yılında TIR şoförü Mehmet Soysal’ın Berlin Eyalet Mahkemesi’ne yaptığı başvuru üzerine, kısa bir süre önce aldığı kararla, Avrupa Birliği’nin 2000 yılından beri şoförlerimize vize koymasını 1970 tarihli Katma Protokol’ün 41’inci maddesinin ihlali olarak görmüş ve bu karar uyarınca Alman Hükümeti, hizmet sunumu yapmak üzere bu ülkeye seyahat eden Türk vatandaşlarına şimdiye kadar uyguladığı vize rejiminde değişiklik yapmak mecburiyetinde kalmıştır.

Tam Üyelik Müzakereleri, 
Karşılıklı hizmet sunumu, hizmetlerin serbest dolaşımı, iş kurma hakkı gibi konular, vize konusuyla irtibatlı olan ve hepimizi çok yakından ilgilendiren konulara ilişkin dosyalardır.

Bu konular Avrupa Birliği ile halen yürütmekte olduğumuz katılım sürecindeki 35 başlıkta bulunan konular arasında yer alıyor. Ancak tam üyelik müzakere sürecindeki bu dosyalar, Kıbrıs meselesi ve Fransa’nın vetosu gibi nedenlerle ya bir türlü hiç açılamadığı için veya hiç kapanamadığı için vize meselesi dâhil, adı geçen dosyalarda ilerleme sağlamak mümkün olmuyor. Komisyon vize meselesini de, bizim mültecileri geri kabul anlaşmasına razı olmamız gibi siyasi bir koşula bağlıyor.

Oysa şimdi karşılıklı hizmet sunumunda vize muafiyeti konusunun, hak sahibi bir özel kişi tarafından müzakere süreci dışında, ortaklık hukukumuz çerçevesinde, yani hukuki bir süreç içinde ele alınması sayesinde, müzakere sürecinde tıkalı olan bir yolun ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımız sayesinde, hiç bir siyasi koşula bağlı olmadan açılabildiğini görmüş olmaktayız.

Siyasi tıkanıklıkları hukuk açıyor,

Bu deneyim bize çok önemli bir gerçeği çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Üyelik süreci ne kadar tıkanık olursa olsun, bu tıkanıklık Antlaşmalardan kaynaklanan ortaklık ilişkimizi ve bu ilişkinin ilzam ettiği karşılıklı yükümlülükleri etkilemiyor. Yani katılım sürecinde Avrupa Birliği tarafından bizim hakkımızda alınan hiç bir karar, ileri sürülen hiç bir siyasi koşul Ortaklık ilişkimiz üzerinde herhangi bir hukuki etki yaratmıyor. Eğer biz Ortaklık hukukumuzdan doğan haklarımızı layıkıyla kullanma becerisini gösterebilirsek, katılım sürecinde sahip olmadığımız yaptırım gücünü ortaklık ilişkimizde elde etmek olanağına sahip olabiliriz.

Siyasi süreç,

Avrupa Birliği’ne tam üyeliğimizi hedef alan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nin öngördüğü katılım sürecimiz Birlikle aramızda esas itibarıyla siyasi bir süreç oluşturuyor. Bu süreç Avrupa Birliği için hukuki yükümlülükler içermiyor. Dolayısıyla bu süreçte her aday ülke gibi biz de Birliğe karşı hukuki bir yaptırım gücüne sahip değiliz. Aksine katılım süreci, yine her aday için olduğu gibi Türkiye için de, tek taraflı olarak taahhüt edilen yükümlülükleri ihtiva ediyor. Aday ülke ile arasında ikili siyasi anlaşmazlıkları bulunan üye ülkeler, üyelik müzakerelerinde bu asimetrik ilişkiyi kendi davalarında siyasi avantaj elde etmek için istismar ederler. Bizim katılım sürecimizde de aynen bu durum yaşanmakta. Özetlemek gerekirse Türkiye, tam üyelik sürecinde Avrupa Birliği’ne karşı, bütün aday ülkeler gibi zayıf bir durumda iken, Ankara Antlaşması ve Katma Protokolün oluşturduğu Ortaklık ilişkilerinde hukuken eşit bir statüye sahip.

Tam üyelik süreci hukuki süreci frenlememeli,

Ankara Antlaşması’nda her ne kadar nihai hedef olarak tam üyelikten bahsediliyorsa da ortaklık ilişkisi temelde Gümrük Birliği yoluyla ekonomik entegrasyonu öngörüyor. Katılım süreci ise, açık uçlu olmakla beraber Müzakere Çerçeve Belgesi’nde belirtildiği gibi tam üyelik hedefine yöneliktir. Ancak katılım süreci başladıktan sonra Ankara Antlaşması’ndaki ekonomik entegrasyon hedefinin de fiiliyatta artık tam üyelik müzakerelerinin birer dosyası haline geldiğini ve siyasi nedenlerle tıkanmış olan bu müzakerelerin içinde felce uğramış bir duruma dönüştüğünü görüyoruz.

