Soner Polat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Soner Polat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ağustos 2019 Çarşamba

HDPKK TESTİ.


HDPKK TESTİ.



Soner Polat,
03-04-2019

Cumhurbaşkanı Erdoğan HDP-PKK ilişkisini matematiksel bir formülle açıkladı. HDP eşittir PKK! Bu açıklama ister istemez akıllara birçok soru getiriyor. İlk soru şu: “Madem ki HDP aynı zamanda PKK’dır. O zaman niçin devlet kasasından 92 milyon lira bu partiye transfer edildi? Böyle bir durum PKK’nın devlet olanakları ile palazlandırılması anlamına gelmez mi?”

MUHALEFETİ HDP’YE YAPIŞTIRMAK...

AKP ve MHP görünüşte HDP’yi şiddetle eleştiren iki partidir. Hatta seçim stratejilerinin temel malzemesi HDP’dir. Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerini HDP’ye yapıştırarak etkili bir propaganda faaliyeti yürütüyorlar. Şimdiye dek Kılıçdaroğlu faktörü nedeniyle oldukça başarılı oldular. Özellikle CHP bu konuda AKP ve MHP’nin önüne Messi gibi milimetrik paslar atıyor. CHP tarihi ile kavgalı il başkanları, HDP ile özdeşleşen belediye başkan adayları AKP-MHP değirmenine su taşıyor. Diğer bir ifade ile Millet İttifakı’na cephaneyi bizatihi CHP götürüyor. AKP ve MHP önümüzdeki yerel seçimler için de aynı temayı kullanıyor. İşi daha da ileri götürerek seçimi bir beka meselesi olarak sunuyorlar. Verilen mesaj şu: “Biz iktidardan gidersek ya da bir belediye başkanlığını kaybedersek, PKK ülke yönetimine ya da yerel yönetime ortak olur!”

NİÇİN HDPKK SORUNU YARGIYA GİTMİYOR?

Sorular yeni soruları akla getiriyor: “Peki, durum böylesine kritik bir boyut kazandıysa, niçin HDP’nin kapatılması için kılınızı kıpırdatmıyorsunuz?” Çarpıcı ve vahim olaylar söz konusu iken, ortada yüzlerce bilgi ve belge varken, niçin HDP sorununu yargıya taşımıyorsunuz? Ya da yargıya taşıyanlara destek olmuyorsunuz? Şimdi bu soruya makul ve mantıklı cevaplar arayalım:

AVRUPA-ATLANTİK’TEN ÇEKİNİYORLAR...

AKP de MHP de sonuçta düzenin iki partisidir. En azından ekonomik bakımdan küresel sisteme göbekten bağlıdır. Uzun yıllara dayanan Atlantikçi geçmişleri iki partide köklü izler bırakmıştır. Her iki partide de küçümsenmeyecek Atlantikçi bir damar vardır. Uzun Atlantikçi geçmiş iki partinin de ideolojik altyapısında sapmalara neden olmuştur. Ayrıca iki parti de zaman zaman konjonktürel aykırı çıkışlar yapsa da Avrupa Birliği (AB) ve AB’nin sömürü belgesi olan Gümrük Birliği taraftarıdır. Muhtemelen Avrupa-Atlantik sisteminin, “HDP’yi parti olarak yaşatma ve koruma isteğini” onlar açısından kırmızı çizgi olarak görüyorlar. Bu çizgiyi aşmanın kendilerine çeşitli açılardan sorunlar çıkaracağını düşünüyor ve mayınlı sulara girmekten kaçınıyorlar. AKP açısından ekonomik kriz riski ve ABD’nin ekonomik savaş tehdidi durumu daha da kritik bir boyuta taşıyor.

MÜKEMMEL BİR İÇ POLİTİKA MALZEMESİ

Diğer bir ihtimal, AKP-MHP ikilisinin HDP’yi iç politikada vazgeçilmez bir unsur olarak değerlendirmesidir. HDP’nin ayakta kalması bu ikiliye mükemmel fırsatlar sunmaktadır. Metal yorgunluğu ile tükenen, yeni ve yaratıcı politikalar kurgulayamayan bu partiler, ellerinde kalan yegâne etkili propaganda malzemesini bırakmak istemiyor. Muhalefeti HDPKK üzerinden yıpratarak siyasi avantaj sağlıyor. Muhalefetin Avrupa-Atlantikçi politikalara sarılması bu politikaların etkinliğini artırıyor. Güncel somut veriler ortada iken “Geçmişte Oslo’ya gittiniz, Habur’da çadır mahkemesi kurdunuz!” karşı atakları önemli bir etki yaratmıyor. Seçmen dünü değil bugünü oyluyor.

