31 Ocak 2020 Cuma

Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması.,

Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması.,







Yazan  Alaettin Parmaksız 
24 Mayıs 2007
Yayınlandığı Kategori 
Terörizm ve Terörizmle Mücadele



AKP hükümeti, Emekli Orgeneral Edip Başer’i terörle mücadele koordinasyon görevinden aldı ve yerine büyükelçi Rafet Akgünay’ı atadı.

AKP hükümeti, emekli orgeneral Edip Başer'i terörle mücadele koordinasyon görevinden aldı ve yerine büyükelçi Rafet Akgünay'ı atadı. 

Türk halkının hiç benimsemediği, devlet kuruluşlarının kerhen kabul ettikleri bir Amerikan teklifinin sonucu olan bu makam ağır tepkileri üzerinde topladı. Bu makamın görünürdeki görevi PKK'nın Irak'taki varlığına yönelik Amerikan-Türk politikalarını koordine etmekti. Ancak gerçekte bu mekanizma Türkiye'nin Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yönelik askeri müdahalesini ertelemek, durdurmak amacını ifa etti. Aradan geçen süre içinde Amerikalılar Türk tarafından gelen tepkileri azaltmak için koordinasyon mekanizmasının oluşturulması ile hiç ilgisi 
olmayan PKK'nın Avrupa'daki para kaynakları gibi konularda bazı yardımlar üreterek vakit geçirdiler. Edip Başer Paşa ise Türkiye'de yükselen tepkileri üzerinde topladı. Sanki bu mekanizmanın sorumlusu, PKK'nın eylemlerini durduramayan adam imiş gibi ağır bir şekilde suçlandı. 

Oysa, AKP hükümetinin koordinatörlük ile ilgili ABD teklifini kabul etmesinden sonra birisinin bu görevi Türkiye adına üstlenmesi gerekiyordu. 

Edip Başer, Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın isteğini kırmadı ve özünde inanmadığı bir görevi kabul etti. Belki de hayatı boyunca hiç yıpranmadığı kadar son bir yıl içinde yıprandı.

Edip Başer'in kendisini ve çok inanmadığı koordinatörlük kurumunu korumak için kamuoyu önüne çıkarak sık sık açıklamalar yapması, PKK'nın K. Irak'taki varlığı dışındaki konularda da açıklamalar yapması Edip Başer Paşa'nın belki de daha fazla yıpranmasına neden oldu. 

Ne toplumu ikna edebildi ne de yıpranma sürecini durdurabildi aksine daha fazla yıprandı.

Kafasında taşıdığı istifa eğilimini değişik vesilelerle kamuoyu önünde dile defalarca getirdi. Artık kararını vermişti. AKP adına nezaketten yoksun görev değişimi E. Başer'in koordinasyon mekanizmasının artık çalışmadığı nı ve kendisinin bu görevden Haziran 2007'de istifa ederek ayrılmayı düşündüğünü açıklamasından bir gün sonra gerçekleşti. AKP Hükümeti, Başer'in yaptığı açıklamaların koordinatörlük kurumuna darbe vuracağı gerekçesi ile görevden alındığını açıkladı. 

Peki Erdoğan, Lübnan ziyareti sırasında koordinatörlük makamının işe yaramadığı açıklamamış mıydı?

Edip Başer Paşa'nın görevden alınmasının arkasında başka hesaplaşmalar ın olduğu anlaşılıyor. Her şeyden önce AKP hükümeti, Edip Başer'in Haziran 2007'de koordinasyon mekanizmasının işe yaramadığını söyleyerek bu görevden istifa etmesinin seçimler öncesinde kendisine ağır darbe vuracağını düşünerek onu görevden aldı. Bir anlamda AKP, Başer'e siyaseten ön almış oldu.

Ayrıca, MGK Genel Sekreterliği konusunda AKP hükümeti ile Genelkurmay Başkanlığı arasında yeni genel sekreter konusunda ihtilaf olduğu, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanı'nın AKP'in istediği yeni isme sıcak bakmadığı için MGK'nın halen vekaleten yürütüldüğü ifade edilmektedir. 

İşte bu noktada Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın önerdiği Edip Başer'i görevden alarak ve muhtemelen Genelkurmay Başkanlığının görüşünü almadan büyükelçi Rafet Akgünay'ı koordinatörlüğe atayarak, AKP hükümeti "rövanş" alıyor.

Sonuç olarak, koordinatörlük mekanizması ABD'nin Türkiye'ye kurduğu bir tuzaktı. Bu tuzağı etkisizleştirmenin yolu, bu mekanizmayı şartlı ve süreli olarak kabul etmekti. Yani Ankara, Washington'a "terör koordinasyon mekanizması üç ay süreli bir mekanizma olmalı ve üç ay içinde şu adımlar atılmalı" diyerek mekanizmayı kabul etmeli idi. Böylece ABD'nin elinden "Türkiye bütün diplomatik mekanizmaları kullanmadı" gerekçesi alınmış ve PKK'ya karşı önlemler hızlandırılmış olacaktı. En azından Türkiye daha hızlı ve etkili önlemler alma konusunda bağımsız olacaktı.



Alaettin Parmaksız;

     1951 yılında Karaman Ermenek kazasında doğdu. İlk ve orta öğrenimi orada tamamladıktan sonra o dönemde Ermenek kazasında lise olmadığı için Liseyi EDİRNE'de okudu. 1970 ylında Kara Harp Okulu'na girerek, 1973 yılında Kara Harp Okulu'ndan, 1974 yılında Piyade Okulu'ndan mezun oldu. 1975 yılında Komando İhtisas Kursu'nu bitirdikten sonra tayin olduğu Erzurum'da 1980 yılında Kara Harp Akademisi'ni kazanarak, 1982 yılında Kara Harp Akademisi'ni bitirdi. 1992–1993 yılında NATO Savunma Koleji'ni, 1996 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisi'ni bitirdi.Kara Harp Akademisini bitirdikten sonra1982–1984 yıllarında KIBRIS'ta, 1984–1990 yıllarında Genelkurmay Karargâhı Harekât Başkanlığı'nda görev yaptı 1990–1992 Yıllarında HAKKARİ'de Dağ ve Komando Tabur Komutanlığı, 1992–1993 Yıllarında Genelkurmay Karargâhı Anlaşmaları 
İzleme Şubesi'nde proje subaylığı, 1993–1995 yıllarında Güney Kore Askeri ataşeliği, 1995–1996 Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkez Komutanlığı Kurmay Başkanı ve AZERBAYCAN 887 Tugay Eğitim Komutanlığı, 1996–1997 Kara Kuvvetleri Psikolojik Harekat Şube Müdürlüğü, 1997–1999 Gökçeada 5. Komando Alay Komutanlığı görevlerinde bulundu.1999'da Tuğgeneralliğe terfi ederek Dağ ve Komanda Tugay Komutanlığına atandı. Hakkâri'de iki yıl tugay komutanlığını müteakip, 2001 yılında Edremit'te bulunan 19. Piyade Tugay Komutanlığı'na atanarak, iki yıl bu görevi yaptı. 2003'te Tümgeneralliğe terfi eden ve Genelkurmay İstihbarat ve İstihbarata Karşı Koyma Daire Başkanlığı görevine atanan Emekli Tümgeneral Parmaksız, 2004 yılında Tümgeneral rütbesindeyken istifa ederek emekli oldu. 

4 yıl boyunca görev yaptığı Hakkari anıları ile bitirilemeyen terörün nedenleri, çözüm için uygulama modelleri ve terörle mücadelenin analizinin 
yapıldığı 

“BURASI HAKKARİ ANKARADAN GöRüNDüĞü GİBİ DEĞİL” adlı kitabı yayınlanmıştır. Parmaksız, evli ve iki erkek çocuk babasıdır.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/edip-baser-pasanin-gorevden-alinmasi


***

Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü

Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü?   


Sosyal Medya, Devrimler, Ve Siyasette Devlet Dışı Aktörler 
Yazar: Evren Altınkaş, 

Modern siyaset bilimi, yönetimi etkileyen dört güçten bahseder: Yürütme, Yasama, Yargı ve Medya. Her ne kadar 1960 sonrasında eklenmiş olsa da, günümüzde pek çok ders kitabında medya dördüncü güç olarak anılmaktadır. İletişim teknolojilerindeki yeni gelişmeler, bu modele farklı açılardan bakmamızı 
gerektirmektedir. Günümüzde medya, farklı toplumlar arasında doğrudan iletişimi sağlamaktadır. 
Bu yeni model vatandaşlara küresel etki alanında “ilk müdahale”yi yapabilme gücü tanıyan ve “beşinci bir güç” olarak bahsedebileceğimiz bir durumun ortaya çıkmasına neden olan bir şablon çizmektedir. 

Geleneksel medyanın gücü haber şirketlerinden gelirken; yeni medyanın gücü vatandaşların her gün erişebildikleri Internet ve benzeri araçlar aracılığıyla ulus-devletlerin kontrolü dışında alanlarda hareket ediyor olmalarından gelmektedir. Mısır’daki Tahrir Olaylarını ve Türkiye’de yaşanan Gezi Parkı olaylarını 
incelerken; siyasetçilerin ve karar alıcıların fiziksel sınırların hiçbir anlam ifade etmediği ve hızla küreselleşen bambaşka bir toplulukla başa çıkmakta ne kadar zorlandığı görülmektedir. 

Bu yazının temel amaçlarından birisi, “sosyal medyanın siyaset biliminde beşinci bir güç” olarak nasıl geliştiğini incelemek ve bunu yaparken sosyal medyayı “halkın buluşup organize olduğu bir alan” olarak ele almaktır. Geleneksel ve tarihsel olarak bakıldığında “medya”nın bir dördüncü güç olarak hükümetle 
vatandaşlar arasında bir “aracı/arabulucu” (İngilizcesi mediator) işlevini yerine getirdiğini görürüz. Televizyon, radyo veya gazeteler halkla hükümet arasında mesajları birbirine aktarmaktadır. İnsanlar medya aracılığıyla hükümete kendi taleplerini, isteklerini ve hükümet politikaları hakkındaki görüşlerini aktarmak  tadırlar. Benzer bir şekilde hükümet de medyayı halka yeni politikaları, düzenlemeleri ve politikaları anlatmak için kullanır. Ancak sosyal medyanın ve Internet’in yoğun kullanımı ile beraber, ülkenin faklı yerlerinden bağlanan insanlar arasında birebir etkileşimin kurulduğunu ve ortak bir tavır geliştirildiğini görüyoruz. Bu durum “kamusal alan” ya da “kamuoyu” kavramlarından doğası gereği çok farklı olan bir durumdur. Sosyal medya kapsamındaki Twitter ve Facebook gibi siteler milyonlarca insanın sosyal değişim ve benzeri konularda, kimi zaman kendi ülke sınırları dışına taşacak şekilde bile bir araya gelip tartışabildikleri bir alan yaratmaktadırlar. Gutenberg’in İncil’inin kitlelere okuma yazma alışkanlığı kazandırmış olması gibi, sosyal medya bireylere ulus ötesi hedefleri olan bir kendi kendine örgütlenme yeteneği kazandırmıştır. Occupy hareketi bunun en güncel örneğidir. New York şehrinde başlayan hareket, önce tüm Amerika’ya daha sonra dünyaya yayılmıştır. Tüm bu tepki hareketlerinin 
“Occupy” sloganı ve çatısı altında faaliyet göstermek istemeleri sosyal medya ve Internet’in gücünü de net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu hareketin içindeki pek çok figür, Mısır’daki olaylardan ilham aldıklarını dile getirmişlerdir. Bu da oldukça önemli bir veridir. Kahire ve New York’taki protestocuların gelir düzeyleri ve refahları arasında ciddi farklılıklar olsa da, her iki grup da kendi ülkelerindeki elitlere ve ayrıcalıklı sınıflara karşı protesto gösterilerinde yer almışlardır. Birbirinden çok uzak olan ülkelerde bu protesto hareketlerinin benzer şekillerde ve aynı sloganlarla yapılıyor olması da ikinci bir gösterge olarak karşımızdadır. Dünya tarihinde, bir ülkedeki protesto ve gösterileri duyup başka bir ülkede sokaklara dökülen örnekler çoktur ancak iletişim bu kadar hızlı ve anında olduğu başka bir örnek görülmemiştir. 

Günümüzde, dünyadaki büyük elçilikler Twitter’ı düzenli olarak takip etmekte ve herhangi bir yerde herhangi bir protesto olduğunda hemen birbirlerini haberdar etmektedirler. Bu durum, bilgiye ilk elden erişim gücünün vatandaşlara geçtiğini açık bir şekilde göstermektedir. Sosyal medyanın en önemli farklılığı toplumun tüm kesimlerinin, hükümet üyeleri dahil, bu oluşumun parçası olmalarıdır. 