Çıkmazdan nasıl kurtuluruz?, 
Bu çıkmazdan kurtulmanın ancak yeni ve pratik bir strateji aranması ile mümkün olabileceği hatıra geliyor. Tamamen bir zihni egzersiz olarak bu stratejiyi şöyle özetleyebiliriz: 
Bilindiği gibi tam üyelik müzakere sürecinde siyasi engelleler dolayısıyla başlıkları açılamayan veya kapanamayan veya ilerletilemeyen fakat vatandaşlarımızın günlük hayatını, iş ve istihdam yaşamlarını yakından ilgilendiren serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi dosyalar var. Bu dosyalar ayni zamanda Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’de yer alan ve ekonomik entegrasyonu hedef alan ve dolayısıyla Avrupa Birliği’nin de yükümlülüklerini icap ettiren konular. Yani Ortaklık hukukumuzun da dosyaları. Bu tespit ışığında yeni strateji, tam üyelik müzakereleri siyasi engellerle karşılaşmadığı yerlerde, bir yandan 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nde sürdürülürken, diğer yandan siyasi engeller dolayısıyla ilerleyemeyen veya hiç konuşulamayan serbest dolaşım, vize, hizmetler, iş kurma hakkı, sermayenin serbest dolaşımı gibi konuların ele alınmasının katılım sürecinden ortaklık hukukumuz zeminine çekilmesi hedefi etrafında şekillenebilir.

Alınan bir sonuç var, 
İlk bakışta gerçekçi gibi görünmeyen bu önerinin gerçek hayatta nasıl mümkün olduğunu Avrupa Adalet Divanı, yukarıda değindiğimiz Soysal kararıyla kanıtlamış bulunuyor. Bu karar aslında hepimizin gözlerini açan bir işaret fişeği niteliğinde. Çünkü tam üyelik müzakereleri devam ederken bu müzakere konularından henüz ele bile alınamayan bir dosya, başka bir düzlemde-ortaklık hukukumuz düzleminde- açılmış ve sonuç vermiştir. Unutmayalım ki Avrupa Adalet Divanı da Ortaklık hukukumuzun organlarından biri.

Ekonomik entegrasyon, 
Öte yandan ortaklık ilişkimizin öngördüğü ekonomik entegrasyon hedefinin, tam üyelik müzakerelerini kesmeden fakat bu müzakerelerin sonuçlanmasından önce bugünkünden daha büyük oranda gerçekleştirilmesi tam üyelik hedefine varmamızı geniş ölçüde kolaylaştırır. Esasen bu gün dahi Ankara Antlaşması, Katma Protokol ve eksiklikleri ne kadar fazla olursa olsun, Gümrük Birliği uygulamaları sayesinde Avrupa Birliği ile artan ticaret hacmimiz ve aramızdaki müktesebat uyumunun halen sürdürdüğümüz tam üyelik sürecimizde bize sağladığı ciddi avantajlar biliniyor.

Geri dönüş yok, 
Unutulmaması gereken bir diğer nokta da, ekonomik entegrasyona bir kere erişildikten sonra bu entegrasyonun yarattığı karşılıklı iş, istihdam ve refah düzeyleri söz konusu entegrasyon seviyesinden geriye dönülmesine izin vermez. Tam tersine yaratılan karşılıklı ekonomik bağımlılık ve karşılıklı çıkarlar ekonomik entegrasyonun ekonomi dışı alanlara genişletilmesi sonucunu doğurur. Avrupa Birliği’nin bu gün vardığı karmaşık entegrasyon düzeyi de aynen bu süreci izlemiştir.

Canlanma, 
Ortaklık ilişkilerimizin yeniden gündeme getirilmesi ve ortaklık organlarımıza yeniden hayatiyet kazandırılması Avrupa Birliği ile ilişkilerimize yeni bir canlılık getirir. Bu canlılık Bakanlar düzeyinde Ortaklık Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi Ankara Antlaşması’nda öngörülen yetkili organların teknik çalışma kapasitesine yeniden kavuşturulması ile sağlanır.

Tam üyelik dışı yolları TBMM kapar,
Bu stratejinin bizim tam üyelik dışında bir hedefe yeşil ışık yaktığımız şeklinde muhataplarımızın zihninde yanlış anlamalar oluşturmaması için ise, Komisyon’la halen müzakereleri sürdürmekte olan heyetimizin müzakere yetkisinin sadece tam üyelik hedefiyle sınırlı bulunduğu yolunda TBMM’ce bir karar alınması yeterli olur. Bu şekilde Türkiye’nin birbirine paralel fakat birbirini güçlendiren iki süreci, yani 1963 tarihli Ankara Antlaşması ve 1970 tarihli Katma Protokol’den kaynaklanan ortaklık süreci ile 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi’nden kaynaklanan tam üyelik sürecini birlikte sürdürdüğü teyit edilmiş olacak ve imtiyazlı üyelik formüllerine kapalı bulunduğumuz milli iradeyi temsil eden en yetkili makam tarafından tescil edilmiş bulunacaktır.

