Meksika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Meksika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2020 Perşembe

Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları.,

Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları.,



Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları
Yazan  Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 
23 Kasım 2020












Bilindiği gibi G-20[1] toplantıları dünyanın GSYİH ları itibarı ile en büyük ülkelerinin her yıl bir araya gelip, diz dize, biz bize küresel sorunları değerlendirdiği, çözüm önerileri geliştirme çabası içinde girdiği (veya öyle göründüğü) platformlar.

Bu platformlarda aynı zamanda ikili görüşmelerle bazı konular da aydınlatılıyor. Örneğin bu yılki toplantıyla Suudi Arabistan ve Türkiye arasında herhangi bir sorun olmadığını ve Türk mallarına uygulanan “gayri resmi” boykot tevatürünün gerçekleri yansıtmadığını öğrendik. Ya resmi boykot diye sormak ise pek işimize gelmemiş olmalı. 

 Her yıl yapılan zirvede, o yıl başkanlığı üstlenmiş olan üye,ev sahibi olarak masrafları üstleniyor. Devlet ve hükumet başkanları, bakanlar ve hemen hepsinin muhterem eşleri, bir yıl önceden bildikleri adreslerde misafir olarak arz-ı endam ediyorlar. Genellikle çekilen aile fotoğraflarındaki mutluluk ve gurur gülümsemeleri, küresel gerçekleri yansıtmakta yetersiz kalıyor. Ama kim kiminle özel görüştü? Görüşme süresi ne kadar oldu? Kim kimden kaçındı? Muhterem zevatın eşleri ne giydi? Gibi sorular seçkin ve ayrıcalıklı ulusal ve uluslararası basının kamuoyuna aktardığı yorumlar için gerekli malzeme oluyor.

