AHMET DAVUTOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AHMET DAVUTOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2021 Salı

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3



2. AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE TÜRKİYE-ORTA DOĞU


  Sovyet Rusya'nın dağılmasının ardından oluşan durum Batı dünyasında bir süre hoşnutluk duygusu yarattı. Artık Batı sistemi dünyaya egemen olacak ve çatışmalar sona erecekti. Ama bunu hemen ardından bir sistemin devam edebilmesi için bir öteki yaratmak gerekli olduğu anlaşıldı ve eskiden komünizmin aldığı yeri şimdi dinsel bir öteki devralmıştır.  Artık mücadele ideolojiler arası değil medeniyetler arası olacaktır.  İlk defa 1990 yılında Bernard Lewis tarafından kullanılan medeniyetler çatışması tezine göre 1648 Westfalya Barışı'ndan itibaren uluslararası politikanın odak  noktaları sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında mücadeleler olarak gerçekleşmiş idi. Soğuk savaşın bitmesiyle beraber ise artık bu mücadele medeniyetler arası olacaktı. Müslüman medeniyetinin kalbi olan Orta Doğu ise bu mücadeleden düşen payı fazlasıyla alacak ve Batı medeniyetleri Irak, Afganistan, Sudan gibi müslüman ülkeleri işgal edecekler, ama daha önemlisi neredeyse bütün Orta Doğu'da çıkan krizlerin başlıca nedeni bu medeniyetler çatışması tezini doğrular nitelikte olacaktı. 

ABD haydut devlet olarak nitelediği beş ülkeden (K.Kore, Küba, Libya, Sudan ve Suriye)  üç tanesi ve Oğul Bush'un Şer Ekseni olarak nitelendirdiği üç ülkeden (İran, Irak ve K.Kore) iki tanesinin Orta Doğu'da bulunan devletler olması bu bölgenin ne kadar karışacağını daha o zamanlar ortaya koymuştur.

  2000’li yılların başından itibaren Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelmesinin başlıca sebepleri; AB tarafından Türkiye'ye uygulanan çifte standartlı politikalar ve Türkiye'nin yeni politika arayışları, 2009 Kriziyle birlikte Avrupa'yı eski cazip halinden çıkarmış olması ve bu kriz dolayısıyla azalan Avrupa pazarına ikame olarak Orta Doğu'nun görülmesi, 2003 yılında ABD'nin Irak işgali ile birlikte ABD'ye duyulan güvenin derinden sarsılması, Irak'ta ABD'nin dış güç olarak yarattığı yıkıma bölgenin önde gelen ülkelerinde olan Suudi Arabistan ve Mısır'ın bu politikalara karşı çıkamaması(burada eklemek gerekirse İran bu müdahaleye çok sert tepki vermesine rağmen izole olmuş olmasından kaynaklanan yalnızlığından dolayı lider ülke konumuna sahip olamamıştır.). 

  AKP'nin Kasım 2002'de başa gelmesiyle birlikte Türkiye siyasi ve ekonomik istikrar sağlanmış ve bu değişiklik çok tabiidir ki Orta Doğu politikalarının değişimine de yansımıştır. 2002-2009 yılları arasın da başbakanlık danışmanı Mayıs 2009 itibariyle de dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu temel stratejilerini Stratejik Derinlik doktrini çerçevesinde belirmiştir. Bölgeye ve problemlere daha fazla angaje olan, daha etkin, problem çözen ve arabulucu olarak komşularla sıfır sorun politikasının da başlangıcı olmuştur.Belirttiğimiz gibi İsmail Cem'in dışişleri bakanlığı döneminde de bu politikanın izlerini bulmak mümkün olsa da dönemin siyasi gerçekliği bunu uygulamanın önünde engel teşkil etmiştir.Bu dönemde Irak, Filistin ve Lübnan'da ki krizler Türkiye'nin bu stratejilerini uygulama zemini hazırlamış ve kısa süreli olacak da olsa Türkiye bölgede tek başına etkin olmasına neden olmuştur.  

1 Mart tezkeresinde Türkiye'nin ABD alehinde aldığı karar büyük bir etki yaratmış ve Türkiye'nin Orta Doğu'da lider ülke imajına çok büyük katkı sağlamıştır.   

Bu yıllara bakıldığında Türkiye'nin Orta Doğu politikası daha önceki yıllarda olduğu gibi bölgede ki komşuları olan İran, Irak ve Suriye odaklı gelişmekteydi. 

  Türkiye'nin bölgeye daha çok angaje olma, problem çözme gibi düşünceleri 1991 Körfez Savaş'ına dayanmaktadır.Bu dönemde Türkiye ABD yanına taraf olmasına rağmen ve ABD Türkiye'nin hassasiyetlerini hiçe sayan politikaları bir anlamda Türkiye'nin gözünü açmış olacak ki 1 Mart 2003 Tezkere'si TBMM'den geçmemiştir.Bölgede etkin olma stratejisi bir nevi Adana Mutabakatı ile başlasa da en nihayetinde AKP Hükümeti ile birlikte tam rayına oturma görüntüsü göstermektedir.

  2010 yılının ortalarına kadar AKP hükümeti Orta Doğu'da çok etkili politikalar sürdürdü. Daha çok genç bir hükümetken bile 2003 yılında ki 1 Mart Tezkeresinde salt ülke çıkarları adına verilen karar bu politikaların başlangıcı olarak görülebilir.Dönemin Amerikan Başkanı Bush'un Türkiye'nin yaptığı politikalarını ''At Pazarlığı'' olarak adlandırması aslında ABD'nin ne kadar öfkeli olduğunun açık bir kanıtı olmuştur. Hatta bazı Amerikan kanı önderlerinin Türkiye'nin ihanet ettiğini ve artık Irak'ın yeniden inşasında aktör olamayacağını söylemeleri bu kararın ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. Uluslararası kamuoyunda ki hiç kimse Türkiye'nin ABD'nin teklif ettiği hibe ve kredileri geri çevireceğini tahmin etmemekteydi. 

1991 Körfez Savaşı'ndan ağzı yanan Türkiye bu kez bu politikaya alet olamamış ve aynı zamanda bölgede karizmatik bir ülke konumuna gelmeye başlamıştır. 

Gerçi sonradan ufak tavizler verilmiş olsa da yine de Türkiye çok başarılı bir politika izlemiş olacaktı.  Bu politikalarla birlikte ekonomik olarak da bölgeye angaje olmak isteyen Türkiye büyük bir başarı elde etmiş 2000 yılında 5 miyar dolar olan ticaret hacmi 2011 yılına gelindiğinde 45 milyar dolar olmuş ayrıca bölgede ki ticaretten senede yaklaşık 7 milyar dolar dış ticaret fazlası vermektedir.Bu bağlamda Türkiye yüzde 8,5 ile dünyada Çin'den sonra en çok büyüyen ikinci ülke olmasının altında yatan en büyük gerekçelerden birisi de Orta Doğu'da uygulanan etkin ekonomik politika olmasıdır.

  Bütün bu bölgede bağımsız ve salt Türkiye çıkarları adına etkin olma stratejilerinin de bir sonu olacaktı.Bu son herkesin beklediğinden daha geç olsa da 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail'in uluslararası sularda bir Türk gemisine yaptığı saldırıyla beraber gelmiş oldu.Bu saldırı sonrası bir rüyadan uyanan Türk hükümeti çok geçmeden Orta Doğu'da ABD ve İsrail'in çıkarlarını yok sayarcasına bir politika uygulayamayacağını anlamış oldu.Zaten bu tarihten sonra Orta Doğu'da çıkan her krizde Türkiye yanlış adımlar atmış bu bağlamda daha sert politikalar uygulamış ve bizzat Başbakan Erdoğan Libya krizinde ilk NATO'nun ne işi var orda diyerek adeta emperyalizme karşı çıkan bir üçüncü dünya ülkesi tavrı ortaya koymuştur.Nitekim daha sonra Erdoğan yaptığı açıklamada NATO'nun orada olmasından duyduğu memnuniyeti açıklamakta çok geç kalmamıştır.

  Bölge politikaları itibariyle belki de yapılan en büyük hata Suriye meselesinde yapılmıştır. Öyle ki Hatay'da muhalif güçleri destekleyen Türkiye, Şam'da bulunan Esad rejimine karşı bu muhaliflere yardımda bulunmuş ama kimse yaklaşık 500 km uzakta olan Şam'ın Hatay'dan yapılan takviyeler le yıkılmayacağını öngörememiş ve hala öngörememektedir. Esad güçlerinin yıkılması bağlamında daha ileride Kürt açılımı kullanılarak Abdullah Öcalan ile görüşülecek ve  burada bulunan PYD güçlerinin muhalif kadroya katılması için PKK lideriyle pazarlıklar yapılacaktı.

  2010 tarihine kadar sürekli tekrarlanan ve seçimlerin baş vaadlerinden olan komşularla sıfır sorun politikası darbe üstüne darbe yemekteydi.  

Suriye krizi,  Mısır desteklenen Müslüman Kardeşler lideri Muhammet Mursi'nin iktidardan uzaklaştırılması, Irak'ta yaşanan gelişmelere önlem alınamaması, Yunanistan ile yaşanan gerginlikler derken sıfır sorun stratejisi bir bakıma sıfır çözüm stratejisine dönüşmüş idi.

2.1. Irak


  2000'li yılların belki de en büyük gelişmesi 49 ülkenin koalisyon güçleri olarak söylenen ama aslında ABD önderliğinde, İngiltere ile Irak'ın 2003 baharında işgal edilmiş olmasıydı. İşgal sürecinde Türkiye ve diğer Arap ülkeleri ortak kaygı ve çıkarlara sahip gözükmekteydi. 

Bu bağlamda dönemin Başbakanı Abdullah Gül Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve  İran'ı kapsayan ilk bölge turu Irak konusunda çıkarların belirlenmesinde büyük rol oynamıştır. 

1990'lar da oluşturulmaya çalışılan Komşuluk Forumunun başarılı bir yeniden denenmesi sayılabilecek bu girişim sonunda Irak'a Komşu Ülkeler Toplantıları adıyla periyodik olarak düzenlenecek bir bölgesel dayanışma mekanizması oluşturuldu ve ilk toplantı 23 Ocak 2003'de İstanbul'da yapıldı. 

  Bölge ülkelerinin çoğu Saddam rejimine karşı olsa bile işgalin getireceği belirsizliği istememekteydi. Bu anlamda Türkiye'de işgale kadar olan kısımda Saddam rejimiyle uluslararası kamuoyunu barıştırmaya çalışmıştır.Göreli olsa da istikrarlı bir ülke olan Irak'ın istikrarsızlaşması bölge ülkelerini ama özellikle komşusu olma sebebiyle Türkiye'yi derinden  etkileyecek olduğunu o zamanlar Türk kanı önderleri farkına varmışlardır. 

Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürt grupların otorite boşluğundan yararlanması ileride olası bir Kürt devletine giden yol başlı başına Türkiye için sorun teşkil etmekteydi. 

Bunun üstüne PKK'ın bu bölgeleri mesken haline getirmesi kontrolü çok zor olan coğrafyayı Türkiye açısından kriz bölgesi haline getirecektir. Sadece Türkiye açısından değil Irak'ın olası parçalanması bölgede çok etnikli veya çok mezhepli yapılar üstüne kurulmuş devletleri de zora sokma olasılığı çok yüksekti.

Komşu ülkelerin Irak üzerinde fikir birliği yaptıkları noktalar ise, Irak'ın toprak bütünlüğü kesinle korunmalıdır, Irak'ın doğal kaynakları tüm Irak halkına eşitçe dağıtılmalıdır, işgal güçleri bir an önce çekilmeli ve BM ülkede etkin hale gelmelidir, ülkede faaliyet içinde olan ve komşu ülkeleri tehdit eden terör grupları etkisiz hale getirilmeli ve ülkede siyasal ve ekonomi yapı düzeltilerek merkezi otorite güçlendirilmelidir. Diğer bir taraftan İran'ın ülkedeki Şii grupları üzerinde ki etkinliği bölgede ki diğer Sünni ülkeleri oldukça rahatsız etmekte özellikle Türkiye Sünni gruplar üzerinde 2005 yılından itibaren siyaset yapmaya çalışsa da şu ana kadar İran'ınkine benzer bir etki alanı yaratamamıştır. Bölge ülkelerinin üzerinde mutabakata vardığı ve kesinlikle kabul edilemez saydığı olgu ise Irak'ın kuzeyinde bulunan Kürtlere bağımsızlık verilmemesiydi. Bu sorun Türkiye, Irak ve Suriye arasında stratejik bir yakınlaşmaya sebep olmuştur.

  Irak işgaline giden süreçte Türkiye aslında çok net bir tutum sergilememiştir. Pek çok ayrı tutumu bir arada sergileyen Türkiye bir taraftan savaşı önlemeye çalışırken, aynı anda ABD ile iyi ilişkilerini devam ettirmek, Arap dünyasıyla iyi geçinmek ve Türk kamuoyunu mutlu etmek istiyordu. 

Kamuoyunda Irak'ın Türkiye'ye bir tehdit olmadığı fikri paylaşılmakla beraber iki karşıt düşünce belirmekteydi.Bu düşüncelerden ilki olası bir savaşta Türkiye'nin stratejik çıkarları gereği ABD ile birlikte hareket etmesi gerektiği, aksi taktirde Türkiye'nin oluşan durumlarda söz hakkının olamayacağı, 

Kürtlerin daha fazla güçleneceği, Türkmenlerin hakkının yok sayılacağı ve ABD ile ilişkilerin zora gireceği savunulmaktaydı.  Türkiye'nin savaşa girmezse kaybedeceği görüşünü savunan bu görüşe mensup bazı kişiler daha ileri giderek Türkiye'nin Irak'a girerek Musul ve Kerkük'ü geri alması gibi romantik milliyetçi söylemlerde de bulunmuştur. Diğer düşünceye göre ise Türkiye savaş dışı kalmalıydı. Bu savaş başkasının savaşı olduğunun altı çizilmiştir. 

Bu söylem dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından da Diyarbakır'da dile getirildi. Aynı zamanda Özkök bu savaşın 1991 Körfez Krizi gibi ağır ekonomik bunalımlar getireceğini dile getirmiş, Türk toprağına ABD askerinin konuşlanmasına dikkat çekmiştir. Bir taraftan Türkiye'ye ABD askerinin gelmesi fikri 1. Dünya Savaşına dair hatıraları akla getirirken egemenlik bağlamında da sorunlu görülmüş, diğer taraftan Türk askerinin ABD komutası altında savaşa girmesi sakıncalı görülmüştür. 

