22 Ağustos 2019 Perşembe

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 2

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 2



KİTAP 1. BÖLÜMÜ 
EVANJELİZM VE ORTADOĞU EKSENİ


Evanjelizmin kısa tarihi 

Hristiyan inancı, Katolik ve Ortodoks gibi çeşitli kiliselere bölündükten sonra, Hristiyanlığın içinde reformist bir hareket başladı. Bu hareket, Katolik mezhebinin endülijans (Orta Çağ Avrupası'nda bir tür günah çıkarma ve ölümden sonra cennete gitmek için Papa'nın sattığı af belgesi) ile para kazanmasını, ayin dilinin Latince olmasını ve Papa'nın yanılmazlığını eleştiriyordu. Almanya'da Martin Luther, Fransa ve İsviçre'de ise Johannes Calvin tarafından başlatılan bu yeni akım "Protestanlık" olarak tanındı. 
Protestanlığa göre tevbe, kişi ile Allah arasındaydı. Bu nedenle kiliseye para vermek gerekmiyor, Papa'nın üstün kabul edilmiş yanılmazlığı ortadan kalkıyordu. Bu akıma göre dinde asıl kaynak, Papa'nın fetvaları veya kilisenin yaptırımları değil, sadece Kutsal Kitaptı. 

Evanjelizm ise Protestanlığın bir koludur. Kelime anlamıyla "müjde" veya "iyi haber" anlamına gelen Evanjelizmde, İncil'de Hz. İsa (as)'ın havarileri olarak geçen Matthew, Mark, Luke ve John evanjelist/evanjelik olarak adlandırılırlar. Evanjelik terimini ilk kullanan ise, Martin Luther olmuştur. 
Luther, İncil'in Katolik kilisesi tarafından yanlış yorumlanmış ve tahrif edilmiş olduğunu görmüş ve bu nedenle Eski Ahit'e (Tevrat ve Zebur) daha fazla ağırlık vermiştir. İlerleyen dönemlerde Protestan mezhebi daha farklı fikir gruplarına ayrılmış fakat buna rağmen inanç esasları ve Eski Ahit'i de içine alan Kitab-ı Mukaddes konusunda merkez görüşten uzaklaşılmamıştır.1 
Evanjelizmin, kilisenin din üzerindeki baskılarını kaldırarak Hristiyanların İncil'e ve aynı zamanda Tevrat'a dönmelerini esas alması oldukça önemli ve gerekli bir reformdur. Samimi bir inanç şekli olan Evanjelizm mezhebinin taraftarları, sevgi ve barış yanlısı özelliklerini daima ayakta tutmuş ve sonraki satırlarda daha detaylı inceleyeceğimiz gibi "tebliğ" esasını önemsediklerinden, insanların dindarlaşmalarına büyük katkı sağlamışlardır. Yine ilerleyen satırlarda inceleyeceğimiz gibi Evanjeliklerin ahir zaman ile ilgili beklenti içinde olmaları ve Hz. İsa (as)'ı tekrar karşılama heyecanları büyük bir sevginin ve dindarlığın göstergesidir. Bu yönde, Kuran'a uyan gerçek Müslümanlarla paylaştıkları pek çok ortak özellik vardır. 

Ancak her dinde olduğu gibi Evanjelizm mezhebi içinde de söz konusu öğretileri farklı şekillerde yorumlayan, ahir zaman meselelerini olduğundan farklı anlayan, barış dini Hristiyanlığı ve barış elçisi Hz. İsa (as)'ı savaş ile özdeşleştirmeye çalışan çeşitli kesimler bulunmaktadır. Bu kişiler İncil'deki bazı pasajlardan yola çıkmakta ve savaş senaryoları için kendilerince güçlü deliller bulmaktadırlar. Bu bakımdan aslında kendilerince samimi bir yaklaşım içindedirler. İncil'i esas almakta, doğruyu yaptıklarına inanmakta fakat İncil'in derinliklerinde var olan bazı mecazi kavramları görememektedirler. Bu yorumlama hatasındaki ikinci sorun ise, İncil'den sonra "İncil ve Tevrat'ın doğrulayıcısı" olarak gönderilmiş olan Kuran'a başvurmakta zorlanmalarıdır. Oysa Hz. İsa (as)'ın gelişi Kuran'da da açık ayetlerle bildirilmiş ve tüm insanların iman ettiği bir barış ortamının müjdesi verilmiştir. 
Bu kitapta çıkış noktası, ahir zamanı kutsal kitaplardan farklı ve riskli şekilde yorumlayan söz konusu kesimin görüşleridir. Çünkü bu kişiler -çoğunlukla iyi niyetle ve belki de istemeden- ürkütücü bir senaryoya önayak olmaktadırlar. Ortadoğu'da ahir zaman senaryolarını hızlandırmaya çalışırken aslında kanlı bir Ortadoğu'nun altyapısını hazırlamaktadırlar. Bunun nasıl olduğu ise ilerleyen satırlarda açıklanmaktadır.

Evanjelizmin Yayılışı ve ahir zaman ,

Protestanlık mezhebi ile ortaya çıkan ve 18. yüzyıla kadar Avrupa'da doğup buraya yerleşen bazı akımlar, sömürgecilik ile birlikte dünyanın çeşitli bölgelerine ulaşmıştır. Bu bölgelerden en önemlisi Amerika kıtasıdır. İngiltere'de Anglikan bir papaz olan John Nelson Darby'nin Amerika seyahatleri sonrasında Evanjelik düşüncenin hızla yaygınlaştığı bilinmektedir. Darby'nin takipçileri kendilerini "dispensalist" olarak da tanımlamışlardır.
Bu inancı takip edenlerin en önemli özelliği, dünyanın son döneminde Mesih'in geri dönüşüne ve kıyametin gerçekleşmesine inanmalarıdır. Mesih'in dünyaya gelişi için oluşması gerektiğine inandıkları şartlar ise şunlardır:
Kutsal Topraklar üzerinde bir Musevi devleti kurulması, 
Kudüs'ün başkent olması, 
Süleyman Mescidi'nin yeniden inşası, 
Tüm insanlara İncil'in vaaz edilmesi, 
Museviler ve iman edenlerin (Hristiyanların) eziyet görmesi, 

Armageddon Savaşı, 

İnananların (Hristiyanların) göğe yükselmesi. 
Bu maddelerden de anlaşılacağı şekilde Evanjelikler temelde Siyonist Hristiyanlardır. Mesih'in gelişinin gerçekleşmesi için mutlaka bir Musevi devletinin Kutsal Topraklarda kurulması gerekliliğine inanırlar. İşte bu nedenle de daima, Siyonist Musevilerle ittifak içinde olmuşlardır. 
Bunun önemli delillerinden biri tarihte gerçekleştirilmiş olan Siyonist kongrelerdir. Theodor Herzl'in 1897'de topladığı ve Musevilerin Kutsal Topraklara gitmesini öngören 1. Siyonist Kongre'nin hemen arkasından yine Basel'de 2. Siyonist Kongre toplanmıştır. Söz konusu toplantı sonrası, Batı Şeria'da bir İsrail devleti oluşturulması kararı alınmış, buna itiraz eden bir Musevi'ye ise Uluslararası Hristiyan Elçiliği temsilcisi Van der Hoeven şu cevabı vermiştir: "İsraillilerin ne düşündüğü umurumuzda değil. Biz Tanrı'nın ne söylediğine bakarız ve Tanrı o toprakların Musevilere ait olduğunu söylüyor." 
Aslında bu tepki, günümüzde devam etmekte olan Evanjelik Siyonizminin sınırlarını bilmek bakımından önem taşır. Çünkü görünüşte Musevileri ve Musevi topraklarını koruma görünümünde ortaya çıkan bu hareket, gerçekte Musevilerin de katledileceği bir son için hazırlık yapmaktadır. Bu yanlış inanca göre, sadece Hristiyanlığı seçen 144 bin Musevi hayatta kalacak, fakat diğer Museviler, "tüm Müslümanlar"la birlikte katledilecektir. 
Bu konuyu birazdan inceleyeceğiz. 
İsrail devleti 1948'de kurulmuş, Kudüs 1967'de başkent ilan edilmiştir. Dolayısıyla Evanjeliklerin bekledikleri kehanetlerden biri gerçekleşmiştir. Ahir zamanın işareti olan bu alametler kendisini gösterdikçe, Evanjelikler de bu sonu hızlandırma gayreti içine girmişlerdir. Armageddon Savaşı adına Ortadoğu'nun şekillendirilmesi hedefi işte bu yüzden bu yüzyılda hız kazanmıştır. 

