Irak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Irak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2020 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 2



VI. İRAN PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE İRAN İLİŞKİLERİNİN ANLAMI- 
DR. ARZU CELALİFER EKİNCİ 

    Ben biraz da Türkiye İran ilişkilerine İran nasıl bakıyor bu ilişkilerin İran açısından anlamı ne onu açmaya çalışacağım. Bunu yapmadan önce kısa bir giriş yapacağım. Bazı noktalarda bayram Hoca ile örtüşebilir ama kısaca hatırlatmak gerekirse Türkiye İran ilişkileri Atatürk döneminde başladı soğuk savaş döneminde evirildi ivme kazandı ancak 1979’da İslam Devrimi’nin gerçekleşmesi sonrası ilişkiler bir miktar duraksama ve gerileme noktasına geçti ve zaman zaman ikili ilişkiler gerilimlere sahne oldu. İran Devrimi ile birlikte ortaya çıkan ideoloji farkı iki ülkenin yeri geldiğinde birbirine anti tez olarak kullanma noktasına gelmesine sebebiyet verdi. Bir anda Türkiye İran’ı İslam Devrimi ihraç etmekle köktenci grupları desteklemek ve PKK’ya destek vermek gibi konularda suçlarken İran da rejim muhaliflerini Türkiye’nin kendi topraklarında barındırması ve suçlularla ilgili İran’la işbirliği yapmaması hususunda suçluyordu. Ve daha önce de belirtildiği gibi; bir noktada bir dönem büyükelçilerin geri çekilmesine kadar geldi ilişkiler. Fakat Sovyetlerin yıkılması sonrasında ve özellikle İran’da pragmatik cumhurbaşkanı Rafsancani’nin başa geçmesi sonucunda ilişkilerde özellikle ekonomik ilişkilerde iyileşme ve işbirliği başladı. Fakat diğer yandan Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde de bir rekabet söz konusu olmaya başladı. Turgut Özal dönemine Turgut Özal’ın çok taraflı politikasıyla gelişmeye başlayan ikili ilişkiler Necmeddin Erbakan döneminde farklı bir noktaya geçti ve farklı bir sayfa açıldı ilişkilerde çünkü Erbakan İran 
yönetimini kendine daha yakın hissediyordu. 2002 yılında Ak Parti hükümetinin başa geçmesiyle ilişkiler çok daha farklı bir noktaya geçti. Başbakan Erdoğan döneminde ilişkiler çok hızlı bir şekilde yükselen bir trend izlemeye başladı ve bu dönemi değerlendirirken de ben iki döneme ayırmayı faydalı buluyorum. 2002-2010 yılları arasındaki dönem ve 2010 yılı yani Arap Baharı’nın olduğu dönemden günümüze kadar ki dönem. 

1. Dönem ilişkilerine baktığımızda yani AK Partin’nin yönetime geçmesi ve Arap Baharı sürecine kadar olan dönemde ekonomik siyasi ve güvenlik konularında ikili ilişkilerin her anlamda karşılıklı olarak geliştiğini söyleyebiliriz. Ticaret ilişkilerinde ticaret hacminin artması, Türkiye’nin İsrail’e karşı izlediği politikanın ilişkilere yansıması, Türkiye’nin İran nükleer krizi hususunda İran’dan yana bir tavır takınması ve uluslararası platformda İran nükleer krizinin kimi zaman hamiliği noktasına gelmesi, petrol doğalgaz alanında işbirliği yapılması, Kürt ayrılıkçı hareketlerine karşı imzalanan güvenlik protokolleri ve Türkiye’nin tek taraflı ABD yaptırımlarına destek vermemesi ve son olarak da iki ülkenin birbirlerinin iç işlerine müdahale etmemeleri hususunda gösterdikleri hassasiyetler bu dönenim altın çağı olarak değerlendirmesinin temel faktörleri olarak sayılabilir. Tabi burada önemle belirtilmesi gereken husus İran’ın Türkiye’ye bakışında ki güvensizliğinde önyargının aşılmasında bir takım faktörlerin daha önde olduğu ve belirleyici olduğunu söylemek gerekiyor. Neydi bunlar? Ak Parti hükümetinin her ne kadar laik bir Türkiye yönetiyor olsa da İslami kökene sahip olması birinci nedendi. Ve ikinci nedene baktığımızda bu tarihe kadar Ortadoğu olaylarına uzak ve batıya yakın dış politika izleyen 
Türkiye’nin artık yeni bir dış politika izlemeye başlaması ve bunun paralelinde bölge meseleleriyle daha fazla yakından ilgileniyor olması hatta müdahil oluyor olması ayrı bir faktördü. Diğer önemli faktöre baktığımızda ise Türkiye’nin İsrail konusunda takındığı tavır oldu ki bu önyargının aşılması ve İran’ın Türkiye’ye daha da ısınmasında en önemli nedenlerden bir tanesi oldu. 

    Bütün bunlar artık Türkiye’nin batıdan daha bağımsız politikalar izleyebileceği fikrini İran’da uyandırmıştı ve bunun ispatlanmış örnekleri vardı. Neydi bunlar? Mesela 1 Mart Tezkeresi. İran nükleer krizinde Türkiye’nin takındığı tavır, yaptırımlar hususunda Türkiye’nin gayet net ve sert durması bunun örnekleriydi. 

    Şimdi gelelim ikinci döneme yani Arap Baharı ve günümüze kadar geçen döneme. Burada belirleyici iki faktörden bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi; Arap Baharı faktörü, ikincisi ise NATO Füze Kalkanı Projesidir. Arap Baharına baktığımızda altın çağlarını yaşayan ikili ilişkilerin beklenmeyen bu süreçle birlikte ciddi anlamda yara aldığını gördüğümüz bir dönem. Olayların  başlangıcında Arap ülkelerinde gelişen olaylara benzer tepkiler gösteren iki ülke iş Suriye’ye gelince tamamen dağılma noktasına geçtiler. Çünkü ikisinin de olaya bakışları politikaları ve hedefleri farklıydı. İran Esad rejiminin kalmasını ve yapılacak reformların dış müdahale olmaksızın gerçekleşmesini savunuyordu. Bunun bir yandan da varlığını sürdürme mücadelesi olarak gördüğünden tüm kapasitesini Suriye’ye yönlendirdi ve Rusya’yla ortak hareket ederek Esad 
yönetiminin ayakta kalması için desteğini sürdürdü. Türkiye ne yaptı? Esad rejimini reformlar hususunda ikna edemeyeceğini anlayınca Esad rejiminin gitmesi gerektiği hususunda ciddi şekilde ısrarını devam ettirdi. Ve karşı kampı aktif şekilde desteklemeye başladı. Bu noktada iki ülke arasındaki gerilim arttı ve açıklamaların tonu giderek sertleşmeye başladı iki ülke arasında. İran 
Türkiye’yi Suriye’ye karşı düşmanca tavır takınmak ve Türkiye’nin bölgesel politikasını kendi bölgesel politikasına aykırı ve batının hedef ve stratejilerine paralel hareket etmekle suçlamaya başladı. Arap ayaklanmaları aslında bölgenin iki büyük devleti olarak hem Türkiye hem İran için tehdit ve fırsatları beraberinde getirmişti. Artık her iki taraf da ulusal çıkarları doğrultusunda farklı 
ülkelerdeki hareketlere yönelik birbirleriyle çelişen çatışan tutumlar sergileyebiliyorlardı. Fakat Suriye konusunda işler çok ciddiydi çünkü hiçbir taraf geri adım atmıyordu. Türkiye’nin Suriye politikasının İran’la çelişmeye başladığı yıllarda bu sefer İran’daki şahinler yani ultra muhafazakârlar bu durumu fırsat bilip Türkiye’yle ilişkilerin gözden geçirilmesi gerektiğini Türkiye’nin asıl hedefinin kendi yönetim modelini Arap ülkelerine uygulamak olduğunu ve en 
nihayetinde bölge liderliğini hedeflediğini ileri sürdüler ve Türkiye’yle ilişkilerin anlamsız olduğunu baştan söylediklerini ve bunun bu şekilde olması gerektiği hususunda elleri güçlendi. 

Farklı ağızlardan farklı açıklamalar gelmiş olmasına rağmen asıl önemli olan dini liderin bu husustaki görüşüydü ve 2002 yılında başbakan Erdoğan’ın İran ziyareti sırasında Hamaney’in sarf ettiği sözleri hatırlamış olmak belki faydalı olur. Hameney; İran İslam Cumhuriyeti Türkiye’yle ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğine katiyetle inandığını belirtti. Ne zaman iki ülke farklı hususlarda aynı tarafta yer almış ve birbirleriyle işbirliği yapmışlar ise hem İran’ın hem 
Türkiye’nin hem de İslam âleminin lehine sonuçlanmıştır. Tabi bunu söylerken ABD’nin Suriye hususunda hiçbir planına dâhil olmayacaklarını dış güçlerin Suriye’ye müdahil olmalarına karşı olduklarını ve bölge ülkelerinde doğru kararlar alacağını umduklarını eklemeyi de unutmadı. 

Burada ki mesaj çok açıktı; kırmızıçizgimiz belli Suriye bizim kırmızıçizgimizdir onun haricinde 
    Türkiye ile bir sorunumuz yok. Neyse ki 2013 yılında Türkiye’nin Suriye politikasında esneme olması tansiyonun biraz daha düşmesini sağladı. Türkiye’nin tonu biraz daha düşürünce bu sefer o gerilim biraz daha azaldı. Ve Suriye meselesinin aslında şöyle iki sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 
Bir, İran kırmızıçizgisini ikili ilişkilerde net bir şekilde ortaya koydu. İkincisi Türkiye Ortadoğu politikası hususundaki kapasitesinin sınırlarını öğrenmiş oldu. Bu nedenle Suriye’nin böyle iki önemli sonucu var. Her iki tarafın da aslında bildiği bir gerçek var fakat bütün bunlar devam ederken; Arap ülkelerindeki hareketler sonucunda Arap dünyasında oluşan boşlukları ancak birileri 
işbirliği yaparak anlamlı bir şekilde doldurabilirdi. Mevcut bölgesel konjonktürde iki ülkenin çıkarları göz önünde bulundurulduğunda ancak işbirliği bir sonuç yaratabilirdi ve tek başlarına yapacakları hareketler bir şekilde anlamsız kalacaktı. İki tarafta bunun farkında aslında. Çünkü birisinin yapacağı hareket diğerine çelme takma anlamında olacak ve hiçbir yere varmayacak. 

    NATO Füze kalkanı projesine baktığımız zaman aslında gerginliğin bir diğer önemli nedeninin bu olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Türkiye İran lehine bu hususla ilgili çok uğraş vermiş olsa da bu plan dâhilinde, İran ismini çıkartmış olsa da ve İran’da bunun farkında olmuş olsa da nihayetinde bulunduğu, konum NATO üyeliği batıyla ittifakı göz önünde bulundurulduğunda en sonunda buna evet demek durumunda kaldı. Fakat yine ne oldu? Yine; şahin kesim çok sert bir şekilde açıklamalar yapmaya başladı ve Türkiye –İran ilişkileri askeri alandan 
diplomatik alana kadar farklı yorumlara maruz kaldı. Farklı yorumların olduğunu söyleyebiliriz; kimileri Türkiye’nin bu konudaki çabalarını hatırlatırken kimileri de bakın sizle daha iyi ilişkiler kurup nükleer müzakereler gibi çok hassas bir konuya müdahil ettiğiniz Türkiye bu işte sonunda rengini belli etti yorumunu yaptı. Bazı resmi ağızlardan istenmeyen açıklamalar oldu ancak İran siyasetini takip edenler İran’da farklı kesimlerden gelen açıklamaların dini liderin de desteği olmaksızın bir anlam ifade etmediğini çok iyi bilirler. Neyse ki iki ülke Dış İşleri Bakanları bu krizi ve söylemleri çok iyi şekilde idare etti ve gerginlik büyük bir krize dönüşmedi. Tabii NATO füze kalkanı projesi ile ilgili ilginç diğer bir iddia da şu idi; Türkiye İran ilişkileri 2002-2010 yılları arasında altın çağlarını yaşadı. Ciddi anlamda ivme kazandı. Bundan rahatsız olan ABD, Türkiye İran ilişkilerine bir şekilde sekte vurmak ve İran’ın Türkiye’ye bu stratejik yakınlaşmasının asıl 
sebebinin yaptırımları aşıp izolasyonu kırmak olduğunu bildiği için bir şekilde ilişkileri zedelemek istediği için bu projeyi ortaya attı şeklinde de bir iddia olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Tabi bazılarına göre de Suriye konusunda İran’la Türkiye ihtilafa düştükten sonra Türkiye projeye evet demişti. 