MUHALEFETİN ÇIKMAZI

HDP tartışmasız olarak PKK’nın siyasi kanadıdır. Zaten bu husus partinin önemli yöneticileri tarafından sürekli olarak vurgulanmaktadır. Bir örnek verelim. Partinin Eş Başkanı Figen Yüksekdağ şunu söyledi: “Bir sırtımızı YPJ’ye, YPG’ye ve PYD’ye yaslıyoruz. Bunu söylemekte ve savunmakta hiçbir sakınca görmüyoruz. Bundan sonra da yaslamaya devam edeceğiz.” Bu koşullar altında muhalefetin HDP ile flörtü PKK’ya zeytin dalı uzatma anlamına gelmektedir. Avrupa-Atlantik sistemin HDP dayatmasına teslim olmak muhalefeti halktan koparmaktadır. Daha da önemlisi bu tür bir yaklaşım milli güvenliğimiz açısından telafi edilmeyecek ağır sonuçlar doğurur. PKK’yı Türk iç siyaset denkleminin bir parçası yapmak, bu ülkeye yapılan en büyük kötülüklerden birisidir.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Görüldüğü gibi iktidar da muhalefet de HDPKK ile mücadele etme konusunda samimi değildir. Bütün partiler HDPKK’ın anayasamıza aykırı söz ve eylemlerini görmezden gelmektedir. İktidarın sert söylemleri bir anlam ifade etmemekte, muhalefet bu partiye kalkan olmaktadır. Üstüne üstlük HDPKK’ya devlet kesesinden 92 milyon lira verilmiştir. Bu ahval ve şerait içinde TBMM’deki partilerin terör ile mücadelesinden kesin ve kalıcı bir sonuç beklemek gerçekçi değildir. Küresel merkezlerin koyduğu sınırlar içinde verilecek bir mücadele hedefini bulmaz. Önce bu konudaki kararlılık gösterilmelidir. Bunun en Büyük göstergesi HDPKK sorununu yargıya taşıyacak üstün bir irade ortaya koyabilmektir.
İyi ki Vatan Partisi var!


***

24 Kasım 2018 Cumartesi

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 3


ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,  BÖLÜM 3



ABD’nin İslam Dünyası için yeni tuzağı!

Soner Polat
Aydınlık Gazetesi, 4.9.2017


Müslüman dünyasında çok ilginç ve dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. ABD, İngiltere ve İsrail, İslam dünyasını istediği kıvama getirmek için yeni bir oyunu sahneye koyuyor. Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ikilisi Yemen’de askeri olarak rezil oldu. Coğrafi avantajlara ve bariz askeri üstünlüğe rağmen istedikleri sonucu alamadılar. Üstelik Batı dünyası ve Mısır gibi önemli Arap ülkeleri de arkalarında durdu. Irak ve Suriye’de de gelişmeler hem bu ikilinin hem de Batı ve İsrail’in aleyhine seyrediyor. Şimdi bu gelişmeleri tersine çevirmek için Batı’nın hazırladığı “İrtibat ve Yumuşama Stratejisi” devreye sokuluyor. Bu strateji ilk meyvelerini toplamaya başladı. Irak’a çengel atıldı. Yemen’de ittifak halinde olan İran’ın desteklediği Husi-Salih ittifakında çatlaklar yaratıldı.

SUUDİ ARABİSTAN HÂLÂ ANLAŞILMADIYSA

Suudi Arabistan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında önceliği iç siyasi istikrara verdi. Ancak 1962’den sonra Arap dünyasında şahlanan milliyetçilik rüzgârları monarşileri devirmeye başlayınca, alarm zilleri çalmaya başladı. Suudi Krallığı bu maksatla Vahhabi inancını İslam dünyasına yaymayı ve bu şekilde milliyetçiliği frenlemeyi hedefledi. Bu amaca hizmet etmek üzere karargâhı Mekke’de olan hükümet dışı kuruluşlardan oluşan “Dünya İslam Ligini (Muslim World Leage)” kurdu. Milyarlarca doları gözden çıkardı.

1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Suudiler, Cemal Abdül Nasır’ın (1918-1970) antiemperyalist duruşunun karşısına, yeni bir jargonla “Müslüman Dayanışması ve Cihat” söylemi ile çıktı. 1969 yılında Filistin davasını desteklemek örtüsü ile İslam İşbirliği Konferansı’nın (Bugünkü 57 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı) kuruluşuna öncülük etti. Asıl amaç Suudi hanedanının varlığını devam ettirebileceği bir ortam yaratmaktı. Vahhabiliği ihraç etme politikası 1972’den sonra hızlandı. Bütün dünyada cami inşa etmek ve İslam Kültür Merkezleri (Vahhabi-Selefi merkezler olarak anlaşılmalı!) açmak için para muslukları sonuna kadar açıldı.