AB iki paralel sürece itiraz edemez, 
Avrupa Birliği’nin ortaklık hukukunu işletmeyelim deme şansı yoktur. Zira ortaklık hukukundan kaynaklanan yükümlülüklerimizin yerine getirilmesini üyelik kriterleri arasında yukarıda anılan Müzakere Çerçeve Belgesi’nde esasen kendisi belirtmekle iki süreç arasındaki irtibatı bizzat kendisi kurmuş bulunuyor.

Zemin kaybı,

Hiç şüphesiz Avrupa’nın da içinde bulunduğu ekonomik ve mali kriz ortamında işçilerin serbest dolaşımı gibi hassas bir dosyadan, ortaklık hukukumuzun işletilmesiyle de olsa, sonuç alınması gerçekçi bir beklenti olamaz. Bununla birlikte Türkiye’nin bu konuda 1/80 sayılı Konsey kararıyla kazanılmış haklarının son yirmi yıldan bu yana zemin kaybettiği açıktır. Bu haklarımızın takip edilmesi ve ayni şekilde işadamlarımızın vize sorunun 1/95 sayılı Gümrük Birliği kararı dolayısıyla Ortaklık Kurumlarını gündemine getirilmesi meşru ve beklenen bir davranış tarzı olur.

Sırf Hükümetin görevi değil,

Bu görüşlerimiz sadece Hükümete yönelik değil. Birlik ile ilişkilerimizde sahip bulunduğumuz hukuk yollarının araştırılması ve kullanılması hedefine daha fazla ilgi göstermemiz ayni zamanda muhalefet partilerimize, mesleki kuruluşlarımıza, düşünce kuruluşlarımıza, fakat bilhassa değerli hukukçularımıza düşen bir görevdir. Çünkü Avrupa Birliği içinde hakların savunulmasında temel unsur hukuk, başat aktör ise bireydir. Sonuçta yalnız Avrupa’da altı yüz yıllık varlık tarihimizin bu ilişkimize ilgisizliğimiz yüzünden gözlerimizin önünde buharlaşıp yok olmasına şahit olmakla kalmayacağız. Kazanılmış haklarımızı, dış komplolar arayışlarıyla zaman kaybedeceğimize, kendi iç dinamiklerimize güvenerek koruma mücadelesine odaklanamazsak, ayni zamanda bu gün kıtada yaşayan milyonlarca Türk vatandaşı ve soydaşımızın haklarını savunmaktan da feragat etmiş olacağımız artık farkına varmalıyız.

Zorluklar sürecek 
Avrupa Birliği projesinin bitmeyen zorlukları, tartışmaları, hayal kırıklıkları ve umutları bellidir. Türkiye karşıtı çeşitli çıkar çevrelerinin ve etnik grupların faaliyetleri ortadan yok olmayacaktır. Birliğin bazı üyelerinin biz karşı tavırları zaman içinde dondurulamaz. Avrupa Birliği süreci hem bizim için, hem Birlik için gönüllü iradeye dayalı dinamik bir süreçtir. Bu dinamiği ne Avrupa Birliği’nin şu veya bu üyesi, ne de biz tek başımıza belirleyebiliriz. Son yirmi yıldan beri çok coğrafyalı bir yöne doğru seyretmeye başlayan Avrupa Birliği’ndeki gelişmelerin nabzını her gün tutmamız lüzumu var. Nasıl bir Avrupa istediğimizi, Hükümet olarak, muhalefet olarak, sivil toplum ve bireyler olarak biliyor muyuz?

İdeolojik tartışmalar gündemden teknik icraatlar dönemine 
Ama bu gün vardığımız noktada artık, yeni bir stratejiye ihtiyacımız olduğu kesin. Evet, Hükümetimizce demokrasi ve hukukun üstünlüğü hedefi yönünde yeniden bir reform seferberliğine dönülmesi bu seferberliğin, kamuoyumuzca anlaşılması ve muhalefet partilerimizce de desteklemesi böyle bir stratejinin olmazsa olmaz bir koşulu. Ama asıl gerekli olan şey Avrupa Birliği tartışmasının ülkemizde bugünkü ideolojik ve siyasi niteliğinden kurtarılması. Her birimizin gündelik yaşamımızda hissedeceğimiz pratik sonuçlara dönüştürebilmesi. Bunun gerçekleştirilebilmesi ancak teknik icraatlar gündemine geçilebilmesiyle mümkün olur. Son yıllarda Avrupa yönünde kaybedilen kamuoyu desteğinin yeniden kazanılmasının yolu Avrupa Birliği hedefinin gündelik yaşamımızda somut bir anlam ifade etmesinden geçer.