    Şimdi tüm bu gerginlikleri bir kenara bıraktığımızda neden iki ülkenin karşılıklı ilişkilerde çatışmaktansa işbirliğini tercih etmek durumunda olduğunu değerlen direcek olursak ekonomik kültürel ve siyasi açıdan farklı nedenlerin olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman gerilip bazen kopma noktasına gelen iki ülkenin ilişkileri normal seyrine döndürme ve birbirini idare etme konumunda olduğunu ve bu tecrübeye sahip olduğunu da biliyoruz. Şimdi faktörlere çok kısaca 
bakacağım; ekonomik açıdan baktığımızda ekonomik ilişkiler esasında İran Irak savaşı döneminde çok verimli bir şekilde artmaya başladı. Çünkü; Türkiye’nin istikrarlı petrol alımına ve trampa usulü çalışabileceği yeni bir pazara ihtiyacı vardı. İran’ın da bu savaş sırasında ithalatı güvenli ve sürekli bir biçimde gerçekleştireceği bir ülkeye ihtiyacı vardı. Dolayısıyla bu karşılıklı ihtiyaç iki 
ülkenin o dönemlerde birbirine karşı duyduğu güvensizliği bir kenara bırakıp dondurup bunları bir krize dönüşmesine engelleyip işbirliğine çevirmesine neden olmuştu. Dolasıyla; 1985 yılı itibarı ile iki ülke arasında ticaret hacmi zirve noktaya ulaştı. İkili ticaret anlaşmaları imzalandı, 1996 yılında da bugüne kadar devam eden doğalgaz anlaşması imzalandı. Ve biraz önce Bayram Hoca’nın da bahsettiği gibi 900 milyon dolar civarında olan ticaret hacmi bugün 23 milyar dolar civarında ki bu azımsanamayacak bir oran. Bunun 4 milyar doları enerji haricindeki ticaret. Tabi bu ilişkilerin lokomotifi enerji işbirliği ekonomik ilişkilerden söz ederken bunu geçemeyiz. Bu konuda her iki ülkenin de karşılıklı olarak birbirine muhtaç olduğunu söylemek durumundayız. 

Türkiye enerji çeşitliliği ve devamlılığı politikası çerçevesinde ve enerji tüketicisi bir ülke olarak coğrafi yakınlık itibarı ile de böyle bir ülkeye ihtiyaç duyuyor. İran ise milli gelirinin yüzde 80’ininden fazlası enerjiye bağımlı bir ülke olarak enerji üreticisi bir ülke olarak bu kadar yakına enerjisini ihraç edebileceği ve Avrupa pazarına açılabileceği bir ülkeye ihtiyacı var dolayısıyla bir karşılıklılık ihtiyacın dan bahsediyoruz. Tabi Türkiye’nin İran açısından bir diğer anlamı da İran ’ın siyasi inzivadan kurtulma ve yaptırımları delme fırsatı yakalamış olması. Çünkü Türkiye sadece BM Güvenlik Konseyi yaptırımlarıyla bağlı olduğunu söylemiş ve başından beri tek taraflı yaptırımları uygulamamıştır. Diğer taraftan ise; bu tek taraflı yaptırımlar paralelinde körfez ülkeleri de etkilendi ve çok yoğun olarak Birleşik Arap Emirlikleri’nde faaliyet gösteren İran şirketlerinin 
kapanması söz konusu oldu. Bunlar kapandıktan sonra en yakın nerde açılabilir lerdi ? Son 2 3 yıl içerisinde; İstanbul’da hızla açılan ve ticaret alanında ciddi ivme kazanan İran şirketlerinin sayısı da malum. Uluslararası para transferiyle ilişiği kesilmeye çalışılan İran’ın Türkiye sayesinde altın yoluyla ticaretini gerçekleştirmeye çalışması tabi diğer bir gerçek. 

    Şimdi kültürel sosyal açıdan baktığımız zaman; İran halkının Türkiye hakkındaki görüşlerinin son 15 yıl içerisinde ciddi anlamda bir değişim gösterdiğini görüyoruz. Çünkü İran’da yasak olmasına rağmen kullanılan çanak antenler sayesinde Türk kültürüyle tanışma fırsatı bulmuşlar ve bu vesile ile çok ciddi bir İranlı turist nüfusu Türkiye’yi ziyaret ediyor ve geçen yılki İranlı turist sayısının yaklaşık 2,5 milyon civarında olduğu söyleniyor. Aynı şekilde İran’a yapılan turistik turlar da artış göstermiş vaziyette. 

Son olarak siyasi açıdan baktığımız zaman; en önemli konu olarak İran nükleer kriziyle başlamak istiyorum. Çünkü İran’ın 2003 yılından itibaren siyasetin en önemli konusunu İran nükleer krizi oluşturuyor. Türkiye’nin bu husustaki resmi politikası başından beri aynı çizgide devam etti. İran’ın barışçıl nükleer programını destekliyoruz hiçbir ülkenin nükleer silahlara sahip olmasını istemiyoruz ve krizin diplomatik yollardan çözülmesi için elimizden gelen her şeyi yapacağız şeklinde bir açıklama yapıldı ve bundan da hiç sapmadı. Bu durum ikili ilişkilerde önemli bir lokomotifti. Bununla da kalmayıp Türkiye İran nükleer krizi müzakerelerine ev sahipliği yaptı ve müzakerelerin tıkandığı noktalarda yeniden başlanması için kolaylaştırıcı rol oynadı. Hatta 
daha da ileriye gidip Türkiye; Brezilya ile işbirliği içerisinde Tahran Deklarasyonlarının imzalanması gibi bir başarıya da imza attı. Burada artık kolaylaştırıcı rolden arabulucu olma rolüne evirildi. Bu Deklarasyon büyük bir başarıydı çünkü İran içerisinde Türkiye’yle ilişkilere şüphecilik ve rekabet perspektifinden yaklaşan ve Türkiye’nin böylesi önemli bir konuda diplomatik bir puan kazanmaması gerektiğini düşünen kesimler vardı. Fakat buna rağmen İran ikna edilebilmiş ve gerçekten o zaman çıkış kapısı olabilecek çözüm modeli ortaya konulmuştu. Peki ne oldu da bu kadar takdir edilmesi gereken bir plan tenkitle karşılandı. İran’a karşı bir yaptırım kapıdaydı yaptırım kararı ve İran’a Türkiye’nin Tahran Deklarasyonunu masaya koyması bunu sekteye uğratabilirdi. Çünkü İran konusunda yaptırım kararının alınabilmesi için batı ülkelerinin haricinde Rusya ve Çin’in ikna edilmesi gerekiyordu. Bu zaten çok uzun süreli bir şeydi nerdeyse bir yıl kadar onları ikna etmekle uğraşıyorlardı. Son dakikada böyle bir şey çıkmış olmasına son derece sinirlenmişlerdi. Velhasıl kelam plan işe yaramadı ve yaptırım kararı oylandı. Brezilya ile Türkiye buna hayır dediler ve bu çok önemli bir gelişmeydi. Amerika ve Avrupa’yla ilişiklerine rağmen 
Türkiye’nin yaptırım kararına hayır demiş olması aslında kendisi açısından çok büyük bir riskti. 

Bunu yapmalı mıydı? Naçizane kendi fikrim evet bunu yapmalıydı. Çünkü Tahran Deklarasyonunu yaşatacaktı. Madem böyle bir süreci başlatacaktı evet bunu devam ettirmeliydi. Türkiye müdahil olmalı mıydı? Evet, müdahil olmalıydı eğer bu bölgede yaşıyorsan, bu bölgede İran nükleer krizi gibi yanı başında bir ülkede bu kadar önemli bir olay gerçekleşiyorsa ve gerek yaptırım kararları gerek olası askeri müdahale durumunda her şeyin ucu sana dokunuyorsa bu krize müdahil olup bir şekilde elinden geleni yapmalısın ve Türkiye de yapması gerekeni yaptı. İran açısından baktığımızda; İran’ın bu konuya en nihayetinde sıcak yaklaşmasının bir nedeni konjonktürel gereklilikten kaynaklanıyor. Gittikçe köşeye sıkıştırılmaya çalışılan İran’ın Müslüman bir bölge ülkesi ve batıyla iyi ilişkileri olan bir ülkeyle bu yola çıkması çok mantıklıydı. İran da bu şekilde ikna oldu ve bahsettiğim faktörler dolasıyla Türkiye’ye karşı ön yargılarını da kırmıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin krizin çözümlenmesi hususundaki samimiyetine inanıyordu. 

Diğer önemli bir mesele de güvenlik meselesi. İran ile Türkiye’nin PKK ve onun uzantısı PEJAK gibi bir sorunları var. Her ne kadar Irak konusunda farklı yaklaşımları olsa dahi ikisinin de farklı bir hedefi olduğunu biliyoruz. Nedir bu ırak bütünlüğünün korunması ve sağlanması. Benzer bir dava Suriye’deki Kürtlerle ilgili olarak Suriye’de de devam ediyor. Dolayısıyla Suriye hususundaki ihtilafları konusunda da baktıkları zaman orada da Kuzey Iraktakine benzer bir 
oluşumun kapıda olduğunu gördüklerinde daha fazla bu ayrışmayı devam ettirmeyip en azından ortak bir noktada buluşup sorunun çözümlenmesi gerektiğinin farkına varmışlar gibi görünüyor. 
PKK ve PEJAK gibi bir sorun İran-Türkiye hatta Irak ve Suriye işbirliği olmaksızın çözülecek bir konu değil. Gerek bölgenin coğrafi özellikleri dolayısıyla gerekse siyasi açıdan işbirliğini gerektiren bir mevzu. Dolayısıyla ortak çıkar konuları göz önünde bulundurulduğunda Türkiye İran ilişkilerinin bir şekilde devam etmesi gerektiğine ve ikisinin de güvenliklerinin birbirleriyle yakından ilişkili olduğunun farkında olduklarını söylemem gerekiyor. Birinde meydana gelecek olan tehdit hiç şüphesiz diğerini de etkileyecek. Dolayısıyla bunu akılda tutarak hareket ettiklerini söylemenin de yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ve bazı uzmanların ekstrem yorumları ve yargılarına rağmen bölgede İran ve Türkiye birbirlerini ciddi tehdit olarak algılamıyorlar. Ama bölgesel nüfuz hususunda birbirlerini rakip olarak gördüklerini söyleyebiliriz. Ve son tahlilde de ilişkilerini ideolojiyi karıştırmadan pragmatik çizgide hareket etmeyi bugüne kadar başarabildiklerini bunun için de daha öncede bahsettiğimiz faktörlerin olduğunu ve bunlarında çok 
geçerli faktörler olduğunu söyleyebiliriz. 

Teşekkür ederim. 

VII. SORU/CEVAP - KAPANIŞ 

Soru 1: 
İran Açısından baktığımızda Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle ilişkisi nasıldır? 

Soru 2: Brzezinski “Büyük Satranç Tahtası”nda bir tezi var. 20. yyda Avrasya’ya hâkim olmak gerekir, Avrasya’ya hâkim olmakla ilgili de bazı teoriler var. Ondan sonra da ABD’nin Avrasya’yı yönetebilmesi için iki seçeneği var, biri bütün stratejik noktalarda kendine askeri alanlar tesis etmesi gerekiyor, ikinci seçenek 
de bazı bölgesel güçleri kullanarak diğerlerine karşı onları böylece engellemek olacağını söylüyor. 
Bu bağlamda ABD’nin ikincisini tercih ettiğini öne sürüyor. Örnek olarak Rusya’ ya karşı Avrupa Birliği’ni, Çin’e karşı da Japonyayı desteklediğini söylüyor. Türkiye-İran ilişkilerini de bu bağlamda değerlendirebilir miyiz? 

Soru 3: Başbakan Erdoğan’ın İran gezisinden sonra, Türkiye’nin İran’a son yaklaşımı ve Türkiye’nin bundan sonra Ortadoğu’da hangi çizgide hangi yönde tavır alacağını çok merak ediyorum. Bu konuda bir değerlendirme yapabilir misiniz? 

Cevap - Mehmet Şahin (MŞ): Ben İran’ın bu 5+1 sonuç verirse İran’ın inanılmaz bir şekilde atağa geçeceğini düşünüyorum. Sebebi de şu, İran’a Bayram hocayla Eylül ayında 5-6 günlük bir ziyaret yaptık, şöyle söyleyeyim İran’ın çok önemli iki kaynağı var; bunu kullanırsa doğumuzda hızlanan bir süreç görürüz. İran’ın 
İran dışında 79’dan sonra çıkan inanılmaz yetişmiş bir insan kaynağı var. Ben bunu birkaç konferansta söylediğim için rahatlıkla söyleyebilirim. Birkaç gün önce biliyorsunuz İran’da dışarıya giden insanların İran’a gelmeleri konusunda İran’dan bir açıklama yapıldı. ABD’ de Avrupa’da hem fizik, kimya ve teknik 
bilimlerde hem de sosyal bilimlerde İran’ın dışarda yetişmiş Euro Minds dediğimiz dünyayı iyi tanıyan bir insan kaynağı var. Bir tanesi de bizimle aynı masada oturuyor şuanda Arzu Hanım onu da belirtmek isterim. 