Evanjelizmin Etki gücü 

Allah'a güzel ve iyi bir kul olabilme, tüm dinler ve mezheplerde olduğu gibi Hristiyan mezheplerinde de esastır. Evanjelizm de bu esas üzerine kurulmuştur. Evanjelizmi diğer Hristiyan mezheplerden ayıran en büyük özelliklerinden biri ise, diğer mezheplerde pek de fazla öne çıkmayan "tebliğ"dir. Kendi dinlerinin gereklerini diğer insanlara anlatmak, yani aktif bir misyonerlik politikası bu mezhebin takipçilerinde yaygın olarak görülmektedir. İşte bu nedenledir ki Evanjelizm özellikle Amerika'da gün geçtikçe daha fazla adı geçen ve geniş kitlelere yayılan bir mezhep halini almıştır. Bunu rakamlardan da anlayabilmek mümkündür. 
İç savaş dönemi Amerika'sında (1861-1865) Evanjelik kilise mensubu sayısı 4 milyonken, bugün bu rakamın 70 milyon olduğu iddia edilmektedir. 2014 verilerine göre Amerikalıların %25.4'ü kendilerini Evanjelik olarak tanımlamaktadır.2 Her ne kadar ilk ortaya çıkış şekli Hristiyanlığa Katolik inancından farklı yorumlar getirmek olsa da, günümüz Evanjelizm anlayışı Katolik inancıyla ciddi bir çatışma halinde değildir. 
Şunu belirtmek gerekmektedir: Her ne kadar çeşitli yorumlar nedeniyle kimi zaman özünden farklı anlamlara ve mezheplere bürünmüş olsa da Hristiyanlık inancının güçlenmesi, özellikle dinsizliğin yaygın olduğu bir dönemde Allah'a inancın gelişip yaygınlaşmasını biz isteriz. Hristiyanlar elbette daha fazla dindar olmalı, Kutsal Kitaplarına daha fazla sahip çıkmalı, Amerika'da ve Hristiyanlığın yaygın olduğu tüm diğer ülkelerde maneviyat daha fazla güçlenmelidir. Amerika da, diğer tüm ülkeler de, dindar oldukları müddetçe bereketlenmiş ve mutlu olmuşlardır. Dolayısıyla Müslümanlar arasında Müslümanlığın, Hristiyanlar arasında Hristiyanlığın, Museviler arasında da Museviliğin gelişip güçlenmesi her zaman isteyeceğimiz ve teşvik edeceğimiz bir güzelliktir. 
Bunun yanı sıra, Evanjelik inancın Mesih beklentisi de bizim için sevinç vesilesidir. Bilindiği gibi biz Müslümanlar da içinde bulunduğumuz son –Ahir– zamanda Hz. Mehdi (as)'ın zuhur edeceğini ve Hz. İsa (as)'ın yeniden yeryüzüne nüzul edeceğini biliyoruz. Dolayısıyla Hristiyanlarla bu konuda benzer görüş içinde olmak sevindiricidir ve Hristiyanlara sevgimizi ve desteğimizi artıracak, onlarla ittifakımızı güçlendirecek heyecan verici ortak bir noktadır. 
Söz konusu Evanjeliklerin Ortadoğu'da bir İsrail devleti beklentisi de yadırganacak bir tutum değildir. Kuran'a göre Musevilerin Kutsal Topraklarda yaşama hakkı vardır ve bu gerçek Tevrat'ta olduğu gibi Kuran'da da pek çok ayette geçen bir durumdur. Maide Suresi'nin 20 ve 21. ayetlerinde şöyle bildirilir:
Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi." "Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." (Maide Suresi, 20-21)
Dolayısıyla 5000 yıl sonra hala Kutsal Topraklar üzerinde Musevilerin varlığını görmek, biz Müslümanlar için Allah'ın vaadini görmek anlamını taşımaktadır, sevinç vesilesidir. O topraklarda, geçmişte olduğu gibi Musevilerin, Hristiyanların ve Müslümanların bir arada barış içinde yaşadığı bir dönemi görmek en büyük temennilerimizdendir. 
Burada üzerinde duracağımız ve eleştiri konusu olan kısım, bir kısım Evanjeliklerin, Ortadoğu'da bir savaş beklentisinin gereği olarak Ortadoğu'yu buna göre şekillendirme çabası, bir bakıma Mesih'in gelişini çabuklaştırma ihtirası, Kutsal Topraklar konusundaki bazı inanç ve yanlış beklentilerinin tehlikeli boyutlara ulaşmış olmasıdır. 
Öncelikle, Hz. Mehdi (as) ve Mesih'in geliş tarihi Allah'ın tespit ettiği kaderde belirlenmiş bir vakittir. Dolayısıyla hiç kimse, hiçbir şart, hiçbir alamet bu çıkışı vaktinden daha erken hale getirmeyecek, hızlandırmayacaktır. Kutsal Topraklar üzerinde gerçekleşmesi beklenen Armageddon Savaşı ise 2003 yılında patlak veren Irak Savaşı ile başlamış ve şu an halen Ortadoğu’da sürüp gitmekte olan çatışmaların tümüdür. 2003 Irak Savaşı, İncil'de Armageddon olarak belirtilen, hadislerde ve Tevrat'ta da tüm alametleriyle tarif edilen ahir zaman alameti olan büyük savaşın başlangıcı hükmündedir. Bu büyük savaş, zamana yayılmış durumdadır. Şu an İslam dünyasında bu kadar kapsamlı kanın akıyor olması, hemen her Ortadoğu ülkesinde Müslümanların şehit edilmesi, tam olarak Armageddon savaşının yaşandığını göstermektedir.  
Dolayısıyla Evanjeliklerin beklediği şekilde gelecekte müstakil, farklı bir kanlı savaş ortamı gerçekleşmeyecektir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Evanjelikler tarafından tanımlanan Kutsal Topraklar kapsamı, Musevilerin inancından daha farklıdır ve daha geniş sınırlara ulaşmaktadır. Bunun bir neticesi olarak da Ortadoğu'yu bir savaş ortamına hazırlama düşüncesi ve bu yönde uygulamalar her açıdan büyük yanlışlıklar taşımaktadır. Planlanan en büyük yanlışlardan biri ise, Ortadoğu'nun belkemiğini oluşturan dört ana ülkenin parçalanarak bir Büyük Kürdistan kurulması hayalidir. Bu kitap, şu anki şartlar altında bu hayalin neden yanlış olduğunu ve böyle bir hayalin Ortadoğu'yu, Avrupa'yı ve ardından tüm dünyayı nasıl bir faciaya sürükleyeceğini anlatmaktadır. 


KİTABIN 2. BÖLÜMÜ 

ASIRLIK HEDEF: ORTADOĞU'YU BÖLME İHTİRASI

Osmanlı henüz yıkılmadan Sykes-Picot gibi anlaşmalarla üzerinde planlar kurulan Ortadoğu'nun parçalanma ve güçsüzleşme planları, yıllar boyunca belki de üzerinde en çok konuşulan, istihbarat teşkilatlarının en fazla kafa yordukları konuların başındaydı. Devlet başkanları stratejilerini buna göre belirler, ülkeler tutumlarını buna göre şekillendirirlerdi. Çünkü yukarıda tarif ettiğimiz Evanjelik inanca göre Hz. İsa (as)'ın çıkışının habercisi olarak kabul edilen Armageddon Savaşı bu topraklar üzerinde gerçekleşecekti. Bunun altyapısı hazırlanmalı ve bu önemli zuhur için ortam buna göre yönlendirilmeliydi. 
Evanjeliklerin Amerika'daki siyasi kolunu temsil eden "Yeni Muhafazakarlar"ın (Neocon) bir kısmı, söz konusu Ortadoğu planlarının en büyük şekillendiricisidirler. Takip ettikleri bu politika, kimi zaman yönlendirici olmakta, fakat kimi zaman uluslararası hukuku hiçe sayacak şekle bürünmekte, kimi zaman ise Amerika'nın temel dış politikası ile bile tezat teşkil etmektedir. Buna verilebilecek belki de en etkili örnek Irak Savaşı'dır. 
Amerikan başkanlarından Ronald Reagan, Yeni Muhafazakarların bir temsilcisidir ve yaşamı boyunca kıyameti göreceğine inanmıştır. Anti füze savunma sistemine olan ilgisinin de yine kıyamet inancı ile ilgili olduğu iddia edilmiştir. Çünkü Eski Ahit'te geçen Ezekiel 38 ve 39. pasajlara göre kıyamet koptuğu sırada Megiddo Ovası'nda nükleer bir savaş olacaktır. Şiddetli yağmurlarla birlikte kükürt kaynayacak, dağlar düşecek, depremler gerçekleşecektir. Evanjelikler, bunun gerçekleşmesi için bir nükleer patlamanın olması gerektiğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla ortamı buna hazırlamak gerektiğini düşünmüşlerdir. Reagan işte bu amaçla Ortadoğu politikasını şekillendirmiş, hatta Libya'nın bombalanmasının gerekliliğini Eski Ahit'ten sözler göstererek açıklamıştır. Buna göre Libya, ahir zamanda İsrailoğulları'na ihanet edecek ülkelerden biridir. Bu nedenle Reagan, Libya'yı peşinen cezalandırmıştır.3
Yine Yeni Muhafazakarların temsilcilerinden ABD Başkanı George W. Bush da, aynı şekilde kendisinin Allah tarafından görevlendirildiği inancındadır. Nitekim Irak Savaşı sırasında Allah'tan vahiy aldığını iddia etmiş ve kutsal savaş (holy war), şer ekseni (evil axis), haçlı seferleri (crusades), sağduyu (gut instinct) gibi terimleri sıkça kullanmıştır. Bir nükleer füze bahanesiyle girilen Irak yerle bir edilmiş, sadece Iraklılar değil Amerikalılar da çok ciddi kayıplar vermiş ve herhangi bir nükleer bulguya rastlanmaksızın ülke terk edilmiştir. Genel olarak bütün dünyada başarısız olmuş bir Irak Savaşı portresi çizilmiştir. Gerçekte ise, Evanjelik inancın gerekleri tam olarak yapılmış ve bu uğurda aslında kendilerince oldukça başarılı bir operasyon gerçekleştirilmiştir. Tam olması gerektiği gibi Irak parçalara ayrılmış, bir Kürt özerk bölgesi kurulmuş, Saddam gibi bir diktatörün tekelindeki güçlü ülke tümüyle istikrarsız ve terörle iç içe bir cephe halini almıştır. 

