Gezi Parkı Üzerinden Başbakan Erdoğan’a Dış ve İç Politika Üzerine Açık Mektup
Yazar: Ümit Özdağ
17 HAZİRAN 2013 PAZARTESİ
Gezi Parkı sadece Gezi Parkı değildir. Gezi Parkı tabii ki sadece bir bina ve üç ağaç meselesi de değildir. Ancak bir bina ve üç ağaç ile sembolleşen Gezi Parkı olayları ile toplumsal bir muhalefet ortaya çıkmıştır. Toplumsal muhalefetin muhalefet gerekçeleri çok değişik olmak ile birlikte muhalefetin ana gerekçelerini, a) PKK ile sürdürülen müzakere, mütareke ve kirli barış sürecinde milli-üniter devlet yapısının tehdit altına sokulması ve Suriye politikasından duyulan rahatsızlık b) AKP iktidarının gittikçe otoriter ve anti-demokratik bir nitelik kazanması, c)Başbakan Erdoğan’ın buyurgan ve aşağılayıcı bir üslup ile demokratik bir tarzdan çok uzak bir üslup ile “benim valilerim, komutanlarım” söylemi üzerinden içkiden kürtaja, sigaradan çocuk sayısına kadar hayatın her alanına müdahale eden bir söylem geliştirmesi, bunun ötesinde insanların dini nasıl yorumlayıp uygulamaları gerektiğinden milli bayramlarını ellerinden almaya uzanan bir siyaset izlemesi oluşturmaktadır.
Erdoğan Gezi Parkı ile ortaya çıkan toplumsal muhalefeti ve PKK ile müzakere süreci ve hoyrat Suriye politikasından dolayı kaybettiği oyu, sağ seçmeni arkasında bloklaştırarak aşma ve yerel seçimler için bir araç olarak kullanma yolunu seçmiştir. Bundan dolayı, Başbakan Erdoğan süreci tırmandırmayı, toplumsal muhalefeti ötekileştirmeyi, marjinalleştirmeyi tercih etmiştir. Erdoğan toplumsal muhalefetin çok büyük bir bölümünün Marksist eylemci gruplar ile ilgisi olmadığını bildiği halde, “etrafı yakıp, yıktılar” ve “camide ayakkabı ile içki içtiler” söylemi ile toplumsal muhalefeti düşmanlaştırmıştır. İstanbul Çevik Şube Müdürü’nün polisine attığı twitte, polislerini “ikinci Çanakkale savaşı kahramanları diye nitelendirmesi, düşmanlaştırmanın hangi boyutlara vardığını göstermektedir. Kaybedilen oyları bu düşmanlaşma üzerinden telafi ederek ve hatta MHP’ye giden oyları da mitinglerde MHP bayrakları ve MHP seçmenine hoş gelecek “milliyetçi” söylemler ile geri almaya çalışmıştır.
Üstelik Başbakan Erdoğan, çok kısa bir süre Gezi Parkı ile uzlaşma stratejisini benimsemiş gibi görünse de Gezi Parkı’na gereksiz ve son bir ağır saldırı ile gerilimi tırmandırma stratejisini izleyeceğini göstermiştir. Bununla da kalınmamış 5 milyon twitt ile ilgili Emniyet Genel Müdürlüğü soruşturma açarken, Sağlık Bakanlığı da yaralılara tıbbi destek veren doktorlar ile ilgili soruşturma açacağını açıklamıştır. Önümüzdeki günlerde cadı avlarının başlatılması, hukukun intikam operasyonlarında kullanılması, 28 Şubat’ın sivil kanadı adı altında basında geniş tutuklamaların yapılması mümkündür. Avrupa Birliği ile ilişkilerden sorumlu Bakan Egemen Bağış’ın “Taksim’deki herkesin terörist sayılacağını açıklaması” kontrollü gerilimden şiddetli baskı politikalarına geçildiğini gösterirken bir zihin haritası da vermektedir.