  Kasım 2002'de göreve gelen yeni hükümet 27 Aralık 2002 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan karara göre ABD ile Irak'ın kuzeyinden bir cephe açma konusunda müzakerelere başlanmıştır. Bu toplantıda ayrıca Türkiye'nin Irak konusunda kırmızı çizgileri belirlenmiştir: Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, Türkmenlerin güvenliklerinin sağlanması ve Kerkük ve Musul'un statüsü. ABD ile uzun görüşmeler sonucunda bir Anlayış Muhtırası imzalanmış, buna göre ABD Türkiye'ye verdiği destek karşılığında 6 milyar dolar yardım sözü vermiş, Türkiye'de konuşlanacak asker sayısı 60 000 ile sınırlı tutulurken ABD ile birlikte Kuzey Irak'a 40 000 dolayında Türk askerin gönderileceği kararlaştırılmıştır. 

  Bütün bu pazarlıklara rağmen 1 Mart 2003'de yaşanacak olay bütün ilişkileri alt üst edecek ve artık Türkiye Orta Doğu'da lider ülke olma adına ilk adımını atacaktır. 1 Mart 2003'de TBMM'de yapılan oylamada anayasal çoğunluğun elde edilememesi üzerine tezkere geçmemiş ve Türkiye savaş dışında kalmıştır. 

Bu durum Irak'a kuzeyden açılacak olan cephenin açılmasını engellerken, Türkiye-ABD ilişkilerini derinden etkilemiş ve özellikle Kürt grupların güçlenmesi ve PKK'nın gücünü arttırması gibi savaş öncesi dile getirilen kaygılar gerçekleşmeye başlamıştır.

  Türkiye bir anlamda kendini affettirmek için 20 Mart'ta ABD'nin Türk hava sahasını kullanmasına izin veren tezkereyi geçirse de ABD Irak'ın denize açılan ve en stratejik komşusu olan Türkiye'nin topraklarını kendine kullandırmaması ile oluşan zararı Türkiye'ye her fırsatta yüklemeye başlamıştır. 

Saddam Hüseyin sonrası dönemde Türkiye'nin güvenlik çıkarları her defasında ihlal edilmiş, gerek Barzani gerekse Talabani Türkiye'ye karşı oldukça sert bir tutum sergilemeye başlamıştır.

 Türkiye her fırsatta Kerkük'ün statüsü hakkında görüşler ileri sürmüş savaşın buraya sıçramaması, bölgenin zengin petrol yataklarının ayrı bir statüde değerlendirilmesi ve en önemlisi bölgenin giderek Kürtleştirilmemesi konularını savunmuş ama ilk başlarda kolay bir zafer kazandığını zanneden ABD zaferi açıladıktan sonra gerçekleştirdiği yıkımı ve kaosu görünce, göreli daha güvenli olan bu bölgenin geleceği hakkında herhangi bir değişiklik yapmaktan kaçınmıştır.

  Bütün bu olanların üstüne 4 Temmuz 2003'de yaşanacak olay Türkiye ile ABD arasında derin bir güvenlik krizi ortaya çıkaracaktır. Süleymaniye'de ki Türk Özel Timi Bürosu 100 kadar ABD askeri ve ABD askerleriyle işbirliği yapan KYB peşmergelerince basılmış ve 11 Türk askerinin başına çuval geçirerek göz altına alınmıştır. ABD daha da ileri giderek ilerde yaptığı açıklamada, Türk askerlerinin Kuzey Irak'ta ABD tarafından kurulmak istenen istikrarı bozmak için gerçekleştirilen sabotaj faaliyetlerinin bir parçası olduğunu belirterek  ABD'nin bir taraftan Türkiye'nin bölgedeki askeri varlığına yönelik olumsuz tavrını ortaya koymuş, diğer taraftan Türkiye'yi bu askeri varlığını kaldırması yönünde üstü kapalı tehdit etmiştir. Yaşanan bu gelişme 1991 Körfez savaşından beri yaşanan gerilimli ilişkilere rağmen Kuzey Irak'ta var olan Türk-Amerikan işbirliğinde köklü bir değişime sebep olmuş ve bu tarihten sonra bölgede Türkiye işbirlikçi ülke yerine sorun teşkil eden bir ülke konumuna gelmiştir. ABD'nin yaptığı bu hareketle Türkiye'yi 1 Mart tezkeresinden sonra cezalandırmaya çalıştığı çok aşikardır.

  Irak savaşı sonra ABD bölgede yarattığı yıkımı ve kaosu gördükten sonra yeniden müttefik arayışına girmiştir. Bu bağlamda 20 Mart tarihli ABD güçlerine lojistik destek verilmesini sağlayan tezkerenin 6 aylık süresi dolmasıyla beraber Türkiye'nin Irak'a yeniden asker göndermesi gündeme gelmiş, 10 000 dolayında Türk askerinin Irak'a ABD'nin güçlük çektiği bölgelere gönderilmesi düşünülmüştür. 8.5 milyar dolarlık kredi içeren bir yardım paketiyle birlikte 7 Ekim'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak'a güvenlik ve istikrarı sağlamak amacıyla gönderilmesi TBMM tarafından kabul edilmiş ve Başbakan Erdoğan tezkere ile ilgili Türk askerinin önceliğini bölgedeki PKK unsurunun temizlenmesi olarak açıklamıştır. Ancak bu sefer de bölgede ki Kürt ve Arap grupların tepkisi üzerine tezkere rafa kaldırılmıştır. 2000 yılında PKK tarafından ilan edilen ateşkes 2004 yılında sona erdirilmiş ve yaklaşık 1200 PKK mensubunun Türkiye'ye giriş yaptığı tahmin edilmektedir. Türkiye bu kaygıları aşabilmek için Irak'ta merkezi otoritenin güçlendirilmesi adına ülkedeki tüm grupları kapsayan bir yönetim anlayışı gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü üzere Türkiye'nin Irak politikası Irak'ın bütününü gözeten, insan hakları, evrensel değerlerin savunulması olarak gösterilmeye çalışılsa da Türkiye için önemli olan Irak'ın güçlü bir merkezi otoriteye sahip olarak kuzeyde bulunan Kürt gruplarını tasfiye etmesi ve bu sayede Türkiye'nin Irak'ın kuzeyinden gelen tehdit algılamalarından kurtulması üzerine kurulmuştur.

  2007 yılından itibaren gergin seyreden ilişkilerde kısmi bir yumuşama görülmeye başlanmıştır. Tabiki bu yakınlaşma ABD'nin desteği olmadan düşünülmesi çok gerçekçi olmamaktadır zira ABD bu dönemde Irak'a komşu ülkeler bağlamında kendisini stratejik ortak olarak gördükleri ülkeleri destekleyerek bir nevi bölgede kendi itibarını ve çıkarlarını korumak, garantiye almak için bu tarz politikalar izlemeye başlamıştır. Bu yakınlaşma Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de söylemlerine yansımış ve bölgede ki Kürtleri Türkmenler gibi akraba olarak nitelendirmeye başlamıştır. 2006 yazında ABD'nin desteğiyle ortak Terörle 

Mücadele Koordinasyon Grubu oluşturma konusunda anlaşmaya varılmıştır. Bu koordinasyon grubuna Türkiye emekli Orgeneral Edip Başer'i atamış ama bu koordinasyon grubu terörle mücadele de çok etkin olamamıştır. Başer konuyla ilgili ilerleme kaydedilememesini şu sözlerle eleştirmiştir: ''PKK ile mücadele de ABD'den bazı açılımlar bekliyorum. Bunun olmaması durumda istifa edeceğim. Burada süs vazosu gibi oturmanın anlamı yok.'' Bu açıklamadan sonra ABD ile yakınlığıyla bilinen AKP hükümeti anında Başer'i görevinden almıştır.

  Erdoğan'ın Kasım 2007 ziyaretinden sonra Irak tarafında da tavır değişiklikleri olmaya başlamıştır. Daha önde Ankara'nın sınır ötesi operasyonlarına ve PKK militanlarının teslim edilmesi şeklinde ki isteklerine çok sert yanıt veren Barzani, ziyaret sonrası özellikle operasyonların sınırlı tutulması halinde karışmayacaklarını söylemeye başlamıştır.

  2009 yılında Barack Obama'nın iktidara gelmesiyle ABD askerlerinin Irak'tan çekilme sürecinde Türkiye ABD varlığı sonrası Irak'la özellikle de Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KYB) ile ilişkileri yeniden gündeme almıştır. Abdullah Gül ziyareti sırasında bölgede ki Kürtler ile Türkiye arasında ki sorunun PKK varlığından ibaret olarak dile getirmiştir. Ardından Davutoğlu'nun Erbil'e giderek KYB merkezini ziyaret eden ilk Türk yetkili olmasıyla ilişkiler daha da olumlu bir hava seyretmeye başlamıştır.

  Türkiye ile Irak arasında bulunan ekonomik ilişki de Türkiye'nin Kürt yönetimine tahammül etmesine yol açmaktadır. 2011 itibariyle yaklaşık 8 milyar dolar bölgeye ihracatı bulunan Türkiye bu paydan vazgeçmek istememektedir. Son dönemlerde ilgili yetkililerin yaptığı açıklamalara göre Türkiye'nin Irak'a 20 milyar dolar seviyesinde bir ihracat rakamı hedeflediği görülmektedir. Buna karşılık 1 milyar dolardan bile daha az Irak'tan ithalat yapan Türkiye nadir dış ticaret fazlası verdiği ülkelerden biridir Irak. 2009 itibariyle Kuzey Irak'ta yatırım yapan şirketlerin sayısı 500'ü geçmiştir ki bu ekonomik yatırımlar Türkiye'yi daha ılımlı politikalar seyretmeye zorlamaktadır.

 Türkiye ile Irak arasında pek çok alanda olumlu adımlar atılırken bu adımların hepsi bölgede ABD'nin çıkarına aykırı olamamaktadır ve hala güvenlik kaygıları, 

Kerkük meselesi, su sorunu gibi bir çok mesele sorunlu alanlar olarak göze çarpmaktadır.


4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


15 Mart 2021 Pazartesi

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Alper TURHAN 
Hakan ARIDEMİR
28 Kasım 2015 Cumartesi

Bu makale ilk olarak 10-16 Haziran 2013 tarihleri arasında yapılan 11.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi'nde Alper TURHAN ve Hakan ARIDEMİR  tarafından sunulmuş, kongre yayınında yayımlanmıştır.

1.       Giriş
                   1517 yılından 1.Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı hâkimiyetinde olan günümüz Suriye toprakları, 1.Dünya Savaşı sonrası dönemde Fransa’nın Orta Doğu’daki manda yönetimine bırakılmıştır. Bölgede tesis edilen manda yönetimi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasına kadar mandater devlet olan Fransa üzerinden yürütülmüştür. Bu dönemde ilişkiler, Türkiye ve mandater devlet olan Fransa ile Milletler Cemiyeti Teşkilatı arasında gerçekleşmiştir. Suriye’nin 1946’da bağımsızlığını kazanmasından sonraki süreçte ise ilişkiler, Suriye’nin Türkiye’ye karşı olan tarihsel önyargıları etrafında şekillenmiş ve Büyük Suriye ideası çerçevesinde çatışmacı bir algı ile başlamış, toprak ve su rejimi konusunda karşılıklı itilaflar ve Suriye’nin uluslararası teröre katkı ve desteğinin yarattığı ortamda gelişmiştir[1].

                   Türkiye Suriye ilişkilerinin analiz edildiği bu çalışmanın temel varsayımı, iki ülke ilişkilerinin, 20. ve 21. Yüzyıllarda oluşan tüm uluslararası sistemlerin yapısına paralel olarak gelişim gösterdiğidir. Böylesine bir durumun oluşmasının temel nedeni, iki ülkenin, değişen her uluslararası sistemdeki farklı konumlarından kaynaklanmaktadır. Bu farklılık, ilişkilerde çatışma sürekliliğini beraberinde getirmiştir. Bu durum sadece bir tek dönemde istisnai bir görünüm sergilemiştir. 1999-2010 yılları arasında yaşanan dönemde ilişkilerdeki çatışmacı karakter yerini işbirliğine bırakmıştır. İlişkilerin karakterinde meydana gelen bu değişim, aslında yine uluslararası sistemdeki değişimin iki ülke ilişkilerine yansımasından kaynaklanmıştır.

2.       Soğuk Savaş Öncesi Dönem

                   Kurtuluş Savaşı sırasında belirlenen Misak-i Milli’de Türk toprağı olarak kabul gören Hatay bölgesi, tıpkı Musul ve Kerkük gibi 1.Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti’ne dâhil edilememiştir[2]. Bu durumun çeşitli sebepleri olsa da dönemin uluslararası sisteminin böyle bir duruma imkân tanımamış olması ve revizyonist bir dış politika görünümü sergilemekten kaçınmasından dolayı Türkiye’nin, bu bölgelerle ilgili tasarruflarını ertelemek zorunda kalmasıdır.  

                   1.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistem, bir daha benzer yıkıcılıkta bir savaş yaşanmaması amacıyla çatışmadan uzak, dünya çapında barışın hâkim kılınmasının arzulandığı, idealist bir yapı içinde oluşmuştur. Uluslararası sistemin bu idealist yapısı, geleneksel liberal ve idealist felsefi teorilerin uluslararası ilişkilere uygulanması ile ortaya çıkmıştır[3]. Oluşturulan bu uluslararası yapı, felsefi teoriler ile birlikte dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Woodrow Wilson’un kendi adıyla anılan 14 maddelik, dünya çapında çatışmadan uzak, barış içerisinde bir düzen kurulmasını amaçladığı prensipleri çerçevesinde oluşmuştur. Bu sebeple daha önce benzeri olmayan uluslararası bir kurum Milletler Cemiyeti (MC) kurulmuştur. MC ile ortaya çıkan uluslararası sistemde Dünya, 2.Dünya Savaşına kadar çatışmadan uzak bir dönem geçirmiştir.
                   İki Savaş Arası Dönem olarak adlandırılan iki dünya savaşı arasındaki bu dönemde iki ülke ilişkileri, bu kabuller çerçevesinde ilerlemiştir. Belirtilen bu dönem içerisinde Suriye’de mandater devlet olan Fransa ile manda yönetimi olan Suriye arasında imzalanan bir antlaşma Türkiye’nin dikkatini çekmiştir[4]. Paris’te, Fransa ile Suriye arasında 25 yıllık bir süre için parafe edilen Dostluk ve İttifak Antlaşması’na göre Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşmuş olacak ve MC üyeliğine aday olabilecektir[5]. Söz konusu antlaşma gereğince Türkiye tarafından Misak-i Milli içerisinde olan, Suriye tarafından da Büyük Suriye ideasında yer alan İskenderun Sancağı (Hatay bölgesi), Suriye yönetimine devredilmiş ve İskenderun Sancağının geleceğinin Suriye lehine olacağı belli olmuştur. 