Sanal Zirvelerle Sağlanan Tasarrufun Önemi
Özellikle zirvelerdeki temsilcileri gibi imkânları olmayan insanlar, ulusal ve uluslararası televizyon kanallarından bunları peri masalı gibi seyrediyor. Oysa o insanların çoğunun asıl kaygısı bir sonraki gün sofraya ne konacağından öteye geçmiyor. Böyle insanlar ABD de de var, Çin ve Türkiye’de de var.Meksika, Brezilya ve Hindistan’da ise bunların sayısı pek gani. Özellikle Pandemi ile birlikte her yerde insanlar giderek daha fazla fakirleşti. Gelir uçurumları giderek büyüdü. Aslında zaten her yıl G-20 zirvelerinden olan en büyük beklenti en fakir ülkelerin borçlarının veya hiç olmazsa borç servislerinin affedilmesi. 2020 sanal zirvesinde bu konu iyice belirgin hale geldi.
Özden yoksun olmaması için G-20 zirve toplantılarının mutfağında çalışanların olağan üstü bir çaba sarf ederek çarpıcı gündem ve program akışı hazırladıklarına eminim. Ama bu çabalardan daha fazlasını mutlaka, gerçek mutfaklardaki aşçılar kimsenin midesi bozulmasın, çeşnici başları da kimse zehirlenmesin diye harcıyorlardır. Ya güvenlik, üst düzey istihbarat, uçaklarla zirve merkezlerine giden makam arabaları gibi diğer emniyet önlemlerine ne demeli? Hepsi ulusal bütçelere yük, hepsi ulusal vergi mükellefleri için faydasından çok maliyet. Bu bağlamda belki pandemi ve başka toplantıların bu yıl sanal toplantı seçeneği ile yapılması önemli bir tasarruf yolu gösterdi. Hani bazı ülkelerde “devletçe acı reçete” ye katlanılacak ya! İşte şimdi sanki Covid 19 onlara kendince bir fedakârlık kapısı araladı.Bu da bir musibetin faydası sayılmalı
Alışılmış Konulara Karşı bu Yıl Yumuşak Güce Ortak Çerçeve Arayışı
Açıkçası kerameti kendinden menkul bir tür organizasyon bu G-20. G, grup sözcüğünün kısaltması. Grup 1999 dan bu yana düzenli toplanıyor ve her zaman gündem ile uyumlu olacak şekilde, küresel ticaret, sağlık, iklim ve diğer ana konu başlıkları etrafında görüşmeler yapılıyor. Ama günün özelini farklılaştıran bizatihi olaylar oluyor. 2008 yılında finansal kriz, 2011 yılında Arap baharı veya Suriye, İran nükleer programı önemli alt konu başlıkları olmuştu. 2019 yılında sekiz tema aynı anda zirveye damgasını vurmuştu. Bunlar yine Küresel Ekonomi, Ticaret ve Yatırım, Yenileme(innovation), Çevre ve Enerji, Kadınların Güçlendirilmesi (Empowerment of Women), Kalkınma ve Sağlık gibi konulardı. Ya şimdi? Varsa yoksa Pandemi. Bu yıl,Riyad’da Suudi Arabistan başkanlığında 21 ve 22 Kasım tarihlerinde toplanan zirvede gündemin flaş konusu da “Covid 19 ve salgına karşı geliştirilecek küresel tepkinin koordinasyonu” oldu.  Tabii salgın yüzünden daralan uluslararası ticaret, artan sıhhi malzeme ticaretinde gözetilmesi gereken standartlar, azalan doğrudan, artan hisse yatırımları, artması gereken sağlık denetimleri ve azalan seyahatlerin ilgili sektörlere etkileri yine gündemdeydi.Geliştirilen aşıdan kimin ne zaman ve ne kadar nasipleneceği, depolama için soğuk hava donanımının bir an önce tamamlanması gerekliliği, tedavi yöntemleri açısından işbirliği hep aynı tema etrafında ele alındı. Zirveden önce bir beklenti “ küresel vahşi hayvan ticaretinin engellenmesi” konularının gündeme alınmasıydı. Ancak bu konunun yine küresel önlemlerle çözülmesinden çok, aynı göç konularında olduğu gibi bireysel ülke inisiyatiflerine bırakıldığına eminim. İklim değişikliğine karşı önlemler ve “yeşil dönüşüm” (Green Transformation) için yapılacak büyük kamu yatırımlarının, özel yatırımlarla ilişkilendirilmesi, özellikle AB başkanlığının gündeme getirdiği bir konu başlığı olarak dikkat çekti.
Sanal Zirvenin Gerçekle Yüzleşmesi ve IMF ye Yeni bir Görev
Sanal zirvede üç ana konunun yankılanması önemliydi. Bunlar, Covid 19 sonrasında dünyanın ve küresel ekonominin nasıl şekilleneceği, yeni salgınların nasıl engellenebileceği, bu konularda ülkelerin aralarında bir eşgüdüm anlaşması imzalamalarının önemi, Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü’nün konu ile ilgili duruşları ve tabii yine ilişkili ticaret, yatırım ve mali konular oldu. Yine AB konsey başkanı Charles Michelle salgında en zor durumda kalan ülkelerin durumuna değinerek G-20 borç servisi affı konusunu gündeme taşıdı. AB nin yumuşak güç gösterisine ilk Çin’den cevap gelmesi ise küresel ekonomiye ne kadar sahip çıktığının bir başka işareti oldu. Çin, 77 en fakir ülkenin,  borç geri ödemelerini zaten geçtiğimiz Haziran ayından itibaren askıya almıştı. Asya’da imzalanmasına öncülük ettiği 15 üyeli serbest ticaret anlaşmasından aldığı destek ile Çin bu uygulamayı hem kendi başına, hem de 15 üyeli oluşumdaki ortakları ile birlikte yapabilir. Tabi Türkiye de, sanal zirve öncesinde, IMF hesaplarında biriken 2.3 milyon Özel Çekme Hakkı (SDR) tutarındaki nakit ile Somali'nin kuruluşa olan birikmiş borcunu silinmesine yardımcı olacağını açıklamıştı. Ama şimdi artık Hindistan, Türkiye, Çin ve diğer bazı yeni sanayileşen ülkelerinden borç servisi ve borç affını,  ilk defa çok taraflı borç yapılandırması olarak tasarlamaları bekleniyor ki bunlar yapılırken siyasi amaçlar galebe çalmasın ve affa uğrayan ülkelerden başka beklentiler olmasın. Yeni borç vermenin güçlükleri de düşünülecek olunursa, mevcut borçların silinmesinden çok, daha uzun vadeye yayılarak geri ödemelerin sağlanması,şimdi daha önemli. Ayrıca etkin bir yeniden borç yapılandırma çerçevesinin, nasıl ve ne zaman hazırlanacağı kadar bunun IMF nin koordinasyonunda olması, yardım(borç) ve ertelemelerinde ahlaki bozulmaya(moral hasard) neden olmaması için iyi bir yaklaşım olarak düşünülmekte. Açıkçası sanal zirveden geriye bu reel sonuçlar kaldı. Sonuç bildirgesi ile alınan kayıt altına alınan hususları gerçekleşmesi ise zaman alacağa benzer.
 