*Bu röportaj 22 Haziran 2009 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/813/-avrupa-birligi-icin-yeni-bir-strateji-/#.XHY564kzbIU


***

Barış Diplomasisi,

Barış Diplomasisi,




Özdem SANBERK
15 Eylül 2009


Türk diplomasisi, son günlerde üst üste yaptığı girişimlerle muhakkak ki son yılların en hareketli dönemlerinden birini yaşıyor. 

Küresel Önem,

Ermenistan ile İsviçre’nin de katkısıyla, üzerinde mutabakata varılan protokollerin önemi sadece iki ülke arasındaki ilişkilerle sınırlı değil. Hatta sırf bölgesel barışın sağlanması bakımından da önem taşımıyor. Ama aynı zamanda Avrupa’nın yakın komşusu olan ve soğuk savaştan arta kalan sorunların biriktiği Kafkasya ve Doğu Karadeniz’de bu sorunların tasfiye edilmesi yolunda da bir ciddi adım teşkil  ediyor. Böylece Orta ve Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Varşova Paktı ülkelerinin Avrupa Birliği’ne katılmasından sonra sağlanan, fakat Karadeniz Bölgesi’ndeki donmuş ihtilaflar yüzünden kırılganlığını hala muhafaza eden istikrar ve   güvenliğin sağlamlaştırılmasına ciddi bir katkı oluşturabilme potansiyelini barındırması bakımından küresel bir önem taşıyor.

Amerika, Avrupa ve Rusya Aynı Çizgide,

Bu nedenle  Türkiye’nin bir kaç yıldan beri sessizce, fakat kararlı şekilde  yürüttüğü maharetli diplomasinin ulaştırdığı bu sonucun, gerek Amerika’da, gerek Avrupa’da ve gerek Rusya’da yankı yaratmasının şaşırtıcı bir yönü bulunmuyor. Çünkü Türkiye’nin arka bahçesi olan Karadeniz ve Kafkaslar aynı zamanda hem Avrupa Birliği’nin yeni Doğu Komşuları Politikasının kapsamı içinde yer alırken, hem  de Transatlantik toplumunun ve Rusya’nın aynı tehdit değerlendirmesini paylaştığı bölgeler. Dolayısıyla gelinen nokta Ermeni diasporasının etki sınırlarını oldukça aşmakta ve  Ankara Erivan yakınlaşmasının  Ermenistan’da ve Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun radikal kanadında sebep olduğu telaşı anlamanın neden  pek zor olmadığını da gözler önüne sermekte.

Ortak Tarih Komisyonu ve TBMM 2005 Kararı,

Diaspora ve Ermeni radikallerin  şimdi bütün güçlerini  Protokollerin Ankara ve Erivan’da onaylanmaması hedefi üzerine yoğunlaştıracaklarını beklemek doğal.  Diasporaya özellikle  Tarihsel Boyut Alt Komisyonu adı altındaki Ortak Tarih Komisyonu kurulması kararının büyük darbe vurduğu görülüyor. Soykırım iddiaları tartışıldıkça Ermenilerin tabularının sarsıldığı ortada. Nitekim tam da bu nedenle TBMM, hatırlanacağı gibi, Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerinin  tarihini ve 1915 olaylarını ortak bir girişimle incelemek ve değerlendirmek amacıyla bir Ortak Tarih Komisyonu kurulmasını Ermenistan’a önermeyi 2005 yılında oybirliği ile kararlaştırmıştı. TBMM’nin, CHP’nin de ortak sunucu olduğu bu kararın şimdi Türkiye-Ermenistan Hükümetlerinin oluşturacakları çatı altında gerçekleştirilmiş olduğunu görüyoruz.
Tabii radikal Ermeni çevrelerin bu protokollerin yürürlüğe girmesine gösterdiği direnç ne kadar güçlü olursa  Türk diplomasisinin bu hamlesinin isabeti o kadar teyit edilmiş oluyor. Hiç şüphesiz soykırım iddialarının sonu gelmeyecek. Ancak radikaller geriledikçe mutedil muhataplarımızın ön plana çıktığını da görmekteyiz.

Türkiye’deki Muhalefet,

Protokoller bizde de muhalefet tarafından eleştiriliyor. Muhakkak ki muhalefet görevini yapmakta. Bu eleştirilerin muhalefete getirisi ve götürüsünün ne olacağını hiç şüphesiz kamuoyumuzun hakemliği tayin edecek. Demokratik ülkelerde muhalefetin eleştirileri hükümetlerin elini güçlendirir. Nitekim gerek CHP’nin, gerek MHP’nin Protokoller hakkında ileri sürdükleri eleştirilerde haklı yönler bulunuyor. Bunlar arasında örneğin bugün acil bir neden yokken Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri düzeltmek için  çok arzulu bir izlenim yaratması, bu izlenimin üzerimizde belki de baskılar yaratılmasını teşvik edeceği, Kars Anlaşması’nın açıkça zikredilmemesi, aynı şekilde Ermenistan’ın Yukarı Karabağ’dan çekilme taahhüdünün yer almaması gibi geçerli noktalar var. 
Protokoller, muhalefetin ileri sürdüğü gibi  daha açık yazılamaz mıydı? Belki yazılabilirdi. Diplomasinin bir tarifi de,  mümkün olanın azamisini elde etme sanatıdır. Ama aynı zamanda, zaman dinamiğini değerlendirme ve alternatif maliyetleri iyi hesaplama kabiliyetidir. Bir anlaşmazlığın barışçı yoldan çözümü için müzakerelerde optimal noktaya gelinip gelinmediğine karar verilebilmesi müzakere sürecinin en kritik aşamasını oluşturur. Bu karar her zaman tartışma yaratabilir. Ama doğru olanı yapma sorumluluğunu alacak olan ise hükümettir. Muhalefetin Hükümetçe alınan bu tür kararları tartışma konusu yapmaması zaten beklenemez. Bu durum hemen her ülke için böyledir.

