30 Haziran 2019 Pazar

17- 25 ARALIK OPERASYONU TBMM. KOMİSYON RAPORU BÖLÜM 1

 17- 25 ARALIK OPERASYONU TBMM. KOMİSYON RAPORU BÖLÜM 1


4 ESKİ BAKANLA İLGİLİ., TBMM Soruşturma Komisyonu Raporu, 
12 Ocak 2015, 



4 ESKİ Bakanla ilgili kurulan ve çalışmalarını tamamlayan Meclis Soruşturma Komisyonunu raporu, TBMM Başkanlığı’na sunulduktan sonra milletvekillerine 
dağıtılmaya başlandı. Raporun 16 Ocak'ta Meclis Genel Kurulu'nda görüşülmesi gündemde.

Raporun sonuç ve karar bölümünde ise şunlara yer verildi: " Tüm dosya münderecatı ile gerekçesi detaylı şekilde yukarıda belirtildiği üzere Yüce Divana 
sevk konusunda yeterli şüpheye ulaşılamadığından Ekonomi Eski Bakanı Mehmet Zafer Çağlayan, İçişleri Eski Bakanı Muammer Güler, Avrupa Birliği Eski Bakanı Egemen Bağış ile Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın Yüce Divana sevk edilmemesine Komisyonun 05.01.2015 tarihli toplantısında oy çokluğuyla (5'e karşı 9 oyla) karar verilmiştir.”

İŞTE O RAPOR:

Dönem: 24 Yasama Yılı: 5 
TBMM (S. Sayısı: …) 

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ 

EKONOMİ ESKİ BAKANI MEHMET ZAFER ÇAĞLAYAN, İÇİŞLERİ ESKİ BAKANI MUAMMER GÜLER, AVRUPA BİRLİĞİ ESKİ BAKANI EGEMEN BAĞIŞ İLE 
ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK ESKİ BAKANI ERDOĞAN BAYRAKTAR HAKKINDA KURULAN MECLİS SORUŞTURMASI KOMİSYONU RAPORU 

OCAK 2015

Dönem: 24 Yasama Yılı: 5 
TBMM (S. Sayısı: ) 

Isparta Milletvekili Süreyya Sadi BİLGİÇ ve 76 Milletvekilinin; Bazı Maddi Menfaatler Karşılığında Bir Şahsın İran’a Altın İhracatı İşlerinde İmtiyaz Sağladığı, Gana’dan Kaçak Yollarla Yurda Sokulmak İstendiği İddia Edilen 1,5 Ton Altınla İlgili Adli ve İdari Soruşturmaları Engelleyerek Altının Dubai’ye Çıkışını Sağlamaya Çalıştığı ve Bu Eylemlerin Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’na Muhalefet Oluşturduğu, Türk Ceza Kanunu’nun 204 ve 252’nci Maddelerine 
Uyduğu İddiasıyla Ekonomi Eski Bakanı Mehmet Zafer ÇAĞLAYAN; 
   Bazı Maddi Menfaatler Karşılığında Bir Şahsın Araçlarına Trafikte Emniyet Şeridini Kullanma İmtiyazı Verdiği ve Söz Konusu Şahıs İçin Koruma Polisi Görevlendirdiği, Bu Şahısla Birlikte Gözaltına Alınan Bazı Şüphelilerin ve 
Yakınlarının Yasaya Aykırı Olarak İstisnai Yoldan Türk Vatandaşlığına Geçirilmesini Sağladığı, Bu Şahısla İlgili Adli veya İstihbari Çalışma Yapılıp 
Yapılmadığının Araştırılması İçin Talimat Verdiği, Bu Şahsın Usulsüzlükleri Hakkında Basında Çıkacak Haberlerin Engellenmesi İçin Girişimde Bulunduğu ve 
Bu Eylemlerin Türk Ceza Kanunu’nun 204, 255, 252 Ve 285’inci Maddelerine Uyduğu İddiasıyla İçişleri Eski Bakanı Muammer GÜLER; Bazı Maddi Menfaatler Karşılığında Bir Şahsın Turizm Belgeli Bir Otel Kiralama Girişimi ile Yakınlarına Vize Alınması İşleri İçin Aracılık Ettiği, Bu Şahısla İlgili Bir Soruşturma Olup Olmadığı Yönünde İlgili Kurum ve Kuruluşlarda Araştırma Yapılmasını Sağladığı, Bu Şahsın Faaliyetiyle İlgili Basında Haber Yapılmasının Önlenmesi İçin Girişimlerde Bulunduğu ve Bu Eylemlerin Türk Ceza Kanunu’nun 255 ve 252’nci Maddelerine Uyduğu İddiasıyla Avrupa Birliği Eski Bakanı Egemen BAĞIŞ ile Bir Suç Örgütünün Yönetici Ve Üyelerinin Kendilerine Sağlanan ve Miktar ve Değeri Tespit Edilemeyen Bazı Menfaatler Karşılığında Kişiye Özel İmtiyazlı İmar Planlarını Onaylattıkları, İmar Planlarına Aykırı Olarak Yapılan Bazı Projelerin Usulsüzlüklerine Göz Yumdukları ve Denetimlerden Sorunsuzca Geçmelerini Sağladıkları ve Bu Eylemlerin Bir Kısmının Kendisinin Görevde Olduğu Sırada ve Onun Bilgisi Doğrultusunda Gerçekleştirildiği, Ayrıca Bakanlıktan İş Alan Bazı Şirketlerin Yemek İşlerinin Yakınlarının Ortağı Olduğu Şirketlere Verilmesi İçin Tavassut Ettiği ve Bu Eylemlerin Türk Ceza Kanunu’nun 255 ve 257’nci Maddelerine Uyduğu İddiasıyla Çevre ve Şehircilik Eski Bakanı Erdoğan BAYRAKTAR Hakkında Anayasa’nın 100’üncü, İçtüzük’ün 107 ve 108’inci Maddeleri Uyarınca Bir Meclis Soruşturması Açılmasına İlişkin Önergesi (9/8) VE (9/8) 

ESAS NUMARALI MECLİS SORUŞTURMASI KOMİSYONU RAPORU MECLİS SORUŞTURMASI ÖNERGESİ (9/8) TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA 

Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun 
olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, 
hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. 

(AYMK., E. 2006/23, K. 2010/27, T. 4.2.2010; AYMK., E. 2008/105, K. 2010/123, T. 30.12.2010; AYMK., E. 2006/23, K. 2010/27, T. 4.2.2010; 
AYMK., E. 2006/65, K. 2009/114, T. 23.7.2009) 

Hak arama hürriyetini düzenleyen Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri 
önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme 
ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma, adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. (AYMK., E. 2008/102, K. 2010/14, T. 21.1.2010) 
Anayasa'nın 38. maddesine göre ise, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” Buna göre, her türlü suçun sanıkları, başta 38. Madde olmak üzere, Anayasa ve yasaların korumasında olan, suçsuzluk varsayımından yararlanması gereken kişilerdir. Ceza hukukunun temel ilkelerinden olan “suçsuzluk karinesi”, hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin, adil bir yargılama sonunda suçlu olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de bir gereğini oluşturmakta dır. Şu hâlde, yüklenen suç ne olursa olsun, tüm sanıkların suçsuzluk karinesinden yararlanması ve kendini savunabilmesi için her türlü olanağın sağlanması gerekir. (AYMK., E. 2007/68, K.2010/2, T. 14.1.2010; AYMK., E. 1991/18, K. 1992/20, T. 31.3.1992) 

Öte yandan, Anayasa'nın 98. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgi edinme ve denetim yolları arasında sayılan ve Başbakan veya bakanlar 
hakkında bu görevleri sırasında işledikleri iddia edilen suçlarla ilgili “Meclis soruşturması” açılmasına dair usul ve esaslar yine Anayasa'nın 100. maddesi 
ile Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün 107 ila 113. maddeleri arasında düzenlenmiştir. 
T.B.M.M İçtüzüğü'nün 107. maddesine göre; “Görevde bulunan veya görevinden ayrılmış olan Başbakan ve bakanlar hakkında Meclis soruşturması açılması, 
Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az onda birinin vereceği bir önerge ile istenebilir. /Bu önergede; Bakanlar Kurulunun genel siyasetinden 
veya bakanlıkların görevleriyle ilgili işlerden dolayı hakkında soruşturma açılması istenen Başbakan veya bakanın cezai sorumluluğu gerektiren fiillerinin 
görevleri sırasında işlendiğinden bahsedilmesi, hangi fiillerinin hangi kanun ve nizama aykırı olduğunun gerekçe gösterilmek ve maddesi de yazılmak 
suretiyle belirtilmesi zorunludur.” 

