Dörtlü Takrir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dörtlü Takrir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Kasım 2020 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 2

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 2 


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
 



BİRİNCİ BÖLÜM 
1. GİRİŞ 


Türk demokrasi tarihi aynı zamanda onun kesintiye uğrayışının, muhtıra ve 
darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur. Oysaki darbelerle demokrasilerin sekteye 
uğratılması, askıya alınması hatta ortadan kaldırılması demokratik hukuk devletlerinde olmaması gereken bir görüntüdür. Ülke yönetimlerinin demokrasi dışı unsurlarla ele geçirilmesi ve sivil iktidarın yerine ara rejimlerin bir darbe ya da muhtırayla birlikte hâkim kılınmaya çalışılması o ülke demokrasilerinin olgunlaşmasını ve süreklilik arz etmesini her zaman sekteye uğratır. Siyasi tarihimizde neredeyse her on yılda bir gerçekleşen, kimi zaman muhtıra, kimi zaman darbe, kimi zaman da post-modern darbe olarak nitelendirilen, demokrasimizi sekteye uğratan girişimlerin ülkeye verdiği zararları hep birlikte yaşadık ve gördük. 

TSK’nın (Türk Silahlı Kuvvetleri) siyasal yaşamdaki ağırlığının nedenlerini, 
hangi durumlarda siyasal iktidara doğrudan karıştığını, ideolojilerini belirleyen öğeleri ve askeri yönetimlerin sonuçlarını ayrı ayrı incelemek gerekmektedir (Özgan, 2008, s.1). 
Bilindiği üzere Türk demokrasi tarihinde her on yılda bir müdahale olmuş ve sivil hükûmetler iktidardan uzaklaştırılmıştır. Türkiye Cumhuriyet’i tarihinde ilk siyasi müdahale 27 Mayıs 1960 yılında yapılmış, sonrasında dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve iki bakanı idam edilerek demokrasi tarihimizde onulmaz bir yaranın açılmasına sebep olunmuştur. Arkasından ülkedeki anarşi gerekçe gösterilerek 12 Mart 1971 Muhtırası ve nihayetinde toplumda daha büyük travmalara yol açacak 12 Eylül 1980 Askeri darbesi gerçekleşmiştir. Yine 28 Şubat 1997 yılında tarihe post modern darbe olarak geçen bir darbenin yanı sıra 27 Nisan 2007 yılında da e-Muhtıra olarak adlandırılan demokrasiyi tekrardan sekteye uğratma girişimleri ile beraber 3 klasik darbe, bir post-modern darbe ve bir de e-Muhtıra olarak toplamda 5 askeri müdahale yapılmıştır. Bütün bu yapılan darbeler, demokrasimize dönük siyaset dışı müdahaleler daha çok acıya, gözyaşına, demokrasi bilincimizin yaralanmasına neden olmuş, hükümetler cebir, şiddet ya da baskı yoluyla görevden uzaklaştırılmış, millet iradesinin temsil edildiği parlamento fesh edilmiş, demokrasinin vazgeçilmezi sayılan siyasi partilerin uzun süreli siyaset yapmalarının önüne set çekilmiş, her defasında yeni siyasal 
mühendislik projelerine geçit vermek suretiyle partiler arasında da haksız bir rekabete yol açılmıştır. 

Bu darbelerden toplumun her kesimi zarar görmüştür, ancak en çok da 
demokrasinin olmazsa olmazı sayılan siyasi partiler darbelerin, müdahalelerin muhatabı olmuşlar en büyük yarayı da onlar almışlardır. Darbelerle, muhtıralarla siyaset hayatının oluşturduğu ana mecralar kesintiye uğratılmış, siyasi partilerin tecrübeleri yok sayılmış, halkın tercihleri köklü ve tecrübeli siyasi hareketler yerine konjonktürel partilere yönlendirilmiştir. Böyle bir yapısal gelişme demokrasinin vazgeçilmez unsurları olan siyasi partileri etkilemiş, siyasi partilerin halkla kurumsal ilişkilerinin ve halka karşı sorumluluğunun yerine, daha dar alanda kişisel veya grupsal sorumluluklar etkin olmuştur (TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Raporu, 2012). Bu itibarla, Türkiye’de demokrasinin yerleştirilememiş olmasında, söz konusu darbeler nedeniyle olağanüstü yönetim şartlarının halkın üzerinde bir tehdit unsuru gibi konuşlandırıldığı ve bu süreçler içerisinde halkın fikir ve vicdan hürriyeti ile ifade özgürlüğünün kısıtlandığı açıktır (28 Şubat-27 Nisan Raporu, (Komisyon), 2012, s.10). 
Ancak bütün bu yapılanlara rağmen, Türkiye’de, yakın geçmişe kadar, söz konusu darbe süreçleriyle yüzleşilememiş; darbe failleri ve sorumluları ortaya çıkarılama mış ve yargılanamamıştır. Bu nedenle, yapılan her darbe, bir sonraki darbenin tohumlarını ekmiş; 27 Mayıs 1960 darbesi sorgulanamadığı için 12 Mart 1971 darbesi, 1971 darbesi sorgulanamadığı için 12 Eylül 1980 darbesi, 1980 darbesi, sorgulanamadığı için 28 Şubat 1997 süreci yaşanmış, akabinde 2000’li yıllardan itibaren yeni darbe girişimi iddiaları gündeme gelmiştir (Komisyon, 2012, s.12-13). 

Darbe ya da muhtıra bir ülkedeki en örgütlü ve kapsamlı silahlı güç olan ordu 
veya onun desteklediği bir grup eliyle gerçekleştirilir, müdahaleden sonraki düzen de aynı güç tarafından korunur, sürdürülür veya devredilir. Darbe veya müdahaleler sadece ülkelerin sosyolojisiyle oynamaz, tek tek bireylerin psikolojileri üzerinde yaptığı ağır tahribatlarla sonucunda insanları kişiliksizleştirir bu sayede tek tip insan modeli ortaya çıkar. Darbe bir sonuçtur, bütün sonuçlar gibi anların değil süreçlerin ürünüdür. Darbe ya da demokrasiye müdahale söz konusu olduğunda hiçbir kurum, organ ya da kişinin masum olmadığı açıktır. Darbenin zamanı, mekânı ve şartları kadar içinde mayalandığı tarihi müktesebatı da önemlidir. Sosyal hareketleri kavrayabilmek için hangi sosyal, kültürel ve ekonomik laboratuvarda mayalandığı nın bilinmesi şarttır (TBMM, 2012, s.5). 
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihi, aynı zamanda bir askeri darbeler tarihi 
olarak anılmaktadır. 

Cumhuriyetimizin 90. kuruluş yıl dönümünü içersin de Cumhuriyetimizin yaklaşık kırk altı yılı, fiilen, askeri yönetimler, sıkıyönetim ve/veya olağanüstü hal uygulamalarıyla geçmiştir (Üskül, Ankara, s.71). Türkiye’de, 1960 yılından itibaren, neredeyse her on yılda bir darbe gerçekleştirilmiştir. 

Demokrasinin askıya alındığı darbelerde, TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) ve siyasi partiler kapatılmış, millet iradesi hiçe sayılmış, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarıyla toplum baskı altında tutulmuş, başta yaşam hakkı olmak üzere, temel insan hakları çiğnenmiştir. 
Bu itibarla, Türkiye’de demokrasinin yerleştirilememiş olmasında, söz konusu 
darbeler nedeniyle olağanüstü yönetim şartlarının halkın üzerinde bir tehdit unsuru gibi konuşlandırıldığı ve bu süreçler içerisinde halkın fikir ve vicdan hürriyeti ile ifade özgürlüğünün kısıtlandığı açıktır. 
Aslında, Türkiye’deki darbe geleneğinin başlangıcını, çok daha gerilere, 
Osmanlı Devletine kadar uzatmak mümkündür. Bu geleneğin, Osmanlı Devleti’nin 
ardından Türkiye’ye de sirayet ettiği ve günümüze kadar ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır (Komisyon, 2012, s.10). 
Türkiye’de ordunun politikada ki etkinliği Cumhuriyet’le başlamış bir olgu 
değildir. Osmanlı’da ve Osmanlı’dan önce kurulan Türk-İslam Devletlerin de de ordu siyasette belirleyici bir aktör durumundaydı (Söğürtlü, 2000, s.56 ). Orta Asya’da hüküm süren Türk Devletleri’ne kadar geriye gidildiğinde Türklerin düzenli ordulara sahip oldukları görülmektedir. Sırasıyla Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti de dâhil olmak üzere kurulmuş tüm Türk Devletlerinde ordunun yeri daima büyük olmuştur. Selçuklu Devleti’nin kurucuları ve yöneticileri asker oldukları ve o devirlerde asker-sivil ayrımı günümüzdeki anlamıyla olmadığı için, o topraklar üzerinde yaşayan hemen hemen herkes ülke müdafaasında görev almakta, ülkenin kaderini belirleyen siyasi kararları ise askeri elit yöneticiler tarafından alınmaktadır. Çünkü devletin başı aynı zamanda askerin başıdır. Hakanın hem orduyu hem devleti yönetmesi, bu birlikteliğin tarihsel temellerinin Orta Asya’da atıldığını göstermektedir. Osmanlı Devleti de kendisinden önce gelen Türk Devletleri’nin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirmiş ve benimsedikleri disiplin, eğitim gibi temel özellikleri almıştır (Özgan, 2008, s.2). 