Popülizm,
Eleştiri, yukarıda da söylediğimiz gibi,  tabiatıyla meşru ve yararlıdır. Popülizm mantosuyla yapılan eleştiriler ise yapanı rahatlatır. Kitleleri sürükler. Ama sorunları çözmez. Popülizm kutuplaşmaların yarattığı gerginliklerden, radikal aidiyetlerden, korkulardan, sarsıntılardan, yabancı düşmanlıklarından, kısıtlı  özgürlüklerden beslenir. Bunlar popülizmin ana maddeleri sayılır. Popülizme de her ülkede rastlanır. Ama demokratikleşme sürecini henüz tamamlamamış ülkelerde bu süreç  yavaşladıkça popülizm artar.

Popülizmden Sadece Şikâyet Etmek Yeterli Değil,
Bugün Türkiye’de hükümet popülizmden şikâyet ediyorsa, bunun nedenlerini kısmen 2004 yılından sonra demokratik reformları yavaşlatmasında ve iç ve dış politikada önceliklerini belirsizleştirmesinde aramalıdır. Türkiye iç ve dış politikadaki hedefine uluslararası toplumun, kişisel özgürlükler, hukukun üstünlüğü, kadın-erkek eşitliği ve sosyal içerikli liberal demokrasi temelinde,  saygın bir üyesi olma yönünde ikna edici berraklık kazandırır ve bu amaçla reform seferberliğine yeniden başlarsa, içerde şikayet ettiği popülizmin de azaldığını görecektir.

Hiç şüphesiz dış politikada ideolojik ve duygusal nitelik taşıyan, radikalleşmelerden uzaklaşabildiğimiz ölçüde içerde de popülizmi azaltacağımız tabiidir. Şu sıralarda iç ve dış politikalarda şahit olduğumuz açılım  politikaları, bu nedenle doğru yolda atılan adımları oluşturuyor. Ancak ciddi riskler de barındıran bu politikaların başarısı, atılan adımların kamu oyu tarafından doğru anlaşılmasını gerekli kılıyor.

Ermenistan’la Barış Girişimleri Yeni Değil,

Türkiye’nin Kafkaslarda barış iradesini ortaya koyması yeni bir gelişme değil. Özal’ın da, Demirel’in de bu amaçla  ciddi girişimleri oldu. Bilhassa 9.uncu Cumhurbaşkanın Kafkas İstikrar Paktı önerisi 1999 sonunda Ermenistan hariç, rahmetli Haydar Aliyev liderliğindeki Azerbaycan ile birlikte  tüm bölge ülkeleri ve Amerika ve Avrupa Birliği, BM, AGIT ve tüm uluslararası toplum tarafından desteklendi. Ne yazık ki Demirel’den sonra bu girişim çok yakın bir zamana kadar rafa kaldırdı.

Azerbaycan İçin Ciddi Bir Fırsat,
Bu kere Türk diplomasisinin kritik hamlesinin başarısı, Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası konjonktürü iyi değerlendirerek Amerika, Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu’nu, yukarıda birinci paragrafta belirttiğimiz nedenlerle  aynı çizgi üzerinde birleştirmesinde yatıyor. Bu gelişme aslında Karabağ sorunun diplomasi yoluyla çözümü, Azerbaycan topraklarının işgalden kurtarılabilmesi ve kaçkınların yurtlarına dönebilmesi açısından Azerbaycan için tarihi bir fırsatı  içinde barındırmakta. Nitekim yakın zamana kadar suni teneffüs çadırında  yaşatılan Minsk sürecinin  şimdi belirgin bir canlılık kazandığına ve Bakü ile Erivan arasındaki ikili görüşmelerin de yoğunlaştığına tanık oluyoruz.

Çıkar Birliği,
Türkiye tabii ki, hükümetiyle, muhalefetiyle ve halkının tümüyle  işgal altındaki Azerbaycan halkının endişelerini ve duygularını yürekten paylaşıyor. Türkiye’de hiç bir hükümet Azerbaycan halkının aleyhine sonuç verecek bir adımı asla atamaz. Azerbaycan’ın meşru çıkarlarını gözetmeyen hiç bir düzenleme Kafkasya’ya istikrar ve güvenlik getiremez.