Bu konuda ben İran’ın bundan sonraki süreçte çaba göstereceğini düşünüyorum. İkincisi de enerjisini satabilirse, bu iki kaynak İran için en önemli stratejik kaynaktır. Yalnız dışardaki insan kaynağının en az enerji kadar önemli olduğunu düşünüyorum çünkü içerideki devleti yöneten kitle çok ideolojik. Yani o ideolojik kesimin halkla ilişki kurmasında bazen kopukluk olabiliyor. Otuz küsur yıl ideolojiyle yatıp kalkıyorsunuz bir korku taşıyorsunuz ama dışardaki insanlar öyle değil. Dışardaki insanlar dünyayı çok daha iyi biliyorlar. Özal’ın yaptığı gibi bu kitleyi çekebilirse İran’ın hızlı bir kalkınma sürecine gireceğini söylemek 
mümkün. 

Bence Türkiye’nin İran ilişkilerini değerlendirirken ortak cevap vermek istiyorum, şu şekilde bakmak lazım; sürekli rekabet üzerinden değerlendirmek belki benim aldığım eğitime yakışmıyor gibi geliyor. Çünkü ben stratejik açıdan bakmıyorum yani ben asker değilim, yani çok hoşuma gitmiyor bu bakış açısı yani sürekli karşımdakini düşman görmek. İran’la Türkiye birlikte yaşamak zorunda. Şimdi yakın coğrafyama bakıyorum, İran’la Türkiye’nin sürekli rekabet üzerinden bir ilişki içine girmesi, İran’ı da bitiriyor Türkiye’yi de bitiriyor. Bunun da bölgeye çok kötü bir yansıması oluyor. Gördüğüm kadarıyla İran’daki rejim de artık batıyla barışırsa ve bu süreçte kendini güvende hisseden rejimlerle ilişki kurması (ABD ve Türkiye gibi) açılım yapması esnemesi önemli. Bunu bölgesel anlamda, iç politika anlamında da söylüyorum ama, ben iki ülkenin de artık esneme sürecine gireceğini, sorunlar olsa da birlikte ilişki yürütebilme becerisini gösterebileceklerini düşünenlerdenim. Bunun hem Türkiye açısından hem İran 
açısından hem de bölge açısından çok ciddi sonuçları olacağını düşünüyorum. 

Bir de bölge çalışanlarda şöyle bir hata var; işte genelde Şiilik ve Sünnilik üzerinden bir değerlendirme yapıyorlar. Bunun çok kategorize eden ve yanlış bir bakış açışı olduğunu düşünüyorum açıkçası. Şöyle diyorlar; dünyada 2 milyar 
Müslüman var bunun %10 u Şii %90 ‘ı da Sünni’dir. O açıdan İran ın etkisini az gibi görüyorlar, bu o kadar yanlış bir bakış açısı ki… Şunun için söylüyorum, Sünni Müslümanların çoğu uzak Asya’da Türkiye’nin yakın coğrafyasına baktığımız zaman Şiilerle Sünni nüfusun birbirine çok yakın olduğunu görüyorsunuz. İran, Irak, Suriye, Lübnan çerçevesine değerlendirirseniz aslında iki gücün hem nüfus açısından hem kaynak açısından hem de bölgesel etkisi açısından birbirine çok yakın bir güçleri olduğunu görüyoruz. Bence Almanya ile Fransa arasındaki ilişki burada örnek olabilir. Sürekli Almanya ve Fransa arasındaki didişmenin Avrupa’ya ne getirdiğini herkes gördü. O açıdan sürekli Türkiye ve İran arasındaki didişmenin bölgeye ne getireceğini de herkes zaman zaman gördü ve görür ilerde. O açıdan bence bunu tatlı bir rekabet olsa da işbirliği yapılmasının bölgesel açıdan ve iki ülke açısından daha faydalı olacağını düşünüyorum. Burada ilk kez bir şey keşfetmiyoruz aslında Türkiye bunu çözdü, Türkiye Rusya’yla ilişkisine benzer bir ilişki tarzı kuruyor İran’la. Suriye konusunda da Rusya’yla kötüyüz ama ticaret ortaklığı konusunda Rusya ikinci durumda ve her gecen gün artan bir ilişkimiz var. İran’la da buna benziyor Türkiye’nin ilişkisi. Tamam, siyasi olarak bir rekabet var ama bölgesel konularda ve ikili ilişkilerde alıp yanına çıkartan bir politika takip edilmekte. Daha 
doğrusu ideolojik yaklaşımdan pragmatik yaklaşıma yaklaşılması bence bölge açısından çok çok önemli. Şimdi sorunlara da bakalım. 

1) Irakta ciddi sorunlar var. Suriye’de sorunlar var. Lübnan’da sorun var. 
Bugün yeni çıkan sorunu düşünmüyorum çünkü benim alanıma girmiyor orası, Ukrayna’dan bahsediyorum. Irak’ta Suriye’de İran ve Türkiye’nin dışında olduğu çözüm süreci ne sonuç verir? Yani hiçbir sonuç vermez. 

Türkiye kalkıp ben Suriye’deki bu sorunu ben tek başıma çözerim derse çözemez, İran da ben bunu tek başıma kanalize ederim derse edemez. Türkiye’nin yakın çevresinde, ki bu İran’ın da yakın çevresi oluyor, 
iki ülkenin işbirliği yapmaları zorunlu olarak veya isteyerek (bazen zorunlu olarak yaparsınız bazen isteyerek) iki ülkenin razı olmadığı bir sorunda ben sonuç alınacağını düşünmüyorum. Bu şekilde bakmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. 

Soru: Kurumsal İlişki kurulabilir mi acaba? 

Cevap – MŞ: Kurumsal ilişkinin kurulabileceğini düşünüyorum çünkü daha çok batıyla ilgili bu şeye bağlı yakın dönemde kurumsal ilişki tarzına döneceğini düşünmüyorum. Bu gündeme gelirse Şangay da gelir. Aslında Türkiye ve İran arasındaki ilişkinin olmaması sorun olması değil. Veri çok basit: enerji çıktığı zaman 75 milyonluk İran 75 milyonluk Türkiye 98 yılında bayram hocanın dediği gibi 600 milyon dolarlık bir ticaret hacmi, bugün sadece şu rakamı verseniz aslında dış politika yorumu yapabiliriz. Bu ülkeleri bölgesel güç tarzında tanımlayabiliriz, hatta aralarında 600 milyon dolar ticaret hacmi bulunan bu iki ülke arası ilişkileri nasıl yorumluyorsunuz diye sorulsa, ben derim ki bu iki ülke arasında ilişki yok. Sorun bu, ilişki kurulması sorun değil kurulmaması sorun. Yani önümüzdeki süreçte Türkiye ve İran arasında bölgesel sorunlar da göz 
önünde bulundurularak yapıcı ilişki türünün daha da arttırılmasının taraftarıyım. Ben Türkiye ve İran arasında gergin ilişkilerin Türkiye’nin ekonomisine de, iç siyasetine de, dış politikasına da ciddi maliyetli olacağını düşünüyorum. Bu İran açısından da çok önemli çünkü İran’ın Afganistan’dan çıkışı yok, Pakistan’dan çıkışı yok, Körfez ülkeleri ne hissediyor ona bakmak lazım. İran’ın insan kaynağını da göz önünde bulundurduğunuzda bu insan kaynağı da doğuya daha çok bakmayacak batıya bakacaklar. Bu açıdan İran’ın da tek çıkış noktası Türkiye görünüyor. Yani bu sadece Türkiye’nin tek taraflı zorunluluğu 
değil. İki taraflı bir zorunluluğun ortaya çıkarmış olduğu bir ilişki. Bu şekilde bakmanın açıkçası daha doğru olduğunu düşünüyorum. Teşekkür ediyorum. 

Cevap - Bayram Sinkaya: İran’ın nükleer çözümüne dair olumlu adımlar var. Bununla beraber İran’la batı arasındaki bu görünen yakınlaşmanın iki merkez arasındaki sorunları tamamen çözmeyeceği kanaatindeyim. Yani biz 79 öncesi dönemde İran ve ABD’nin iş birliği kurduğu döneme geri dönemeyeceğiz. 
En azından kısa vadede dönemeyeceğiz. Dolayısıyla Batı-İran yakınlaşması Türkiye’nin stratejik olarak gerginliğini alır mı almaz mı ben bunu tartışmaya gerek görmüyorum. Çünkü İran’la batı arasındaki sorunlar sadece nükleer değil. En başında İran’ın bir ideolojik duruşu var. İran’daki bütün değişikliklere rağmen rejim hala değişmedi ve rejimin iç politikasında iç siyasetinde tabii olduğu en azından hala hatırı sayılır taraftarının olduğu ideolojik değerler var ve bu değerler uzun süre etkili olmaya devam edecek. Diğer taraftan bölgesel politikalar itibarıyla içerdeki ideolojik duruşu dış politikadaki yaklaşımlara paralel olarak bölgedeki dış politikası da etkilenir. Ondan yani bu dış politika hem ideolojiden etkileniyor hem de batıyla rekabetinden etkileniyor. İran öyle bir konuma geldi ki nerde bir kriz varsa ABD ordaysa İran da ABD’yle karşı kaşıya gelmek ya da onun nüfuzunu engellemek veya tam tersi İran’ın nüfuzunu engellemek için ABD oraya giriyor. Yani aralarındaki rekabet Türkiye- İran - ABD ilişkilerini aşmış. İnsan hakları meselesi var; terörizm var; İsrail meselesi var. Dolayısıyla İran’la batı stratejik ilişki kurmayacaklar. Orada nükleer meseleden kaynaklanan tansiyon biraz düşecek, İran’la batı arasındaki ekonomik ilişkiler gelişebilir. Bunu Hatemi döneminde de gördük, bu İran’ın ekonomik ve siyasi gelişimine bir nebze katkıda bulunacaktır. Ama hocamın sorduğu soru Türkiye’yi yakalayabilir mi? Bu biraz performanslara bağlı tabi. Hali hazırda kişi başına düşen gelir açısından Türkiye İran’ın önünde ama çok da fark yok. Çünkü İran sahip olduğu petrol gelirleri sayesine açığı rahatlıkla kapatabiliyor. İran’ın asıl meselesi petrol dışı ekonomisini yeniden yapılandırmasıydı. Bu ambargolar sayesinde İran’da şimdi ona öncelik vermeye başladılar. Petrole bağımlılığı azaltmaya çalışıyorlar. Eğer bunu başarabilirlerse, bu konuda önemli adımlar atılırsa, yani normal sanayii yapısını kurarsa İran; buna ilave olarak petrol zenginliği de ekleyebilirse İran pek ala Türkiye’yi yakalayabilir. 

    İran’ın batıyla olan ilişkilerinin yumuşaması Türkiye’nin batıdaki konumunu yıpratır mı? Sorusu… İran’la batı arasındaki sorunlar tamamıyla çözülmeyeceği için, Türkiye’nin stratejik öneminin azalacağını düşünmüyorum ben. Kaldı ki İran meselesi de değil Türkiye’nin olduğu bölge itibariyle her an yeni kriz noktaları çıkabiliyor. Batı ittifakıyla Türkiye’nin ilişkileri kurumsallaşmış ve iyi oturmuş, kısa vadede de önemli değişiklikler olmayacak. Belki göreceli olarak Türkiye’ye verilen önem azalabilir veya artabilir. Ancak bu ittifakın önde gelen ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkilerin genel ilerleyişine bağlı olarak değişecektir. Yoksa ittifakta kurumsal değişiklik olmayacaktır ya da Türkiye’nin politikasında köklü bir değişikliğe neden olmayacaktır diye düşünüyorum. Türkiye ve İran bölgede evet rekabet ediyorlar. Bu rekabet kimi zaman siyasi rekabet şeklinde kimi zaman ekonomik rekabet şeklinde ve ama İran’ın dış politikasında temel faktör 
değil. Daha çok siyaset ve kültür odaklı dış politika izliyorlardı. Yavaş yavaş ekonomiye dış politikasında yer vermeye başladı. O zaman Türkiye- İran ilişkilerindeki rekabet boyutuna yeni bir boyut daha ekleniyor: 

Ekonomik rekabet boyutu ekleniyor. Ama hali-hazırda Türkiye’nin ekonomik avantajı çok daha önde görünüyor. Dolayısıyla bu rekabetin Türkiye’yi çok fazla olumsuz etkileyeceğini düşünmüyorum. Bölge ülkeleri açısından da; Türkiye-İran rekabeti ikili ilişkileri değerlendirirken hep bir bölgesel bağlama bakmak 
lazım. Bölgesel ve dönemsel. Yani bölgede sizin kiminle ittifak kurduğunuz ya da kiminle yakınlaştığınız İran’la ilişkilerinizi de etkiliyor. İsrail le yakın ilişki kuruyorsanız, İran’la ilişkileriniz olumsuz etkileniyor. Ya da ABD’nin çok sıkı müttefikiyseniz İran’la ilişkileriniz bozulmaya başlıyor. Ama bu ilişkileriniz biraz 
sarsılmaya başlayınca o zaman İran’la ilişkileriniz gelişebiliyor. Bu, sadece Türkiye’nin siyasi tercihlerine bağlı değil. 