Bush, Irak saldırısını Tevrat'ta geçen şu sözlere dayandırmıştır: 

RAB diyor ki: "İşte Babil'e ve Lev-Kamay'da yaşayanlara karşı yok edici bir rüzgar çıkaracağım. Tahıl savuranları göndereceğim Babil'e, onu savurup ayıklasınlar, ülkesini boşaltsınlar diye. Yıkım günü her yandan saldıracaklar ona. Okçu yayını germesin, zırhını kuşanmasın. Onun gençlerini esirgemeyin! Ordusunu tümüyle yok edin. Kildan ülkesinde ölüler, Babil sokaklarında yaralılar serilecek yere. (Yeremya, 51:1-4) 

   Tevrat'taki bu ifadeler birer kehanet olarak görüldüğünden, dünyanın süper gücü ABD'nin liderliğini eline almış bir Evanjelik olan Bush tarafından uygulamaya konmuştur. Gerçekleşen bu savaş sırasında ortaya çıkan manzaranın tam olarak Evanjeliklerin hedeflerine işaret etmesi, onlar için kıyamete bir adım daha yaklaşmak anlamına gelmektedir. Nitekim, aynı dönemde Irak Kürt bölgesinde, baba Mustafa Barzani'nin vermiş olduğu "Kürt özerk bölgesinin kurulması halinde ABD'nin 51. Eyaleti olmaya hazır olacağız" sözü bugün büyük ölçüde gerçekleşmiş bulunmaktadır.4 
Bütün bu olaylar aslında bir bakıma geleceğe de yatırım şeklinde geliştirilmiş ve Irak'ın bu istikrarsız ortamı, pek çok radikal grubun şekillenip güçlenmesine önayak olmuştur. El Kaide en fazla saldırıyı Irak'a yöneltirken, şu an tüm dünyanın hiçbir şekilde çözüm bulamadığı IŞİD Irak'ta doğmuştur. Dolayısıyla şu an sadece Irak değil, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya, hatta Mısır'ın bile bu hale gelmesini tetikleyen unsur, gerekçesiz başlatılan Irak Savaşı'dır. Planlandığı gibi bölgeye istikrarsızlık, terör ve bölünme tam anlamıyla gelmiştir. 
Plan dahilinde Ortadoğu'da güçlü ve istikrarlı bir Müslüman ülke bırakmamak vardır. Ortadoğu, mümkün olduğunca güçsüz, iradesiz, amaçsız ve kişiliksiz uydu birimler şeklinde küçük parçalara bölünmeli ve bu şekilde rahat ve kolay kontrol edilebilir hale getirilmelidir. Kontrol edilemediği ya da bir anlaşmazlık olduğu takdirde ise basit bir askeri müdahale ile kolaylıkla yok edilebilir nitelikte olmalıdır. Körfez ülkeleri, Amerika'nın denetiminde olduğu ve Armageddon'un beklendiği Kutsal Toprakların dışında kaldığı için bu kapsama girmemektedirler. Planın Irak, Suriye ve Mısır kısmı ise şu ana dek (kendilerince) başarıyla tamamlanmıştır. Geriye kalan iki ülke vardır: Türkiye ve İran. Bu iki ülkenin bölünüp istikrarsızlaşması ise, kurulacak bir büyük Kürdistan ile mümkün olacaktır. Ortadoğu'ya dikkatli bakın; tüm planlar bu doğrultuda ilerlemektedir. 
ABD ve Avrupa basınında, Türkiye'nin, Suudi Arabistan'ın, Irak'ın, İran'ın, Suriye'nin, Libya'nın, Lübnan'ın, Yemen'in çeşitli şekillerde bölünmüş haritalarının sıklıkla yayınlanmasının en önemli amacı dünya kamuoyuna bölünmeleri, sözde siyasi bir gereklilik gibi göstererek bunun bilinçaltı zeminini oluşturmaktır. Kazananı olmayan savaşlar bölgeyi istikrarsızlığa sürüklerken, silah endüstrisi de sürekli olarak canlı tutulmakta, stoktaki satılmayan silahlar eritilirken, yeni üretim için de müthiş bir sermaye sağlanmaktadır. Ani krizlerden gelir elde eden bankacılık sektörü de Ortadoğu'daki karışık yapıdan faydalanmaktadır. Dünya Merkez Bankası, bu şekilde ciddi bir finans kaynağına sahip olmaktadır. 

Bütün bu gelişmeler ışığında değerlendirildiğinde, Ortadoğu'daki manzaranın hiç de rastgele oluşmadığı anlaşılmaktadır. Yüz yıl önce tasarlanmış harita ve ortam, bugün fiili olarak uygulamaya konmuş gibi görünmektedir. Kuşkusuz kabahatin belki de en büyük kısmı, bu planlara bilerek ya da bilmeyerek alt yapı oluşturmuş, bu karışıklığa izin vermiş olan, kendi aralarında ittifak edemedikleri gibi ihtilafı marifet sayan bir kısım Müslümanlardır. Bu konuya da ilerleyen satırlarda değinilecektir. 

Bir Araç olarak Musevi lobisi.,

Yeni muhafazakarlar Amerika'da gerek yönetimdeyken, gerekse yönetimde olmadıklarında çeşitli düşünce kuruluşları ve sivil toplum örgütleri yoluyla oldukça etkilidirler. Elbette bunda, bir kısım Musevilerden ve Musevi lobisinden aldıkları destek de önemli yer tutmaktadır. Ancak bu noktada ciddi bir tezat göze çarpar. Daha önce belirttiğimiz gibi bir kısım Evanjelikler, Hz. İsa (as)'ın nuzülü ile Hristiyanlığı seçecek sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağına, diğerlerinin ise bu büyük savaşta katledileceğine inanmaktadırlar. Dolayısıyla Evanjeliklerin bir kısmı gerçekte Musevileri yanlış yolda görmekte ve onların katledileceği bir savaş için hazırlık yapmaktadırlar. Buradan hareketle söz konusu Evanjeliklerin Musevilere yaklaşımının gerçek bir ittifak anlamı taşımadığı söylenebilir. 
Nitekim bunu bazı ünlü Evanjeliklerin kendi ifadelerinde de görmek mümkündür. 20. yüzyılın ünlü Evanjeliklerinden Jerry Falwell'e, bir konuşması sırasında deccalin kim olduğu sorusu sorulur, cevap ise ilginçtir: "Deccal kim olacak? Tabi ki bir Musevi."5 Billy Graham ise yıllar önce yaptığı bir konuşmasında şu sözleri sarf etmiştir: "O Musevilerden pek çok arkadaşım var. Hepsi de benim etrafımda dolanır ve beni çok severler. Benim İsrail'i sevdiğimi biliyorlar ya. Ama gerçekte ülkeye yaptıkları hakkındaki hislerimi bir bilseler. Ve bunu engelleyecek gücüm de yok". Graham, bu sözlerin ortaya çıkmasının ardından, "30 yıl önceki bir görüşme. Ne söylediğimi pek hatırlamıyorum. Ama eğer kimseyi kırdıysam yürekten özür dilerim. Ben yıllarca Yahudiler ve Hristiyanlar arasında köprü kurmak için çalıştım.”6 demek durumunda kalmıştır.
Bu sözler, bir kısım Evanjeliklerin Musevileri destekler görünmelerinin sadece kıyametin şartlarından biri olmasından ileri geldiğini göstermektedir. Yani Museviler, bazı Evanjeliklere göre sadece bu hedefin gerçekleşmesi için bir araçtır. Musevilerden bazıları bunun farkında olmamakla birlikte, bir kısım Museviler, bu hedefi gayet iyi bilmelerine rağmen herhangi bir itiraz getirmemektedirler. Zira, dünyada Siyonizmin destekçileri azdır ve söz konusu Museviler böyle bir yolla da olsa kendi inançlarının desteklenmesinden memnun gözükmektedirler. 
Kitabın başında belirttiğimiz önemli bir hususu tekrar hatırlatalım: Elbette Evanjeliklerin de Yeni Muhafazakarların da tümü bu görüşte değildir. Hatta büyük bir çoğunluk Ortadoğu'yu yıkıma sürükleyecek bir savaş ihtirası taşımamakta ve Musevilere ve Müslümanlara husumet hissetmemektedir. Hatta aralarında, dinler arası köprü kurmayı hedefleyen, bu konuda ciddi çabalar sarf eden, Müslümanlara ve Musevilere gerçek muhabbet duyan sevgi insanları çoğunluktadır. 
Burada bahsini ettiğimiz savaş beklentisi içindeki Evanjeliklerin de bir yorumlama hatası nedeniyle bu görüşte olduklarını tekrar hatırlatmak gerekmektedir. Amaç bu yanlışlığı ortaya koymak olduğundan, sadece 144 bin Musevi'nin hayatta kalacağı bir savaş senaryosundaki mantık boşlukları da gözler önüne serilmelidir. Şu bir gerçektir ki, böyle bir inanç şekli taşıdıkları sürece söz konusu Evanjeliklerin Musevilerle gerçek birlik ve dostluğu oluşturabilmeleri neredeyse imkansız, Museviler için ise bu, oldukça riskli ve şüpheli bir durumdur. Bu bakış açısındaki bir Hristiyan'ın hayatı boyunca bir Musevi'yi gerçek dost olarak görebilme ihtimali yoktur. Durumun farkında olan Museviler de, kendilerine yönelik bir katliam senaryosuna inanan Hristiyanların samimiyetinden ve dostluğundan daima şüphe edeceklerdir. Şu şartlar altında iki dinin temsilcileri arasında geçici ittifaklar yalnızca göz boyama anlamına gelecek, gerçek bir ittifakın gerçekleşmesi ise imkansız olacaktır. Oysa dinler arası ittifak, ahir zaman için hayati ve oldukça gerekli bir konudur. Sırf bu sebepten dahi, Evanjelik inancın söz konusu beklentilerinde bazı sorunlar olduğu açıktır. 
Müslümanlar açısından ise durum çok daha vahimdir. Keza, bir kısım Evanjeliklerin beklentilerine göre son savaş, tüm Müslümanların katledilmesi ile sonuçlanacaktır. Bu beklentide olan bir Evanjelik, iyiliğinden ve dürüstlüğünden emin olsa da, sevgi ve saygı da duysa, doğru yolda olduğunu açıkça görerek tüm kalbiyle güvendiği bir insan da olsa, bir Müslümanın mutlaka katledilmesi gerektiğini düşünerek yaşayacaktır. Bu durum, söz konusu Hristiyan için de, onunla ittifak ve sevgi düşüncesi içinde olan bir Müslüman için de dehşet vericidir. Bu ifade, Hristiyanlarla Müslümanların arasında hiçbir zaman bir birlik ve tesanüt olamayacağı sonucunu çıkarır ki şu durumda bu dünya, üzerine barış gelmeyecek bir kabus mekanı haline gelecektir. Bu yanlış bakış açısı, kapsamlı bir düşmanlık politikasının fitilini ateşlemek için yeterlidir. Bu düşüncede olan bir Evanjelik Hristiyan'ın dinler arası gerçek bir dostluğu oluşturabilmesi ise imkansızdır. Böyle bir yaşam, Allah'ın istediği bir yaşam olamaz. Bir hak dinin, asla böyle bir düşmanlık politikası ve katliam senaryosu sunmayacağı açıktır. Demek ki dini yorumlama konusunda büyük bir hata vardır. 
Ayrıca dünyaya sevgi ve barış temsilcisi olarak gönderilmiş olan ve biz Müslümanların da peygamberi olan Hz. İsa (as)'ın, dünyanın son döneminde tamamen yaratılış amacının dışında bir katliama yol vermesi akla ve imana aykırı bir durumdur. Hz. İsa (as)'ı gereği gibi tanıyan gerçek bir Hristiyan'ın, böyle bir düşünceden şüpheye düşmesi gerekir. Dünya üzerinde sevgi ve barışı imkansız kılan böylesine ürkütücü bir plan ne Allah'ın adetullahına ne de peygamberlerin gönderiliş amaçlarına uygun düşmektedir. Dolayısıyla burada da açık bir yanlış anlaşılma, bir algılama sorunu vardır. (Bu konuyla ilgili detaylar için bkz. Harun Yahya, Hristiyanlar İsa Mesih'i Dinlesinler) 