 
[1] Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, Çin, Fransa, Almanya, Hindistan, Endonezya, İtalya, Japonya, Güney Kore, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Türkiye, Birleşik Krallık, ABD ve AB, G-20 nin üyeleri.

Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu

TÜM MAKALELERİ;

https://21yyte.org/tr/prof-dr-sema-kalaycioglu






31 Ocak 2020 Cuma

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiyenin Konumu,

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiyenin Konumu,



Süleyman ŞENSOY 
25 Eki 2010 

Değişen Dünya Dengelerinde Türkiye’nin Konumu
Röportaj

    1990’lara kadar, hepimizin bildiği gibi iki kutuplu bir dünya sistemi hüküm sürmekteydi ve Türkiye bu sistemde Batı Bloğunu tercih etmişti. Büyük oyuncuların ne yaptığına göre de herkes kendine bir rol biçmekteydi ve büyük oyuncuların dışındakilerin yapabilecekleri oldukça sınırlıydı....

1990’lara kadar, hepimizin bildiği gibi iki kutuplu bir dünya sistemi hüküm sürmekteydi ve Türkiye bu sistemde Batı Bloğunu tercih etmişti. Büyük oyuncuların ne yaptığına göre de herkes kendine bir rol biçmekteydi ve büyük oyuncuların dışındakilerin yapabilecekleri oldukça sınırlıydı.

1990’lardan sonra, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin tek süper güç olduğu düşünülmeye başlanmışsa da özellikle 11 Eylül 2001’den sonra bunun doğru olmadığı anlaşılmıştır. 11 Eylül olayları dünyada çok boyutlu bir sistemin şekillenmekte olduğunu ve yeni güç dengelerinin kurulmakta olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde ABD ve AB dışında Rusya, Çin, Hindistan ve Rusya gibi teknoloji ve insan kaynağı olarak benzer donanımlara sahip güçlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ayrıca Brezilya, Türkiye, Meksika gibi bir takım bölgesel güçler de uluslararası alanda kendilerini hissettirmeye başlamışlardır. Bu çok kutupluluk uluslararası ilişkileri çok bilinmeyenli denklem haline getirmiş ve uluslararası alandaki oyuncuları çok boyutlu politikalar geliştirmeye zorlamıştır.

Küreselleşmenin gelişmesiyle birlikte ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılıklar artmıştır. Kendi iç dinamikleri sağlam olan ülkelerde bu bağımlılık görece daha düşüktür. Söz konusu bağımlılıklar pazar paylarını artırma, enerji ve mineral kaynaklardan daha fazla pay alma mücadelelerini ve bölgesel düzeylerde ekonomik ya da stratejik ittifak arayışlarını hızlandırmaktadır.

