BAŞBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BAŞBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Mayıs 2019 Pazar

Hizbullah, Başbakanı da Asar Fethullah'ı da Keser!


Hizbullah, Başbakanı da Asar Fethullah'ı da Keser! 


Necati Doğru,.
28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

GÖRÜNEN köy kılavuz istemez. 

Biz yazmış olalım. Hizbullah'ın bundan sonra "Korku salacağı" bir numaralı hedefi "Mahkemelerin hakimleri ile adalet yerine gelsin diye çalışan" polis şefleri dir.
Hizbullah, keser, asar!
Domuz bağıyla bağlar.
Kafatası na beton çivisi çakar.
Bodruma mezar kazar.
Cenin pozisyonunda gömer.
Üstüne beton döker.
Namazlık serer!
Gömdüğü ceset üstü namaz kılar.
Hizbullah, kelime anlamı olarak "Allah'ın Partisi" demektir. Hizbullah'ın liderleri, "Tek ve yüce olan Allah adına siyaset" yapan; "Kuran'ı Kerim'in yasalarını 
iktidara getirmek isteyen" insanlardır. Öldürmeyi Allah adına yaptıklarını söylerler ve "bu inanç etrafında" toplanmış mümin insanlardır.
188 kişiyi öldürmüşlerdi.
84 kişiyi yaralamışlardı.
Yakalandılar.
Yargılanmaları 9 yıl sürdü.
Dikkatinizi verin.
Bir yıl değil...
İki yıl değil...
Beş yıl değil...
Tam dokuz yıl...
Dokuz yıl sonunda "Ağırlaştırılmış hapse mahkum" edildiler ve hakimlerin verdiği kararın "usule uygun olup olmadığı incelensin" diye gönderildiği üst mahkeme 
(Yargıtay) dosya yığınları içinde kalmaya mahkum hale geldiği için Hizbullah tutukluları serbest kaldılar.
Halay çekilerek karşılandılar. Tekbir sesleriyle kucaklandı lar. Arkalarında onlara inananlar var.Bunu da göstermiş oldular ve başta dini kullanarak siyaset yapmakta olan Başbakan ile Fethullah Gülen olmak üzere herkese; internet siteleri aracılığıyla "Hizbullah cemaati, doğduğu topraklarda geniş halk kitlesinden aldığı destekle varlığını sürdürmektedir... Bu süreçten sonra herkes, bu ülkenin gerçeği olan Hizbulah'ı kabul etmeli, Hizbullah ile yaşamayı öğrenmelidir..."  dediler. 

(Bu haber dünkü gazetelerde yer aldı.

Şimdi düşünün Yargıtayın hakimleri dosyaları inceledi.
Usul hatası buldu.
Hizbullah sanıklarını dokuz yıl yargılama sonucunda  mahkum etmiş hakimlere "usulüne göre yeniden yargılayın" diye geri gönderdi.
Bu hakimleri kim koruyacak Hakimlerin topu yok.
Tüfeği, bombası yok.
Hizbullah'ın arkasında halk var.
Hakimin arkasında kimsesi yok!
Bu durumda hangi hakimin eli varacak da, hangi polis şefinin yüreği yetecek de "Allah'ın kanunlarını iktidara getirme" davası için yola çıkmış; halay çekerek, 
tekbir getirerek destek veren halkı da arkasında bulmuş Hizbullah'ı "laik hukuk adına" sorgulayacak, belge toplayacak, kanıt bulacak, yargılayacak, mahkum 
edecek!

Ülkeyi bu noktaya getirdiler.

Adalet sisteminde "usul esasın önüne geçmiş", hukuk sistemi "usul bataklığına" gömülmüş ve "hakimle de usulün esiri yapılmış" bir düzende köklü reform 
düşünmek yerine iktidar ve onun yandaşları; yargıyı ele geçirme peşinde koşuyor.

Görünen köy!..
Hizbullah, Başbakan'ı da asar
Fethullah Hoca'yı da keser!
Örgüt bizi asla unutmaz uykularımız kaçıyor 
Beykoz operasyonuna katılan polis: 

   HİZBULLAH lideri Hüseyin Velioğlu'nun öldürüldüğü Beykoz'daki villa baskınında en önde bulunan ve güvenlik nedeniyle adını açıklamadığımız 
Terörle Mücadele Şubesi'nde görevli polis memuru SOZCÜ'ye şunları söyledi:
"Hizbullah'ın kafa adamlarının serbest bırakıldığı bize tebliğ bile edilmedi. Örgüt, operasyonlara katılanları unutmaz. 
Ben o operasyona görevim gereği canımı ortaya atarak seve seve katıldım. Şimdi böyle bir operasyon görevi verilse yine yaparım. 
Teröristlerin serbest kaldığını ben teşkilatımdan değil, televizyonlardan öğrendim. 

Açıkçası Uykularım kaçtı. Biz canımızı boş yere mi ortaya koymuşuz?"

***

29 Temmuz 2017 Cumartesi

TÜRBAN SORUNU NASIL ÇÖZÜLDÜ.


Türban Sorunu Çözüldü

SİYASET 
2008-01-29 10:29:55

Türban sorunu çözüldü 
« Çeneden bağlancak, yüz  görülecek »



AKP ile MHP, türbanın üniversitelerde serbest bırakılması için Anayasa'nın 10. ve 42. maddeleri ile YÖK Yasası'nın ek 17. maddesinin değiştirilmesi konusunda mutabakata vardı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde AKP ve MHP arasında türbanın yükseköğretimde serbest bırakılması konusunda yapılan toplantıda önceki gece geç saatlerde mutabakata varıldı. İki partinin kurmayları arasında yaklaşık 5 saat süren görüşmenin ardından yapılan yazılı açıklamada, "Yüksek öğretimde bir sorun olarak ortaya çıkan fiili başörtüsü yasağının bununla sınırlı olarak kaldırılması konusunda izlenecek yaklaşımı" görüşmek üzere 2. toplantının yapıldığı bildirildi.
Açıklamada, konunun tüm boyutlarıyla ele alındığı görüşmede, Anayasa'nın 10. ve 42. maddeleriyle Yüksek Öğretim Yasası'nın ek 17. maddesinde değişiklik yapılması konusunda mutabakata varıldığı ifade edilerek, "Bu konudaki Anayasa ve yasa değişikliği teklifleri, iki partinin ortak önerisi olarak Anayasa ve içtüzükte belirlenen esas ve usullere göre TBMM'ye sunulacaktır" denildi.
Açıklamada, Anayasa'nın "kanun önünde eşitlik" başlıklı 10. maddesinin son fıkrasına, "... ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında" ibaresi eklenirken, maddenin son fıkrası şöyle düzenlendi: "Devlet organları ve idari makanları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinin yararlanmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır."
Anayasa'nın "eğiim ve öğretim hakkı ve ödevi" başlıklı 42. maddesinin birinci fıkrasına "kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple" ve ikinci fıkrasına, "... ve kullanılmasının sınırları" ibareleri ekleniyor. Bu durumda maddenin birinci ve ikinci fıkraları şöyle düzenlendi: "Kimse, kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz." "Öğrenim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları, kanunla tespit edilir ve düzenlenir."
YÖK KANUNU'NDA DEĞİŞİKLİK
İki partinin ortak önerisinde, Yüksek Öğretim Yasası'nın ek 17. maddesinde de değişiklik öngürülüyor. Değişiklik önerisinde, "başın nasıl örtüleceği" açıkça tarif ediliyor.
Öneriyle, ek 17. maddede, "Yürürlülükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla, yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir" fıkrasına şu düzenleme yapılıyor: "Hiç kimse, başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir."