Türk milleti darbelere ve muhtıralara oldukça aşina olan bir millettir 
(Aktaş, 2011, s.1).

Tarih boyunca Türk milleti gerek Osmanlı Devlet’i döneminde gerekse 
Cumhuriyet döneminde devlet yönetimine ve demokrasiye müdahalelere şahit olmuştur. 

Özellikle Osmanlı Devlet’i döneminde bazı devlet adamlarının etkin rolleri ve bazı 
isyancıların faaliyetleri sonucunda padişahlar çeşitli sebeplerden ötürü tahtların dan indirilmiş, çeşitli kararların alınması ile padişah değişiklikleri yaşanmış, bununla da kalınmayarak padişahların idam edilmesi yoluna gidilmiştir. Osmanlı Devlet’i döneminde en etkin güç ve konumda bulunan Yeniçeriler zaman zaman isyan faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Devletin askeri gücünü teşkil eden Yeniçeriler zaman zaman gerçekleşen saltanat mücadelelerinde taraf tutmuşlar ve yapılan ıslahatlara karşı ayaklanmışlardır (Aktaş, 2011, s.1). Bu ayaklanma sonucunda padişahlar Yeniçeri askerlerinin isteklerini kabul etmişlerdir. Zamanla daha etkin güç ve konuma gelen Yeniçeriler, II. Mahmut tarafından kaldırılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile devlet siyasi yaşamında daha etkin konuma gelmiş ancak II. Mahmut zamanında “Ayan”lara geniş hak ve imtiyazlar tanınmıştır. Ayanlara tanınan bu geniş hak ve imtiyazlar zaman içerisinde genişletilmiş ve gerekenden fazla ayrıcalık tanınmıştır. 

Gelişen bu olaylarla beraber anayasa ve parlamento istekleri sonucu I. ve II. Meşrutiyet hareketleri etkili oluşmuştur, gelişen olaylar sonrasın da ise Sultan Abdülhamid tahtan indirilmiştir. Bu olaylar sonucunda etkin konumda bulunan askeri bürokrasi Osmanlı yönetimini etkilemiştir. 
Bununla beraber Osmanlı Devlet’i döneminde önemli bir yer tutan Bab-ı Âli Baskını ise darbe olarak nitelendirilebilecek bir olaydır (Aktaş, 2011, s.1). 

23 Ocak 1913 tarihinde Enver Paşa mahiyetindeki bir grup asker Başbakanlığı yani Bab-ı Âli’yi basmış, gelişen olaylar sonucunda Nazım Paşa şehit edilmiş ve Sadrazam Kamil Paşa’da istifaya zorlanmıştır. Yaşanan olaylarla beraber daha sonrasında isyancılar Sultan Mehmed Reşat’a Mahmud Şevket Paşa’nın sadrazam, harbiye nazırı ve başkumandan vekili olmasını sağlayan fermanı imzalatmışlardır (Karpat, 2010, s.30-47). 

Bu yaşanan olaylar ve yapılan baskılar sonucunda iktidar değişikliği yaşanmış ve 
Bab-ı Âli Baskını Osmanlı Tarihine darbe olarak geçmiştir. 
Özellikle silahlı kuvvetlerin, Osmanlı Devleti’nin çözülme döneminden itibaren 
yönetim ve siyasette etkin olduğu ve giderek bu etkili konumunu güçlendirdiği ileri sürülebilir. Osmanlı Devleti’nden bu yana en güçlü ve köklü konum olan ordunun (Ahmad,2007,s.32) 
Cumhuriyet’in kurulmasında etkili olduğu, Atatürkçülük ve Kemalizm düşüncesi etrafında şekillenmiş ve sahip olduğu konum dolayısıyla zaman zaman siyasi müdahalelerde bulunma imkânını elinde tutmuştur. Cumhuriyet dönemi 
resmi olarak 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet’in ilanı ile başlamıştır (Aktaş, 2011, s.1). 

Cumhuriyet’in kurulması ile başlayan ve II. Dünya Savaşının sonlarına kadar ülke 
yönetimi tek partili hükümetler tarafından yönetilmiş ve bu dönemdeki ordu Türk 
milleti için oldukça ayrı bir önem ifade etmiştir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu ’nun kalıntılarından yeni bir devlet ve yeni bir millet yaratan, onu yok olmaktan kurtaran Mustafa Kemal ve silah arkadaşları önderliğindeki Türk ordusudur. Bu nedenle ordu kutsaldır ve birçok alanda da etkin konumdadır (Aktaş, 2011, s.1). Bununla beraber ordu Cumhuriyet’in ilanında önemli bir rol üstlendiği ve Cumhuriyet’i kuran kadroların asker veya asker kökenli olmaları, Cumhuriyetle beraber modernleşme çalışmalarının ilk olarak orduda başlaması ve kurucu ideoloji olarak Atatürkçülük ve Kemalizm’in asli taşıyıcı unsuru ve rejimi koruma görevini daima kendilerinde gören unsurlar askeri bürokrasinin zaman içerisinde özerklik kazanmasını da beraberinde getirmişlerdi. 

I. Dünya Savaşı’nın siyasî sonuçlarından birisi olarak dünyada “Cumhurileşme” 
hareketleri yaşanırken (Aktaş, 2011, s.1), II. Dünya savaşı sonrasında ise “Demokrasi”, “Demokratikleşme” kavramları ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’de tıpkı diğer ülkeler gibi Cumhuriyeti ilan etmiş ve akabinde demokrasiye geçmiş, demokrasiyi kabul etmiştir. Bu gelişen olaylar sonucunda CHP’nin (Cumhuriyet Halk Partisi) dışında birçok siyasi parti kurulmuştur. Tek partili dönem olarak bilinen bu dönemde iki defa çok partili yaşama geçme denemeleri yapılmış ancak başarı sağlanamamıştır. II. Dünya Savaşı sonlarına doğru tekrardan çok partili hayata geçme çalışmaları yapılmış ve birçok siyasi partinin temellerinin atılacağı yeni bir döneme girilmiş idi. Bu dönem içerisinde ilk olarak 18 Temmuz 1945’te Nuri Demirağ öndeliğinde kurulan MKP (Milli Kalkınma Partisi)’dir. Fakat kurulan bu parti gerek İsmet İnönü nezdin de gerekse basında pek fazla rağbet görmemiş, basında birkaç gün yer tutmakla beraber kısa sürede unutulmuştur. Bu gelişmeler sonucunda MKP tarih sayfalarında yerini alırken 7 Ocak 1946’da kurulan ve sonraki dönemlerde adından sıkça söz edeceğimiz, yeni bir dönemin adımlarının atıldığı, Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının daha iyi anlaşılacağı ve Cumhuriyet dönemi Türk siyasi tarihi için bir dönüm noktası oluşturacak olan DP (Demokrat Parti) kurulmuştur (Aktaş, 2011, s.2). 

DP’nin kurulması ile başlayan çok partili dönemde 27 Mayıs 1960’a kadar çok önemli siyasi gelişmeler olmuştur (Öztürk, 2006, s.81) 

CHP’nin içinden gelen Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan tarafından verilen Dörtlü Takrir ile iyice ayrılma ve muhalefetin eşiğine gelen Dörtlü Takrir ’in sahipleri CHP’den istifa ederek 7 Ocak 1946 tarihinde DP’yi kurmuşlardır. DP, devletçilik ve laiklik görüşleri sınırlı bir biçimde CHP’den farklı olmakla beraber CHP’nin altı okunu benimsemiştir (Başgil, 1966, s.46). 21 Temmuz 1946 tarihinde gerçekleştirilen seçimlere fazla hazırlıklı olmayan DP, meclise 65 milletvekili ile girdi. Halk için yeni bir umut oluşturan DP 1950 seçimlerinde % 55 oranında oy alarak iktidara geldi. İlerleyen seçimlerde de başarılarını devam ettirdi. DP iktidarında ki ilk dönemlerde ülkede bir refah artışı yaşandı (Aktaş, 2011, s.2). Özellikle bu dönemde tarımda makineleşmeye 
geçilirken, sanayileşme konusunda önemli adımlar atılmıştır. 

Kore Savaşı sonrasında Türkiye NATO’ya üye olmuş, ABD (Amerika Birleşik Devletleri) ile olan ilişkiler iyice artmış ve halkın refah seviyesi yükselmiştir, gelişen bu olaylar karşısında halk Adnan Menderesi bir kurtarıcı olarak görmüş ve bir çocuk gibi bağrına basmıştır. Ancak bu güzel günler uzun sürmeyecek, ilerleyen yıllarla beraber DP’nin ve Adnan Menderes’in sonunu getirecektir. 1955’li yıllarda marjinal grupların söylem ve tahrikleri ile beraber Rumları hedef kategorisine koyan 6-7 Eylül olayları gerçekleşmiş, ülkede huzursuzluklar başlamış, öğrenci olayları patlak vermiş, üniversitelerde kargaşalar ortaya çıkmış ve bu olaylar artık sokağa dökülmeye başlamış idi. Üniversitelerde ki bu 
olaylar ve öğrenci gösterileri zaman içerisinde artmaya başlamış ve devlet ise bu 
yaşanan olaylar karşısında sert tedbirler alma yoluna gitmiştir. Özellikle bu dönemde Adnan Menderes’in yapmış olduğu faaliyetler ordunun tepkisini çekmiş ve askeri içten içe kızdırmıştır. Özellikle bu dönem içerisinde 1959 yılında Cemal Gürsel Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e ülkenin içinde bulunduğu durumu özetleyen 13 Maddelik bir mektup/bildiri vermiş ve bu yaşanan gelişme ülkede bir “muhtıra” olarak yorumlanmıştır. Bu yaşanan olaylarla beraber artık ülkedeki durum daha da ciddi bir konuma gelmiş, öğrenci olayları daha da artmış, çeşitli üniversiteler de olaylara destek verme yoluna gitmiştir. Yaşanan bütün bu gelişmeler artık “Menderes istifa, yuh!” protestolarını gündeme getirmiş, ülkenin içinde bulunduğu bu dönem 27 Mayıs 1960 tarihinde ordunun yönetime el koyması ve DP’li siyasilerin tutuklanması ile son bulmuştur (Aktaş, 2011, s.3). 
Devlet yönetimine ve siyasi yaşama el koyan ordu Cemal Gürsel önderliğinde 
kısa süre içerisinde teşkilatlanmış ve MBK’i (Milli Birlik Komitesi) kurmuştur. Ordu 
27 Mayıs’ın sadece görünen yüzüdür. Basın, anayasa hukukçuları ve yüksek yargı 
mensuplarının büyük bir kısmı ise, darbenin arkasındaki asıl zinde güçlerdir. Darbeciler yönetimi ele geçirinceye kadar yalnızdır; 27 Mayıs'tan sonra askeriyeyle kent soylu elitler birlikte hareket ederek 27 Mayıs’ın oluşumunda etkin bir rol üstlenmişlerdir (Özgan, 2008, s.25). 
Darbe sonrasında tutuklanan devlet adamlarının yargılanma sürecine 14 Ekim 1960’ta Yassıada Yüksek Adalet Divanı’nda başlanmış, Salim Başol başkanlığındaki Yüksek Adalet Divanı tarafından, Adnan Menderes ve öteki DP’li yöneticilerinin yargılanma (Özgan,2008, s.26) süreci sonucunda duruşmalar 15 Eylül 1961’de sona ermiştir. Duruşmalarda toplam 287 celse gerçekleşmiş ve bu celselerden 5 
tanesi gizli olarak yapılmıştı ve toplamda 502 sanık yer almıştır. DP’lilerin yargılanma sürecine girildiğinde dikkat çeken önemli bir husus göze çarpmıştı ki o da Yassıada Mahkemeleri’nin ‘adilliği’ idi. Kurulan mahkemelerin tarafsız ve bağımsız olmadığı, darbeyi yapanların etkisinde kaldığı, yargılamanın 11.05.1961 tarihli celsesinde Mahkeme Başkanı Salim Başol’un, savunma yapan Milletvekili Samet Ağaoğlu’na hitaben “Niçin, sizi alıp Yassıada’ya tıkan kudret böyle istemiş, onu biz bilemeyiz.” şeklindeki sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a idam cezası verilmişti. Bunlardan Celal Bayar’ın cezası yaş haddinden dolayı müebbet hapse çevrilirken Adnan Menderes ve iki bakanı İmralı’da idam edilmişlerdi. İki bakan 16 Eylül’de sabaha karşı idam edilirken, 15 Eylül’de hap içip intihara kalkıştığı doktor raporu ile tespit edilen Adnan Menderes ise iyileştirildikten sonra 17 Eylül’de İmralı’ya götürülerek, öğlenden sonra idam edilmişti (Aktaş, 2011, s.4). 

Cumhuriyet tarihinin önemli bir dönüm noktasını teşkil eden 27 Mayıs 1960 
Askeri darbesi bir başbakan ve iki bakanın canına mal olmuş ve bundan sonraki dönem “İkinci Cumhuriyet” dönemi olarak anılmaya başlanmıştır. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinde TBMM kapatılarak, darbecilerden oluşan MBK’si idareyi ele almış; darbeciler tarafından hazırlanan 1961 Anayasasına istinaden yürürlüğe konulan 211 sayılı İç Hizmet Kanunuyla, orduya “Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi” verilmiştir. Askeri alanda bunlar yaşanırken, siyaset ve ekonominin tek bir merkezden, (başkent Ankara’dan) “merkezi planlama” prensibi temelinde yönetilebileceği varsayımına dayalı olarak, “iç ve dış siyaseti yönlendirmek” üzere Milli Güvenlik Kurulu; iktisadi kalkınmayı planlamak üzere DPT; (Devlet Planlama Teşkilatı) Anayasal çerçeveyi gözetmek için ise Anayasa Mahkemesi ihdas edilmiştir (Komisyon, 2012, s.11). 

27 Mayıs 1960 Askeri darbesi Türkiye’ de insan hakları ve özgürlükleri açısından büyük bir öneme sahip olan 1961 Anayasa’sını oluşturmuş bu anayasa 12 
Eylül Askeri darbesi ve 1982 Anayasası ile ortadan kalkmıştır. Darbeciler yönetimi 15 Ekim 1961 tarihinde gerçekleştirilen seçimler sonucunda sivillere teslim etmişlerdir. Ancak darbe geleneği yeniden zihinlere kazınmıştır (Aktaş, 2011, s.4). 27 Mayıs 1960 sonrasında ise Türkiye’nin siyasi yaşamına baktığımızda her on yıl da bir darbe ve siyasi müdahaleler ile karşı karşıya kalındığı bilinmektedir. 
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi’nden sonra kapatılan DP’nin yerine onun halefi 
olarak bilinen AP (Adalet Partisi) kurulmuş ve Ekim 1961 seçimlerinde 178 
milletvekilliği ve 70 senatörlükle ikinci sırada yer almıştır (Aktaş, 2011, s.4). 25 
Ekim’de açılan TBMM, 26 Ekim’de Cemal Gürsel’i Cumhurbaşkanı olarak seçmiştir. 
İlerleyen yıllarla beraber AP’nin başına siyasette uzun yıllar etkili olacak ve bir döneme yön verecek olan Süleyman Demirel geçmiş, CHP ise “milli şef” İsmet İnönü ile siyaset yaşamına devam edecektir. Özellikle bu dönem sonrasında oluşan sol düşünce hareketleri, yayın hayatına çeşitli dergiler ve gazeteler sokmaları 12 Mart 1971 Askeri müdahalesinin oluşumunda önemli etkileri olacaktır. Bununla beraber yine ‘İslami kadroların’ faaliyetleri, devlet olanaklarının kullanılması ile iktidarların güçlendirilmesi, 1961 Anayasası’nın getirmiş olduğu hak ve özgürlüklerin başka menfaatler için kullanılması ve en önemlisi de Süleyman Demirel’in “Anayasa bize bol geliyor söylemi” yine bununla beraber anarşi sorunu ve kimlik kökenli sorunlar, ağır ekonomik bunalımlar ve siyasi sorunlar vb. 1970’li yılların başında, “sağ-sol çatışması” bahanesiyle TSK tarafından verilen 12 Mart 1971 Muhtırasıyla, ülke bir kez daha askeri yönetim altına girmiş; 1961 Anayasası’yla kazanılan demokratik hak ve hürriyetlerin 
önemli bir kısmı darbeciler tarafından geri alınmıştır (Komisyon, 2012, s.11). Gelişen bu olaylar beraberinde askeri muhtırayı getirmiştir. Tarihe 12 Mart 1971 Muhtırası olarak geçen bu muhtıra ile asker 27 Mayıs’taki gibi doğrudan yönetime hâkim olmamıştı (Aktaş, 2011, s.5). Ancak baskı ve sindirme yolu ile halka istekler kabul ettirilmiştir. Yaşanan bu muhtıra sonrasında Süleyman Demirel hükümeti istifaya zorlanmış ve partiler üstü oluşan Nihat Erim Başkanlığında hükümet kurulmuş ve yeni bir dönem başlamıştır. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinde olduğu gibi 12 Mart döneminde de yine yürekleri burkan idam cezaları gündeme gelmiş, THKO’nun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) Başkanı ve Lideri olan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan 1972 yılında idam edilmiştir. 