Türkiye’deki Gezi Parkı eylemlerinde sosyal medyanın hükümetler için ne kadar fazla sorun çıkartabileceği görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sosyal medyayı “bela” olarak tanımlarken; İstanbul Valisi başta olmak üzere pek çok hükümet yetkilisi, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı hatta Başbakan kendisi bile, Gezi Parkı protestolarının etkilerini azaltmak için sosyal medyayı bir araç olarak kullanmışlardır. 

Habermas’ın İletişimsel Eylem Teorisi’ne göre bireyler hükümetin ya da kamunun kontrolünden bağımsız olan kendi özel alanlarında iletişime geçmek isterler. Bu iletişim türünün temelleri geleneksel ve modern toplumların her ikisinde de görülen aile toplantılarında ya da buluşmalarında atılır. 17. Yüzyılda “kamu”, tüm sosyal kesimlerden insanların bir araya geldikleri ve siyaset, ekonomi, felsefe, sosyal problemler ve edebiyat gibi konuları tartıştıkları bir alandı. Bu “kamusal alan”, farklı görüşlerin birleştiği bir mekândı. 

Özellikle İngiltere’de özgür basının güçlü olması ve çok sayıda gazete ve derginin basılması; eleştirel bir kamusal alanın hükümetin müdahalesi olmaksızın gelişmesine neden olmuştu. Tatler ve Spectator gibi dergiler ya da Briton gibi gazeteler, sahiplerinin ekonomik güçlerine bağlı olarak etkiliydiler. İngiliz 
Hükümeti ve Parlamentosu bu yayınları “dördüncü güç” olarak tanımlamakta ve 
Medyanın halkın kararları üzerindeki etkisi nedeniyle bu vurguyu yaptıklarını söylemekteydiler. 

18. yüzyıldan itibaren medya, gazeteler, dergiler, broşürler v.b. aracılığıyla bir çığ gibi büyümüş; 

insanları doğru ve yanlış konusunda ikna edebilmek, hükümeti kararlarını yeniden gözden geçirmeye teşvik etmek, toplumda siyasal/ ekonomik/ sosyal/ kültürel bir güç alanı yaratmak gibi işlevleri sayesinde yönetişim güçlerinin “hükümet dışı” olan dördüncü gücü olmuştur. 

Ana haber spikerleri ya da tartışma programı sunucuları toplumun kararlarını, hatta oy verme alışkanlıklarını etkileyebilmektedir. İnsanlarda, medyanın “seçimlerde en çok oyu alacak lider” diyerek haber yaptığı lider ve siyasi partilere oy verme eğilimleri nin, sırf kazanan tarafta yer alabilmek adına, çok baskın olduğu yapılan pek çok çalışmayla da ortaya konmuştur. İnsanlar değerlerini ve davranışlarını televizyondaki kişilere atıf yaparak belirler hale 
bile gelmişlerdir. Yapılan araştırmalar, genel seçimlerde parti liderlerinin ülke çapında birbirleriyle tartıştıkları Televizyon programlarının vatandaşların oy verme oranlarında yüzde 30’luk bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 

Internet ve iletişim teknolojilerindeki gelişim arttıkça, dünyanın farklı bölgelerinden ve farklı sosyal çevrelerinden gelen bireyler arasındaki etkileşim de hızla artmaya başlamıştır. Bu da beraberinde, bireyler tarafından düzenlenen bireyler arası iletişimi getirmiştir. Dünya, hayat, siyaset, ekonomi ve diğer 
her şey hakkındaki görüşlerini sosyal medya aracılığıyla birbirlerine aktaran bireyler; kendi bilgi veri tabanlarını oluşturdular. Olayları forumlarda ya da sosyal medya tartışma gruplarında tartışmaya başladılar. 

Günümüzde hükümetlerin karşılaştığı en büyük sorun, Internet’in iki taraflı iletişim kanallarıaracılığıyla aktarılan bilgilerin ve görüşlerin ne şekilde kontrol altına alınabileceği, ya da diğer bir deyişle, alınamaması sorunudur. 

Sosyal medyanın demokrasinin gelişmesine katkıları da tartışılmazdır. Aristo’nun bundan binlerce yıl önce söylediği gibi “demokrasi”, kötü bir yönetim biçimidir. Aristo’ya göre, kendi kendini yönetemeyen insanlar “demokrasi”yi tek geçerli yönetim şekli olarak görmekte; bu da yozlaşmış bir liderlik ve hükümet 
anlayışını beraberinde getirebilmektedir. Modern dünyada doğrudan demokrasi neredeyse imkânsız olmakla beraber; sosyal medya sayesinde bireylerin kendi görüşlerini doğrudan ifade etmeleri bu zamana dek ortada olmayan bambaşka bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bireyler, görüşlerini doğrudan ifade ettikleri sosyal medyada, çoğu zaman farkında olmadan, resmi görevlilerin de bu görüşleri öğrenmesine neden olmaktadırlar. Bu imkân, ileride insanların sosyal medya aracılığıyla kendilerini doğrudan yönetmelerini de beraberinde getirme ihtimali yüksek olan bir durumdur. 

Dünya, hiç alışık olmadığı bir “ Doğrudan Demokrasi” dönemine doğru hızla ilerlemektedir. Geleneksel güç paradigmalarının hızla yer değiştirdiği böyle bir dönemde sosyal medyanın bireyler arasındaki etkisi ve gücü, ulus-devletleri hiç alışık olmadıkları bir problemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bireyler, kendilerine 
sosyal medyada bir kimlik yaratarak ya da sınır ötesi sosyal kimliklerin bir parçası haline gelerek hem klasik devlet-vatandaş ilişkisinin dışına çıkmaktalar hem de yeni bir ilişki türü aramaya başlamaktadırlar. 

Bu dönem içinde uluslararası siyaset de büyük dönüşümlere sahne olmaktadır. 2010 yılında ortaya çıkan Wikileaks belgeleri, yine geçtiğimiz dönemlerde Edward Snowden gibi kişilerin ABD istihbaratına ve dış politikaya etki eden bilgileri sızdırmaları; dünya genelinde büyük dönüşümlere sahne olmuştur. 
2005 yılında Sarkozy’nin Göçmenlik Yasası ile beraber; özellikle Kuzey Afrika ülkelerinden Fransa’ya ve göreceli olarak AB içine göç eden kalifiye ve yetişmiş eleman sayısında ciddi bir azalma olmuştur. Kendi ülkelerinde iş bulmakta güçlük çeken ve düşük yaşam standartlarında yaşamak zorunda kalan bu gruplar; sosyal eşitsizlik, liderlerin ve yönetici sınıfların lüks yaşamları ile ilgili tepkilerini sosyal medya üzerinde örgütlenerek 2007 yılından itibaren göstermeye başlamışlardır. Bu tepkilerinin neticesinde çeşitli sivil toplum kuruluşları oluşturmuşlar, çeşitli mitingler düzenlemişlerdir. 2010 yılında özellikle sosyal medya tarafından herkesin erişimine açık bir hale getirilen Wikileaks belgeleri sayesinde iddia ettikleri yolsuzluklar açığa çıkmış ve Mısır başta olmak üzere meydanlarda toplanarak hükümetlerin devrilmesi için protesto gösterileri başlamıştır. Arap Baharı’na sosyal medyanın gücü ve etkisi açısından 
bakıldığında, geleneksel paradigmaların ne kadar temelden sarsılabileceğini görebilmekteyiz. Dünya üzerinde değişime en kapalı ve geleneksel toplumlardan birisi olarak algılanan Mısır toplumunun sosyal medya sayesinde “sosyal bir devrim”i organize edip başarmış olmaları, beşinci bir güç olarak sosyal 
medyanın literatüre ve bilime girmesi gerekliliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. 

http://www.21yyte.org/ 
adresinden 
06.12.2013 18:03 
tarihinde indirilmiştir

***

MENDERESİ'İN İDAMININ TÜRK SİYASETİNE YANSIMASI

MENDERESİ'İN İDAMININ TÜRK SİYASETİNE YANSIMASI.,





Ziya Gökalp Görentaş

Türkiye, Ordu-Siyaset ilişkisi denildiğinde, genelde Türkiye'de anlaşıldığı anlamı ile ordunun askeri müdahaleler ile siyasal süreci şekillendirdiği ülkeler sıralamasında en önde yer alanlar arasındadır. Cumhuriyet tarihi boyunca TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) , beş kez fiili bir kez ise dolaylı yoldan siyasal yaşama müdahalede bulunmuştur. Bu müdahalelerden 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980’deki müdahaleler fiili darbe niteliği taşımakla beraber başarılı  darbe girişimleri  olurken, kurmay Albay Talat Aydemir’in 22 Şubat 1961 ve 21 Mayıs 1963 tarihindeki girişimleri başarısız darbe girişimleri olarak kalmışlardır. 

Türkiye’de darbe olarak nitelenebilecek ve kamuoyunun  “post modern
darbe” olarak adlandırdığı 28 Şubat 1997’deki MGK (Milli Güvenlik Kurulu)  kararları ise ordunun siyasal  yaşama dolaylı müdahalesidir.

Ancak tüm bunların yanında, ordu-siyaset ilişkisini Türkiye’de anlaşıldığı şekli ile ordunun darbe yapması  çerçevesinde izah edip, “ordu siyasetin dışında kalmalıdır” şeklinde bir tavır sergilemek de pek gerçekçi olmaz.

Kendisi siyasal bir kurum olan ordunun ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir yerinde siyasetin dışında kalması mümkün değildir ve dünyadaki bütün ordular ‘bir şekilde’ siyasetin içindedirler.

Önemli olan da bu “şekil”dir. Çünkü bütün dünya orduları siyasetin içinde yer alırken, yer alış şeklini  ülkenin ve ordunun tarihsel birikimi, sosyal, ekonomik, politik ve kültürel yapısı belirlemektedir. 

Bu bağlamda demokratik rejim ve demokratik kültürün yerleşmişliği ile siyasetçilerin uzak görüşlülüğü ve uzlaşma yeteneği de ordunun yerini belirlemektedir. 

Bu çalışmayı, üzerinde çok konuşulmuş, çok şey yazılmış olan Adnan Menderes’in idamının, Türk siyasi  hayatına yansımaları konusu üzerine bina ederek, bunun yanı sıra Menderes’in hayatını, partisi olan DP (Demokrat
Parti) iktidarını,  27 Mayıs sürecini başlatan etmenleri ve bütün bunların basına yansımalarını tarafsız bir bakış açısıyla, yararlandığım kaynaklar ışığında yansıtmaya çalışacağım.  

ADNAN MENDERES’İN HAYATI , SİYASİ YAŞAMI ve DP’NİN İKTİDARDAKİ YILLARI

1-Adnan Menderes kimdir?

Kimilerine göre Adnan Menderes ülkede sermayenin tabana yayılmasında, çok partili sisteme geçişte görev almış, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük isteyenlerin sesi olarak parlamentoya girmiş önemli bir devlet adamı, kimilerine göre ise her mahallede bir milyoner yaratma iddiaları ile ortaya çıkan,  ülkeye borçla kalkınma modelini  getiren, "Ankara sizin için hiç bir şey vermiyor" diyerek halka, oyun bir bedel karşılığı verilmesini öğreten, tekke  ve zaviyeleri yasaklayan kanunun kaldırılması gibi popülist politikalar peşinde koşan ve iktidar hayatı boyunca yanlış icraatlarda bulunmuş bir politikacı olarak nitelendirilir.

Ancak; devlet adamı kimliğinin dışında, insan olarak Adnan menderes, 1899 yılında Aydın’da doğdu. Babası İzmirli  Katipzade İbrahim Ethem Bey, annesi Aydınlı Hacı Alipaşa zadeler’den Tevfika Hanım’dır.Anne ve babasını küçük
yaşta kaybetti. Onu anneannesi büyüttü. Tahsil hayatına İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde başlayan  Menderes,  Kızılçulu Amerikan Koleji’nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için, çeşitli makamlara müracaat etti.
Müracaat ettiği makamların birinin başında Celal Bayar vardı. Bayar’la böyle tanışmış oldu.


Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Adnan Menderes, Birinci Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak askerliğini yaptı. 

İzmir’in işgalinden sonra iki arkadaşı ile birlikte Ay yıldız Çetesi ile ve daha sonra da Söke’de piyade alay yaveri, Sandıklı süvari bölüğü subayı olarak Milli mücadeleye katıldı. (kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası aldı.).

1 a-Siyasi Hayatı Nasıl Başladı?