Kutsal Topraklar üzerinde parçalama planları 

Eski Ahit, vaat edilmiş toprakları şu şekilde tarif eder: 

Mısır Irmağı'ndan büyük Fırat Irmağı'na kadar uzanan bu toprakları –Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa, Amor, Kenan, Girgaş ve Yevus topraklarını– senin soyuna vereceğim. (Yaratılış 15:18-21)

Tevrat'taki söz konusu pasaj, Evanjelikler için Kutsal Topraklar olarak tanımlanır ve Hz. İsa (as)'ın gelişi öncesi bu toprakların mutlaka Museviler tarafından ele geçirilmiş olmasını şart koşar. Nil ve Fırat arasındaki bu topraklar Irak, Suriye, Mısır, Sudan ve Türkiye'yi kısmen, Ürdün, Lübnan ve Kuveyt'in ise tamamını içermektedir. 

Bir kısım Evanjelikler için bu toprakların ele geçirilmesi büyük önem taşımakta ve son nüzul için önemli bir alamete işaret etmektedir. 
Bu haritada Türkiye'yi ilgilendiren kısım ise, Evanjeliklere göre söz konusu Kutsal Toprakların Adana, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş ve Adıyaman'ı kapsamakta oluşudur. Kimi kaynaklar buna Türkiye'nin Güneydoğusu'nun tümünü dahil ederler. 90 yıllık cumhuriyet dönemi boyunca büyük bir istikrar ve demokrasi ile idare edilmiş ve özellikle son yıllarda ciddi anlamda bir yükseliş kaydetmiş ülkemizde sadece adı geçen bu bölgelerin sürekli olarak istikrarsızlıklar içinde olması bu anlamda düşündürücüdür. Açıktır ki, bir kısım kehanetlere dayanarak Ortadoğu'yu parçalama planları içinde Türkiye de vardır ve Güneydoğu bölgesi bu nedenle sürekli bir rahatsızlık içindedir. 
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Eski Ahit'te Nil'den Fırat'a kadar olarak tarif edilen Kutsal Topraklar, Museviler için (Doğudan Batıya) Akdeniz'den Ürdün Nehri'ne, (Güneyden Kuzeye) Sina'dan Kuzey Lübnan'da bulunan Hazbani nehrine uzanan kısımdır. Dolayısıyla şu anki İsrail sınırları bu alanı kaplamakta, fakat bu tarif Türkiye topraklarını kapsamamaktadır. Ne var ki bir kısım Evanjeliklerin söz konusu Tevrat pasajlarını yorumlama şekli yukarıda belirttiğimiz gibi farklıdır. Aradaki ayrımın en önemli sebeplerinden bir tanesi bir kısım Hristiyanların "Kutsal Topraklar" kavramını sadece Hz. Musa (as)'a değil Hz. İbrahim (as)'a vaat edilen kutsal topraklar olarak genişletmeleridir. Oysa Tevrat'ta Kutsal Topraklar ifadesi bu anlamda kullanılmamıştır. Dolayısıyla Museviler, genel olarak, bir kısım Evanjelikler tarafından tarif edilen bu geniş haritayı doğru bulmazlar, bu nedenle de Kutsal Toprakları, mevcut İsrail sınırlarının dışına çıkarak genişletme hedefine sıcak bakmazlar. 

Türkiye üzerinde Gizli/açık Planlar .,

İçinde bulunduğumuz son yıllar, özellikle Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan kargaşa ile birlikte "bölünme" teriminin çok fazla zikredildiği yıllardır. Öyle ki, saldırı ve kargaşadan kurtulamamış olan Irak, Amerika'nın ardından IŞİD'in işgali ile karşılaşmış ve bugün resmi olarak üçe bölünmüş durumdadır. 2011 yılından beri başlayan iç savaştan kurtulamayan Suriye, şu an temelde 6 ayrı parçaya bölünmüştür. Bu parçalar içinde de parçacıklar vardır. Mısır, ciddi bir istikrarsızlık dönemi yaşamakta, Sina'daki aşiretler tedirgin beklemekte; Libya darbelerle sarsılmakta, Sudan ve Yemen'deki durum ise hiç durulmamaktadır. 
Bütün bu karışıklıklar içinde dikkatleri çeken iki ülke vardır: İran ve Türkiye. İran, her ne kadar yakın geçmişte nükleer çalışmaları nedeniyle çok uzun zaman boyunca ciddi bir abluka altında kalmış olsa da, bağlı bulunduğu Şangay Paktı'nın bir gözlemci üyesi, Rusya-Çin ekseninin bir müttefiki olması bakımından gücünü kaybetmemiş ve istikrar göstermiştir. NATO üyesi ve Batı müttefiki demokratik Türkiye ise, yaklaşık 40 yıllık PKK terörüne rağmen bölünmeyi şiddetle reddetmiş, içinde bulunduğu kaynayan coğrafi şartlara rağmen güçlenmiş, beklenmedik reformlarla 10 yıl içinde önemli bir değişim geçirmiş bir ülkedir. Komşularla ilişkiler, İslamileşme ve Batı'dan uzaklaşma gibi eleştiriler alsa da Türkiye, bölge içinde ekonomik, ticari ve demokratik anlamda önemli atılımlar içinde olmuş ve bölgenin karmaşasından çok fazla etkilenmemiştir. 
Türkiye'deki bu durum işte bu nedenle Ortadoğu üzerinde planları olan çevreleri tedirgin etmekte ve hatta kimileri bu tedirginliği açıkça ifade etmekten çekinmemektedirler. Çünkü planda, ülkelerin güçlenmesi değil, güçsüzleşmesi vardır. Ve yine planda, Armageddon Savaşının gerçekleşeceğini düşündükleri Mezopotamya bölgesinde, kendi idarelerinde olan, Arap, Türk ve Fars dünyasından bağımsız, rahat yönetilip üzerinde rahat oyun oynanabilen hayali bir kukla devlet kurulması yer almaktadır: Büyük Kürdistan. 
İlerleyen satırlarda bu büyük hayalin ne büyük bir yanılgı olduğunun ispatlarını göreceksiniz. 

Evanjelik Planları Anlatmamızdaki amaç .,

Şu önemli gerçeğin kitap boyunca çok defa vurgulanması önemlidir: Bu kitapta belirtilen Evanjelik planları gözler önüne sermemizdeki amaç, söz konusu Evanjelikleri veya Yeni Muhafazakarları kötülemek değildir. Bu kişiler batıl da olsa sahip oldukları inançlar doğrultusunda en doğrusunu yaptıkları kanaatinde olabilirler. Allah'ın Kuran'da çok fazla ayette bildirdiği gibi Hristiyanlar ve Museviler, Müslümanlar için dost ve kardeştirler. Kuran ile mutabık olan tüm Tevrat ve İncil sözleri Müslümanlar için de geçerlidir ve Müslümanlar, bu iki İbrahimi dine saygı, bu dinlerin mensuplarına ise sevgi ve şefkat göstermekle yükümlüdürler. Dolayısıyla elinizdeki kitabın bir dini, mezhebi veya bir dinin mensuplarını yermek veya kötülemek için yazılmadığının bilinmesi oldukça önemlidir. 