Öte yandan uzun süreç içinde Suudilerin samimiyeti konusunda Müslüman âleminde ciddi şüpheler oluşmaya başladı. Suudiler güvenlik meselelerini bütünüyle Batı’ya devretmişti. Her attıkları adım ABD ve İsrail ile uyum içindeydi. Batı’nın kucağında İslam savunuculuğu yapmak fazla inandırıcı gelmiyordu. ABD derin devleti Obama’ya rağmen, ikiz kulelerin vurulmasından Suudi Arabistan’ı sorumlu tutunca, hanedan yaşamak için ABD’ye iyice yapıştı. Yeni Başkan Trump, haraç almak da dâhil, Suudilerin ipini eline aldı. Bölgeyi ateşe atacak Sünni NATO kurma girişimini, Katar’ı da yanına çekerek Türkiye bozdu. Şimdiki planlar, ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarını boşa çıkarma potansiyeli olan iki ülkeyi hedef alıyor: İran ve Türkiye!

TAKTİK HAMLELER

Batı’nın yazdığı yeni senaryoda başrol oyuncusu Suudi Arabistan! Bu ülke bugünlerde Vahhabilik ihracına, İran’ın Şiiliği yayma çabalarını dengeleme girişimi olarak meşruiyet kazandırmak istiyor. Irak’ta, İran’ın etkisini azaltmak için Nasır’a özenerek “Arap Milliyetçiliği” kozunu kullanıyor. Arap milliyetçiliği ve İran-Irak Şiiliği arasındaki yapısal farklılıklardan faydalanarak Irak-İran arasında husumet çıkarıyor. Dengesiz ve tutarsız bir çizgisi olan Iraklı Şii lider Mukteda El Sadr, beklenmedik şekilde Suudi Arabistan’da ağırlandı. Dönüşünde Suudi Arabistan’ı “Baba” olarak tanımlayan Sadr, taraftarlarına “Suudiler aleyhine slogan atmayı” yasakladı! Irak ile Suudi Arabistan arasındaki 27 yıldır kapalı olan Arar sınır kapısı açıldı. Suudi-BAE ikilisi Irak’ın yeniden imarı için para musluklarını açmayı taahhüt ediyor.

Bu yeni planın öncelikli hedefi İran ve Türkiye, dolaylı hedefi Rusya ve Çin’dir. Dünyada Arap milliyetçiliğine en uzak ülke Suudi Arabistan’dır. Antiemperyalist kökleri olan Arap milliyetçiliği Batı ve İsrail’in kâbusudur. Tuzağa düşülürse, Irak ve Suriye bu şer cephesinin denetimine girer. Türkiye ve İran için hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Türkiye, bu girişimin İran’ı hedef aldığı rehavetine kapılırsa fena halde yanılır. Asıl hedef kendisidir. Şimdiden bu sinsi hamleyi boşa çıkaracak devlet girişimleri başlatılmalıdır.

https://www.aydinlik.com.tr/abd-nin-islam-dunyasi-icin-yeni-tuzagi-soner-polat-kose-yazilari-eylul-2017


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 2

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,  BÖLÜM 2


Bir ABD Projesi Olarak AKP ve Ilımlı İslam,

Merdan Yanardağ,
İstanbul - BİA Haber Merkezi
08 Mayıs 2004, Cumartesi

Türkiye laikliği önemli ölçüde içselleştirmiş bir ülkedir. Bu nedenle, şiddetli bir iç politik çatışma yaşamadan bu projeyi gerçekleştirmek zordur. Soft İslam projesinin uygulanabilmesi için, Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin değiştirilmesi ...

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Washington tarafından geliştirilen ve merkezinde "ılımlı İslam" siyasetinin bulunduğu Büyük Ortadoğu Projesi'nin stratejik bir ürünüdür.
Tasarlanmış, planlanmış ve sınırları çizilmiş bir projedir. Doğunun kalbine sokulmuş bir Turuva Atı'dır. AKP, Amerika Birleşik Devletleri'ni (ABD) yöneten yeni muhafazakarların (Neo-cons) geliştirdiği "imparatorluk" siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurudur.

Durum o kadar açıktır ki, daha AKP kurulmadan Amerikalı strateji uzmanlarının ve siyaset kurucularının yazdıkları, insana, "bu kadar da olmaz" dedirtecek türdendir. Üstelik, AKP'de bunu saklamamakta, kabul etmekte, dahası söz konusu durumdan sakınmasız bir fırsatçılıkla yararlanmaya çalışmaktadır.

Türkiye'nin yeri,

Konuyu ve bu "işbirliğini" aşağıda kanıtlarıyla açacağım. Ancak, daha önce, İstanbul'da Sinagoglara ve İngiliz Konsolosluğu'na karşı yapılan bombalı saldırıların (15-20 Kasım 2003) hemen sonrasında, bu sitede yazdığım bir yazıyı hatırlatmakta yarar görüyorum.

Söz konusu yazıda, henüz ülke gündeminde bugünkü ağırlığıyla yer almayan bir konuyu, ABD tarafından geliştirilen "ılımlı İslam" projesini değerlendirmiş ve Türkiye'ye bu proje bağlamında biçilen yeni role işaret etmiştim. Özetle şunları yazdım:

"İstanbul'da patlayan bombalar, başta Washington olmak üzere Batı başkentlerinde 1990'lı yılların ortalarından beri hazırlanan, Türkiye'nin küresel düzen içindeki yerinin yeniden tanımlanması yönündeki tartışmaları da tetiklemiş görünüyor...