Bu bağlamda; 17 Aralık 2013 ve 25 Aralık 2013 gününden itibaren medyaya ve kamuoyuna yansıdığı üzere; 
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Kaçakçılık ve Narkotik Suçlar Bürosunun 2012/120653 nolu soruşturma dosyası ile hakkında suç örgütü kurmak ve yönetmek, resmî belgede sahtecilik, kaçakçılık, rüşvet alıp vermek ve benzeri suçları işlediği iddia edilen şüpheli Rıza SARRAF ve bu suçlarla bağlantılı olduğu iddia edilen bir kısım şahıslar 17 Aralık 2013 günü gözaltına alınmış, haklarındaki soruşturma hâlen devam etmektedir. İddia edilen bu eylemlerin işlendiği tarih itibarıyla, Ekonomi Bakanı olarak görev yapan Mersin Milletvekili Mehmet Zafer ÇAĞLAYAN, İçişleri Bakanı olarak görev yapan Mardin Milletvekili Muammer GÜLER ve Avrupa Birliği Bakanı olarak görev yapan İstanbul Milletvekili Egemen BAĞIŞ hakkında, bakanlık görevini yürüttükleri sırada şüpheli Rıza SARRAF ile bir suç ilişkisine girdiklerine dair iddialar kamuoyu gündeminde yer almıştır. 
Yine, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen bir soruşturma kapsamında 25 Aralık 2013 günü “Çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, yönetmek, örgüte üye olmak, nüfuz ticareti, suçtan kaynaklanan mal varlığını aklama, resmî belgede sahtecilik” iddialarıyla gözaltına alınan ve aralarında kamu görevlilerinin de bulunduğu bazı şüphelilerle; iddia edilen suçların işlendiği tarih itibarıyla Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak görev yapan Trabzon Milletvekili Erdoğan BAYRAKTAR’ın Bakanlık görevini yürüttüğü sırada bu eylemlerin bilgisi dâhilinde olduğu iddia edilmektedir. 

Bu kapsamda; 

1) Ekonomi Eski Bakanı Mersin Milletvekili Mehmet Zafer ÇAĞLAYAN hakkında: 

Rıza SARRAF’tan sağlanan, miktar ve değeri tespit edilemeyen bazı maddi menfaatler karşılığında; 
a) Bu şahsın İran'a altın ihracatı yapması işlerinde imtiyaz sağladığı, 
b) Gana'dan kaçak yollarla yurda sokulmak istendiği iddia edilen 1,5 ton altınla ilgili adli ve idari soruşturmaları engelleyerek, altının Dubai'ye çıkışını 
sağlamaya çalıştığı, iddia edilmektedir. 

Yukarıda sayılan ve Ekonomi eski Bakanı Mersin Milletvekili Mehmet Zafer ÇAĞLAYAN tarafından işlendiği iddia edilen eylemler, 5607 sayılı Kaçakçılıkla 
Mücadele Kanunu'na muhalefet, 5237 sayılı TCK’nın 204. (Resmî belgede sahtecilik) ve 252. (Rüşvet) maddelerine tekabül ettiğinden, bu iddiaların 
gerçekliğinin araştırılması ve soruşturulması gereği ortaya çıkmaktadır. 

2) İçişleri Eski Bakanı Mardin Milletvekili Muammer Güler hakkında: 

Rıza SARRAF’tan sağlanan, miktar ve değeri tespit edilemeyen bazı maddi menfaatler karşılığında; 

a) Bu şahsın araçlarına trafikte emniyet şeridini kullanma imtiyazı verdiği ve adı geçen şahıs için koruma polisi görevlendirdiği, 
b) Bu şahısla birlikte gözaltına alınan bazı şüphelilerin ve yakınlarının yasaya aykırı olarak istisnai yoldan Türk vatandaşlığına geçirilmesini sağladığı, 
c) Bu şahısla ilgili adli veya istihbari çalışma yapılıp yapılmadığının araştırılması için talimat verdiği, 
d) Bu şahsın usulsüzlükleri hakkında basında çıkacak haberlerin engellenmesi için girişimde bulunduğu, iddia edilmektedir. 

Yukarıda sayılan ve İçişleri eski Bakanı Mardin Milletvekili Muammer GÜLER tarafından işlendiği iddia edilen eylemler, 5237 sayılı TCK’nın 204. 
(Resmi belgede sahtecilik), 255. (Nüfuz ticareti), 252. (Rüşvet) ve 285. (Gizliliğin ihlali) maddelerine tekabül ettiğinden, bu iddiaların gerçekliğinin 
araştırılması ve soruşturulması gereği ortaya çıkmaktadır. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

20 Haziran 2019 Perşembe

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 3

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 3



Suriye, Türkiye’ye karşı düşmanca tavrın neticesi olarak 1995 yılında 
Yunanistan’la askeri iş birliği anlaşması yaptı. Ayrıca PKK’lı teröristlerin 
Suriye sınırından Hatay’a geçmesine müsaade ederek, Çalı Boğazı 
Karakolu’na yapılan saldırıya ortam hazırladı. Türkiye, saldırıyı yoğun 
topçu atışlarıyla bertaraf etti ve bu top atışlarının bir kısmını da Suriye 
topraklarına yaptı. Ancak Suriye topraklarından herhangi bir karşılık 
gelmedi. Bu olay sonrasında Türkiye’nin Suriye’ye karşı politikası daha da 
sertleşti (Özdağ, 1999: 209). Amerika’nın 1996 yılında hazırladığı terör 
konulu raporda Suriye teröre destek veren ülkeler listesinde yer aldı. Hatta 
Suriye destekli PKK’nın dünyadaki en faal terör örgütü olduğu belirtildi. 
Militan sayısının 10-15 bin arasında olduğu, Irak ve İran tarafından da 
desteklendiği, Avrupa’da da destekçilerinin bulunduğu da raporda yer aldı 
(Erciyes, 2004: 108). 

1996 yılına gelindiğinde Ortadoğu dengeleri çok farklı bir boyut kazandı. 
Hafız Esad su sorunu konusunda Türkiye ile anlaşmazlığını ABD gözetimi 
altında yapılan Suriye-İsrail Barışı ile ilişkilendiren bir politika izlemeye 
başladı. Ortadoğu’nun en önemli su kaynaklarından biri olan Golan 
Tepeleri’nin Tel Aviv yönetimi tarafından Suriye’ye verilmesi İsrail - Suriye 
ilişkilerini iyileştirdi. Bu durumu Türkiye’ye karşı fırsata dönüştürmek 
isteyen Suriye yönetimi su sorununu barış görüşmelerinin gündemine 
getirerek ABD ve İsrail’in bu konuda Türkiye’ye baskı yapmasını amaçladı. 
Bu politikasında büyük başarı kaydetti. Hatta bu süreçte İsrailli bir yetkili 
Türkiye, su konusunda Suriye ile anlaşırsa terör baskısının azalacağını dile 
getirdi. Ayrıca İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Daniel Shek, İsrail ve dünya 
basınına verdiği bir demeçte yeni bir uluslararası su rejimi oluşturulmadığı 
sürece Türkiye’nin artan baskılarla karşı karşıya kalabileceğini söyledi. Bu 
dönem içerisinde ABD’de yapılacak seçimlerden dolayı Clinton Musevi 
Lobisinin desteğini kazanmak amacıyla İsrail politikalarına sıcak bakıyordu. 
Böylece en önemli müttefikimiz olan ABD de su sorununda Suriye’nin 
yanında yer almış oluyordu (Balcı, 1996: 11). 

Ancak 1997 yılında İsrail ile Türkiye arasında imzalanan askeri anlaşmalarla 
iki ülke arasındaki ilişkiler tekrar normalleşmeye başladı. Bu durum aynı yıl 
İran Lideri Rafsancani ile Esad arasında yapılan görüşmede geniş yer tuttu. 
Türkiye-İsrail arasında imzalanan askeri anlaşmalar üzerine Irak’ı ve diğer 
Arap ülkelerini yanlarına çekip bu yakınlaşmaya karşı bir cephe 
oluşturmaya çalıştı (Cumhuriyet Gazetesi, 02.08.1997). Hafız Esad, Mısır 
Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile İskenderiye kentinde yaptığı 
görüşmeden sonra düzenlenen ortak basın toplantısında Türkiye ile Suriye 
arasında söylendiği gibi terörizm sorunu olmadığını konunun Türkiye’nin iç 
sorunu olduğunu savundu. Esad, Suriye’nin bu sorunun bir parçası 
olmadığını, Türkiye ile iyi ilişkilerinin olmamasına rağmen hiçbir komşu 
ülkenin ıstırap çekmesini istemediğini, hiç kimsenin Suriye’den Türkiye için 
bekçilik yapmasını isteyemeyeceğini, yardım edebilirse edeceğini daha 
fazlasını yapamayacağını söyledi (Cumhuriyet Gazetesi, 19.09.1997). 