Küreselleşme sürecinin hızlanmasıyla ile birlikte uluslararası terörizm, örgütlü suçlar, adaletsiz gelir dağılımı, küresel ısınmaya bağlı iklim değişikleri, demokrasi ve insan hakları ihlalleri, enerji arz güvenliği, etnik ve dinsel çatışmalar, küresel salgın hastalıklar, küresel ısınma, kitle imha silahları v.b. sorunlar uluslararası gündemi daha fazla işgal etmeye başlamış, güvenlik konseptinin yeniden ele alınmasını gerektirmiş ve bu durum da ilişkiler ağını biraz daha karmaşık hale getirmiştir.

Küresel ekonomi açısından son dönemde iki nokta ön plana çıkmaktadır: İlk olarak, dünya ekonomisi aç gözlülükle yapılan büyük hataları artık taşıyamaz hale gelmiştir. İkincisi ise, dünyadaki iktisadi pasta hızla Doğu’ya doğru kaymaktadır. Doğuda yükselen güçlerin iktisadi anlayışlarındaki ve uygulamalarındaki farklılıklar durumu daha da karmaşıklaşmaktadır. Doğu’daki ekonomik güçler ekonomik gelişmelerini ivme kaybetmeksizin agresif olarak sürdürmeye çalışırlarken, Batılı ekonomiler küresel alanda sahip oldukları ekonomik mevzileri koruma arayışındadırlar. Dünya ekonomisinin geleceği ile ilgili analizlerden anlaşılacağı üzere, 21. yüzyılın önemli finans, mal ve bilgi akışı ABD-Avrupa-Asya üçgeni üzerinde yoğunlaşacaktır. 4,5 trilyon dolarlık ekonomik büyüklüğü ile Latin Amerika Karayipler ve 53 ülkenin bulunduğu Afrika ise ekonomik fırsat alanı olarak çok boyutlu güç sistematiğinde büyük bir rekabete sahne olmaktadır. Genelde Avrupa’nın ve özelde AB’nin ekonomik alan temelinde küresel bir güç olarak diğer bölgelerle rekabet edebilmek için giriştiği mücadelenin ana güzergâhlarından birisi olan Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi bölgelere yönelik kısa-orta ve uzun vadeli planlamaları beraberinde getirmekte ve bu bölgelere dönük özgün stratejik politikalar geliştirmeyi mecbur kılmaktadır.

Bu çok boyutlu güç sistematiği ve insan kaynağına dayanan yine çok boyutlu rekabet içerisinde her dönem çok güçlü olan ama 10 yıldır çok daha güçlü ve stratejik hale gelen bir kavram ön plana çıkmıştır: Kamu diplomasisi. Artık uluslararası ilişkilerde devletlerin belirleyici rolü devam etmekle birlikte iş dünyasına bağlı örgütler, sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, üniversiteler, sportif veya kültürel kurumlar dışişleri bakanlıklarının ve hükümetlerin aldıkları siyasi kararları destekleyici ve hızlandırıcı adeta zemini inşa eden işlevler üstlenmektedirler. Ulusal, bölgesel ve küresel kuruluşlar aracılığıyla kamu diplomasisini daha etkin olarak kullanmak önümüzdeki dönem açısından büyük önem kazanmıştır.

Türkiye çok güçlü geçmişi ve devlet geleneği olan birkaç ülkeden birisi olması itibarıyla kendi bulunduğu coğrafya içerisinde hem jeostratejik hem de medeniyet perspektifi olarak çok önemli bir konum işgal etmektedir. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu bölgeleri ile doğal coğrafi, ekonomik, kültürel bağlara sahip olan Türkiye yaklaşık 200 yıldır sürdürmekte olduğu batı tecrübesi de göz önünde bulundurulduğunda Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları ile doğrudan ve özgün ilişkiler ağına sahip belki de tek ülke konumundadır.