Ayrıca şu bir gerçektir ki, İslam coğrafyası üzerinde her ne plan uygulanıyor olursa olsun, bu topraklarda eğer bir kargaşa çıkıyorsa, bunun asıl sorumlusu o topraklar üzerinde yaşayan ve bir türlü birlik olamayan Müslümanların kendileridir. Ortadoğu'nun içinde bulunduğu bu kargaşa halinin tüm sorumluluğunu başkalarına yüklemek gerçek sorunu anlamamak anlamına gelir. Ortadoğu ve tüm diğer Müslüman coğrafyasının asıl sorunu, bölünüp parçalanmış olmaları, mezhepler ve etnik kimlikler bahanesiyle bir araya gelememeleri, birlik olamamalarıdır. Büyük bir çoğunluğunun İslam adı altında sahte bir hurafe dinini benimsemeleri, Kuran'dan uzaklaşmaları ve Allah'ın kendilerine Kuran ile vermiş olduğu mesajı anlayamamalarıdır. Hurafe dininin etkisi ile kendi içinde geri kalmış, kadını değersiz, demokrasiyi gereksiz, sanatı haram bilen paramparça olmuş bir topluluk içinde nefretin büyümesi kuşkusuz ki zor olmamıştır. Dolayısıyla kıvılcımlardan kolay etkilenip bir anda kendi coğrafyasının kargaşa ortamına dönüşmesine izin veren Müslüman alemi, kuşkusuz ki bu durumdan en fazla sorumlu olandır. 
Fakat bir yandan, kitabın başından beri bahsini ettiğimiz Evanjeliklerin, kendi hedefleri ve bu hedef için tespit edilmiş yol ve yöntemlerindeki hatalar, gidişata bakıldığında, Ortadoğu'da çok büyük ve korkunç sonuçlara sebep olabilecektir. Burada bahsettiğimiz korkunç sonuç, bütün dünyayı felakete çevirecek Marksist bir sistemin doğup yaygınlaşması ve bütün dünyaya sirayet etmesidir. İşte o zaman, Evanjelikler, kendi beklentilerinin de yerine gelmediğini, dünyanın ise bir yok oluşa doğru gittiğini anlayabileceklerdir. Çok geç olmadan bu konuda uyarılmaları şarttır. 
Eğer bu konudaki gerçekler gözler önüne serilirse, özellikle yeni muhafazakarlarla, Amerika ve Avrupa ile birlikte daha iyi ve barışçıl bir Ortadoğu inşa etmek çok daha fazla mümkün olabilecektir. İşte bu nedenle, geç olmadan, bu planın nelere mal olacağı gözler önüne serilmelidir. 

 3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 1

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 1






HARUN YAHYA 
(ADNAN OKTAR)


YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA.,
  Harun Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. 
Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 
1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve 
   Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır. 
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden 
oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. 
Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm 
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan 
Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır. 
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular 
üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın Eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, 
Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, 

Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, 
Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. 
Kitapları okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. 
Bu eserler süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. 

Bundan sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır. 
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir. 
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu değerli eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler. 
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. 
Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir 
biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.

OKUYUCUYA

   Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.

Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedirler. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır. 
Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.

   Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları bir arada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
Bunun yanında, sadece Allah'ın rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.

   Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
   Bu Eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat edilmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız. 
   Bu Kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı "Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.

Birinci Baskı: Ekim 2015
İkinci Baskı: Ocak 2016

ARAŞTIRMA YAYINCILIK
Kayışdağı Mah. Değirmen Sok. No: 3
Ataşehir - İstanbul / Tel: (0 216) 6600059

Baskı: Acar Matbaacılık Promosyon ve Yayıncılık San ve Tic Ltd Şti.
Litros Yolu Fatih İş Merkezi No: 280 Topkapı
Fatih - İstanbul / Tel: (0 212) 6134041

www.harunyahya.org  
www.harunyahya.net
www.harunyahya.tv  
www.a9.com.tr


İÇİNDEKİLER

GİRİŞ 12
1. BÖLÜM 
EVANJELİZM VE ORTADOĞU EKSENİ 16
Evanjelizmin Kısa Tarihi 16
Evanjelizmin Yayılışı ve Ahir Zaman 19
Evanjelizmin Etki Gücü 21

2. BÖLÜM 
ASIRLIK HEDEF: ORTADOĞU'YU BÖLME İHTİRASI 28

Bir Araç Olarak Musevi Lobisi 36
Kutsal Topraklar Üzerinde Parçalama Planları 42
Türkiye Üzerinde Gizli/Açık Planlar 44
Evanjelik Planları Anlatmamızdaki Amaç 46

3. BÖLÜM 
SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN 50
Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor 53
PKK Neden Kuruldu? 55
PKK'nın Emperyalizm Maskesi 78
PKK'ya Bir Sığınak: 36. Paralelin Kuzeyi 80
Tarihteki Ünlü Komünist Taktikler 90
PKK'nın Kullandığı Komünist Taktikler 96
1. Emperyalizm maskesi altında kadınlar 98
- PKK'lı kadınlar neler söylüyor? 108
2. Emperyalizm maskesi altında din 114
- Kürt milliyetçiliği görünümüne uygun dindarlık kılıfı 121
 - Türk eğitim müfredatı bilinçsizce PKK'nın ideolojisine 
 destek veriyor 126
3. Emperyalizm maskesi altında demokrasi ve devlet 144

4. BÖLÜM 
BATI'DA PKK ALGISI 152
PKK'yı Kullanmak İsteyenler 154
PKK'nın Tuzağına Düşenler 156
Batı'nın Kobani Hassasiyeti 156
PYD Üzerine Spekülasyonlar 168
Suriye'de Kürtlere PYD Baskısı 174
Bir Kısım Batılıların PKK Lehinde Hareket Etmelerinin Asıl Sebebi 184
Öcalan'a ve PKK'lılara Af Beklentisi Zavallılıktır 189
Global Medya Diktatörlüğü ve Batı'da Algı Operasyonları 200

5. BÖLÜM 
TÜRKİYE NASIL BİR RİSK ALTINDA? 218
"Demokratik Özerkliğe" Doğru Gizli Adımlar 219
2014 Yerel Seçimleri ve Sinsi Planın İlanı 220
Demokratik Özerklik Adı Altında Toprak Talebi 226
Legal Devlet İçinde Yapılanmış İllegal Bir Devlet: KCK 228
1. Diktatörlük sistemi ve liderin putlaştırılması 236
2. KCK sözleşmesinin öngördüğü ilkel komünal toplum 241
3. Özgürlük değil dayatma: KCK vatandaşlığı 249
4. Örgütün terörü meşrulaştırma çabası 252
5. Mevcut devlet yapısının yıkılarak yeni bir devlet yapısının kurulması 254
KCK ile Planlanan Nihai Hedef 256
KCK Örgütlenmesinin Boyutları 258
PKK Asla Silah Bırakmadı ve Bırakmaz! 267
PKK'da İç İnfazlar 278

6. BÖLÜM 
TÜRKİYE NE YAPMALI? 284
Önemli Hatırlatma 286
1. Devlet'in caydırıcı yönü hissettirilmelidir 286
2. Koruculuk sistemi güçlendirilmelidir 298
3. Kürtçe Anadil: Taktik mi, zorunluluk mu? 304
4. Dindarlığın güçlendirilmesi 313
5. Irak Kürt bölgesi ve İran ile ittifak 318
6. Batı ile yakın çözüm ittifakları sağlamak 324
7. Kesin çözüm: PKK'nın ideolojisine vurmak! 328
Eğitim Olmadan Komünist Terör Son Bulmaz 332

7. BÖLÜM 
KÜRT KARDEŞLERİMİZİN SORUNLARINI ANLAMAK 334
İki Tehdit Arasında Kürtler 336
Kürt ve PKK Ayrımını İyi Yapmak 342
Sevgi Olmadan Çözüm Olmaz 346
Hükümetimizin Üzerine Düşen Görev 348
Halkımızın Üzerine Düşen Görev 358

8. BÖLÜM 
DÜNYANIN KURTULUŞ VAKTİ YAKINDIR 364
Batı Dünyasına Bir Hatırlatma 365
Kürt Kardeşlerimize Bir Hatırlatma 367
İslam Birliği, Ama Nasıl? 368
Hz. Mehdi (as) Müjdesi 372

SONUÇ 380 

EK BÖLÜM: 
EVRİM YANILGISI 384
Darwin'i Yıkan Zorluklar 385
Aşılamayan İlk Basamak:?Hayatın Kökeni 386
Hayat Hayattan Gelir 387
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar 388
Hayatın Kompleks Yapısı 390
Evrimin Hayali Mekanizmaları 392
Lamarck'ın Etkisi 393
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar 394
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok 395
Darwin'in Yıkılan Umutları 398
İnsanın Evrimi Masalı 399
Darwin Formülü 404
Göz ve Kulaktaki Teknoloji 406
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir? 409
Materyalist Bir İnanç 411
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür 413