PKK’nın 1998 yılına kadar yaptığı birçok terör faaliyetleri nedeniyle artık 
Türkiye’nin sabrı taşmıştı. Şam yönetiminin yıllardır PKK’ya verdiği 
destekten ötürü binlerce insan ölmüş ve askerlerimiz şehit olmuştu. 
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 
yaptığı bir konuşmada PKK terör örgütü ile ilgili şunları söyledi: 

PKK'nın terör eylemleri sonucunda, Emniyet Genel Müdürlüğünün, dün 
akşam itibariyle, dünkü tarih itibariyle bana vermiş olduğu bilgiye göre, 
toplam 27.630 insanımız hayatını kaybetmiş, güvenlik güçlerimiz ve sivil 
vatandaşlarımızdan toplam 16.219 kişi de yaralanmıştır. Kanlı terör örgütü 
PKK'nın, ayırım gözetmeksizin katlettiği vatandaşlarımızdan 4.960'ı güvenlik güçlerimizden, gerisi ise, yaşlı, kadın, çocuk ve hatta bebeklerden 
oluşmaktadır (TBMM Zabıt Ceridesi, 1998: 463). 

1998 yılında Türkiye, Suriye sınırına askeri yığınak yapmaya başladı ve her 
iki ülke arasındaki ilişkiler kopma noktasına geldi. İki ülke arasındaki bu 
kriz “1998 Ekim Krizi” olarak adlandırıldı. Türkiye ile Suriye arasında 
tırmanan gerginliğe çözüm bulmak için devreye Mısır Devlet Başkanı 
Hüsnü Mübarek girdi ve Ankara’ya geldi. Ankara’da konu ile ilgili 
temaslarda bulunduktan sonra Şam’a giderek Esad’la görüştü (Cumhuriyet 
Gazetesi, 08.10.1998). 1998 Ekim Krizi Hüsnü Mübarek’in ara buluculuğu ile 
sona erdirildi. Şam yönetiminin geri adım atması sağlandı ve Adana 
Mutabakatı imzalandı. Suriye kendi sınırları içerisindeki PKK faaliyetlerine 
son vererek terörist başı Abdullah Öcalan’ı sınır dışı etti. Bölücü terör 
örgütü lideri Abdullah Öcalan 1998 yılının Kasım ayında bir Rus uçağıyla 
İtalya’ya gitti. Roma Hava alanına iniş yaptığı sırada, burada İtalyan polisleri 
tarafından gözaltına alındı (Milliyet Gazetesi, 14.11.1998). Ancak İtalya 
Türkiye’den gelen diplomatik tepkiler üzerine Abdullah Öcalan’ı İtalya’dan 
çıkartmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Terör örgütü lideri Yunanistan’a 
sığındı. Fakat Yunanistan da diplomatik baskılara dayanamayarak sınır dışı 
etti. Öcalan’ın nerede olduğu konusunda birçok spekülasyonun yapıldığı 
dönemde Kenya’nın başkenti Nairobi’de olduğu ve Yunan elçiliğinde 
saklandığı öğrenildi. Bu gelişme üzerine Yunan hükümeti, Abdullah 
Öcalan’ın Nairobi’de Yunan elçiliğinde koruma altında olduğunu kabul 
etmek zorunda kaldı. Fakat bu açıklamanın yapıldığı gün Abdullah 
Öcalan’ın kaybolduğunu ve izini de kaybettirdiğini açıkladı. Ayrıca Yunan 
hükümet sözcüsü Dimitris Peppas PKK elebaşı Öcalan’ın Yunanistan’a 
sığınma talebinin kesin bir dille reddedildiğini de söyledi (Milliyet Gazetesi, 
19.02.1999). Türkiye’nin 25 yıldır yakalamaya çalıştığı PKK elebaşı Abdullah 
Öcalan sığındığı Kenya’da yakalandı. Yunanistan büyükelçiliğine yapılan 
gizli operasyon ile Türkiye’ye getirildi ve PKK’ya çok büyük bir darbe 
indirildi. Böylece Türkiye karşı terör kozunu kullanan Suriye’nin elinden bu 
koz alınmış oldu (Cumhuriyet Gazetesi, 19.02.1999). 

Sonuç 

Suriye’de Hafız Esad’ın iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye-Suriye ilişkilerinde sürekli sorun çıktı. Özellikle su paylaşımı konusundaki problemler iki ülke arasında su sorununun ortaya çıkmasına neden oldu. 

Türkiye’nin su kaynaklarını verimli bir şekilde kullanabilmek amacıyla 
uygulamaya koyduğu GAP projesi iki ülke arasındaki ilişkilerinin daha da 
bozdu. Suriye GAP’ın başlamasıyla birlikte su sorununu uluslararası 
kamuoyunda işlemeye başladı. Ortadoğu ülkelerini de bu soruna dahil 
etmeye çalışarak elini güçlendirmeye çalıştı. Su sorunun çözümü için 
komisyonlar kuruldu. Bu komisyonlar teknik sorunları müzakereden öteye 
gidemedi ve suyun kullanımı ile ilgili belirsizlik günümüze kadar sürdü. 

Suriye Hükümeti, bölgede Türkiye aleyhine eylemlerde bulunan eli kanlı 
terör örgütlerini ülkesinde barındırdı ve her türlü olanağı sundu. Türkiye 
Cumhuriyeti, Suriye’nin bu düşmanca tutumunu değiştirmesi için defalarca 
uyarılarda bulundu. Özellikle PKK terör örgütü Suriye’nin büyük desteğini 
alıyordu. Bu durum iki ülkeyi savaşın eşiğine kadar getirdi. Bu olumsuz 
ilişkileri düzeltmek maksadıyla Mısır iki ülke arasında arabuluculuk görevi 
üstlendi ve bunun neticesinde Adana protokolü imzalanarak Abdullah 
Öcalan Suriye topraklarından çıkarıldı ve Suriye’nin PKK’ya aktif desteği 
kesilmiş oldu. 

Kaynakça 

1. Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Cerideleri TBMM Zabıt Ceridesi,(1998, 18 Kasım). 20 Dönem, 4. Yasama Yılı, cilt 65. 

2. Süreli Yayınlar 

Cumhuriyet Gazetesi, 02.04.1974. 
Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984. 
Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984. 
Cumhuriyet Gazetesi, 01.07.1987. 
Cumhuriyet Gazetesi, 17.07.1987. 
Cumhuriyet Gazetesi, 04.06.1988. 
Cumhuriyet Gazetesi, 04.10.1989. 
Cumhuriyet Gazetesi, 15.12.1989. 
Cumhuriyet Gazetesi, 27.05.1990. 
Cumhuriyet Gazetesi, 15.07.1990. 
Cumhuriyet Gazetesi, 02.08.1997. 
Cumhuriyet Gazetesi, 19.09.1997. 
Cumhuriyet Gazetesi, 08.10.1998. 
Cumhuriyet Gazetesi, 19.02.1999. 
Cumhuriyet Gazetesi, 06.04.1988 

Milliyet Gazetesi, 22.05.1983. 
Milliyet Gazetesi, 14.10.1984. 
Milliyet Gazetesi, 19.10.1984. 
Milliyet Gazetesi, 21.10.1984. 
Milliyet Gazetesi, 10.10.1985. 
Milliyet Gazetesi 19.04.1987 
Milliyet Gazetesi, 17.07.1987. 
Milliyet Gazetesi 25.03.1988. 
Milliyet Gazetesi, 15.07.1993. 
Milliyet Gazetesi, 14.11.1998. 
Milliyet Gazetesi, 19.02.1999. 

3. Kitaplar ve Makaleler 

Alpagut, T. (1989, 15Aralık). PKK ve Doğu’da Güven Bunalımı.Cumhuriyet Gazetesi,s. 6. 

Balcı, E.(1996, 21 Mayıs).Politikada Sorunlar, Türkiye’nin Sırtından Su 
Pazarlığımı? Cumhuriyet Gazetesi, s. 11. 

Erciyes, E. (2004).Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri,İstanbul: IQ 
Kültür Sanat Yayıncılık. 

Duran, H. (2011). Adana Protokolü Sonrası Türkiye-Suriye İlişkileri. editör 
K. İnat, M. Ataman (Ed.).Ortadoğu Yıllığı, (501-518). Ankara: Açılım 
Kitap Yayınları. 