Adnan Menderesin siyasi hayatı, Fethi Okyar ve bazı arkadaşları tarafından kurulan (1930) Serbest Cumhuriyet Fırkası  ile başladı. Menderes partinin Aydın teşkilatını kurdu ve il başkanı seçildi. Bu parti dağılınca CHP’ye katıldı, partinin il 
teşkilatını yeniledi ve burada da il başkanıydı. Daha sonra Menderes, CHP Aydın milletvekili olarak (1931) TBMM’ye ilk adımını attı ve 1945 yılına kadar  mecliste komisyon raportörlüğü görevini yürüttü. (bir ara parti müfettişliği görevinde de bulundu.)

1b-Menderes, CHP’den neden koptu?

Adnan Menderes, 1945 yılında Saraçoğlu Hükümeti’nin getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı tartışılırken, bu tasarıyı şiddetle reddederek, mecliste’de her fırsatta bu tasarıya yönelik eleştirilerini sürdürdü. 

Kısa bir süre sonra, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte Dörtlü Takriri (önergeyi) imzaladı.  Ana hatlarıyla, vatandaşların siyasi hak ve hürriyetleri ni daha ilk Teşkilat-ı Esasiye kanununun getirdiği genişlikte 
kullanmaları imkanını sağlanmasını isteyen bu önerge, CHP grubunda reddedildi. 

Bu arada Adnan Menderes ve diğer önerge sahipleri, önergeyle paralel görüşleri basına savundular ve bu tutumları parti disiplinine aykırı görülerek, Menderes, Köprülü ve Koraltan, partiden çıkarıldı. Celal Bayar ise önce milletvekilliğinden, 
sonra CHP den istifa etti.

2-DP’nin (Demokrat Parti) kuruluşu ve Gelişimi:

Menderesle başlayan, CHP’deki yaprak dökümü, Demokrat partinin kurulmasıyla sonuçlandı (7 Ocak 1946). 

Bu tarihten itibaren Menderes Türk demokrasi tarihinin belli başlı simalarından biri olarak sivrildi. 1946 seçimlerinde Demokrat partinin meclise getirebildiği 62 milletvekili arasında Kütahya temsilcisi olarak Adnan Menderes’te bulunuyordu.
Menderes, Demokrat partinin kurucularından ve genel idare kurulu üyelerinden biri olarak hem TBMM’de hem bütün memlekette yeni partinin Celal Bayar’dan sonra gelen temsilcisi durumuna geldi. Başta hürriyetler olmak üzere, çeşitli
konularda, mecliste ve memleketin her köşesinde yaptığı konuşmalar kamuoyunda yankılar uyandırdı.

“Menderes’in DP’nin muhalefet devresinde ortaya çıkan hatiplik gücü, siyasi hayatının en önemli silahlarından biriydi.” 1 Demokrat parti içinde daha muhalefet devresinde baş gösteren ayrılıkların çözümlenmesinde de önemli rol oynayan Menderes 14 mayıs 1950 seçimlerinde oyların yarısından fazlasını alarak 416 milletvekili çıkarınca yeni iktidarın başı diye ilk akla gelen isim oldu.


2 - DP iktidarı yılları ve Menderes Hükümetlerinin iç ve dış politika icraatları:


Menderes, 10 yıl süren Demokrat Parti iktidarının tek başbakanıdır. 22 Mayıs 1960’a kadar beş hükümet kurdu. Demokrat partinin ve Menderesin bu on yıllık
iktidarı, son derece önemli icraatların yanı sıra Türkiye’nin iç ve dış siyaset tarihinde önemli adımlar atılan bir devreyi oluşturmuştur.

DP iktidarı sırasında yapılan, ülkenin sosyal ve iktisadi yapısını değiştirmeye
yönelik olumlu icraatları şöyle sıralayabiliriz;


•        Tarım alanlarında hızla modernleşmeye gidilmiş, verim artırıcı faaliyetlerle , kara sabandan makineli tarıma geçilmiştir.


•        Başta şehirler arası karayolu ağı olmak üzere köylere kadar yollar asfaltlanmış ve binlerce köy içme suyuna kavuşturulmuştur. 


•        Limanlar ve barajlar inşa edilmiş, şeker, dokuma ve çimento fabrikaları kurulmuştur. 


•        Özel teşebbüs teşvik edilmiş, büyük şehirlerin gelişmesi desteklenmiştir. 


•        Yurdun çeşitli yerlerinde yeni üniversiteler, yüksekokullar, lise ve ilk okullar açılmıştır. 

Menderes başbakanlığı yılları dış siyaset bakımından da çok hareketli geçti:

Kore savaşına katılma kararı, “(20 Temmuz 1950), NATO’ya giriş (18 Ocak 1952), Türkiye-Yugoslavya-Yunanistan dostluk ve işbirliği antlaşması (28 Şubat 1953), Balkan antlaşması (9 Ağustos 1954), Bağdat Paktı (24 Şubat 1955),
Kıbrıs konusunda Zürich (11Şubat 1959) ve Londra antlaşmaları (, Kıbrıs konusunda Zürich (11 Şubat 1959) ve Londra antlaşmaları (19 Şubat 1959)”2
bunlardan en önemlileridir. Menderes ve hükümetlerinin dış siyaseti, ana prensip olarak batı ittifak bloklarına dayanmak, bunun yanında Balkan devletleri,
Yakın doğu’da İran, Irak, Pakistan arasında huzur ve anlaşma sağlayarak SSCB’nin dış siyasetine karşı denk bir siyaset gütmek diye özetlenebilir. Ancak bu arada Türk başbakanları arasında dünyada en çok tanınanları arasına giren Menderes’in dış siyasetinde de bazı olumsuz neticeler vardı: Kıbrıs meselesinin,
varılmış olan anlaşmalara rağmen askıda kalması, NATO antlaşmasına dayanan ikili antlaşmaların bazı haklı tepkilere yol açması, Bağdat Paktına karşı Arap devletlerinin tepkisi gibi.

Menderes.,

Hükümetlerinin iç siyasetteki durumu, DP’nin iktidara geçtiği ilk günden itibaren çeşitli sebeplerle çok hareketli ve dalgalı oldu. Çok partili sistem, ileri sağdan ileri sola kadar farklı ideolojilerin siyasi alanda teşkilatlanmasına, böylece
su üstüne çıkmasına imkan verdi. “Fikir ve basın hürriyetleri, tek parti yönetiminin baskısından kurtulan her çeşit sosyal görüş ve felsefeye rahat çalışma ve yayılma alanı sağlıyordu. DP’nin hedeflerinden biri de 1924
Anayasasının temel ilkesi olan “kuvvetler birliği”ni yalnız şekil olarak değil,  gerçek anlamıyla uygulamaktı; bir yandan  bu ilkeye karşı, milli irade ve hakimiyeti temsil yetkisini TBMM ile üniversite, Anayasa mahkemesi gibi diğer bazı kuruluşlar arasında  paylaştırmayı öngören tezler ortaya atılıyor, bir yandan Atatürk devrimlerinin tehlikeye girdiği öne sürülüyor ve toplum bir sınıf
kavgası tehlikesinin eşiğinde duruyordu.”3

Kısaca DP’nin iç politikadaki durumunu: “Adnan Menderes ve partisi daha kurulduğu günden itibaren bir ideolojiler çatışmasının içine düşmüştü.” Sözüyle özetleyebiliriz.


27 MAYIS SÜRECİ:

1-DP’ye ve Menderes’e karşı yükselen Muhalefetin nedenleri:




Menderesin hazırladığı hükümet programına ve bazı icraatlarına muhalefet edenler “61’ler grubun”u oluşturdular. Ayrıca bunlar, yolsuzlukları yapan bakanların hakkında  meclis araştırması yapılmasını istiyorlardı.

Diğer bir tartışmada T.C.K 481. devlet memurları statüsüne, milletvekili ve bakanların kabul edilmemesi ve suçlamaların gazetelerce delillerinin sunulmaması kanununa muhalefet edilmişti. Bunlarda “19’lar grubunu”
oluşturuyordu.“19’lar” Menderes Kabinesi iç işleri bakanı Fevzi Lütfü Kara Osmanoğlu’nun başkanlığında DP’den ayrılarak “Hürriyet Partisini” kurdular. 
Bu parti yürümedi ve milletvekillerinden çoğu CHP’ye katıldı.

Bir yandan her sahada girişilmiş kalkınma hareketlerinin, bir yandan birkaç cephede birden açılmış kavgaların idaresinde en büyük görev Adnan Menderes’e düşüyordu. Bu kavgaların 1954 seçimlerine kadar ki ilk tepkileri de, 1951’den itibaren başladı: “DP hükümetinin kendi açısından ilk önemli hatası, kendini
destekleyen Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasıdır.” 4

“(23 Ocak 1953)  .bunun dışında:  “Halk evlerini hazineye intikal ettiren kanun (2 Mayıs 1951), Atatürk’e Saygı kanunu (21 Temmuz 1951), Sosyalist partisinin kapatılışı (18 Haziran 1952), Millet Partisinin kapatılışı (8 Temmuz 1953), profesörlerin partilerde fiili görev almasını engelleyen kanun (21 Temmuz 1953) vicdan hürriyeti kanunu (23 Temmuz 1953), CHP mallarını haczedip, hazineye devreden kanun (14 Aralık 1953).” 5 Menderes hükümeti muhaliflerini artıran ve mevcut muhaliflerin tepkilerini daha da arttıran olaylardır.

1954 seçimlerini 504’e karşı 31 milletvekili ile kazanan DP ülkenin içinde
bulunduğu mali ve iktisadi krizle, 1953 yılında CHP’nin mallarının haciz edilerek hazineye konulması üzerine oluşan muhalefet ve Kıbrıs’la ilgili muhalefet tartışmalarıyla karşılaşıyordu.

1954 seçimleri, iç siyaset alanındaki çekişmelere rağmen, halkın DP iktidarını 1950’ye göre daha fazla tuttuğunu gösterdi. DP ve Menderes için tam bir zafer olarak beliren 1954 seçim sonucunun sebepleri vardı: iktisadi gelişme hızla en büyük şehirlerden köylere kadar yaygınlaşmıştı, DP iktidarı halk kitlelerine daha önceki iktidarların göstermediği bir yakınlık ve ilgi göstermişti, halk kitlelerinde CHP iktidarının kötü hatıraları devam ediyordu. Aydınlar DP iktidarından henüz
şikayetçi değildi. 


1955 yılı iktisadi krizle başladı. Hızlı kalkınma hareketinin sonucu sayılabilecek dış borç yükünün ve enflasyonun ağırlığı birçok şehirde hissedilir oranda arttı. Bu zorluklar bir yandan muhalefete yeni sloganlar sağlarken, bir yandan da DP içinde yeni huzursuzluklar yol açtı. Aydınlar arasında DP’den ve  Menderes’ten şikayetler başladı. Sol ideolojilerin sözcülerine göre demokrat iktidar ve
lideri Menderes, 1946’da başlamış büyük halk hareketini burjuva sınıfı lehine dejenere etmişlerdi ve onlara göre Menderes, burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının temsilcisiydi. Bu arada sağ ideoloji temsilcileri de demokrasi iktidarını ve Menderes’i sol’a  taviz vermekle suçladılar. 

   Ayrıca Menderes, aralarında yakın arkadaşlarının da bulunduğu bir kısım demokrat milletvekilleri tarafından da şahsi davranmakla suçlandı.

1955’te 6/7 Eylül olaylarının patlak vermesiyle, İstanbul’da sıkıyönetim ilanının, Menderesin bazı yakın arkadaşları ve eski bakanları tarafından Hürriyet partisinin kurulmasının (19 Kasım 1955), Demokrat parti grubunun Menderes dışında hükümeti istifaya  zorlamasının (29 Kasım 1955), toplantı ve yürüyüşleri kısıtlayan yeni bir kanun çıkarılmasının (27 Haziran 1956), bütün muhalif partilerin “güçbirliği” şeklinde birleşmesinin (4 Eylül 1957) ve nihayet partilerin aday gösterme imkanlarını daraltan ve aday listelerinde değişiklik yapılmasını önleyen yeni bir kanun çıkarılmasının (11 Eylül 1957) yarattığı gergin hava içinde 1954 seçimine oranla önemli bir azalma olmakla beraber DP ertesi seçimi de kazandı (1957). Bu seçimden sonra Demokrat parti ve Menderes, ya CHP’nin anayasa konusunda ortaya attığı yeni tezi hiç olmazsa kısmen benimseyecek, ya da anayasanın temel ilkesi olan “milli iradenin tek temsilcisi Büyük Millet Meclisidir” esasına ve meclisteki çoğunluğa dayanarak kavgaya  devam edecekti. Menderes ikinci yolu seçti ve partiler arası çekişme şiddetini artırarak devam etti ve bu defa meclis içindeki kavgalar meclis dışına da taştı. Bu arada Menderes 1957 seçimlerinden sonrada hala halkın desteğini elinde bulundurur gibi gözükse de halkın içinde var olan ve daha önce desteklerini aldığı aydın kitlesinin desteğini yitirmeye başlamıştı. Bunun en önemli sebebi: Menderesin arzu ve isteklerini, yakın mesai arkadaşlarına ve DP milletvekillerine kolayca kabul ettirip
istediği kararların TBMM’de alınmasını sağlıyor ve bu durumda aydınlar arasında Menderes “şahsi” yönetim kurmakla suçlanıyordu.