     Bölgesel olarak da Türkiye’nin Suudi Arabistan’la ilişkileri ve İran’ın Suudi Arabistan’la ilişkileri. İki ülke böyle dönemlerde Türkiye’yi İran’la gergin ilişkileri olduğu dönemde Suudi Arabistan dengeleyici bir unsur olarak kullanabilir. Dolayısıyla herkes farklı hesaplar içerisinde ve herkes stratejik çıkarları 
doğrultusunda yeniden hesaplar yapıyor.Bu iki ülke arasındaki ilişkilerin krize dönememesi için Selçuk Hoca’nın bahsettiği gibi belki ortak platformların kurulmasında fayda var. Ama ortak platformlar kurmak da kolay değil. Yakın zamana kadar Türkiye’nin batıyla arasında bir “echo” var ama Ortadoğu’ya “echo” pek gelmiyor. Burada siyasi irade çok belirleyici oluyor. Ben yakından çalıştığım için hatırlıyorum: 2000, Arap baharı öncesinde Türkiye’nin diğer ülkelerle de yüksek stratejik iş birliği konseyleri kuruldu. 

Nihayetinde bu konseylerin tek bir çatı altında birleştiği bölgesel bir örgüt kurulması yönünde bir irade var gibi görünüyordu. Ama o dönemde ısrarla İran’la böyle bir ilişki kurulmadı. Hiç böyle bir şey gündeme bile gelmedi. Ancak Ruhani döneminde gündeme gelebildi. Burada dolayısıyla sadece Türkiye’nin siyasi tercihleri belirleyici olmuyor İran’ın batıyla ilişkilerindeki konumu, Türkiye’nin batıyla ilişkilerindeki konumu, ve birbirlerine verdikleri önem çok değişkenli bir süreç ve dikkatli ve yavaş hareket ediliyor. Türkiye-İran rekabeti veya anlaşmazlığı, Suriye veya Irak üzerinden. Irak önce ABD üzerinden Türkiye için potansiyel bir iş kaynağıydı hem de Kürt meselesi de Türkiye-İran için işbirliği kaynağı oldu. Ama İran belirli noktalarda Türkiye politikasından farklılaştı. Kuzey Irak Kürt bölgesinin özerkliği konusunda İran en çok 
destek veren ülke oldu. İran bölgede tek destek veren ülkeydi. Dolayısıyla İran’ın Kürtlerle iyi ilişkileri hali hazırda var şuanda. Türkiye Kürtlerle iyi ilişkiler kuruyor. Kürtler ikisini dengelemeye çalışıyorlar. Merkezi yönetimle İran’ın iyi ilişkileri var. Türkiye’nin merkezi yönetimle ilişkileri bozuk. Burada kim kiminle çarpık kim kiminle iyi ilişkileri var. Hepsini çok iyi analiz etmek değerlendirmek gerekiyor. 

    Cevap - Arzu Celalifer EKİNCİ: İran’ın yaşadığı 79 İslam devrimi ve beraberinde gelen gelişmeler ki bunun en önemlisi 8 yıllık İran-Irak savaşıdır, İran üzerinde çok ciddi yük bırakmış sorunlardır. İran’ın dünyadan izole edilmiş olması, 30 yıldır ciddi yaptırımlarla baş ediyor olması ve ülke içerisindeki bürokraside çok sesliliğin olması dolayısıyla çok ciddi problemlerle karşı karşıya. İran’ın bugün karar verip ben revizona gideceğim deyip, başta bürokratik sistemden kültürel (çünkü kültürel olarak da çok ciddi erozyona uğramış 
vaziyette), ekonomik revizyonu minimum 10 yıl sürer. Çok ciddi revizyonların olması gerekir. Sıkıntı çok seslilik. İki başlı bir ordu var, iki başlı bir yargı var. 
Bu konuda İran’ın kesinlikle bir revizyona gitmesi gerekiyor. 
Fakat Mehmet hocama şu konuda katılıyorum, İran’la ABD helalleşe bilirlerse gerçekten ileriye doğru çok hızlı adımlarla ilerleyebileceğini biliyorum. 

Neden? 

Çünkü İran 75 milyonluk nüfusuyla ekonomik açıdan bakir bir alan. 

Teşekkür Ediyorum… 


****

14 Ocak 2020 Salı

Amerikan Raporlarında Kürt Ayrılıkçılarına Rusyanın Desteği

Amerikan Raporlarında Kürt Ayrılıkçılarına Rusyanın Desteği 






Mehmet A. KANCI*
www.bilgesam.org
*TRT Haber Editörü

Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarına Barış Pınarı’nı eklemesiyle beraber Suriye’nin kuzeyinde bir terör yapılanmasına yaslanarak kurulmak istenen devlet görünümlü terör koridoru akamete uğratıldı. 

Barış Pınarı Harekâtı sürecine Türkiye’nin sahip olduğu askeri imkân ve kabiliyetler kadar diplomasi cephesindeki mücadelesi de damgasını vurdu. ABD ve Rusya ile varılan mutabakatlar Fırat Nehri’nin hem batısında hem de 
doğusunda statüko haline getirilmek istenen durumu kökünden değiştirdi, haritanın yeniden tanzim edilmesini beraberinde getirdi. 

Peki her iki süper güç ile varılan mutabakatlar, Türkiye’nin güney sınırlarındaki bu tehdidi kalıcı olarak ortadan kaldırmayı garantileyecek mi? Hem Beyaz Saray hem de Kremlin yönetimleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren özellikle İran ve Irak’taki Kürt toplumlarının, sınırları içerisinde yaşadıkları üniter yapıları hedef alan silahlı kalkışmalarına birden fazla defa destek vermiş, bu ülkelerde uzun yıllar sürecek istikrarsızlıklara yeşil ışık yakmışlardı. 

Emperyal güçlerin, Orta Doğu’daki Kürt sorununa bakış açılarını, yaklaşımların daki değişimleri ve tarihi dönüm noktalarını, özellikle ABD kaynaklı bir dizi rapor üzerinden gözlemlemek mümkün. Bu yazıda, kritik öneme sahip, ABD’deki karar vericileri Kürt sorunu hakkında yönlendiren bazı raporlara yakından bakacağız. İlk sıradaki raporumuz akademisyen William Linn Westermann tarafından kaleme alınan 1 Temmuz 1946 tarihli rapor. Dışişleri Bakanlığı’nın talebi üzerinde yazıldığı anlaşılan raporun başlığı: 

“Kürt Bağımsızlığı ve Rus Yayılmacılığı” 

Westermann’ın bu raporunun, 2. Dünya Savaşı sırasında müttefikler ile ikmal yolu tesis etmek için İran’ın kuzeyini işgal eden SSCB’nin desteğiyle Gazi Muhammed ve Molla Mustafa Barzani tarafından kurulan Mahabad Cumhuriyeti’ nin bölgedeki jeopolitik etkilerini belirlemek amacını taşıdığını söylemek mümkün. Westermann, SSCB’nin bu Kürt devletini desteklemek ile 
maksadının Kafkaslar’daki nüfuz alanını daha güneye yaymak, İran petrollerine hâkim olmak ve Hazar Denizi’ni SSCB’nin bir iç denizi haline getirmek olduğuna işaret eder. Westermann, 1945 yılının Nisan ayında, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kuruluşuyla sonuçlanan 

San Francisco Konferansı sırasında “Kürt Birliği” adına konferans katılımcılarına ulaştırılan bir mektuba ve beraberinde “Kürt Sorunu” başlıklı memoranduma dikkat çeker. 1919 yılında, 1. Dünya Savaşı’nın ertesinde Paris’teki Barış Konferansı’na da ABD adına katıldığı anlaşılan Westermann, San Francisco’daki mektup ve memorandumun büyük ölçüde 26 yıl önceki konferansta Kürt temsilcilerin dağıttığı broşür ile benzerlikler taşıdığına işaret etmektedir. Ancak bu mektup ve memorandum’daki Kürtlerin özerlik taleplerinin hem gülünç hem de abartılı olduğu yine Westermann tarafından ifade edilmektedir. 

Westermann’a göre San Francisco’daki Kürt talepleri, Sovyet kontrolündeki Mahabad, Beyrut ve Irak Komünist Partisi’nin ürünüdür. Westermann Raporu’nda bölgedeki Kızılordu güçlerinin, Mahabad Cumhuriyeti’ne propaganda çalışmaları için matbaa makinesinin yanısıra 20 tank, 4 kamyon ve havan topları tedarik ettiği belirtilirken Rus subaylarının da Mahabad Cumhuriyeti’nin silahlı gücü haline gelen Barzani’nin savaşçılarına eğitim verdiği kaydedilmekte. 
William Linn Westermann, daha sonraki yıllarda ABD’nin resmi kurumları tarafından gündeme getirilen soruları ilk kez burada ifade ediyordu: “Kürtler kimdir? Neden isyan etmektedirler? Ne istiyorlar? Bağımsız bir devlet kurma argümanları gerçekçi midir? 

Bunu başarsalar bile, bu devleti hayatta tutacaklarına inanabilir miyiz?” 

2020 yılının eşiğine geldiğimiz bu günlerde Westermann’ın bu sorularının geçerliliğini koruduğunu söylememek mümkün değil. Westermann, Kürtlerin isyan sebeplerine gerekçe olarak bağlı oldukları yönetimlere vergi vermeme ve askerlik hizmetine katılmayı reddetmeyi kronik bir sorun olarak işaret ediyor. 

Bu tespit 1990’lı yıllarda 1. Körfez Savaşı’nın ardından bir başka Amerikan raporunda daha kendisini gösterecekti. Lozan Anlaşmasının imzalandığı 1924 
yılından, Molla Mustafa Barzani’nin Irak’ta 1942 başlattığı isyana kadar Türkiye iki, İran ve Irak’ta üçer ayaklanma yaşandığına işaret eden Westermann, bu silahlı kalkışmaların gerçek bir Kürt birliği ve milliyetçiliği bilinciyle gerçekleştirildiğini söylemenin mümkün olmadığını ve sonunda devlet kurma arzusunun da bulunmadığını belirtmektedir. Westermann’ın Sovyetlerin 
yayılmacı emellerine odaklı olarak Kürt ayrılıkçı hareketlerini değerlendirdiği raporunda, Kafkaslar’daki Kürt nüfusunun, Suriye’dekinden fazla olması da dikkat çekici bir başka noktadır. Raporda, Kürt grupların ayrılıkçı hareketlerinin Batılı bir güç tarafından kaderiyle başbaşa bırakılmasının ilk örneğine de değiniliyor. 

1943 yılının Kasım-Aralık aylarında düzenlenen Tahran Konferansı’nda Roosevelt-Churchill ve Stalin arasında İran’ın toprak bütünlüğünün korunmasına dair varılan uzlaşma, SSCB’nin İran Kürtlerinin ayrılıkçı hareketlerine verdiği desteği kesmesini de beraberinde getiriyor. Ancak savaş sonunda değişen dengeler, SSCB’nin İran’daki Kürt kartını yeniden masaya sürmesini ve Mahabad Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da beraberinde getirdi. 