http://www.ortadogugazetesi.net/haber.php?id=3040


***

13 Haziran 2016 Pazartesi

Gezi Parkı Üzerinden Başbakan Erdoğan’a Dış ve İç Politika Üzerine Açık Mektup







Gezi Parkı Üzerinden Başbakan Erdoğan’a Dış ve İç Politika Üzerine Açık Mektup



Yazar: Ümit Özdağ
17 HAZİRAN 2013 PAZARTESİ

            Gezi Parkı sadece Gezi Parkı değildir. Gezi Parkı tabii ki sadece bir bina ve üç ağaç meselesi de değildir. Ancak bir bina ve üç ağaç ile sembolleşen Gezi Parkı olayları ile toplumsal bir muhalefet ortaya çıkmıştır. Toplumsal muhalefetin muhalefet gerekçeleri çok değişik olmak ile birlikte muhalefetin ana gerekçelerini, a) PKK ile sürdürülen müzakere, mütareke ve kirli barış sürecinde milli-üniter devlet yapısının tehdit altına sokulması ve Suriye politikasından duyulan rahatsızlık b) AKP iktidarının gittikçe otoriter ve anti-demokratik bir nitelik kazanması, c)Başbakan Erdoğan’ın buyurgan ve aşağılayıcı bir üslup ile demokratik bir tarzdan çok uzak bir üslup ile “benim valilerim, komutanlarım” söylemi üzerinden içkiden kürtaja, sigaradan çocuk sayısına kadar hayatın her alanına müdahale eden bir söylem geliştirmesi, bunun ötesinde insanların dini nasıl yorumlayıp uygulamaları gerektiğinden milli bayramlarını ellerinden almaya uzanan bir siyaset izlemesi oluşturmaktadır.




            Erdoğan Gezi Parkı ile ortaya çıkan toplumsal muhalefeti ve PKK ile müzakere süreci ve hoyrat Suriye politikasından dolayı kaybettiği oyu, sağ seçmeni arkasında bloklaştırarak aşma ve yerel seçimler için bir araç olarak kullanma yolunu seçmiştir. Bundan dolayı, Başbakan Erdoğan süreci tırmandırmayı, toplumsal muhalefeti ötekileştirmeyi, marjinalleştirmeyi tercih etmiştir. Erdoğan toplumsal muhalefetin çok büyük bir bölümünün  Marksist eylemci gruplar ile ilgisi olmadığını bildiği halde, “etrafı yakıp, yıktılar” ve “camide ayakkabı ile içki içtiler” söylemi ile toplumsal muhalefeti düşmanlaştırmıştır. İstanbul Çevik Şube Müdürü’nün polisine attığı twitte, polislerini “ikinci Çanakkale savaşı kahramanları diye nitelendirmesi, düşmanlaştırmanın hangi boyutlara vardığını göstermektedir. Kaybedilen oyları bu düşmanlaşma üzerinden telafi ederek ve hatta MHP’ye giden oyları da mitinglerde MHP bayrakları ve MHP seçmenine hoş gelecek “milliyetçi” söylemler ile geri almaya çalışmıştır.

           Üstelik Başbakan Erdoğan, çok kısa bir süre Gezi Parkı ile uzlaşma stratejisini benimsemiş gibi görünse de Gezi Parkı’na gereksiz ve son bir ağır saldırı ile gerilimi tırmandırma stratejisini izleyeceğini göstermiştir. Bununla da kalınmamış 5 milyon twitt ile ilgili Emniyet Genel Müdürlüğü soruşturma açarken, Sağlık Bakanlığı da yaralılara tıbbi destek veren doktorlar ile ilgili soruşturma açacağını açıklamıştır. Önümüzdeki günlerde cadı avlarının başlatılması, hukukun intikam operasyonlarında kullanılması, 28 Şubat’ın sivil kanadı adı altında basında geniş tutuklamaların yapılması mümkündür. Avrupa Birliği ile ilişkilerden sorumlu Bakan Egemen Bağış’ın “Taksim’deki herkesin terörist sayılacağını açıklaması” kontrollü gerilimden şiddetli baskı politikalarına geçildiğini gösterirken bir zihin haritası da vermektedir.

           Eğer, Türkiye, İspanya’nın olduğu İberya yarımadasında olsa idi, demokratik siyaset açısından olağanüstü sorunlu ve hatta kabul edilemez olsa dahi bu siyaset stratejisini kabul edilebilirdi. Anadolu yarımadasında ise bu siyaset özellikle ulaşılan aşamada bir milli güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Çünkü, kendi içinde Başbakan’ın ifadesi ile birbirine karşı bilenmiş, sokağa çıkmaktan zor alıkonulan, % 50-%50 ikiye ayrılmış bir toplum, kendisini dış tehditlere karşı savunma yeteneğini kaybetmiş bir toplumdur. “Türkiye bizimle savaşamaz çünkü iç savaşa sürükleniyor” diyen Suriye Başbakan yardımcısına kızmamak gerekir.   

           Reyhanlı Katliamı, Türk toplumunun psikolojik açıdan ne kadar tehlikeli bir süreçten geçtiğini göstermektedir. Sağlıklı bir toplumda Reyhanlı gibi alçakça bir katliamın bir yandan faile karşı ortak bir tepki öte yandan milli yas atmosferi doğurması gerekir. Oysa, Reyhanlı Katliamı’na toplumun büyük bir bölümünün verdiği tepki, katliamı düzenleyen Suriye Hükümeti’ne değil, AKP Hükümeti’ne karşı olmuştur. AKP Hükümeti’ne karşı tepki o kadar sert olmuştur ki, Suriye’nin sorumluluğuna geniş katmanlarda inanılmamış, toplum bir yas etrafında dahi birleşememiştir.Eğer MİT, Reyhanlı katliamından sonra Başbakan Erdoğan’ın önüne bu toplumsal bölünmüşlük ile ilgili bir rapor koymadı ise işini yapmamış demektir.      

            Türkiye’de toplumsal bölünmüşlük son günlerde radikalleşirken,  İslam Dünyası bir Sünni-Şii çatışmasına doğru 
sürüklenmektedir. Hizbullah’ın Suriye’de Esad rejimine destek politikası, Sünni dünyada kutuplaşmayı ve radikalleşmeyi hızlandırırken, Irak’ta El Kaide’nin Irak Ordusu’na “Kahrolsun Safaviler” diye saldırılar düzenlemesi, sadece Sünni-Şii çatışmasına tarihsel bir derinlik oluşturmaktadır. İslam Dünyası’nın birçok coğrafyasında Sünni-Şii çatışması yayılma eğilimi içindedir. Bahreyn’de hükümet Şii halkın taleplerini güç kullarak engellemektedir. Suudi Arabistan’ın doğusundaki Şii halk, krallığın baskısı altında her an ayaklanma potansiyeli ile yaşamaktadır. Irak’ta ise on yıllarca ezilen Şii çoğunluk şimdi Sünni azınlığı ezmekte, dışlamaktadır.  Ezilen Sünniliğin temsilciliğini üstlenen El Kaide ise adı Ali olanların kafasını kesmektedir. Lübnan uzun bir iç savaştan çıkma yolunda önemli bir mesafe kaydettikten sonra Suriye’de iç savaşın etkileri ile Lübnan’da şimdilik kuzey bölgesinde yoğunlaşan Sünni-Şii çatışmaları başlamıştır. 