***

31 Ocak 2020 Cuma

MENDERESİ'İN İDAMININ TÜRK SİYASETİNE YANSIMASI

MENDERESİ'İN İDAMININ TÜRK SİYASETİNE YANSIMASI.,





Ziya Gökalp Görentaş

Türkiye, Ordu-Siyaset ilişkisi denildiğinde, genelde Türkiye'de anlaşıldığı anlamı ile ordunun askeri müdahaleler ile siyasal süreci şekillendirdiği ülkeler sıralamasında en önde yer alanlar arasındadır. Cumhuriyet tarihi boyunca TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) , beş kez fiili bir kez ise dolaylı yoldan siyasal yaşama müdahalede bulunmuştur. Bu müdahalelerden 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980’deki müdahaleler fiili darbe niteliği taşımakla beraber başarılı  darbe girişimleri  olurken, kurmay Albay Talat Aydemir’in 22 Şubat 1961 ve 21 Mayıs 1963 tarihindeki girişimleri başarısız darbe girişimleri olarak kalmışlardır. 

Türkiye’de darbe olarak nitelenebilecek ve kamuoyunun  “post modern
darbe” olarak adlandırdığı 28 Şubat 1997’deki MGK (Milli Güvenlik Kurulu)  kararları ise ordunun siyasal  yaşama dolaylı müdahalesidir.

Ancak tüm bunların yanında, ordu-siyaset ilişkisini Türkiye’de anlaşıldığı şekli ile ordunun darbe yapması  çerçevesinde izah edip, “ordu siyasetin dışında kalmalıdır” şeklinde bir tavır sergilemek de pek gerçekçi olmaz.

Kendisi siyasal bir kurum olan ordunun ne Türkiye’de ne de dünyanın başka bir yerinde siyasetin dışında kalması mümkün değildir ve dünyadaki bütün ordular ‘bir şekilde’ siyasetin içindedirler.

Önemli olan da bu “şekil”dir. Çünkü bütün dünya orduları siyasetin içinde yer alırken, yer alış şeklini  ülkenin ve ordunun tarihsel birikimi, sosyal, ekonomik, politik ve kültürel yapısı belirlemektedir. 

Bu bağlamda demokratik rejim ve demokratik kültürün yerleşmişliği ile siyasetçilerin uzak görüşlülüğü ve uzlaşma yeteneği de ordunun yerini belirlemektedir. 

Bu çalışmayı, üzerinde çok konuşulmuş, çok şey yazılmış olan Adnan Menderes’in idamının, Türk siyasi  hayatına yansımaları konusu üzerine bina ederek, bunun yanı sıra Menderes’in hayatını, partisi olan DP (Demokrat
Parti) iktidarını,  27 Mayıs sürecini başlatan etmenleri ve bütün bunların basına yansımalarını tarafsız bir bakış açısıyla, yararlandığım kaynaklar ışığında yansıtmaya çalışacağım.  

ADNAN MENDERES’İN HAYATI , SİYASİ YAŞAMI ve DP’NİN İKTİDARDAKİ YILLARI

1-Adnan Menderes kimdir?

Kimilerine göre Adnan Menderes ülkede sermayenin tabana yayılmasında, çok partili sisteme geçişte görev almış, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük isteyenlerin sesi olarak parlamentoya girmiş önemli bir devlet adamı, kimilerine göre ise her mahallede bir milyoner yaratma iddiaları ile ortaya çıkan,  ülkeye borçla kalkınma modelini  getiren, "Ankara sizin için hiç bir şey vermiyor" diyerek halka, oyun bir bedel karşılığı verilmesini öğreten, tekke  ve zaviyeleri yasaklayan kanunun kaldırılması gibi popülist politikalar peşinde koşan ve iktidar hayatı boyunca yanlış icraatlarda bulunmuş bir politikacı olarak nitelendirilir.

Ancak; devlet adamı kimliğinin dışında, insan olarak Adnan menderes, 1899 yılında Aydın’da doğdu. Babası İzmirli  Katipzade İbrahim Ethem Bey, annesi Aydınlı Hacı Alipaşa zadeler’den Tevfika Hanım’dır.Anne ve babasını küçük
yaşta kaybetti. Onu anneannesi büyüttü. Tahsil hayatına İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde başlayan  Menderes,  Kızılçulu Amerikan Koleji’nde okurken misyonerlerle başı derde girdiği için, çeşitli makamlara müracaat etti.
Müracaat ettiği makamların birinin başında Celal Bayar vardı. Bayar’la böyle tanışmış oldu.


Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Adnan Menderes, Birinci Dünya Savaşı sırasında yedek subay olarak askerliğini yaptı. 

İzmir’in işgalinden sonra iki arkadaşı ile birlikte Ay yıldız Çetesi ile ve daha sonra da Söke’de piyade alay yaveri, Sandıklı süvari bölüğü subayı olarak Milli mücadeleye katıldı. (kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası aldı.).

1 a-Siyasi Hayatı Nasıl Başladı?

Adnan Menderesin siyasi hayatı, Fethi Okyar ve bazı arkadaşları tarafından kurulan (1930) Serbest Cumhuriyet Fırkası  ile başladı. Menderes partinin Aydın teşkilatını kurdu ve il başkanı seçildi. Bu parti dağılınca CHP’ye katıldı, partinin il 
teşkilatını yeniledi ve burada da il başkanıydı. Daha sonra Menderes, CHP Aydın milletvekili olarak (1931) TBMM’ye ilk adımını attı ve 1945 yılına kadar  mecliste komisyon raportörlüğü görevini yürüttü. (bir ara parti müfettişliği görevinde de bulundu.)

1b-Menderes, CHP’den neden koptu?

Adnan Menderes, 1945 yılında Saraçoğlu Hükümeti’nin getirdiği Toprak Kanunu Tasarısı tartışılırken, bu tasarıyı şiddetle reddederek, mecliste’de her fırsatta bu tasarıya yönelik eleştirilerini sürdürdü. 

Kısa bir süre sonra, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü ile birlikte Dörtlü Takriri (önergeyi) imzaladı.  Ana hatlarıyla, vatandaşların siyasi hak ve hürriyetleri ni daha ilk Teşkilat-ı Esasiye kanununun getirdiği genişlikte 
kullanmaları imkanını sağlanmasını isteyen bu önerge, CHP grubunda reddedildi. 

Bu arada Adnan Menderes ve diğer önerge sahipleri, önergeyle paralel görüşleri basına savundular ve bu tutumları parti disiplinine aykırı görülerek, Menderes, Köprülü ve Koraltan, partiden çıkarıldı. Celal Bayar ise önce milletvekilliğinden, 
sonra CHP den istifa etti.

2-DP’nin (Demokrat Parti) kuruluşu ve Gelişimi:

Menderesle başlayan, CHP’deki yaprak dökümü, Demokrat partinin kurulmasıyla sonuçlandı (7 Ocak 1946). 

Bu tarihten itibaren Menderes Türk demokrasi tarihinin belli başlı simalarından biri olarak sivrildi. 1946 seçimlerinde Demokrat partinin meclise getirebildiği 62 milletvekili arasında Kütahya temsilcisi olarak Adnan Menderes’te bulunuyordu.
Menderes, Demokrat partinin kurucularından ve genel idare kurulu üyelerinden biri olarak hem TBMM’de hem bütün memlekette yeni partinin Celal Bayar’dan sonra gelen temsilcisi durumuna geldi. Başta hürriyetler olmak üzere, çeşitli
konularda, mecliste ve memleketin her köşesinde yaptığı konuşmalar kamuoyunda yankılar uyandırdı.

“Menderes’in DP’nin muhalefet devresinde ortaya çıkan hatiplik gücü, siyasi hayatının en önemli silahlarından biriydi.” 1 Demokrat parti içinde daha muhalefet devresinde baş gösteren ayrılıkların çözümlenmesinde de önemli rol oynayan Menderes 14 mayıs 1950 seçimlerinde oyların yarısından fazlasını alarak 416 milletvekili çıkarınca yeni iktidarın başı diye ilk akla gelen isim oldu.