Durumun bu şekilde Türkiye’nin aleyhine olması ve bölgede yaşayan Türk halkının gelecekteki durumundan dolayı konu Türkiye tarafından hassasiyetle ele alınmıştır. Bu şekilde her iki ülke tarafından da milli bir dava olarak kabul gören İskenderun Sancağı, Hatay Sorunu olarak ikili ilişkilerdeki ilk sorun alanını oluşturmuştur.

                   İki Savaş Arası Dönemde itilaflı ilişkilerin çözümünde çatışmacı bir yol izlemenin imkânının olmamasından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine de paralel olacak şekilde konu dönemsel şartlara uygun şekilde ele alınmıştır. Bu sebeple Hatay Sorunu, bölgesel iki ülke ülkenin sorunu olarak iki ülke arasında kalmamıştır. Bu çerçevede Türkiye, sorunu önce Fransa ile müzakere etmiş ardından MC’ ye taşıyarak uluslararası sistemin yapısına uygun davranmıştır. Dönemin şartlarına uygun olan politikalar sayesinde de Türkiye, sorunun çözümünde istediğini alabilmiştir.

3.       Soğuk Savaş Dönemi

                   2.Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın ağır yıkımı neticesinde uluslararası sistem Avrupa merkezli olmaktan çıkmış, savaşın gidişatını belirleyen iki güç ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) savaştan güçlenerek çıkmışlardır. Birbirlerine rakip olan bu iki güç arasında uluslararası sistem; ABD öncülüğünde Batı Bloğu, SSCB öncülüğünde de Doğu Bloğu olacak şekilde iki kutuplu bir hal alarak, Soğuk Savaş Dönemine geçiş yapmış, uluslararası sistemde de yeni bir dönem başlamıştır. Oluşan bu yeni sistemde Türkiye Batı Bloğunda, Suriye ise Doğu bloğunda yer almıştır. Bu farklılık iki ülke ilişkilerinde Soğuk Savaş Döneminde belirleyici unsur olmuş, ilişkiler bu zemin üzerine kurgulanmıştır.

                   Suriye yönetiminin SSCB ile ilişkileri neticesinde, SSCB’nin Suriye üzerinden artan Orta Doğudaki varlığı başta Türkiye olmak üzere Batı Bloğunda rahatsızlık yaratmıştır. Osmanlı Döneminden itibaren gergin olan Türk-Rus ilişkileri, Bolşevik Devriminden 2.Dünya Savaşına kadar sorunsuz geçmiştir. Ancak bu dönem içerisinde SSCB’nin içteki sorunlarını çözüp, 2.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin başat iki aktöründen biri olması ilişkilerin yeniden gergin bir hal almasına neden olmuştur[6].

                İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa’nın ülkeden çekilmesiyle birlikte tam bağımsızlığına kavuşan Suriye’de uzun süre siyasi istikrar sağlanamamıştır. 1945-1949 arasında nispeten sakin geçen Suriye siyasi hayatı, 1949’dan itibaren tam bir karışıklık ve düzensizlik içine girmiştir. 1949-1953 yılları arasında Suriye’de üç hükümet darbesi, 21 hükümet değişikliği olmuş ve bu arada iki askeri diktatörlük kurulmuştur[7]. 14 Ağustos 1949’da başlayan süreçte aynı yıl içinde 20 Aralık’a kadar art arda üç askeri darbe yapılmıştır. 20 Aralık 1949’daki üçüncü darbenin başı olan Albay Edip Çiçekli, Albay Hinnavi’yi devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Çiçekli iktidarı öncekilere göre biraz daha uzun sürse de 1954 yılında gerçekleşen askeri darbe ile yönetim el değiştirmiş ve Suriye yönetiminde BAAS Partisi’nin ön plana çıktığı süreç başlamıştır[8]. Bu gelişmede BAAS’ın 1955’ten itibaren Mısır devlet başkanı Nasır’ı desteklemeye başlaması büyük rol oynamıştır. Süveyş Buhranı sırasında Suriye, hem BAAS Partisi tarafından hem de muhafazakâr kesimle birlikte Mısır’ı desteklemiştir[9]. Nasır, büyük devletlerin Orta Doğu’daki komünizm tehlikesini önlemek amacıyla kurduklarını söyledikleri savunma düzenine karşı olmuş ve SSCB ile yakın ilişkiler kurmuştur. Aynı çerçevede Suriye Hükümeti de Nasır’ın bu politikasına paralel SSCB ile ilişkilerini geliştirmiş ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni de tanıyarak dönemin koşulları altında yapmış olduğu bu hamlelerle tarafını da seçmiştir. SSCB odaklı Orta Doğu’da yaşanan yeni gelişmeler iki ülke ilişkilerinde yeni bir sorun alanını ortaya çıkartmıştır. Suriye’de bu dönemde değişen siyasi algı, Türkiye karşıtlığına çift kutuplu sistemin karşıt unsurluğunu da eklemiştir.

Tarihsel olarak gergin ilişkileri olduğu SSCB’nin güney komşusunda artan etkisi ve coğrafik olarak Sovyet kuşatması altına girmekten rahatsız olan Türkiye, SSCB’nin özelde Suriye politikasını, alt bölge olarak da Orta Doğu bölge politikasını uluslararası ortama taşıyarak konunun sistemsel bir sorun olduğunu kabul etmiş ve çözüm için salt iki ülkeyi değil uluslararası sistemin bütnünü devreye sokmaya çalışmıştır.
                   Bu şekilde ortaya çıkan ve 1957 Türkiye-Suriye Krizi olarak adlandırılan bu olay ile Türkiye, Suriye ile tekrar bir çatışma ortamını yaşamıştır. Ancak bu çatışma ortamı, sistemsel bir çatışmanın mevzisi olmuştur. Çünkü SSCB’nin Suriye üzerinden Orta Doğu’ya açılma stratejisi o zamana kadar Orta Doğu’da etkin olan Batı Bloğunu endişelendirmiştir. Orta Doğu jeopolitiğinde SSCB’nin varlığını kendi çıkarları açısından tehdit olarak kabul eden Batı Bloğu, Türkiye’nin yanında yer almıştır. Türkiye ile Suriye arasında bir sorun olarak başlayan 1957 Krizi, gerek sorun alanının yaşandığı coğrafyadan gerekse iki kutuplu sistemin özelliklerinden dolayı iki ülke arasında bir çatışma ortamı olmaktan çıkmış, uluslararası sistemin başat güçlerinin karşı karşıya geldiği sistemsel bir sorun alanı haline gelmiştir. Böylesine bir hal alan bu sorunun çözümü sistemin belirleyici aktörlerinin anlaşması ile gerçekleşmiştir.
                Orta Doğu alt bölgesinde Soğuk Savaş Dönemi koşullarına uygun şekilde ilişkilerini mesafeli bir şekilde sürdüren her iki ülke, 1960’lı yıllardan itibaren tekrar yeni bir sorun ile karşılaşmıştır. Bu sefer doğal kaynaklar üzerinden başlayan bu sorun iki ülke ilişkileri ile sınırlı kalmamış, Orta Doğu bölgesinin başta gelen sorun alanlarından biri olmuştur. Bölgede hızla artan nüfus, doğal kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi  arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir[10].

                   Orta Doğu bölgesi için su hayati öneme sahip bir kaynaktır. Coğrafik konumu nedeniyle kurak dönemler geçiren bölgede su kaynakları stratejik önem taşımaktadır. Bölge coğrafyasında Türkiye, bölgenin kuzeyini oluşturmaktadır. Diğer bölge ülkelerine oranla da daha fazla su kaynağına sahiptir. Asi Nehri haricinde diğer su kaynaklarının akış yönünün kuzeyden güneye olmasından dolayı Türkiye, bölge ülkeleri için kaynak ülke olmaktadır. Türkiye kaynaklı suyun paylaşımı bölge ülkelerinde farklı yorumlanmış, bu farklılıkta beraberinde Orta Doğudaki Su Sorununu ortaya çıkartmıştır. Suyun paylaşımı üzerinden kaynaklanan bu sorun alanı zamanla Türkiye ile Suriye ve Irak arasında tartışmalara yol açmıştır. Suyun sorunlara neden özelliği: Orta Doğu bölgesinin stratejik karakteri ile kısmen de suların coğrafik konumundan kaynaklanmaktadır[11].
                   Soğuk Savaş Döneminde ortaya çıkan su sorunu, taraflar arasında açıkça bir çatışma alanına neden olmamıştır. Böyle bir çatışmanın olmama nedeni; iki ülkenin çift kutuplu sistemde karşıt kutuplarda yer alması ve kutuplar arası alt bölgelerde blok üyelerinin çatışmasına genel sistem yapısının imkân tanımamasından kaynaklanmıştır. Çift kutuplu sistemin, alt bölgelerde böyle bir sıcak çatışmaya imkân vermemesi nedeniyle çatışmalar, dolaylı olarak farklı konular üzerinden uygulanan politikalar ile oluşmuş, bölgede Soğuk Savaş su üzerinden de yaşanmıştır. Bu nedenle su sorunu kaynaklı terör sorunu iki ülke arasında ortaya çıkan bir diğer sorun alanıdır.

                   Suriye’nin 1957 Krizi’ne sebebiyet verecek düzeyde SSCB ile yakın ilişki içerisine girmesi, Soğuk Savaş Dönemi boyunca devam etmiştir. Suriye, SSCB’den gördüğü büyük destek ve aldığı yardımlar ile Türkiye karşıtı politikalarını uzun yıllar sürdürme imkânını bulmuştur[12]. Suriye’nin Türkiye karşıtı bu politikalarının başında da kuşkusuz terör örgütü PKK’ya olan desteği ve sağladığı imkânlar gelmektedir. Türkiye’ye göre Suriye’nin böyle bir politika izlemesinin nedeni, çift kutuplu sistemin yapısı da göz önünde tutularak, açıkça bir çatışma ortamına girmeyi göze alamamasından kaynaklanmaktadır[13]. Konunun, ikili ilişkiler ve uluslararası sistem boyutunun farkında olan Türkiye, uluslararası sistemin yapısından dolayı bu politikalara direk müdahalede bulunamamış, sorunun kendisiyle uzun yıllar uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu uğraşta Türkiye’nin uzun yılları istikrarsız geçirmesine, tüm gücünü iç meselelere yoğunlaştırmasına ve büyük maddi kayıplar yaşamasına neden olmuştur.

4.       Soğuk Savaş Sonrası Dönem

                   Soğuk Savaş Dönemini tümüyle çatışmacı bir ortamda sürdüren Türkiye ile Suriye ilişkileri, Soğuk Savaş’ın, SSCB’nin dağılmasıyla bitmesine rağmen Soğuk Savaş algısının ilişkilerdeki yansımalarını ortadan kaldıramamıştır. Bu nedenle 1991’de son bulan Soğuk Savaş Dönemi, Türkiye Suriye ilişkilerinde aynı tarihlerde sona ermemiştir. İlişkiler, Soğuk Savaş algısıyla aynı çatışmacı ruhla ve başta terör sorunu olmak üzere aynı sorunlar etrafında devam etmiştir. Ancak Suriye’nin bu çatışmacı ortamı sürdürmesine destek olan gücün ortadan kalkması ve benzer bir desteği verecek başka müttefikinin olmaması Türkiye ile Suriye’yi karşı karşıya bırakmıştır. Artık bu aşamadan sonra ilişkilerde belirleyici unsur iki ülkenin kapasiteleridir. Çünkü uluslararası sistem bir değişim yaşamış ve çift kutuplu sistem ortadan kalkmıştır. Uluslararası sistemin bu şekilde bir değişim yaşaması sonucunda Suriye, Orta Doğu’da büyük bir destek kaybına uğramış ve yeni oluşan uluslararası sistemin dışında kalmıştır.

                   Geçte olsa değişen sistemin farkına varan Suriye yönetimi, Türkiye’nin sıcak çatışmayı göze alan tavrının net olmasından ve uluslararası sistemin Türkiye lehine olmasından dolayı da uzun yıllardır sürdürdüğü terör kartından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yapılan Adana Mutabakatı ile de Suriye’nin teröre destek vermeyeceği resmiyet kazanmıştır. Bu mutabakat çerçevesinden uzun yıllar Şam’da ikamet eden Abdullah Öcalan; Şam’dan çıkarılmış,  Kenya’da yakalanmış, Türkiye’ye getirilmiş ve yargılanmasına kadar giden süreç başlamıştır. Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile de Türkiye, yaşadığı terör sorununda önemli ilerlemeler kaydetmiştir.