Tüm bu gelişmelerin üstüne 15 Ocak 1958 günü dokuz subayın hükümet aleyhinde komplo suçuyla tutuklanması, 8 Haziran 1958’de basın yoluyla işlenen
suçların alanını genişleten kanunun çıkarılması, TBMM’de yumruklaşmaya
kadar giden kavgaların devamlı bir hal alması ve meclis iç tüzüğünde milletvekillerinin kürsüdeki konuşmalarının gerektiği takdirde tutanaklara geçirilmemesini sağlayan değişikliğin yapılması gibi tansiyonu yükselten bir dizi olay da eklenince Menderes ve DP hükümeti halk arasında da tartışılır hale gelmişti.

1a-27 Mayıs sürecini başlatan etmenler :

Silahlı kuvvetlerin 27 Mayıs 1960’ta yönetime el koymasıyla sonuçlanan olaylar dizisi aslında bir yıl önce başlamıştı. Bu çalışmada daha öncede belirttiğim gibi olaylı geçen 1957 seçimlerinden sonra şiddetlenen ve mücadeleleri meclis dışına taşan CHP/DP  çekişmesi gittikçe içinden çıkılmaz bir hal almaya başladı. CHP, DP iktidarına karşı sertleşen bir mücadeleye girişti, iktidar ise bu mücadeleyi TBMM dışına taşan şiddet tedbirleriyle karşıladı. CHP lideri İnönü’nün 1959 mayısında çıktığı yurt gezisi, ilk büyük olaylara sebep oldu. Uşak’ta DP’li bir grup, CHP lideri aleyhinde gösteri yaparak onu taşladı. İnönü başından yaralandı.

Üç gün sonra İstanbul’a gelirken Topkapı’da benzer bir gösteriyle karşılandı ve muhtemel bir suikasta uğramaktan askeri birliklerin müdahalesi sayesinde kurtuldu. Bu olaylarla birlikte basına karşı olan tedbirlerde sertleşiyordu.

Gazeteler, konan yayın yasakları yüzünden olaylardan bahsedemiyor, muhalefet yapan gazete ve dergiler kapatılıyor, gazeteciler hapse atılıyordu. 
Bu arada iktisadi güçlüklerde artmıştı, DP iktidarının son dönemlerinde her zamandan daha çok ihtiyaç duyduğu dış kredileri kendisine vermemekte kararlı davranan ABD ve öteki Batılı devletler, Menderes’in sermaye açığını kapatmak üzere SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istediği ve SSCB’ye bir ziyaret planladığını açıkladığı sırada desteklerini kesin olarak DP’den çekmişlerdi.

   Türkiye’de ise DP muhalifleri, hükümetin popülist politikalarını, herhangi bir hesaba dayanmaksızın yalnızca anti-komünist bir kale olma karşılığında  Batı’dan
durmaksızın kredi akacağı varsayımına dayanmakla suçluyorlardı. Bu arada  yolsuzluk söylentileri de yaygınlaşmaya başlamıştı ki bu da halkın desteğinin, DP ve Menderes aleyhine olarak azalmasının önemli bir nedeniydi. 

1959 yılı da iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler açısından son derece gergin geçmişti. Bu gerginlik 1960'a girildiğinde bir türlü yumuşamak bilmediği gibi daha da sertleşmeye başlamıştı. 7 Nisanda DP Meclis Grubu bir bildiri yayımladı: 

Bildiride, CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı
orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı öne sürüldü. Bu bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı'na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verdi. 

Önerge

18 Nisan’da Mecliste büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yasaya göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının
eylemlerini soruşturacaktı. Muhalefet ve basını soruşturmak için Tahkikat Komisyonu kurulması ülkede geniş yankı yaptı. Üniversite profesörleri, komisyon görevine başlar başlamaz, bu kanunla anayasanın açıkça ihlal edildiğini
bildirdiler. Aynı gün,  Ankara ve İstanbul'da öğrenciler protesto gösterileri düzenlediler. 26 Nisanda İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri baskıları protesto ederken, 28 Nisanda da öğrenciler merkez binada bir toplantı düzenlediler. Güvenlik güçlerinin toplantıya müdahale etmesiyle olay çıktı. Üniversite içinde başlayan çatışma Beyazıt Meydanı'na taştı.

Buradaki çatışmada bir öğrenci, aldığı bir kurşun yarasıyla hayatını kaybetti. Olaylar nedeniyle Ankara ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi ve gece sokağa çıkma yasağı kondu, ancak öğrencilerin gösterileri durmadı.  30
Nisanda İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen protesto gösterileri sırasında bir başka öğrenci hayatını kaybetti. 28-29 Nisan gösterilerinden sonra
bu kez DP yönetimi, 5 Mayıs günü saat 5'te , Ankara'da Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeye karar verdi. Buna göre iktidar partisine mensup gençler, Kızılay Meydanı'nda , Meclisten çıkıp Çankaya 'ya gidecek olan Celal Bayar ve Adnan Menderes'i alkışlayıp destekleyeceklerdi. Ama iktidara karşı olan gençler de plandan haberdar oldular ve 555K (5'inci ayın 5'inci günü saat 5'te Kızılay Meydanı'nda) parolasını geniş bir öğrenci kitlesine duyurdular. 5 Mayıs günü iktidara karşı olan gençler, Kızılay'a akın ederken, iktidarı destekleme amacıyla Kızılay'a gelen DP yanlısı gençler azınlıkta kaldı. Saat 6 civarında meydana gelen Bayar ve Menderes burada çok büyük protestolarla karşılaştı. Hatta bazı
göstericiler Menderes'i tartakladılar. Menderes bir gazetecinin arabasına binerek meydandan güçlükle uzaklaştırıldı. “28-29 Nisan 1960’da başlayıp 27 Mayıs’a kadar hemen her gün sürüp giden ve DP hükümetini yıkan muhalefetin başlıca kitlesel dayanağını oluşturan öğrenci hareketleri büyük ölçüde CHP’li il örgütleri tarafından örgütlenmiş ve üniversitelerin önde gelen profesörleri tarafından
desteklenmişti.”6

Ordu içinde de on yıllık DP iktidarına karşı alt kademelerden başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkça belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan'daki gösteriler sırasındaki öğrenci-ordu dayanışması dikkat çekiciydi. 

Ankara'daki 5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara Kuvvetleri Komutanı, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup göndermiş ve ülkenin içinde bulunduğu bunalımdan çıkış için bazı önerilerde bulunmuştu. 21 Mayısta bu kez
Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclise sunulacağını kamuoyuna duyurdu. 


Ancak bu açıklama darbecileri daha önce almış oldukları yönetime el koyma kararından vazgeçirmedi.

Geniş bir kesim de ordunun yönetime el koymasını sabırsızlıkla bekliyordu. 

2-27 Mayıs ihtilali:

Menderes'in Tahkikat Komisyonunun CHP hakkında verilen önerge hakkındaki çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27 Mayıs 1960'da başkanlığını Orgeneral Cemal Gürselin yaptığı ve Milli Birlik Komitesi adı altında toplanan bir subay  grubu, emirleri altındaki askeri birliklerle birlikte Ankara ve İstanbul'daki bazı önemli yerleri ele geçirdi ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime doğrudan el koyduğunu açıkladı. 

27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır." deniyordu. 

Eskişehir'den dönmekte olan Başbakan Adnan Menderes, Kütahya'ya yolunda tutuklanarak Ankara'ya getirildi. 

Daha sonra Celal Bayar, hükümet üyeleri ve DP'li milletvekilleriyle birlikte İstanbul'a oradan da Yassı ada'ya gönderildi. 

3- 27 Mayıs ihtilali siyasal süreci:

İhtilalden ilk aşaması bittikten sonra, Cemal Gürsel  Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Genel Kurmay başkanlığı görevlerini yüklendi.

   Siyasi partilerle ilişkisi bulunmayan 17 bakandan kurulu ilk hükümet ilan edildi. Başlangıçta müdahaleyi hazırlayan subaylar açığa çıkmak istemediler. Fakat İstanbul’dan getirilen profesörlere hatırlatılan Geçici Anayasanın bir maddesi, bu subaylardan meydana gelebilecek bir komitenin yasama meclisinin görevini yüklenmesini öngörüyordu. 11 Haziran’a kadar devam eden tartışmalar sonunda Milli Birlik komitesini teşkil eden 38 subay belli oldu. Bu 38 subayın bir kısmı yıllar önce kurulan hücrelerin üyesiydiler. Bir kısmı ihtilal hazırlıklarına son günlerde katılmıştı. Buna karşılık gerek müdahalenin gerçekleşmesinde, gerek daha önce yapılan hazırlıklarda önemli roller oynamış bazı subaylar çeşitli sebeplerle MBK’nın dışında kaldılar. MBK üyeleri arasında değişik eğilimler vardı. Bazıları müdahaleye “kardeş kavgasını” önlemek ve demokratik rejimi kurtarmak amacıyla katılmıştı.

Derhal bir kurucu meclisin kurulmasını, yeni bir  Anayasa yapılmasını ve seçimlere gidilerek iktidarın sivil yönetime devrini istiyorlardı. 
Buna karşılık  bir başka grup, siyasetçilerin ülkenin ihtiyaç duyduğu reformları
gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor, iktidarı elde etmişken bu reformları tamamlamayı, sivil yönetime daha sonra geçmeyi uygun buluyordu. 

Bu eğilim farklılaşması bir süre sonra komite içinde sürtüşmelere yol açtı. 

30 Ekim günü, Gürsel yayınladığı resmi bir tebliğde, o güne kadar geciktirilmiş kurucu meclis yasasının hazırlanmasıyla profesör Turhan Feyzioğlu’nu görevlendirdiğini bildirdi.
Bu arada anayasa tasarısını hazırlamakla görevlendirilen bilim komisyonunun da işini bir an önce bitirmesini istedi. Bu olay MBK’deki ayrılıkları önlemedi aksine arttırdı. 13 kasım sabahı Gürsel’in onayı ile köklü reformlar yapılana kadar iktidarın sivillere devredilmesine taraftar olan 14 komite üyesi muhafaza altına alındılar. 

MENDERES’İN İDAMI VE İDAMIN YANKILARI

1-Menderes’in yargılanma süreci (Yassıada duruşmaları)

28 Eylül 1960 günü mahkeme kararıyla DP kapatılarak bir döneme damgasını
vuran siyasal hareketin örgütsel varlığına son verildi. Birkaç hafta sonra da, 14 Ekim 1960’t Yassıada’da  özel olarak kurulan Salim Başol başkanlığındaki Yüksek Adalet Divanı tarafından, Menderes ve öteki DP yöneticilerinin yargılan  ma süreci başladı.

Duruşmalar sırasında dikkat çeken önemli bir nokta vardı ki bu önemli nokta, duruşmaların  daha ilk gününden  Yassıada Mahkemeleri’nin adilliği tartışılır bir hal almıştı:

“Sanıklar, "tabii hâkim ilkesi"ne aykırı özel mahkemede yargılanıyordu. Başta Adnan Menderes olmak üzere DP’lileri mahkûm etmek için Ceza Kanunu değiştirilmiş ve hukuk çiğnenerek geçmişe yürütülmüş, savunma hakkı ihlal edilmiş, doktrin ve içtihada aykırı istisnai karar verilmişti.

Divan Başkanı Başol’un sanıkların konuşmalarına ve savunmalarına karşı tavrı giderek sertleşiyordu. Savunmalar için  tanık ve belge göstermeleri sürekli
olarak reddediliyor, bunun yanı sıra konuşurken sözleri kesiliyor, savunmalarının bağlantısı kopuyordu.”7

2- Menderes’in idamının gerekçeleri:

Adnan Menderes'in ilk yargılandığı dava,  Ayhan Aydan'dan olduğu iddia edilen çocuğunu öldürttüğü hakkındaki Bebek Davası oldu. Daha sonra Menderes, 6 -7
Eylül Olayları Davası, Örtülü Ödenek Davası ve Anayasayı İhlal Davasının da 
açıldığı toplam altı davadan yargılandı. 