Gönlübol, M.Bingün, H. (2014). 1990-1995 Yılları Türk Dış Politikası.Olaylarla 
Türk Dış Politikası (1919-1995),Ankara:Siyasal Kitapevi, 635-727. 

Erdağ, R. (2015). Türkiye’nin Sınır Aşan Sular Sorunu.Yalova Sosyal Bilimler 
Dergisi, 5( 9), 27-52. 

Gönlübol, M. Ülman, Haluk,A. Bilge, A. Suat ve Sezer, D. (2014). İkinci 
Dünya Savaşı Sonrası Türk Dış Politikası.Olaylarla Türk Dış 
Politikası (1919-1995),(191-330).Ankara: Siyasal Kitapevi. 

Kışlalı, M. A.(1987, 26 Temmuz). Haftaya Bakış.Milliyet Gazetesi,s. 7. 

Kurubaş, E. (2004). Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, cilt 2, 
Ankara: Nobel Yayınları. 

Maden, T. E.(2011). Türkiye-Suriye İlişkilerinde Suyun Rolü. Ortadoğu 
Analiz, 3(35), 33-40. 

Manaz, A. (2003). Dünden Bugüne Suriye.Stradigme.Com Aylık Strateji ve 
Analiz, Kasım(10), 1-8. 

Memiş, E.(2002). Kaynayan Kazan Ortadoğu, Konya: Çizgi Yayınları. 

Oran, B. (2001).Türk Dış Politikası (1919-1980),İstanbul: İletişim Yayınları. 

Özdağ, Ü.(1999)Türkiye, Kuzey Irak ve PKK, Bir Gayri Nizami Savaşın 
Anatomisi,Ankara: Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Yayınları, Ankara. 

Sinkaya, B.(2011). Geçmişten Günümüze Türkiye’nin Ortadoğu Politikası ve 
Batı Etkisi.Adam AkademiSosyal Bilimler Dergisi,(1), 79-100. 

Soysal, İ.(1999). Türk-Arap İlişkileri 1918-1997, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 
Yıllık Süreç,Ankara: Türk Tarih Kurumu. 

Şalvarcı, Y, (2003). PaxAqualis, İstanbul: Zaman Kitap Yayınları. 

4. Tezler 

Bulut, M. T. (2008). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye-Suriye İlişkileri 
ve Su Sorunu(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).Balıkesir: Balıkesir Üniversitesi. 

Çelebi, O.(2009). Türkiye’nin Suriye ve Irak ile Olan İlişkilerinde Sınır Aşan 
Suların Etkisi(YayımlanmamışYüksek Lisans Tezi).Erzurum: Atatürk Üniversitesi. 

Gündoğdu, S.(2011). Türkiye- Suriye İlişkilerinde Su Sorunu ve Terörizme 
Etkisi (YayımlanmamışYüksek Lisans Tezi).Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi. 

 ***

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 2

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör. BÖLÜM 2



Örgüt Suriye’deki yönetimin etkisi altında hareket eden Suriye Kürdistan Sosyalist Partisi ile ilişkiye girerek rahat çalışma imkânı elde etti (Cumhuriyet Gazetesi, 15.12.1989). Suriye bu süreç içerisinde PKK’ya birçok olanak sağladı. Sağlamış olduğu olanaklar şunlardır: 

- Türkiye’den Suriye’ye geçişi kolaylaştırmak 
- Militanlara barınmaları için yer temin etmek 
- Militanlara eğitim için Lübnan’a geçiş, para ve sahte kimlik sağlamak. 
- Örgüt temsilcilerinin kongre yapmalarına izin vermek. 
- Türkiye aleyhine çalışan diğer terör örgütler ile ilişki kurup 

Türkiye aleyhine propaganda çalışmalarını desteklemek. 

Ayrıca Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, bizzat kardeşi Rıfat Esad’ın 
kontrolü altında bulunan ve Şam’ın kuzeyindeki Zapitan ve Saika 
kamplarında Suriyeli subaylara PKK’lı militanlara eğitim verdirdi. Ülke 
sınırları içerisindeki kampların kurulmasını kolaylaştırarak sayılarının 
artmasına da ortam hazırladı. Ayrıca Hafız Esad örgüt elebaşı Abdullah 
Öcalan’a ev tahsis ettiği gibi koruma da sağladı (Alpagut, 1989: 6). 

Bekaa Vadisinde barınan ve Türkiye aleyhine faaliyet gösteren PKK ve 
ASALA terör örgütleri 7 Nisan 1980 tarihinde Lübnan’da tertip ettikleri 
basın toplantısında ortak hareket etme kararı aldıklarını açıkladılar. 
Fransa’nın Strazburg şehrindeki konsolosluğumuza yapılan terör saldırısı 
bu kararın bir sonucudur (Alpagut, 1989: 6). Suriye yönetimi tarafından 
desteklenen PKK ve ASALA 1984-1988 yılları arasında Türkiye’de ortak 
terör faaliyetleri gerçekleştirdiler. PKK ve ASALA’nın yurtdışındaki birçok 
eyleminde ve Doğu Anadolu’daki saldırılarda beraber hareket ettikleri resmi 
makamlarca tespit edildi (Milliyet Gazetesi, 14.10.1984). PKK elebaşı 
Abdullah Öcalan ASALA üst yönetimine yazdığı bir mektubunda Ermeni 
terör örgütünden “ortak davamızın savunucusu” şeklinde söz ediyordu. 
Ayrıca örgütün finansmanını sağlayabilmek adına para temini için Ermeni 
terör örgütleriyle eroin kaçakçılığı ve ticareti yaptığı kuvvetli kanıtlarla 
ortaya çıkarıldı (Milliyet Gazetesi, 21.10.1984). 

Ermeni terör örgütü ASALA’ya bağlı teröristlerin Suriye’de barındırılmasından dolayı 1983 yılında Türkiye, Suriye’ye teröristlerin ülkeden çıkarılması konusunda bir nota verdi. Ancak Suriye bunu dikkate almayarak desteğini sürdürmeye devam etti (Şalvarcı, 2003: 108). 

Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı sözcü vekili Yalım Eralp’e sorulan “Suriye’de teröristleri barındırdığı konusunda uyarıda bulunuldu mu? Sorusuna: Bu konudaki görüşler, Türk hükümeti yetkililerince defalarca açık beyanlarla belirtildi. Komşu ülkelerin görüşlerimizi çok iyi bildiğinden eminiz” şeklinde cevap vermiştir (Milliyet Gazetesi, 19.10.1984). 

Her ne kadar Suriye, Türkiye karşıtı politikalar izlese de Türkiye 1980’li 
yıllarda dostça bir tavır sergileyerek, barajlarda yeterli su toplanmamasına 
rağmen fazla miktarda suyu Suriye topraklarına bırakarak Suriyeli çiftçilerin 
zarar etmesini engelliyordu. Bu iyi niyet davranışlarına rağmen Suriye 
yönetimi ilişkilerin düzelmesi için adım atmıyordu (Gündoğdu,2011: 77). 

Türkiye’nin Batı bloguna yakın bir politika sergilemesi, Suriye’nin de SSCB 
tarafından destekleniyor olması iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi 
önündeki ayrı bir engel oluşturmuştur. ABD Savunma Bakan Yardımcısı 
Richard Perle’nin 1983 yılında Sovyetlerin Suriye yönetimine büyük miktarda silah vermesinin ve Suriye topraklarında Rus askeri konuşlandırmasının Türkiye ve NATO’nun güney kanadı için bir tehlike oluşturduğunu belirtmiştir (Milliyet Gazetesi, 22.05.1983). Norveçli parlamenter Tom Frinking tarafından 1985 yılında hazırlanan raporda; Suriye’de halen 4 bin Sovyet tankı ve Türkiye sınırının 60 km uzağına rampalara yerleştirilmiş Sovyet füzeleri olduğu, Kuzeydoğu sınırında, Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Suriye’nin Türkiye için yeni bir tehdit oluşturduğu belirtilmiştir. NATO Asamblesi Genel kuruluna sunulan ve 
Türkiye’ye büyük bir bölüm ayrılan 45 sayfalık bu raporda Suriye’de bazı 
terörist grupların eğitildiği ve daha sonra Türk topraklarına sızdıklarına da 
dikkat çekilmişti (Milliyet Gazetesi, 10.10.1985). Ayrıca Suriye, Türkiye’nin 
NATO’ya üyeliğinden endişe duyuyordu. Bir Türkiye-Suriye savaşında 
Batı’nın Türkiye’nin yanında yer alacağını düşünüyordu 
(Milliyet Gazetesi, 1985: 7). 