GİRİŞ

Güçlü Osmanlı idaresi altındayken bile üzerinde planların ve iç karışıklıkların eksik olmadığı Ortadoğu her zaman gözde bir coğrafya olmuştur. Aslında bu coğrafya doğru bir tanımla "doğu"dur. Onu Ortadoğu haline getiren ise deniz ticaret yollarıdır. Bu değerli denizler, Ortadoğu'yu bildiğimiz doğudan ayırmış ve paha biçilmez hale getirmiştir. Ortadoğu'nun petrolü, doğalgazı ve diğer zenginlikleri bu ticaret yolları ile Batı'ya ulaşmış, Batı'nın ticari malları ve silahları da yine bu limanlara uğramıştır. Değerli olan bu coğrafya üzerinde elbette ki kavga da çok olmuştur. Osmanlı'nın hakimiyeti bu kavgaları dizginlerken, kavgaları tetikleyen ise Osmanlı'nın yok oluşu olmuştur. Ortadoğu, Osmanlı hakimiyetinin sürdüğü zamanlarda bile Batılı güçler tarafından gizli anlaşmalarla paylaşılmış, üzerinde menfaat planları yapılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında, henüz savaş bitmeden itilaf devletleri kendi aralarında Ortadoğu'ya sınır çizecek ve sınırları hakimiyet altına alacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Ortadoğu parçalanırken yeni oluşan ülkelerin sınırları cetvelle çizilmiş, cetvelle çizilen bu suni sınırlara tüm Ortadoğu halkı riayet etmek zorunda kalmıştır. 
O zamandan bu yana Ortadoğu gerçekte bir Batı hegemonyası altındadır. Batı, önceleri bu ülkeleri doğrudan yönetmek istemiş, bunun zorluklarıyla baş edemeyince diktatörler ve çeşitli aktörler kullanmıştır. Diktatörlüklerin bir kısmı halk ayaklanmalarıyla yıkılırken, bir kısmı çeşitli bahanelerle ABD ve koalisyon güçlerinin işgaline uğramış, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan bu işgaller birer savaş bile sayılmamıştır. Batı hegemonyası nefreti beraberinde getirmiş, Batı'nın ilk başta Rusya'ya karşı desteklediği radikal güçler dallanıp budaklanmış ve bu defa Batı'ya karşı birer terör hareketi olarak bütün Ortadoğu'yu sarar hale gelmiştir. Şu anki manzaraya baktığımızda ise güzel Ortadoğu, bir kavga, nefret, öfke ve savaş alanı görünümündedir. Batı'ya kızan uluslar birbirine girmiş, birbiriyle ittifak edemeyen Müslümanlar birbirini katleder hale gelmiştir. 
İşin şaşırtıcı yönü ise, bu manzaranın çıkış noktasının yıllar önce tespit edilmiş bir planın parçası olmasıdır. Ortadoğu'da akan kan, tümüyle yanlış idare ve politikalardan kaynaklanan trajik bir sonuç değil, çoğunlukla özel olarak tasarlanmış ve halen işlemekte olan bir senaryonun parçasıdır. Ortadoğu'dan cenazelerin çıkması, insanların kindarlaşması, birbirlerinin şehirlerini yıkar hale gelmeleri bir kısım kişi ve çevreler tarafından zaten istenen ve beklenen bir sonuçtur. Ortadoğu üzerindeki planlar baştan itibaren bu esasa göre hazırlanmış ve uygulamaya geçirilmiştir. 
Bu planın en büyük hedeflerinden biri parçalanmış ülkelerdir. Günümüzde, Suriye ve Irak, bu plana bağlı kalınarak paramparça edilirken, hedefteki diğer ülkeler üzerinde de farklı planlar bilindik yöntemlerle uygulanmaktadır. Osmanlı yıkıldığından beri, daha net bir ifade ile Sevr'den beri, üzerinde yüz yıldır plan kurulan bu ülkelerden biri ve belki de en başlıcası Türkiye olmuştur. 
Bu kitap, Türkiye üzerindeki parçalama planlarının neden ve nasıl geliştiği, hangi yöntemlerle uygulandığı, PKK'nın neden bu senaryoda yer aldığı ve bunu bertaraf etmek için neler yapılması gerektiğini oldukça kapsamlı ve önemli belgelerle anlatmaktadır. Fakat önce, Ortadoğu üzerinde geliştirilen planların kaynağına gitmek gerekmektedir.

 2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

21 Ağustos 2019 Çarşamba

HDPKK TESTİ.


HDPKK TESTİ.



Soner Polat,
03-04-2019

Cumhurbaşkanı Erdoğan HDP-PKK ilişkisini matematiksel bir formülle açıkladı. HDP eşittir PKK! Bu açıklama ister istemez akıllara birçok soru getiriyor. İlk soru şu: “Madem ki HDP aynı zamanda PKK’dır. O zaman niçin devlet kasasından 92 milyon lira bu partiye transfer edildi? Böyle bir durum PKK’nın devlet olanakları ile palazlandırılması anlamına gelmez mi?”

MUHALEFETİ HDP’YE YAPIŞTIRMAK...

AKP ve MHP görünüşte HDP’yi şiddetle eleştiren iki partidir. Hatta seçim stratejilerinin temel malzemesi HDP’dir. Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerini HDP’ye yapıştırarak etkili bir propaganda faaliyeti yürütüyorlar. Şimdiye dek Kılıçdaroğlu faktörü nedeniyle oldukça başarılı oldular. Özellikle CHP bu konuda AKP ve MHP’nin önüne Messi gibi milimetrik paslar atıyor. CHP tarihi ile kavgalı il başkanları, HDP ile özdeşleşen belediye başkan adayları AKP-MHP değirmenine su taşıyor. Diğer bir ifade ile Millet İttifakı’na cephaneyi bizatihi CHP götürüyor. AKP ve MHP önümüzdeki yerel seçimler için de aynı temayı kullanıyor. İşi daha da ileri götürerek seçimi bir beka meselesi olarak sunuyorlar. Verilen mesaj şu: “Biz iktidardan gidersek ya da bir belediye başkanlığını kaybedersek, PKK ülke yönetimine ya da yerel yönetime ortak olur!”

NİÇİN HDPKK SORUNU YARGIYA GİTMİYOR?

Sorular yeni soruları akla getiriyor: “Peki, durum böylesine kritik bir boyut kazandıysa, niçin HDP’nin kapatılması için kılınızı kıpırdatmıyorsunuz?” Çarpıcı ve vahim olaylar söz konusu iken, ortada yüzlerce bilgi ve belge varken, niçin HDP sorununu yargıya taşımıyorsunuz? Ya da yargıya taşıyanlara destek olmuyorsunuz? Şimdi bu soruya makul ve mantıklı cevaplar arayalım:

AVRUPA-ATLANTİK’TEN ÇEKİNİYORLAR...

AKP de MHP de sonuçta düzenin iki partisidir. En azından ekonomik bakımdan küresel sisteme göbekten bağlıdır. Uzun yıllara dayanan Atlantikçi geçmişleri iki partide köklü izler bırakmıştır. Her iki partide de küçümsenmeyecek Atlantikçi bir damar vardır. Uzun Atlantikçi geçmiş iki partinin de ideolojik altyapısında sapmalara neden olmuştur. Ayrıca iki parti de zaman zaman konjonktürel aykırı çıkışlar yapsa da Avrupa Birliği (AB) ve AB’nin sömürü belgesi olan Gümrük Birliği taraftarıdır. Muhtemelen Avrupa-Atlantik sisteminin, “HDP’yi parti olarak yaşatma ve koruma isteğini” onlar açısından kırmızı çizgi olarak görüyorlar. Bu çizgiyi aşmanın kendilerine çeşitli açılardan sorunlar çıkaracağını düşünüyor ve mayınlı sulara girmekten kaçınıyorlar. AKP açısından ekonomik kriz riski ve ABD’nin ekonomik savaş tehdidi durumu daha da kritik bir boyuta taşıyor.

MÜKEMMEL BİR İÇ POLİTİKA MALZEMESİ

Diğer bir ihtimal, AKP-MHP ikilisinin HDP’yi iç politikada vazgeçilmez bir unsur olarak değerlendirmesidir. HDP’nin ayakta kalması bu ikiliye mükemmel fırsatlar sunmaktadır. Metal yorgunluğu ile tükenen, yeni ve yaratıcı politikalar kurgulayamayan bu partiler, ellerinde kalan yegâne etkili propaganda malzemesini bırakmak istemiyor. Muhalefeti HDPKK üzerinden yıpratarak siyasi avantaj sağlıyor. Muhalefetin Avrupa-Atlantikçi politikalara sarılması bu politikaların etkinliğini artırıyor. Güncel somut veriler ortada iken “Geçmişte Oslo’ya gittiniz, Habur’da çadır mahkemesi kurdunuz!” karşı atakları önemli bir etki yaratmıyor. Seçmen dünü değil bugünü oyluyor.