TBMM,
Ermenistan, Türkiye’nin bu girişimi ışığında kendine düşen yükümlülükleri yerine getirme kapasitesini gösteremezse bu Protokollerin TBMM tarafından onaylanması mümkün değil. TBMM egemen kararlar alabilme kapasitesine sahiptir. Bunda şüphesi olanlar varsa, 1 Mart teskeresini hatırlamaları yeterli.  Ermenistan bu fırsatı değerlendirmezse deneyimli gözlemci Şanlı Bahadır Koç’un dediği gibi,... nüfusu azalan, fakirleşen, Azerbaycan’a karşı üstünlüğü azalan, Rusya’ya bağımlılığı artan, ve bölgesel işbirliği mekanizmalarının dışında kalarak yalnızlaşan... Ermenistan’ın bu fırsatı heba etmekle bazı bedeller ödemesi ne yazık ki kaçınılmaz olacak.

Rasyonel Davranış veya Duygusal Tepki,
Türkiye’de büyük bir kitle, iki ülke arasındaki yakınlaşmaya ve bölgesel ve küresel barış ve refaha darbe oluşturacak böyle bir gelişmeyi arzu etmiyor. Türk Hükümeti barış yönünde bir irade ortaya koydu. Bu irade, Erivan’ın tutumu ne olursa olsun, Türkiye’yi zaten politik bakımdan doğru olan bir düzlemde tutmaya devam edecek. Erivan’ın bu değerlendirmeyi böyle yapmaması düşünülebilir mi? Evet düşünülebilir. Ülkeler de, insanlar gibi, her zaman rasyonel hareket etmiyorlar. Duygular, tarihi travmalar, feodal içe kapanma refleksleri, sırtında yumurta küfesi taşımayan ve etnik çatışmalardan rant elde eden çevreler her zaman vardı, bundan sonra da olacak. Girişimin başarısı, hiç şüphesiz barışı gerçekten isteyenlerin, istemeyenler kadar cesaretli olduklarını kanıtlamalarında yatacak.

*Bu yazı daha önce 14.09.2009 tarihli Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

http://www.bilgesam.org/incele/984/-baris-diplomasisi-/#.XHY3_IkzbIU

Kısır Döngü ve Ütopyalar,

Kısır Döngü ve Ütopyalar,




Özdem SANBERK
06 Mart 2010


Tarihte her ülkenin, her halkın ütopyaları olmuştur. Bugün de var. Ütopyalar bazen milletlerin varlık nedenlerini oluşturur. Ermenilerin soykırım iddiaları da bu kategoriye girer. Bu nedenle bu iddiaların yok olacağını düşünmeyelim. Milletler birbirlerinin ütopyalarını bilerek bir arada yaşarlar. Her yıl tekrarlanan senaryo Türkiye, her yıl olduğu gibi bu yıl da, nisan ayı yaklaşırken Amerika ve Ermenistan ile ilişkilerinde yeniden soykırım iddialarının kısır döngüsüne giriyor.
Geçmişte uzun süre nisan ayı gelirken bu girdaba düşmemek için bu konuda artık bir şeyler yapmaktan bahsedilir, ama nisan ayı atlatıldıktan sonra bu konu unutulur ve bir sonraki yıla kadar gündemimizden tamamen çıkardı. Oysa bu yıl öyle olmadı. Yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, komşularla sıfır sorun ilkesi doğrultusunda bakanlığının yetkin kadrosuyla birlikte bu konunun üzerine nisan ayını beklemeden büyük bir kararlılık ve maharetle gitti. İçerden ve dışardan çok da eleştiri aldı. Yılmadı ve ince bir diplomasiyle Ankara Erivan arasında bilinen protokollerin imzalanmasını sağlayarak Türkiye ile Ermenistan arasında tarihi barış sürecini başlattı. Gel gelelim, Washington ve Erivan’la ilişkilerimizin bu yıl da aynı mukadderata mahkûm olmaktan kurtulamadığını görüyoruz.

Tasarı yine gündemde,
Soykırım tasarısı şimdi yine Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesine getirildi. (**) Sağ duyu galebe çalmazsa, Komite’deki aritmetik, tasarının buradan geçeceğini gösteriyor. Gerçi bu aşamada Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na götürülüp götürülmeyeceği belli değil. Ama götürülür de orada da kabul edilirse, Türk Amerikan ilişkilerinin, Ankara-Erivan barış sürecinin ve Kafkasya’daki kırılgan istikrarın ciddi şekilde zarar göreceği tahmin etmek için dış politika dehası olmaya gerek yok.