Türkiye son dönemde filizlenmekte olan çok kutuplu uluslararası sistemle paralel olarak çok boyutlu dış politika izlemeye çalışmaktadır. Bu bağlamda Bazı Asya -Afrika ülkeleri ve Ortadoğu ülkeleri ile ani bir canlanma yaşandığı görülmektedir. Çok kutupluluk rekabetin çok fazla arttığı sofistike bir dönemi peşinden getirmektedir. Türkiye son on yıldan fazla bir süredir, dünyada dengelerin değiştiğini görmüş durumdadır. Önümüzdeki yıllarda yapılacak olan tercihler, yatırımlar ve insan kaynağı konusundaki kazanımlar, yüzyılın kalanında Türkiye’nin nasıl bir konum kazanacağı konusunda belirleyici olacaktır. Son iki yüzyıllık içe kapanma Türkiye’de aşılması gereken çok sayıda “zihinsel eşik” inşa etmiştir. Hem kurumsal hem de sosyal olarak bu zihinsel eşiklerin sağlıklı geçilmesi ancak aynı misyonu ve vizyonu benimseyen sofistike insan kaynağı ile mümkün olacaktır.

Girmiş olduğumuz bu dönemde Türkiye, Soğuk Savaş koşullarının dayattığı kendi içinde donuklaşmış ve sürekli denge politikaları izleyen bir ülke konumundan uzaklaşmak ve çok boyutlu dış politikanın gereklilikleri doğrultusunda kendi gelişimini, yakın kuşağından başlamak üzere Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Afrika’da, Orta Asya’da, Asya’nın diğer bölgelerinde, Latin Amerika ve Karayipler’de, yani Batı Avrupa ve ABD dışındaki bölgelerde de kademeli olarak güçlendirmek durumundadır. Bu çerçevede Türkiye kendi gücünün sınırlarını da çok iyi belirlemeli ve elindeki imkanları optimum verim alacak şekilde kullanmalıdır. İçinde yaşadığımız yüzyılda uluslararası ilişkilerin çok kutuplu bir dünya düzeni çerçevesinde işleyeceğini kabul edersek, Türkiye’nin hem iç hem de dış dinamiklerinin, bu dengelerin değişimine paralel biçimde oluşan tabloya iyi uyum sağlayacağı ön görülebilir. Eğer Türkiye bu iç ve dış dinamikleri doğru okuyamaz ve enerjisini kendi içindeki gerilim ve kırılma alanlarında tüketecek olursa, uluslararası güç dengelerinin değişmesi halinde yeni ortaya çıkan güçlerin etkisi altında kalabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin saygın, etkin bir devlet olarak gücünü artırabilmesi ve uluslararası alanda kendine yakışan bir konum elde edebilmesi için iç dinamikleri ile uluslararası konumu arasında anlamlı bir bütünlük oluşturması ve sağlam bir duruş sahibi olması gerekmektedir. Bunu sağlayacak en temel unsurlar ise, ekonomi ve kültürdür. Sermaye birikiminin oluşması ve çalışma çağındaki 49 milyon beş yüz bin kişiye istihdam sağlanabilmesi için ihracat ekonomisi olmak ve öncelikleri iyi belirlenmiş çok boyutlu politika izlemek zorundayız. Yine engin medeniyet tecrübesine sahip olduğumuz kültürel değerleri yaşanılarak temsil edilen bir hayat tarzına dönüştürebilirsek Türkiye’yi dünyanın cazibe merkezi olarak inşa etmemiz mümkün olacaktır.