Westermann, bölgede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engelleyecek bir başka faktör olarak ise Kürtler, Süryaniler ve Ermeniler arasında yaşanmış katliamlara işaret ediyor. Amerikalı akademisyen 19. yüzyılın sonlarında bölgede Katolik Ermenilerin Gregoryen Ermeniler tarafından, Kürtlerin Ermeniler ve Ermenilerin Kürtler tarafından, Süryanilerin ise diğer tüm etnik ve dini gruplar tarafından katledildiği olayları hatırlatıyor. Rapordaki bir başka dikkat çekici 
nokta ise SSCB’nin İngiltere ile anlaşarak Nazi sempatizanı İran Şahı Rıza’yı sürgüne göndererek İran topraklarını paylaştıkları sürece dair bir gelişme. SSCB’nin ilk icraatlarından biri, kendi nüfuz alanına bırakılan Tebriz’deki İranlı polisleri silahsızlandırıp yerlerine, Ermenistan Sovyet’inden Ermenileri getirerek güvenlik gücü olarak görevlendirmeleri. SSCB’nin Orta Asya Cumhuriyetleri’ne hâkim olduğu yıllarda, Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki bürokratik 
yapıyı Ermeni memurlar ağırlıklı olarak tasarlamasının bir örneği işgal yıllarında İran Azerbaycanı’nda da görülmüş. Westermann, raporunun sonunda, Türkiye ve Irak’taki üniter yapıların bölgede bir Kürt devleti kurulmasına müsaade etmeyeceğine işaret ederken, SSCB’nin ayrılıkçı Kürt hareketlerine destek vererek Çarlık döneminden kalma tehlikeli bir oyun oynadığı uyarısı yapılıyor. 



Türkiye’den Washington’a İlk Rapor

Sıradaki rapor ise 1952 yılında ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından hazırlandı. Rapor Büyükelçilik görevlisi E. N. Waggoner’in 3 hafta süren Güneydoğu Anadolu gezisi neticesinde oluşturularak 882.41/12-852 kayıt numaralı rapor ile 1952’nin Aralık ayında Büyükelçiliğin Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Livingston Satterwhite imzasıyla Washington’a gönderildi. 
20 daktilo sayfası uzunluğundaki raporda “Türk hükümeti sürekli olarak Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmadığını söylüyorsa da, ülke sınırları içerisinde yaşayan yaklaşık 1-1,3 milyon Kürtçe konuşan insan Türk hükümeti için problem yaratacak nitelikte” ifadesi yer alıyordu. Amerikalı görevlinin bu gezide Başkale gözlemleri en ilgi çekici kısımlardan biri. Amerikalı diplomatın 1952’de ilgi gösterdiği Başkale 1992 yılında PKK’nın en aktif olduğu yerlerden biri haline gelecekti. 

Aradan geçen yıllarda Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasıyla SSCB’ye sığınarak Kızılordu Generali rütbesi alan Molla Mustafa Barzani Irak’a döner. Albay Abdülkerim Kasım’ın, Irak’taki darbesi dengeleri değiştirmiş Bağdat’ta SSCB yanlısı bir yönetim ortaya çıkmıştı. Ancak, Kasım’ın liderliği istikrar getirmedi. Barzani liderliğindeki Irak Kürtleri yeniden ayaklandı. 

SSCB bir yandan Barzani’ye bir yandan Bağdat’taki hükümete destek veriyordu. Ancak SSCB, Saddam Hüseyin’i kendisine yeterince bağımlık kıldığına karar verdiği 1972’de Irak ile dostluk anlaşması imzaladı ve Barzani bir kez daha açıkta kaldı. Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketi bu defa hiç güvenmediği İran Şahı’na dümen kırdı. Bu, dönemin ABD Başkanı Nixon’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger için Amerikan dış politikasının iplerini ele almak için bir 
fırsattı. Kissinger, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı devre dışı bırakacak, “Kırklar Komitesi” ve CIA aracılığıyla yürüteceği Orta Doğu politikası için harekete geçti. Molla Mustafa Barzani Washington’da aradığı müttefiki bulmuştu. Kissinger’in sağladığı anlaşma ile ABD, İran toprakları üzerinden Barzani hareketine silah ve para yardımı yapmaya başladı. İsrail’de aynı dönemde eş zamanlı olarak harekete geçmiş, Barzani’ye para ve askeri eğitim desteği tedarik ediyordu. Washington’da organize edilen bu trafik o kadar gizli işliyordu ki Tahran’daki 
ABD Büyükelçisinin dahi olup bitenlerden haberi yoktu. Barzani, Beyaz Saray’a ulaşmasını sağlayan Kissinger’dan o kadar memnundu ki ona hediye olarak 3 halı göndermiş, Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanının düğününde ise eşine bir inci bir altın kolye hediye etmişti. 

Bu hediyeler, ilerleyen yıllarda diplomatik skandalın göbeğine oturacak ancak Kissinger’ı yıkmaya yetmeyecekti.

Washington-Tahran-Hac Umran trafiği başarıyla işliyor, başta Irak’ın petrol geliri olmak üzere para ve insan kaynağı ayrılıkçı Kürt hareketi vasıtasıyla yıpratılıyor, Irak istikrarsızlaştırılıyor ve İsrail için bir tehdit haline gelmesi engelleniyordu. Saddam Hüseyin artık bu çatışmanın yükünü kaldıramayacak hale gelince 1975’te Cezayir’deki OPEC Zirvesi’nde İran ile masaya oturdu. İran ile Irak arasındaki anlaşmanın en önemli şartı Kürtlere verilen desteğin kesilmesiydi. Molla Mustafa Barzani ve binlerce yandaşı 10 gün içerisinde bir kez daha kendilerini 

  “ 1943 yılının Kasım-Aralık aylarında düzenlenen Tahran Konferansı’nda Roosevelt-Churchill ve Stalin arasında İran’ın toprak bütünlüğünün korunmasına dair varılan uzlaşma, SSCB’nin İran Kürtlerinin ayrılıkçı hareketlerine verdiği desteği kesmesini de beraberinde getiriyor. Ancak savaş sonunda değişen dengeler, SSCB’nin İran’daki Kürt kartını yeniden masaya sürmesini ve Mahabad Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da beraberinde getirdi.”

“ Kissinger daha sonra Pike Komitesi danışmalarından birine neden Kürtlere 
yardım etmediklerinin açıklamasını yaparken şu ifadeyi kullanacaktı: Gizli 
operasyonlar ve faaliyetler misyonerlikle karıştırılmamalıdır. Pike Raporu, 
Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketinin en başından itibaren, SSCB yayılmacılığı 
ve Saddam Hüseyin’e karşı piyon olarak kullanıldığını belgeliyordu.”

<  İran ve Türkiye sınırlarına kaçmaya çalışırken buldular. Iraklı Kürtler bir kez daha bir süper güç tarafından terk edilmişti. Kissinger ve yeni ABD Başkanı Carter, Barzani’nin mektuplarına yanıt vermiyordu. Barzani, 1976’da ABD’ye gitmeyi başardı ancak, girdiği mücadeleyi halkı nezdinde aklayacak bir Beyaz Saray ziyareti yapma fırsatı bulamadan 1979’da yaşama veda etti. >

İşte Barzani’nin son dramı ve Kissinger’ın gizli operasyonları 1976 yılında ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi’nin yayımladığı “Pike Raporu”nun konusu olacaktı

ABD’nin Karanlık Operasyonlarının Faturası: PIKE RAPORU

Bu rapor aslında ABD’nin 1965-1975 yılları arasında küresel ölçekte yürüttüğü tüm gizli operasyonları kapsıyordu. Rapora göre, Molla Musfata Barzani verdiği destek karşılığında Irak Kürtlerinin ABD’nin 51. Eyaleti olmaya gönüllü olduklarını neredeyse her konuşmasında tekrarlıyordu. Kissinger’a Barzani tarafından gönderilen hediyeler ise bizzat Beyaz Saray’ın emriyle ABD Hazine Bakanlığı’na beyan edilmemiş gizlenmişti. Bu hediyelerin beyan edilmesinin 
yürütülen gizli operasyonu ortaya çıkarmasından endişe ediliyordu. Hediyelerin gizlenmesi talimatını alan Bret Scowcroft, Baba Bush döneminde 1. Körfez Savaşı’nın kararını veren Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak bir kez daha sahneye çıkacaktı. ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi’nin raporunda, operasyonun en başından itibaren Nixon ve İran Şahı’nın Kürtlerin devlet kurmaması ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmemesi konusunda hem fikir olduklarına işaret ediliyordu. Barzani ve yandaşlarına sağlanan yardımın tek amacı başta Irak olmak üzere bölgenin istikrarsızlaştırılmasıydı. Bu bir sosyo-ekonomik yıpratma savaşıydı. Kissinger daha sonra Pike Komitesi danışmaların dan birine neden Kürtlere yardım etmediklerinin açıklamasını yaparken şu ifadeyi kullanacaktı: Gizli operasyonlar ve faaliyetler misyonerlikle  karıştırılma malıdır. Pike Raporu, Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketinin en başından itibaren, 
SSCB yayılmacılığı ve Saddam Hüseyin’e karşı piyon olarak kullanıldığını belgeliyordu. 

Kürdistan Demokratik Partisi ve PKK’nın 1984 yılından itibaren Hafız Esad’ın desteğiyle Suriye sınırında ve Irak’ın kuzeyinde hareket imkânı bulması bölgedeki Kürt Sorununu yeni bir aşamaya taşıdı. PKK terör örgütü Türkiye topraklarına saldırılar düzenlerken, Washington’da Türkiye’nin Kürt nüfusuna bakış da değişiyordu. Bu değişim ilk olarak 1988 yılında yayımlanan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İnsan Hakları Raporu’nda kendisini gösterdi.

ABD’nin Türkiye’ye ve Kürt Sorununa Bakış Açısındaki Değişim

Bu raporda o güne kadar iki ülke ilişkilerinde Türkiye’yi hedef alan alışılmamış bir dil kullanılmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı ilk kez Türkiye’deki Kürtlerden “azınlık” olarak bahsediyordu. 
Ayrıca Kürtlerin, azınlık gruplarının sahip olduğu haklara bir an evvel kavuşması 
gerektiğine işaret ediliyordu. 1 yıl önceki raporda da Türkiye’nin güney doğusunda bir ayaklanmadan söz ediliyordu. 1988’de ise etnik bir azınlığın ayaklandığına işaret ediliyor ve Lozan Anlaşması’nın hükümlerine dikkat çekiliyordu. Türkiye’nin tepkisi Washington’da pek dikkate alınmıyor, Bakanlığın İnsan Haklarından Sorumlu Bakan Yardımcısı Richard Schiffer basın toplantısında Türk gazetecilerin şiddetli eleştirilerine hedef olurken ABD’nin Türkiye’deki Kürtlere yönelik kısıtlamalardan dolayı kaygılı olduğunu söylüyordu. Basın toplantısındaki bir cümlesi ise şu şekildeydi: İnancımız o dur ki, Lozan Antlaşması’nda yer almamakla birlikte, uluslararası alanda kabul gören standartlara göre Kürtler ulusal bir azınlık olarak, bu hakların 
tanınmasına ve bunlara saygı gösterilmesine hak kazanmaktadır. 

Schiffer’in kime göre hangi standartlardan bahsettiği o günlerde de anlaşılamamıştı. 1988 yılı ABD’de Ermeni Soykırım Tasarısı konusunda en hararetli dönemlerden biriydi. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ziyareti bu tasarı nedeniyle ertelenmiş ilişkilerdeki sıkıntıya bir de bu rapor eklenmişti. Cumhurbaşkanı Evren’in ziyareti öncesinde Washington Büyükelçisi Şükrü 
Elekdağ bir rapor hazırlayarak, Washington’da değişen iklime dikkat çekmişti. “ABD’de Kürt Sorunu” başlıklı bölümün birinci maddesinde, Türkiye’nin Batılı ülkelerde ve ABD’de yoğun bir Kürtçülük propagandasıyla karşı karşıya olduğu vurgulanırken, bu propagandanın Türkiye’de suni bir azınlık sorunu yaratılmasını hedeflediği ifade edilmekteydi. Elekdağ’ın raporuna göre, Helsinki İzleme Komitesi’nin Türkiye’de İnsan Hakları konulu raporu da Washington tarafından ciddiye alınmıştı. Şubat 1988’de yayımlanan raporun 43 sayfalık bölümü 
Türkiye’de Kürt sorununa ayrılmıştı. Jeri Laber ve Lois Whitman isimli Amerikalıların hazırladığı raporda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bir isyan olduğu, dolayısıyla Türk hükümetinin sivillere, harp hukukuyla ilgili 1949 Cenevre Sözleşmesi uyarınca muamele etmesi gerektiği gibi ifadeler yer almıştı. Türkiye, PKK terörüne karşı yürüttüğü mücadelenin uluslararası platformlarda aleyhine kullanılarak Birleşmiş Milleler Barış Gücü’nün 
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yerleştirilmesine yönelik teşebbüslerle 2015-2016 yıllarındaki Hendek Operasyonları sırasında karşılaşacaktı. 