                   1998 yılında yapılan Adana Mutabakatı ile Türkiye Suriye ilişkileri Soğuk Savaş Dönemini geride bırakmıştır. Çatışmacı ilişkilerin sona erdiği bu dönemde, Suriye’de bir değişim daha yaşanmıştır. Bu değişim, Hafız Esad’ın ölümü ve yerine küçük oğlu Beşşar Esad’ın gelmesidir. 1970 yılından itibaren Suriye’yi bir fiil yöneten Hafız Esad’in siyasi çizgisi ve politikaları, Sosyalist Arap Milliyetçileri ile benzerlik taşımış, tarihsel önyargılar ile de Türkiye karşıtlığı içermiştir[14]. Hafız Esad’ın bu algısı, ilişkilere lider faktörü üzerinden olumsuz olarak yansımıştır. Beşşar Esad’ın Suriye’nin yeni lideri olması sadece Türkiye’de değil tüm Dünyada olumlu beklentilere neden olmuştur. Batıda aldığı eğitiminden dolayı kendisinden reformist bir lider portresi beklentisi yüksek olmuştur. Aslında Beşşar Esad, kendisinden beklenen bu çizgiyi iktidarının ilk yıllarında göstermeye çalışmış ve 2005 yılında Şam Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme sürecini başlatmıştır. Ancak bu süreç nihai aşamaya gelemeden son bulmuştur[15].
                   Türkiye’nin Hafız Esad’ın cenaze törenine Cumhurbaşkanı düzeyinde katılımı Beşşar Esad yönetimi tarafından olumlu karşılanmış ve bu çerçevede yeni dönemde Türkiye ile olan ilişkilere eski dönemin aksine önem verme arzusu ortaya çıkmıştır. Tabi ki bu önem, bölgesel ve küresel diğer gelişmeler neticesinde Suriye için daha fazla anlam taşımıştır.
                   11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yapılan terör saldırıları, uluslararası sistemde yeni bir dönüşüme neden olmuştur. ABD’nin kendi topraklarına yapılan bu saldırının karşılığını Afganistan’da vermesi, bölge ve Dünya politikalarını derinden etkileyen gelişmelere yol açmıştır. Ekim 2001’de Afganistan’a, ardından Mart 2003’te Irak’a yapılan harekâtlar, öngörülen sonuçlara ulaşamamış, aksine büyük bir belirsizliği beraberinde getirmiştir. Bu durum ABD’nin gücüne ve prestijine darbe vurmuştur. ABD’nin içine düştüğü bu durum, tek kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçiş sürecini de beraberinde getirmiş, özellikle bölgesel güçlerin yükselişinin önünü açmıştır. Ortaya çıkmaya başlayan bu bölgesel aktörlerden birisi de Orta Doğu bölgesinde Türkiye olmuştur. Irak işgali sürecinde Türkiye’nin işgale karşı olan tavrı, Orta Doğu’da Türkiye’nin prestijini artırmıştır.

                   ABD’nin saldırgan politikalarında Suriye de hedefte olan ülkeler arasında yer almıştır. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un şer ekseni olarak adlandırdığı ülkeler bloğuna (Kuzey Kore, İran, Irak) Suriye de dâhil edilmiş ve ileride gerçekleşmesi muhtemel Suriye karşıtı politikaların işareti verilmiştir. Suriye’nin ABD tarafından bu şekilde değerlendirmesinde Beşşar Esad’ın işgal sürecindeki Irak’a dönük politikaları ve Hafız Esad döneminden itibaren Orta Doğu’daki diğer sorunlu konulara dönük ABD karşıtı politikalar etkili olmuştur. Suriye yönetimindeki algı, ABD’nin Irak’ta yenileceği ve başarısız olacağı yönünde oluşmuştur. Bu sebeple Irak’ta ABD karşıtı politikalar yürütmüştür.
                   11 Eylül sonrası dönem, Suriye için her anlamda sıkıntılı bir dönemi başlatmıştır. Suriye bölgede dâhil olduğu her konuda sorunlu taraf olarak algılanmış ve Batı tarafından bölge istikrarına tehdit olarak görülmüştür. Komşusu Lübnan’da yaşanan gelişmeler Beşşar Esad Suriye’sine en sıkıntılı dönemi yaşatmıştır. 2005 yılında Suriye karşıtı olan eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bombalı suikast sonucu öldürülmesinde Suriye yönetimi birinci sorumlu olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle de Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı ve etkisi ciddi anlamda sorgulanmış ve Birleşmiş Milletlerin (BM) aldığı karar neticesinde Suriye, 1976’dan itibaren Lübnan’da var olan askeri varlığına son vermek zorunda kalmıştır[16].
                   Beşşar Esad iktidarında bölgede ve uluslararası sistemde yaşanan tüm gelişmeler, Suriye için olumsuz sonuçlar ortaya çıkartırken aynı dönemlerde Türkiye için ise gelişmeler olumlu yönde oluşmaya başlamıştır. Tarihinin en büyük ekonomik krizinin ardından toparlanma sürecine giren Türkiye, Kasım 2002 seçimleri sonrası ise koalisyon dönemlerini geride bırakıp Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) Hükümetleri dönemini yaşamaya başlamıştır. 

Ak Parti Hükümetleri döneminde Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik olan politikalarında ve algısında bir değişiklik yaşamış ve Türkiye’nin bölgeye olan yabancılaşmasını sona erdirecek politikaları uygulamaya başlamıştır. Hafız Esad sonrası Beşşar Esad dönemiyle başlayan Türkiye Suriye yakınlaşması Ak Parti Hükümetleri tarafından, Komşularla Sıfır Sorun Politikası çerçevesinde daha da ilerletilmiştir.
                   Karşılıklı ulusal ve bölgesel çıkarlar sebebi ile ilişkilerinde yumuşama dönemine geçiş yapan iki ülke ilişkileri, 2000’li yılların başından itibaren artan bir ivme ile gelişmeye devam etmiştir. Türkiye’nin yeni Orta Doğu politikasının ilk yansımaları da Suriye ile olan ilişkilerde kendisini göstermiştir. Suriye, Türkiye için hem Orta Doğu’ya açılan kapı konumundadır hem de Komşularla Sıfır Sorun Politikasının ilk uygulama yeri ve olumlu sonuçlar alınan ülkesidir. Bu sebeplerle gelişen ilişkiler her iki ülkeye de önemli kazanımlar sağlamıştır.
                   2000’li yılların ilk 10 yılında ilişkilerini sürekli geliştiren iki ülke, bu süre içinde ilişkilerde yumuşa döneminden işbirliği dönemine geçiş yapmıştır. Yumuşama ve işbirliği dönemlerinde ilişkilerde, önemli adımlar atılmış, ekonomik ve siyasi konularda çok sayıda işbirliğini temel alan antlaşmalar imzalanmıştır. 

Bu antlaşmalar içinde siyasi olarak, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSİK) başı çekmiştir. Bu antlaşma çerçevesinde iki ülke biri Türkiye’de biriside Suriye’de olmak üzere iki ortak Bakanlar Kurulu toplantısı gerçekleştirmiştir. Ekonomik olarak ise yapılan çok sayıda antlaşma ile karşılıklı ticari bağlar artmıştır. 

Asi Nehri üzerinde yapımına başlanan baraj ile de ortak ekonomik yatırım olarak değerlendirilebilecek bir projede ortaya çıkmıştır. Geçmişinde su konulu sorun alanı olan iki ülkenin yine su üzerinde böyle tasarrufta bulunulması da ikili ilişkilerde gelinen işbirliği döneminin önemli bir göstergesi olmuştur.
 
                  Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler, uluslararası sistemin 11 Eylül sonrası değişen yapısına paralel olarak çatışma üzerinden değil yumuşama ve işbirliği olarak kendisini göstermiştir. Oluşan bu yeni sistem içinde Türkiye ve Suriye daha önceki sistemlerin aksine karşıt bloklarda yer almamış, bu durum da ilişkilerdeki yumuşama dönemini başlatmış, iki tarafından yeni düzen içerisinde birbirlerine verdiği karşılıklı önem ve değişen algıları ile de işbirliği dönemine geçiş yapılmıştır.

5. “Arap Baharı” Sürecinin İki Ülke İlişkilerine Etkisi

                   Tarih boyunca görülmemiş yumuşama ve sonrasında işbirliği dönemini yaşayan iki ülke, ilişkilerde yeni bir kırılma noktası ile karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu kırılma noktası yine uluslararası sistemin bütününü etkileyen gelişmelerin ikili ilişkilere yansıması şeklinde gerçekleşmiştir.            

2010 yılı Aralık ayında Kuzey Afrika’da başlayan protesto hareketleri ve gösteriler, geniş kitlelere ulaşmış ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen, ülkelerinde iktidarları nispeten kansız olaylar sonucunda değiştiren halk eylemleri ve protestolardır. Bu halk hareketleri; Tunus’ta başlamış, öncesinde tüm Kuzey Afrika ülkelerine ulaşmış, akabinde Mısır’da gösterilere ve iktidar değişimine neden olmuş daha sonrasında ise olaylar Suriye’ye sıçramış ve Suriye’yi iç savaşa kadar götüren olayların başlangıcı olmuştur.

                   Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde yaşanan bu olaylar, göstericilerin isteklerine ulaşması ve uzun yıllardır iktidar olan yönetimleri devirip, değiştirmesi ile 21. yüzyılda Orta Doğu’nun değişim dalgası olarak tanımlanmıştır. Tunus’ta başlayan “Arap Baharı’nda” Türkiye, bölge politikalarını revize etmek durumunda kalmıştır. Yaşanan olaylarda Türkiye, desteğini iktidarlara değil, değişim arzusundaki halklara vererek “Arap Baharı” Sürecinde ve Sonrasındaki Orta Doğu politikasını bölgenin değişimi üzerine belirlemiştir. Bu çerçevede Türkiye; göstericilerden yana tavır almış, barışçıl gösterileri desteklemiş, ilgili muhataplarına halkın isteklerine kulak verme çağrısında bulunmuştur. Libya’da ise Muammer Kaddafi’nin direnmesi sonucu ülke içinde ortaya çıkan çatışma ortamına son vermek amacıyla BM kararı ile oluşturulan uluslararası koalisyonun bir parçası olarak ülkeye askeri müdahalede yer alarak olayların muhalifler lehine sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur.

                   “Arap Baharı’na” bu şekilde yaklaşan Türkiye için bu süreçte sorunlu konu, olayların Mart 2011’de Suriye’de de kendini göstermeye başlaması olmuştur. Çünkü mevcut Beşşar Esad yönetimi ile ilişkiler, ilişkilerin tarihinde hiç görülmemiş bir işbirliği dönemi yaşanmaktaydı. Türkiye, genel olarak “Arap Baharı’na” endeksli yeni Orta Doğu politikası ile Komşularla Sıfır Sorun Politikasının olumlu sonuç verdiği Suriye politikası arasında kalmıştır. Türkiye için bu aşamadan sonra seçim yapma gereksinimi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi bir yaklaşım ile Türkiye, bu durumda ülke politikasını bölge politikalarına tercih etmemiş, büyük resme odaklanıp bölge politikasına önem vermiştir. Bu nedenle de Türkiye, Suriye politikasında tekrar bir değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. 

Bu değişiklikte beraberinde iki ülke ilişkilerinde kronik olarak var olan çatışma ortamını tekrar ortaya çıkartmıştır.

                   Türkiye Suriye ilişkileri, değişen bölge yapısına paralel yeniden değişim yaşamıştır. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ilişkilerde geçte olsa çatışma ortamını geriden bırakan iki ülke ilişkileri, yeniden sistemsel bir değişimi ilişkilerinde yaşamıştır. “Arap Baharı’nı” farklı algılayan Türkiye ve Suriye, bu farklılık neticesinde oluşan kutuplaşmalarda yine karşıt bloklarda yer almıştır. 

Türk yetkililer, Suriyeli muhataplarına işbirliği döneminde ülkede gerekli olan demokratikleşme adımlarını atmasını önermiştir[17]. 

Bu öneri, 2010 yılı ve öncesinde ilişkileri gerginleştirecek bir önemde olmamıştır. Ancak “Arap Baharı” ile değişen Orta Doğu sisteminde benzer görüşleri dile getirmek, Dünyada Orta Doğu merkezli oluşan yeni kutuplaşmada taraf olmak anlamına gelmiştir.
                   Türkiye, olaylar Suriye’de başladığında ilişkileri hemen kesmemiştir. İlişkilerin iyi olması sebebiyle Suriye’ye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bizzat gitmiş, Beşşar Esad ve diğer üst düzey yetkililerle konuları görüşüp, gerekli adımların atılması konusunda önerilerde bulunmuş ve bunların yerine getirileceği konusunda muhataplarında karşılık almıştır. Ancak bu durum Suriye yönetimince yerine getirilmemiş, Ahmet Davutoğlu daha Türkiye’ye dönüş yolunda iken ülke içerisindeki operasyonlara devam edilmiştir. Suriye’nin bu tavrı Türkiye nezdinde Suriye’nin samimi olmadığı duygusunu yaratmış ve ilişkilerdeki en önemli iki kopuştan birisi bu olmuştur. Diğer önemli kopuş ise Doğu Akdeniz’de eğitim uçuşunu gerçekleştiren Türk Jetinin uluslararası sularda Suriye tarafından vurularak düşürülmesi olmuştur. Açıkça bir saldırıya maruz kalan Türkiye, Suriye’ye karşı angajman kurallarında değişikliğe gitmiş ve tüm sınır boyunca Suriye askeri manevralarına karşılık verileceğini açıklamıştır. Türkiye’nin değişen tutumu karşısında Suriye, sınır bölgesindeki askeri manevralarını azaltmak zorunda kalmıştır.
                   Uluslararası kamuoyu genel olarak Suriye’de yaşanan şiddet olaylarına karşı olsa da Suriye’nin; Rusya, İran ve Çin’den gördüğü siyasi destek nedeniyle net yaptırımlar uygulayamamıştır. Bu durumda Suriye’deki olayların bir nihayete ulaşamayıp, ülke içerisindeki istikrarsızlığın uzamasına neden olmuştur. Suriye’nin yine Soğuk Savaş’taki gibi eski müttefiklerinde aldığı destek nedeniyle Türkiye, tek başına Suriye’ye karşı bir tasarrufta bulanamamıştır. İçerisinde bulunduğu Batı merkezli uluslararası sistemden aradığı desteği de tam olarak göremeyen Türkiye, bir kez daha uluslararası sistemin başat aktörlerinin bölge politikaları arasında Suriye ile çatışma ortamında kalmıştır. Bölge hassasiyeti ve çok boyutlu ilişkiler sebebiyle çatışma yine açık ve sıcak çatışma ortamında sürmemektedir. Ancak Suriye yönetiminin zaman zaman Türkiye sınırı boyunca yaptığı askeri operasyonlar Türkiye topraklarına da yansımaktadır. Atılan havan topları Türkiye’de yerleşim birimlerine isabet etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu atışlar neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Kendi topraklarına düşen havan topları ve vatandaşlarının hayatlarını kaybetmesi nedeniyle Türkiye, Suriye’ye karşı değişen angajman kuralları çerçevesinde askeri olarak cevap vermiş ve Suriye askeri hedeflerini hedef almıştır. Benzer olayların devam etmesi ve Suriye yönetiminin Türkiye sınırındaki yerlerde muhaliflere karşı kullandığı hava füzeleri nedeniyle Türkiye, bu durumu NATO’nun ilgili maddeleri gereğince ittifakın gündemine aldırmış ve gerekli olan savunma amaçlı askeri desteğin teminin uluslararası arenada sağlamıştır. Türkiye’nin NATO nezdinde aldığı bu destek neticesinde savunma amaçlı hava savunma sistemi olan Patriot füzeleri ittifaka üye ABD, Almanya ve Hollanda tarafından NATO adına Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Türkiye’nin NATO’dan aldığı bu askeri destek, Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikasının uluslararası desteği olduğunun da bir göstergesi olmuştur.