16 ay boyunca Yassıada'da kalan Adnan Menderes, hakkında açılan 6 davadan birinde beraat ederken, diğerlerinden mahkum edildi. Yüksek Adalet Divanı Menderes'in de bulunduğu 15 kişiyi idama mahkum etti. Menderes'in
cezası  kararın açıklanmasından bir gün önce intihar girişiminde bulunduğu için
tedavisi tamamlandıktan sonra 17 Eylül'de infaz edildi. 

  Ancak bütün bunlar Adnan Menderes’in idamının yargılandığı mahkeme tarafından öne sürülen gerekçeleriydi. Oysa Menderes’in idamının arkasında subayların, nedeni hala belirsizliğini koruyan öfkesi yatıyordu. Çünkü
subaylar, gerek ihtilal sırasında gerekse Yassıada duruşmaları sırasında basının da desteği ile halka ve çeşitli yollardan mahkeme başkanına, Menderes hakkında çıkması zayıf olmakla beraber muhtemel bir beraat kararına ya da affedilme kararına tepkilerini sanki önceden ortaya koyuyorlardı. Bu durum ise Menderes’i bekleyen kaçınılmaz sonu aylar öncesinden kamuoyuna bildirir nitelikteydi. 

2a-Menderesin idamının halk, basın ve aydınlar üzerindeki etkileri:

Adnan menderesin idam kararı ve kararın infazı, o zaman halk arasında fiili olarak hiçbir olumsuz tepkiyle karşılaşmadı. Basında Menderes hakkında
mahkemenin verdiği kararlar doğrultusunda haberler yapılıyor, ve yazılan köşe yazılarının hemen hepsi mahkemenin verdiği kararın doğruluğunu savunuyor, belki de istedikleri halde bile Yassıada’daki  mahkemenin etkisinden ve ordunun tepkisinden korktukları için aksi yönde bir eleştiri yapamıyorlardı, bu durum
halk içinde geçerliydi. Halkın içinde de kararlardan hoşnut olmayan büyük bir kesimin varlığı inkar edilemezdi. Bütün bunları, Menderes’in idamından yıllar sonra bile Türk Siyasi Yaşamında hala en çok konuşulan ve tartışılan konu
olması nedeniyle iddia edebiliriz. Aydınlar arasında da önemli bir kesim (darbeye yardım edenler hariç) Menderes’in idamının Demokrasiye indirilmiş bir balta, bir zorunlu mola olduğu görüşünü yıllar sonra açığa vurmuşlardı. 

3-Menderesin idamından sonra şekillenen siyasi ortam:

27 Mayıs ihtilali ile ülke yönetimine el koyan askerî güç, yeni bir anayasa yapmak için "Kurucu Meclis" oluşturdu. Bir yıl içinde hazırlanan yeni anayasa, 9 Temmuz 1961'de halk oyuna sunuldu. Seçmenlerin yüzde 81'inin katıldığı oylamada, yeni anayasa yüzde 61,5 "Evet" oyu ile kabul edildi.

Böylece Türk tarihinde, ilk kez bir kurucu meclis anayasa hazırlamış ve bu anayasa halkoyu ile kabul edilmişti. “1961 Anayasası, uzun ve ayrıntılı bir
metin olmakla beraber tam anlamıyla bir sosyal devlet kurmayı amaçlıyordu.”8
Önemli yenilikler getiriyordu. Millet egemenliğinin "yetkili organlar eliyle kullanılacağı" hükmü ile ılımlı bir kuvvetler ayrılığı prensibi yer aldı. Yasama ve denetim yetkisi TBMM; yürütme Meclisin içinden çıkmakla birlikte ayrı bir organ olarak Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu; yargı yetkisi ise bağımsız mahkemelerce yerine getirilecekti. Önemli değişikliklerden biri de, TBMM'nin "Millet Meclisi" ve "Cumhuriyet Senatosu"ndan oluşan "çift meclisli" bir yapıdan
kurulması idi. Ayrıca, yasaların Anayasaya aykırı olup olmadığını tespit etmek üzere "Anayasa Mahkemesi" kurularak, yargısal denetime ağırlık verildi. Temel hak ve özgürlükler, o güne kadar hiç bir Türk anayasasında görülmemiş biçimde ayrıntılı olarak düzenleniyordu. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmalarına
da sınırlar  konuluyordu. Anayasa, Devlete pek çok sosyal ödevler yüklüyordu. 1961 Anayasası, 1971 yılındaki değişiklikleriyle birlikte 1980'de yapılan ikinci bir askerî darbeye kadar yürürlükte kaldı.

4-Menderesin idamının günümüz demokrasi anlayışına etkileri:

27 Mayıs ihtilali ve ardından Menderes’in idam edilmesi olayları, günümüz Türkiye’sinin demokrasi anlayışına etki eden olayların başında gelmektedir. Çünkü Türk halkı gerçek demokrasiyi ancak bu olayları gördükten  sonra
anlamış ama ne yazık ki hiçbir zaman tümüyle uygulayamamıştır.

Menderes hükümetleri, eleştiri aldıkları icraatlar olan kaldırdıkları Tekke ve Zaviyeler Kanunu, demokrasiyi geliştirememeleri, gelir dağılımındaki dengeyi daha da bozmaları, halkı tembelliğe itecek girişimleri, yargıyı bağımsız
yapamamaları, ülkeyi borç batağına sokmaları ve diğer tüm hataları ve yöneltilen diğer suçlamalar  gibi hata olarak nitelendirilebilecek icraatlarının cezalarını sandıkta almalıydılar. Aynı geçtiğimiz 3 Kasım 2002 seçimlerinde sandığa gömülen liderler ve partiler gibi. Onlar her ne olursa olsun yaptıkları
hataların bedelini sandıkta ödediler. İşte demokrasinin beyazlığı da buradan gelmektedir.

SONUÇ:

1-İhtilalin yorumu:

 Taraflı tarafsız herkesin kabul etmesi gerekir ki; Adnan Menderes ve Hükümetleri,  yargıya müdahalenin hadsafhaya çıktığı,  kendi fikirlerinden olmayanların yargısız infazlara tutulduğu bir dönemde, insanları delilsiz yargıladılar, delilsiz mahkum ettiler,  onların da başına aynı sorun geldi.  

Delil olmadan, yargıya müdahale yapılarak mahkum oldular ve idam edildiler. Mahkemenin ehil olmaması ve o anki gücün müdahalesi ile onlar suçsuz oldukları için değil, mahkeme vazifesini tam olarak yapamadığı ve hukuk devleti
olamadığımız için delilsiz olarak, doğru ve güvenli yargılama yapılmadan asıldılar.

Menderes'in iktidar olması ile iktidardaki yaptıkları arasında çok fark vardır, iktidar mücadelesinde daha fazla demokrasi, bağımsız yargı,  gelir dağılımındaki dengenin sağlanması için gelen, halktan bunları yapmak için oy toplayan Hükümet Yargıyı bağımsız yapamamış, gerçek demokrasiye geçememiş, gelir dağılımındaki dengeyi sağlayamadı. Daha önce de belirttiğim gibi bazıları onu yargılayacağına secim meydanlarında bu görevi halka bıraksa idi, sorunlar daha adil bir biçimde çözülürdü. 

Demokraside halkın yapması gerekeni birileri demokrasiyi korumak adına yaptığından demokrasinin korunmadığı ve gelişmediği görülüyor.

O yüzden Adnan Menderes'in yargılanmasında delilsiz ve yargısız infaza gidilmiş olması onun suçsuz olduğunu göstermez, ancak böyle bir   yargılamada beraat eden kişilerin suçsuz olduğu nasıl söylenemezse, sanık durumuna düşenlerin de gerçek suçlu olduğunu söylemek  mümkün değildir.

Eğer bir ülkede doğru ve güvenli yargılama yoksa, yargıya müdahale eden tüm siyasileri sonunda ayni kader bekliyor, eğer bir lider iktidara  geldiği ilk gün demokrasi ve yargı bağımsızlığı, hakimin ehil olması için çalışmazsa, yargıyı kendi çıkarları için kullanırsa, sonuçta onlar  da bir gün delilsiz yargılanır, yargısız infaza tabi olabilir.

2- Darbeleri Kabullenme:

Türk halkı darbecilere karşı direnmemekle, hemen teslim olmakla, darbecilerin yaptıkları anayasalara onay vermekle de suçlanır. Doğrudur, Menderes idam edildiğinde Türkiye’nin hiçbir yerinden çıt çıkmadı. 

Ama Menderes de darbecilere karşı en ufak bir direnç göstermedi, darbecilerin adaletine sığındı;  Menderes bütün Yassıada mahkemeleri boyunca darbe infazcılarına “Muhterem hakim beyefendi hazretleri”  diye hitap etti. 12 Mart’ta ve 12 Eylül de Süleyman Demirel dağa çıktı da, halk kendisini yalnız mı bıraktı?  

28 Şubat’ta Erbakan ve Çiller’in müdahalecilere hoş görünmek için nasıl yarıştıklarını, “28 Şubat kararları virgülüne kadar uygulanacaktır” diye nasıl çabaladıkları hala akıllarda. Halkımız darbelerden sonra oldu bittiyi kabul etti. Darbeler gelirken  devleti yönetenler hiçbir şey yapmadılar, yapamadılar. Darbeler hepimizin gözü önünde, iktidardaki ve muhalefetteki politikacıların
adeta karşılıklı onayı ile geldiler. 

3-Yorum

27 Mayıs ihtilali ve arkasından Menderes’in idamı ile sonuçlanan süreç, ileride periyodik bir hal alacak, ordunun demokrasiye ve siyasete direkt müdahale lerinin ilkiydi.

   Çalışmamın başında da belirttiğim gibi bütün ülkelerde ordu-siyaset iç içedir ve bu bir gerçektir. Ancak bu durum Türkiye’de farklıdır. Türkiye’de siyaset, ordunun içindedir ve ordu tarafından düzgün gitmediği varsayıldığı zamanlarda, siyaseti ve demokrasiyi  ordu dizginler. Dizginler çünkü varlığını ve ağırlığını belli aralıklarla halka hissettirmelidir. Hissettirmelidir çünkü hissettirmezse 
demokrasinin sürekliliği artar ve alışkanlık yapabilir. Türkiye’de demokrasi kavramı biri büyük diğeri küçük iki kardeşin paylaşamadığı oyuncak gibidir. Burada büyük kardeş ordu, küçük kardeş halktır. Büyük kardeş, bazı zamanlarda küçük kardeşin demokrasiyi kullanmasına izin verir ancak asla sahip olmasına izin vermez ve ne zaman küçük kardeş demokrasiye ihtiyaç duysa bu anda büyük  kardeş ortaya çıkar ve onu kardeşinin elinden alır ve kendi deyimiyle “kardeş kavgasını” engeller. Burada  inkar edilemeyecek en önemli gerçek demokrasinin oyuncak olmaması gerektiğidir.

DİPNOTLAR;

1 Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı?, Remzi Yayıncılık, 1979 İstanbul, sayfa 127
2 Meydan Larousse, 13. Cilt, 1992 İstanbul, sayfa 387
3 Devrimler Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, 1991 İstanbul, sayfa 281
4 Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı?, Remzi Yayıncılık, 1979 İstanbul, sayfa 201
5 Meydan Larousse, 13. Cilt, 1992 İstanbul, sayfa 387
6 Ali Fuat Başgil , 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri , Yağmur Yayınları, 1966 İstanbul, sayfa 287
7 Mithat Perin, Menderes’i Kim Astırdı?, Dünya Yayıncılık, 1995 İstanbul, sayfa 57
8 Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi, 1991 İstanbul, sayfa 220

http://us.geocities.com/begunay/z36.htm

http://tarihtenbirsayfa.blogspot.com/2009/05/menderesi-idaminin-turk-siyasetine.html


****

Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor.,

Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor.,




Prof. Dr. Atilla SANDIKLI,
28 Aralık 2016


Strateji üretebilme kabiliyetinin yetersizliği nedeniyle uygulanan politikalar her geçen gün Türkiye’nin gücünü tüketiyor. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında model ülke olmak ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi sonucu oluşacak güç boşluğunu doldurmak maksadıyla, Müslüman Kardeşler ve Hamas ile işbirliğini geliştiren Türkiye, yumuşak ve sert gücüyle Ortadoğu bölgesinde birincil güç haline geldiğini ileri sürdü. Yakaladığı gelişme trendi sayesinde elde ettiği özgüvenle küresel ve bölgesel güçlere meydan okumalarda bulundu. Stratejik Derinlik kitabındaki öngörüler ve hedefler doğrultusunda bölgeyi şekillendirmek için kendi projelerini geliştirdi ve uygulamaya koydu. Türkiye’nin bu girişimleri diğer bölgesel güçleri ve bölgede çıkarları olan küresel güçleri rahatsız etti. ABD, AB, Rusya, İran, Mısır ile ilişkiler bozuldu. Irak ve Suriye ile gerilim arttı. Türkiye hedef ülke haline geldi.