<  1980’lerin sonunda ABD’nin Kürt sorunu kapsamında Türkiye’ye yönelik değişen bakış açısı Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle Ortadoğu’da değişen dengelerle yeni bir boyuta geçiş yaptı. 1. Körfez Savaşı’nı takiben Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin güneyinde ise Şiilerin başlattığı isyanların desteklenip desteklenmemesi konusu Beyaz Saray’ı karmaşık problemlerle karşı karşıya bıraktı. Bu dönemde ortaya çıkan “Pelletiere Raporu”, ABD Başkanı Bush’un ( Baba Bush ) Kürtlere yönelik 
siyasetinde belirleyici oldu. >

“ PELLETIERE RAPORU: Kürtler ve Ağalar ”

16 Eylül 1991’de yayımlanan raporu Profesör Stephen C. Pelletiere ABD Savaş Akademisi’nin Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü için hazırladı. Bu rapor, ABD’nin 1. Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri korumak için askeri müdahalede bulunmasında geri adım atmasına yol açtı. “THE KURDS AND THEIR AGAS / KÜRTLER VE AĞALARI” başlıklı 35 sayfalık raporun önsözünü Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nün Direktörü Albay Karl W. Robinson yazdı. Albay Robinson’un önsözde şu ifadeyi kullanması dikkat çekiciydi: Rapor bizim subaylarımızı, kendi görevleri dolayısıyla ortaya çıkabilecek muhtemel tehlikeler 
konusunda uyarıyor ve genelde Kürt sorununun, basının çizdiği şekilde iyi huylu bir tümör gibi olmayıp, patlamaya hazır unsurlarla dolu olduğunu gösteriyor.

Pelletiere raporunda, öncülü Westermann gibi, Irak’taki Kürt toplumunda hala feodal ilişki düzeninin hâkim olduğuna dikkat çekiyor ve kısa vadede bağımsız bir devletin mümkün olmadığına işaret ediyordu. Pelletiere göre feodal yapıyı kontrol eden ağalar, ABD varlığının veya tehdidinin, onların yasadışı faaliyetlerine bölgeyi açacağı ümidiyle Amerikan ordusuna yanaşıyorlardı. 
Mesud Barzani ve Celal Talabani gibi siyasi liderler ise Amerikalı akademisyen 
göre, 1960’lı yıllarda toprak reformunu kenara iten siyasetleri nedeniyle aslında güçlerini yitirmişlerdi. Pelletiere’in bu tespitleri yönetimin çeşitli kesimlerinde rahatsızlığa neden oldu. Ancak tespitler reddedilecek gibi değildi. Profesör Pelletiere, 1970’li yıllarda defalarca Barzani ile sohbet toplantılarına katılmıştı. Ulusal Güvenlik Dairesi’nden Richard Haas rapordan etkilendi. 
Raporu Beyaz Saray’da elden ele aktararak pek çok yetkili tarafından okunmasını da sağladı. Pelletiere Raporu’nun finalindeki şu ifadeler Beyaz Saray’ı Irak’ın kuzeyine doğrudan bir askeri müdahalede bulunmaktan caydırıyor, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın baskısı ve insani durumun felakete dönüşmesi nedeniyle Çekiç Güç seçeneğine yöneltiyordu. 

Raporun sonuç kısmı şu şekildeydi: 

Kürt liderlerin bugün yaptıkları, Kürtlerin yüzyıllardır yaptıklarından farklı değildir. Kürtler tarihleri boyunca yabancı çıkarlarına paralı askerler olarak hizmet etmişlerdi. Onlar kiralık silahlardır ve kiralık silahlar bir siyasi hareket oluşturamaz. 

ABD’nin Irak’ın kuzeyindeki Kürt isyanına doğrudan müdahalesinden vazgeçilmiş ancak Türkiye’de üslenen Çekiç Güç vasıtasıyla KDP ve KYB’nin bölgedeki hâkimiyeti pekiştirilmişti. Kürtler, Ankara ve Washington’dan mahalli seçimler görünümü altında aldıkları onayla 1992 baharında seçimlere gitmiş ve parlamentolarını da oluşturma fırsatı bulmuşlardı. İşte 1992’nin Temmuz ayında hazırlanan bir rapor etkisi bugüne kadar gelen olayların habercisiydi.

“ FULLER RAPORU ” 

Rapor, CIA’nın uzman analisti RAND düşüncü kuruluşu üyelerinden Graham Fuller ve Paul Henze tarafından Pentagon için 1992 yılının Temmuz ayında hazırlandı. Raporda özet olarak, Türkiye’nin Kürtlere yönelik liberal politikalar çerçevesinde attığı adımların, Kürtleri kendi kaderlerini belirleme hakkından alıkoymak için geç kalmış olduğu ifade ediliyordu. Fuller ve Henze ikilisine göre Türkiye, tarihi açıdan geri döndürülemeyecek bir hareketi durdurmaya çalışırsa 
ortaya çıkacak kaos ve bunun maliyeti korkunç olacaktı. Raporda, ayrılıkçı Kürt hareketinin Irak’ta gelişmesinin durdurulamaz bir yörüngeye oturduğu da iddia edilmekteydi. Fuller raporunda ayrıca Kürt sorununda yaşanacak gelişmelerin Türkiye’de yeni bir darbenin altyapısını oluşturabileceğine de dikkat çekilmekteydi. 

Fuller’e göre Türkiye, 1992’deki Nevruz olaylarının da etkisiyle Kürt sorununda kontrolü kaybetmeye başlamıştı ve dönüşü olmayan bir yola girilmişti. Fuller’e göre Özal, Körfez Savaşı sürecinde uyguladığı politikalarla “Pandora’nın kutusunu” açmıştı. Raporu hazırlayan Graham Fuller, 1999 yılında Suriye’yi terk eden terör örgütü elebaşı Öcalan ile Roma’da buluşmaya çalışan, bağımsız bir Kürt devletinin ABD yönetimindeki savunucusu eski Büyükelçi Peter W. Galbraith’e eşlik edecekti. Fuller’in başka hatırda kalıcı özelliği ise FETÖ elebaşı Gülen’in ABD’ye yaptığı Yeşil Kart başvurusundaki tavsiye mektubunu imzalayan kişi olmasıydı.

< “ Kürt liderlerin bugün yaptıkları, Kürtlerin yüzyıllardır yaptıklarından farklı değildir. Kürtler tarihleri boyunca yabancı çıkarlarına paralı askerler olarak hizmet etmişlerdi. Onlar kiralık silahlardır ve kiralık silahlar bir siyasi hareket oluşturamaz.”  >

Sonuç

ABD’nin Kürt politikasındaki tüm iniş ve çıkışların göstergesi olan bu raporlar, hala Beyaz Saray’ın bölgeye yönelik net bir politikası olup olmadığına dair ipucu vermeye yetmiyor. Ancak Irak’ın ardından bugün Suriye’deki üniter devletin PKK’nın uzantıları ile parçalanma girişimi ve İran üzerindeki baskılar gözönüne alındığında, Beyaz Saray’daki değişen isimlere rağmen, zamana yayılmış bağımsız bir Kürt devleti hedefinin adım adım inşa edilmek istendiği yadsınamaz 
bir gerçek. Kuzey Irak’taki Bölgesel Yönetim’in 2017 yılındaki referandum ile bağımsızlık kartını cebine koyduğunu unutmayalım. 

Irak’ta Ekim ayının ilk günlerinde patlak veren toplumsal olaylar, Suriye’de varılan mutabakatlara rağmen PKK/YPG’nin mevzilerini terk etmemesi hatta petrol bölgelerine ABD’nin desteğiyle daha da kuvvetli şekilde tutunması ve İran üzerinde rejim değişikliğini hedefleyen ekonomik ve askeri kuşatmanın vardığı nokta, 1. Dünya Savaşı öncesinde Orta Doğu’nun sınırlarını çizmeye yönelik  uygulamaya konan planların yeni tasarımlarının yürürlükte olduğuna işaret ediyor. 

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 
   Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştır  maktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 





30 Kasım 2019 Cumartesi

KÜRTLER, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN.., BÖLÜM 15

KÜRTLER, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN., BÖLÜM 15




KONGRE GENEL SEKRETER MERKEZ YÜRÜTME KOMİTESİ., 

MERKEZ KOMİTE, 
EYALET KOMİTELERİ, 
BÖLGE KOMİTELERİ, 
YEREL KOMİTELER, 
HÜCRE olarak sıralanır. 

PKK ilk kurulduğundan bu yana belirttiğimiz teşkilat yapısının varlığından söz edilir. Ancak bu yapının tümü formalitedir. Varlığı ve yokluğu belli değildir. 
Bu yapının içinde gerçekten işlevi olan ünite Genel Sekreterliktir. 

Genel Sekreterin kendisi de Abdullah ÖCALAN'dır. 

Diğerlerinin tümü izafi kuruluşlar halindedir. Kurulurlar, dağılırlar tekrar kurulurlar ve gene dağılırlar. Bu kurumların içinde yer alan hiçbir şahsın yetkisi yoktur.Tek yetkileri eylem karan almak ve yaptırmaktır. 

Bunun dışındaki haklarının tümü, APO tarafından gasp edilmiştir.Merkez Yürütme yada Merkez Komitenin bileşimi şöyledir, gücü ve etkisi şu kadardır demek çok zordur. 
Çünkü bugün o konuda bir fikir beyan edersiniz, yarın bakarsınız ki, o teşkilatın boyutları farklı bir biçime getirilmiştir. 

Yani, Abdullah ÖCALAN eşittir bütün PKK teşkilat yapısı demek daha doğru olur. 

Sınıf, tabaka ve gruplardan meydana gelen değişik kesimlerin farklı farklı olan amaçlarına kavuşmak için asgari müştereklerde birleşmiş oldukları siyasi organizasyona, cephe adı verilir.Cephe, bu değişik kesimlerin temsilcilerinden oluşur ve bu temsilcilerce idare edilir. Normalde APO'nun "Kürdistan"ında bulunan ve ulusal kurtuluş mücadelesi isteyen işçi, köylü, esnaf vesanatkar, memurlar diğer çeşitli orta kesimler ile aydınların, kişisel veya kuruluşlar vasıtasıyla bir cephe meydana getirecek bu cepheyi sevk ve idare etmeleri gerekiyordu. Bunlara Kürt işçi sınıfının partisi olan PKK(!) da iştirak edecekti. Doğal olarak da diğer katmanlarla demokratik bir rekabet ortamında, cephe içinde gücü oranında etkin olmaya çalışacaktı. Çünkü; Cephe bir çeşit Parlemento'dur, temsil ve yönetim gücüdür.165 

Ama, öyle olmadı. 1985 yılı 21 Martında Abdullah ÖCALAN; "Ben Cepheyi (ERNK) kurdum!" diyerek bir kuruluş bildirgesi yayınladı.Daha sonra da belli bir teşkilat şemasına lüzum görmeden doğrudan kendisine bağlı PKK üyelerini kitle faaliyetinin olduğu Avrupa'ya, Yunanistan'a, Kıbrıs Rum kesimine göndererek,
cephe faaliyetleri olarak; miting, basın toplantıları, açlık grevi vb. organize etmeye başladı. İyi çalışmayanları cezalandırdı yerlerine yenilerini atadı.  
Kısaca; Cephe (ERNK) de tıpkı PKK gibi eşittir Abdullah ÖCALAN' dır.APO, 1990 baharında CİZRE- NUSAYBİN- SİLOPİ gibi yerlerde başlayan tüm olayları ERNK' nın faaliyeti olarak lanse etmeye çalıştı.Çeşitli yerlerde PKK üyeleri; APO dan aldıkları talimatlar gereği ERNK temsilciliği, İmamlar Birliği gibi isimlerle bildiriler dağıtarak sanki ayrı bir örgütmüş gibi ERNK"yı tanıtmaya, meşrulaştırma ya çalıştılar.  İşte, APO'nun Cephe dediği olay çok kısa olarak budur. Sağda solda, Avrupa'da, Yunanistan'da, Kıbrıs Rum Kesiminde, Türkiye'de Cephe adına bildiri yazıp dağıtanlar APO'nun kendi adamlarıdır lar. PKK üyesi veya en basilinden sempatizanıdır lar. Gelelim ordu (ARGK)'nun bugünkü durumuna: ARGK (Ordu) 3. Kongre kararıyla 1987 yılında kurulmuştu. APO, Türkiye'deki PKK üyesi olan en seçme adamlarından bir Askeri Konsey oluşturarak ordu çalışmasını başlatmıştır. Dahailk etapta APO saflarına aldığı adamların eline bir silah tutuşturmuştur. APO faaliyetleri, PKK faaliyetleri eşittir silahlı eylem demektir. Zaten APO, ayırttığı her insanı bir asker olarak görmüş,her elemanını silahlı eylem için donatmıştır. APO için propagandacı, ajitatör, teorisyen veya benzeri bir şahıs hep eylemcileri tamamlayıcı unsur olarak vardır. Eğer bir kişi gözü kapalı olarak eylemlere dalamıyorsa, 
yakıp yıkamıyor sa ne değeri olabilir? Abdullah ÖCALAN'ın, "ARGK yi kurduk bunu organize edeceğiz. Bu ayrı bir kuruluştur." diyerek ARGK konseyi, ARGK tümeni veya tugaylarından bahsetmesi, elemanlarını birtakım askeri birlikler adıyla 166 anması; harekete isim kazındırmak, iç ve dış kamuoyunun gözünü boyamak için başvurduğu bir propagandadır. Şu an Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinin çeşitli yerlerinde grup, takım, bölük, ana hareketli birlik adıyla bir takım militanlar vardır. 