2 - DP iktidarı yılları ve Menderes Hükümetlerinin iç ve dış politika icraatları:


Menderes, 10 yıl süren Demokrat Parti iktidarının tek başbakanıdır. 22 Mayıs 1960’a kadar beş hükümet kurdu. Demokrat partinin ve Menderesin bu on yıllık
iktidarı, son derece önemli icraatların yanı sıra Türkiye’nin iç ve dış siyaset tarihinde önemli adımlar atılan bir devreyi oluşturmuştur.

DP iktidarı sırasında yapılan, ülkenin sosyal ve iktisadi yapısını değiştirmeye
yönelik olumlu icraatları şöyle sıralayabiliriz;


•        Tarım alanlarında hızla modernleşmeye gidilmiş, verim artırıcı faaliyetlerle , kara sabandan makineli tarıma geçilmiştir.


•        Başta şehirler arası karayolu ağı olmak üzere köylere kadar yollar asfaltlanmış ve binlerce köy içme suyuna kavuşturulmuştur. 


•        Limanlar ve barajlar inşa edilmiş, şeker, dokuma ve çimento fabrikaları kurulmuştur. 


•        Özel teşebbüs teşvik edilmiş, büyük şehirlerin gelişmesi desteklenmiştir. 


•        Yurdun çeşitli yerlerinde yeni üniversiteler, yüksekokullar, lise ve ilk okullar açılmıştır. 

Menderes başbakanlığı yılları dış siyaset bakımından da çok hareketli geçti:

Kore savaşına katılma kararı, “(20 Temmuz 1950), NATO’ya giriş (18 Ocak 1952), Türkiye-Yugoslavya-Yunanistan dostluk ve işbirliği antlaşması (28 Şubat 1953), Balkan antlaşması (9 Ağustos 1954), Bağdat Paktı (24 Şubat 1955),
Kıbrıs konusunda Zürich (11Şubat 1959) ve Londra antlaşmaları (, Kıbrıs konusunda Zürich (11 Şubat 1959) ve Londra antlaşmaları (19 Şubat 1959)”2
bunlardan en önemlileridir. Menderes ve hükümetlerinin dış siyaseti, ana prensip olarak batı ittifak bloklarına dayanmak, bunun yanında Balkan devletleri,
Yakın doğu’da İran, Irak, Pakistan arasında huzur ve anlaşma sağlayarak SSCB’nin dış siyasetine karşı denk bir siyaset gütmek diye özetlenebilir. Ancak bu arada Türk başbakanları arasında dünyada en çok tanınanları arasına giren Menderes’in dış siyasetinde de bazı olumsuz neticeler vardı: Kıbrıs meselesinin,
varılmış olan anlaşmalara rağmen askıda kalması, NATO antlaşmasına dayanan ikili antlaşmaların bazı haklı tepkilere yol açması, Bağdat Paktına karşı Arap devletlerinin tepkisi gibi.

Menderes.,

Hükümetlerinin iç siyasetteki durumu, DP’nin iktidara geçtiği ilk günden itibaren çeşitli sebeplerle çok hareketli ve dalgalı oldu. Çok partili sistem, ileri sağdan ileri sola kadar farklı ideolojilerin siyasi alanda teşkilatlanmasına, böylece
su üstüne çıkmasına imkan verdi. “Fikir ve basın hürriyetleri, tek parti yönetiminin baskısından kurtulan her çeşit sosyal görüş ve felsefeye rahat çalışma ve yayılma alanı sağlıyordu. DP’nin hedeflerinden biri de 1924
Anayasasının temel ilkesi olan “kuvvetler birliği”ni yalnız şekil olarak değil,  gerçek anlamıyla uygulamaktı; bir yandan  bu ilkeye karşı, milli irade ve hakimiyeti temsil yetkisini TBMM ile üniversite, Anayasa mahkemesi gibi diğer bazı kuruluşlar arasında  paylaştırmayı öngören tezler ortaya atılıyor, bir yandan Atatürk devrimlerinin tehlikeye girdiği öne sürülüyor ve toplum bir sınıf
kavgası tehlikesinin eşiğinde duruyordu.”3

Kısaca DP’nin iç politikadaki durumunu: “Adnan Menderes ve partisi daha kurulduğu günden itibaren bir ideolojiler çatışmasının içine düşmüştü.” Sözüyle özetleyebiliriz.


27 MAYIS SÜRECİ:

1-DP’ye ve Menderes’e karşı yükselen Muhalefetin nedenleri:




Menderesin hazırladığı hükümet programına ve bazı icraatlarına muhalefet edenler “61’ler grubun”u oluşturdular. Ayrıca bunlar, yolsuzlukları yapan bakanların hakkında  meclis araştırması yapılmasını istiyorlardı.

Diğer bir tartışmada T.C.K 481. devlet memurları statüsüne, milletvekili ve bakanların kabul edilmemesi ve suçlamaların gazetelerce delillerinin sunulmaması kanununa muhalefet edilmişti. Bunlarda “19’lar grubunu”
oluşturuyordu.“19’lar” Menderes Kabinesi iç işleri bakanı Fevzi Lütfü Kara Osmanoğlu’nun başkanlığında DP’den ayrılarak “Hürriyet Partisini” kurdular. 
Bu parti yürümedi ve milletvekillerinden çoğu CHP’ye katıldı.

Bir yandan her sahada girişilmiş kalkınma hareketlerinin, bir yandan birkaç cephede birden açılmış kavgaların idaresinde en büyük görev Adnan Menderes’e düşüyordu. Bu kavgaların 1954 seçimlerine kadar ki ilk tepkileri de, 1951’den itibaren başladı: “DP hükümetinin kendi açısından ilk önemli hatası, kendini
destekleyen Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasıdır.” 4

“(23 Ocak 1953)  .bunun dışında:  “Halk evlerini hazineye intikal ettiren kanun (2 Mayıs 1951), Atatürk’e Saygı kanunu (21 Temmuz 1951), Sosyalist partisinin kapatılışı (18 Haziran 1952), Millet Partisinin kapatılışı (8 Temmuz 1953), profesörlerin partilerde fiili görev almasını engelleyen kanun (21 Temmuz 1953) vicdan hürriyeti kanunu (23 Temmuz 1953), CHP mallarını haczedip, hazineye devreden kanun (14 Aralık 1953).” 5 Menderes hükümeti muhaliflerini artıran ve mevcut muhaliflerin tepkilerini daha da arttıran olaylardır.

1954 seçimlerini 504’e karşı 31 milletvekili ile kazanan DP ülkenin içinde
bulunduğu mali ve iktisadi krizle, 1953 yılında CHP’nin mallarının haciz edilerek hazineye konulması üzerine oluşan muhalefet ve Kıbrıs’la ilgili muhalefet tartışmalarıyla karşılaşıyordu.

1954 seçimleri, iç siyaset alanındaki çekişmelere rağmen, halkın DP iktidarını 1950’ye göre daha fazla tuttuğunu gösterdi. DP ve Menderes için tam bir zafer olarak beliren 1954 seçim sonucunun sebepleri vardı: iktisadi gelişme hızla en büyük şehirlerden köylere kadar yaygınlaşmıştı, DP iktidarı halk kitlelerine daha önceki iktidarların göstermediği bir yakınlık ve ilgi göstermişti, halk kitlelerinde CHP iktidarının kötü hatıraları devam ediyordu. Aydınlar DP iktidarından henüz
şikayetçi değildi. 


1955 yılı iktisadi krizle başladı. Hızlı kalkınma hareketinin sonucu sayılabilecek dış borç yükünün ve enflasyonun ağırlığı birçok şehirde hissedilir oranda arttı. Bu zorluklar bir yandan muhalefete yeni sloganlar sağlarken, bir yandan da DP içinde yeni huzursuzluklar yol açtı. Aydınlar arasında DP’den ve  Menderes’ten şikayetler başladı. Sol ideolojilerin sözcülerine göre demokrat iktidar ve
lideri Menderes, 1946’da başlamış büyük halk hareketini burjuva sınıfı lehine dejenere etmişlerdi ve onlara göre Menderes, burjuvazinin ve büyük toprak ağalarının temsilcisiydi. Bu arada sağ ideoloji temsilcileri de demokrasi iktidarını ve Menderes’i sol’a  taviz vermekle suçladılar. 

   Ayrıca Menderes, aralarında yakın arkadaşlarının da bulunduğu bir kısım demokrat milletvekilleri tarafından da şahsi davranmakla suçlandı.