6.       Sonuç
                   "Arap Baharı” ile ilişkilerinde yine 1998 yılındaki gibi askeri imkânların devreye girdiği bir çatışma ortamı yaşan Türkiye ve Suriye ilişkileri, yaşanan bu gergin ve çatışmacı kimliğe aslında yabancı değildir. Hatay Sorunu ile başlayan sorunlu ilişkiler yine sorunlu konular ile devam etmiştir. Günümüzde yaşanan “Arap Baharı” nedenli sorunlu ilişkiler, tıpkı 1957 Krizinde olduğu gibi yine uluslararası sistemin başat aktörlerinin kendi aralarında bir çözüme ulaşamaması nedeniyle sürmektedir. 

Çözüm de yine bu aktörlerin kendi aralarındaki anlaşmalarına bağlı olmaktadır. Uluslararası sistemin bütününden bağımsız hareket etme imkânının olmamasından dolayı da sorunun çözümü Türkiye’nin tek başına inisiyatifinde olmamaktadır. 

Bu çözümsüzlük Türkiye Suriye ilişkilerinde yeniden çatışma ortamının devam etmesine neden olmaktadır.  

 Alper TURHAN
Hakan ARIDEMİR 

DİPNOTLAR.

[1] A. Öner Pehlivanoğlu, (2004),  Orta Doğu ve Türkiye, 1. Baskı, Kastaş Yayınevi, İstanbul: s.113
[2] 20 Ekim 1921 ‘de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre Hatay Bölgesi, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup, Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmi dil Türkçe olacak ve para birimi olarak da Türk lirası geçerli olacaktır.
[3]Tayyar Arı, (2008), Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, MKM Yayıncılık, Bursa: s.105
[4] 9 Eylül 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almamıştır. Fransa, Suriye’den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmiştir.
[5] Adnan Sofuoğlu, (2005), Belgeler Işığında Bağımsız Hatay Devletinin Kuruluşu ve Türkiye, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:XXI, http://atam.gov.tr/belgeler-isiginda-bagimsiz-hatay-devletinin-kurulusu-ve-turkiye/
[6]Graham E.Fuller, (2011), Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör, Timaş Yayınları, İstanbul: s.71
[7] Harp Akademileri Yayınları, (1994), Türkiye-Suriye İlişkilerinin Dünü, Bugünü, Yarını, Harp
Akademileri Basımevi, İstanbul: s.32
[8] Mecid Gafur, (2002), Hafız Esad Dönemi Türkiye Suriye İlişkileri, Yüksek Lisans Tezi, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara: s.32
[9] Mehmet Gönlübol vd. (1996), Olaylarla Türk Dış Politikası, 9.Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara: s.290
[10] A.Nazmi Üste, (1998), Uluslararası Politika ve Türk Dış Politikası Açısından Sınır Aşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F Dergisi, Cilt 13 Sayı I, s.231 http://www.iibf.deu.edu.tr/dergi/1139574589_1.pdf,
[11] Yusuf Karakılçık, (2008), Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt:4 No 16, ss. 19-56
[12]Fuller, a.g.e.  s.89
[13]Zafer Sağlam, (2006), Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik Konumları İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, İstanbul: s.-2-48
[14]Andrew Mango, (1968), Turkey in the Middle East, Journal of Contempoary History, Vol.3, No.3, The Middle East, ss.225-236
[15]Yasin Atlıoğlu, (2007), Beşar Esad Suriyesi’nde Reform Demokratikleşme-Güvenlik İkilemi, Tasam Yayınları, İstanbul: s. 36
[16]Osman Bahadır Dinçer, Gamze Coşkun, (2011), Mayınlı Arazide Yürümenin Adı: Suriye’de Değişimi Zorlamak, USAK Raporları, No 11-04, USAK Yayınları, Ankara:  s.40
[17]Hüsnü Mahalli, (2012), Orta Doğu’da Kanlı Bahar, Destek Yayınevi, İstanbul: s.182

***

26 Şubat 2021 Cuma

1 KASIM SEÇİMLERİNE GİDERKEN AK PARTİ

1 KASIM SEÇİMLERİNE GİDERKEN AK PARTİ 


Prof. Dr. Haluk ALKAN* 
*SDE Uzmanı 

Türkiye’de siyasi hayatın şekillenmesinde belli askeri vesayet rejimine karşı değişimin başlangıcını kırılma dönemleri belirleyici olmuştur. 

1950 yılında tek partili sistemden çok partili bir sisteme barışçıl bir iktidar değişimini gerçekleştirerek geçilmesi veya bu sürecin devlet seçkinlerinin desteğini
alan kanlı bir askeri darbe ile kesilmesi, bu kırılmalara verilebilecek örneklerdir. Yakın tarihimizde 2002 yılında yapılan seçimler, bu anlamda 1960 ile başlayan ve 1980 askeri darbesi ile kurumsallaşan askeri vesayet rejimine karşı değişimin başlangıcını oluşturmuştur. Bu sürecin hiç şüphesiz kurumsal anlamda sembol partisi AK Parti’dir. 2002 seçimlerinden 7 Haziran seçimlerine kadar genel seçimlerde oylarını sürekli olarak artırarak iktidarı elinde tutan AK Parti, Türk siyasi hayatında daha önce benzeri görülmemiş bir başarıya imza atmıştır. 

Bu değişim bir yandan anayasal oligarşiye dayanan rejimi zayıflatırken, öte yandan ülkede illiberal temelde karşıt bir kurumsallaşmanın yaşandığı yönündeki tartışmaları beraberinde getirmiştir. 

Dolayısıyla 7 Haziran seçimleri ve sonrası yaşanan gelişmeler ister istemez AK Parti’nin kurumsal, siyasi ve düşünsel değişimi ile ilintili olacaktır.

7 Haziran seçimleri, doğurduğu sonuçlar itibariyle 2002 ile başlayan sürecin sonuna gelinip gelinmediği ve bundan sonra yaşanabilecek gelişmeler açısından yeni tartışmaları başlatmıştır. Dolayısıyla AK Parti’nin 1 Kasım seçimlerinde izleyeceği strateji yapılan tartışmalar açısından yol gösterici olacaktır.

   AK Parti, Türk siyasi parti sistemi içinde ayrı bir yere sahiptir. AK Parti kuruluşundan itibaren Milli Görüş geleneğinden gelmesi nedeniyle gizli ajandası
olan bir parti olarak nitelenmiş ve 28 Şubat sürecine destek veren askeri bürokrasi, partiler ve ekonomik seçkinlerin muhalefeti ile karşılaşmış, öte
yandan yine 28 Şubat döneminin baskıcı politikalarına tepki duyan muhafazakar ve liberal kesimler ile Anadolu sermayesi tarafından desteklenmiştir.
   Parti, 2007 ve 2011 yılında yapılan seçimlerde oy oranını sürekli arttırmak suretiyle tek başına iktidar olmayı başarmıştır. Bu süreç aynı zamanda 1982
rejiminin ana unsuru olan vesayetçi güçlere karşı siyasi ve anayasal bir dönüşümün de gerçekleştiği bir dönemdir. AK Parti’nin gösterdiği başarı Türkiye’de parti sisteminin “hakim parti” sistemine doğru bir değişim geçirdiğine dair tartışmaların yapılmasına neden olmuş, dolayısıyla ülkenin delegasyoncu bir
demokrasiye dönüştüğü iddiaları gündeme getirilmiş, hatta “otoriterleşme” suçlamaları ile Parti’nin karşı karşıya kalmasına neden olmuştur.

    Öte yandan 2002’den günümüze AK Parti’nin % 40’ların üzerinde bir seçmen desteğine sahip bir parti olarak diğer partilere karşı üstünlüğünü koruması,
partinin Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde izlediği reformist politika, aktif bir dış politika izlenmesi, vesayet odaklarına karşı elde edilen başarı yukarıdaki yorumların aksine bu dönemin bir otoriterleşme dönemi olarak nitelenemeyeceği ni, aksine vesayetçi bir rejimden demokratik bir sisteme geçilmesi gibi kapsamlı bir değişimin başlangıcını oluşturduğunu göstermektedir.

    Bu değişimin başlıca parametreleri, bir toplumsal sözleşme temelinde yeni bir Anayasanın yapılması, terörün sona erdirilerek, bir medeniyet konsepti
üzerine oturan çözüm sürecinin hayata geçirilmesi, ekonomik ve sosyal kalkınmanın sürdürülmesi, ancak bu yapılırken temel değerlerimizi referans alan
bir toplum ve kurumsallaşmanın inşa edilmesi olarak özetlenebilir.

    Bu parametreler geleceğin Türkiye’si için her biri hayati önemdeki hedefleri ortaya koymaktadır ve AK Parti’nin tüm kadroları ile bu hedeflere kilitlenmesi
zorunluluğu bulunmaktadır.

     AK Parti 7 Haziran seçimlerine kurucu liderinin halkın oyları ile Cumhurbaşkanı olması nedeniyle bir lider değişimi ile girmiştir. 2007 yılında gerçekleştirilen
Anayasa değişiklikleri Meclisin vesayetçi yaklaşımlara bir tepkisi olmasının ötesinde Türkiye’de siyasi hayatın işleyişi üzerinde sistemsel değişikliklere
neden olabilecek önemde bir gelişmedir. Öncelikle salt çoğunluğa yakın bir oranda halk desteğini almış olarak seçilecek ve bir kez daha seçimlere girebilecek
bir Cumhurbaşkanı öncekine göre daha güçlü siyasi bir meşruiyete sahip olmuştur. Bu yeni durum, Cumhurbaşkanını vesayetin bir ajanı olmaktan çıkartırken, bu makamın siyasi rolünü güçlendirmiştir.

Artık Cumhurbaşkanı seçmenlerinin taleplerini izleyen ve hükümet politikalarını bu açıdan değerlendiren bir siyaset aktörüdür. İkinci olarak değişiklikler Türkiye’de güçlü bir Cumhurbaşkanlığı makamı ile Meclise karşı sorumluluğu öne çıkartılan bir hükümetin çifte meşruiyet içinde bir arada çalışacağı bir sistem değişimine işaret etmektedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın doğrudan halk tarafından Cumhurbaşkanlığına seçilmesi, Cumhurbaşkanı ile partisi arasındaki ilişkilerin seyri seçim süreci ve seçmen algısı açısından belirleyici bir unsur olmuştur. Artık güçlü Anayasal yetkilerini doğrudan halktan aldığı meşruiyet temelinde kullanacak Cumhurbaşkanı ile bizzat onun aday gösterdiği yeni Parti Başkanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu arasındaki ilişkiler ve seçim kampanyası sürecinde nasıl bir rol oynayacakları, iki lider arasındaki etkileşimin seçmen tarafından nasıl algılanacağı önem kazanmıştır.

   7 Haziran’da elde edilen sonuçlar AK Parti’nin 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra bu değişim konusunda yeterince hazırlık yapmadığını,
yeni ilişkiler ve roller konusunda belirsizliklerin bulunduğunu göstermiştir. Yeni sistemde AK Parti’nin teşkilat ve yönetim olarak nasıl hareket etmesi gerektiğine
ilişkin bir konsept geliştirmesi zorunluluğu seçim sonuçları ışığında izlenecek kampanyanın en önemli sonuçlarından birini oluşturacaktır.

Başkanlık sisteminin kamuoyuna tanıtılma biçimi ve çözüm sürecine ilişkin söylemlerin senkronize edilememesi sorunu, Hakan Fidan’ın adaylığı sürecinde
çok açık, izlenebilir bir yaklaşım farklılığı gibi 7 Haziran seçimleri öncesinde yaşanan olayların seçmen düzeyinde olumlu karşılık bulmadığı alınan sonuçlarla
birlikte açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Yeni sistemde rollerin nasıl oynanacağına ilişkin yeni bir perspektife gereksinim bulunmaktadır. AK Parti gücünü
ortak hedeflere yönelmiş bir birlik ruhundan almaktadır. Bu algıyı sarsacak görünüm ve tartışmalar seçmen desteğini yakından etkileyecektir.

AK Parti’nin terör ve çözüm süreci konularında ortaya koyduğu kavramları seçmene çok iyi bir biçimde açıklaması, bu kavramların altının ikna edici şekilde
doldurulması gerekmektedir. 7 Haziran öncesinde çözüm süreciyle ilgili farklı açıklamaların yapılması ve sürecin ikinci plana itilmesi, seçim kampanyasında
“HDP’nin barajı geçip geçmeyeceğine” odaklı bir söylemin ortaya çıkması; sanılanın aksine bölgedeki AK Parti seçmeninin tutumunu dramatik bir biçimde değiştirmesine kaynaklık etmiştir. Bin yıllık ittifakın ne anlama geldiği, Kürt sorunu-terör sorunu kavramlaştırmasının anlamı, yerli ve milli milletvekili
ifadesinden neyin kastedildiği çok açık biçimde ve anlaşılabilir argümanlarla seçmene sunulmalıdır.

    Sadece söylem düzeyinde bu kavramların kullanılması, AK Parti’nin MHP’lileştiği yönünde karşıt bir politikanın bölgede taraftar bulmasına yol açacaktır.
1 Kasım seçimleri öncesinde AK Parti yönetiminin söylemini iyi bir biçimde tabanına aktarması ve bu aktarımın seçmen eğilimlerini başarı ile temsil edebilecek bir aday listesi ile desteklenmesi gerekmektedir.
AK Parti bu iki unsuru birbirini destekleyecek şekilde hayata geçirirken milliyetçi seçmen tabanı ile muhafazakar Kürt seçmenler arasında bir denge
kurabilmeye özen göstermelidir. Bir seçim sadece listeler üzerinden, adayların getireceği oy kaymaları ile milletvekili sayısındaki artış hesapları ile kazanılmaz.
Bir parti yalnızca bu konulara odaklanıyorsa bunun bir gerilemenin göstergesi olduğunun altının çizilmesi gerekir.
AK Parti’nin seçim başarıları her şeyden önce reformist bir politika sürecini bir medeniyet konsepti ile harmanlayıp toplumun önüne bir gelecek vizyonu
koyabilen liderlik yapısından kaynaklanmıştır. Bu niteliğini seçmen hassasiyetini göz ardı etmeden devam ettirdiği sürece Türkiye siyasetindeki belirleyici rolünü koruyabilecektir.