MUHALEFETİN ÇIKMAZI

HDP tartışmasız olarak PKK’nın siyasi kanadıdır. Zaten bu husus partinin önemli yöneticileri tarafından sürekli olarak vurgulanmaktadır. Bir örnek verelim. Partinin Eş Başkanı Figen Yüksekdağ şunu söyledi: “Bir sırtımızı YPJ’ye, YPG’ye ve PYD’ye yaslıyoruz. Bunu söylemekte ve savunmakta hiçbir sakınca görmüyoruz. Bundan sonra da yaslamaya devam edeceğiz.” Bu koşullar altında muhalefetin HDP ile flörtü PKK’ya zeytin dalı uzatma anlamına gelmektedir. Avrupa-Atlantik sistemin HDP dayatmasına teslim olmak muhalefeti halktan koparmaktadır. Daha da önemlisi bu tür bir yaklaşım milli güvenliğimiz açısından telafi edilmeyecek ağır sonuçlar doğurur. PKK’yı Türk iç siyaset denkleminin bir parçası yapmak, bu ülkeye yapılan en büyük kötülüklerden birisidir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Görüldüğü gibi iktidar da muhalefet de HDPKK ile mücadele etme konusunda samimi değildir. Bütün partiler HDPKK’ın anayasamıza aykırı söz ve eylemlerini görmezden gelmektedir. İktidarın sert söylemleri bir anlam ifade etmemekte, muhalefet bu partiye kalkan olmaktadır. Üstüne üstlük HDPKK’ya devlet kesesinden 92 milyon lira verilmiştir. Bu ahval ve şerait içinde TBMM’deki partilerin terör ile mücadelesinden kesin ve kalıcı bir sonuç beklemek gerçekçi değildir. Küresel merkezlerin koyduğu sınırlar içinde verilecek bir mücadele hedefini bulmaz. Önce bu konudaki kararlılık gösterilmelidir. Bunun en Büyük göstergesi HDPKK sorununu yargıya taşıyacak üstün bir irade ortaya koyabilmektir.
İyi ki Vatan Partisi var!


***

13 Ağustos 2019 Salı

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları - Apo Pkk Kürtçülük ve Türkiye

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları - Apo Pkk Kürtçülük ve Türkiye  
  

Cumhuriyet Dönemi Ayaklanmaları.,
Cem Ersever

    İşgalciler, bütün masabaşı hesapları boşa çıkıp da kısa bir sürede Anadolu'dan geri çekilmek zorunda kalınca, Türkiye Cumhuriyetine karşı LOZAN'da 
çözülemeyen bir çok ihtilaflı konuyu kendi yararlarına sonuçlandırmak için yine tarihi kozları olan KÜRDİSTAN ve Kürtlüğü masaya sürdüler. 

   1925 yılında MUSUL-KERKÜK sorunu diplomatik yollardan çözümlenmeye çalışılırken ŞEYH SAİT AYAKLANMASI patlak verdi. Kısa bir sürede bir çok 
yere yayıldı. Aslında bu ayaklanmanın bir çok toplumsal sebebi vardır. Başlı başına bir araştırma ve inceleme konusudur.

Çerçeve olarak şöyledir; Şeyh Sait ayaklanması her ne hikmetse, Türkiye'nin Musul ve Kerkük üzerindeki haklarından feragat etmesin- den, hatta bu yönlü 
görüşmelerin başlamasından sonra sona erdi. Gerçekte böyle bir hadiseyi basit bir iki cümle ile atlatmak, "şöyle oldu da-böyle oldu" gibi sözlerle geçiştirmek 
doğru değildir. Ama işin özü bu iki basit cümlede yatmaktadır. Bu çerçeve içersinde sorun analiz edildiği taktirde doğru sonuca varılabilir. Şeyh Sait 
ayaklanmasını tarihsel, sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi yönleriyle ve yüzlerce sayfa tutabilecek açıklamalar ile de izah etmek mümkündür. 
Biz bu ayaklanmayı geniş olarak ele almayacağız ama şu kadarını söylemek de zorunludur; 

Osmanlı Devleti ihtişamlı dönemlerinde Anadolu'daki Türk ve Kürt aşiretleri üzerinde devlet olmanın gereği olarak hiçbir maddi külfet getirmemişti. 
Buralarda ne doğru dürüst bir vergi topluyordu ne de halka zorunlu askerliği dayatmıştı. Ancak, ne zaman ki Osmanlı Devleti gerileme dönemine girip 
Avrupa'da, Afrika'da ve Ortadoğu'da büyük sorunlar ile karşı karşıya kaldı işte o zaman öz kaynağına döndü, bir takım düzenlemeler yaparak o zamana kadar 
devletin hiçbir külfetine katlanmamış Anadolu insanına düzenli vergi ve zorunlu askerliği dayattı. Anadolu'daki Kürt isyanlarının dış sebepleri İngiliz, Fransız ve Rus kışkırtmaları ise, iç sebepleri de ZORUNLU ASKERLİK ve VERGİ olayıdır.

O dönemlerde halkın vereceği vergiyi aşiret reisi, ağası, miri belirleyip topluyordu. Askere gidecekleri de bunlar belirliyorlardı. Daha önce halkın 
vergisini kendi cebine atan, halkı kendi askeri gibi kullanan aşiret reisi, ağa veya mir devletin yeni düzenlemeleri üzerine gücünde ve imkanlarında azalma 
gördü, huzursuzluk yaratmaya başladı. 19. Yüzyıl isyanlarının özü bu şekildedir. 

Cumhuriyet dönemi reformlarında ise ağa, aşiret reisi tamamen devreden çıkarak şifadan bir vatandaş durumuna iniyordu, artık tüm imtiyazlarını kaybetmiş oluyordu. Uzun süre İstanbul'da üslenmiş olan ve İngiliz mali pazarlayan komisyoncular el altından "DİNSİZ DEVLET" propagandası ile yeni düzene tepki gösterdiler. Bu komisyoncu kesim gümrük yasası ile imkanlarını ve haksız kazanç yollarını yitirmişlerdi.

İngiliz Hükümetinin işe el koyması ile "ŞERİAT DEVLETİ İSTİYORUZ" propagandasına bir de Kürtlük ve Kürdistan ilave edildi. Fransa ile HATAY meselesi diplomatik zeminlerde konuşulup tartışılırken tamamen Fransa'nın himayesinde oluşturulan "HOYBUN" cemiyeti ŞAM'da kurmuş olduğu karargahında yeni bir Kürt isyanının hazırlıklarını yapıyordu. Kişisel niyetleri, birey, grup düzeyindeki arzu ve istekler ne olursa olsun genel strateji böyle idi. Hiçbir masum çaba, hizmetinde bulunduğu stratejinin niteliğini, genel amacını, asıl hedefini ve sonuçlarını değiştiremez.

Nitekim; HOYBUN Cemiyetinin maddi ve manevi desteğiyle Nuri SAİT liderliğindeki AĞRI İSYANI bu temelde gelişti. Ağrı'nın bilmem hangi köyünden 
olup da isyan içersinde yer alan bir Kürdün elbette ki Fransız çıkarlarıyla ilgisi yoktur. 
Onun isyan içersine çekilmesi apayrı bir dramdır. Ama aynı Kürt objektif olarak genel strateji içinde ve onun hizmetindedir. Hadiselerin bu yönünü görmek 
ve bu temelde yaklaşmak sanırım birçok şeyi gün ışığına çıkaracaktır. Ağrı'da isyanın bastırılmasından sonra bu sefer farklı bir zeminde ve farklı insanlarla 
DERSİM isyanı gündeme getirilmiştir.

Fransızları isyanlar konusunda parça parça da olsa inatçı olmaya iten sebep; Şeyh Sait isyanıyla İngilizlerin Türkiye'den kopardığı büyük tavizlerdi. Üstelik 
HATAY sorunu MUSUL-KERKÜK sorunundan aşağı kalır değildi. Hatay toprakları stratejik yönü bir tarafa neredeyse Ortadoğudaki küçük bir ülkenin toprakları 
kadardı. Şu hususa dikkat etmekte yarar vardır; İngilizlerin desteklediği isyan bölgeleri, liderlikleri, isyan biçimleri farklı; Fransızların desteklediği AĞRI 
isyanı bölgesi, insanları, isyanın liderliği çok daha farklıdır. Aynı şekilde İngilizlerin perde arkasından yönlendirdikleri DERSİM isyanı her şeyi ile 
bambaşka bir yapı arz etmektedir. Bütün isyanlarda destekleyiciler bölgede bir Kürt devleti kurmaktan ziyade Türkiye'yi bu hassas konuda tedirgin etmeyi, 
panik içersine girmesini sağlamayı amaçlamışlardır. Bu nedenle nereyi uygun görüyorlarsa, nerede şartlar ve çelişkiler oluşmuş ise oraya el atıyorlar, işi 
bir bütün olarak ciddiye almıyorlardı. Bir yerde adeta oyun oynuyorlar fakat bu oyunun trajik sonu onları ilgilendirmiyordu.

İlerki bölümlerde bu oyunların senaristleri, yönetmenleri, baş oyuncuları ve figüran konumundaki Kürdün durumu sık sık gözler önüne serilecektir.

Cumhuriyet döneminde birçok küçük mahalli isyan olmuştur. Onlar daha hazin ve daha düşündürücüdür. Bu isyanlar; SASON'da, MUTKİ' de, ERUH'ta, 
PERVARİ'de olmuştur ama muhtevaları üç aşağı beş yukarı hep aynıdır.

Bir zabıta olayı olmuştur, kanun kaçaklarını takibe çıkılmıştır, kanun kaçağı kişi veya kişiler saklanabilmek için çeşitli duygu sömürüleriyle kendi aşiret 
veya kabilesini örtü olarak kullanmıştır, bu nedenlerle takipteki müfrezelere saldırılmıştır, komutanı veya birkaç er şehit edilmiştir. Peşinden çok tabii 
olarak takviye kuvvetler gelmiştir bunun üzerine ilk olaylara katılanlar çevrelerine; "Aman kaçın! Devlet evimizi başımıza yıkacak, hepimizi kurşuna 
dizecek, dağa çıkın karşı koyun!" demiş ve ahali daha ne olup bittiğini anlamadan panik içinde kadın, çocuk, genç, ihtiyar dağa çıkıvermiştir. Bunu 
gören mahalli yöneticiler halk ayaklandı diyerek daha büyük kuvvetlerle onların üzerine gitmişlerdir.