Suriye’de ise çatışma henüz bir Sünni-Nüsayri çatışması olmasa da hızla bu noktaya kaymaktadır. Özetle, Ortadoğu’da bir bölgesel iç savaş Sünni-Şii ekseninde gelişmektedir. Türkiye sınırlarının hemen yanında gerçekleşen bu sürecin Türkiye’yi etkilememesi mümkün değildir. Nitekim, Reyhanlı Katliamı, Başbakan Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi Türkiye’de bir Sünni-Alevi gerilimi zemini oluşturmak için atılmış çok ciddi ve tehdit edici bir adımdır.

           Ortadoğu bir Sünni-Şii eksenli iç savaşa doğru ilerlerken Ankara’nın izlediği dış politikanın laik esasları terk edip Sünnici bir zemine kayması, Türkiye’nin milli güvenliği için bir tehdit olduğu kadar Türk Dünyası’nın oluşan birliğine de indirilmiş ağır bir darbe olacaktır.  Rahmetli Atatürk, Türk dış politikasının eksenine laikliği bir milli güvenlik politikası olarak oturtmak zorunda kalmıştır. Çünkü 1071 ile 1918 arasında İslam dininin ve medeniyetinin temsilcisi olarak kesintisiz 847 sene bir dinin birleşik Avrupa medeniyetine karşı tek başına savunmasını üstlenen Türk Milleti yorulmuş ve yenilmiştir. Sadece 1821-1922 arasında Kafkaslar ve Balkanlar’da ölen Müslüman Türk sayısı 5 milyon civarındadır.[1] Hiçbir millet bu kadar uzun süren bir soykırımı yaşamamıştır.  Tarih hiçbir milletin tek başına bir medeniyet bloğuna karşı 847 sene savaştığını kaydetmemektedir.

          1922 Türkiyesi Yıldırım Beyazıt’ın Niğbolu’da Haçlı Ordularını yendikten sonra Haçlı şövalyelerine av şöleni veren ve büyük zenginliğini sergileyen Türkiyesi değildir. Türk Milleti, 847 yıl sonra yaralarını sarmak ve elimine edilen nüfusunu artırmak için yurtta ve cihanda sulh talep etmiştir. Hilafet makamı, TBMM’nin manevi şahsiyetine çekilirken gerçekleştirilmek istenen; 847 sene tek başına İslam Dini’nin kılıcı ve kalkanı olan Türk Milleti’nin Batı Dünyası ile barış kurmasıdır ve bu barışa Batı Dünyası’ndan çok Türkiye’nin ihtiyacı vardır.[2]

       Türk dış politikasına hakim olan laik çizgi sadece Batı Dünyası ile ihtiyaç duyduğumuz barışın sağlanmasına katkı vermekle kalmamış aynı zamanda İslam Dünyası’ndaki mezhep çatışmalarının da dışında kalmamızı sağlamıştır. Üstelik İslam Dünyası’nda Türkiye’nin etki alanı genişlemiştir. Böyle olduğu için Başbakan Erdoğan, hem Lübnan’da Hizbullah hem de Mısır’da Müslüman Kardeşler tarafından sevinç gösterileri ile karşılanmıştır.

          Ankara’nın son yıllarda Sünnici politikalara kayması Türkiye’nin etki alanını daraltmaktadır. Maliki Irak’ı ile gerilim yükselmektedir. Hizbullah, ASALA ile birlikte Lübnan’da Türk kurumlarına saldırmaktadır. Suriye yönetimi, Türkiye’yi kendi iç savaşının içine çekilmiş görmek istemektedir. Türkiye’nin entellektüel önderliğini kabul etmiş olan % 30’luk Şii Türk Dünyası, Ankara’nın Sünnici bir çizgiye kaymasından büyük rahatsızlık duymaktadır.

          İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprünün adının Yavuz Sultan Selim Köprüsü konulması sadece Türkiye’de yaşayan Aleviler’in tepkisi ile karşılanmamıştır. Şah İsmail’e karşı büyük bir sevginin duyulduğu Kuzey ve Güney Azerbaycan’da da 40 milyona yakın insan üzerinde çok olumsuz etki yapmıştır.  Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Yeni Osmanlıcılık’tan bahsettiği, Irak’ta selefilerin Şiilere “Safavilere Ölüm” diye saldırdığı bir dönemde Yavuz’un isminin 3. Köprü’ye verilmesi, AKP’nin Sünnici dış politikasının yansıması olarak yorumlanmaya açıktır.

         Yavuz Sultan Selim, Osmanlı-Türk tarihinin en önemli şahsiyetlerinden birisidir. Yavuz Sultan Selim’in Doğu politikasının temeli, Basra Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’na inen Avrupalı güçlerin geniş kuşatmasını engelleyecek bir jeopolitik yapıya ulaşmaktır. İran Türklüğü’nün Nadir Şah ile birlikte en önemli şahsiyetlerinden olan Şah İsmail için ise Doğu Anadolu ve Mezapotamya İmparatorluğu’nu besleyecek zengin topraklardır. Özetle, Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail iki Türk ordusunun üzücü çatışması ile sonuçlanmış olsa da mezhep üzerinden kendi içinde jeopolitik temeli olan bir mücadele vermişlerdir.  


         21. Yüzyıl’da İslam Dünyası’nda Sünni-Şii çatışmasını teşvik edici, besleyici bir siyaset izlemenin; Allah, millet ve tarih karşısında savunulur yanı yoktur. Türkiye, Sünni-Şii bloklaşmasını teşvik edici değil aksine uzlaştırıcı, çatışmayı engelleyici bir politika izlemelidir. Siyasette sembollerin büyük önemi vardır. Ankara’nın, AKP Hükümeti’nin bütün İslam Dünyası’na böyle bir mesajı vermek için kullanabileceği sembolik araç yine üçüncü köprünün kendisi olabilir. Bu aşamada üçüncü köprünün isminin değiştirilmesi doğru ve olası da değildir.  Ancak Boğaz’a yapılan her köprüye giden viyadükler ve her köprünün başında park alanları olur. Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün en büyük viyadüğüne Hacı Bektaşi Veli’nin verilmesi, diğer tarafta bir viyadüğe Pir Sultan Abdal Viyadüğü adı verilmesi mümkündür. Ayrıca Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün hemen başında yapılacak büyük parka, Şah İsmail’in şiirlerinde kullandığı ismi olan Hatayi’nin verilmesi, bu parka Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim’in at üzerinde yan yana heykellerinin yapılması, Alevi yurttaşlarımızın kızgınlığını engelleyecek, 50 milyon Şii Türk’ün gönlünü alacak, İslam Dünyası’nın bir mezhep savaşına sürüklenmeye çalışıldığı bir dönemde çok olumlu bir etki yapacaktır.      