Özgürlük, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, AB’ye katılım müzakereleri, İslam ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler sayesinde kazanılan yumuşak güç; Gezi Olayları, 6-8 Ekim Kobani kalkışması, iç politikada derinleşen kutuplaşma, çözüm sürecinin çökmesi, ABD ve AB ile yaşanan sorunlar nedeniyle Batıdan uzaklaşma Türkiye’nin yumuşak gücünü tüketmeye başladı.   
Balyoz-Ergenekon davaları ve 15 Temmuz Darbe girişimi Türkiye’nin sert gücüne büyük zararlar verdi. Silahlı Kuvvetlerin komuta kademelerinde ve uzman personel ihtiyacında önemli hassasiyetler oluşturdu. Artan ve kontrolden çıkan terör eylemleri Türk güvenlik güçlerinin teröre angaje olmasına neden oldu.
Bu olumsuz süreçte PKK terör örgütü Irak’ta Sincar bölgesine yerleşti. Haseke Kobani ve Afrin’de kanton yönetimleri oluşturdu. Haseke ve Kobani arasındaki bölgeyi de ele geçirerek iki kantonu birleştirdi. Cerablus ile Mare arasındaki bölgeyi de ele geçirerek Afrin kantonuyla da birleşmeyi hedefledi. Bu sayede Irak’ta Sincar bölgesi dahil Suriye’nin kuzeyinde bir PKK devleti oluşturulacaktı. Cerablus’a yönelik girişimlere Türkiye büyük tepki gösterince ve fiili müdahalede bulununca güneyde Mümbiç ele geçirildi. PKK’nın bütün bu girişimleri ABD tarafından bölgesel güvenlik ortamı şekillendirilerek, eğitim ve lojistik destek sağlanarak, özel harekât timleri ve hava kuvvetleriyle desteklendi.

   Esad yönetimi Rusya, İran ve Hizbullah ile işbirliği yaparak Halep’e saldırdı ve muhalif güçlerin Halep’i terk etmesini sağladı. IŞİD’ten sonra El Nusra ve bağlantılı örgütler de terör örgütleri olarak onandı. Terörle mücadele edilecek örgütler kapsamına dahil edildi.

Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye kendisine yönelik en tehlikeli girişim olan Suriye’nin kuzeyindeki kantonların birleştirilmesini önlemek ve bu bölgede güvenli bölge oluşturmak maksadıyla Fırat Kalkanı Harekâtını başlattı. Cerablus Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarılı bir operasyonu ile IŞİD’ten temizlendi. Operasyon kısa sürede Mare bölgesine ulaştı. Harekât El Bab’a yönelince iki önemli gelişme yaşandı. ABD, Rakka'ya yönelik harekâtı erteledi. IŞİD’e karşı hemen hemen hiçbir hava harekâtı yapmadı. Adeta El Bab’ın Rakka bölgesinde bulunan IŞİD güçleriyle takviye edilmesi için uygun ortam sağlandı.
Aynı anda Esad bütün gücüyle Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle Halep’e saldırdı. Muhaliflerin bu bölgedeki IŞİD güçlerine yönelik baskısı ortadan kalktı. IŞİD’in El Bab’ı takviye etmesi ve direnişini güçlendirmesi için adeta güvenlik ortamı özellikle şekillendirildi.

ABD ve bölgedeki diğer güçler neden IŞİD’e karşı operasyonları birden bire durdurdu ve Türkiye’deki terör eylemleri hızla arttı? Açıklanan gelişmeler çerçevesinde bu soruya verilebilecek en doğru cevap: “Türkiye’nin yumuşak gücünden sonra sert gücünün de hedef alındığı ve tüketilmeye çalışıldığıdır.”
Siyaset tarafından uluslararası ilişkiler ortamı ve harekât ortamı uygun olarak şekillendirilmeden; güç, çıkar ve politika etkileşiminde erişilemeyecek hayalci hedefler doğrultusunda Türkiye sert gücünü fütursuzca kullanmaya devam ederse daha da yıpranacaktır. Yumuşak gücünden sonra sert gücünü de tüketme durumuyla karşı karşıya gelebilecektir. Bu da Türkiye’yi hedef alan ülkelerin düşmanca girişimlerinin daha da artmasına neden olabilir.

Gücün muhafazası ve caydırıcı olması önemlidir. Eğer güç İttihat Terakki dönemindeki gibi fütursuzca kullanılır, Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi tüketilirse Sevr Anlaşması gibi durumlarla karşı karşıya kalınabilir.


http://www.bilgesam.org/incele/2568/-turkiye-nin-gucu-tuketilmeye-calisiliyor/#.XjPQrjIzYps

***

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiyenin Konumu,

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiyenin Konumu,



Süleyman ŞENSOY 
25 Eki 2010 

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiye’nin Konumu
Röportaj

    1990’lara kadar, hepimizin bildiği gibi iki kutuplu bir dünya sistemi hüküm sürmekteydi ve Türkiye bu sistemde Batı Bloğunu tercih etmişti. Büyük oyuncuların ne yaptığına göre de herkes kendine bir rol biçmekteydi ve büyük oyuncuların dışındakilerin yapabilecekleri oldukça sınırlıydı....

1990’lara kadar, hepimizin bildiği gibi iki kutuplu bir dünya sistemi hüküm sürmekteydi ve Türkiye bu sistemde Batı Bloğunu tercih etmişti. Büyük oyuncuların ne yaptığına göre de herkes kendine bir rol biçmekteydi ve büyük oyuncuların dışındakilerin yapabilecekleri oldukça sınırlıydı.

1990’lardan sonra, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin tek süper güç olduğu düşünülmeye başlanmışsa da özellikle 11 Eylül 2001’den sonra bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır. 11 Eylül olayları dünyada çok boyutlu bir sistemin şekillenmekte olduğunu ve yeni güç dengelerinin kurulmakta olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde ABD ve AB dışında Rusya, Çin, Hindistan ve Rusya gibi teknoloji ve insan kaynağı olarak benzer donanımlara sahip güçlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ayrıca Brezilya, Türkiye, Meksika gibi bir takım bölgesel güçler de uluslararası alanda kendilerini hissettirmeye başlamışlardır. Bu çok kutupluluk uluslararası ilişkileri çok bilinmeyenli denklem haline getirmiş ve uluslararası alandaki oyuncuları çok boyutlu politikalar geliştirmeye zorlamıştır.

Küreselleşmenin gelişmesiyle birlikte ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılıklar artmıştır. Kendi iç dinamikleri sağlam olan ülkelerde bu bağımlılık görece daha düşüktür. Söz konusu bağımlılıklar pazar paylarını artırma, enerji ve mineral kaynaklardan daha fazla pay alma mücadelelerini ve bölgesel düzeylerde ekonomik ya da stratejik ittifak arayışlarını hızlandırmaktadır.

Küreselleşme sürecinin hızlanmasıyla ile birlikte uluslararası terörizm, örgütlü suçlar, adaletsiz gelir dağılımı, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikleri, demokrasi ve insan hakları ihlalleri, enerji arz güvenliği, etnik ve dinsel çatışmalar, küresel salgın hastalıklar, küresel ısınma, kitle imha silahları v.b. sorunlar uluslararası gündemi daha fazla işgal etmeye başlamış, güvenlik konseptinin yeniden ele alınmasını gerektirmiş ve bu durum da ilişkiler ağını biraz daha karmaşık hale getirmiştir.

Küresel ekonomi açısından son dönemde iki nokta ön plana çıkmaktadır: İlk olarak, dünya ekonomisi aç gözlülükle yapılan büyük hataları artık taşıyamaz hale gelmiştir. İkincisi ise, dünyadaki iktisadi pasta hızla Doğu’ya doğru kaymaktadır. Doğuda yükselen güçlerin iktisadi anlayışlarındaki ve uygulamalarındaki farklılıklar durumu daha da karmaşıklaşmaktadır. Doğu’daki ekonomik güçler ekonomik gelişmelerini ivme kaybetmeksizin agresif olarak sürdürmeye çalışırlarken, Batılı ekonomiler küresel alanda sahip oldukları ekonomik mevzileri koruma arayışındadırlar. Dünya ekonomisinin geleceği ile ilgili analizlerden anlaşılacağı üzere, 21. yüzyılın önemli finans, mal ve bilgi akışı ABD-Avrupa-Asya üçgeni üzerinde yoğunlaşacaktır. 4,5 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğü ile Latin Amerika Karayipler ve 53 ülkenin bulunduğu Afrika ise ekonomik fırsat alanı olarak çok boyutlu güç sistematiğinde büyük bir rekabete sahne olmaktadır. Genelde Avrupa’nın ve özelde AB’nin ekonomik alan temelinde küresel bir güç olarak diğer bölgelerle rekabet edebilmek için giriştiği mücadelenin ana güzergâhlarından birisi olan Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi bölgelere yönelik kısa-orta ve uzun vadeli planlamaları beraberinde getirmekte ve bu bölgelere dönük özgün stratejik politikalar geliştirmeyi mecbur kılmaktadır.

Bu çok boyutlu güç sistematiği ve insan kaynağına dayanan yine çok boyutlu rekabet içerisinde her dönem çok güçlü olan ama 10 yıldır çok daha güçlü ve stratejik hale gelen bir kavram ön plana çıkmıştır: Kamu diplomasisi. Artık uluslararası ilişkilerde devletlerin belirleyici rolü devam etmekle birlikte iş dünyasına bağlı örgütler, sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, üniversiteler, sportif veya kültürel kurumlar dışişleri bakanlıklarının ve hükümetlerin aldıkları siyasi kararları destekleyici ve hızlandırıcı adeta zemini inşa eden işlevler üstlenmektedirler. Ulusal, bölgesel ve küresel kuruluşlar aracılığıyla kamu diplomasisini daha etkin olarak kullanmak önümüzdeki dönem açısından büyük önem kazanmıştır.

Türkiye çok güçlü geçmişi ve devlet geleneği olan birkaç ülkeden birisi olması itibarıyla kendi bulunduğu coğrafya içerisinde hem jeostratejik hem de medeniyet perspektifi olarak çok önemli bir konum işgal etmektedir. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu bölgeleri ile doğal coğrafi, ekonomik, kültürel bağlara sahip olan Türkiye yaklaşık 200 yıldır sürdürmekte olduğu batı tecrübesi de göz önünde bulundurulduğunda Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları ile doğrudan ve özgün ilişkiler ağına sahip belki de tek ülke konumundadır.

Türkiye son dönemde filizlenmekte olan çok kutuplu uluslararası sistemle paralel olarak çok boyutlu dış politika izlemeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Bazı Asya -Afrika ülkeleri ve Ortadoğu ülkeleri ile ani bir canlanma yaşandığı görülmektedir. Çok kutupluluk rekabetin çok fazla arttığı sofistike bir dönemi peşinden getirmektedir. Türkiye son on yıldan fazla bir süredir, dünyada dengelerin değiştiğini görmüş durumdadır. Önümüzdeki yıllarda yapılacak olan tercihler, yatırımlar ve insan kaynağı konusundaki kazanımlar, yüzyılın kalanında Türkiye’nin nasıl bir konum kazanacağı konusunda belirleyici olacaktır. Son iki yüzyıllık içe kapanma Türkiye’de aşılması gereken çok sayıda “zihinsel eşik” inşa etmiştir. Hem kurumsal hem de sosyal olarak bu zihinsel eşiklerin sağlıklı geçilmesi ancak aynı misyonu ve vizyonu benimseyen sofistike insan kaynağı ile mümkün olacaktır.