***

28 Aralık 2020 Pazartesi

ERDOĞAN'IN 27 MAYIS 2014'DEKİ GRUP TOPLANTISINDA SÖYLEDİKLERİ ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

ERDOĞAN'IN 27 MAYIS 2014'DEKİ GRUP TOPLANTISINDA SÖYLEDİKLERİ ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 29.05.2014 Erdoğan, 27 Mayıs 2014 tarihli AKP grubu toplantısında ekonomi, gezi, tarih, AB, çözüm süreciyle ilgili beyanda bulundu. Alevilik konusunda özel bir ağırlık vardı. Alevi sorunu ile Kürt sorunu arasında bağlantı kurarak bu iki sorunun dış güçler tarafından kışkırtıldığını söyledi. Konuşmasına tarihi bir perspektifle yaklaşarak Türkiye'nin Selçuklu ve Osmanlı mirası üzerinde kurulduğunu belirterek, birinci dünya savaşından sonra Batı tarafından Misak-ı Milli'nin dahi kabullenmediğinin üzerinde durdu. Aslında bu yaklaşım, Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik derinlik adını koyduğu Yeni Osmanlıcılık siyasetinden vazgeçmek(iflasından sonra) anlamına geliyor. Bundan sonraki süreçte dış düşman retoriğinden çok "dış düşman tarafından kışkırtılan Alevilik ve Kürtlük" retoriğine geçiş yapmıştır.

Tıpkı AKP öncesi MGK-Kırmızı kitapta yazılı olduğu gibi. Tabi ki, kendi içindeki siyasal bütünlüğü sağlamak için bir düşman da Gülen hareketi olarak gösterildi.
Erdoğan, ideolojik-islami yaklaşımını da göstere göstere yapmaktan çekinmiyor. Kendi güdümünde 2004 yılında kurdukları STK olarak adlandırdıkları Avrupalı Türk Demokratları Birliği toplantısının açılışını Diyanet işleri başkan yardımcısının ettiği dualar yapıyor. Aslında bu gösteri anlamında İslami görüntü yapmak amaçlıdır. Öte yandan neo-liberalizayonlaşma konusunda iş birliği sonuna kadar gitmeye devam etmektedir. Onun, dualı, çift hocalı ezanları, İslam’ı da neo-liberalizme uygun hale getirmek amaçlıdır. Bundan Almanya'nın veya AB'nin rahatsız olduğu da yoktur. Bu şekil onların da işine gelmektedir.

Çözüm sürecinin Kürtler açısından oyalayıcı niteliği bilinmesine rağmen, Kürtlere kaybettirdiği bir şey yoktur. Tersine kazandıkları vardır. KCK davalarının hukuki dayanaktan yoksun olduğunun ortaya çıkışı, KSH'nin Türkiye ve dünya kamuoyunda siyasi meşruiyet yakalamış olması, KSH'nin gerektiğinde kendi silahlı gücü üzerinde siyasal etkinlik kurabilecekleri, Öcalan'ın KSH'nin liderliğinden Kürtlerin liderliği pozisyonuna doğru gidişi bunlardan bir kaçıdır. Türkiye açısından ise bundan sonraki süreçte KSH'ne yönelik olarak başlayacak savaşın gerekliliği hem Türk halkı hem de dünya kamuoyu açısından eskisi gibi destek bulmayacaktır. Gezi'deki devletin kendilerine yönelik yapısal şiddetini gördükçe bunun Kürtlere yönelik kullanımının da karşısında olacaktır.

MİT Yasası gibi düzenlemler olsa da geleneksel Türk bürokrasinde yaşanan kriz ve karmaşa da devletin bundan sonraki süreçte top yekün olarak KSH'nin üzerine yürüyemeyeceğini göstermektedir. Aslına bakılacak olursa AKP, KSH'ne muhtaç durumdadır. Çırılçıplak korumasız bir şekilde azgın nehrin sularına kendisini bırakmış yüze yüze nehrin ortasına geldiği için geri dönüşü daha da tehlikelidir. Geri döndüğünde kendisini bekleyen rakipleri vardır. O nedenle nehrin karşısına sağlam çıkışı KSH ile ilişkisini sürdürmesine bağlıdır. Bu aynı zamanda AKP'nin ve Erdoğan'ın açmazıdır. AKP, şimdilik Güney Kürdistan Yönetimi(KBY) ile ilişkilerini üst düzeyde tutarak bunun sağladığı ekonomik kazanımlarla durumu telafi etse de ilişkilerinin giderek KBY ile olmaktan çok KDP-Barzani ilişkisine indirgemesinde, KDP'nin Kürdistan'ın diğer bölgelerindeki etkisizliği, Güney Kürdistan'da ise hakimiyetini kaybetmesi ileriki süreçte KBY'nin Irak merkezi hükümetiyle ilişkilerine yeni bir boyut gelebilir. Bu da AKP açısından "muhteşem yalnızlığın" pekişmesiyle sonuçlanabilir. Köklü Kürt Partisi KDP'nin geleceği Kürdistan'ın dört parçası ve diasporada etkili olan PKK ile ilişkilerine bağlıdır. KDP'de gerilemenin, KDP'nin Rojava'da PYD'yi dışlayıcı/dayatmacı siyasetinden ileri gelmiş olabilir. PKK'nin kilit rolü giderek Kürdistan'ın geneli hatta daha da ileri gidilerek Ortadoğu'daki rolünün boyutu anlaşılmalıdır. KDP'nin PKK ile ilişkileri, KDP'nin YNK ve Goran'la ilişkileri de etkilemektedir. Nitekim, KDP'den farklı olarak YNK ve Goran'ın PYD'ye olumlu yaklaşımı bunun göstergelerinden biridir. Bu nedenle AKP çözüm sürecini sürdürmek durumdadır. KSH'ne yönelik tehditleri taktiksel ve pazarlık gücünü artırmaya yöneliktir. KSH'nin de bunu göz önünde bulundurarak başbakanın çıkışı karşısında püsmesine gerek yoktur. Tersine taleplerini somutlaştırıp eylemselliğini artırmalıdır. Buna Gezi benzeri eylemselliğe katılımı da dahildir. Kemalistler ve ulusalcılar konusunda, KSH'nin geçmişteki eleştirilerinin etkisinde kalarak onlarla yan yana görünür durumma gelmekten de korkmamaları gerekir. Tersine Kemalistlerle eylemsel anlamda yan yana gelişi AKP'yi daha zorlaştıracak, AKP'nin Alevilere yönelik kışkırtıcı ve ayrımcı söyleminden de geri adım attırmasını sağlayacaktır. Erdoğan'ın Dersim katliamıyla ilgili söyledikleri doğru olsa bile bunu TC'nin bir faaliyeti gibi göstermek yerine günümüzdeki haliyle o dönemki CHP'yle ismi dışında hiç bir benzerliği olmayan şimdiki, CHP'yi sorumlu tutan tavrı, demagojik ve siyasal rakibi CHP'yi küçük düşürmek amaçlıdır. Erdoğan kendisi çok iyi biliyor ki, Dersim katliamının kararını veren aynı zamanda CHP'nin genel başkanı Atatürk'ten başkası değildir, o dönemin başbakanı da Celal Bayar'dır. Meclisin çıkardığı yasaya dayalı Bakanlar Kurulu kararıyla verilmiş bir katliam söz konusudur. Şimdiki CHP'nin Dersim katliamı nedeniyle özür dilemesi önemli olsa da Dersim Katliamından dolayı asıl olması gereken TBMM ve Bakanlar Kurulu kararıyla katliamın kabulü ve bundan dolayı özür dilenmesidir. Erdoğan bunu yapmak yerine, yetkisiz kalmış makamların özür dilemesini bekliyor. Mecliste çoğunluk elinde, Bakanlar Kurulu da senden müteşekil, neden harekete geçmiyorsun ki. Alman Sosyal Demokrat Partisinin lideri, Yahudi anıtı önünde diz çöküp özür dileyince bunu partisinin genel başkanı olarak değil, Almanya'nın başbakanı olarak yaptı. Bunun yasal ve yazılı gereklerini yerine getirdi. Erdoğan, Kürtler ve Aleviler konusundaki "dış kışkırtma" argümanlarını kullanarak o yıllarda İttihat ve Terakki Partisi(İTP) ile CHP'den farklı mı davranıyor?

O da Türkiye devletinin diğer hükümetlerinin yaptığını yapıyor. Erdoğan, kendi taraftarlarını bütünleştirmek ve toparlamak için elinden geleni yaparken, kendisine rakip olarak gördüklerini hücrelerine kadar bölmek ve parçalamak peşindedir. Ağrı seçimlerinde BDP'lileri erkek ve kadın olarak ayırarak BDP'li erkekleri, kadınların sandığa gitmesini önlediğini söyledi. Erdoğan, bu söylemi ile Kürt ailelerini bile parçalamak için elinden geleni yapıyor. Aile içi şiddet, kadın cinayetleri konusunda kılını kıpırdamayan bir başbakanın bu söylemiyle aile içi şiddeti davet ediyor. Birinci dünya savaşının yüzüncü yılına girerken, Erdoğan üçüncü bir dünya savaşına girecekmiş gibi "Başkomutanlığı" elde etmenin aceleciliği içindedir. Onu İTP'den ayıran tek yön İTP savaşa girerken, padişahı etkisizleştirirken, Erdoğan kendisini padişahlaştırmaya çalışmaktadır. İTP'nin hırsı nasıl ki hüsran olduysa Erdoğan'ın da hüsran olmaya mahkumdur. O nedenle Erdoğan'ın kafasındaki düşman, daha öncekiler yöneticilerinde olduğu gibi "iç düşmanlar"dır. Stratejik derinlikten geri kalan Stratejik sığlığın dere kenarında balık avlamaktır. Ne yazık ki, HES ve AVM yaparak balıklara derede yaşama hakkını bile çok gördü. Derede bile balık avlayamayacak duruma gelen Erdoğan'ı iktidarsız bir iktidar haline geldiğini birileri ona söylemeli. Gezi'ye, Alevilere ve Kürtlere atıp tutmayı bırakmalı. Post-Kemalizm’in, Kemalizm’i kurtarmaya yetmeyeceğini bilmelidir. Erdoğan'ın konuşmasında dikkat çeken noktalardan biri de Erdoğan'ın CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün üzerinden CHP/DHKP-C arasında bağlantı kurmasıydı. Erdoğan'ın tipik desteksiz yalanlarından biri olan bu iddia daha önceden Öcalan'ın ve ÇHD'li avukatlar için sarf ettiği "11 kapılı hücre evi" yalanını çağrıştırmaktadır. Erdoğan, söylediklerinin delilini dahi gösterme zahmetine girmemektedir. Soma'ya Alevi eylemci taşındığı iddiası da buna benzer bir iddiadır. Sanki Aleviler öyle bir toplum ki, gerektiğinde dış güçler(lobiler) onları Gezi'ye götürebilmekte, mobil eylemciler gibi başkaları tarafından Soma'ya götürülebilmektedirler. Oysa eylem ve söylemlerini şiddete başvurmadan demokratik yöntemlerle yapmanın en önemli örnekleri Alevilerden gelmektedir. Hükümetin Alevi Açılımı çerçevesinde Alevi Çalıştaylarına katılmakta tereddüt etmediler. Ortay çözüm önerileri çıkmasına rağmen, çözüm konusunda adım atmayan tarafın AKP ve Erdoğan oldığu açıkça ortaya çıktı. Alevilik, zorunlu din dersi ve Cemevi konusunda verilen AİHM'nin kararlarını yerine getirmeyen de Erdoğan'dan başka birisi değildir. Erdoğan, AB'ye ekonomik ilişkiler bağlamında bakmaktadır. AB'ye girişi de Türkiye'nin AB'ye değil de AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı olduğu çerçevesinden bakmaktadır. ***

14 Kasım 2020 Cumartesi

HAYALİN BÖYLESİ., Güneydoğu Anadolu yu PKK ya Bırakan Ortadoğu yu Şekillendirme Peşinde.,

 HAYALİN BÖYLESİ., Güneydoğu Anadolu yu PKK ya Bırakan Ortadoğu yu Şekillendirme Peşinde.,


Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu Şekillendirme Peşinde
Yazan  Prof. Dr. Ümit Özdağ 26 Ocak 2015




Başbakan Ahmet Davutoğlu 25 Ocak 2015’de Diyarbakır’da AKP’nin il kongresinde bir konuşma yapmıştır. Konuşma Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından yapılmasa ciddiye alınacak ve üzerinde düşünülecek bir tarafı olmayan bir konuşmadır. Ancak iktidar partisinin genel başkanı ve başbakan olan bir zat tarafından yapılınca (her ne kadar Türkiye artık fiili başkanlık sistemine geçtiği için başbakanlık artık bakanlarına dahi söz geçiremeyen sanal bir kuruma dönüşmüş tür.) üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü bu konuşma nasıl bir zihniyetin Türkiye’nin yönetimine hakim olduğunu göstermektedir. Davutoğlu’nun konuşması nı satır satır tahlil etmek için Davutoğlu’na ait olan cümleleri, kırmızı-bolt-italik yazdım. Siyah normal puntolar bana aittir.