Türk Amerikan ilişkileri dibe vurabilir,
Tasarının sırf Komite’den geçmiş olması dahi barış niyetini en açık şekilde ortaya koymuş olan Türkiye üzerinde ciddi bir baskı uygulama girişimi teşkil edecek. Oysa bu baskının neye yarayacağı pek anlaşılmıyor. Minsk Grubu’nda hiçbir ilerleme olmaması ve Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokoller hakkındaki gerekçeli kararı, esasen kırılgan hale gelen bu barış sürecini zaten zorluyor. Komite’nin kararı daha da zorlayacak. Karar Genel Kurula gelirse, son bir iki yılda Ankara ve Washington’da sarf edilen çabalara rağmen Amerika’nın Türkiye’de çok yüksek olmayan popülaritesinin yeniden dibe vuracağı kesin.

Kongredeki hava, 
Ne var ki Amerikan iç politikasında bugün mevcut dengeler bu tür mülahazaların kongrede işe yaramasına pek müsait görünmüyor. Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ermeni lobisinin kalbi sayılan Kaliforniya Temsilciler Meclisi üyesi. Önümüzdeki kasım ayında Senatonun üçte birinin yenileneceği kısmi seçimler var. Kongredeki genel siyasi hava, sağlık sigortası tartışmaları, ekonomik kriz ve işsizlik gibi sorunlar nedeniyle son derece bulanık. Kongre üyelerinin seçmelerine verebilecekleri hiçbir iyi haber yok. Böyle bir ortamda etnik lobilerin isteklerine boyun eğmek kongre üyeleri için kolaycılık gibi görünse de, birçok üyenin ve bilhassa oylarını lobilerden alan üyelerin bu kolaycılığa teslim olmaları sürpriz teşkil etmeyecek. İç politikanın dış ilişkileri etkilemesi her ülkede doğal. Amerikan siyasi sisteminin işleyişinde ise iç politik gelişmelerin ve lobilerin dış politika üzerindeki ağırlığı tayin edici özellik taşıyor.

Türkiye’nin bölgedeki politikaları,
Geçmiş yıllarda zaman zaman olduğu gibi belki son anda farklı durumlar ortaya çıkabilir ve kâğıtların yeniden dağılması mümkün olabilir diye iyimser bir düşünceye kapılmak mümkün olabilir mi? Galiba bu kere pek olamayacak. Ve iş eninde sonunda Amerikan başkanına kalacak. Zira Yahudi lobisinin desteğinin eskisi kadar güçlü şekilde yanımızda olması da pek muhtemel değil. Hatta Yahudi çevrelerinde bazı aşırı uçlar, Erdoğan hükümetinin Ortadoğu’da İran ve Suriye’nin izlediği çizgiye yakınlaşma politikaları dolayısıyla, Türk-Amerikan ilişkilerini, İran-Amerikan ilişkileri kadar tartışmalı hale getirme çabası içindeler. Türkiye İran’ın nükleer bombaya sahip olmasının önlenmesi için Amerika liderliğindeki çabalara yardımcı olmakla beraber, İran’ın bölgedeki stratejik emelleri konusunda Amerikan yönetimiyle ayni görüşleri paylaşmıyor. Bütün bu belirsizlikler içinde kongrenin soykırım kararı alması karışısında Obama sessiz kalabilir mi? Kalırsa bu davranışı Model Ortaklık tanımına uyacak mı? Bu soruların yanıtlarını yakında alacağız.

Türk halkı ne düşünüyor?,
Soykırım tasarısının kongrede bu yıl kabul edilmesi halinde bu gelişmenin iki ülke arasındaki ilişkilerde, yansımaları NATO’nun yeni küresel rolüne kadar uzanabilecek olumsuzluklara sebep olacağı muhtemel ise de, böyle bir durumda Türk halkının nasıl bir davranış göstereceği konusu pek bilinmiyor.

Yalnızlık ve radikalleşme,
Muhakkak olan bir şey varsa o da Avrupa Birliği ile toplumumuzda var olan güvensizlik havasından sonra, bir de Türk Amerikan ilişkilerinin sert bir darbe alması Türkiye’yi yalnızlığa ve daha fazla gerginliğe itecek ve bu durum iç politika sahnesine de yansıyacaktır. Bu darbe, Türkiye’nin siyasi sistemin yapısal bozukluklarının üstesinden gelmeye yönelik reform çabaları için halk kitleleri nezdinde hiç de teşvik edici olmayacak ve halk tabakaları dahil, çeşitli kademelerde esasen mevcut olan radikalleşme eğilimlerini kuvvetlendirecektir.