Turgut Özal’ın Başbakanlığa gelmesiyle birlikte Türkiye ekonomik olarak 
dışa açılmaya başladı. Buna bağlı olarak da Ortadoğu ülkeleri ile iyi ilişkiler 
kurmayı dönemin dış politika hedefleri arasına aldı. Başbakan Özal ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ile bölgedeki sorunların çözülebileceğini ve barışın tesis edilebileceğini düşünüyordu. Bu bağlamda Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi yolunda girişimlerde bulundu (Sinkaya, 2011: 87). 

Fakat Suriye, olumsuz hareketlerini sürdürmeye devam etti. Bunun üzerine 
Türkiye aleyhine yapılan eylem ve söylemlere karşılık Başbakan Özal, 
Bitlis’te yaptığı konuşmada doğu ve güneydoğu komşularını sert bir dille 
uyardı. PKK’ya destek verdiğini düşündüğü ülkeleri isim vermeden tehdit 
etti: “İcabında o yuvaları bulundukları yerde tahrip etmek de bizim gücümüz 
dahilindedir” (Cumhuriyet Gazetesi, 01.07.1987). 

1987 yılında Türkiye ve Suriye ilişkilerinin rayına oturtulabilmesi amacıyla 
Turgut Özal Şam’a gitti. İki ülke liderleri arasında görüşme yapıldı, bu 
görüşme sırasında Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad “Şundan emin 
olmalısınız ki Suriye’den Türkiye’ye zarar gelmeyecektir” dedi. Suriye’den, 
Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesi istenmiş fakat Şam yönetimi “Burada 
yok ki nasıl verelim?” demiştir (Milliyet Gazetesi, 17.07.1987). İki ülke 
arasında yaklaşık 45 dakikalık bir görüşme olması tahmin edilirken görüşme 
yaklaşık 3.5 saat sürdü. Hatta Türk heyetinin Suriye başbakanı ile yaptığı 
görüşmelerde PKK sorununa doğrudan değinmemiş olması dikkatlerden 
kaçmamıştır. PKK’nın 3. Kongresinin Lazkiye kentinde toplandığını da 
kabul etmeyen Suriyeli yetkililer, Lübnan’ın Bekaa vadisinde eğitilen 
teröristler konusunda da Lübnan’ın egemen bir devlet olduğu ve bu 
konunun kendileriyle görüşülmesi gerektiğini bildirmiştir (Cumhuriyet 
Gazetesi, 17.07.1987). 

PKK, Türkiye karşıtı olan devletlerden aldığı destekler sayesinde örgüte 
katılımlarını arttırdı, güçlendi ve yeni işbirliklerine girişti. Brüksel ve 
Viyana’da aynı anda basın toplantısı düzenleyen PKK ve YNK (Kürdistan 
Yurtsever Birliği) sözcüleri Öcalan ve Talabani arasında ittifak protokolü 
imzaladığını açıkladı ve bu protokolün Suriye’de yapıldığı ima edildi 
(Cumhuriyet Gazetesi, 04.06.1988). Bu gelişme üzerine Türkiye, Suriye’nin 
imzalanan güvenlik protokolüne uymadığını, bu nedenle somut adımlar 
atılması gerektiğini Şam yönetimine bildirdi. Türkiye’ye karşı faaliyetlerde 
Suriye topraklarının bir geçiş alanı olarak kullanılmasının engellenmesini, 
Suriye birliklerinin kontrolündeki Lübnan’ın Bekaa Vadisi’ndeki PKK 
kamplarına karşı etkin tedbirler almasını ve Şam’da barınan PKK liderinin 
sınır dışı edilmesini istedi. Aksi takdirde Ulusal güvenliğin göz ardı 
edilmeyeceğini, bölgesel sular dahil koz olarak kullanılabilecek her şeyin 
hesaba katılacağını belirtti (Cumhuriyet Gazetesi, 04.10.1989). 

1990’da SSCB’nin dağılması ile Batı’nın gözünde, Türkiye’nin stratejik 
öneminin azalacağını düşünen dönemin devlet yöneticilerinde çeşitli kaygılar meydana geldi. Türkiye, yeni etki alanları açmak ve kaygıları ortadan kaldırmak amacıyla Batı taraftarı aktif bir politika izlemeye başladı. 
Batı taraftarı politikadan kaynaklı olarak 1990-1991 yıllarında meydana 
gelen Körfez Savaşı’nda ABD ve müttefiklerinin yanında yer aldı 
(Sinkaya, 2011: 88). 

Ancak Turgut Özal hükümetinin Körfez krizinden kaynaklı beklentileri 
gerçekleşmedi. Hatta olumsuz gelişmelerin meydana gelmesine sebep oldu. 
Savaş sırasında koyulan ambargolar Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin özerk bir 
siyasi yapı oluşturmaları PKK’nın terör faaliyetlerin daha da artmasına 
sebep oldu. Türkiye bir yandan bağımsız bir Kürt Devleti’nin ortaya 
çıkmasını engellemeye diğer yandan PKK’ya karşı yürüttüğü askeri 
mücadeleyi sürdürmeye devam etti (Sinkaya, 2011: 88). Bölgedeki Kürt 
sorunu devletlerarası bir seviyeye ulaştı. Meydana gelen bu yeni koşullarda 
Kürt sorununun çözümü için eyleme geçerek, Suriye ve Ortadoğu 
ülkeleriyle ilişkilerini iyileştirme çalışmalarına başladı. Dönemin Dışişleri 
Bakanı Kurtcebe Alptemoçin 7 günlük bir geziye çıkarak Ortadoğu’nun 
önde gelen devletleri Suriye, Irak ve Suudi Arabistan’la resmi temaslarda 
bulundu (Oran, 2001: 554). Fakat bu dönemde Türkiye’nin İsrail’e su satışı 
meselesinin ortaya çıkması Arap başkentlerinde eleştirilere neden oldu. 
Arap kaynakları Türkiye’nin İslam kardeşlerinden ve komşularından 
esirgediği suyu İsrail’e vermesinden yakınmaya başladı (Cumhuriyet 
Gazetesi, 27.05.1990). Türkiye, Arapların olası bir tepkisine karşılık en yetkili 
ağızdan İsrail’e su satmayacağını duyurdu (Cumhuriyet Gazetesi, 15.07.1990). 

Suriye, Türkiye’nin ılımlı politikalarına olumlu bir cevap vermemeye devam 
etti ve özellikle PKK eylemlerine desteğini sürdürdü. Körfez Savaşı’nın 
ardından meydana gelen terör eylemlerinin sayısının ciddi manada artması 
üzerine, Türkiye Suriye’ye uyarıda bulunarak Bekaa vadisinde yuvalanan 
teröristlerin kamplarını bombalayacağını duyurdu. Bu uyarıdan sonra 
Suriye ve Türkiye ilişkileri gerginleşti. Her iki ülke yetkilileri 1992 yılında 
bir araya gelerek bir güvenlik protokolü imzaladılar. Bu protokole göre 
Suriye PKK’nın etkinliklerini yasaklayacak, terör örgütü olduğunu kabul 
edecek ve Bekaa’daki PKK kamplarını kapatacaktı (Duran, 2011: 509). 1993 
yılında Suriye’nin tarım ve su işlerinden sorumlu bakanı Türkiye’ye gelerek 
su sorununun çözümü için Başbakan Tansu Çiller ile görüştü. Tansu Çiller 
su işinin bir sorun olmadığını Ortadoğu’da bir barış köprüsü olduğunu 
belirtti. Türk Dışişleri Bakanlığı bu ziyaret nedeniyle bir açıklamada 
bulundu. Bakanlığın açıklamasında, 1986 yılında Suriye ile yapılan 
anlaşmaya göre GAP bitene kadar Fırat Nehri’nden Suriye’ye saniyede 500 
metreküp su verilmesinin kararlaştırıldığını ancak Suriye’nin daha çok su 
istediği belirtildi. Ayrıca resmi anlaşmalarda GAP’ın bitmesi halinde 500 
metreküp sudan daha fazlasının verileceği konusunda bir madde olmadığı, 
üstelik GAP’ın da henüz tamamlanmadığı ifade edildi. Yine Bakanlık 
açıklamasında Atatürk Barajı’nın yapılmasından önce Fırat Nehri’nin 
düzensiz aktığı, su akışının 200 ile 2000 metreküp arasında değişiklik 
gösterdiği, barajın yapılmasıyla su akışının düzenli hale getirildiği, suyun 
saniyede 1000 metreküp tutulduğu, Suriye’ye saniyede 500 metreküp su 
aktığı, Türkiye’nin ülkelerin ihtiyaçları doğrultusunda su paylaşımını 
savunduğu, Suriye’nin ise bu yaklaşımdan uzak bir tavır sergilediği, 
Suriye’nin olaya teknik açıdan değil siyasi açıdan baktığı dile getirildi 
(Milliyet Gazetesi, 15.07.1993). 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör BÖLÜM 1