Bunların belli bir ilişkileri ve ast-üst düzeni mevcuttur ama ARGK de, ERNK de, PKK de hep aynı kişilerdir. Bunlar da eşittir APO'dur. Yani şematik yapıları ne olursa olsun, PKK-ERNK ve ARGK'nin üçü de birdir.Farklı mekanlarda, farklı isimler altında, farklı faaliyetler yürütseler de her üç kuruluş bir tek şeye; "Silahlı Propaganda"ya hizmet etmektedirler.Bir ulusal kurtuluş savaşında ordu, partinin emrinde değil, cephenin emrinde faaliyet yürütür.Ancak ARGK'nin bütün faaliyetlerini tepeden tırnağa PKK yani, APO kontrol etmektedir. Bu gün hiç bir Allahın kulu kalkıp da "Ben ARGK nin milisi veya savaşçısıyım ama APO' nun şu düşüncesine karşıyım " diyemez. Öte yandan gene hiç kimse "Ben PKK düşüncesine karşıyım ama ERNK içinde faaliyet gösteriyorum " diyemez. İşin gerçeği bu teşkilatlardan herkes ilk önce eğer zorla kaçırılmadıysa PKK üyesi yada sempatizanıdır. Daha sonra ARGK savaşçısı olur veya

ERNK üyesidir."Bundan ne çıkar?" diyenler olabilir, bundan çok şey çıkar. Zaten işin önemi de burada gizlidir.Güneydoğu Anadolu'da baştan beri değindiğimiz gibi kendiliğinden, iç dinamikleriyle bir Kürtçülük hadisesi gelişmemektedir. Her şeyi PKK, Abdullah OCALAN ve yurt içindeki yandaşları zorlayarak, yapay olarak 
geliştirmeye çalışıyor. Normalde çeşitli kesimlerin bir cepheleşme hareketi gelişebilirdi. Bunlar giderek bir silahlı mücadele ve ordulaşma faaliyetine girebilirlerdi. PKK da Marxist-Leninist bir örgüt olarak, işçive emekçilerin bir örgütü olarak Cephenin ve Ordunun içinde belli ilkeler çerçevesinde, belli kurallar dahilinde yer alabilirdi.167 Kısaca; PKK APO'ya rağmen değil, APO'nun elinde bir oyuncak olarak vardır. ERNK veARGK yapaydır. Bunlar PKK'nın çalışma kolları ve tarzlarını ifade ederler.İncelediğimiz PKK örgütlerinin bugünkü yapısı, PKK 4. Kongresine verilen çalışma raporunda eleştirilmiş, işlevsiz kaldıkları belirtilmiştir. Geçmişteki sorumlularının cezalandırılacağı vurgulanmış ve bir "Hazırlık Komitesi"nin oluşturulması kararlaştırılmıştır. Hazırlık Komitesi APO'nun onayıyla önce bir parti merkez komitesi oluşturulmasını, ARGK askeri konseyinin tayin edilmesini ve daha sonra kendisini feshetmesini karara bağlamıştır.

GERİ CEPHE VE DIŞ DESTEĞİN BU GÜNKÜ DURUMU.,

Abdullah ÖCALAN, zihinsel olarak daha bir grup faaliyetini organize etmeye karar vermedenönce dıştan yönlendiriyordu. Bu durumunu uzun süre herkesten gizledi. Ancak yurt dışınaçıktıktan ve tüm gücünü Suriye üzerinden Suriye denetimindeki Güney Lübnan ve BekaaVadisine çektikten sonra kimlerden ve nasıl dış destek aldığını artık fazla gizleyemedi. Fakat,yine de önemli bağlantıları ve ayrıntıları kendi elemanlarından gizliyordu. Bu durumu kıyısındanköşesinden öğrenenleri de MİT-AJAN-KOMPLO senaryolarıyla katlediyordu.Herşeye rağmen gizleyemediği şeyler vardı. Örneğin; Ermeni ASALA ile olan ilişkiler...Bunlar hala devam ediyor. Bu ilişkinin boyutu bir hayli geniştir. Suriye-Beyrut-Atina-Marsilya-Newyork ve benzeri yerlerdeki Ermeni cemaat, grup, lobi ve zengin şahıslar düzeyinde devametmektedir.İlişkilerini çok gizli tutan bu çevreler, APO'ya silah ve para yardımının yanısıra batılı ülkelerinkamuoyu oluşturan kurum ve kuruluşları nezdinde doğrudan ve dolaylı ilişkiler yaratmakladır.EKİM 1990 tarihinde Almanya'da yapılan PKK'nın kuruluş yıldönümü tören ve şölenine Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite Üyeleri de katılmıştır.168   

Suriye ile ilişkiler, 12 Eylül sonrasında APO'ya adeta PKK'yı yeniden yaratma gibi hayati önem ve derecede imkanlar sunmuştur. 
Bu ilişki ve olanakların derecesine daha önce değinmiştik.Suriye bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Hemen hemen tarihi misyonunu tamamlamak üzeredir diyebiliriz. Bundan sonra Suriye'nin devreden çıkması fazla önemli olmayacaktır. 
Bu gün Orta doğu'daki son siyasal gelişmeler Suriye'nin konumunu kısmendeğiştirmişse de PKK ile ilişkileri halen devam etmektedir.Yunanistan ve 
Kıbrıs Rum Kesimi giderek PKK ve Abdullah ÖCALAN'a daha  çok önem ve  imkan  vermektedirler.  PKK'nın yaşatılması için para ve silah yardımının yanı sıra batılı ülkelerin-lobilerine PKK olayını resmi ve gayrı resmi şekilde taşırmanın gayreti içindedirler.Libya lideri KADDAFİ, çeşitli ülkelerin illegal ve özellikle terörist olan gruplarına her türlümaddi imkan ve serbestiyi verdiği gibi bunları PKK ya da vermekte dir. Avrupa'nın çeşitli ülkeleri başta Fransa, Almanya, İsveç, Belçika ve İngiltere olmak üzere Kürtlerin insan haklarıyla ilgilenmiş gibi görünseler de, aslında kendi devlet politikalarının örtülü bir şekilde propagandasını yapan kuruluş ve derneklerini PKK politikasının emrine vermişlerdir.Bu tür kuruluşlar, resmi olmadıkları için hükümetlerini zor durumda bırakmadan kendi devletlerinin birer baskı aracı gibi hareket ederler. İşte bunlar PKK ile ilişki halinde olarak Kürt sorununu, Avrupa kamuoyu ve uluslararası kuruluşların gündemine sokma gayreti içindedirler. İran, resmi düzeyde değil ama tıpkı Suriye gibi; İstihbarat Örgütleri vasıtasıyla PKK ile iyiilişkiler içersinde dir. Bu iyi ilişkiler özellikle 1990 yılından sonra doruk noktasına çıkmıştır.169 Irak ise; 1988 yılında BARZANİ ve TALABANİ Peşmergelerini kimyasal silahlar ile saf dışı bıraktıktan sonra Kuzey Irakta çok büyük bir alanı PKK'ya tahsis etmiştir. Irak hükümeti; Körfez Savaşı sırasında diğer terörist örgütlere yaptığı gibi PKK'ya da büyük imkanlar vaad etmiştir.    
   Geçmişte Sosyalist ülkeler adına ve daha çok Suriye'yi devreye sokarak PKK'yı yaşatmak için büyük gayret sarf eden Bulgaristan işe son dönemlerde oluşmasında büyük emeği geçen PKK üzerindeki inisiyatifini batılı ülkelere kaptırmış durumdadır. Kısaca, PKK'ya dış destek bu kabaca sıraladığımız ilişkilerden gelmektedir. Türkiye'ye komşu olan veya olmayan bu odaklar aynı zamanda bir çok bakımdan Geri Cephe rolü de oynamaktadırlar. Geri Cepheden kastımız; İkmal, iaşe, güç takviyesi, eğitim, manevra, geri çekilmelerin yapıldığı alanlardır.

1984 yılına kadar Suriye ve Lübnan sahası PKK'ya muazzam bir geri cephe rolü oynadı. Bualan PKK ve APO'yu örgütsel yok oluştan kurtardı. APO'nun örgütü sevk ve idare merkezi oldu.Kongre ve konferansların güven içinde yapıldığı, her türlü eğitim ve takviyenin mümkün olduğu, örgüt içinde temizlenmesi gerekenlerin, rehin alınanların rahatlıkla kurşuna dizildiği bir alandı. Bu alan rolünü oynamaya devam ediyor. Suriye kendi topraklarındaki Kürtleri APO'ya her bakımdan kullandırarak ve PKK'ya satarak Kürt sıkıntısına karşı kendisini emniyete aldı. PKK'nın bunların içinden yüzlerce eleman ve milyarlarca 
lira para almasını sağladı. PKK'yı kullanarak kendi Kürtlerini düşmanına, Türkiye'ye hem de Arap çıkarları için savaştırdı.Kuzey Irak ve İran sahası, 1982 yılından başlayarak PKK'nın adeta cirit attığı bir alan durumuna geldi. PKK'nın ülke içinde gerçekleştirdiği bunca katliam hep Suriye, Irak ve İran da planlandı. 
Gruplar buralarda oluşturuldu. Silahlar buralarda ele alındı. Eğitimler buralarda tertiplendi. Türkiye'de sıkışan gruplar buralara geri çekilerek kendilerini 
garantiye aldılar. Kışlarıbu ülkelerde geçirdiler ve geçirmeye devam ediyorlar.170 Adı geçen ülkelerden Türkiye'ye binlerce rejim muhalifi gelip sığındı. Hatta İran'dan gelenlerin sayısı yüzbinler le ifade ediliyordu. Onlar, Türkiye'yi bir çiftlik gibi kullandılar. Onların hiç biri Türkiye tarafından kendi ülkelerine karşı kışkırtılmadı veya rehin alınmadı. Fakat Türkiye'den oülkelere giden herkesin başına bir istihbaratçı çöküyor, onlara; "Ya Türkiye'ye karşı tekrar silahlanıp dövüşeceksin, ki dövüşeceksen biz sana her türlü kolaylığı sağlayacağız, ya daburadan gitmelisin" denilebiliyor.Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi, Türkiye'den gidenlerin PKK militanlarının kucağınadüşmesi için her türlü tedbiri almış durumdadır. Yunanistan, PKK'nın her türlü eğitim,propaganda ve Türkiye'ye sızma faaliyetleri için bütün olanaklarım seferber etmiştir. Avrupa, PKK'nın yayıncılık faaliyetlerinde baş rolü oynamaktadır. 

PKK'YA KİTLEDESTEĞİNİN DURUMU (1991-1992)   

APO ve PKK'nın her dönemde gerçek anlamda güçlü dış destekçileri olmuştur ancak yurtiçinde kitle desteği hep izafidir. Çünkü, PKK kitle desteğini daima 
korkutarak sağlamıştır. Bununiçin de bu destek göreceli ve yanıltıcı olagelmiştir.Bu izafi destek seyircileri korkutmamalıdır. Baskı ve sindirmeye dayalıdır. 
PKK, önce zayıf ve savunmasız a yanaşmış ve "Davamızda haklıyız değil mi?" diye sormuştur. Karşısındakinden mecburen ve korkudan doğan bir "EVET" cevabı alınca, "İşte gerçek bir yurtsever". diyerek kitle desteğinden bahsetmeye başlamıştır. Ondan sonra o "EVET"in sahibini adeta rehin alarak oraya
engerek gibi çöreklenmiş, daha geniş bir çevreye saldırmıştır. Bu çevre içinden devletin koruma-sızlığına rağmen canını ortaya koyarak, "HAYIR" diyen biri çıktığında, MİT- AJAN- HAİN damgasını vurup katletmiştir. Bunun üzerine, beladan kurtulmak için çok kişi kerhen "EVET"çi olmuş ve bu durum 171 kısa sürede paniğe dönüşerek "EVET"çileri çoğaltmıştır.Böylesi bir ortamda bir sürü işsiz güçsüz takımı, bir baltaya sap olamadıkları için hazırdaki"EVET"çilere baş olmak maksadıyla piyasaya çıkmış ve APO'ya militan olmuşlardır.Bir kısım profesyonel, bu ortamı bezirgan mantığıyla kullanmak ve siyasi, sosyal, ekonomik gelecek sağlamak için bu "EVET"çileri bir sağa bir sola koşturmuş tur."EVET"çi olanlar birer oyuncak durumuna düşürüldüklerini farket-mişlerdir ama bir kere"EVET"çi olduktan sonra "HAYIR"cı olmanın öldürülme dahil yaratacağı problemleri göğüsleme cesareti gösteremediklerinden hep bir kurtarıcı için dua etmişlerdir. 12 Eylül öncesi ve  sonrası yaşanan hadiseler, bu durumu teyid eden olaylar ile doludur. PKK niçin BOTAN dediği bölgenin dışında dikiş tutturamıyor? Neden hala Hilvan, Siverek,Nizip, Suruç ve Batman il merkezinde istediği gibi at oynatamıyor? Nedeni çok açıktır; Buraların ağzı 12 Eylülden önce yanmıştır. Ama BOTAN denilen bölgede Cizre, Silopi, Nusaybin, Şırnak gibi bölgelerde 12 Eylül'den önce bir tek PKK'lı faaliyet yürütmemişti. Belki "Buralar dağlıktır,buralar sınırlara yakındır..." denilebilir, evet onun da etkisi vardır. Fakat asıl mesele bu değildir.Buralar kolay kolay, zorla tecavüz dışında, ikinci kere kendilerini iğfal ettirmek istemiyorlar.