          Dış politikada laik bir çizgiye çekilerek, hızla gelmekte olan Sünni-Şii çatışmasında engelleyici bir konum taşıması gereken Türkiye, içeride de toplumsal barışı hızla sağlamalıdır. Bu konuda asıl görev tabii ki toplumsal muhalefetin değil, Başbakan Erdoğan’ındır. Usta bir siyasal taktisyen olan Erdoğan çok kırılgan bir zemin üzerinde çok tehlikeli ve aniden kontrol dışına çıkabilecek hamleler yaptığının bilinci içinde bedeli yüzde birkaç oy da olsa iç barışa doğru geri adım atmalıdır.


         Demokrasilerde bir siyasi partiyi iktidara getiren aldığı oylar, iktidarda tutan ise oy vermeyenlerin bu siyasi partinin iktidarının meşruluğunu kabul ederek yönetimine rıza göstermeleridir. Diğer bir ifade ile % 50’ye dayanarak, düşmanlaştırılan diğer % 50 uzun süre kontrol altında tutulamaz. Milli egemenlik sandıktan çıkar ancak milli egemenlik sadece iktidarı seçenlerin değil, muhalefete de oy verenlerin egemenliğidir. Muhalefeti milli egemenlikten dışlayan bir yaklaşım, % 50 oy bile alsa demokratik bir iktidar değildir.


           Bundan dolayı dış politika tekrar mezhep kavgasından uzak laik bir dış politikaya kayılırken, iç politikada da AKP’li olmayanları düşmanlaştırıcı çizgi derhal terk edilmelidir. Tasarlandığı anlaşılan baskı ve cadı avı politikaları terk edilmelidir. Bu politikaları önerenler ne Türkiye’nin ne de AKP’nin dostlarıdır.Kucaklarında beş yaşındaki çocukları olan annelerin üzerlerine biber gazlı su sıkılırken ve gaz bombaları atılırken, iktidarın  aynı gün Kato Dağı’nda PKK’lıların “cenaze töreni” yapmasını ise devlet güçlerinin müdahalesiz seyretmesi, demokratik siyasetin sürmesi  için ön şart olan iktidarın meşruluğuna inancı ortadan kaldıracaktır.


          Türkiye’nin özellikle de Başbakan Erdoğan’ın Bilim, Birlik ve Barışdemesinin vakti gelmiştir. Taksim’e ne yapılacağına kent BİLİMi karar vermelidir, Başbakan % 50’nin değil, % 100’ün Başbakanı olduğunu gösterecek adımlar atarak, BİRLİK demelidir ve toplumsal muhalefete karşı şiddet politikası sona erdirilerek BARIŞ denmelidir.     




[1] Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün-Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı, (1821-1922), (Çev.Fatmagül Sarıkaya), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2012
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/06/17/7066/gezi-parki-uzerinden-basbakan-erdogana-dis-ve-ic-politika-uzerine-acik-mektup

..

Başbakan Gezi Parkı’nın Arkasına Neleri ve Nasıl Gizliyor?



Başbakan Gezi Parkı’nın Arkasına Neleri ve Nasıl Gizliyor?



Yazar: Ümit Özdağ


Başbakan Erdoğan’ın Gezi Parkı’nda başlayan gösterileri sona erdirmek için yapması gereken çok kolay atılabilecek bir adım olan, “Taksim’e bina yapılmayacak” açıklamasını yapmak yerine neden sürekli olarak gerilimi artırma politikası izliyor?  “ Taksim Neden Tırmanıyor ve Tırmanacak? ” başlıklı analizimde Erdoğan’ın gerilimi artırmayı politik olarak tercih etmesinin iki amacı olabileceğini ifade etmiştim. Bunlardan birisi yaklaşan finansal/ekonomik sıkıntıları sorumlusu gösterebileceği bir günah keçisi olarak Gezi Parkı olaylarıdır. Diğeri ise Erdoğan’ın Reyhanlı katliamından sonra Suriye politikasından dolayı kaybettiği oylar ile PKK ile sürdürdüğü müzakere-mütareke-kirli barış politikasından dolayı kaybettiği oyları tekrar toplama çalışması yapmasıdır.
Bu çalışmada PKK ile sürdürülen müzakere-mütareke-kirli barış süreci ile Gezi Parkı olayları arasındaki bağ ele alınacaktır. PKK ile MİT üzerinden AKP arasındaki, gizli ve açık 2006’dan buyana sürdürülen görüşmeler çerçevesinde Öcalan’a 2009 sonrasında büyük tavizler verilmiştir. 2009 – 2011 arası PKK ile başlayan ilk açık müzakere sürecinde, PKK’ya verilen tavizleri aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür.


1)TRT Şeş adı ile devlet Kürtçe televizyon yayınına başlamıştır.
2)Kürtçe, devlet okullarında seçmeli ders olmuştur.
3)Üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmıştır, öğretmen yetiştirilmeye başlanmıştır.
4)PKK’nın siyasi koluna Kürtçe propaganda yapma imkanı verilmiştir.
5)Etnik örgütlenmeler ve bölücü propaganda serbest kalmıştır.
6)Belediyeler Kürtçe yazışma yapmaktadırlar.
7)Kürtçe bilme şartı ile kamu personeli istihdamı yapılmıştır.
8)Merkezden bağımsız Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur.




Bu sekiz tavizi 2012’de Öcalan ile ilerlemekte olan ikinci müzakere süreci başında verilen aşağıdaki dört temel taviz izlemiştir.

1) Öcalan’a uygulanan tecrit kaldırılmış ve PKK ile temas kurması dâhil her türlü iletişim imkanı kendisine verilmiştir.  

2) Mahkemelerde ana dilde savunma hakkı KCK’nın açlık grevi sonrasında kabul edilmiştir.

            3) Büyük şehir belediyeleri yasası ile idari federasyonun alt yapısı kurulmuştur.

            4) KCK’lılar serbest bırakılmaya başlanmıştır.