 Suriye ve Su Sorunu Bağlamında Terör BÖLÜM 1



Fatih ÖZÇELİK, 
Dr. Öğr. Üyesi, Düzce Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, 
fatihozcelik@duzce.edu.tr 

Özet 

Türkiye Cumhuriyeti, en uzun sınır komşusu Suriye ile belli dönemlerde birtakım sorunlar yaşamıştır. Bu sorunların en büyüğü de Türkiye Cumhuriyeti’nin Fırat ve Dicle nehirleri üzerine baraj yapma kararı almasıyla başlamıştır. Bu karar Türkiye Cumhuriyeti ile Suriye arasında “Su Sorunu” olarak adlandırılan problemin temelini oluşturdu. Suriye, Uluslararası platformlarda sürekli Türkiye karşıtı söylemler ve eylemlerde bulundu. Türkiye Cumhuriyeti ile yaşadığı su sorununda koz olarak terörü destekleme yoluna da gitti. Topraklarını Türkiye 
aleyhine faaliyet gösteren bütün terör örgütlerine açtı. Bu çalışmada su sorunu ve bu sorundan kaynaklı başka sorunların ortaya çıkması ve gelişimi incelendi. Elde edilen veriler analiz edilerek bir değerlendirmede bulunuldu. 

Giriş 

Ortadoğu dünyanın yumuşak karnı olarak nitelendirilen, çok çeşitli yönetim 
biçimlerini ve sorunları içinde barındıran bir coğrafyadır (Memiş, 2002: 255). 
“Ortadoğu” kavramı ilk kez II. Dünya Savaşında İngilizler tarafından 
Mısır’daki askeri birliklerin “Ortadoğu Komutanlığı” olarak adlandırılmasıyla kullanılmaya başlanmıştır. Bu bölgeyi tanımlamak için daha öncesinde “Yakın Doğu” kavramı kullanılmaktaydı (Oran, 2001: 194). 

Ortadoğu yer altı kaynakları ve jeopolitik durumundan ötürü tarih boyunca 
iç karışıklıklar ve büyük mücadelelere sahne olmuştur. Ülkeler bulundukları 
çevrenin özelliklerinden etkilenirler. Ortadoğu gibi zor bir coğrafyada yerini 
almış olan Suriye de bundan nasibini almıştır. Hatta günümüzde bölgedeki 
en sorunlu ülkenin Suriye olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Suriye’nin kuzeyde Türkiye Cumhuriyeti, güneyde Ürdün, doğuda Irak, 
güneybatıda ise İsrail ile sınırdaştır. Ayrıca Batıda Akdeniz’e kıyısı vardır. 
Resmi adı “El Cumhuriyetü’l-Arabiyye es-Suriye” olan ülke gerek coğrafi 
gerekse jeopolitik konumu itibariyle çok kıymetli bir arazide yer almaktadır. 
Suriye’nin stratejik açıdan önemli bir coğrafi alanda yer alması, petrolce 
zengin Arap yarımadası ülkelerine komşu olması, Irak ve Mısır arasındaki 
doğal ulaşım koridorunu oluşturması, Arap ve İslam dünyasının siyasi fikir 
akımlarının meydana geldiği, dini ve kültürel bir merkez olmasıyla ilgilidir 
(Bulut, 2008: 5). 

1. Su Sorununun Başlaması 

20. yüzyılda nüfusa bağlı olarak su kaynaklarına olan ihtiyacın artması 
devletlerin bu konuya gün geçtikçe daha da önem vermesine neden 
olmaktadır. CIA’nın hazırlamış olduğu bir raporda, dünya su kaynaklarının 
tükenmeye başlamasından dolayı dünyada su savaşlarının başlayacağı 
belirtilmiştir (Gönlübol ve Bingün, 2014: 667). Türkiye de bu durumun 
farkında olarak su kaynaklarını verimli kullanabilmek amacıyla 1960’lı 
yıllarda Fırat Nehri üzerine Keban barajını inşa etmeye başladı ve 1973 
yılında barajın yapımı tamamlandı. Bu barajın yapımından sonra, Türkiye 
enerji kaynağı ihtiyacı artışına bağlı olarak baraj yapımı konusunda projeler 
geliştirmeye başladı ve Güney Doğu Anadolu Projesi(GAP) bu kapsamda 
ortaya çıktı. 

Türkiye, Fırat ve Dicle Nehirleri üzerine yapmayı planladığı barajlar 
sayesinde su potansiyelini daha verimli kullanmak istiyordu. GAP 
kapsamındaki yörelerin kalkındırılması ve yatırımların artırılması 
hedefleniyordu. Fakat Türkiye’den doğup Irak ve Suriye’den geçerek Basra 
Körfezine dökülen Fırat ve Dicle nehirleri Ortadoğu devletlerinin yaşamını 
etkileyen bir önem arz etmekteydi. Bundan dolayı Suriye ve Irak bu proje 
nedeniyle su kullanımının kendileri açısından azalacağını (Sinkaya, 2011: 86) 
ve Türkiye’nin yeri geldiğinde GAP kapsamında yapılan bu barajlar 
sayesinde suyu kendilerine karşı bir koz olarak kullanacağı endişesine 
kapıldılar. Hatta Türkiye Keban Barajı’nda su birikimini sağlayabilmek için 
Irak ve Suriye’ye yönelen akarsularda bir müddet kısıntı yapmak zorunda 
kaldı. Irak ve Suriye hükümetleri bu duruma tepki gösterdiler ve saniyede 
100 metreküp su verilmesinin uluslararası anlaşmalara aykırı olduğunu 
belirterek Fırat Nehri üzerinden kendilerine saniyede 300 metreküp suyun 
gelmesi gerektiğini söylediler (Cumhuriyet Gazetesi, 02.04.1974). 

Ancak su sorununa bağlı ilk büyük kriz Türkiye ve Suriye arasında 
meydana gelmedi. Türkiye ve Suriye’nin aynı dönemlerde bitirdiği Keban 
ve Tabka barajlarının dolumu esnasında Irak su sıkıntısı çekmeye başladı. 
Sıkıntı kaynağının Suriye olduğunu düşünen Irak Suriye’yi tehdit etti ve iki 
ülke arasında gerilim ortaya çıktı. Suudi Arabistan’ın araya girmesiyle 
Suriye ve Irak arasındaki sorun çözüldü (Maden, 2011: 35). 

2. Suriye ve Irak’ın Türkiye’ye Karşı Ortak Hareket Etmeleri 

Suriye ve Irak, Suudi Arabistan’ın arabuluculuğuyla aralarındaki Tabka 
problemini çözdükten sonra beraber hareket etme kararı alarak Türkiye 
aleyhine faaliyetlere giriştiler. Suriye ve Irak, Türkiye’nin nehirleri 
değerlendirme projelerine karşı, uluslararası alanda bu projelerin 
kendilerine zarar verdiği konusunda kamuoyu oluşturma çalışmalarına 
başladılar. Hatta su sorununun tüm Arap dünyasının ortak sorunu olduğu 
konusunda ortak bir düşüncenin oluşturulmasını da büyük ölçüde 
sağlamayı başardılar (Gönlübol vd. 2014: 228). 

Arap devletlerinin Suriye ve Irak tarafında yer almasının çeşitli nedenleri 
vardı. Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemindeki iki kutuplu dünya düzeni 
içerisinde Batılı tarafta yer alması Arap devletleri ile ilişkilerinin bozulmasına neden oldu. Zira Arap devletlerinin önemli bir kısmı SSCB’ye yakın duruyorlardı (Gönlübol vd. 2014: 228). Araplara ait olduğunu savundukları topraklarda İsrail Devleti’nin kurulması ve bu devleti tanıyan ilk Müslüman devletin Türkiye olması nedeniyle Türkiye’ye kırgınlıkları ve kızgınlıkları söz konusu idi. Bu durum Suriye ve Irak’ın yanında yer almalarının başka bir nedeniydi (Soysal, 1999: 521). Bunların yanında Türkiye’nin bölgede etkin bir güç haline gelmesini istemiyor lardı (Çelebi, 2009: 67 ). 