Türkiye'ye bir test alanı olarak bakılıyor; ılımlı İslam ile radikal İslam'ın kapışacağı bir alan. Batı basınında, "Sandık bombayı yenecek mi?" diye soruluyor. Sandık ile işaret edilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) oluyor, bomba ise radikal İslam.

Türkiye'ye yeni rol

"Batı, Atlantik ötesi ve berisiyle kendisine yönelik küresel bir tehdit olarak algıladığı radikal İslam'a karşı çözümü, giderek artan oranda, ılımlı İslamı güçlendirmekte arıyor.

Artık, hem ABD hem de Avrupa'daki Amerikancı çevreler, geçmişten farklı olarak Türkiye'ye yeni bir rol biçmeye hazırlanıyor. Doğrusu, diğer Batı Avrupa ülkelerinin de (Almanya-Fransa) bu role pek itiraz ettikleri söylenemez. Dolayısıyla, daha önce, 'modern, laik ve demokratik bir ülke' olarak Müslüman dünya için örnek oluşturduğu belirtilen Türkiye, bundan sonra 'demokratik İslam ülkesi', diğer bir deyimle 'ılımlı Müslüman ülke' olarak bütün Doğuya bir 'model' olarak sunulmak isteniyor.

Bu yönde Batı basınında çıkan yazılarda gözle görülür bir artış var. Türkiye'deki AKP hükümetinin, bu model için 'ideal' bir politik ortam oluşturduğu belirtiliyor."

Dervişin zikriyle fikri

Yazdıklarım özetle böyleydi. İslami yönelimli ve muhafazakar yeni orta sınıflara ve yine aynı yönelime sahip ve fakat orta ölçekli olmak sınırlarını aşan Anadolu burjuvazisine dayanan AKP yönetimi, bu konjonktürden aldığı güçle, ülkede sınırlı bir İslamizasyonu gerçekleştirebileceğini görüyor. Yani, AKP de Batılı merkezlerle aynı şeyi düşünüyor.

Esas olarak ABD'ye dayanarak ülkede iktidar alanını genişletme stratejisi izleyen AKP, bu yolla hem kendi tabanının beklentilerini karşılama olanağını elde ettiğini sanıyor hem de Marmara sermayesi ile uzlaşarak yeni bir iktidar bileşimi oluşmayı hedefliyor. Bugün sistemin pilot kabininde yaşanan şiddetli gerilimin nedenini burada aramak gerekiyor.

Şeriat istiyorlar mı?

Ancak, AKP Türkiye'yi katı bir "şeriat ülkesi" haline getiremeyeceğini görüyor. Dahası, bu amacı terk etmiş görünüyor. Böyle bir amacın, çok şiddetli bir toplumsal ve siyasal çatışma yaşanmadan gerçekleşmeyeceğini 28 Şubat'tan sonra kavradıkları anlaşılıyor. Zaten, geleneksel İslami hareketten de bu nedenle kopuyorlar.

Diğer taraftan, Batı ve küresel sermaye ile entegrasyon arayışında olan muhafazakar yeni burjuvazinin de böyle bir talebinin (şeriat) olmadığını kaydetmek gerekiyor.

Düşük yoğunluklu bir İslamizasyonun hamlesi, bu kesimleri tatmin edecek gibi görünüyor. AKP'nin İmam Hatip Liseleri'nin önünü açmak için yürüttüğü ısrarlı çaba bu çerçevede değerlendirilmeli.

Bir proje olarak AKP

Evet, yukarıda da belirtildiği gibi AKP; ABD tarafından geliştirilen "Büyük Ortadoğu Projesi" ve "ılımlı İslam" siyasetinin bir ürünü, Washington'da tasarlanmış ve Ankara'da yürürlüğe konulmuş politik bir projedir.

Amerikan istihbaratının önde gelen Ortadoğu, Türkiye ve İslam uzmanlarından Graham Fuller'in, 1990'lı yılların başından beri "ılımlı İslam" projesi üzerinde çalıştığı bilinir.

Fuller, Ortadoğu'daki anti-amerikan radikal islamcı akımları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine radikal islamcı partileri küresel kapitalist sistem içine çekecek ve özlerini dönüştürecek bir yaklaşımı benimsemek gerektiği tezini yıllardır savuruyor.

Fuller'e göre, Batılıların Doğuda laiklik konusundaki ısrarının hiçbir anlamı yok. Üstelik, Müslümanların günlük yaşamlarında dini nasıl yorumlayıp uyguladıkları ABD'nin stratejik çıkarlarını da hiç ilgilendirmiyor. Önemli olan şey, bu ülkelerin ya da örgütlerin anti-amerikan bir niteliğe sahip olmamasıdır.