PKK’nın bunların karşılığında attığı adım ise nasıl gerçekleştiği hala belirsiz olan PKK’lı teröristlerin Kuzey Irak’a çekilmesi olmuştur.
İkinci müzakere süreci ile ilgili olarak Türk halkına yönelik olarak kapsamlı bir psikolojik operasyon süreci uygulanmış olmasına rağmen Türk halkı Öcalan ile sürdürülen müzakerelere büyük tepki vermiştir. Akil insanlar süreci tam bir başarısızlık olmakla beraber AKP Hükümetine PKK’nın sözde geri çekilmesi süreci ile ilgili zaman kazandırmıştır. Öte yandan yapılan en son bağımsız çalışmanın ortaya koyduğu husus, “Öcalan ile yürütülen müzakereleri destekliyor musunuz?” sorusuna ankete katılanların % 35 “evet”, % 58 “hayır” diyor. % 7 ise kararsız görünüyor. AKP, kendi zeminini dahi PKK ile yapılan müzakereler ve bu müzakereler sonucunda verilecek tavizler konusunda ikna edememiştir. Öcalan’a verilen tavizleri ise aşağıdaki şekilde toplamak mümkündür.
1)Adına genel af denilmeden ve bir yasa ile değil, bir sürece yayılan düzenlemeler ile PKK terör örgütüne genel af uygulaması getirilecektir. PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan serbest kalacaktır. Erdoğan 3 Mart 2013’de “Devlete karşı işlenen suçlar affedilebilir” diyerek, Öcalan’ın hangi yasal zeminde serbest kalacağını açıklamıştır. Öcalan devlete karşı işlenen suçtan mahkum olmuştur? Sürece muhalefet edenler değil, süreci destekleyen Cengiz Çandar Radikal gazetesinde ve Abdülkadir Selvi Yeni Şafak gazetesinde Öcalan’ın çıkacağını açıkça yazmışlardır.
2) PKK Yöneticileri serbest kalacaktır. 9 Haziran 2013 tarihli Taraf gazetesi AKP Hükümeti’nin üzerinde çalıştığı bir düzenleme ile  “herhangi bir terör eylemine katılmamış olanlar” dışında “haklarında kovuşturma bulunmayanlar” ve “haklarında hüküm tesis edilmemiş olanlar” da Eve Dönüş Yasası’ndan istifade edebileceklerdir.  Bu şekli ile yapılacak Murat Karayılan dâhil bütün lider kadro serbest kalması için yetecektir. KCK’lılar zaten peyderpey serbest bırakılmaktadır.
3) Üniter devlet tasfiye edilecek, Türkiye federal bir devlete dönüşecektir. Başbakan Erdoğan, 2023’de eyalet sistemine geçilecek diyerek, Türk toplumunu federal devlet sürecine alıştırmaya başlamıştır.
4) Üniter devlet gibi milli devlette sona erdirilecek, etnik merkezli bir yapılanmaya gidilecektir. Türk Milleti’nin adı ergeç Anayasadan çıkacaktır. 11 Haziran seçimlerinde önce Anayasa Mahkemesi üyelerinin yeminlerinden “Türk Milleti” ve “Türk evlatlarını” çıkarılmış ancak MHP’nin tepkisi üzerine yeniden konulmuştur. Şimdi Öcalan ile anlaşırken ara çözüm olarak geçici bir şekilde Türk Milleti adı Anayasaya girecek, büyük bir ihtimal ile sadece Anayasanın parçası sayılmayacak olan girişte yer alacak veya artık değiştirilebilecek olan ilk üç madde içinde dile getirilecektir
5)Kürtçe ikinci resmi dil olacaktır. AKP 4. Olağan Kongresinde “kamu hizmetlerine Kürtçe erişim hakkı” başka bir anlama gelmemektir.
Yukarıda sayılan beş temel madde ile ilgili düzenleme PKK ile AKP Hükümeti arasında yapılan ve Öcalan’ın üç aşama ile tanımladığı, 1)Sürekli ateşkes, 2)Anayasal düzenlemeler ve 3)Normalleşme süreçlerinin ikinci aşamasında yapılacak düzenlemelerdir. İddialara göre PKK’nın Kuzey Irak’a çekilmesi tamamlanmak üzeredir. İkinci aşama PKK’nın talep ettiği ve iktidarın onayladığı anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılmasıdır. Ancak, Öcalan ile müzakerelerin içeriğinden duyulan şüphe üzerine yükselen toplumsal tepki ortada iken PKK’nın taleplerinin hukuk alanında karşılanması aşamasına geçilince, AKP Hükümetine karşı muhalefetin yükseleceği ve AKP’nin başlayan oy kaybının artacağı ortadadır. Nitekim, Gezi parkı olaylarının başladığı günlerde 1-2 Haziran 2013’de Gezici Araştırma Şirketi tarafından 36 ilde yapılan kamuoyu araştırmasına göre, AKP % 38.5, CHP % 31.8,  MHP % 18.5, BDP % 8.2 ve diğerleri % 3 oy almaktadır. Bu araştırmada AKP iktidarına azalan desteğin azalma nedenleri olarak, Öcalan ile görüşmeler, bölünme korkusu ve Türkiye’nin yanlış Suriye siyaset ve bu siyasetin Reyhanlı katliamına yol açması ön plana çıkmıştır.
Üstelik gündemin birinci maddesinin PKK ile üzerinde uzlaşılan hususlar olması iktidar partisini sürekli bir toplumsal baskı altında bırakacaktır. Milliyetçi Hareket Partisi’nin Bursa, İzmir ve Adana mitingleri, aralarında bir ay gibi uzun bir sürede olsa da her seferinde daha büyük ve MHP dışındaki seçmeni de çeken bir katılım ile gerçekleşerek, AKP Hükümetini politik-psikolojik baskı altına almaktadır.
Özetle, Başbakan Erdoğan’ın Gezi Parkı olaylarını tırmandırmasının nedeni Öcalan’ın ikinci aşama olarak tanımladığı ve anayasal düzenlemeler aşaması dediği aşamada AKP Hükümetinin atacağı adımlardan kamuoyunun dikkatini uzaklaştırmak ve muhalefetin potansiyelini PKK ile müzakere-mütareke-kirli barış süreci üzerine değil, Gezi Parkı üzerine kurulmasını sağlamaktır. Diğer bir değişle, Erdoğan sadece iktidarı değil, muhalefeti de yapılandırmak istemektedir.  
Böylece bu makalenin başlığında Erdoğan’ın çatışma/tırmandırma stratejisi ile neyi gizlediği sorusunun cevabı verilmiştir. İkinci soru ise nasıl gizlemeyi hedeflediğidir. Bu aşamada Erdoğan, Gezi Parkı olaylarında karşında oluşan kentli-laik bloğu kendisini destekleyen liberal çevreleri karşısına almak pahasına daha küçük tehdit olarak görmekte ve kentli-laik blok ile girdiği sürtüşme sürecinde dikkatleri PKK ile müzakerelerden gizli bir Sünni-Alevi, kentli-mağdur zemine kaydırmayı hedeflemektedir. Başbakan Erdoğan’ın bu stratejisi anayasa referandumu sırasında da uyguladığı stratejidir ve başarılı sonuç almıştır.




Başbakan Erdoğan Gezi Parkı muhalefetinin örgütsüz, merkezi stratejik bir akıldan yoksun olduğu gerçeğinden hareket ederek kolay manipule edilebileceği ve manipulasyona, marjinalleştirmeye açık olduğunu görmektedir. Esasen son günlerde özellikle Taksim’de olaylarla ilgisi olmayan ancak “buradan bize ekmek var” yaklaşımı ile Taksim’e afiş ve bayrakları ile damgasını vuran bir marjinal sol örgütler görüntüsü Erdoğan’ın tam da beklediği şeydir. Keza Taksim’deki Atatürk heykelini Halk Cephesi adı ile flamalar kullanarak işgal eden DHKP-C, Taksim’deki çok değişik siyasal ve toplumsal kaynaklardan gelen gençliği, büyük bir bölümü apolitik olan kitleleri temsil etmekten çok uzaktır.
Taksim’deki tek sembolü Türk bayrağı olan ana kitlenin içinde sayısal olarak esamesi okunmayacak marjinal örgütler, (özellikle polis ve MİT kontrolünde olanların Taksim’de görev gereği bulunduğunun altını çizelim) Erdoğan’ın önümüzdeki günlerde göstericilere karşı yoğunlaştıracağı psikolojik operasyonu için alan oluşturmaktadır.
Erdoğan’ın Gezi Parkı olaylarının başladığı günden buyana ikinci müttefiki PKK/BDP olmuştur. KCK’lılar kafileler şeklinde serbest bırakılırken, AKP Hükümeti, PKK’lıların geri çekilmesi konusunda övgüler geliştirirken, çekilmenin ikinci aşamasının sağlıklı bir şekilde devam edebilmesi için AKP Hükümetine PKK/BDP etkili bir destek vermektedir. Bazı çevreler, olayın gerçek mahiyetini tahlil etmeden PKK/BDP’nin Gezi Parkı gösterilerine destek verdiğini ifade etmektedirler. Buna kanıt olarak, Taksim meydanındaki ve bütün Türkiye’deki gösterilerde alanlara yayılan yüz binlerce Türk bayrağını görmemezlikten gelip, birkaç PKK flaması ile süreci izah etmektedirler. İngiliz Observer gazetesinin anladığı ve ifade ettiği gerçeği bu çevreler görememektedirler. Observer şöyle demektedir: “Atatürk, Başbakan Erdoğan’a meydan okuyan genç Türkler için sembol oldu. …Protestocular için Atatürk bir kahramandır. 75 yıl önce öldü ancak öğrencilerin sürüklediği, Erdoğan karşıtı bu hareketin yeniden doğan sembolü haline geldi.”  