1955’te 6/7 Eylül olaylarının patlak vermesiyle, İstanbul’da sıkıyönetim ilanının, Menderesin bazı yakın arkadaşları ve eski bakanları tarafından Hürriyet partisinin kurulmasının (19 Kasım 1955), Demokrat parti grubunun Menderes dışında hükümeti istifaya  zorlamasının (29 Kasım 1955), toplantı ve yürüyüşleri kısıtlayan yeni bir kanun çıkarılmasının (27 Haziran 1956), bütün muhalif partilerin “güçbirliği” şeklinde birleşmesinin (4 Eylül 1957) ve nihayet partilerin aday gösterme imkanlarını daraltan ve aday listelerinde değişiklik yapılmasını önleyen yeni bir kanun çıkarılmasının (11 Eylül 1957) yarattığı gergin hava içinde 1954 seçimine oranla önemli bir azalma olmakla beraber DP ertesi seçimi de kazandı (1957). Bu seçimden sonra Demokrat parti ve Menderes, ya CHP’nin anayasa konusunda ortaya attığı yeni tezi hiç olmazsa kısmen benimseyecek, ya da anayasanın temel ilkesi olan “milli iradenin tek temsilcisi Büyük Millet Meclisidir” esasına ve meclisteki çoğunluğa dayanarak kavgaya  devam edecekti. Menderes ikinci yolu seçti ve partiler arası çekişme şiddetini artırarak devam etti ve bu defa meclis içindeki kavgalar meclis dışına da taştı. Bu arada Menderes 1957 seçimlerinden sonrada hala halkın desteğini elinde bulundurur gibi gözükse de halkın içinde var olan ve daha önce desteklerini aldığı aydın kitlesinin desteğini yitirmeye başlamıştı. Bunun en önemli sebebi: Menderesin arzu ve isteklerini, yakın mesai arkadaşlarına ve DP milletvekillerine kolayca kabul ettirip
istediği kararların TBMM’de alınmasını sağlıyor ve bu durumda aydınlar arasında Menderes “şahsi” yönetim kurmakla suçlanıyordu.

Tüm bu gelişmelerin üstüne 15 Ocak 1958 günü dokuz subayın hükümet aleyhinde komplo suçuyla tutuklanması, 8 Haziran 1958’de basın yoluyla işlenen
suçların alanını genişleten kanunun çıkarılması, TBMM’de yumruklaşmaya
kadar giden kavgaların devamlı bir hal alması ve meclis iç tüzüğünde milletvekillerinin kürsüdeki konuşmalarının gerektiği takdirde tutanaklara geçirilmemesini sağlayan değişikliğin yapılması gibi tansiyonu yükselten bir dizi olay da eklenince Menderes ve DP hükümeti halk arasında da tartışılır hale gelmişti.

1a-27 Mayıs sürecini başlatan etmenler :

Silahlı kuvvetlerin 27 Mayıs 1960’ta yönetime el koymasıyla sonuçlanan olaylar dizisi aslında bir yıl önce başlamıştı. Bu çalışmada daha öncede belirttiğim gibi olaylı geçen 1957 seçimlerinden sonra şiddetlenen ve mücadeleleri meclis dışına taşan CHP/DP  çekişmesi gittikçe içinden çıkılmaz bir hal almaya başladı. CHP, DP iktidarına karşı sertleşen bir mücadeleye girişti, iktidar ise bu mücadeleyi TBMM dışına taşan şiddet tedbirleriyle karşıladı. CHP lideri İnönü’nün 1959 mayısında çıktığı yurt gezisi, ilk büyük olaylara sebep oldu. Uşak’ta DP’li bir grup, CHP lideri aleyhinde gösteri yaparak onu taşladı. İnönü başından yaralandı.

Üç gün sonra İstanbul’a gelirken Topkapı’da benzer bir gösteriyle karşılandı ve muhtemel bir suikasta uğramaktan askeri birliklerin müdahalesi sayesinde kurtuldu. Bu olaylarla birlikte basına karşı olan tedbirlerde sertleşiyordu.

Gazeteler, konan yayın yasakları yüzünden olaylardan bahsedemiyor, muhalefet yapan gazete ve dergiler kapatılıyor, gazeteciler hapse atılıyordu. 
Bu arada iktisadi güçlüklerde artmıştı, DP iktidarının son dönemlerinde her zamandan daha çok ihtiyaç duyduğu dış kredileri kendisine vermemekte kararlı davranan ABD ve öteki Batılı devletler, Menderes’in sermaye açığını kapatmak üzere SSCB ve Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istediği ve SSCB’ye bir ziyaret planladığını açıkladığı sırada desteklerini kesin olarak DP’den çekmişlerdi.

   Türkiye’de ise DP muhalifleri, hükümetin popülist politikalarını, herhangi bir hesaba dayanmaksızın yalnızca anti-komünist bir kale olma karşılığında  Batı’dan
durmaksızın kredi akacağı varsayımına dayanmakla suçluyorlardı. Bu arada  yolsuzluk söylentileri de yaygınlaşmaya başlamıştı ki bu da halkın desteğinin, DP ve Menderes aleyhine olarak azalmasının önemli bir nedeniydi. 

1959 yılı da iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler açısından son derece gergin geçmişti. Bu gerginlik 1960'a girildiğinde bir türlü yumuşamak bilmediği gibi daha da sertleşmeye başlamıştı. 7 Nisanda DP Meclis Grubu bir bildiri yayımladı: 

Bildiride, CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı
orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı öne sürüldü. Bu bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı'na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verdi. 

Önerge

18 Nisan’da Mecliste büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yasaya göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının
eylemlerini soruşturacaktı. Muhalefet ve basını soruşturmak için Tahkikat Komisyonu kurulması ülkede geniş yankı yaptı. Üniversite profesörleri, komisyon görevine başlar başlamaz, bu kanunla anayasanın açıkça ihlal edildiğini
bildirdiler. Aynı gün,  Ankara ve İstanbul'da öğrenciler protesto gösterileri düzenlediler. 26 Nisanda İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri baskıları protesto ederken, 28 Nisanda da öğrenciler merkez binada bir toplantı düzenlediler. Güvenlik güçlerinin toplantıya müdahale etmesiyle olay çıktı. Üniversite içinde başlayan çatışma Beyazıt Meydanı'na taştı.

Buradaki çatışmada bir öğrenci, aldığı bir kurşun yarasıyla hayatını kaybetti. Olaylar nedeniyle Ankara ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi ve gece sokağa çıkma yasağı kondu, ancak öğrencilerin gösterileri durmadı.  30
Nisanda İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen protesto gösterileri sırasında bir başka öğrenci hayatını kaybetti. 28-29 Nisan gösterilerinden sonra
bu kez DP yönetimi, 5 Mayıs günü saat 5'te , Ankara'da Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeye karar verdi. Buna göre iktidar partisine mensup gençler, Kızılay Meydanı'nda , Meclisten çıkıp Çankaya 'ya gidecek olan Celal Bayar ve Adnan Menderes'i alkışlayıp destekleyeceklerdi. Ama iktidara karşı olan gençler de plandan haberdar oldular ve 555K (5'inci ayın 5'inci günü saat 5'te Kızılay Meydanı'nda) parolasını geniş bir öğrenci kitlesine duyurdular. 5 Mayıs günü iktidara karşı olan gençler, Kızılay'a akın ederken, iktidarı destekleme amacıyla Kızılay'a gelen DP yanlısı gençler azınlıkta kaldı. Saat 6 civarında meydana gelen Bayar ve Menderes burada çok büyük protestolarla karşılaştı. Hatta bazı
göstericiler Menderes'i tartakladılar. Menderes bir gazetecinin arabasına binerek meydandan güçlükle uzaklaştırıldı. “28-29 Nisan 1960’da başlayıp 27 Mayıs’a kadar hemen her gün sürüp giden ve DP hükümetini yıkan muhalefetin başlıca kitlesel dayanağını oluşturan öğrenci hareketleri büyük ölçüde CHP’li il örgütleri tarafından örgütlenmiş ve üniversitelerin önde gelen profesörleri tarafından
desteklenmişti.”6

Ordu içinde de on yıllık DP iktidarına karşı alt kademelerden başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkça belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan'daki gösteriler sırasındaki öğrenci-ordu dayanışması dikkat çekiciydi. 

Ankara'daki 5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara Kuvvetleri Komutanı, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup göndermiş ve ülkenin içinde bulunduğu bunalımdan çıkış için bazı önerilerde bulunmuştu. 21 Mayısta bu kez
Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclise sunulacağını kamuoyuna duyurdu. 


Ancak bu açıklama darbecileri daha önce almış oldukları yönetime el koyma kararından vazgeçirmedi.

Geniş bir kesim de ordunun yönetime el koymasını sabırsızlıkla bekliyordu. 

2-27 Mayıs ihtilali:

Menderes'in Tahkikat Komisyonunun CHP hakkında verilen önerge hakkındaki çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27 Mayıs 1960'da başkanlığını Orgeneral Cemal Gürselin yaptığı ve Milli Birlik Komitesi adı altında toplanan bir subay  grubu, emirleri altındaki askeri birliklerle birlikte Ankara ve İstanbul'daki bazı önemli yerleri ele geçirdi ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime doğrudan el koyduğunu açıkladı. 

27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır." deniyordu. 

Eskişehir'den dönmekte olan Başbakan Adnan Menderes, Kütahya'ya yolunda tutuklanarak Ankara'ya getirildi. 

Daha sonra Celal Bayar, hükümet üyeleri ve DP'li milletvekilleriyle birlikte İstanbul'a oradan da Yassı ada'ya gönderildi. 

3- 27 Mayıs ihtilali siyasal süreci:

İhtilalden ilk aşaması bittikten sonra, Cemal Gürsel  Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Genel Kurmay başkanlığı görevlerini yüklendi.

   Siyasi partilerle ilişkisi bulunmayan 17 bakandan kurulu ilk hükümet ilan edildi. Başlangıçta müdahaleyi hazırlayan subaylar açığa çıkmak istemediler. Fakat İstanbul’dan getirilen profesörlere hatırlatılan Geçici Anayasanın bir maddesi, bu subaylardan meydana gelebilecek bir komitenin yasama meclisinin görevini yüklenmesini öngörüyordu. 11 Haziran’a kadar devam eden tartışmalar sonunda Milli Birlik komitesini teşkil eden 38 subay belli oldu. Bu 38 subayın bir kısmı yıllar önce kurulan hücrelerin üyesiydiler. Bir kısmı ihtilal hazırlıklarına son günlerde katılmıştı. Buna karşılık gerek müdahalenin gerçekleşmesinde, gerek daha önce yapılan hazırlıklarda önemli roller oynamış bazı subaylar çeşitli sebeplerle MBK’nın dışında kaldılar. MBK üyeleri arasında değişik eğilimler vardı. Bazıları müdahaleye “kardeş kavgasını” önlemek ve demokratik rejimi kurtarmak amacıyla katılmıştı.

Derhal bir kurucu meclisin kurulmasını, yeni bir  Anayasa yapılmasını ve seçimlere gidilerek iktidarın sivil yönetime devrini istiyorlardı. 
Buna karşılık  bir başka grup, siyasetçilerin ülkenin ihtiyaç duyduğu reformları
gerçekleştiremeyeceğini düşünüyor, iktidarı elde etmişken bu reformları tamamlamayı, sivil yönetime daha sonra geçmeyi uygun buluyordu. 

Bu eğilim farklılaşması bir süre sonra komite içinde sürtüşmelere yol açtı. 

30 Ekim günü, Gürsel yayınladığı resmi bir tebliğde, o güne kadar geciktirilmiş kurucu meclis yasasının hazırlanmasıyla profesör Turhan Feyzioğlu’nu görevlendirdiğini bildirdi.
Bu arada anayasa tasarısını hazırlamakla görevlendirilen bilim komisyonunun da işini bir an önce bitirmesini istedi. Bu olay MBK’deki ayrılıkları önlemedi aksine arttırdı. 13 kasım sabahı Gürsel’in onayı ile köklü reformlar yapılana kadar iktidarın sivillere devredilmesine taraftar olan 14 komite üyesi muhafaza altına alındılar. 

MENDERES’İN İDAMI VE İDAMIN YANKILARI

1-Menderes’in yargılanma süreci (Yassıada duruşmaları)

28 Eylül 1960 günü mahkeme kararıyla DP kapatılarak bir döneme damgasını
vuran siyasal hareketin örgütsel varlığına son verildi. Birkaç hafta sonra da, 14 Ekim 1960’t Yassıada’da  özel olarak kurulan Salim Başol başkanlığındaki Yüksek Adalet Divanı tarafından, Menderes ve öteki DP yöneticilerinin yargılan  ma süreci başladı.

Duruşmalar sırasında dikkat çeken önemli bir nokta vardı ki bu önemli nokta, duruşmaların  daha ilk gününden  Yassıada Mahkemeleri’nin adilliği tartışılır bir hal almıştı:

“Sanıklar, "tabii hâkim ilkesi"ne aykırı özel mahkemede yargılanıyordu. Başta Adnan Menderes olmak üzere DP’lileri mahkûm etmek için Ceza Kanunu değiştirilmiş ve hukuk çiğnenerek geçmişe yürütülmüş, savunma hakkı ihlal edilmiş, doktrin ve içtihada aykırı istisnai karar verilmişti.

Divan Başkanı Başol’un sanıkların konuşmalarına ve savunmalarına karşı tavrı giderek sertleşiyordu. Savunmalar için  tanık ve belge göstermeleri sürekli
olarak reddediliyor, bunun yanı sıra konuşurken sözleri kesiliyor, savunmalarının bağlantısı kopuyordu.”7

2- Menderes’in idamının gerekçeleri:

Adnan Menderes'in ilk yargılandığı dava,  Ayhan Aydan'dan olduğu iddia edilen çocuğunu öldürttüğü hakkındaki Bebek Davası oldu. Daha sonra Menderes, 6 -7
Eylül Olayları Davası, Örtülü Ödenek Davası ve Anayasayı İhlal Davasının da 
açıldığı toplam altı davadan yargılandı. 

16 ay boyunca Yassıada'da kalan Adnan Menderes, hakkında açılan 6 davadan birinde beraat ederken, diğerlerinden mahkum edildi. Yüksek Adalet Divanı Menderes'in de bulunduğu 15 kişiyi idama mahkum etti. Menderes'in
cezası  kararın açıklanmasından bir gün önce intihar girişiminde bulunduğu için
tedavisi tamamlandıktan sonra 17 Eylül'de infaz edildi. 

  Ancak bütün bunlar Adnan Menderes’in idamının yargılandığı mahkeme tarafından öne sürülen gerekçeleriydi. Oysa Menderes’in idamının arkasında subayların, nedeni hala belirsizliğini koruyan öfkesi yatıyordu. Çünkü
subaylar, gerek ihtilal sırasında gerekse Yassıada duruşmaları sırasında basının da desteği ile halka ve çeşitli yollardan mahkeme başkanına, Menderes hakkında çıkması zayıf olmakla beraber muhtemel bir beraat kararına ya da affedilme kararına tepkilerini sanki önceden ortaya koyuyorlardı. Bu durum ise Menderes’i bekleyen kaçınılmaz sonu aylar öncesinden kamuoyuna bildirir nitelikteydi. 

2a-Menderesin idamının halk, basın ve aydınlar üzerindeki etkileri:

Adnan menderesin idam kararı ve kararın infazı, o zaman halk arasında fiili olarak hiçbir olumsuz tepkiyle karşılaşmadı. Basında Menderes hakkında
mahkemenin verdiği kararlar doğrultusunda haberler yapılıyor, ve yazılan köşe yazılarının hemen hepsi mahkemenin verdiği kararın doğruluğunu savunuyor, belki de istedikleri halde bile Yassıada’daki  mahkemenin etkisinden ve ordunun tepkisinden korktukları için aksi yönde bir eleştiri yapamıyorlardı, bu durum
halk içinde geçerliydi. Halkın içinde de kararlardan hoşnut olmayan büyük bir kesimin varlığı inkar edilemezdi. Bütün bunları, Menderes’in idamından yıllar sonra bile Türk Siyasi Yaşamında hala en çok konuşulan ve tartışılan konu
olması nedeniyle iddia edebiliriz. Aydınlar arasında da önemli bir kesim (darbeye yardım edenler hariç) Menderes’in idamının Demokrasiye indirilmiş bir balta, bir zorunlu mola olduğu görüşünü yıllar sonra açığa vurmuşlardı. 

3-Menderesin idamından sonra şekillenen siyasi ortam:

27 Mayıs ihtilali ile ülke yönetimine el koyan askerî güç, yeni bir anayasa yapmak için "Kurucu Meclis" oluşturdu. Bir yıl içinde hazırlanan yeni anayasa, 9 Temmuz 1961'de halk oyuna sunuldu. Seçmenlerin yüzde 81'inin katıldığı oylamada, yeni anayasa yüzde 61,5 "Evet" oyu ile kabul edildi.