Girmiş olduğumuz bu dönemde Türkiye, Soğuk Savaş koşullarının dayattığı kendi içinde donuklaşmış ve sürekli denge politikaları izleyen bir ülke konumundan uzaklaşmak ve çok boyutlu dış politikanın gereklilikleri doğrultusunda kendi gelişimini, yakın kuşağından başlamak üzere Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da, Orta Asya’da, Asya’nın diğer bölgelerinde, Latin Amerika ve Karayipler’de, yani Batı Avrupa ve ABD dışındaki bölgelerde de kademeli olarak güçlendirmek durumundadır. Bu çerçevede Türkiye kendi gücünün sınırlarını da çok iyi belirlemeli ve elindeki imkanları optimum verim alacak şekilde kullanmalıdır. İçinde yaşadığımız yüzyılda uluslararası ilişkilerin çok kutuplu bir dünya düzeni çerçevesinde işleyeceğini kabul edersek, Türkiye’nin hem iç hem de dış dinamiklerinin, bu dengelerin değişimine paralel biçimde oluşan tabloya iyi uyum sağlayacağı ön görülebilir. Eğer Türkiye bu iç ve dış dinamikleri doğru okuyamaz ve enerjisini kendi içindeki gerilim ve kırılma alanlarında tüketecek olursa, uluslararası güç dengelerinin değişmesi halinde yeni ortaya çıkan güçlerin etkisi altında kalabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin saygın, etkin bir devlet olarak gücünü artırabilmesi ve uluslararası alanda kendine yakışan bir konum elde edebilmesi için iç dinamikleri ile uluslararası konumu arasında anlamlı bir bütünlük oluşturması ve sağlam bir duruş sahibi olması gerekmektedir. Bunu sağlayacak en temel unsurlar ise, ekonomi ve kültürdür. Sermaye birikiminin oluşması ve çalışma çağındaki 49 milyon beş yüz bin kişiye istihdam sağlanabilmesi için ihracat ekonomisi olmak ve öncelikleri iyi belirlenmiş çok boyutlu politika izlemek zorundayız. Yine engin medeniyet tecrübesine sahip olduğumuz kültürel değerleri yaşanılarak temsil edilen bir hayat tarzına dönüştürebilirsek Türkiye’yi dünyanın cazibe merkezi olarak inşa etmemiz mümkün olacaktır.

Bir ülkenin uluslararası alanda gücünü pekiştirebilmesi ve güç olabilmesi için 7 parametreden söz etmek mümkündür. Birincisi, dış ticaret açığı vermemesi, ikincisi bütçe açığı vermemesi, üçüncüsü, borçlanma oranının GSMH’nın %25’ini mümkünse geçmemesi, dördüncüsü yüksek teknoloji ürün gamına sahip olması, beşincisi barışçıl amaçlarla nükleer teknolojiye sahip olması, altıncısı savunma sanayinin kendine yeterli olması, mümkünse ihracat yapabilme durumunda olması, yedincisi ise kişi başına düşen milli gelirin gelişmiş dünya ekonomilerine yakın bir durumda olması ve milli gelirini adaletli bir şekilde kendi halkına dağıtabilecek kapasiteye sahip olması. Bu hem ülkemiz, hem başka ülkeler için bir değerlendirme vasıtası olabilir. Biz bu yedi parametrenin ne kadarında sağlamsak, o kadarında bölgesel gücüz, ne kadar eksiğimiz varsa, o kadar gitmemiz gereken yol var; sessiz ve gereksiz gürültülerden uzak olarak… “Türkiye’nin bu parametreleri kazanması gerekiyor ve bu kazanım sürecini de ısrarlı bir şekilde ve toplumsal katılımla sağlaması gerekiyor. Çünkü Doğu geleneğinde çok başarılı yönetimlere ya da liderlere olan güven ve ihtiyaç, çoğu zaman aleyhte sonuçlanıyor. Başarılı bir yönetici, parti, hükümet toplumsal katılımı sağlamadan belli bir ilerleme kaydetmiş olsa da, halk katılımı olmadığı için ondan sonra gelen ve söz konusu sinerjiyi paylaşmayan bir başka yönetici ya da yönetim tarafından bu kazanımlar bir süre sonra kaybedilebiliyor. Türkiye’nin yakın tarihi bu anlamda birçok örnekle dolu.”

Türkiye, eğer saydığımız yedi noktada güçlenir çok boyutlu bir dış politika anlayışı geliştirebilirse, küresel sorunlarda da sözü dinlenen hatırı sayılır bölgesel bir güç haline gelebilir. Türkiye’nin bu çok boyutlu güç sistematiği oluşurken dünyanın diğer bölgeleriyle ilgili önceliklerini doğru sıralaması gerekir. Avrupa Birliği üyeliği bizim için bir devlet politikasıdır ve birinci önceliktir. Aslında hiçbir ülkenin çok kutuplu şekillenen dünya sistematiği içinde tek boyutlu politika yapmak gibi bir lüksü yoktur; bu intiharla eş anlamlıdır. Türkiye’nin sadece AB merkezli bir dış politika izlemesi, orta ve uzun vadede Türkiye’nin intiharı demektir ve hiçbir ülke bu riski almaz.

Türkiye dış politikasındaki öncelik sıralamasını sağlıklı bir biçimde tespit etmeli ve bunun için sürdürülebilir bir uygulama zemini oluşturmalıdır. Türkiye son dönemde bu anlamda epey mesafe almıştır. 

Ama bu amacın gerçekleştirilebilmesi için kurumsal altyapı ile ilgili eksikliklerin giderilmesi, hem sivil hem resmi, bütün kanalların etkin olarak çalışması gerekmektedir. Türkiye, 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde geçmişin klasik anlayışını bir tarafa bırakarak siyasetçilerine, iş adamlarına, akademisyenlerine, sanatçılarına ve yeni yetişen nesillerine dış dünyaya açılmaları konusunda ciddi destek vermek durumundadır. Kuşkusuz dışa yönelik açılımların gerekliliği kadar yurtdışından içe doğru bir çekim gücü oluşturulması da kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yine Türkiye; tüm bu dönüşüm ve değişim süreci yönetilirken “devlet aklı”nı korumalı ve millet-devlet olmanın parametrelerini hem fiziksek hem de zihinsel olarak güçlendirmelidir.

MÜSİAD Yükselen Değer Türkiye Araştırması Raporu
1. Bölüm; Uluslararası İlişkiler / Dış Politika, s. 109.

İstanbul, Ekim 2010
ISBN 978-605-4383-03-0

https://tasam.org/tr-TR/Icerik/44/degisen_dunya_dengelerinde_turkiyenin_konumu

***

Latin Amerika'da Sonbahar.,

Latin Amerika'da Sonbahar.,




Yazar: Kubilayhan ERMAN 

Giriş 

   Türkiye iç gündeminin hızla değişmesi ve dış politikada genel olarak Ortadoğu ile yakın çevrenin öne çıkması nedeniyle geçtiğimiz sonbaharda Latin Amerika merkezli birçok gelişme Türk basınında çok az yer buldu. Ancak bu gelişmelerin en azından bir kısmı kısa ve uzun vadede küresel etkiler yapabilme potansiyelini barındıran gelişmelerdi. Latin Amerika Kıtası’nın dünyadaki öneminin arttığına dair alışılmış söylemler son süreçteki gelişmeleri yansıtmakta yetersiz kalmakta dır. Zira günümüzde, yeni siyasi ve ekonomik birlikteliklerin ortaya çıkması, kıtalar arası entegrasyon politikaları ve tek merkezli küresel politikalara karşı alternatif projelerin ele alınması gibi Latin Amerika’yı da kapsayan politik yaklaşımların arttığını görüyoruz.

    Latin Amerika dışında ABD, Çin ve Rusya ise başat aktörler olarak yeni sürece etki etme çabalarını sürdürmektedirler. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Brezilya-ABD ilişkilerinde dinleme krizine bağlı olarak ortaya çıkan ani değişim ile Venezuela ve Çin arasında bazı yeni anlaşmaların imzalanması geçtiğimiz sonbaharın iki önemli gelişmesi olarak dikkat çekmektedir. 


    Dinleme Krizi ve Brezilya-ABD İlişkilerinde Gerilim Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff ve bazı üst düzey devlet görevlilerinin telefon görüşmeleri ile elektronik posta iletişimlerinin ABD Ulusal Güvenlik Servisi 
tarafından izlendiği bilgileri eylül ayının başında ortaya çıkmıştır. Ardından Brezilya milli petrol şirketi Petrobras’ın da benzer şekilde takip edildiğine dair kanıtların elde edilmesi üzerine Başkan Dilma Rousseff ABD’den konuya ilişkin bir açıklama istemiştir. Rousseff ayrıca ABD Ulusal Güvenlik Servisi’nin bu tür faaliyetlerini durduracağına dair garanti verilmesini ve ülkesinden özür dilenmesini de talep etmiştir.[1] 

    ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA)’nın eski çalışanı Edward Snowden tarafından dünyanın diğer birçok ülkesinde yürütülen benzer dinleme-izleme faaliyetlerinin ifşa edildiği bir dönemde Brezilya’daki örneği özgün kılan ise Başkan Rousseff’in Ekim ayında ABD’ye yapacağı resmi ziyareti iptal etmesi olmuştur. 

Rousseff’in telefonla görüştüğü Obama tarafından ziyaretin yapılması konusunda ikna edilmeye çalışılması, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin meseleyi görüşmek için Brezilya’ya gitmesi sonuç vermemiş, ABD’nin konuya ilişkin yaptığı resmi açıklama ise Brezilya yönetimi tarafından tatminkâr bulunmamıştır. Rousseff yönetiminin gösterdiği bu tepkinin, özellikle gelişmekte olan ülkelerde 
Brezilya’nın yükselişini kullanarak Çin’in nüfuzunu sınırlandırmaya çalışan ABD açısından olumsuz sonuçlar doğurması söz konusudur.[2] 

   Zira Rusya’nın Edward Snowden’e kapılarını açması ve Suriye krizinin çözümünde belirleyici aktör olarak öne çıkması gibi ABD aleyhine gelişen sürece Brezilya’daki dinleme iddialarının neden olduğu gelişmelerin eklenmesi ABD’nin dünya genelindeki nüfuzunun değişmeye başladığına dair yeni bir işaret olmuştur.[3] 

   Bir Devlet başkanının başka bir ülkeye yapacağı resmi ziyaretin iptal edilmesi nin devletler arası ilişkilerde sembolik anlamları vardır. Ancak tepkinin sembolik olması onun öneminin düşük ve yansımalarının az olacağı anlamına gelmemekte dir. Aksine Brezilya örneğinde, iptal edilen ziyaretin 1995 yılından beri 
ABD’ye yapılacak ilk devlet başkanı ziyareti olması, Dilma Roussef yönetimi tarafından gösterilen tepkinin ciddiyetine işaret etmektedir. Belki de ABD’de ilk defa bir devlet başkanı ziyaretinin resmi akşam yemeği ilan edilmesinin ardından iptal edilmiştir. Rousseff döneminin başladığı 2011 yılından beri iyileşme
kaydeden Brezilya-ABD ilişkilerinin içinde bulunulan süreçte ciddi yara aldığı ortadadır. Bu gelişme iki ülke arasındaki yakınlaşmayı olumsuz etkileyecektir. ABD Ulusal Güvenlik Servisi odaklı dinleme iddialarından kaynaklanan etkilerin sadece Brezilya ile sınırlı kalmayacağı da açıktır. Bu gelişme, Latin Amerika’da geçmişten bugüne ABD’ye karşı beslenen güvensizlik hislerinin artmasına da neden olacaktır.[4] 

   Dolayısıyla önümüzdeki süreçte ABD’nin kıta ile ilişkilerini düzeltmek için daha fazla diplomatik çaba göstermesi gerekecektir. 

Öte yandan, ABD ziyaretinin dinleme skandalı nedeniyle iptal edilmesi Dilma Rousseff’in siyasi geleceğine olumlu katkı yapan bir adım olmuştur. Rousseff bu aşamada hem bölgesel bir lider olarak öne çıkarken hem de ülkesinde kendisine yönelik destek artmıştır.[5] Rousseff’in böyle bir kararı almış olmasının yanı 
sıra ABD’ye karşı benimsediği politik tutumu sürdürmesi durumunda 2015 yılında yapılacak başkanlık seçimlerinde Brezilya’da artan orta sınıftan daha fazla destek alacağı değerlendirilmeye başlamıştır. Orta sınıfın Brezilya’da gelecek seçim sonuçlarını belirleyeceği dikkate alındığında[6] Dilma Roussef’in daha 
şimdiden ülkesindeki siyasi rakiplerine karşı önemli bir üstünlük elde ettiğini söylemek mümkündür. 

Brezilya ve ABD arasında dinleme iddiaları nedeniyle ortaya çıkan diplomatik krizin, sadece Brezilya tarafının kararına bağlı olarak resmi devlet ziyaretinin iptal edilmesi ile bitmeyeceği aşikârdır. Bu süreçte iki ülke arasındaki ekonomik-ticari ilişkilerin de ciddi şekilde etkileneceği beklenmektedir. Zira bunun ilk 
işareti Brezilya hükümeti tarafından yine eylül ayı içerinde verilmiştir. Dinleme iddialarının ortaya çıkmasından önce Brezilya Hava Kuvvetleri uçak filosunun yenilenmesi kapsamında ABD merkezli faaliyet gösteren Boeing firması tarafından 36 adet dördüncü nesil FX-2 savaş uçağının 4 milyar ABD doları 
karşılığında Brezilya’ya satılmasına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. 

   Ancak Dilma Rousseff eylül ayında FX-2 uçakları alımının 2015 yılında yapılacak başkanlık seçimleri sonrasına bırakıldığını açıklamıştır. Bu karar ise başta Rusya olmak üzere diğer bazı ülkeleri Brezilya’ya uçak satışı konusunda 
cesaretlendirmiştir.[7] 

Dilma Rousseff yönetiminin ABD Ulusal Güvenlik Servisi’nin izleme faaliyetlerine karşı diğer bir tepkisi de başta Google, Facebook ve Twitter olmak üzere internet şirketlerinin Brezilya’daki kullanıcılardan elde ettikleri bilgilerin bu ülkede depolanmasını sağlayacak bir yasa çıkarılması yönünde çalışmalara 
başlaması olmuştur. Brezilya’nın internet güvenliği konusundaki diğer bir girişimi de 2014 yılı Nisan ayında Rio’da “casusluğa karşı internet gizliliği” konulu bir konferansa ev sahipliği yapacak olmasıdır.[8] 

Brezilya ayrıca Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika ile birlikte BRICS yapısı bünyesinde sürdürülen ABD’den bağımsız alternatif bir internet ağı oluşturulması projesi içerisinde de yer almaktadır. Saniyede 12,8 terabit kapasiteye sahip 34.000 km uzunluğundaki fiber optik kablo vasıtasıyla BRICS ülkelerini 
birbirine bağlamayı amaçlayan bu alternatif iletişim projesinin 2015 yılının ikinci yarısında bitirilmesi amaçlanmıştır.[9] 

Venezuela Devlet Başkanı’nın Çin Ziyareti., 

Latin Amerika’da bu dönemde öne çıkan diğer bir gelişme ise Venezuela Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun Çin’e yaptığı resmi ziyarettir. Özellikle Venezuela’da muhalefetin eleştirileri ve Maduro yönetiminin Çin’e gidişte kullanılacak uçuş güzergahı üzerindeki Porto Rico hava sahasının kullanılması konusunda ABD ile yaşadığı polemik ardından başlayan ziyaret Venezuela ve Çin arasında bazı önemli anlaşmaların imzalanmasıyla sonuçlanmıştır. 

Devlet Başkanı ve heyetini Çin’e götürecek uçağın Porto Rico hava sahasından geçişinin ABD tarafından engellendiği iddiaları çerçevesinde Venezuela ve ABD arasında yaşanan diplomatik çekişmenin ardından Nicolás Maduro 20 Eylül sabahı Pekin’e gelmişti. Ancak Venezuela’daki muhalefet bir yandan Maduro’nun “dolarları bitirdiği için Çin’e gittiği” söylemini kullanarak hem ülke ekonomisinin içinde bulunduğu kötü durumu hem de bu ziyareti eleştirirken diğer yandan Venezuela devlet başkanlığına ait Airbus tipi uçak yerine Cubana Hava Yollarına ait bir uçakla ve daha fazla masrafla Çin’e gidilmesi çerçevesinde yeni bir tartışma başlatmıştı.[10]

Pekin’de 21-22 Eylül 2013’te gerçekleştirilen görüşmeler ve 12. Üst Düzey Karma Komisyonu çalışmaları sonucunda Venezuela ve Çin arasında finans sağlanması, eğitim ve kültür, vize süreleri, bilim ve teknoloji, inovasyon, uydu sistemlerinde kullanılacak bilgi ve parça değişimi, telekomünikasyon, madencilik ve petrol, her iki ülkede fakirliğin azaltılması, tarım, inşaat ve altyapı gibi alanlarda yirmi yedi yeni anlaşma imzalanmıştır.[11] 

Böylelikle Venezuela yönetiminin konut, tarım sektörü, sanayi, ulaştırma, elektrik ve madencilik, bilim, sağlık ve teknoloji alanlarında kullanmak üzere Çin Kredi Bankası’ndan 5 milyar dolar kredi alabilmesinin yolu açılmıştır. İki ülke arasındaki stratejik ittifakın güçlendirilmesine yönelik açıklamalara fırsat olan bu ziyaret sonucunda Çin’in Venezuela’da 20 milyar dolarlık yatırım yapması da 
karara bağlanmıştır.[12]

Venezuela Devlet Başkanı’nın Çin ziyareti farklı kesimlerde değişik değerlen dirmelere yol açmıştır. Venezuela’nın artan ekonomik sorunlarına kaynak sağlamak amacıyla sadece Çin’e başvurabileceği, bu ülkenin Venezuela için tek finans kaynağı olduğu kabulünden yola çıkarak yapılan değerlendirmelere göre bahsekonu anlaşmalar sürpriz değildir.[13] 

   Bu ziyaret ve yapılan anlaşmalar her iki taraf için de kazançlı sonuçlar içermektedir. Genel olarak bakıldığında, Venezuela’da sosyal projeler için acil hale gelen kredi ve ekonominin yabancı sermaye ihtiyacı Çin sayesinde önemli ölçüde giderilirken Venezuela da daha fazla petrol sağlayarak Çin’in enerji ihtiyacına çare olacaktır.[14] 

Ancak iki ülke arasında yapılan anlaşmaların Çin’e daha fazla kazanç sağlayacağı değerlendirilmektedir. Venezuela Çin tarafından sağlanan kaynak ile alt yapı ve temel tüketim maddesi ihtiyaçlarını Çin pazarından karşılarken bir yandan da bu ülkeye petrol göndermeye devam edecektir. Çin hem üretimini paraya dönüştürecek hem de enerji sorununa iyi bir çözüm bulacaktır. Böylelikle Venezuela ile gelişen ekonomik ilişkiler Çin’in ülke ekonomisini canlandırmaya katkı sağlayacaktır.[15] 

   Öte yandan Çin’in Latin Amerika’daki her yeni ekonomik girişimi aynı zamanda bu kıtada nüfuzunun artması anlamına gelmektedir. Çin özellikle 2005 yılından sonra bu konuda ciddi mesafeler kaydetmiştir.

Sonuç 

Brezilya ve Venezuela uluslararası alanda izledikleri politikalar nedeniyle Latin Amerika’da öne çıkan iki ülkedir. Yükselen ekonomisi sayesinde uluslararası ekonomik ve politik meselelerde söz sahibi olmaya başlayan Brezilya, ABD Ulusal Güvenlik Servisi merkezli dinleme iddialarına beklenenden daha sert bir 
tepki vermiştir. ABD tarafından etkili ve tatminkâr bir girişimde bulunulmadıkça krizin etkilerinin 2015 yılına kadar süreceği değerlendirilmektedir. Brezilya’nın bu bağlamda ABD ile ekonomik ve politik bakımdan gerilimli bir sürece girmesi Rusya ve Çin gibi diğer küresel aktörlerin kıtadaki girişimlerini cesaretlen direbilecektir. Bu açıdan son olarak Venezuela ile yaptığı anlaşmalarda da olduğu gibi Çin’in gittikçe daha avantajlı bir konuma geldiğini söylemek mümkündür. 
Venezuela Devlet Başkanı Nicolás Maduro’nun Çin’e yaptığı ilk resmi ziyarette imzalanan kredi ve yatırım anlaşmalarının getirileri, ekonomik sorunlar nedeniyle zor günler geçiren Venezuela’nın kısa vadede nefes almasını sağlayacaktır. Öte yandan Venezuela ile yaptığı anlaşmalar Çin’e ticaret ve enerji alanında önemli ekonomik kazançlar getirecektir. Dahası Çin Latin Amerika’daki nüfuzunu artırma anlamında iyi bir adım daha atmış durumdadır. 

KAYNAKLAR;

[1]Brazil and the United States, More in sorrow than anger, 18.09.2013, The Economist, 
http://www.economist.com/blogs/americasview/2013/09/brazil-and-united-states, Erişim Tarihi: 22.11.2013 
[2]Simon ROMERO, Brazil’s Leader Postpones State Visit to Washington Over Spying, 17.09.2013, 
http://www.nytimes.com/2013/09/18/world/americas/brazils-leader-postpones-state-visit-to-us.html?_r=0,   Erişim Tarihi: 22.11.2013 
[3]Carl MeachamWhat Does President Rousseff’s Postponement Mean for the United States? 
http://csis.org/publication/what-does-president-rousseffs-postponement-mean-united-states, Erişim Tarihi: 
23.11.2013 
[4]Dilma Rousseff Cancels U.S. Trips Over Claims Of NSA Spying On Brazil's President, 
18.09.2013, http://www.huffingtonpost.com/2013/09/17/rouseff-cancels-us-trip_n_3941973.html; 
B r a z i l S p u r n s U . S . S t a t e V i s i t I n v i t a t i o n O v e r N S A S p y i n g , 
http://world.time.com/2013/09/17/brazil-spurns-u-s-state-visit-invitation-over-nsa-spying/; 
Taylor Barnes, Guess who's (not) coming to state dinner: Brazil could cancel over NSA, 06. 09. 2013, 
http://www.csmonitor.com/layout/set/r14/World/Americas/2013/0906/Guess-who-s-not-coming-to-state-din 
ner-Brazil-could-cancel-over-NSA, Erişim Tarihi: 23.11.2013 
[5]Carl Meacham, The Non-State Visit: What's Next for U.S.-Brazil Relations?, 22.10.2013, 
http://csis.org/publication/non-state-visit-what-next-us-brazil-relations, Erişim Tarihi: 23.11.2013 
[6]Paulo Sotero, While only a postponement, Dilma can come out winning twice, 09/18/2013, 
http://brazilportal.wordpress.com/2013/09/18/while-only-a-postponement-dilma-can-come-out-winning-twice/, 23.11.2013 
[7]Carl Meacham, The Non-State Visit: What's Next for U.S.-Brazil Relations?, 22.10.2013, 
http://csis.org/publication/non-state-visit-what-next-us-brazil-relations, Erişim Tarihi: 23.11.2013 
[8]Estaban Israel, Anthony Boadle, Brazil to insist on local Internet data storage after U.S. spying, 
28.10.2013, http://www.reuters.com/article/2013/10/28/net-us-brazil-internet-idUSBRE99R10Q20131028,   Erişim tarihi: 24.11.2013 
[9] www.bricscable.com/network/; BRICS crea su propia Internet alternativa, 23.09.2013, 
http://www.urgente24.com/219008-brics-crea-su-propia-internet-alternativa, 23.11.2013 
[10]Alejandro Rodríguez Rodríguez, Visita de Maduro a China: Una nueva victoria de la diplomacia 
v e n e z o l a n a , 2 4 . 0 9 . 2 0 1 3 , 
http://www.cubadebate.cu/opinion/2013/09/24/visita-de-maduro-a-china-una-nueva-victoria-de-la-diplomacia-venezolana/;   
Jairo Márquez Lugo (Redactor), Maduro a China en Cubana de Aviación: ¿dónde está el avión presidencial ? 20.09.2013, 
http://entresocios.net/ciudadanos/maduro-a-china-en-cubana-de-aviacion-donde-esta-el-avion-presidencial, Erişim Tarihleri: 21.11.2013 
[ 1 1 ] V e n e z u e l a y C h i n a a f i a n z a n c o o p e r a c i ó n e s t r a t é g i c a , 
http://www.mre.gov.ve/index.php?option=com_content&view=category&layout=blog&id=387&Itemid=5 
51, Erişim Tarihi: 22.11.2013. 
[12]Venezuela y China firman acuerdos por más de 20.000 millones de dólares, 22.11.2013, 
http://www.eluniversal.com/nacional-y-politica/130922/venezuela-y-china-firman-acuerdos-pormas-
de-20000-millones-de-dolares, Erişim Tarihi: 22.11.2013 
[ 1 3 ] J u a n N a g e l , V e n e z u e l a ' s M a n c h u r i a n P r e s i d e n t , 2 6 . 0 9 . 2 0 1 3 , 
http://transitions.foreignpolicy.com/posts/2013/09/26/venezuelas_manchurian_president, Erişim Tarihi: 
22.11.2013 
[14]Riordan Roett Vd., Was Maduro's Recent Trip to China a Success?, 30.09.2013, 
http://www.thedialogue.org/page.cfm?pageID=32&pubID=3394, 22.11.2013 
[ 1 5 ] J u a n N a g e l , V e n e z u e l a ' s M a n c h u r i a n P r e s i d e n t , 2 6 . 0 9 . 2 0 1 3 , 
http://transitions.foreignpolicy.com/posts/2013/09/26/venezuelas_manchurian_president, Erişim Tarihi: 22.11.2013 


06.12.2013 18:10 Tarihinde indirilmiştir


https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/amerika-arastirmalari-merkezi/latin-amerikada-sonbahar