Çoğulcu düşünceye etkisi,
Türkiye’de yoldan geçen insanların soykırım konusunda görüşleri bilhassa son zamanlarda Ermenistan’dan ve tabii diyasporadan farklı şekilde oldukça ciddi bir çoğulcu manzara gösteriyor. Dünyanın hiçbir yerinde Ermenilerin soykırımı tartışmaları mümkün değilken, hatta buna yasal olarak imkân bulunmazken, Türkiye’de toplumun belli kesimlerinde soykırımı hakkında farklı görüşleri savunmak artık mümkün. Amerikan Kongresi’nden çıkacak bir kararın Türkiye’de filizlenmeye başlayan bu düşünce çoğulculuğunu da olumsuz etkileyeceği unutulmamalı. Zaten halkın büyük çoğunluğunun bu konudaki bilgisi aile veya dost ve arkadaş öykülerine dayanmakta ve Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman Türklerin Anadolu’da Ermeni çetelerin ellerinden gördükleri zulüm etrafında şekillenmekte. Olayların Türkiye’den görünüşüne, bir bakıma, evlerinden atılma, katliam, şiddet ve kitlesel göçe zorlanma gibi Ermenilerin kendi hikâyelerinin Türklere aynen yansımalarının hâkim olduğunu hepimiz biliyoruz. Türkiye’de yine birçok insan, Amerikalılardan (ve Avrupalılardan) farklı olarak, yüz binlerce Azerbaycanlının çok yakın bir geçmişte Ermenilerce zorla işgal edilen topraklarından sürülerek kendi ülkelerinde mülteci durumuna düştüğünü ve Amerikan ve Avrupa kamu oylarının bu adaletsizlik karşısından sessiz kaldığını görüyor. Dolayısıyla tasarı Amerikan Kongresi’nce kabul edilecek olursa bu kabulün özellikle Anadolu’da ve büyük şehirlerde, belli kesimlerdeki geniş Türk halk kitleleri içinde büyük bir öfke ve infiale sebep olacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir.

Sorumluluk,
Böyle bir karar, Avrupa Birliği’nin tam üyelik müracaatımıza gösterdiği ayak süren davranışlarının yarattığı aleyhtarlık ve soğukluğu, Türk-Amerikan ilişkilerine de, artık bir daha onarılması pek güç olacak şekilde yerleştirecek ve Türk-Amerikan ilişkilerinde Türkiye karşıtı aşırı etnik lobilerin emelleri doğrultusunda derin uçurumlar açılmasını sağlayacaktır. O zaman Türk-Amerikan ilişkilerinin, İran-Amerikan ilişkilerine benzer bir güvensizlik içinde görmek isteyenlerin emelleri gerçekleşmiş olacaktır. Ermeniler, Azerbaycanlı kaçkınlarının yurtlarına dönmelerine razı olmazken, tasarı, Türk halkının önemli bir bölümü tarafından Erivan’a verilmiş büyük bir taviz olarak görülecektir. Evet tasarının kabulünün Türk halkında yaratacağı tepkiler, hem Türkiye’de, hem de bölgede uzun vadeli sonuçlar ve siyasi sakıncalar yaratacaktır. Ama bunların yanı sıra, karmaşık hukuki sonuçlara da yol açacağı hatırda tutulmalıdır. Bu sonuçların bedelini, nihai tahlilde, bu tasarıya oy verecek olan üyelerin ödeyecekleri de unutulmamalıdır. Bu nedenle Dışişleri Bakanlığı’nın kongre üyelerini kendi sorumluluklarının bilincinde olmaya davet etmesi yerindedir.

Ütopyalar,
Tarihte her ülkenin, her halkın ütopyaları olmuştur. Bugün de var. Ütopyalar bazen milletlerin varlık nedenlerini oluşturur. Ermenilerin soykırım iddiaları da bu kategoriye girer. Bu nedenle bu iddiaların yok olacağını düşünmeyelim. Bizim de ütopyalarımız var. Örneğin Ermenilerin soykırım iddialarının karanlık yüzünü görecekleri ve bu iddialarından vazgeçeceklerini hayal etmek gibi. Milletler birbirlerinin ütopyalarını bilerek bir arada yaşarlar.

Kamuoyu,
Evet her hikâyenin doğru veya yanlış bir diğer yüzü var. Öteki yüzün görülebilmesi o kadar kolay değil. Klasik diplomasi usulleriyle olmuyor. Uzun on yıllara yayılan zaman dilimleri içinde, dünya TV ekranlarında, uluslararası konferanslarda serbestçe yapılan tartışmalara, dünya gazetelerinde yayınlanan makalelere, dünya kitapçılarının kütüphanelerinin raflarında yer alan kitaplara, filmlere, edebiyat ve sanat eserlerine uzanan uzun soluklu kamuoyu diplomasisine ihtiyaç var. Bu da ancak bilinçli kuşakların yetişmesiyle, önümüzdeki on yıllara kalacak bir iş. Sırf bugüne baktığımızda, Ermenilerin ve Türklerin ütopyaları devam ettikçe, Amerikan siyasetinde etnik lobilerin rolü ayni kaldıkça yakın bir gelecekte soykırım kısırdöngüsünden çıkmamıza olanak yok.


* Bu yazı 5 Mart 2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
** Yazı, Amerikan Temsilciler Meclisi’ndeki tasarının oylaması yapılmadan önce kaleme alındı.

http://www.bilgesam.org/incele/886/-kisir-dongu-ve-utopyalar-/#.XHY2KYkzbIU


***