Arap devletlerinin Suriye ve Irak’ın yanında yer alması Türkiye’yi olumsuz 
etkiledi. Örneğin Türkiye’nin en büyük enerji ve sulama projesi içinde yer 
alan barajlardan Karababa Barajı için hiçbir uluslararası kuruluş ve ülke 
kredi vermeye yanaşmadı. Söz konusu projelerin finansmanında kullanılmak üzere Türkiye’ye verilecek kredileri engellemek amacıyla Dünya Bankası’na baskı yapıldı (Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984). Arap devletlerinin etkisinde kalan Dünya Bankası ve IMF kredi desteği verilebilmesi için nehirler üzerinde hak sahibi olan tüm ülkelerin ortak bir anlaşmaya varmaları gerektiğini belirtti (Erdağ, 2015: 43). 

Uzun süren tartışmalar üzerine Türkiye, 1980 yılında Fırat’ın sularından 
yararlanılması konusunda müzakerelere hazır olduğunu bildirdi. İlk aşamada bu konudaki görüşmelerin nehrin geçtiği üç ülkenin de katılımıyla yapılabileceğini belirtti. Suriye ve Irak Türkiye’nin önerisini kabul etti. 

Ancak 1984 yılına gelindiğinde Türkiye’ye karşı ortak hareket eden Suriye 
ve Irak arasında birtakım problemler baş gösterdi. Bu nedenle Suriye 
görüşme masasına oturmaktan kaçındı. Öngörülen toplantılar Suriye’nin 
katılmamasından dolayı yapılamadı. Suriye’nin bu tutumundan dolayı 
ortaya çıkan tıkanıklık, bu konudaki tavrını değiştirmesiyle belli ölçülerde 
aşılmaya başlandı ve üç ülke arasında Bağdat’ta teknik düzeyde görüşmeler 
yapıldı ancak bu toplantılardan tam bir sonuç alınamadı 
(Cumhuriyet Gazetesi, 25.06.1984). 

3. Suriye Yönetiminin İç Siyasette Türkiye Aleyhtarlığı 

Suriye yönetimi, ülke içindeki problemleri çözmekte yetersiz kaldığında 
başarısızlığın bahanesi olarak Türkiye’yi suçlamaktaydı. Türkiye neden 
gösterilerek başarısızlıkların üzeri örtülmeye çalışılıyordu. Örneğin SSCB’ye 
Ukrayna modeliyle 1970’li yıllarda inşa ettirilen Al-Tavra barajı sulak ve 
yağışlı bölgelere uygundur. Çölün ortasına inşa edilen bu baraja Fırat’tan 
gelen su tesir edemediğinden; Ukrayna modeline göre inşa edilen tribünler 
hareket ettirilemedi. Bundan dolayı elektrik üretiminde aksaklıklar yaşandı. 
Hâlbuki bu dönemde Türkiye vaat ettiği 500 metreküp suyun üzerinde 700 
ve 1000 metreküp su salımı yapmıştı. 
Ancak Suriye yönetimi kendi halkından yanlış yatırım yapıldığı bilgisini gizleyerek Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlama yoluna gitti. Bu suçlama kampanyaları bazen öyle boyutlara ulaşmıştır ki yiyecek sıkıntılarından bile Türkiye sorumlu 
tutuluyordu. Suriye yönetimi 1986 yılının sonlarında elindeki tavuk stoklarının hepsini İran’a petrol karşılığında verdi. Bu ticaretten ötürü Suriye iç piyasasında büyük bir tavuk bir kıtlığı meydana geldi. Şam yönetimi ise kıtlığın gerekçesinin Türkiye olduğunu söyledi. Suriyeli yetkililer basına verdikleri demeçte: “Türkiye’de tavuk vebası çıktı önlem almadılar ve bize de sıçradı, tavuklarımız telef oldu” diyerek Türkiye’yi suçladılar (Milliyet Gazetesi 19.04.1987). 

Suriye yönetiminin su meselesinden kaynaklı Türkiye aleyhtarlığı başka 
konularda da devam etti. Sözgelimi 1988 yılında Amman’da İslam 
dünyasının önde gelen liderlerinin bir araya geldiği İslam Konferansı’nda, 
Türkiye Bulgaristan’daki Türk azınlığın sorunu konusunda İslam liderlerinden beklediği desteği büyük ölçüde buldu. Ancak Suriye konferansın ilk gününden itibaren Bulgaristan’ın görüşünü destekledi. 
Konferans sırasında dönemin Türk Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz, Suriye 
Dışişleri Bakanı Faruk Şara ile görüştü ve Bulgaristan’daki Türk azınlığın 
zulüm gördüğünü ve bir insanlık dramının yaşandığını söyledi. 

Buna rağmen Suriye, Bulgaristan yanlısı tutumunda ısrarcı oldu 
(Milliyet Gazetesi 25.03.1988). 

4. Suriye Yönetiminin Türkiye’ye Karşı Terörü Desteklemesi ve PKK Terör Örgütü 

Her platformda Türkiye karşıtı bir pozisyonda bulunan Suriye koz olarak 
terör kartını da kullanmıştır. Türkiye aleyhine her türlü oluşumu 
desteklemekten geri kalmayan Suriye yönetimi, kendi topraklarını Türkiye 
Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğüne kast eden terör gruplarına açtı. 
DHKP/C (Dev-Sol), THKP/C Halkın Devrimci Öncüleri (Acilciler), TKP/ML, 
SVP, TKEP, TKSP, PKK, Üçüncü Yol ve 16 Haziran Hareketi gibi sol görüşe 
sahip terör örgütleri Suriye tarafından desteklendi. Suriye destekli bu 
örgütler 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde meydana gelen terör eylemlerini 
gerçekleştirdiler. 12 Eylül'den sonra sol örgütlerin sona erdirilmesi ile 
birlikte, Suriye ve müttefikleri yeni bir arayış içerisine girdiler. 1970’li 
yıllarda ASALA ve Türkiye karşıtı sol örgütlere destek veren Suriye, 1980’li 
yıllarda ise PKK’yı destekleyerek Türkiye’yi zor duruma düşürmek için 
elinden gelen gayreti sarf etmeye başladı (Manaz, 2003: 2). 

1979 yılında faaliyetlerini arttırarak örgütlenmeye başlayan PKK terör 
örgütü elebaşı Abdullah Öcalan, 7 Temmuz 1979 tarihinde Suriye’ye 
giderek, burada Filistin Kurtuluş Örgütü’yle temasta bulundu ve kendisine 
Filistin kimliği verildi. Bu zamanlarda Lübnan ikiye ayrılmış, bir bölümü 
Arap Barış Gücü adı altında Suriye’nin denetimine girmişti. 1976 yılında 
Suriye, Lübnan’ın Bekaa vadisini işgal etti. Suriye denetimine giren bu 
topraklarda Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı birçok örgüt, Ermeni ASALA 
terör örgütü ve Lübnanlı Dürzi ve Şii milislerin kampları bulunmaktaydı. 
Denetimsiz ve yasadışı faaliyetler için uygun bir yer olan bu topraklarda 
Öcalan da kendisine bir yer ayarlamak istedi ve Filistinli grupların 
yardımıyla Bekaa vadisinin güneyinde bir yer gösterilerek buraya 30-40 
kadar PKK’lı terörist yerleşti. Bu kampın nüfusu zaman içerisinde Lübnan 
ve Suriye’den katılımlarla arttı. Askeri eğitim için müsait olan bu yere 
Sovyet ve Kübalı subaylar gelerek Filistinliler ile birlikte PKK’lılara da 
eğitim vermeye başladılar (Kurubaş, 2004: 117). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

15 Haziran 2019 Cumartesi

AKP'nin Şapkadan Çıkaracağı Kıbrıs Tavşanı : KKTC İlimiz, Bahçeli Milli Valimiz -

AKP'nin Şapkadan Çıkaracağı Kıbrıs Tavşanı : KKTC İlimiz, Bahçeli Milli Valimiz - 


Açık İstihbarat
www.acikistihbarat.com
07.07.2017

 
İsviçre'nin Crans-Montana kasabasında BM gözetiminde başlayan Kıbrıs konferansı, tarafların anlaşamaması sonucu dün masanın çökmesi ile sonuçlandı. Esasen KKTC'nin, Türkiye'nin, Rum yönetimi ve BM'nin tahmin etmediği bir sonuç değildi bu. Taraflar eski pozisyonuna geri çekilirken, milli konulardaki tutumu her zaman tartışma götürmüş olan AKP, kabul etmek gerekir ki buradan da cebine "Kıbrıs'ta taviz vermeyen iktidar" payesini koyarak çıktı. 

Bu sonucun iç siyasete tevil edileceği günler gelecektir.Türkiye iki büyük seçime hazırlanırken "milli duruşun" seçmen nezdindeki "oy" değerini kavramış olan Tayyip Erdoğan, uzun süredir kamuoyunun gündeminden uzaklaşmış olan bu milli davadan çok önemli postlar çıkarmaya hazırlanıyor.