Oysa PKK’da zaten bu düşüncenin ortaya çıkması diğer bir ifade ile Gezi Parkı direnişini AKP Hükümeti adına kirletmek amacı ile son birkaç günde Taksim’de görünmeye başlamıştır. Oysa PKK’nın alana hâkim olduğu Diyarbakır-Van-Hakkari üçgeninde değil meydan mitingleri, sokaklarda dahi yürüyüş, hükümet protestosu olmamaktadır.
Sonuç olarak önümüzdeki günlerde Başbakan Erdoğan medya destekli başlamış olduğu mitingler ile gerçek gündem olan PKK ile müzakere-mütareke-kirli barış sürecini arka plana düşürürken, Gezi Parkı gösterilerini marjinal sol-PKK alanına sıkıştıracak bir strateji izleyecek, zeminde gizli bir Alevi-Sünni gerilimi üzerinden bloklaşma ile kaybettiği oyları tekrar toplamaya çalışacaktır. Bunun için Erdoğan göstericileri şiddet kullanarak bir an önce dağıtmaktan yerine zaman içinde yalnızlaştıracak, marjinalleştirecek ve bu zaman süresinde halkın gözünde haksızlaştıracak bir strateji izleyecektir.
Öte yandan Gezi Parkı göstericileri bu süreci kapsamlı bir analizden geçirmemek ile birlikte hissetmiş görünmektedirler. Göstericilerin attığı bazı adımlar içine çekilmek istedikleri tuzaktan uzaklaşmak için atılmışa benzemektedir.          
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


..

14 Şubat 2016 Pazar

BAŞBAKAN’A…



BAŞBAKAN’A… 


Ali İhsan GÜRCİHAN
10 Eylül 2008


Almanya’daki Deniz Feneri davası ile başlayan karşılıklı suçlama ve tehditler, çirkin gerçekleri de ortaya dökmeye devam ediyor.

Çatışmanın bir tarafında T.C.Devleti adına İKTİDAR denilen güç, diğer tarafında ise Türk Kamuoyunu aydınlatma adına görev yapan BASIN denen beşinci güç.

Yani biri yolsuzlukları, hataları önleyecek ve varsa da işlem başlatacak güç. Diğeri ise bunları ortaya döküp toplumu aydınlatacak güç.

Ancak tartışmalardan anlaşılıyor ki;
Bugüne kadar her ikisi de tam tersini yaparak, millet adına kullanmaları gereken güçlerini kendi çıkarları adına kullanmışlar ve de birbirlerine göz yummuşlar.
Çok açık belli ki, çıkarlar gereği karşılıklı destek ya da en azından suskunluk için bir mutabakat devri yaşanmış.

Peki, ne oldu da mutabakat bozuldu?

Sanırım ortada konuşulanlardan da öte daha büyük boyutlarda bir çıkar çatışması var ki işler bu noktaya geldi.

Yaptıkları yolsuzluklar konusunda çok şey söyleniyor ve yazılıyor. O nedenle ben bu yazımda ne yaptıklarından ziyade esas olarak Başbakan’ın konuya yaklaşım şekli üzerinde durmak istiyorum.

Başbakan’ın söylemlerinin hiddetine ve hareketlerinin şiddetine bakılırsa sanırsınız ki, bu ülkede basın tarafından birilerine sözüm ona çamur atılması sanki ilk defa rastlanan bir olay.

Düne kadar genel olarak size destek veren Doğan grubu ve yandaşınız medyanın sizin dışınızdaki insanlara nasıl çamur attığına hiç şahit olmadınız mı?

Özellikle Ergenekon Davası sonrası ortaya atılan belgeler üzerinden basının yaptığı yargısız infazları ve uğranan haksız saldırıları hiç duymadınız mı?
Bu saldırılar karşısında insanların hakkını koruyan kimse var mı idi sizlerin arasında?

Ailece bizzat yaşadık. Ergenekon tutuklusu diye F tipi tutukevine konan oğlumla ilgili yalan haberler ve yakıştırmalar nedeni ile doğruları açıklamak için yazmadığımız yer kalmadı. Sesimize kulak veren dahi çıkmadı. Yaptığımız tekzip işlemlerini dikkate alan bile olmadı. Hukuki müracaatlar için ise ne yazık ki yetersiz kaldık ve üzücüdür ki ortaya çıkabilecek sonuçlarından da çekindik bu ülkede.

Açıkçası bu yazım;

Olaylar karşısındaki çifte yaklaşımı nedeni ile Başbakan’a bir haykırıştır.
Bu ülkede sıra size gelince mi yazılanlar ve konuşulanlar çamur atma oluyor? İşin ucu size dokununca ne değişti? İlkeler mi yoksa hukuk kuralları mı değişti bu ülkede? Demokrasi ve insan hakları, ancak size dil uzatılınca mı aklınıza geldi?

Bu ülke adına düşünmekten ve yazmaktan öte hiçbir çabası ve çıkarı olmayan oğlum gibi insanların, çıkarcı ve yandaşınız basın tarafından linç edilmesine cesaret veren ve onlara göz yumanlar kim acaba?

Eğer bu ülkenin ve bu insanların Başbakanı iseniz, Ergenekon davasının hukuki boyutlar dışına taşınmasına, özellikle çıkarcı ve tarikatçı basın tarafından pazarlanarak bu ülkede siyasi anlamda kullanılmasına neden özellikle fırsat verdiniz?
Bu ülkede Hükümet, Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı ve de sizlerin etkin olduğu bir Meclis yok mu?

Demokrasi ve hukuki değerlerin sahip çıkıldığı temiz bir toplum bu ülkenin geleceği açısından çok önemli değil mi? Bu konuda gerçekten sizlerde samimi iseniz nedir bu hiddet ve şiddet?

Hiçbir suçu ve çıkarı olmadığına inanmamıza rağmen, demokrasinin fazileti adına benim oğluma nasıl hesap verdiriliyorsa, inanç soyguncularının hesap vermesinde ve ilişkide oldukları iddia edilen kişilerin de araştırılarak gerçeklerin ortaya çıkarılmasında ne mahzur görüyorsunuz? 