O da ancak, ılımlı bir İslami modeli geliştirmekle mümkündür. Bu çerçeveden bakılınca, Fuller'e göre, Fransız ekolünü izleyen laik Türkiye başarısız bir örnektir. İslam dünyasından, onları etkilemeyecek ölçüde uzaklaşmıştır. Ancak, yine de önemli bir laik birikime ve demokratik geleneğe sahiptir. Bu durumda bir "ortalama" alınabilir.

Örneğin; Amerikalı strateji uzmanlarından Dinesh D'Souza daha 1995'te yazdığı bir kitapta şöyle yazıyor: "Biz İslam kökten dinciliğini dönüştürmeli, onları liberalleştirmeli yiz."

Graham Fuller'in falcılığı

Fuller ise 2000 yılında Türkiye hakkında yaptığı "şaşırtıcı" yorumda aynen şunları söylüyor:

"Türkiye, yakın bir gelecekte iki partili bir temsil sistemine gebe... Kökleri geçmişe dayanan ekonomik kriz, iktidardaki koalisyon (B. Ecevit liderliğindeki 57. Hükümetten söz ediyor) partilerinde büyük deprem yaratacak. Fazilet Partisi'nden kopan bir grup ılımlı İslamcı, geniş tabanlı bir siyasi oluşuma gidecek. Bazı etkin siyasetçiler, partilerinden istifa ederek bu yeni oluşuma katılacak. Yeni oluşum kar topu gibi büyüyüp gelişecek. Türkiye'de yakın gelecekte ılımlı İslamcılar iktidara gelecek. Ilımlı İslamcıların yanında İslami söylemlere ters düşmeyen ılımlı sol bir parti de Meclise sokulacak." (Akt. Prof. Dr. Ümit Özdağ, Yeniçağ gazetesi, 29.4.2004)

Ne demeli? Yukarıdaki satırlar bir "analiz" olmanın çok ötesine geçmiyor mu? Fuller, sizce de tasarlanmış, şartları oluşturulmuş, bağlantıları kurulmuş ve bir ihtiyat payı bile bırakmaya gerek duymayan kesinlikteki bilgilerden (henüz 2000 yılında) hareket etmiyor mu? Eğer Fuller bir falcı değilse, yeryüzünde bu kesinlikte ortaya konulan başka bir siyaset projesi örneği var mı?

AKP'nin Tarihi fırsatı

AKP durumun farkındadır ve bu elverişli konjonktürü kendi siyasal hedefleri bakımından değerlendirmeye çalışmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan'ın yakın çalışma arkadaşlarından -ki AKP tarafından Başbakanlık başdanışmanlığına getirildi- Doç. Dr. Yalçın Erdoğan bu durumu çok açıkça ortaya koymaktadır.

AKP'nin teorisyenliği ile görevlendirilen Akdoğan, Ömer Çelik (Erdoğan'ın siyasi danışmanı, milletvekili) ve Taha Akyol'un katkılarıyla hazırladığı, "Muhafazakar Demokrasi" kitabında (AKP Yayınları, Ankara 2003; Önsöz R. Tayyip Erdoğan), iç ve dış dinamiklerin Türkiye'nin dönüşümü için uygun olduğunu ileri sürmektedir. Yalçın Akdoğan şunları yazıyor:

"Son iki yüzyıl içinde ilk defa iç dinamikler ile dış dinamikler örtüşmektedir. AKP'yi iktidara getiren kitlelerin talepleri ile (iç dinamikler) ABD'nin ve AB'nin talepleri aynı çizgide birleşmişlerdir. (...) Bu defa halkın istekleri ile Batı'nın istekleri birleşmiştir."

İşte durum bu kadar açık. Akdoğan, programatik hedefleri ve izledikleri siyasetin ABD'nin ve AB'nin talepleri ile birleştiğini ilan etmektedir.

Çatışma kaçınılmaz

Gel gelelim, bilinmeli ve beklenmelidir ki, "ılımlı İslam" projesinin Türkiye'de gerçekleştirilmesinin çeşitli güçlükleri bulunmaktadır. Geleneksel Türkiye eliti ağırlıklı bir kesimiyle bu projeye, en hafif deyimiyle sıcak bakmıyor. AKP de işte bu nedenle iktidar bloğu içindeki güç dengelerini değiştirmeye çalışıyor.

Ayrıca, bütün sorunlarına karşın, Türkiye laikliği önemli ölçüde içselleştirmiş ve bu yönde gelenek oluşturmuş bir ülkedir. Bu nedenle, şiddetli bir iç politik çatışma yaşamadan bu projeyi gerçekleştirmek zordur. "Soft İslam" projesinin uygulanabilmesi için, Cumhuriyetin kurucu ilkelerinin değiştirilmesi ya da en azından yumuşatılması kaçınılmazdır.