"Rahmetli Özal zamanında bir çözüm süreci başlatmıştı. O sürecin önemli isimlerinden Eşref Bitlis rahmetliyi şehit ettiler. (Ortada herhangi bir delil yok iken ve devletin raporları aksi bir hakikatten yani kazadan bahsederken, bir başbakanın böyle konuşması ayıptır.) Arkasından da Özal vefat etti ve o çözüm süreci akamete uğradı. Ardından rahmetle andığımız Gaffar Okan’ı…(Hizbullah’ın şehit ettiğini söylemiyor.) Onun ismi bugün dahi kardeşliğin sembolü olmuştur. Rahmetli Erbakan çözüm için çaba sarf ettiğinde 28 Şubat süreci başlatıldı. (Bu açıklamanın gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını kendisi de bilmesine rağmen söylüyor.) 2005’te Diyarbakır konuşmasıyla çözüm süreci tekrar ihsas edilmeye başlandığında 2006’da Cumhuriyet mitingleri tertip edildi. (Cumhuriyet mitingleri ile 2005 Diyarbakır konuşması arasında ilk kez bir ilişki kurulmuş oldu böylece.) Devlet içindeki çeteler 90’lı yıllardaki gibi karanlık bir dönemi başlatmak istediler.
Diyarbakır’dan Somali’ye de selam olsun. MİT müsteşarımıza kumpas kurdular. Biz yılmadık. Çözüm sürecine ivme kattık. Silahlı unsurlar Türkiye’yi terk etmeye başlamışken Gezi provokasyonları yaptılar. (PKK’nın hiçbir zaman göstermelik bazı yaşlı, hasta ve sakat unsurlar dışında PKK’lıyı yurtdışına çekmediği bilinen bir gerçektir. Üstelik Davutoğlu kendisi bu durumu halka açıklamadık diyerek, Türk Milleti'ne nasıl doğrunun söylenmediğini açıklamış bir başbakandır. Şimdi Davutoğlu birbiri ile hiç alakası olmayan Gezi olayları ile PKK’nın sözde geri çekilmesini bir araya getirmekte ve sanki PKK Gezi olaylarından dolayı çekilmedi gibi bir hava yaratmaktadır.) Ve bir anda bütün bir ülkeyi karanlığa boğmak istediler. Ama biz çözüm süreci yasasını çıkarttık. Çözüm süreci yasal bir çerçeveye oturdu.

Ama durmadılar. Sayın cumhurbaşkanımızla Ak Parti olağanüstü kongresinde devir teslim yaparken yaptığımız konuşmamda çözüm sürecinin önemini vurguladık. O cumhurbaşkanı ben başbakan olarak işte bir daha söylüyorum çözüm süreci her ne olursa olsun başarıya ulaşacak. (Ne demek her ne olur ise olsun. Bir Başbakan “her ne olur ise olsun” diye cümle kurar mı? PKK böyle bir cümleyi teslimiyet ve zaaf olarak okumaz mı?)

Türk ve Kürt kardeşler birlikte Kudüs’ün, Şam’ın Özgürlüğü için çalışacaklar. 
(Türkiye Cumhuriyetini iki milletli devlet yapmanın psikolojik alt yapısını Davutoğlu’nun ağzından ifade edildiğini görüyoruz. 
Ancak Türk Milleti'nin Birinci meselesi Kudüs ve Şam mı?) 

Çözüm sürecini hiç aksamayan bir mekanizması çerçevesine oturttuk. 
Yeni Türkiye için tekrar yola çıkmışken 6-7 Ekim olaylarını çıkardılar. 
(Kim çıkardı? Neden başarılı gittiğini söylediği “Çözüm”ün diğer ortağı PKK tarafından çıkarıldığını söylemiyor Davutoğlu olayların?) 

   Kobani için çıkmadı o olaylar. Kobani’ye buradan selam ediyorum. 

   Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir. (Başbakan Davutoğlu’nun Kobani dediği Ayn El Arap’ta çatışmaların 
başlaması üzerine, < Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesi ile hiçbir Ayn El Araplı kalmamıştır.> Bu durumda Davutoğlu’nun selam yolladığı kişiler halen 
Ayn El Arap’ta IŞİD ile çarpışan PKK’lılardır. 
Davutoğlu’nun resmi adı Ayn El Arap olan bir şehre PKK’nın koyduğu adla hitap etmesi de ayrı bir yanlıştır.)

Tarihdaşlık çözüm sürecinin ortak noktasıdır. Olaylar sakinleştiğinde bu kez de Cizre provokasyonları oldu. Onlara karşı da tedbir aldık. Ama bilisin ki her bir Cizreli bizim kardeşimizdir. Türk ulusalcıları diyor ki Selçuklu’yu, Osmalı’yı, Osmanlıcayı unutun gelin tarih öncesi bir medeniyet inşa edelim. 

(Kendilerini ulusalcı olarak nitelendirenlerin eksik tarih yorumları olduğu doğrudur ancak hiçbir Türk ulusalcısının Osmanlı ve Selçuklu'yu unutalım dediğini duymadım, okumadım) Kürt Baasçıları da unutun o İslam asırlarını daha öncesine Medlere Perslere gidin diyorlar. Ama bilsinler ki Anadolu’ nun mayası İslam mayası tevhit mayasıdır. 
Bir ara dedim tarihin parantezini kapatıyoruz. (Parantez diye bahsettiği başbakanı olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bir devlet eğer o ülkenin kuruluş  felsefesine düşman olan bir yaklaşım ile yönetilir ise sonunda kaçınılmaz olarak, yıkılır, dağılır. Davutoğlu, bu yaklaşımı ile laleci Babuşoğlu’ndan hiçbir farkı olmadığını göstermiştir.) 

Türk, Kürt, Zaza yiğitler yine yan yana olacaklar. İnşallah bu ebedi kardeşlik daim kılınacak. İşte 28 Şubat’ta hilal İslamı temsil ediyorlar diye hilali, bayraktan kaldırmak isteyen Türk ulusalcılar çıktı.

(Türk bayrağını Diyarbakır’da kabul ettirmek için Türkiye Cumhuriyeti başbakanı “Türk bayrağı” diyemiyor ve doğru olmayan bir süreç olduğunu burada 
tartışmaya dahi açmayacağımız 28 Şubat’ta ‘hilali bayraktan çıkarmak istediler’ şeklinde bir dedikoduya başvurması utanç vericidir. 

Türk Silahlı Kuvvetlerinde sancak devir teslim töreninde şöyle yemin edilir:

Rengi ile mübarek ecdad kanını,
Kumaşı ile Şehit tenini,
Parıltısı ile Zaferlerin ışığını,
Ayyıldız ile Hürriyet ve istiklali,
Yazısı ile Kahramanlık ve fazileti,
Gönderi ile Millî iradeyi,
Sırması ile Şeref ve mesuliyeti temsil etmektedir.)

      Bu al bayrak dünyada mazlumların tevhidin bayrağıdır. 
      Bizler hilalin temsil ettiği İslamı temsil etmeye devam edeceğiz. 
Yeni bir Ortadoğu hedefliyoruz.

 (Güneydoğu Anadolu’da kendi parti teşkilatlarını dahi koruyamayan, asker ve polis ailelerini ateş içine atan bir iktidarın 
Ortadoğu’ya düzen verme hayali ancak gülünecek bir hayaldir.) 

Suriye’deki zalimlere karşı her yerde Türklerin, Kürtlerin ve Arapların oluşturduğu yeni bir Ortadoğu istiyoruz.”

Türkiye hızla bir felakete doğru sürüklenmektedir. Seçimlerde AKP’nin 2002’den bu yana birinci parti çıkması Türkiye’nin çok iyi yönetildiğinin ve  felakete sürüklenmediği nin kanıtı değildir. 

Yugoslavya’da Miloseviç yönetimi de seçmen tarafından bir çok kez büyük çoğunlukla iktidara taşınmıştır. 
Sonuç Büyük Yugoslavya Rüyası görürken, gerçeklerden kopunca küçük Sırbistan olmuştur.

Bugün Davutoğlu’nun Güneydoğu Anadolu’da herhangi bir kentte başbakan olarak şehrin bir başından diğerine tek başına ve başına bir şey gelmeden yürüme şansı yok iken.,  Ortadoğu’da kurtarıcı olma rüyası görmesi gerçekten çok üzücü.   


***

1 Ekim 2020 Perşembe

TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?



 UPA-ADMİN 

Sina KISACIK

12 KASIM 2012 


TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

Günümüzde Türk dış politikasının en önemli konularından birisini İsrail’le olan ilişkileri oluşturmaktadır. 1948 yılında İsrail devleti kurulduğundan beri bu ülkenin de dış politikasının en mühim konularından birisini Türkiye Cumhuriyeti tesis ettiği ilişkiler oluşturmuştur. İlişkiler günümüze kadar inişli çıkışlı bir seyir takip etmiştir. İlişkiler tesis edildiği andan itibaren konjonktürel gelişmelerden doğrudan etkilenmiştir. İlişkileri tanımlamak için stratejik ortaklık, yakınlaşma gibi kavramlar kullanılmıştır. Fakat münasebetleri tanımlamada kullanılacak en doğru kavram stratejik işbirliğidir.

İki ülke arasındaki ilişkiler, tesis edildiği dönem olan Soğuk Savaş dönemin dengesi içinde yürütülmüştür. Türkiye, İsrail’le münasebetlerini kısmi yakınlaşma ve uzaklaşmaların haricinde radikal adımlar atmaktan uzak durmuştur. Bu dönem boyunca 1958’deki istihbarat paylaşımını kapsayan gizli anlaşma dışında ilişkilerin stratejik bir boyutundan söz etmek mümkün değildir. 1990 sonrası dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik bir boyut kazanması milletlerarası sistem ve Körfez Savaşı’nın bölgesel sistem üzerindeki etkisi ile gerçekleşmiştir.[1] Bu etki, münasebetlerin gelişmesine temel olan ortak tehdit algılamasının meydana gelmesindeki temeli oluşturmuştur. Bu temel çerçevesinde gelişen ilişkiler PKK terörizmi mücadele, askeri ve diğer alanlardaki işbirliğinin katkısıyla belirli bir iç dinamiğe ve daha sonra da olgunluğa erişmiştir. ABD faktörü ise de facto olarak kolaylaştırıcı bir role sahip olmuş, fakat gerçek manada münasebetlerin gelişmesine vesile olan temelin atılmasında belirleyici faktör olarak ortaya çıkmıştır.

28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmasıyla münasebetlerin derinleşmesinde önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde Türkiye’deki Refah-Yol hükümetinin bu anlaşmayı imzalaması birçok kişi tarafından hayretle karşılanmıştır. Çünkü koalisyon hükümetinin lideri olan Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş bağlamında İsrail ile ilgili düşünceleri göz önünde bulundurulduğunda bu antlaşma hayret uyandırmıştır. 1990ların ortalarında gelişmeye başlayan ve 2000’lerin başında da etkilerini devam ettiren bu işbirliği 2003-2004 yıllarında değişime uğrama sürecine girmiştir.[2] 2006-2007 yıllarında yavaş yavaş cereyan eden bu değişim fazla hissedilmemesine rağmen, özellikle 2009 ve 2010 yıllarında yaşanan krizler ilişkilerde ciddi bozulmalara yol açmıştır. Bunun bazı sebepleri bulunmaktadır. Bunlardan ilki, daha evvel işbirliğini meydana getiren uluslararası ve bölgesel sistemde değişiklikler olmasıdır. İkinci sebep ise, Ankara’nın iç ve dış politikadaki gereksinimleri ve tehdit algılamasındaki değişim paralelinde Ankara’nın ilişkiyi bu boyutta devam ettirme isteği azalma göstermiştir. Tehdit algılamasına dayalı politika anlayışından çıkar temelli politikaya geçiş ikili ilişkilerde mühim bir etki yaratmıştır. Böylelikle çıkar merkezli ve idealist kavramlarla formüle edilen Ankara-Tel-Aviv münasebetleri her iki yaklaşımın da doğasının bir sonucu olarak krize girmeye başlamıştır.

Aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin son dönemlerde hep krizlerle anılmasını başlatan süreci 2006 yılına kadar geri götürmek mümkündür. Burada özellikle ön plana çıkan Filistin meselesindeki gelişmelerdir. Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesinin Başbakan Recep Erdoğan tarafından İsrail devlet terörü uyguluyor şeklinde değerlendirmesi, münasebetlerde daha sonra cereyan edecek olan Filistin temelli gerginliklerin habercisi olarak görülebilir.[3] Bu çerçevede ilk kriz, Şubat 2006’da İslamcı seçmenler bağlamında saygınlığını düzeltmek amacıyla Ankara, Filistin’deki seçimlerden zaferle çıkan Hamas lideri Halid Meşal’i kabul eden ilk ülke oldu. Bush yönetimi bu ziyareti kamuoyu önünde eleştirmek yerine Türkiye’ye “terörü terk etmek, İsrail’in var olma hakkını tanıma ve Filistin iktidarının vermiş olduğu taahhütlere sadık kalma yönünde mesaj verme” çağrısını yaptı. Fakat hükümetin dışındaki Amerikalılar – İsrail’in bir dostu olarak Türkiye’ye destek vermiş ve Türkiye’deki anti-Semitizm söylentilerinden giderek rahatsızlık duyan Yahudi grupları da dâhil – daha serbest davranmaktaydılar. Amerikan Yahudi Komitesi ise görüşmeyi “Sadece Batılı devletler değil, Birleşik Devletler’deki ve tüm dünyadaki Yahudi toplumu ve Türkiye’nin tüm dostları nezdinde ciddi hatalar doğuracak trajik bir hata” olarak nitelendirdi. 2006 senesinden itibaren İsrail’in özellikle Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği operasyonlarda Türkiye tarafından sert bir biçimde eleştirilmiştir.

2007 senesinden itibaren İsrail ve Suriye arasındaki görüşmelerin Türkiye’nin arabulucuğuyla başlaması, Ortadoğu Barış Süreci’nin en mühim ayaklarından birisi olarak görülen bir konunun çözüme kavuşturulması bakımından önem taşımaktaydı. Her iki tarafla da arası iyi olan Türkiye’nin arabuluculuk rolüne soyunmasının amacı Ortadoğu’nun en hayati sorunlarından birinin çözülmesinde anahtar rol üstlenerek bölgede büyük bir saygınlık kazanmaktı. Suriye’nin amacı ise Golan Tepeleri’ni geri almaktı. İsrail bakımından da Şam’ı, Tahran’dan uzaklaştırarak Tahran’ın etkinliğinin azaltılması ve Hizbullah ve Hamas ile İran’ın lojistik bağının kesilmesiydi. Gizli bir biçimde gerçekleştirilen bu barış görüşmeleri, Tel-Aviv’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelik başlattığı “Dökme Kurşun Operasyonu” dolayısıyla durdurulmuştur. İsrail Başbakanı Olmert’in Ankara ziyaretinden sonra gerçekleştirilen operasyonla kandırıldığını düşüncesinde olan Ankara’nın tepkisi çok sert olmuştur.