Arkasında durduğunuzu iddia ettiğiniz demokrasinin faziletini bizler gibi, siz de yaşamak istemez misiniz? Bu yaklaşımın aksine söylem ve davranışlar içerisine girerek demokrasinin rezaletini çıkarmak, demokrat olduğunu iddia eden insanlara hiç yakışır mı?

Eğer bir ülkenin başbakanı olarak;
Yönettiğiniz insanların ve özellikle size muhalif olanların hak ve özgürlüğüne, en az kendinizin ve yandaşlarınızın hak ve özgürlüğü kadar sahip çıkmaz iseniz,

Bilin ki sıra size geldiğinde; 
Haykırmanın hiçbir değeri ve inandırıcılığı olmadığı gibi o ülkede gerçek demokrasi de yok demektir.

Saygılarımla.

http://vatanhavadis.blogspot.com.tr/2008/09/babakana-ali-ihsan-grcihan.html

23 Aralık 2015 Çarşamba

BAŞBAKAN VE APO NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜNE ADAY



BAŞBAKAN VE  APO  NOBEL  BARIŞ  ÖDÜLÜNE  ADAY,



BAŞBAKANIMIZ, ÖCALAN’LA BİRLİKTE NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜNE ADAY GÖSTERİLİYOR. İŞTE BELGELERİ. 



Murat Karayılan’ın Kandil’deki açıklamalarından sonra, Ak Parti Grup Başkanvekili Ayşe Nur Bahçekapılı, Türkiye Büyük Millet 
Meclisi kürsüsünden “Bu ülkede bayram var bayram” diye bağırmıştı. 

Meğerse biz anlayamamışız. Gerçekten bayram varmış. Müjdeler olsun; Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı, İmralı’daki bebek katili 
terörist başı Abdullah Öcalan’la birlikte Nobel Barış Ödülüne aday gösteriyorlar. 

Bir dostum kanalıyla Belçika’dan ulaştırılan belgelerin tercümeleri aşağıda olduğu gibidir. Bu tercümelerden sonra, belgelerin İngilizce orijinalleri de 
yazının sonunda sunulmuştur. 

Tercümeleri okurken ve belgelerin asıllarına bakarken dikkat ederseniz: 

a. Önce, Avrupa’da etkili bazı kişiler arasında, karşılıklı e-posta yazışmaları başlıyor.  

b. Böylece; altyapı oluşturulduktan sonra, Norveç Nobel Komitesine resmi müracaatta bulunuluyor. 

c. Bundan sonra, tüm okuyuculara bir çağrı yapılıyor. 

d. Ayrıca, Nobel Barış Ödülüne aday göstermeye yetkili kişilere ve Dünyanın önde gelen liderlerine gönderilmiş olan mektubun örneği veriliyor. 


Birinci Mesaj: 

Sevgili ağabeyim Hans, 

Bu mesajımı olumlu karşılayacağınızı umuyorum. Aşağıdaki metni, herkesin işine yarayacak şekilde düzeltebilir veya kendiniz yazabilirsiniz. 

Bize göre; PKK lideri Abdullah Öcalan’ı ve Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, bölgeye barış getirmeye ve Kuzey Kürdistan bölgesinde Kürt 
sorununu çözmeye çalıştıkları için, Norveç Nobel Barış Ödülü Komitesi, her ikisini de 2013 yılı Nobel Barış ödülüne aday gösterilmesini dikkatle 
düşünmelidir. 

Tarihimizdeki bu yeni dönemde, Kürt Diasporasının önemli (kilit) görevlerinin neler olduğunu kendi kendimize sormalıyız? 

Bizi bir amaç etrafında birleşmeye teşvik eden ve ilham veren nedir? 

Halkımızı destekleyecek şekilde uluslararası bir Kürt lobisi örgütü yaratabilmek için Yahudi ve Ermeni diasporalarından neler öğrenebiliriz? 

Tarihin bu çok özel ve kritik zamanında, halkımıza nasıl en iyi şekilde hizmet edebiliriz? 

Geçmişteki hataları ve başarısızlıkları önlemek için, sizin işbirliğiniz kesinlikle yardımcı olacaktır. 

Samimi Hürmetlerimle 

Profesör Alan (İsveç) 

İkinci (Cevabi) Mesaj: 
Sevgili Alan, 

İzlememizi istediğiniz yolu çok beğendik. Öcalan’ın adaylığı için ilk oyu verecekler bizler olacağız. Bugün, Norveç Nobel Komitesine, resmen yazılı 
müracaatta bulunacağız. 

Bu müracaatımız, İmre Kertesz gibi diğer Nobel Ödülü sahipleri tarafından da imzalanmıştır. 

En iyi saygılarımla (Dileklerimle) 

Hans Branscheidt (MESOP) 

Bu mesajın altında, tüm okuyuculara şu çağrı yapılıyor: 


“Öcalan’ın adaylığı için sevgili okuyucularımızdan geri beslemede bulunmalarını rica ediyoruz. Lütfen şu adrese mesajınızı gönderiniz; 
mesop@online.de  <mailto:mesop@online.de > deniyor.” 


Ayrıca; Öcalan’ın 2013 yılı Nobel Barış Ödülüne adaylığı için gelen ilk uluslararası tepkilerin dökümü yapılmış. Örneğin: 

Çok teşekkürler. Gayretlerinizin çok başarılı olmasını dilerim. 

(Lucinda Kathman, Board of PEN International) 


Öcalan’ın açılımı, O’na sadece Nobel Ödülünün verilmesini sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda Türkler ve Kürtler arasındaki barış sürecini de 
hızlandıracaktır. 


(Imre Kertesz – Berlin / Budapest – Nobel Ödülü sahibi) 


Öcalan, önümüzdeki üçüncü Kürt Dünya Kongresinin açılımını da sağlayabilir. 


(Dilshad Sidigh, Hewler) 


Bu ikna edici fikirden yanayım. 


(Hiroşima Eski Belediye Başkanı Tadatoshi Akiba from Hiroshima (former president of Mayors for Peace) 


Ayrıca, Nobel Barış Ödülü Önermeye yetkili kişilere ve Dünyanın önde gelen liderlerine gönderilen mektupların örneği de aşağıda olduğu gibidir: 


Sayın (Bay/Bayan) veya Ekselansları, 


Aşağıda imzası olan biz akademisyenler, yazarlar ve insan hakları savunucuları olarak; Sayın Abdullah Öcalan’ı, 2013 yılında Nobel Barış Ödülü kazanmış 
olarak görmek istiyoruz. 


Eğer Abdullah Öcalan’ı aday olarak önerirseniz, çok minnettar olacağız. 


Bu mektubu, Dünyanın önde gelen diğer liderlerine, politikacılarına, akademisyenlerine ve insan hakları aktivistleri ne de gönderiyoruz. 


Sayın okuyucu dostlarım, 


Böyle bir şey hiç aklınıza ve hayalinize gelir miydi? Rüyada görseniz inanır mıydınız? 


Eğer, 40 bin kişinin ölümüne sebep olmuş bebek katili terörist bir iblisi; Beş vakit namaz kılardı diyerek evliya mertebesine çıkarırsanız ve barış için el de 
öpülür etek de diyerek bu kadar önünü açar ve meşrulaştırırsanız, O’nu bir daha şeytanlaştıramazsınız. 