O nedenle, Cengiz Çandar ve kimi liberaller, büyük bir aymazlık içinde Türkiye'de "bağnaz bir laiklik" olduğunu ve bunun yumuşatılması gerektiğini yazıyorlar.

AKP, arkasına aldığı ABD ve AB ile şimdilik inisiyatifi ele geçirmiş görünüyor. Ancak, 2004 Aralık ayında toplanacak AB zirvesinde Türkiye'ye tam üyelik için "müzakere tarihi" verilmediği taktirde "dananın kuyruğu" kopacaktır. Bu durumda AKP'nin iktidarda kalması zordur. Bu nedenle, hükümet Batının desteğinin sürmesi için başta Kıbrıs olmak üzere bütün dış politika alanlarında "risk alarak" taviz vermektedir.

Sonuç olarak; önümüzdeki dönemde düşük yoğunluklu bir İslamizasyon girişimine tanık olacağımızı söylemek -ki somut örnekleri yaşanıyor- en azından AKP'nin bunu zorlayacağını tahmin etmek, Graham Fuller'in yaptığı kadar parlak bir "analiz" olmasa da güç değildir. (MY/BA)


https://m.bianet.org/biamag/siyaset/33856-bir-abd-projesi-olarak-akp-ve-ilimli-islam


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI, BÖLÜM 1

ABD'NİN TÜRKİYE VE İSLAM POLİTİKASI,
 BÖLÜM 1




Ali ÖZGÜR,

ABD'nin İslam Politikası,
HAK-BATIL MÜCADELE EKSENİNDE ABD'NİN İSLAM POLİTİKASI

Bilindiği üzere Allah-u Teala'nın ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem'den, son Peygamber Hz. Muhammed (as)'e kadar insanların refah ve mutluluğu için gönderdiği emir ve yasaklar, ilahi buyruklar birbirlerinin devamı olup hepsi de aynı gaye ve hedefi gözetmiş, birbirlerinin tamamlayıcısı olmuşlardır. Hiçbir Peygamberin getirdiği ilahi buyruklar, önceki Peygamberlerin getirdiklerine alternatif teşkil etmemiş, bilakis; kendilerinden öncekini tasdik edici durumda olmuştur.

Her gelen Peygamber insanların şirkten, tuğyandan, her türlü pislik ve çirkeften uzak durması için çalışıp çabalamış; Allah'a dönmeleri, rab ve ilah olarak sadece Allah'ı kabul edip, fıtratlarının sesine kulak vermeleri için olmadık eziyetlere, zorluklara katlanmışlardır. Bunun yanında hakkın temsilcileri olan Peygamberlere karşı, batılın temsilcileri sürekli boy göstermiş, hakk'ın yayılmasına engel teşkil edip karşı mücadeleye girişmişlerdir. Kısacası 'hak-batıl mücadelesi' diye tabir ettiğimiz bu mücadele, yeryüzünde ilk olarak Habil-Kabil olayında somut olarak kendini göstermiştir. Bu, öyle bir mücadeledir ki; zaman, mekân ve şartlarla sınırlı olmayıp yeryüzünde insanoğlunun varlığı devam ettikçe varlığını sürdürecektir.

İlk günkü gibi zeminini, tazeliğini, berraklığını, sadeliğini koruyan HAK; kurallar ve prensipler bütünü olarak her zaman belli ilkeler gözetmiş, belli bir mücadele stratejisi çizip benimsemiş, belli ahlaki-insani kurallarla mücadelesini sürdürmüştür.

Hak; mücadele yolunda hiçbir zaman oportünist yaklaşımlar içerisine girmemiş, nabza göre şerbet vermemiş, yardakçılık yapmamış, çeşitli odaklara şirin görünme derdine düşmemiş, insanların zihinlerini bulandırmamış, mücadelesine kirlilik bulaştırmamıştır.

Hak; kin gütmemiş, geçici menfaatler peşinde koşmamış, insanları ezmemiş, insanların servetlerine göz dikmemiş, servetlerini yağmalamamış, katliamlar yapmamış, akan mazlum kanları üzerinden siyaset yapmamış, ekmeğine mazlumların kan ve gözyaşlarını katık yapmamış, çaresizlerin namusunu kirletme yoluna da gitmemiştir.

Hak; Kendini net bir şekilde ortaya koymuş, gayesini gizlememiş, süslü-püslü şeytani kavramların arkasına sığınmamış, insanların beynini bulandırmadan en sade şekliyle muhatabının karşısına çıkmıştır.

Hak; korkmamış, kınayıcıların kınamasından çekinmemiş, kendini zillete duçar etmemiş, bilinçsizce de davranmamıştır.

Batıla Gelince;

Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis:) Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.

Allah: Öyle ise, "İn oradan!" Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın! buyurdu.

İblis: Bana, (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver, dedi.

Allah: Haydi, sen mühlet verilenlerdensin, buyurdu.

İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.

Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın! dedi.

Allah buyurdu: Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım! (A'raf:12-18)

İşte görüldüğü üzere hakk'a karşı ilk çıkışını sergileyen batıl, çıkış kaynağı itibariyle ilkesel değil, tepkisel bir hareket olup bunun ötesine gidememiştir. Hakkın sözkonusu olduğu yerde tepki olarak karşısına çıkmaktadır. Temel hedefi hakkın önüne barikat kurmaktır. Fikir babası ise

İblis'tir. Dayanamaz hakk'ın varlığına; çıldırır, huylanır, , kininden salyalar akıtır. Ateşe razı olur bu uğurda. Gurur, kibir, hased, inat, ırkçılık, hile, ahlaksızlık, aç gözlülük yol azığıdır onun. İnadına yapmaktadır bu işi. Sonunun uçurum olduğunu bile bile. Artık yüklendiği yeni misyon yaşam tarzıdır, hayat felsefesidir onun için. Hakk'ın önüne geçmek, hak ehlinin aklını çelmek, kendisini dinleyenleri yanlış yöne sevk etmek, dipsiz kuyulara yönlendirmek, onları oyuncak haline getirip onlarla oynamak ve onları kullara kul edip hazırlanan ateş çukurlarına yuvarlamak... Evet tüm bunlar onun varlık sebebidir.

Tarihi süreç içerisinde değişik entrikalarla tezahür edip, ortaya çıktığı ilk günkü gibi kofluğunu, karmaşıklığını, bulanıklığını, fırsatçılığını, kompleksini ve kaypaklığını günümüze kadar taşıyan batıl; kuralsızlık yumağı ve eşkıyalığın, modern haydutluğun ideolojisi olma halini sürdüregelmiştir.

Kimi zaman Kabil olup Habilleri katletmekten çekinmeyen batıl; kimi zaman Firavun olup soykırıma yeltenmiş, kimi zaman Samirileşip hayvanları kutsamış, kimi zaman Bel'amlaşıp hakkı maddi menfaat karşılığı satmaktan çekinmemiştir.

Batıl; kimi zaman İngilizleşip insanlığın servetine göz dikmiş, kimi zaman Sovyetleşip ülkeleri harab etmiş, kimi zaman Amerikanlaşıp “Büyük Şeytan” mertebesine ulaşmış, kimi zaman da, Yahudileşip Filistin'de kol-kanat kırmıştır.

Batıl; kimi zaman uşak olarak tezahür edip, toplumunun değerlerini alt üst etmiş, korku cenderesi oluşturup insanların en temel haklarını dahi ellerinden almıştır.

Ve Hak-Batıl mücadelesi; gerek taşıdığı karakter itibariyle, gerekse de mücadele süreciyle böyle gelmiş, böyle de sürüp gidecektir.

Şüphesiz ki Hakk-batıl mücadelesi her çağda değişik tezahürlerle ortaya çıkmaktadır. Batılın ya da temsilcilerinin, çeşitli zamanlarda şekli, rengi, kapsamı, alanı ve aktörleri değişse de özü, hiçbir zaman değişmemiştir. Batıl, günümüzde olduğu gibi, mücadele etkenlerinin bazılarına makyaj çekmiş olsa da, amaç sadece zihinleri bulandırmak, toplu uyanış ve başkaldırıların önüne geçmek, 'böl-parçala-yut' formülünün kolayca uygulanmasını sağlamaya yöneliktir. Kısacası değişken olanlar araçlardır, amaçlar değildir.

Tarih boyunca çeşitli kılıklara bürünüp şartlara göre değişik zeminlerde ortaya çıkan batıl, günümüzde askeri gücüyle, emperyal politikalarıyla, sosyal ve kültürel alanlarındaki dejenerasyon planlarıyla, dezenformasyona odaklanmış her türlü propaganda vasıtalarıyla, günü birlik kılıklara bürünme becerisi gösterebilen uşaklarıyla, göz kamaştıran servetiyle, tam organize olmuş durumdadır, yeryüzü sahnesinde. Üstelik ilk günkü heyecanından hiçbir şey kaybetmemiş haçlı ruhuyla.