Eğer, Türkiye, İspanya’nın olduğu İberya yarımadasında olsa idi, demokratik siyaset açısından olağanüstü sorunlu ve hatta kabul edilemez olsa dahi bu siyaset stratejisini kabul edilebilirdi. Anadolu yarımadasında ise bu siyaset özellikle ulaşılan aşamada bir milli güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Çünkü, kendi içinde Başbakan’ın ifadesi ile birbirine karşı bilenmiş, sokağa çıkmaktan zor alıkonulan, % 50-%50 ikiye ayrılmış bir toplum, kendisini dış tehditlere karşı savunma yeteneğini kaybetmiş bir toplumdur. “Türkiye bizimle savaşamaz çünkü iç savaşa sürükleniyor” diyen Suriye Başbakan yardımcısına kızmamak gerekir.
Reyhanlı Katliamı, Türk toplumunun psikolojik açıdan ne kadar tehlikeli bir süreçten geçtiğini göstermektedir. Sağlıklı bir toplumda Reyhanlı gibi alçakça bir katliamın bir yandan faile karşı ortak bir tepki öte yandan milli yas atmosferi doğurması gerekir. Oysa, Reyhanlı Katliamı’na toplumun büyük bir bölümünün verdiği tepki, katliamı düzenleyen Suriye Hükümeti’ne değil, AKP Hükümeti’ne karşı olmuştur. AKP Hükümeti’ne karşı tepki o kadar sert olmuştur ki, Suriye’nin sorumluluğuna geniş katmanlarda inanılmamış, toplum bir yas etrafında dahi birleşememiştir.Eğer MİT, Reyhanlı katliamından sonra Başbakan Erdoğan’ın önüne bu toplumsal bölünmüşlük ile ilgili bir rapor koymadı ise işini yapmamış demektir.
Türkiye’de toplumsal bölünmüşlük son günlerde radikalleşirken, İslam Dünyası bir Sünni-Şii çatışmasına doğru
sürüklenmektedir. Hizbullah’ın Suriye’de Esad rejimine destek politikası, Sünni dünyada kutuplaşmayı ve radikalleşmeyi hızlandırırken, Irak’ta El Kaide’nin Irak Ordusu’na “Kahrolsun Safaviler” diye saldırılar düzenlemesi, sadece Sünni-Şii çatışmasına tarihsel bir derinlik oluşturmaktadır. İslam Dünyası’nın birçok coğrafyasında Sünni-Şii çatışması yayılma eğilimi içindedir. Bahreyn’de hükümet Şii halkın taleplerini güç kullarak engellemektedir. Suudi Arabistan’ın doğusundaki Şii halk, krallığın baskısı altında her an ayaklanma potansiyeli ile yaşamaktadır. Irak’ta ise on yıllarca ezilen Şii çoğunluk şimdi Sünni azınlığı ezmekte, dışlamaktadır. Ezilen Sünniliğin temsilciliğini üstlenen El Kaide ise adı Ali olanların kafasını kesmektedir. Lübnan uzun bir iç savaştan çıkma yolunda önemli bir mesafe kaydettikten sonra Suriye’de iç savaşın etkileri ile Lübnan’da şimdilik kuzey bölgesinde yoğunlaşan Sünni-Şii çatışmaları başlamıştır.
Suriye’de ise çatışma henüz bir Sünni-Nüsayri çatışması olmasa da hızla bu noktaya kaymaktadır. Özetle, Ortadoğu’da bir bölgesel iç savaş Sünni-Şii ekseninde gelişmektedir. Türkiye sınırlarının hemen yanında gerçekleşen bu sürecin Türkiye’yi etkilememesi mümkün değildir. Nitekim, Reyhanlı Katliamı, Başbakan Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi Türkiye’de bir Sünni-Alevi gerilimi zemini oluşturmak için atılmış çok ciddi ve tehdit edici bir adımdır.
Ortadoğu bir Sünni-Şii eksenli iç savaşa doğru ilerlerken Ankara’nın izlediği dış politikanın laik esasları terk edip Sünnici bir zemine kayması, Türkiye’nin milli güvenliği için bir tehdit olduğu kadar Türk Dünyası’nın oluşan birliğine de indirilmiş ağır bir darbe olacaktır. Rahmetli Atatürk, Türk dış politikasının eksenine laikliği bir milli güvenlik politikası olarak oturtmak zorunda kalmıştır. Çünkü 1071 ile 1918 arasında İslam dininin ve medeniyetinin temsilcisi olarak kesintisiz 847 sene bir dinin birleşik Avrupa medeniyetine karşı tek başına savunmasını üstlenen Türk Milleti yorulmuş ve yenilmiştir. Sadece 1821-1922 arasında Kafkaslar ve Balkanlar’da ölen Müslüman Türk sayısı 5 milyon civarındadır.[1] Hiçbir millet bu kadar uzun süren bir soykırımı yaşamamıştır. Tarih hiçbir milletin tek başına bir medeniyet bloğuna karşı 847 sene savaştığını kaydetmemektedir.