2009 yılının Ocak ayı başında Davos Zirvesi esnasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında Ortadoğu hakkındaki bir oturum esnasında yaşanan sert tartışma sonrasında Erdoğan’ın oturumu terk etmesi büyük bir krize yol açmıştır. One Minute vakası olarak bu diplomatik krizin ertesinde bu sene içinde iki taraf arasında birbirlerine yönelik yaptığı eleştiriler münasebetleri gergin bir hal almasına neden olmuştur.[4] 2009 yılının Ekim ayında meydana gelen diğer bir kriz ise 2001 yılından beri süren ve askeri anlaşmalar kapsamında Türkiye ve İsrail hava kuvvetlerinin iştirak ettiği Anadolu Kartalı Tatbikatı’na İsrail’in katılımının Türkiye tarafından iptal edilmesidir. Tatbikatın iptal edilmesinin askeri sebepler dolayısıyla olmadığının en önemli kanıtı Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesindeki açıklamadır. Bu açıklamada “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıllık planlı tatbikatlarından olan Anadolu Kartalı (AE-09/3) Tatbikatı 10-23 Ekim 2009 tarihleri arasında, Dışişleri Bakanlığı marifetiyle ilgili ülkeler arasında yürütülen temaslar neticesinde, uluslararası katılım ertelenmiş olarak Konya’da icra edilecektir” ifadeleri kullanılmıştır.

2010 yılında da bu iki ülke arasındaki ilişkiler krizler tarafından belirlenmiştir. İlk kriz, Türkiye’de yayınlanan Ayrılık adlı dizideki İsrail karşıtı tutum dolayısıyla İsrail’in tepkisini iletmek üzere Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u davet ettiği esnada Büyükelçi Çelikkol’u kendisinden daha aşağı seviyede bir koltuğa oturtarak ve elini sıkmayarak hakarette bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Danny Ayalon’un bu davranışı iki başkent arasında diplomatik bir krize sebebiyet vermiştir. Alçak Koltuk Krizi[5] olarak adlandırılan bu olaydan sonra Türkiye, bir süreliğine Tel-Aviv’deki büyükelçisi danışmalarda bulunmak üzere geri çağırmıştır. Böylelikle iki başkent arasındaki münasebetler gerilmiştir.

Esas büyük çaplı kriz 31 Mayıs 2010 tarihinde cereyan etmiştir. İnsani Yardım Vakfı’nın önderliğindeki bir grup eylemcinin Gazze’deki ambargoya dikkat çekmek amacıyla meydana getirdiği bir milletlerarası yardım filosunun İsrail hükümetinin isteğine karşın Gazze’ye yanaşma çabası büyük bir krize yol açmıştır. 

Yardım filosu henüz milletlerarası sulardayken İsrail komandoları tarafından gerçekleştirilen bir operasyonla gemiler kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.[6] 

Bu gemilerin içinden sadece Mavi Marmara gemisine yönelik çok sert bir müdahale gerçekleştiren İsrail ordusu, 9 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesine ve 7’sinin ağır 24’ünün de hafif yararlanmasına sebep olmuştur. Olayın ertesinde Ankara, BM Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırmış ve Tel-Aviv’i kınayan bir mesaj yayınlanmıştır. Konu hakkında bir BM soruşturması açılması kararı verilmiştir. Literatüre “Mavi Marmara krizi” olarak geçen olayın ertesinde, Ankara münasebetlerin normalleştirilmesi için birtakım şartlar sıralamıştır. 

Bunlar İsrail’in kamuoyu önünde Türkiye’den özür dilemesi, Gemilere saldırı konusunda bağımsız bir soruşturmayı kabul etmesi ve Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılmasıdır.

Yukarıda anlatılan çerçevesinde birtakım değerlendirmeler yapmak mümkündür. İsrail’in kurulmasının hemen ertesinde onu 1949 yılında ilk tanıyan 

Müslüman ülke Türkiye olmuştur. Soğuk Savaş parametreleri gelişen ilişkiler Soğuk Savaş’ın bitmesinin ertesinde özellikle askeri ilişkileri de kapsayan çok boyutlu bir hal almıştır. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de tek başına iktidar olması neticesinde Türk dış politikasındaki bazı parametreler  aynı kalmakla beraber Profesör Ahmet Davutoğlu’nun teorik çerçevesini ortaya koyduğu yeni bir dış politika uygulanmaya başlanmıştır. 

Bu dış politikada temel olan hususlar komşularla sıfır sorun, maksimum bütünleşme ve ritmik bir diplomasi takip edilmesidir.

AK Parti’nin içinden çıktığı İslamcı hareketin Batı dünyası ve İsrail’e karşı olan düşünceleri dikkate alındığında bu partinin İsrail’e yönelik nasıl bir politika takip edeceği herkes tarafından merak edilmiştir. Bu dönemde Türk-İsrail ilişkilerinde en fazla öne çıkan husus Filistin meselesidir. 

AK Parti hükümetlerinin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert söylemleri dikkat çekicidir. 

Hatta bu söylemler Batılı ülkeler ve Birleşik Devletler’deki akademisyenler ve politikacılar tarafından “Eksen Kayması” olarak nitelendirilmiştir. 

2006 yılında Hamas lideri Halid Meşal’in Türkiye’yi ziyaret etmesi, Türkiye gibi senelerden beri terörle mücadele eden bir ülkenin Batılı devletler ve 

Washington tarafından hazırlanan terör örgütleri listesinde yer alan bir örgütü ülkesine davet edip görüşmesi herkesi şoka uğratmıştır. 

Türkiye ise, Batı tarafından Filistin’deki seçimlere katılmasına izin verilen bir partinin seçimi kazanmasından dolayı dışlanmaması gerektiğini, onu daha ılımlı bir pozisyona çekmek için birtakım tavsiyelerde bulunduğunu söylemiştir.

2008’de İsrail’in Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği Dökme Kurşun Operasyonu, bozulmaya başlayan ilişkilerin üzerine adeta benzin dökmüştür. 

İsrail Başbakanı’nın ziyaretinin hemen ertesinde yapılan bu operasyondan dolayı Ankara, Tel-Aviv’i kınamıştır. 2009 yılında yaşanan One Minute Krizi, 2010 senesinde cereyan eden Alçak Koltuk Krizi ve Mavi Marmara Krizi ilişkileri gittikçe kötüleştirmiştir. 

Mavi Marmara Krizi sonrasında Türkiye’nin İsrail’den özür ve tazminat talepleri Tel-Aviv tarafından hala karşılanmamıştır. 

Diğer konularda da herhangi bir gelişme kaydedilememiştir.

Son zamanlarda İsrail tarafından Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye yönelik birtakım girişimler olmasına rağmen Türkiye özür ve tazminat taleplerinin yerine  getirilmesinin iki başkent arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için bir önkoşul olduğu temelindeki politikasını sürdürmektedir. İki ülke arasındaki mühim konulardan birisini de İran İslam Cumhuriyeti’nin takip ettiği nükleer program oluşturmakta dır. İsrail’e göre İran’ın nükleer program geliştirmesi engellenmelidir. Çünkü Tel-Aviv, Tahran’ın nükleer program geliştirmekteki amacının bu teknolojiyi sivil alanlarda kullanmak değil nükleer silah yapmak olduğu iddiasındadır. Nükleer bomba geliştirdiği takdirde Tahran’ın bunu ilk önce kendisine karşı kullanacağını savunan İsrail, İran’ın nükleer programının müzakere yoluyla durdurulamayacağı nı düşünmektedir. Tel-Aviv bu programı durdurmak için gerekirse İran’ın nükleer tesislerine askeri saldırı gerçekleştirme taraftarıdır.

Türkiye ise bu konunun diplomasi yoluyla çözülmesi taraftarıdır. Ankara’ya göre İran’ın nükleer programını sona erdirmek için bir askeri müdahale yapılmasının zaten karmakarışık olan Ortadoğu coğrafyasında daha da ciddi krizlere yol açacağı kanısındadır. Bir yandan İran’ı nükleer programı konusunda daha şeffaf ve işbirliğine dayalı bir politika izlemesi için ikna etme çabasında olan Ankara, diğer yandan da bu sorunun askeri müdahaleyle halledilmemesi için soruna taraf olan diğer ülkelerle Tahran arasında mekik diplomasisi yürütmektedir.

İki ülke arasındaki münasebetlerin en önemli unsurlarından birisi her iki başkentin de Washington’la olan müttefiklik ilişkilerdir. Washington’un Ortadoğu bölgesine yönelik izlediği politikalar açısından Türkiye ve İsrail çok önemlidir. Çünkü Washington, Ortadoğu’da gerçekleştirmek istediği politikalarla ilgili olarak bu bölgedeki devletlere bu iki ülkeyi model olarak sunmaktadır. Burada önemli olan bir başka husus ise, Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin bu ülkenin dış politikasında oynadığı roldür. Bu hiçbir biçimde akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçektir. Türkiye’nin Birleşik Devletler’de etkin bir lobisi yoktur. Kendisiyle ilgili Rum ve Ermeni lobilerinin getirdiği karar tasarılarına karşın Türkiye, İsrail lobisinin desteğine ihtiyaç duymuştur. 

Özellikle Ermeni lobilerinin baskısı sonucunda hazırlanan “Sözde Ermeni Soykırım İddialarının Kabul Edilmesi” tasarıları Ankara’nın girişimleri ve 

İsrail lobisinin çabalarıyla engellenmiştir. Fakat 2009 yılından itibaren yaşanan krizler neticesinde Birleşik Devletler’deki İsrail lobisi Türkiye’ye artık eskisi kadar destek vermeyeceğini ilan etmiştir.

Sonuç olarak ilişkiler şu anda iyi bir durumda değildir. Bu ilişkilerin mevcut durumuyla ilgili olarak Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu tarafından  çıkarılan Analist dergisinin Kasım 2012 sayısında Chicago Üniversitesi profesörlerinden ve uluslararası ilişkilerde yapısal realizm teorisinin en önemli kuramcılarından birisi olan John J. Mearsheimer’la yapılan röportajdaki tespitler kanımca durumu çok iyi bir biçimde özetlemektedir.[7] 

Mearsheimer’e  göre mevcut noktada ve geçtiğimiz birkaç yıl süresince Türkiye-İsrail münasebetlerinin kötü olduğu açıktır. Mearsheimer’e göre bundan sonraki süreçte iyileşme olasılığı oldukça düşüktür. Bu durum kısmen Mavi Marmara olayından kaynaklansa da esasen İsrail’in Filistinlilere yönelik tutumundan ileri germektedir. İsrail, Filistinlilere bu denli kötü muamelede bulunmakta ısrarcı olduğu sürece ne Türkiye ne de Ortadoğu’daki bir Müslüman ülke için İsrail’le dostça ilişkiler geliştirmek mümkündür. Mearsheimer’e göre Ankara’nın Tel-Aviv’den uzaklaşma politikasının zamanını yanlış hesaplamış olması ihtimali sorgulanabilir. Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin, karar alıcıları, Ankara’nın cezalandırılması doğrultusunda zorlayacağı için Türkiye’nin İsrail’den  uzaklaşmak ta hata ettiğini düşünenler olabilir. Ancak bu eleştiriler, Ankara’nın Tel-Aviv’e karşı yaptırım ve pazarlık gücünü dikkate almıyor.

Burada üzerinde durulması gereken iki faktör bulunuyor. Birincisi, Washington Ankara’ya gereksinim duymaktadır. Birleşik Devletlerin Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar yaşadığını ve bu sebeple mümkün olduğunca dost edinmeye çalıştığını belirten Mearsheimer, Washington’un bu noktada en son isteyeceği şeyin Türklerle arasını bozmak olacağının altını çizmektedir. Durum böyleyken, İsrail veya İsrail lobisi Türkiye’ye sert davranması hususunda Washington’a baskı yapsa bile Amerikan hükümeti Ankara’ya duyduğu gereksinim neticesinde bu amacına ulaşamayacak tır. İkinci faktör ise İsrail’in Türkiye’ye karşı sert bir tutum takınmaması olarak ifade edilebilir. İsrail aslında Türkiye’yle münasebetlerini daha da kötüleştirmeyi değil iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzulamaktadır. İsrail ve lobi, Ankara ve Washington münasebetlerini eski günlerine döndürmek istemesinin sebebi, Tel-Aviv’in de aynen 

Washington gibi Ankara’ya gereksinim duymasından ileri gelmektedir. Ankara’nın sahip olduğu pazarlık gücü sayesinde Ankara’ya Tel-Aviv’le münasebetlerinin bozuk olmasından dolayı Washington tarafından herhangi bir bedel ödetilmediğini vurgulayan Mearsheimer, aksine İsrail’e karşı durmaya istekli birkaç ülkeden biri olduğundan ötürü Ankara’nın kahramanca bir rolü oynuyormuş gibi göründüğünü ifade etmektedir.

Sina KISACIK

[1] Tayyar Arı, Liderler, Kanaat Önderleri ve Kamuoyunun Gözünden Yükselen Güç Türkiye-ABD İlişkileri ve Ortadoğu, Bursa: MKM Yayıncılık, 2010, ss. 118-120.

[2] Serhat Erkmen, “Türkiye-İsrail İlişkileri: Stratejik İşbirliğinden Sorunlu ya da Zorunlu İlişkiye”, içinde 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci (ed.), Ankara: USAK Yayınları, 2011, s.93.

[3] Philip H. Gordon, Ömer Taşpınar, Winning Turkey How America, Europe, and Turkey Can Revive A Fading Partnership, Washington: Brookings Institution Press, 2008, s. 33.

[4] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail/Filistin ve Suriye Politikası 2009” içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2009, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Muhittin Ataman (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 130-133.

[5] Daha fazla bilgi için lütfen bakınız, Bilal Karabulut, “Alçak Koltuk Krizi”, içinde Türk Dış Politikasında 41 Kriz, Haydar Çakmak (ed.), Ankara: Kripto Yayınları, 2012, ss.375-383.

[6] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail ve Suriye Politikası 2010”, içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2010, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Mesut Özcan (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 111-115.

[7] Daha fazla ayrıntı için bakınız, Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Mearsheimer ile Mülakat. “İsrail, Türkiye’nin Stratejik Rakibi Olacak Güçte Değil!”, Mülakat: Osman Bahadır Dinçer ve Reyhan Güner, Analist, Kasım 2012, ss. 28-31.


http://politikaakademisi.org/2012/11/12/turkiye-israil-iliskilerinde-duzelme-mumkun-mu/


***