AMERİKA

Kuşkusuz günümüzde batıl cephesinin önderi, küfür ve zulüm istikbarının başı, “Büyük Şeytan” Amerika'dır. Dünyanın stratejik bölgelerini ve zenginlik kaynaklarını bünyesinde barındıran İslam coğrafyasını, şu ya da bu şekilde avucunun içine alan Amerika, bununla da yetinmeyip Müslümanların aklına, duygu, düşünce ve kalplerine nüfuz edip, onları her bakımdan esir alma çabası içine girmiştir. Geçmiş yıllarda tüm bunları yaparken ustaca bir siyaset politikası güden ve bunda da başarı sağlayan Amerika, özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra yüzündeki maskeyi çıkarıp en acımasız şekilde Müslümanlara yönelmiştir. Girdiği yerlerde en savunmasız insanlara karşı dahi hiç bir kötü muameleden geri durmamış, tepelerine gece gündüz tonlarca bomba yağdırmaktan zevk almak suretiyle şeytani yüzünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Her zaman görmeye alıştığımız, ilginç plan ve programlarla, üstelik şirin görünerek sinsi amaçlarını gerçekleştirme çabasında olan Amerika, bu sefer dobra dobra, kendinden emin, yakarım-yıkarım mantığı içerisinde, “ya bizdensiniz, ya da düşmansınız” ilkesiyle, Ebrehe timsali tanzim ettiği ordularıyla işgal, sindirme ve yok etme yöntemine başvurmuştur. Oluşturduğu imha politikası için ilk uygulama alanı ve sıçrama tahtası olarak Afganistanı, akabinde de Irak'ı seçmiştir.

Ama gelin görün ki, Amerika, alkış ve çiçeklerle karşılanmayı hayal ederek girdiği yerlerde iş bitti bitecek derken tökezlemeye, eşkiya ya da terörist diye nitelediği Müslümanlara karşı dünya kamuoyu nezdinde rezil olmaya başlamıştı.

Bir varil petrol elde etme uğruna yardakçılığa yeltenen ve çoğu üçüncü dünya ülkelerinden müteşekkil yeni yetme sömürgeci adayı devletlerden oluşan sözde müttefikleri ise, yavaş yavaş kendisini terk etmeye başlamış, kendi inlerine dönme telaşına kapılmışlardı.

Afganistan'da zaten umduğunu bulamayan Amerika, sert direniş karşısında, göz diktiği Irak petrollerini avucunun içine alamamış, harcamalarını bile karşılayamamıştı. Üstelik Ortadoğu'da güvenliğini pekiştirmek için uğraştığı fikir babası İsrail'in güvenliği, Müslümanlar arasında oluşan aşırı kin ve tepki neticesinde daha fazla risk altına girmişti.

Oysaki Yahudi lobisinin etkisiyle ne hayallerle yola çıkmıştı Amerika: Irak hemen işgal edilecek, ardından uslanma emareleri pek göstermeyen ve asıl hedef olan İran, ardından da Suriye'nin işi bitirilmiş olacaktı. Geriye kalanlar ise zaten kendiliğinden teslim olacaklardı. Böylece Ortadoğu petrolleri Amerika'ya daha sorunsuz akacak, dünya hakimiyeti perçinlenecek, İsrail tümüyle serbest kalacak, Siyonizm hayalleri gerçeğe dönüşecekti.

Ama olmadı; evdeki hesap çarşıya uymamıştı ya da yanlış hesap, bu sefer Bağdat'tan geri dönmüştü. BOP diye tabir edilen “Büyük Ortadoğu Projesi” gerçekte ise Amerika ve İsrail'in, mazlum insanların acı, kan ve gözyaşlarıyla örülü dünya hakimiyet projesinin vahşi versiyonu direkten dönmüştü bu kez. Artık Amerika'nın yapacak tek şeyi kalmıştı: Prestijini kurtarma çabası içerisine girmek. Oysa Irak'ta yaptığı ve halen devam ettiği katliamlar, insan hakları ihlalleri, tecavüzler, şehirleri ve kasabaları yakıp yıkmalar, mezhep ve etnik çatışmaları körükleme çabaları, skandallar, işkenceler, yağmalamalar vs. kolay kolay hafızalardan silinecek gibi değildi.

Tüm bunların ardından genelde tüm insanlar  özelde  de  Müslüman  halklar  arasında Amerika'ya karşı oluşan düşmanlık, kin ve nefret duyguları, hele hele İslami uyanış ve oluşan direniş ruhu, Amerika'nın hiç hesaba katmadığı şeylerdi. Bu sefer de kendileri aleyhine oluşan bu doğal tepkiyle ilgilendiler. Kendilerinde kabahat yokmuşçasına aleyhtarlığın yükseldiği ülkelere gözdağı verme çabası içerisine girdiler.

Ama büyük şeytandır bu. Her zaman aynı yönden yaklaşmaz insanlara. Önlerinden, olmazsa arkalarından, sağ ya da sol taraflarından, bunlar da mı olmadı? Asıl İblisin belki de düşünemediği için zikretmediği, mesela tepelerinden. Ve işte İslam Dünyasına yeni yaklaşım tarzı; ılımlı(!) İslam projesi...

Allah'ın izniyle gelecek yazımızda kaldığımız yerden devam ederiz. Allah'tan dileğimiz o ki bizlere hakkı hak gösterip bizi ona yaklaştırsın ve batılı da batıl gösterip bizi ondan uzaklaştırsın. Allah'a emanet olunuz.

(Ali ÖZGÜR)

https://inzardergisi.com/Arsiv/inzarCD/InzarYIL_01/SAYI_09/25_Hak_Batil.htm

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***