1922 Türkiyesi Yıldırım Beyazıt’ın Niğbolu’da Haçlı Ordularını yendikten sonra Haçlı şövalyelerine av şöleni veren ve büyük zenginliğini sergileyen Türkiyesi değildir. Türk Milleti, 847 yıl sonra yaralarını sarmak ve elimine edilen nüfusunu artırmak için yurtta ve cihanda sulh talep etmiştir. Hilafet makamı, TBMM’nin manevi şahsiyetine çekilirken gerçekleştirilmek istenen; 847 sene tek başına İslam Dini’nin kılıcı ve kalkanı olan Türk Milleti’nin Batı Dünyası ile barış kurmasıdır ve bu barışa Batı Dünyası’ndan çok Türkiye’nin ihtiyacı vardır.[2]
Türk dış politikasına hakim olan laik çizgi sadece Batı Dünyası ile ihtiyaç duyduğumuz barışın sağlanmasına katkı vermekle kalmamış aynı zamanda İslam Dünyası’ndaki mezhep çatışmalarının da dışında kalmamızı sağlamıştır. Üstelik İslam Dünyası’nda Türkiye’nin etki alanı genişlemiştir. Böyle olduğu için Başbakan Erdoğan, hem Lübnan’da Hizbullah hem de Mısır’da Müslüman Kardeşler tarafından sevinç gösterileri ile karşılanmıştır.
Ankara’nın son yıllarda Sünnici politikalara kayması Türkiye’nin etki alanını daraltmaktadır. Maliki Irak’ı ile gerilim yükselmektedir. Hizbullah, ASALA ile birlikte Lübnan’da Türk kurumlarına saldırmaktadır. Suriye yönetimi, Türkiye’yi kendi iç savaşının içine çekilmiş görmek istemektedir. Türkiye’nin entellektüel önderliğini kabul etmiş olan % 30’luk Şii Türk Dünyası, Ankara’nın Sünnici bir çizgiye kaymasından büyük rahatsızlık duymaktadır.
İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprünün adının Yavuz Sultan Selim Köprüsü konulması sadece Türkiye’de yaşayan Aleviler’in tepkisi ile karşılanmamıştır. Şah İsmail’e karşı büyük bir sevginin duyulduğu Kuzey ve Güney Azerbaycan’da da 40 milyona yakın insan üzerinde çok olumsuz etki yapmıştır. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Yeni Osmanlıcılık’tan bahsettiği, Irak’ta selefilerin Şiilere “Safavilere Ölüm” diye saldırdığı bir dönemde Yavuz’un isminin 3. Köprü’ye verilmesi, AKP’nin Sünnici dış politikasının yansıması olarak yorumlanmaya açıktır.
Yavuz Sultan Selim, Osmanlı-Türk tarihinin en önemli şahsiyetlerinden birisidir. Yavuz Sultan Selim’in Doğu politikasının temeli, Basra Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’na inen Avrupalı güçlerin geniş kuşatmasını engelleyecek bir jeopolitik yapıya ulaşmaktır. İran Türklüğü’nün Nadir Şah ile birlikte en önemli şahsiyetlerinden olan Şah İsmail için ise Doğu Anadolu ve Mezapotamya İmparatorluğu’nu besleyecek zengin topraklardır. Özetle, Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail iki Türk ordusunun üzücü çatışması ile sonuçlanmış olsa da mezhep üzerinden kendi içinde jeopolitik temeli olan bir mücadele vermişlerdir.