Karşılıklı diyalogsuzluk ve güvensizlik sonucu işler bir anda arap saçına dönüşmüştür. Devam eden güvensizlik ortamında meydana gelen bir yığın çirkin gelişmeler olmuştur. Dağa çıkanlar asker öldürmüştür, asker objektif olarak asi konumundaki halktan insanları öldürmüştür, neticede sulh ve sükun ortamının sağlanması ayları hatta yılları bulmuştur. Bu süre içersinde sürgünler, tutuklamalar doğal olarak söz konusudur. Yıllardır bilinçli bilinçsiz ağızlarda 
sakız edilen "DOĞUDA JANDARMA DİPÇİĞİ" ve "KOMANDO ZULMÜ" nün esprisi burada yatmaktadır.

Doğu ve Güneydoğu insanını çirkin emellerine alet eden güçlerin ve onların bencil uşaklarının Kürt insanına kader olarak hazırladıkları ortam budur. 
Bu durumdan yöneticilerin hiç suçu yok mudur? Elbetteki vardır! Suç; bölge sorunlarının ana esprisini kavrayamayan, bölge ile ilgili bilgilenmede yetersiz 
kalan, bunun için ileriye yönelik kapsamlı bir MİLLİ POLİTİKA geliştirmeyen organlarındır.

Burada yeri gelmişken Türkiye Cumhuriyetinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki fonksiyonuna değinmek istiyoruz; Osmanlı Devleti Milli bir devlet değildi. 

Dolayısıyla hakimiyeti altındaki topraklarda Milli Devlet Politikası yürütmüyordu ancak, Türkiye Cumhuriyeti MİSAK-I MİLLİ sınırları içinde kurulmuş Milli bir Devlettir ve bunun içinde de Ulusal egemenliği yurt sathında tesis etmek durumundadır. Ulusal Egemenlikteki kastımız şudur; bir devlet eğer kendine 
Milli Devlet diyorsa sınırlan içinde kültürel, iktisadi, siyasi ve netice olarak da Askeri egemenliğini tesis etmelidir. Cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye 
Cumhuriyetinin Hakkari ilindeki Kültürel Egemenliğinden bahsedilebilir mi? Ana dili ne olursa olsun hatta, ana dilde radyo-TV yayınları ve oku] imkanı olsa 
bile bir Hakkarili kendisini ne kadar Türk vatandaşı saymaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin Hakkari'deki ekonomik egemenliği ne kadardır? Türk mali 
sisteminin, ekonomisinin iyi veya kötü durumda olması onu ne kadar ilgilendiriyor? Bir bankanın iflasından veya borsadaki dalgalanmalardan ne kadar etkileniyor? Yine bir Hakkarili kendisini Türk siyasi hayatına ne kadar adapte etmiştir, seçme ve seçilmeyle ne kadar ilgilidir. Hangi partinin iktidar olacağı onu ne kadar ilgilendiriyor, bir aile değil, bir kabile değil bütün bir aşiret neden topyekün bir partiye oy veriyor? Bu sorulara içten ve dürüst bir şekilde 
karşılık verdiğimizde göreceğiz ki; örnek il olarak aldığımız Hakkari'de TC'nin kültürel, siyasi, ekonomik egemenliği tesis edilmemiştir. Dolayısı ile bu ilde 
TC'nin egemenliği şekli ve sözdedir. Bu sorular bölgenin bütün illeri için sorulabilir, bütün Güneydoğu illeri örnek olarak alınabilir.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bölgenin özelliği, istismara açık oluşu ve üzerinde oynanan oyunlar dikkate alınarak özel önem verilmesi gerekiyordu. 
Milli Devlet olmanın gereği olarak bu devlet sahası içinde oluşturulmaya çalışılan modern uluslaşmaya tüm unsurların adaptasyonu sağlanmalıydı. 

Ortadoğu gibi bir yerde jeopolitik konumu önemli bir Türkiye'de böylesine hassas bir konuyu elli yıl ertelemek çok büyük bir yanlışlık ve affedilmez 
bir hatadır.

Kürdistan ve Kürtlük meselesi sadece Türkiye'de değil, İran ve Irak' ta da ortaya çıkmıştır. Bu hadiselerin arkasında İngilizler vardır.

İngilizler Türkiye'ye karşı planlarını gizli kapaklı yürütürlerken bu ülkelerde gizliliğe hiç gerek duymamışlar ve olayları tezgahlamışlardır..

Kürt insanı insafsızca kullanılmıştır. Hele bir Şeyh Mahmut BERZENCİ hadisesi vardır ki; İngilizlerin Kürtlere bakış açısını, aşiret reislerinin Kürtleri 
kendi bencil çıkarları için nasıl peşkeş çektiklerini ve nelere layık gördüklerini anlamak için yeterlidir. Bu ibret verici hadise şöyle gelişmiştir: 
Bilindiği gibi Irak, Osmanlılardan sonra İngiliz Manda Yönetimine girmiştir. 
Iraktaki Arap yöneticiler İngiliz egemenliğini azaltmak, kendi otoritelerini genişletmek için bir takım faaliyetler içine girdiklerinde, İngilizler Iraktaki 
Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgesine hemen adam, para ve silah göndererek Kürt aşiretlerinin dini lideri durumundaki Şeyh Mahmut BERZENCİ ile temasa geçerler. Şeyhe "Hakimiyetin altındaki aşiretlerle sen de pek ala bir emirlik veya krallık kurabilirsin, bu konuda sana her türlü güvenceyi veriyoruz" denir. 
Mahmut BERZENCİ'de bunun üzerine kendisine bağlı aşiretleri Irak yönetimi aleyhine isyana teşvik eder. İsyan başlayıp Araplar zor duruma düşünce bu sefer İngilizler Arap yöneticilere "Eğer manda yönetimini istemezseniz yönetimi şeyh Berzenciye teslim edeceğiz" derler, bunun üzerine Arap yöneticiler bağımsızlık konusunda geri adım atarlar ve İngilizler de kendi piyonları olan Mahmut BERZENCİ'yi yakalayarak Hindistan'da ikamete mecbur ederler. 
Aradan zaman geçiyor ve Arap yöneticiler yeniden bağımsızlık isteklerini dile getiriyorlar. 

Bunun üzerine İngilizler tekrar Şeyhi Hindistan'dan getirip Kuzey Iraktaki aşiretlerin içine salıp tekrar isyana teşvik ediyorlar. Araplar tekrar geri adım 
atıyorlar ve İngilizler Şeyhi tekrar Hindistan'da misafir(!) ediyorlar.

Daha sonra üçüncü sefer Şeyh BERZENCİ'ye isyan bayrağı açtıran İngilizler, bu isyanı bizzat kendileri Birleşik Krallığın hava kuvvetlerini kullanarak 
bastırıyorlar. Bu trajikomik hadise sonucu onbinlerce Kürt ölmüş, bir o kadarının evi başına yıkılmış, bir kısmı da korkudan yıllarca çoluk çocuğu ile 
dağlarda kaya kovuklarında her türlü çağdaş imkandan mahrum yaşamıştır. Sonra ne olmuştur? Sonra; İngilizler bölgeden çekilmiş, bağımsız Irak devleti 
kurulmuş fakat Kürdün kaderi değişmemiştir.

İngilizler aynı senaryoyu 1929 yılında İran-Sovyet dostluğunu parçalamak için İranlı Kürtlerin lideri İsmail SİMKO'yu İran'a karşı ayaklandırmak suretiyle 
tezgahlıyorlar. Şah'ın İngilizlere yanaşması, petrol imtiyazlarını onlara vermesi üzerine isyan bastırılıyor. Netice; yine on binlerce ölü!

Bizce bu olaylarda kabahat, aşiret fertlerinin değil, onbinlerce insanın hayatına malolan ve o insanların toplumsal hayatlarında derin yaralar açan 
senaryoların tertipçileriyle, kendi insanını koyun sürüsü gibi güden ve onları birtakım süfli menfaatler için peşkeş çeken şeyh, ağa ve aşiret reislerinindir.

İkinci Dünya Savaşı sonlarında Sovyetlerin kurduğu MAHABAT KÜRT CUMHURİYETİ'nin kuruluşu ve dağılışı iyi bir incelemeye tabi tutulursa Sovyetler 
Birliğinin de ezilen halkların ve sınıfların savunucusu olduğunu iddia etmesine rağmen, Kürtleri çıkarlarına nasıl alet ettiği çok iyi anlaşılacaktır. 

Ayrıca 1958 yılından 1974 yılına kadar yine Sovyetler Birliğinin özellikle Irak Komünist Partisi ve Irak Hükümetleri aracılığı ile Irak Kürtlerine oynadıkları 
oyunlar tüyler ürperticidir.

Netice olarak; Kürdistan olgusu ve Kürtlük fikri tarihsel ve toplumsal temelleri ne olursa olsun, esas itibariyle 19. yüzyılın başlarında İngiliz, Fransız ve 
Rusların hayatiyet verdiği birer olgu olarak ortaya çıkmış ve bu temelde şekillenmiştir.

Böyle bir izah şekli belki bazı insanları tatmin etmeyebilir ve belki de kızdırabilir, işte o zaman baştan beri sıraladığımız olayın belgeleriyle, 
tanıklarıyla, dürüstçe bilimsel bir tarzda incelenip araştırılması gerekir. 

Böyle yapıldığı takdirde inanıyoruz ki; sonuç yine özetlediğimiz gibi ortaya çıkacaktır. 

Yeter ki ön yargılı ve art niyetli olunmasın.

 http://www.aymavisi.org/guncel/Cumhuriyet%20Donemi%20Ayaklanmalari.html



.