Böylece Türk tarihinde, ilk kez bir kurucu meclis anayasa hazırlamış ve bu anayasa halkoyu ile kabul edilmişti. “1961 Anayasası, uzun ve ayrıntılı bir
metin olmakla beraber tam anlamıyla bir sosyal devlet kurmayı amaçlıyordu.”8
Önemli yenilikler getiriyordu. Millet egemenliğinin "yetkili organlar eliyle kullanılacağı" hükmü ile ılımlı bir kuvvetler ayrılığı prensibi yer aldı. Yasama ve denetim yetkisi TBMM; yürütme Meclisin içinden çıkmakla birlikte ayrı bir organ olarak Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu; yargı yetkisi ise bağımsız mahkemelerce yerine getirilecekti. Önemli değişikliklerden biri de, TBMM'nin "Millet Meclisi" ve "Cumhuriyet Senatosu"ndan oluşan "çift meclisli" bir yapıdan
kurulması idi. Ayrıca, yasaların Anayasaya aykırı olup olmadığını tespit etmek üzere "Anayasa Mahkemesi" kurularak, yargısal denetime ağırlık verildi. Temel hak ve özgürlükler, o güne kadar hiç bir Türk anayasasında görülmemiş biçimde ayrıntılı olarak düzenleniyordu. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmalarına
da sınırlar  konuluyordu. Anayasa, Devlete pek çok sosyal ödevler yüklüyordu. 1961 Anayasası, 1971 yılındaki değişiklikleriyle birlikte 1980'de yapılan ikinci bir askerî darbeye kadar yürürlükte kaldı.

4-Menderesin idamının günümüz demokrasi anlayışına etkileri:

27 Mayıs ihtilali ve ardından Menderes’in idam edilmesi olayları, günümüz Türkiye’sinin demokrasi anlayışına etki eden olayların başında gelmektedir. Çünkü Türk halkı gerçek demokrasiyi ancak bu olayları gördükten  sonra
anlamış ama ne yazık ki hiçbir zaman tümüyle uygulayamamıştır.

Menderes hükümetleri, eleştiri aldıkları icraatlar olan kaldırdıkları Tekke ve Zaviyeler Kanunu, demokrasiyi geliştirememeleri, gelir dağılımındaki dengeyi daha da bozmaları, halkı tembelliğe itecek girişimleri, yargıyı bağımsız
yapamamaları, ülkeyi borç batağına sokmaları ve diğer tüm hataları ve yöneltilen diğer suçlamalar  gibi hata olarak nitelendirilebilecek icraatlarının cezalarını sandıkta almalıydılar. Aynı geçtiğimiz 3 Kasım 2002 seçimlerinde sandığa gömülen liderler ve partiler gibi. Onlar her ne olursa olsun yaptıkları
hataların bedelini sandıkta ödediler. İşte demokrasinin beyazlığı da buradan gelmektedir.

SONUÇ:

1-İhtilalin yorumu:

 Taraflı tarafsız herkesin kabul etmesi gerekir ki; Adnan Menderes ve Hükümetleri,  yargıya müdahalenin hadsafhaya çıktığı,  kendi fikirlerinden olmayanların yargısız infazlara tutulduğu bir dönemde, insanları delilsiz yargıladılar, delilsiz mahkum ettiler,  onların da başına aynı sorun geldi.  

Delil olmadan, yargıya müdahale yapılarak mahkum oldular ve idam edildiler. Mahkemenin ehil olmaması ve o anki gücün müdahalesi ile onlar suçsuz oldukları için değil, mahkeme vazifesini tam olarak yapamadığı ve hukuk devleti
olamadığımız için delilsiz olarak, doğru ve güvenli yargılama yapılmadan asıldılar.

Menderes'in iktidar olması ile iktidardaki yaptıkları arasında çok fark vardır, iktidar mücadelesinde daha fazla demokrasi, bağımsız yargı,  gelir dağılımındaki dengenin sağlanması için gelen, halktan bunları yapmak için oy toplayan Hükümet Yargıyı bağımsız yapamamış, gerçek demokrasiye geçememiş, gelir dağılımındaki dengeyi sağlayamadı. Daha önce de belirttiğim gibi bazıları onu yargılayacağına secim meydanlarında bu görevi halka bıraksa idi, sorunlar daha adil bir biçimde çözülürdü. 

Demokraside halkın yapması gerekeni birileri demokrasiyi korumak adına yaptığından demokrasinin korunmadığı ve gelişmediği görülüyor.

O yüzden Adnan Menderes'in yargılanmasında delilsiz ve yargısız infaza gidilmiş olması onun suçsuz olduğunu göstermez, ancak böyle bir   yargılamada beraat eden kişilerin suçsuz olduğu nasıl söylenemezse, sanık durumuna düşenlerin de gerçek suçlu olduğunu söylemek  mümkün değildir.

Eğer bir ülkede doğru ve güvenli yargılama yoksa, yargıya müdahale eden tüm siyasileri sonunda ayni kader bekliyor, eğer bir lider iktidara  geldiği ilk gün demokrasi ve yargı bağımsızlığı, hakimin ehil olması için çalışmazsa, yargıyı kendi çıkarları için kullanırsa, sonuçta onlar  da bir gün delilsiz yargılanır, yargısız infaza tabi olabilir.

2- Darbeleri Kabullenme:

Türk halkı darbecilere karşı direnmemekle, hemen teslim olmakla, darbecilerin yaptıkları anayasalara onay vermekle de suçlanır. Doğrudur, Menderes idam edildiğinde Türkiye’nin hiçbir yerinden çıt çıkmadı. 

Ama Menderes de darbecilere karşı en ufak bir direnç göstermedi, darbecilerin adaletine sığındı;  Menderes bütün Yassıada mahkemeleri boyunca darbe infazcılarına “Muhterem hakim beyefendi hazretleri”  diye hitap etti. 12 Mart’ta ve 12 Eylül de Süleyman Demirel dağa çıktı da, halk kendisini yalnız mı bıraktı?  

28 Şubat’ta Erbakan ve Çiller’in müdahalecilere hoş görünmek için nasıl yarıştıklarını, “28 Şubat kararları virgülüne kadar uygulanacaktır” diye nasıl çabaladıkları hala akıllarda. Halkımız darbelerden sonra oldu bittiyi kabul etti. Darbeler gelirken  devleti yönetenler hiçbir şey yapmadılar, yapamadılar. Darbeler hepimizin gözü önünde, iktidardaki ve muhalefetteki politikacıların
adeta karşılıklı onayı ile geldiler. 

3-Yorum

27 Mayıs ihtilali ve arkasından Menderes’in idamı ile sonuçlanan süreç, ileride periyodik bir hal alacak, ordunun demokrasiye ve siyasete direkt müdahale lerinin ilkiydi.

   Çalışmamın başında da belirttiğim gibi bütün ülkelerde ordu-siyaset iç içedir ve bu bir gerçektir. Ancak bu durum Türkiye’de farklıdır. Türkiye’de siyaset, ordunun içindedir ve ordu tarafından düzgün gitmediği varsayıldığı zamanlarda, siyaseti ve demokrasiyi  ordu dizginler. Dizginler çünkü varlığını ve ağırlığını belli aralıklarla halka hissettirmelidir. Hissettirmelidir çünkü hissettirmezse 
demokrasinin sürekliliği artar ve alışkanlık yapabilir. Türkiye’de demokrasi kavramı biri büyük diğeri küçük iki kardeşin paylaşamadığı oyuncak gibidir. Burada büyük kardeş ordu, küçük kardeş halktır. Büyük kardeş, bazı zamanlarda küçük kardeşin demokrasiyi kullanmasına izin verir ancak asla sahip olmasına izin vermez ve ne zaman küçük kardeş demokrasiye ihtiyaç duysa bu anda büyük  kardeş ortaya çıkar ve onu kardeşinin elinden alır ve kendi deyimiyle “kardeş kavgasını” engeller. Burada  inkar edilemeyecek en önemli gerçek demokrasinin oyuncak olmaması gerektiğidir.

DİPNOTLAR;

1 Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı?, Remzi Yayıncılık, 1979 İstanbul, sayfa 127
2 Meydan Larousse, 13. Cilt, 1992 İstanbul, sayfa 387
3 Devrimler Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, 1991 İstanbul, sayfa 281
4 Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in Dramı?, Remzi Yayıncılık, 1979 İstanbul, sayfa 201
5 Meydan Larousse, 13. Cilt, 1992 İstanbul, sayfa 387
6 Ali Fuat Başgil , 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri , Yağmur Yayınları, 1966 İstanbul, sayfa 287
7 Mithat Perin, Menderes’i Kim Astırdı?, Dünya Yayıncılık, 1995 İstanbul, sayfa 57
8 Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi, 1991 İstanbul, sayfa 220

http://us.geocities.com/begunay/z36.htm

http://tarihtenbirsayfa.blogspot.com/2009/05/menderesi-idaminin-turk-siyasetine.html


****