Açık İstihbarat olarak, İsviçre'deki zirvenin devam ettiği günlerde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet'inde nabız tuttuk. Kıbrıs'a gidip gözlem yapan herkesin ilk tespit ettiği şeyi yazının başında biz de tekrarlayalım:

Kıbrıs Türk'ü yorgun, bıkkın ve umutsuz. Yılların ihmal edilmişliği, hizmette yaşanan sorunlar, altyapının yetersizliği halkı siyasetten soğutmuş. Bu bıkkınlık Kıbrıs halkının bir kesiminde "Rumlarla birleşelim de ne olursa olsun" tavrına dönüşürken, bir kesimi de "Türkiye'nin vilayeti olalım, buraya bir vali atansın, hiç değilse hizmet gelir" fikrine yönelmiş.

Bu ikinci tutumdan yana olanlar çoğunlukta görünüyor.

Bunların içinde  "Burayı Tayyip Erdoğan düzeltebilir. Onun gibi astığı astık, kestiği kestik biri lazım" diyenlerin sayısı hiç de az değil. Bu zemini iyi etüd ettiği anlaşılan AKP'nin Kıbrıs  teşkilatları da propaganda anlamında hiç boş durmuyor. 

Gelelim, İsviçre'deki görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra Tayyip Erdoğan'ın şapkadan çıkarmaya hazırlandığı büyük tavşana.

Daha doğrusu, İsviçre konferansından çok önceye dayanan bir plan bu.

Plan bir taşla üç kuş vurmayı hedefliyor:

1) Son seçimlerde AKP'ye verdiği destek ile iyice işlevsizleşen Bahçeli'yi yeni bir misyonla diri tutup AKP'ye eklemlenen bazı ülkücü tabanın  kopuşunu engellemek

2) 2019 Başkanlık seçimlerinde AKP'ye yönelik Ulusalcı/Milliyetçi muhalefetin içinin yağını eritecek bir formülle muhalefeti zayıflatmak

ve en önemlisi...

3) Sonrasında Barzani ile Oturulacak Konfederasyon projesinin bir prototipini KKTC ile gerçekleştirerek, "bakın istenirse oluyor" mesajı ile Barzanistan ile konfederasyon projesine zemin hazırlamak.

Bu üç kuşu vuracak plan raftan indirilmeye hazır.

Hazır İsviçre Masası da devrilmişken AKP için Kıbrıs şapkasından tavşan çıkarma zamanı geldi.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun dün İsviçre'de yaptığı"Artık BM'nin parametreleri ile Kıbrıs sorununa çözüm aranamaz.Türkiye'ye dönünce Cumhurbaşkanı, Başbakan ve KKTC yetkilileri ile görüşüp ne yapılacağına karar vereceğiz"açıklamasıyla da bu planın ilk işareti verildi.

Sözü uzatmadan Tayyip Erdoğan'ın heybesindeki büyük turpu açıklayalım:

2019 yılında yapılacak bir referandum ile Kıbrıs 82. vilayet ilan edilecek ve Devlet Bahçeli Kıbrıs'a vali tayin edilecek!
 

Devlet Bey'in öyle banka hesabına para yatırılarak ihyâ edilecek siyasetçilerden olmadığını en iyi Tayyip Erdoğan bilmektedir.

Devlet Bahçeli, MHP'yi bile feda ettiğine göre karşılığında daha büyük bir milli misyonun başına geçmelidir ki tarih kendisini  "Türk milliyetçiliğini AKP'ye satan adam" olarak yazmasın. O misyon,  rahmetli Rauf Denktaş'ın boş kalan misyonudur. Üstelik, rahmetli Denktaş'tan esirgenen imkân ve destekler kendisinden esirgenmeyerek..

(Bahçeli formülünün sekteye uğraması durumunda, ikinci ve üçüncü alternatiflerin hazır olduğunu da not olarak ekleyelim)

Böyle bir "Kıbrıs açılımına" itiraz edecek vatansever var mı? Yok..

Üstelik, "AKP Kıbrıs'ı Satacak" derken tam ters köşe olunacak..

Şimdi, " Bu iş nasıl olacak? ", " Diğer Garantör devletler ne diyecek? " , " Dünya ayağa kalkmaz mı? " gibi sorular sorulacaktır.

Birincisi, böyle milliyetçi bir çıkışın ardından bu soruları sorana, "Hani Kıbrıs'ı satacağımızı söylüyordunuz? Şimdi dünya ve garantörler adına endişe duymak size mi düştü?"karşı sorusu sorulacak ve susmak zorunda kalınacaktır. 

İkincisi; Batı ve  garantör devletler, Barzani ile konfederasyon projesinin devreye alınması karşılığında KKTC'nın Türkiye ile birleşmesine sadece sözde muhalefet edip, arka planda ana küresel planın  devreye alınmasının sevinci ile ellerini ovuşturacaktır.

Tayyip Erdoğan, 2019'ta siyasi hayatının  en önemli seçimine hazırlanırken, dünyanın Kıbrıs konusunda Türkiye'nin üstüne çullanması, onun halk desteğini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz.

Ve biliyoruz ki Tayyip Erdoğan böyle büyük riskleri almayı seven bir politikacıdır..

Tabii bunların sadece kaba milliyetçi duygularla atılacak adımlar olamayacağını, hazırlığının ve alt yapısının daha gerçekçi temeller üzerinde yürütüldüğünü söyleyelim.

Örneğin, 43 yıldır elde pazarlık kozu olarak tutulan kapalı Maraş bölgesi Rumlar'ın işletmeciliğine terk edilebilir.

Buna Kıbrıs Türklerinin de fazla itirazı yok. Bunun yanı sıra Maraş'ın halen Türk yerleşiminde olan açık bölgeleri ve özellikle Magosa sahil şeridi bir "Türk Rivieria'sına" dönüştürülerek muazzam turizm yatırımları yapılabilir. 

Bu değerli sahiller şu an bomboş beklemekte ve Tayyip Erdoğan'ın yatırımcıları şimdiden buralarda arsa bakmaktadır. 7 yıldızlı oteller inşa edebilecek zindelikte  yandaş sermayedarların kulağına şimdiden "hazır olun" denilmiştir.

Bunun yanı sıra, Lefkoşa-Magosa hattında çok değerli arazilere oturmuş olan Türk askeri varlığı içerilere çekilerek bu bölgeler de dev yatırımlara açılacaktır. Bu planın etüdleri KKTC yetkilileri ile birlikte şimdiden yapılmaktadır. 

KKTC'ye yönelik bu büyük siyasi ve ekonomik hamlenin en önemli kilidi haline gelecek olan Milli valimiz" Devlet Bahçeli,  Erdoğan üzerindeki "nüfuzunu" kullanarak Kıbrıs'a çok büyük fonlar akmasını sağlayabilir.

Hem Kıbrıs Türk'ü fakirlikten kurtulmuş, hem 40 yıllık milli dava mutlu sona bağlanmış, hem Devlet Bahçeli'nin sarsılan karizması düzeltilmiş, hem de Tayyip Bey 2019 seçimine elinde böyle büyük bir kozla girerek özellikle mevzi kazanmasından korktuğu Meral Akşener ve MHP muhalefetini tarihe gömebilir. 

Ortaya  çıkacak büyük ranttan Devlet Bahçeli'nin çevresindeki ülkücülerin nasıl âbâd edileceğini de unutmayalım...

"Kıbrıs halkı Bahçeli'yi  kabul eder mi?" sorusunun cevabını da yaptığımız temaslara dayanarak verelim: 

Kıbrıslılar, kendilerini izolasyondan, ekonomik sıkıntıdan kurtaracak her türlü çözüme hazırlar. Hele de bu çözüm Türkiye'den geliyorsa "Yine Rum'un eline kaldık" demeden  yaşamlarının iyileşecek olmasına hiç bir itirazları olamaz. 

İş sadece bir referanduma bakıyor...

Tayyip Erdoğan, bir buçuk yıl sonra kendisini "Milli Şef" ilan edecek partili Cumhurbaşlanlığı seçimine işte böyle bir kozla hazırlanıyor. 

Kendisini siyaset sahnesinden indirmeyi amaçlayan bilimum muhalefetin şimdiden bu hamleyi görüp, KKTC 'yı Türkiye'ye bağlarken  aynı zamanda Güneydoğu'nun Türkiye'den koparılması projesini (Bkz: Barzanistan ile konfederasyon) boşa çıkaracak karşı hamleyi düşünmesinde fayda var.

Bizden duyurması...

Açık İstihbarat


***