Bir ülkenin uluslararası alanda gücünü pekiştirebilmesi ve güç olabilmesi için 7 parametreden söz etmek mümkündür. Birincisi, dış ticaret açığı vermemesi, ikincisi bütçe açığı vermemesi, üçüncüsü, borçlanma oranının GSMH’nın %25’ini mümkünse geçmemesi, dördüncüsü yüksek teknoloji ürün gamına sahip olması, beşincisi barışçıl amaçlarla nükleer teknolojiye sahip olması, altıncısı savunma sanayinin kendine yeterli olması, mümkünse ihracat yapabilme durumunda olması, yedincisi ise kişi başına düşen milli gelirin gelişmiş dünya ekonomilerine yakın bir durumda olması ve milli gelirini adaletli bir şekilde kendi halkına dağıtabilecek kapasiteye sahip olması. Bu hem ülkemiz, hem başka ülkeler için bir değerlendirme vasıtası olabilir. Biz bu yedi parametrenin ne kadarında sağlamsak, o kadarında bölgesel gücüz, ne kadar eksiğimiz varsa, o kadar gitmemiz gereken yol var; sessiz ve gereksiz gürültülerden uzak olarak… “Türkiye’nin bu parametreleri kazanması gerekiyor ve bu kazanım sürecini de ısrarlı bir şekilde ve toplumsal katılımla sağlaması gerekiyor. Çünkü Doğu geleneğinde çok başarılı yönetimlere ya da liderlere olan güven ve ihtiyaç, çoğu zaman aleyhte sonuçlanıyor. Başarılı bir yönetici, parti, hükümet toplumsal katılımı sağlamadan belli bir ilerleme kaydetmiş olsa da, halk katılımı olmadığı için ondan sonra gelen ve söz konusu sinerjiyi paylaşmayan bir başka yönetici ya da yönetim tarafından bu kazanımlar bir süre sonra kaybedilebiliyor. Türkiye’nin yakın tarihi bu anlamda birçok örnekle dolu.”

Türkiye, eğer saydığımız yedi noktada güçlenir çok boyutlu bir dış politika anlayışı geliştirebilirse, küresel sorunlarda da sözü dinlenen hatırı sayılır bölgesel bir güç haline gelebilir. Türkiye’nin bu çok boyutlu güç sistematiği oluşurken dünyanın diğer bölgeleriyle ilgili önceliklerini doğru sıralaması gerekir. Avrupa Birliği üyeliği bizim için bir devlet politikasıdır ve birinci önceliktir. Aslında hiçbir ülkenin çok kutuplu şekillenen dünya sistematiği içinde tek boyutlu politika yapmak gibi bir lüksü yoktur; bu intiharla eş anlamlıdır. Türkiye’nin sadece AB merkezli bir dış politika izlemesi, orta ve uzun vadede Türkiye’nin intiharı demektir ve hiçbir ülke bu riski almaz.

Türkiye dış politikasındaki öncelik sıralamasını sağlıklı bir biçimde tespit etmeli ve bunun için sürdürülebilir bir uygulama zemini oluşturmalıdır. Türkiye son dönemde bu anlamda epey mesafe almıştır. 

Ama bu amacın gerçekleştirilebilmesi için kurumsal altyapı ile ilgili eksikliklerin giderilmesi, hem sivil hem resmi, bütün kanalların etkin olarak çalışması gerekmektedir. Türkiye, 21. yüzyıla girdiğimiz bu dönemde geçmişin klasik anlayışını bir tarafa bırakarak siyasetçilerine, iş adamlarına, akademisyenlerine, sanatçılarına ve yeni yetişen nesillerine dış dünyaya açılmaları konusunda ciddi destek vermek durumundadır. Kuşkusuz dışa yönelik açılımların gerekliliği kadar yurtdışından içe doğru bir çekim gücü oluşturulması da kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yine Türkiye; tüm bu dönüşüm ve değişim süreci yönetilirken “devlet aklı”nı korumalı ve millet-devlet olmanın parametrelerini hem fiziksek hem de zihinsel olarak güçlendirmelidir.

MÜSİAD Yükselen Değer Türkiye Araştırması Raporu
1. Bölüm; Uluslararası İlişkiler / Dış Politika, s. 109.

İstanbul, Ekim 2010
ISBN 978-605-4383-03-0

https://tasam.org/tr-TR/Icerik/44/degisen_dunya_dengelerinde_turkiyenin_konumu

***