Belki de amacınız buydu. Şimdi muradınıza erdiniz mi? Başınız göğe değdi mi? 

Yarın öbür gün Nelson Mandela gibi Terörist Başı Abdullah Öcalan hapisten çıkıp Türkiye’nin Başbakanı olursa hiç şaşırmayın. 


Pekiyi ama bu günlere nasıl geldik. İşte size: 


Ahmet Taner Kışlalı spor salonunda; BDP’liler ikinci kadın kongresini yaptı. Salonda bulunan Türk bayrağı ve Atatürk posteri, Öcalan posteri ve operasyonlarda öldürülen kadın PKK’lıların fotoğraflarıyla kapatıldı 


Onlar bunu yaparken; 


 İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Vatan Caddesi’ndeki merkez binasının üzerinde bulunan “Ne mutlu Türküm diyene” tabelası indirildi. 


Batman'da bir vatandaş akillere gösterilen Türk Bayraklı tepkileri anımsatınca, Kezban Hatemi; gülerek, "Amaaaan, it ürür, kervan yürür" dedi. 
 Buna karşılık, Milletvekillerinden hiç kimse ayağa kalkıp “İt kim, kervan kim” diye sormadı ve Kezban Hatemi’yi kınamadı. 


Oysaki Batman’da, Batmanlı kadınlar adına “Başkan Apo’suz Dünyayı başınıza yıkarız” pankartları dolaştırılıyordu. 


Türk Bayrağı açanı işte böyle gözaltına aldılar. PKK’nın sözde bayrağını açanları işte böyle alkışladılar. 


Öcalan ve Karayılan’ın mesajları, işte böyle halaylar çekilerek kutlandı. 

Cumhuriyet Bayramını kutlamak isteyenler, işte böyle tazyikli su, biber gazı ve coplarla haşlandı. 

Terörist Başı bebek katili işte böyle kutsandı. 

Bu Devletin Genelkurmay Başkanlığını yapmış kişi “Terörist damgası vurularak” işte böyle tutuklandı. 



Habur sınır kapısından giren teröristler, işte böyle törenlerle karşılanıp serbest bırakıldı. 
Habur’dan giren teröristler serbest bırakılırken, Terörle mücadele eden madalyalı kahramanlar, işte böyle tutuklandı. 


PKK teröristleri, işte böyle onöre edildi. 



Türk Mehmetçikleri ise, işte böyle küçümsendi. 

PKK’nın sözde bayrağı işte böyle meşrulaştırıldı. 


Türkiye Büyük Millet Meclisi ambleminden bile Türk Bayrağı işte böyle silindi. 

BU VATAN İŞTE BÖYLE KURULDU: 



BU VATAN İŞTE BU HALE GETİRİLDİ: 


Son söz: 


Eğer, 40 bin kişinin ölümüne sebep olmuş bebek katili terörist bir iblisi; Beş vakit namaz kılardı diyerek evliya mertebesine çıkarırsanız ve barış için el 
de öpülür etek de diyerek bu kadar önünü açar ve meşrulaştırırsanız, O’nu bir daha şeytanlaştıramazsınız. 


Bu yazıda sözü edilen belgelerin orijinal aslı aşağıda olduğu gibidir: 

From: Merry Fitzgerald 

Sent: Monday, April 29, 2013 10:31 AM 

To: mfitz@skynet.be 

Subject: THE NOMINATION OF ABDULLAH ÖCALAN FOR NOBELPEACE-PRICE 2014 

FOR INFO THE NOMINATION OF ABDULLAH ÖCALAN FOR NOBELPEACE-PRICE 2014 

Dear kak Hans, 

I hope this mail finds you well. – You can write the following text and also you can self edit what you like that works for everyone! 
In our view, the Norwegian committee for the Nobel Peace Prize should carefully consider the nominations of PKK leader Abdullah Öcalan and Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan for the 2013 peace prize since both are working to bring peace to the region and solve the Kurdish issue in the North Kurdistan region. 
In this new era in our history, we ask ourselves what are the key tasks of the Kurdish Diaspora? What is the motivation and inspiration that could unite us in our mission? How can we learn from the Jewish and Armenian diasporas towards creating an international Kurdish lobby organization to support our people? 

How can we best serve our people in this very unique and critical time of our history? Your cooperation will certainly help to avoid past mistakes and failures. 

Warm regards - Alan 


Alan Dilani, Ph.D. - Professor, Architect/Public Health – International Academy for Design & Health – Box 7196. 103 88 Stockholm, Sweden – T +46 70 453 90 70 | F +46 8 745 00 02 


ORGANIZER OF 3r KURDISH WORLD CONGRESS STOCKHOLM 


http://www.designandhealth.com/ <http://www.designandhealth.com/> 

http://www.worldhealthdesign.com/ <http://www.worldhealthdesign.com/> 


Dear Alan, 
we like very much to follow your direction. We would like to be the very first who vote for Öcalan’s nomination. 

Today we will write a formal appeal to the Norwegian Nobel committee. Signed by other Nobel Price owners like our friend Imre Kertesz. 

Best regards – Hans Branscheidt (MESOP) 
We ask our dear readers for some feed back about Öcalan’s nomination ! Please send to: mesop@online.de <mailto:mesop@online.de> 

ÖCALAN’S INAUGURATION FOR THE PEACE NOBEL PRIZE 2014 
First international reactions : 
Many thanks and I wish you most success in your effort! 
Lucinda Kathman, Board of PEN International 
Öcalan’s Inauguration could not only give him the Nobel Prize – but will speed up also the whole peace process between Turks and Kurds: 


Imre Kertesz – Berlin / Budapest – Nobel Prize Owner 


Öcalan can be also inaugurated by the upcoming 3rd Kurdish World Congress 
Dilshad Sidigh, Hewler 

I’m in favour of this convincing idea. 

Ex-Mayor Tadatoshi Akiba from Hiroshima (former president of Mayors for Peace) 
SO LET’S BUILT UP AN INTERNATIONAL WORKING GROUP NOW! 
JOIN THE INITIATIVE - AND SEND YOUR FEDD BACK ! 
Letter to the Nobel Prize Nominators & prominent World Leaders 
Nobel Peace Prize 2014 for President for Abdullah Öcalan on Imrali Island 
Dear Mr (Mrs), Or: Your Excellency, etc. …… 


We, the undersigned, academics, writers and human rights activists, would like to see Mr. ABDULLAH ÖCALAN as the Nobel Peace Prize laureate for the year 2013. 

We would very much appreciate if you would consider proposing Mr. Öcalan as a candidate. We are sending this letter to a number of other prominent world leaders, politicians, 
academics and human rights activists. 


Read more + send a feed back 

 < http://www.mesop.de/?p=31455 >


Learn about Norwegian Nobel Committee : 


 <http://nobelpeaceprize.org/en_GB/nomination_committee/members/ >


Selam ve saygılarımla… 

Hikmet YAVAŞ (İZMİR) 

hikmetyavas@gmail.com 

NOT: Ülkemizi ilgilendiren çeşitli konulardaki yazı ve görüşleri okuyup, yorumlarıyla katkıda bulunmak isteyenlerin aşağıdaki bağlantıyı tıklamaları önerilir; 




**