   PKK, BOTAN denilen bölgede yavaş yavaş dersini almaya başlamıştır. Daha bir kaç ay öncesine kadar APO, BOTAN daki militanlarına gönderdiği talimatlarda
 "Otoritemizi kabul etmeyenlerin evdeki faresine kadar başını ezin, göçertin. O topraklarda tarafsız kimse olmaz, yabizdendir yada düşman" diyebiliyorken bugünlerde militanlarına; "Bu insanları niye kaçırttınız?İnsansız dağlan ne yapalım? İnsansız devrim olmaz!" demekte hatta işi daha pişkinliğe-vurarak "Bazı adamlarımız TC'ye değil de insanlarına savaş açmıştır!" diyerek halkı yeniden kazanmayaçalışmaktadır. APO bölge halkına yeniden yamanabilir mi? Onu zaman gösterecektir. 

O zavallı insanları yeniden, bir kere 172 daha APO ve canilerine yem ederlerse binlerce defa yazıklar olsun!Issız dağ başlarındaki, kuytu vadilerdeki, kimsesiz 
ve savunmasız insanlarımız, bugün APO'nuni zafi olarak kitle desteğini teşkil etmektedirler. Yine bazı şehir ve kasabalarda sığıntı gibi yaşayan, hiç bir işi ve 
gücü olmayan bir kısım insanlar ekonomik, kültürel ve sosyal 
problemlerinden dolayı gene izafi olarak APO'nun yandaşı ve kitle desteğidirler. Bu kalabalıktan etkilenen ve çeşitli endişelerle bunlarla birlikte hareket eden 
bir takım kişilerde APO'nun destekçisi konumuna düşmüşlerdir.Öte yandan bazı Mercedes arabalı, entel bar müdavimi soysuz, insan simsarları da bu insanları istismar ederek ve bu gariplerin kanlarını pazarlayarak siyasi, ekonomik ve sosyal avantajlar elde etmektedirler. Üstelik bu çakal sürüsü, Türkiye'de kamuoyu oluşturabilmekte ve bir takım hareketlere yön verebilmektedir. APO'nun kitle desteği yalnız bunlar değildir. Türkiye metropollerin de ki sorunlu üniversite öğrencileri, yine buralarda işsiz güçsüz insanlar, Avrupa'ya iltica talebinde bulunmuş ve hayalleri yıkılmışlar, Avrupa'da işçi iken PKK militanlarınca rehin alınmışlar da PKK'nın kitle desteğidir.   

   Peki, denilebilir ki; bu topraklarda APO'nun hiç mi gönülden destekleyicisi yok? Evet var! Var ama kaç kişi, niçin, ne amaçla? 9 AĞUSTOS 1991 günü 
Abdullah ÖCALAN bakınız ne diyor:" PKK lılaşmayı Türkiye'de de biraz yürütüyoruz. PKK'nın etkilerini bizzat PKK çalışma tarzıyla Türkiye'de ilerletiyoruz. 
Belki de devrime biraz da uzun süre biz önderlik edeceğiz.Türkiye'de devrimci değerleri biz ayağa kaldıracağız. Eskiden onlar bize öğretiyordu, şimdi biz öğreteceğiz; 
onlar bize bir şeyler veriyorlardı, biz şimdi bir şeyler vereceğiz, veriyoruz da. Türkiye halkını dost etme, Türkiye devrimcilerini güçlendirme ve en önemlisi de oradaki Kürdistanlı potansiyeli örgütleme; hem Türkiye'nin mücadelesinde çok aktif bir dinamik öge haline getirme devrimci bir öge, önemli devrimci bir öge haline getirme, 
hem de Kürdistan'a taşırma yani boşaltılan Kürdistanı tekrar bir karşı boşaltma 173 ile örgütleyip Kürdistan'a yollama, devrime orada katma ve daha çok Kürdistan'a yollayıp katma gibi çok belirgin bazı eğilimlerle hareket ediyoruz. Çukurova'nın yarısı Kürtleşmiş durumdadır.Çukurova aslında yan yarıya Kurttur. Kısmen Fellahtır, kısmen de Türktür ama, bence Kürtler giderek çoğunluğu da alacak. Bir nevi yarı Kürdistan eyaletidir, Çukurova...Istanbul'da 2-3 milyon Kürt var. Yani 5-6 vilayet değerinde bir çalışma alanıdır. İzmir'de 2 Vilayet değerinde, Konya'da l vilayet değerinde kürt var. İç Anadolu'da l milyon; tam bir eyalet,Ege 'de en az l eyalet; giderek Antalya, Burdur, Isparta'da işçiler turizm sektörü dolayısıylakayıyor, orası da öyle Neredeyse Kürdistan'ın 8 Eyaleti de Türkiye'dedir. 8 Eyalet bu tarafta, 8 Eyalet orada. Dolayısıyla böyle bir ağırlığı vardır. Türkiye çalışmalarının...

"Evet bu sözler kelimesi kelimesine APO'nun belirttiğimiz tarihte "Görevlere önderlik tarzında yaklaşmanın esasları üzerine" isimli konuşmasından alınmıştır. 
Bu sözleri ne olur ne olmaz, ama hiç olmazsa "Sağır Sultan" duysun diye yazıyoruz. Gelecekte Türkiye'de neler olabileceğini ilgililer sonradan, "Biz Duymamış tık!" demesinler.   

PKK'NIN PROPAGANDA İMKANLARI (1991-1992)

Başından beri Abdullah ÖCALAN ve PKK, propaganda vasıtası olarak silahlı eylemi kabul etmiştir. 

Silahlı propagandaya "Devrimci Şiddet" adını koyan da kendisidir. Büyük ve sansasyonel bir eylemin yüzlerce hatibin konuşmalarından, binlerce sayfa yazılı kitap ve dergiden daha etkili neticeler verdiği bilinmektedir.Türkiye gibi bir toplumda beyinlere hitap etmektense göze ve kulağa hitap etmek dahaavantajlı dır. Ayrıca yapılan bir eylem neticesinde tüm basının olayı manşetten vermesi gibi imkan başka hiç bir ülkede kolay bulunacak imkan değildir. Olayı duyan tüm insanlar gönüllü hatiplik yaparak olayla ilgili bilinçsiz değerlendirmeler nasıl olsa yapacaklardır.174 O halde, APO neden zor olanı seçsin? 
APO niçin zor olan yolu; yetişmiş insan, mantıklı insan,teknik ve organizasyon gerektiren yolu tercih etsin? Eylem sırasında eylemi yapanların ölme, sakatlan ma, yaralanma, yakalanıp ağır cezalara çarptırılma gibi durumları olabilir. Olsun! APO için fedai mi yok?Böylesi bir toplumda herkes istediği şartları oluşturduktan sonra, istediği kadar adamı istediği biçimde kullanabilir. Yeter ki bütün insanlık değerlerini APO gibi yitirmiş olsun.Toplumumuzda bir silah patladığı zaman panik başlar. 
Yine bu toplum silah patlatanı kahraman ilan eder. Ona insan üstü vasıflar yakıştırır. Tek tek şahısları kastetmiyoruz, genel olarak bu böyledir. 
Dağın başında, mezrada yaşayan insanımızla, İstanbul'un göbeğinde oturan da aynıdır. Dağdaki çobandan tutun, en sorumlu kademelerdekilerde bile bu 
eğilim mevcuttur. İşte Abdullah ÖCALAN'ın propaganda gücünün temel esprisi buradadır. Bugün, bu gücü en şiddetli biçimde sürdürmektedir. 

1991 yılı Aralık ayında basınımızdan bir manşet;"APO ile görüştük! 1992 yılı baharına kadar eylem yok! "Manşet bu ama gerçek öyle mi?Kırsal kesimde PKK'nın geçici üs olarak kullandığı bölgeler bellidir. Bu mücadele 8 yıldır devam ediyor. Görevliler değişti, PKK militanları değişti ama coğrafya değişmedi. 
Yüksek yerlere kar düştü. Örgüt gruplarının manevra imkanları çok azaldı. Adam her sene olduğu gibi gene kazık çaktığı alanlarda oturup eğitim, konferans, 
seminer vb. gibi çalışmalar yaptı. Dar alanda eylem yapıp başını neden belaya soksun?Fırsatını bulup bir iki devriye veya keşif kolunu pusuya düşürdü, 
küçük bir iki karakol ile Köy korucularına saldırdı ve 1991 kışında da gene kan döktü. Demek ki basın yanılmış. Görüldüğü üzere basit bir örnekle PKK'nın propaganda imkanlarına göz atmaya başladık. 175 en iyi Basının, bilinçsiz örgüt propagandasına yardım kampanyasına ek olarak; PKK, imkanlarının son derece gelişmesine paralel düzeyde başta Almanya olmak üzere broşür ve gazeteleri bastırıp,her türlü yol ve yöntemi kullanarak dağıtımını, okunmasını sağlamakta dır. Diğer yandan afiş, poster, pul, bildiri gibi yaygın malzemeleri de propaganda ve ajitasyon amaçlı olarak kullanmaktadır. 

Bu alanda kullandığı bir diğer malzeme de video ve teyp kasetleridir. 

Özellikle video kasetleriyle yurt içinde ve yurt dışındaki kitlelerde yaygın propaganda, çarpıtma ve ajitasyon çalışmaları sürdürmektedir. Lübnan kampların da Askeri eğitim sonrası yapmış olduğu tatbikatları görüntüleyerek, bunlara Kuzey Irak'ın yeşil vadilerindeki grupların yürüyüşlerini, istirahatlarını, halay çekişlerini, zaferlerle sonuçlanan hayali çatışmalarını da ekleyerek halka sıcak odalarında seyrettirmek te, eleman temini ve kitle desteği yolları araştırmaktadır.  

Bu filmleri seyreden insanlar, PKK gerillalarının son derece idealize edilmiş görüntülerini seyrediyorlar ve elbette cazibesine kapılıyorlar.Özellikle, işsiz-güç süz takımı ve bilinçsiz genç kesim o görüntülerdeki fantastik ortama kavuşmak, o ortamda yer almak kişilerden biri olmak, düşmanı(!) alt eden çatışmalardan 
zaferle çıkmak, köy halkı tarafından coşkuyla karşılanmak, o zümrüt vadilerde piknik yapıp Göreve de katılmak için elbette can atıyorlar. Ayrıca doğrudan yüz yüze yapılan propaganda ve ajitasyon çalışmaları yürütmektedir. Avrupa'da geceler tertip edilerek yüzde doksanı yalan çarpıtılmış haber ve yorumlardan oluşmuş  konuşmalar ile kitle tahrik edilmekte; "Kurtarılmış bölgelerimiz, ordularımız, tugaylarımız alaylarımız vardır, düşmanın şu kadar uçağını, şu kadar helikopterini düşürdük, şu kadar tank ve zırhlı aracını imha ettik, çok yakında devlet kuruyoruz, devlet ve ordu kademeleri içindeki yerinizi bir an önce alın; Öncü olun, baş olun, geride kalmayın vb." denmekte, dinleyiciler adeta iğfal edilerek ardından video, slayt gösterileriyle temsil, folklor ve marşlarla insanlar gaflete düşürülerek para, mal ve benzeri şeylerin yani 176

ALINTIDIR;

http://tr.scribd.com/doc/49597985/Cem-Ersever-Kurtler-PKK-ve-A-Ocalan

***