21. Yüzyıl’da İslam Dünyası’nda Sünni-Şii çatışmasını teşvik edici, besleyici bir siyaset izlemenin; Allah, millet ve tarih karşısında savunulur yanı yoktur. Türkiye, Sünni-Şii bloklaşmasını teşvik edici değil aksine uzlaştırıcı, çatışmayı engelleyici bir politika izlemelidir. Siyasette sembollerin büyük önemi vardır. Ankara’nın, AKP Hükümeti’nin bütün İslam Dünyası’na böyle bir mesajı vermek için kullanabileceği sembolik araç yine üçüncü köprünün kendisi olabilir. Bu aşamada üçüncü köprünün isminin değiştirilmesi doğru ve olası da değildir. Ancak Boğaz’a yapılan her köprüye giden viyadükler ve her köprünün başında park alanları olur. Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün en büyük viyadüğüne Hacı Bektaşi Veli’nin verilmesi, diğer tarafta bir viyadüğe Pir Sultan Abdal Viyadüğü adı verilmesi mümkündür. Ayrıca Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün hemen başında yapılacak büyük parka, Şah İsmail’in şiirlerinde kullandığı ismi olan Hatayi’nin verilmesi, bu parka Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim’in at üzerinde yan yana heykellerinin yapılması, Alevi yurttaşlarımızın kızgınlığını engelleyecek, 50 milyon Şii Türk’ün gönlünü alacak, İslam Dünyası’nın bir mezhep savaşına sürüklenmeye çalışıldığı bir dönemde çok olumlu bir etki yapacaktır.
Dış politikada laik bir çizgiye çekilerek, hızla gelmekte olan Sünni-Şii çatışmasında engelleyici bir konum taşıması gereken Türkiye, içeride de toplumsal barışı hızla sağlamalıdır. Bu konuda asıl görev tabii ki toplumsal muhalefetin değil, Başbakan Erdoğan’ındır. Usta bir siyasal taktisyen olan Erdoğan çok kırılgan bir zemin üzerinde çok tehlikeli ve aniden kontrol dışına çıkabilecek hamleler yaptığının bilinci içinde bedeli yüzde birkaç oy da olsa iç barışa doğru geri adım atmalıdır.
Demokrasilerde bir siyasi partiyi iktidara getiren aldığı oylar, iktidarda tutan ise oy vermeyenlerin bu siyasi partinin iktidarının meşruluğunu kabul ederek yönetimine rıza göstermeleridir. Diğer bir ifade ile % 50’ye dayanarak, düşmanlaştırılan diğer % 50 uzun süre kontrol altında tutulamaz. Milli egemenlik sandıktan çıkar ancak milli egemenlik sadece iktidarı seçenlerin değil, muhalefete de oy verenlerin egemenliğidir. Muhalefeti milli egemenlikten dışlayan bir yaklaşım, % 50 oy bile alsa demokratik bir iktidar değildir.
Bundan dolayı dış politika tekrar mezhep kavgasından uzak laik bir dış politikaya kayılırken, iç politikada da AKP’li olmayanları düşmanlaştırıcı çizgi derhal terk edilmelidir. Tasarlandığı anlaşılan baskı ve cadı avı politikaları terk edilmelidir. Bu politikaları önerenler ne Türkiye’nin ne de AKP’nin dostlarıdır.Kucaklarında beş yaşındaki çocukları olan annelerin üzerlerine biber gazlı su sıkılırken ve gaz bombaları atılırken, iktidarın aynı gün Kato Dağı’nda PKK’lıların “cenaze töreni” yapmasını ise devlet güçlerinin müdahalesiz seyretmesi, demokratik siyasetin sürmesi için ön şart olan iktidarın meşruluğuna inancı ortadan kaldıracaktır.
Türkiye’nin özellikle de Başbakan Erdoğan’ın Bilim, Birlik ve Barışdemesinin vakti gelmiştir. Taksim’e ne yapılacağına kent BİLİMi karar vermelidir, Başbakan % 50’nin değil, % 100’ün Başbakanı olduğunu gösterecek adımlar atarak, BİRLİK demelidir ve toplumsal muhalefete karşı şiddet politikası sona erdirilerek BARIŞ denmelidir.
[1] Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün-Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı, (1821-1922), (Çev.Fatmagül Sarıkaya), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2012
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/06/17/7066/gezi-parki-uzerinden-basbakan-erdogana-dis-ve-ic-politika-uzerine-acik-mektup
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder