TÜRBAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRBAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 42

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 42


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,Eğitim, Kılık Kıyafet,Başörtü, Türban,Köy Enstitüleri,




5.1.6.7. Yükseköğretim kademelerinde ki başörtüsü-türban sorunu 


28 Şubat süreci sonrasında Türkiye’nin uzun yıllardır üzerinde en çok tartışılan 
birinci meselesi hiç şüphesiz başörtüsü-türban meselesi olmuştur. Başörtüsü-Türban sorunu belki de Türkiye dışında diğer hiçbir ülke de bu kadar tartışmamış ve geri dönülmez sonuçlar doğurmamıştır. Uzun süreli olarak Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen bu mesele başta basın ve medya organları olmak üzere birçok köşe yazarı tarafından ele alınmış, siyasi arenada uzun süreli olarak tartışılmış, toplumda sosyal bir sorun olarak ifade edilen bu mesele zaman içerisinde siyasi bir gündem olarak uzun yıllar tartışılmış ve daima ilgi çeken bir konu haline gelmiştir. 
Türkiye’nin ve hükümet konumunda bulunan iktidar sahiplerinin gündeminde 
olan ve toplumsal ve sosyal yaşamda ciddi anlamda herhangi bir sorun teşkil etmeyen ve mağduriyet yaratmayan Başörtüsü -Türban sorununun temelinde 28 Şubat süreci ve sonrasında ki yaşanan olayların ve bu yaşanan olayların temelinde özellikle başörtüsü sorunu ile alakalı eğitim alanında yapılan değişiklikler ve iktidarın eğitimi ele geçirmesi aşamasında bu sorunun bir araç olarak kullanılması idi. Bu dönem içerisinde eğitimle alakalı olarak bu sorun gündeme getirilmiş ve bir araç olarak kullanılmıştır. 
Türkiye’de bir sorun olarak insanların giyinişlerinin önemsenmesinin iktidar 
mücadelelerinin çok belirgin ve görünür olduğu ve bu sorunların bu dönemlere denk gelmesi de oldukça manidardır. Sorunun“başörtüsü-türban sorunu” olarak 
adlandırılmamasının sebebi, başörtüsünün “Siyasal İslam’ın simgesi” olduğu 
gerekçesiyle yasaklandığı iddiasının tartışmalı oluşudur. Diğer bir ifadeyle 
başörtüsünün “siyasal İslam’ın simgesi” olduğu iddialarının kapsama alanına giren bir sorunun gerçekte var olup olmadığının tam olarak tespit edilemeyeceğini de yine açık olarak bilinmektedir. Bu önemli tespit ile beraber Yükseköğretime devam eden kız öğrencilerin başlarını inançları gereği mi yoksa “siyasal İslam’ın simgesi” olarak mı örttüklerini tespit etmek mümkün görünmemektedir. İnsanların beyanatlarının bağlayıcı olduğunu ve bu konuda niyet okuyuculuğuna girişmenin sorunun çözümsüzlüğe mahkûm edilmesinin en önemli sebebi olduğu ileri sürülebilir. Yüksek öğretimde başörtüsü sorunu ile ilgili sağlıklı bir değerlendirme nin yapılabilmesi, sorunun tarihsel olarak ortaya çıkışı ve gelişme seyrinin bilinmesine bağlı görünmektedir (Şimşek, 2012, s.167). Türkiye’de başörtüsünün bir sorun olarak görülmesi ve “İkinci Cumhuriyet” dönemi olarak adlandırılan, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden sonra ortaya çıkmıştır. 
Bu askeri müdahale sonrasında 1967 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat 
Fakültesi'ndeki bir eylemle gündeme gelmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat 
Fakültesi’nde derslere başörtüsü ile girilmesine izin verilmemiş olmakla beraber bu uygulamaya muhalif olan öğrencilere idari yaptırımlar uygulanmıştır. 
Bu bağlamda idari yaptırımlar ortaya çıkmaya başlamış ve Hatice Babacan isimli öğrenci derslere başörtüsü ile girme konusunda ısrarcı davrandığı gerekçesiyle disiplin cezası verilmiştir. 

Bunun üzerine öğrencilerin bir kısmı verilen disiplin cezasına bir tepki olarak kampüs içerisinde çadırlar kurmuş ve derslere girmeyerek kararı protesto etmişlerdir. Eylem münferit bir öğrenci tepkisi olarak kalmamış, bazı kuruluşlar ve siyasiler de öğrencilere destek vermişlerdir. Yaşanan bu süreç her ne kadar öğrencilerin derslere girmeme boykotunu bitirmeleri ile bitse de, sonrasında eğitimde başörtüsü sorunu Türkiye’nin uzun soluklu sorunları arasına girmiştir (Turan, 2002, s.181-183). 

1967 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle ilk sınıfa giren 
Hatice Babacan olması ve okul yönetiminin Hatice Babacan’ı engellemesi ile toplu 
öğrenci eylemleri başlamış ve daha sonrada bu öğrenci üniversiteden atılmış ve 
öğrenciye destek verenler de çeşitli disiplin cezaları almıştır (Albayrak, 2008, s.49). 
Bütün bu gelişmeler ile beraber Türkiye’de yükseköğretimde başörtüsünün 
yaygınlaşması ve büyüyen bir sorun haline gelmesini özellikle 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle ilişkilendirilebilir (Şimşek, 2012, s.168). O dönemler içerisinde artan huzursuzluk ortamı ile beraber sol düşünceli bireylerin eylem ve gösterileri sonucunda dini sembol ve uygulamalar bir araç olarak kullanılmıştır. 
Türk üniversitelerine ilişkin olarak 1946’dan bu yana üç temel kanun, sistemin 
esaslarını koymuş ve genel çerçevesini çizmiştir. Bu kanunlar kronolojik sırasıyla 
şöyledir: 
1. 13.06.1946 tarih ve 4936 sayılı “Üniversiteler Kanunu”, 
2. 20.06.1973 tarih ve 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu 
3. 04.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu”. 

Türkiye’de üniversitelere temel dayanak teşkil eden bu kanunların hiçbiri 
olağan/normal koşullarda ve ortamlarda üretilmemiştir (Gemalmaz, 2005, s.30). 
20 Aralık 1982’de YÖK, kıyafet genelgesiyle, derslerde başörtüsü takılmasını 
yasaklamıştır. YÖK 1982’de kıyafet genelgesi ile başörtüsü yasaklamasına rağmen 1984’te yasağı kaldırmıştır. Dönemin YÖK başkanı İhsan Doğramacı tarafından daha modern olduğu söylenen boynu açıkta bırakan ve kulakların arkasından dolanarak bağlanılan “türban”ı serbest bırakılmıştır. Fakat aynı yıl türban yüzünden okuldan uzaklaştırılan bir kız öğrencinin itirazını reddeden Danıştay’ın kararı, tartışmaları alevlendirmiştir. Danıştay, 13 Aralık 1984 tarihli kararında, söz konusu genelgenin yasal olduğunu belirtmiştir. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in “Türkiye’de irtica tehlikesi var” demesi üzerine YÖK, Danıştay kararına da uyarak 1987 yılında türbanı tekrar yasaklamıştır (Toruk, 2010, s.486). 
Üniversitelerde başörtüsü tartışmalarının her geçen gün artması ile beraber bu 
sorunun 1984 yılında ulusal yargıya taşınması ve üniversitelerde başörtüsü takması nedeniyle verilen uzaklaştırma cezalarının Danıştay 8. Dairesi’nin 13 Aralık 1984 tarihli kararıyla yerinde görülmeye başlandığı bilinmektedir. Bundan sonra ki süreçte ise başörtüsü tartışmasının gündeme geldiği tarih 16 Kasım 1988’dir. Bu tarihte TBMM üniversitelerde kılık kıyafet serbestliği getiren bir kanun çıkarmış ve dönemin askeri Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunu tekrar görüşülmek üzere kanunu meclise göndermiştir. TBMM’den, yükseköğretimde kılık kıyafet serbestliğine dair alınan ilk kararın özünde bir değişiklik meydana getiren bir karar çıkmaması üzerine, Cumhurbaşkanı Kenan Evren kanunun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarih ve 1989/12 sayılı kararı ile kanunun Anayasaya aykırı olduğuna hükmederek yüksek öğretimde başörtüsünün serbest kalmasının uygun olmadığı sonucuna varmıştır. Anayasa mahkemesinin almış olduğu bu karar doğrultusunda, alınan bu kararların hukuki olmadığını düşünen iki öğrenci konuyu AİHM’ye (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) taşımış ve AİHM 3 Mayıs 1993 tarihli kararında “başörtüsü yasağının din ve vicdan özgürlüğü kavramına aykırı olmadığına” hükmetmiştir (Turan, 2002, s.182-184). 

Turgut Özal Hükümeti’nin 1987 genel seçiminden hemen sonra “türbanı 
serbest” bırakan bir yasa çıkartmasına rağmen Cumhurbaşkanı Kenan Evren 
“Türbanlılar tamam ama çarşaflı ve mayolular da gelirse ne olacak” diyerek yasayı veto etmiştir. Bunun üzerine YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak ve türbana özgürlük sağlayarak yeni yasayı Aralık 1988’de Meclis’ten geçirmiştir. 

Cumhurbaşkanı Kenan Evren yasayı bu defa veto etmez ancak önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesi’ne götürür. Mahkeme 7 Mart 1989’da YÖK Kanunu’nun ek 16. Maddesindeki değişikliği “Yükseköğretim kurumlarında, dershane, laboratuvar… Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir.” İlave hükmünü, Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir. Bu kararın 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden kısa bir süre önce alınması İstanbul başta olmak üzere ülkenin pek çok şehrinde geniş katılımlı protesto mitingleri düzenlenmesine neden olmuştur. 
ANAP Hükümeti daha sonrasında 25 Ekim 1990’da yüksek öğretim kurumlarında başörtüye serbesti getiren üçüncü kanunu çıkarmış ve 2547’nin ek 17. maddesi “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yüksek öğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” şeklinde ifade edilmiştir. Bu defa SHP, yasanın 
iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve talep reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesi 9 Nisan 1991’de verdiği kararla kanun değişikliği metninin Anayasa’ya aykırı olmadığı sonucuna varmış ve böylece üniversitelerde her türlü kılık ve kıyafet serbest olmuştur. Başörtüsü yasağına son veren bu durum, bazı üniversitelerdeki farklı uygulamalara rağmen 1997 yılına kadar genelde sorunsuz devam etmiştir. 
Başörtüsüyle üniversitede eğitim hakkı konusunda AİHM’ne 1993 yılında açılan 
davada karar öğrencilerin aleyhine çıkmış ve mahkeme “Yüksek öğrenimini laik bir üniversitede yapmayı seçen bir öğrenci, bu düzenlemeleri kabul etmiş sayılır. Kısıtlama din ve vicdan özgürlüğüne bir müdahale oluşturmamaktadır” demiştir. 28 Şubat sürecinde YÖK Başkanlığına atanan Kemal Gürüz ’ün MEB’in 15 Eylül 1997 tarihli genelgesine dayanarak üniversite rektörlüklerine “başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınmaması” yönünde talimat vermesiyle başörtüsü tekrar yasaklanmıştır. Bu durum üzerine aylarca süren eylemler yapılmış ve davalar açılmıştır. 
1998 yılında başörtüsü yasağına uymayan öğrencilerden üç bine yakını okuldan 
uzaklaştırılmış, birçoklarına ise uyarı ve kınama cezası verilmiştir. 1999 yılında yasak açık öğretim fakülteleri ve ilahiyat fakülteleri öğrencilerini de içine alırken, Kıbrıs Üniversiteleri’nde de başörtü yasaklanmıştır. 2000 ve 2001 yılına gelindiğinde ise İmam-Hatip liseleri de dâhil, Türkiye’nin tüm devlet ve özel üniversiteleri yasağı uygulamıştır (Toruk, 2010, s.486-487). 
Türkiye’de Yükseköğrenimde başörtüsü sorunu ile laiklik arasında sürekli bağ 
kurulduğunu ve laiklik ilkesinin Türkiye’de laikliğin (Mert, 2001, s.271) temelin den uzaklaştırıldığı ve böylece laiklik kavramının siyasiler arasında bir araç olarak kullanıldığı ve her başörtüsü sorunu gündeme geldiğinde toplum ve sosyal yaşamda Cumhuriyet’in temel ilkesi olan laiklik ilkesine vurgu yapıp bu ilkenin koruyuculuğu altına girmişlerdir. 

Yapılan değerlendirmeler ışığında başörtüsü sorunun uzun tarihsel temellere 
dayandığı ortadadır. Sorun sadece kılık kıyafet ile sınırlı kalmamış, Türkiye’nin kuruluş felsefesi ile ilişkilendirilmiştir. Rejimin kendisini var etmeye çalıştığı paradigmaya uymayan veya alternatif bir paradigma üretebilecek insan kaynağının kendini görünür kıldığı alan, rejimin sahiplendiği paradigmayı benimseyenlerin reflektif tutumları sonucunda bir mücadele alanına dönüşmüştür (Şimşek, 2012, s.169). Emre Kongar; “Türkiye’de 28 Şubat sürecinde eğitim ile ilgili meydana gelen gelişmeleri ve başörtüsü sorununu 1945 yılından itibaren eğitim alanında yaşanan gelişmelere ve Soğuk Savaş dönemlerine bağlamakla beraber, Türkiye’de 1945 yılından sonra, o dönemde dünyada hâkim olan konjonktürel yapı ile de uyumlu bir şekilde, eğitimin milli olma özelliğinden uzaklaştırıldığını ve dinci eksende, gerçeklerden koparılarak, ideolojik ve siyasal nedenlerle sağa kaydırıldığını” ifade eder. İkinci Dünya Savaşı sonrası için kullanılan Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de en çok hukuk, siyaset ve eğitim alanlarında bir etkiden söz edilebilir. DP döneminde Köy Enstitüleri’nin kapatılması, din eğitimi veren orta ve yükseköğretim kurumlarının açılmış olmasının neticesinde Türkiye’de eğitimin Arap kültürü emperyalizmine ve 
Cumhuriyet karşıtlarına teslim edildiğini ileri sürmekle beraber, 1965 yılında AP’nin iktidarı döneminde eğitimle ilgili bu yaklaşımın güçlenerek devam ettiğini, 1968 yılında kışkırtılan öğrenci olaylarının kullanılmasıyla eğitimde Türk-İslam sentezi kapsamında bir geriye gidişin olduğunu, 12 Mart 1971 Askeri muhtırası ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesi sonrasında ülkenin İslamcı eğitime teslim edildiğini savunmaktadır. 
Yine Emre Kongar’a göre; “Türkiye’deki başörtüsü sorunu, Soğuk Savaş 
dönemlerinde hâkim kılınan Türk-İslam sentezinin eğitime yansıması sonunda 
güçlendirilen ve yaygınlaştırılan imam eğitiminin, yani bizzat Cumhuriyet dönemi 
yönetimlerinin ürettiği bir sorundur. Ayrıca 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bittiği genel kabul gören Soğuk Savaş dönemi ile ilgili farkındalığın Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında algılandığını ve bu tarihten itibaren eğitim alanında Soğuk Savaş’ın tahribatının düzeltilmeye çalışıldığını” ifade etmektedir (Kongar, 2002, s.300-305). Türkiye’de 1983 yılında üniversitelere kız öğrencilerin başörtülü bir şekilde 
girmeleriyle ilgili bir buhran yaşanmakla birlikte bu sürecin bir şekilde atlatılmış olması ve 1990 öncesinde başörtülü kız öğrenci sayısının fazla olmamakla birlikte 1990 sonrasında başörtülü kız öğrenci sayısında artış olduğu bilinmektedir. 
Sayısal olarak başörtülü kız öğrenci sayısında bir artışın olmasının başörtüsünün üniversitelerde bir sorun haline gelmesinde tek başına etkili olmadığı; başörtüsü nün bir sorun haline gelmesinin 1995 milletvekili genel seçimleri öncesinde RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın seçimlerden sonra “Üniversitelerin rektörleri; değil başörtülü kızlarımızı okula almamak, karşılarında selam duracaklar, selam!” gibi ifadeleri nedeniyle başörtüsü konusunun farklı bir mecraya girmesiyle, siyaset malzemesi haline getirilmesiyle, gerçekleştiği ve RP’nin bu gibi bazı söylem ve icraatları neticesinde 28 Şubat 1997 post-modern darbesine giden yolun açıldığını ifade etmiştir (Ateş, 1999, s.206-210). 

28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları içerisinde bulunan Devrim Yasaları ile 
okullarda ve resmi dairelerde başörtüsünün kullanılıp kullanılamayacağına yeni 
tartışmaları da beraberinde getirmiş olmakla beraber 1997 yılı sonunda Başbakanlık tarafından “Kılık-Kıyafet Genelgesi” yayınlanmıştır. Bu genelge bütün yönetim birimlerine gönderilmiş ve genelgede belirtilen esaslara uymayanlara idari yaptırım cezaları getirilmiştir. 

Türkiye’de, üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorunu Türkiye’nin en önemli 
sorunlarından birisi haline getirildiği, bu sorun laiklik ilkesini ilgilendirdiğinden hukuki bir sorun olduğu ve sorunun çözüm yeri de yargı organları olduğu bilinmektedir. Laikliği ilgilendirmesi bakımından hukuki bir sorun olan başörtüsü sorunu demokratik tüm devletlerde hukuki bir sorun olarak algılandığı, başörtüsü sorunu dini bir sorun olarak ele alınmasının sadece teokratik devletlerde görülebilecek bir yaklaşım olduğunu bilinmektedir. Hukuki bir sorun olduğunu iddia ettiği başörtüsüyle ilgili yargısal süreçlerin Avrupa’da ve Türkiye’de başörtüsü aleyhine sonuçlandığı yine mahkeme kararlarından anlaşılmaktadır. Başörtüsü sorununun Türkiye’de yaşanan bir sorun olmakla sınırlı kalmadığını, Avrupa’da da başörtüsüne karşı duyulan alerjinin arttığını ve bu açıdan Türkiye’de başörtüsünün yaygınlaşmasının Türkiye’nin AB’ye girmesini zorlaştıran engellerden birisi haline gelmiştir (Savaş, 2004, s.162-190). 
28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtüsü yasağının tavizsiz uygulanmasının 
günümüz dünyasının özgürlüğü ön plana çıkaran çağdaş anlayışıyla açıklanmayacak olup bu uygulamanın devletin özel alana müdahalesi olduğu, İslami duyarlılığın toplumsal talebe dönüşmesinin engellenmesinin sağlanmaya çalışıldığı ve kamusal alanda İslami görünürlüğü imha etme planının önemli bir parçası olduğunu aktarması açısından oldukça önemlidir. Bu görüş dikkate alındığında aslında mücadelesi verilen meselenin sadece başörtüsü olmadığı akla gelmektedir. Toplumsal hayatta etki oluşturarak, toplum mühendisliği yapılarak toplumun istenilen kıvama getirilmesi ve böylece idare etme işini zahmetsizce yürütmenin yanında, kaynakları rahatsız edilmeden sahiplenme gayretinin eğitimi bir araç olarak kullanması düşündürücüdür (Şimşek, 2012, s.172-173). 

28 Şubat sürecinde özellikle İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere birçok 
üniversitede uygulanan ve kamuoyuna “ikna odaları” olarak yansıyan uygulamaların eğitim-öğretimden uzaklaşılmasına ve üniversitenin kendisine verilen bir yetki olmamasına rağmen “Asayiş Mühendisliği” yapmaya soyunması sonucunu doğurmuştur (Bayramoğlu, 2001, s.311). Bu iddialara göre İstanbul Üniversitesi’nde 1998 eğitim-öğretim yılı kayıt döneminde başörtülü öğrenciler kayıt öncesinde özel mülakata alınmış, başörtüsü ile ilgili yasaklayıcı hükümler içeren üniversitenin yayınlamış olduğu genelgeye uyacaklarına dair imza atmaya kamera kayıtları yapılarak yönlendirilmiş, bu genelgeye uyacaklarına dair imzalı taahhütte bulunmayanların üniversiteye kayıtları yapılmamış, başörtüsüz fotoğraf veren öğrenciler okula kayıt yaptırmış, ama geçici öğrenci belgesi alamamışlardır. 1998-1999 eğitim-öğretim döneminde üniversitelerde yaşanan başörtüsü sorununda İstanbul Üniversitesi’nde gündeme gelen ikna odaları ile ilgili olarak dönemin İstanbul Üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter 
açıklama yapmış ve bu tür bir uygulamanın gerçekleştiğini kabul etmiştir. “Kendisi, 10 Eylül 1998 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi’ne başı açık gelen 200 başörtülü öğrencinin kaydının yapıldığını, kayıt esnasında başını açmamakta ısrar eden kız öğrencilere öğrenci kimliklerini vermediklerini, kayıt işlemleri sırasında başörtülü kız öğrencilerle psikolog öğretim üyelerinin tek tek görüşüp, başörtüsünün öğrenci hakları bakımından sebep olacağı problemleri öğrencilere anlattıklarını ve ilerleyen dönemlerde bu uygulamaya dair baskı yapıldığına dair muhtemel iddialara karşı sunulmak üzere de bu sürecin kamera kaydına alındığını” ifade etmiştir. Ayrıca “başörtülü tüm öğrencilerin üniversite kaydı sırasında kendilerine üniversitenin başörtüsü konusundaki tutumunu bildiklerini ve buna binaen de başlarını açmaya karar verdikten sonra İstanbul Üniversitesi’ni tercih ettiklerini söylediklerini” ifade etmiştir (Şimşek, 2012, s.173-174). 

Erdoğan, Türkiye’de son dönemde yükseköğretimde 12 Eylül 1980 Askeri 
darbesinin ve 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesinin etkilerinin görüldüğünü ifade etmiş ve 1960’lı ve 1970’lli yıllar mahfuz, Türkiye’de üniversitelerin devletin ideolojik aygıtlarından birisi olarak var olduklarını ve devletin birinci ideolojik endoktrinasyon şebekesi niteliğinde resmi eğitimin birer uzantısı olarak işlev gördüklerini ayrıca, Türkiye’de üniversitelerin, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasındaki durumunda tek parti döneminde üstlendiği misyonla yüklü haline bir dönüşün olduğunu ve üniversitelerin bu durumunun, 28 Şubat Süreci olarak genel kabul gören dönemde zirve yaptığı bir dönem olması, Türkiye’deki üniversitelerin üniversite kavramının içerdiği niteliklerden uzaklaşmış bu halinin temelinde sadakatin liyakatin önüne geçmesi ve akademik faaliyetlerin ikinci planda kalarak öğretim üyelerinin bir kısmının ikbalperestlik olarak adlandırdığı makam düşkünlüğüne yönelmesi şeklinde bir tutum içerisinde olduğu görülmektedir (Erdoğan, 2009, s.340-342). 

28 Şubat sürecinde sürekli gündemde olan üniversitelerdeki başörtüsü sorunu 
konusunda dönemin iktidar sahiplerinin takındıkları tavır ve uygulamalar eğitim 
alanında Türkiye’de yakın zamanda ortaya çıkan ve eğitimde iktidar yansımaları 
olmaları bakımından üzerinde düşünülmesi gereken konulardandır. Bu süreçte eğitim alanında görülen ve çok tartışılan konulardan birisi de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve dolayısıyla İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılması olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 

Bütün yaşanan bu gelişmelerle beraber üniversitelerde başörtüsü sorunu 
Türkiye’de her ne kadar eğitimi ilgilendiren bir sorun olarak görülse de gerek konunun uzun süredir gündemde olması ve gerek bu konuda alınan yargısal kararlar öncesi ve sonrasında yaşanılan gelişmeler konunun iktidar ilişkilerine bakan yönünün daha ağır bastığını göstermektedir. 
Yıllardır başörtüsü konusunda üniversitelerde var olan sorunun çözülmesi adına 
2008 Şubat ayı içerisinde TBMM’de AKP ve MHP’nin oylarıyla ilgili maddelerde 
Anayasa değişikliği için kanuni düzenleme yapılmıştır. Anayasa değişikliği teklifinin verildiği TBMM'deki oylamaya 518 milletvekili katılmış; oylamada 411 olumlu, 103 olumsuz oy çıkmış ve teklif kabul edilmiştir. Başörtüsüne dair düzenleme için DSP ve CHP Şubat 2008’de Anayasa Mahkemesi’ne kanunun iptali istemiyle başvurmuş ve Anayasa Mahkemesi de Haziran 2008’de 9 Şubat 2008 tarih ve 5735 sayılı anayasa değişikliği kararının iptal ve yürürlüğünün durdurulması kararını vermiştir. Üniversitelerdeki başörtüsü sorunu, 2008 yılındaki kanuni düzenlemenin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi nedeniyle aşılamamış olsa da 2010 yılında YÖK’ün bu konudaki özgürlükçü yaklaşımı ve AKP’nin 2. defa oylarını artırarak iktidara gelmesinden kaynaklı konjonktür gereği çözülmüştür. Zamanla hemen hemen tüm üniversitelerde başörtüsü yasağı uygulanmamaya başlamıştır. Diğer bir ifadeyle hukuki bir düzenleme yapılmadan YÖK yönetiminin farklı yaklaşımı doğrultusunda fiili olarak sorun çözülmüştür (Şimşek, 2012, s.212-213). 



***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 38

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 38

Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,Eğitim Hedefleri, Kuran Kursları,Başörtü, Türban,Nurcu, Süleymancı, Nakşibendi,8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim,

 

a) Eğitim Hedefleri; 
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, eğitime yönelik başlıca hedefinin “Temel 
beceriye sahip, eleştirel ve yaratıcı düşünebilen, paylaşımcı ve iletişime açık, sanat ve estetik duyguları güçlü, evrensel bir kavrayış ve düşünüş yeteneğine sahip, yeni fikirlere açık, farklılığı zenginlik olarak gören, çalışmayı ve üretmeyi bir erdem olarak benimsemiş bireyler yetiştirmek” (AKP, 2011, s. 75) olduğunu ifade etmiştir. 
CHP’nin eğitimdeki temel hedefi; “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı, demokratik ve laik değerleri benimsemiş, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, fikri hür, 
vicdanı hür, irfanı hür bir yurttaş yetiştirmektir. CHP’nin 1943 yılındaki programında da eğitim öğretimde “esas düsturlarının” Atatürk ilkeleri olduğuna vurgu yapılmıştır. 
MHP’nin eğitimde ki temel hedefi ise; “Türk milletine mensubiyetin gurur ve 
şuuruna sahip, manevî ve kültürel değerleri özümsemiş, düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, yeni gelişmelere açık, sorumluluk duygusu ve toplumsal duyarlılığı yüksek, bilim ve teknoloji üretimine yatkın, girişimci, demokrat, kültürlü ve inançlı nesiller yetiştirmektir” şeklinde ifade edilmiştir. 
Son olarak BDP’nin (Barış ve Demokrasi Partisi), temel eğitim hedefine 
baktığımızda ise “Şiddete dayanmayan her türlü düşüncenin özgür bir şekilde 
tartışıldığı, her vatandaşın etnik köken, kültür ve dil farklılıklarından doğan 
gereksinimlerini göz önünde bulunduran ve herkesin özgürce ve eşit olarak 
faydalanacağı, bireyin yaratıcılığını, yeteneklerini geliştiren ve buna göre yönlendiren bilimsel bir eğitim” düşüncesi hedeflemektedir (Tok, 2012, s. 287-288). 

b) Din Eğitimi;  

AKP, din eğitimi ve öğretimini, “Anayasanın 24. maddesinde belirtildiği şekilde 
yerine getireceğini; isteğe bağlı din eğitimi ihtiyacının karşılanarak elverişsiz 
koşullarda ve ehliyetsiz kişiler eliyle yürütülen sağlıksız ve denetim dışı din eğitimi uygulamalarına meydan verilmeyeceğini ifade etmektedir. Ayrıca “İlk ve ortaöğretimde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin dışında, velilerin rızasına bağlı olarak seçmeli din derslerinin verilmesi de temin edilecektir” şeklinde ifade edilmiştir (AKP, 2001, s. 29). 6287 Sayılı Kanunla, ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulacağı kabul edilmiştir. Yapılan bu düzenlemeyle AKP’nin bu konudaki vaatlerini de yerine getirdiği söylenebilir (Tok, 2012, s. 296-297). 

CHP, “özgürlük, ancak laik eğitim ortamında anlam ve değer kazanabilir, 
sürekliliğini koruyabilir, eğitim düzeninin laik bir zemine oturtularak, öğretim birliği çerçevesinde yürütülerek, bilime, yeniliğe ve değişime açık, gelecek vizyonu olan, çağdaş bir toplum ve demokratik devlet yapısı oluşturulabilir” görüşünü ifade etmiştir (CHP, 2008, s. 297). Bununla beraber Din kültürü eğitiminin, bireyin inanç dünyasını geliştiren, çağdaş gelişmeye açık, manevi ve ahlaki değerleri zenginleştiren, insan ve doğa sevgisini artıran nitelikte olacağını; dinin, siyasi amaçlarla istismarına yol açmayacak şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Dini duygular istismar edilerek cemaat veya tarikatların eğitim kurumlarını kuşatması önlenecek, imam-hatip eğitimi, din görevlisi sayısına duyulmakta olan ihtiyaç çerçevesinde düzenlenecek, ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin Anayasanın 
öngördüğü amaca uygun bir müfredatla verilmesi sağlanacak, Diyanet İşleri 
Başkanlığı’na bağlı Kur’an Kursları dışındaki benzer hizmeti sunan kuruluşlara izin 
verilmeyip, bu kurslar etkin olarak denetlenecektir. 
Din eğitimi konusunda MHP ise, “Din eğitiminin milli birlik ve bütünlüğün 
sağlanması, vatandaş ile devlet arasındaki yakınlaşma ve çeşitli ön yargıların 
giderilmesinde önemli katkılar sağladığını düşünmekte ve devlet okullarında verilmesini savunmaktadır. İlköğretim 6. sınıftan itibaren din öğretimini desteklemek amacıyla seçimlik Kur’an-ı Kerimi Okuma ve Anlama, İlmihal Bilgileri, Peygamberlerin Hayatı gibi dersler okutulacaktır. Yaz döneminde camilerde verilen din kültürü, ahlak bilgisi ve Kur’an öğretimine devam edecek çocuklar için yaş sınırı kaldırılacaktır” şeklinde görüşler ifade etmiştir (Tok, 2012, s.297). 
5.1.5. 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi’nin Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri 
“28 Şubat 1997 Askeri Darbesi ve Türk Eğitim Sistemi Üzerindeki Etkileri” 
başlıklı çalışmamızda bu dönemde ki eğitim alanında meydana gelen gelişmelere kısa olarak değinilecek ve ilerleyen bölümlerde konu ile ilgili gerekli ve önemli 
açıklamalarda bulunulacaktır. 

Türkiye Cumhuriyet’i tarihi aynı zamanda askeri darbeler tarihidir. Türkiye 
Cumhuriyeti’nin yakın tarihine baktığımızda demokrasinin her 10 yılda bir kesintiye uğradığını görmekteyiz. Cumhuriyet tarihinde ilk askeri darbe 27 Mayıs 1960 tarihinde meydana gelmiş olmakla beraber devlet yönetimi askeri kanadın eline geçmiştir. Bu dönem içerisinde asker, devlet yönetiminde oldukça etkili olmakla beraber bir hükümet gibi görev ve misyonunu sürdürmüştür. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi sonrasında ikinci müdahale 12 Mart 1971 muhtırası ile gelmiş ve asker tekrardan sivil hükümet üzerinde etkili olmuş ve askeri kanat tekrardan ülke yönetimini ele almıştır. 1960 askeri darbesi ve sonrasında 1971 muhtırasının üzerinden daha 10 yıl geçmeden son klasik darbe olarak bilinen ve ülkenin geleceğine yön veren, demokrasinin askıya alındığı ve antidemokratik uygulamaların ortaya konduğu, siyasilere yasaklar getirilerek mevcut 
siyasi partilerin kapatıldığı bir dönemi yaşayan ülkede 12 Eylül 1980 Askeri darbesi gerçekleşmiş ve ülke tekrardan askeri yönetim altına alınmıştır. Bütün bu yaşanan darbe ve müdahaleler demokrasinin her 10 yılda bir askıya alındığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Cumhuriyet tarihinde bu yaşanan müdahaleler ile demokrasi her 10 yılda bir kesintiye uğramış ve sivil hükümetler iktidardan uzaklaştırılmıştır. 

Bununla birlikte 1990’ların ikinci yarısından itibaren başlayan toplumsal, 
ekonomik ve siyasal gelişmeler neticesinde 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı 
sonrasında kamuoyuna açıklanan sonuç bildirisi ile Türkiye’de yaşanan ve demokrasi ile bağdaşmayan süreç “28 Şubat Süreci” olarak adlandırılmıştır. Demokrasiye yapılan bu müdahale kendisinden öncekilerden yapılış tarzı bakımından ayrılsa da, halka yansıması bakımından diğerlerinden farklı olmamıştır. “28 Şubat sürecinin 1000 yıl süreceği ”ne dair beyanatların darbeciler tarafından verilmiş olması, bu müdahalenin kısa süreli sonuçlarına bina edilmediğini ima etmektedir. Uzun süreli toplumsal, ekonomik ve idari sonuçları garanti edilmiş olmak üzere tasarlandığı izlenimi uyandıran 28 Şubat sürecinde var olan iktidar mücadelesi, görünürdeki taraflarından daha geniş ölçekli bir toplumsal alanda yansımalara sahip olmuştur. 
Yaşanılan süreçte birçok  mağduriyetler yaşanmış ve iktidar sahipleri kaybetmek istemedikleri iktidarlarını kalıcı kılmak adına icraatlarını ortaya koymuşlardır. 28 Şubat süreciyle başlayan yeni süreçte iktidar sahiplerinin uygulamaları arasında eğitme bakan uygulamalara öncelik verildiği (Şimşek, 2012, s.162) dikkat çekmekle beraber dönem içerisinde de böyle uygulamaların meydana gelmesi gayet manidardır. 
1996 yılında İslamcı RP’nin DYP’yle kurduğu koalisyon sonucunda, ordunun 28 
Şubat 1997’de başlayan müdahalesiyle tasfiye edilmesi, eğitimi tartışma gündeminin odağına oturtmuştur. Temel eğitimin 8 yıla çıkarılması kapsamında, öteki meslekî ve teknik okulların yanı sıra İmam Hatip okullarının orta bölümlerinin kapatılması, “İrticaya karşı mücadele” programının önemli bir parçasıydı. Ancak 28 Şubat müdahalesi, eğitimde din boyutundan vazgeçilmesi sonucunu doğurmadı. Kemalizm’in klasik Türk-Batı sentezine, laik siyaset ve laik eğitim, uygulamasına dönülmedi. 
İlköğretimde ve ortaöğretimde zorunlu din dersi uygulamasına devam edildi. Zorunlu din derslerinde, öğrenciler, dinin milleti oluşturan önemli unsurlardan biri olduğunu, ibadetin gerekli olduğunu, evrenin yaratıldığını öğrenmeye, devam ediyorlar ve İslâm ibadetinin kurallarını uyguluyorlardı. Bu derslerde, “Millî benliğimize ve dinimizin ana kaynaklarına dayalı din ve millet şuuru” işleniyordu. Özetleyecek olursak, doksanların ikinci yarısına kadar toplum yaşamının her alanında olduğu gibi eğitimde de kendisine milliyetçiliğin saygın bir ortağı rolü verilen dinin; 28 Şubat 1997 Askeri müdahalesinden sonra, devlet ideolojisine yardımcı olduğu için kendisine tahammül edilen ikincil bir ortak sayılmaya başlandığını söyleyebiliriz (Kaplan, 2000, s.799). 
28 Şubat sürecinin artık son durağı olan “28 Şubat 1997 tarihi MGK” toplantısı 
sonrasında kamuoyuna açıklanan bildiride “Laiklik ilkesinin” korunması üzerinde 
bizatihi-i durulmuş olmakla beraber bu konu üzerinde dönemin iktidarı olan Refah-Yol Hükümeti’nden beklenen adımların neler olduğu ifade edilmiştir. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından sonra 1 Mart 1997’de MGK Genel Sekreterliği tarafından “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirleri” içeren ikinci bir bildiri (MGK’nın 28 Şubat 1997 tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A) yayınlanmış ve bu bildirinin içeriği Bakanlar Kurulu’nda herhangi bir değişikliğe uğramadan kabul edilmiştir. Yayınlanan ikinci bildiride eğitim konusunda öne çıkan genel başlıklar şunlar olmuştur: 
“Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet 
sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından: 
. 8 yıllık kesintisiz eğitim tüm yurtta uygulanmaya konulmalıdır. 
. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerin isteğine bağlı olarak devam 
edebileceği Kur’an kurslarının MEB sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet 
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 
. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılâplarına sadık aydın din adamları 
yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. 
. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar devletin yetkili organlarınca 
denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devri 
sağlanmalıdır. 
. TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat 
çerçevesinde alınan tedbirler diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle 
üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı 
kuruluşlarında da uygulanmalıdır. 
. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir 
görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmak, bu konudaki kanun ve 
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu 
kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır” (Çavdar, 2004, s.339-341). 

Yayımlanan bu bildirinin gelecek yıllarda ki eğitim-öğretim faaliyetlerine yön 
verecek olması açısından değerlendirildiğinde, bildiride kullanılan üslubun emredici ve buyurgan bir şekilde olmasının yanında seçilmiş bir iktidarın, seçim ve demokratik yollarla iktidar gelmiş olan bir hükümetin ötesinde önemli bir husus dikkat çekmektedir. Bildiriyi yayınlayan iktidar sahiplerinin algı altyapısında her şeyin en doğrusunun sadece kendileri tarafından bilineceği ve uygun görmedikleri her uygulamaya karşı gerekli yaptırımı uygulama yetkisine sahip oldukları gibi bir yaklaşımın olduğu ve bir noktada “Hakikat Tekelciliği” kavramının vücut bulduğu gözlemlenmektedir (Şimşek, 2012, s.163). 
 Olay ve olgular zinciri ile beraber Türk siyasi tarihinin en önemli olaylarından 
biri olan ve tarihe 28 Şubat süreci olarak geçen Askeri darbenin etkisi ile Türk siyasal hayatı ve Türk eğitim sisteminde büyük bir dönüm noktası yaşanmıştır. 
28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısında alınan kararların anlık kararlar olmadığı ve yaşanan uzun soluklu bir sürecin ürünü olduğu bilinmektedir. Yaşanan bu süreç içerisinde hiç şüphesiz en önemli kararlar eğitim alanında alınmıştır. Bu süreçte başörtü-türban sorunu, katsayı uygulaması ve özellikle 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim ve meslek liselerinin, özellikle İmam Hatiplerin orta kısımlarının kapatılması kararları eğitim alanında büyük tartışmalar yaratması, bu süreçte Necmettin Erbakan Başbakanlığındaki Refah-Yol Hükümeti dağılmış ve daha sonra gelen hükümetler bu kararları uygulamak durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla, Milli Eğitim sistemi ve üniversiteler alınan bu kararlara göre şekillenmiş ve kararların uygulanabilmesi için çeşitli projeler hayata geçirilmiştir ve böylece askeri darbe sonucu yeniden eğitim sistemine farklı bir boyut kazandırılmıştır. Böylece amaç hem askeri vesayetin sivil hükümetler üzerinde ki etkisi hem de darbe sonrası yeniden şekillenen eğitim sistemini incelemektir. Genel olarak baktığımızda tarihî süreç içerisindeki düzenlemeler sonucunda 1997 yılına kadarki dönemde, ilkokula dayalı olarak öğrenci kabul eden ve bünyelerinde aynı zamanda ortaokullara da yer verilen İmam-Hatip Liselerinin ortaokul kısımları, 1997 yılında 8 yıllık kesintisiz zorunlu ilköğretime geçilmesi ile birlikte kapanmıştır. Aynı zamanda meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girişinde, mesleki eğitimi teşvik edici birtakım yeni düzenlemeler getirilmiştir (Doğan, 2006, s.2). 

28 Şubat sürecinde meydana gelen gelişmeler neticesinde 18 Haziran 1997’de 
Refah-Yol Hükümeti Başbakanı Necmettin Erbakan istifa etmiş ve bunun doğal sonucu olarak Refah-Yol Hükümeti düşmüş ve yerine ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın 
başbakanlığını yürüttüğü Anasol-D Hükümeti kurulmuştur. Anasol- D Hükümeti 
döneminin eğitimi ilgilendiren ilk uygulaması 8 yıllık zorunlu kesintisiz eğitimin 
uygulanması olmuş ve buna bağlı olarak da İmam-Hatip liselerinin orta kısımları nın kapatılmıştır (Çavdar, 2004, s.343). 
28 Şubat sürecinde özellikle dershane, yurt ve okulları kapsayacak şekilde 
eğitim alanında adeta bir “Cadı Avı” yapıldığı iddia edilmektedir. Eğitim üzerindeki 
devlet baskısı o boyutlara ulaşmıştır ki, bazı öğrenci yurtlarının yatakhanelerinde kız öğrenciler başörtüsü ile dolaştıklarından dolayı bu yurtlar kapatılmış, bakanlık 
müfettişleri özel okulları denetlemeleri esnasında ders işlenirken bayan öğretmenlerin başlarında peruk olup olmadığını kontrol etmek amacıyla saçlarını çekmiş, başörtülü öğretmenleri başlarını açmaları konusunda “İkna Odalarına” almışlar ve eğitim-öğretim alanlarında başörtülü öğretmenlerin durumunun tespiti adına bakanlık müfettişler ‘‘hafiye gibi dolaşıp” öğretmenler hakkında raporlar düzenlemiştir. 
Düzenlenen bu raporlar neticesinde çok sayıda öğretmenin “Nurcu, Süleymancı, Nakşi” gibi isimler altında fişlenerek sınıflandırılmış, idari yaptırım kararları ile karşı karşıya gelerek cezalandırılmış, görev yerleri değiştirilmiş veya görevden uzaklaştırılmıştır. Bu uygulamaların 2000 yılına kadar devam ettiğine dair belgeler bulunduğu ve bu belgelerde öğretmen, öğrenciler ve idarecilerin fişlendiğine dair ifadeler yer almaktadır. 
Buna göre öğrenci yurtları da fişlenmiş ve kategorize edilerek “iyi-sorun olmayan, 
Enver Ören Grubu, Süleymancı, Nurcu” şeklinde sınıflandırılmışlardır. 28 Şubat 
sürecinde eğitim alanında öğretmenlere yönelik baskının ve yaptırımların akla uygun olmayan uygulamaları da beraberinde getirmiştir (Şimşek, 2012, s.164-165). Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulusal yapısına yönelik negatif koşulların 
oluşmasında etkili olduğunu savunduğu RP’nin eylemlerine karşı 28 Şubat 1997 tarihli MGK Bildirisi’nin bir karşı çıkış olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. 28 Şubat sürecinin en önemli sonuçlarından birisi de eğitim alanında yapılan zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitimdir. Zorunlu 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulaması özellikle ulusal ve laik eğitimi güçlendirmek, yaygınlaştırmak doğrultusunda Atatürkçü düşünce sistemine yeni bir ivme kazandırmıştır (Kili, 2006, s.264). Bu gelişmelerin yanı sıra özellikle kılık-kıyafet alanında olduğu gibi, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların ve İmam-Hatip Liselerinin geleceği hakkında önemli kararlar alınmış ve uygulanmıştır. “28 Şubat sürecinde” ortaya konulan uygulamalar içerisinde iktidar yansımalarının en çok olduğu kurumlar, her darbe sonrası dönemde olduğu gibi, yine eğitim, yine üniversiteler olmuştur. Üniversitelerde yaşanan öğrenci ve öğretim üyesi tasfiyeleri, başörtüsü sorunu ve akademik özgürlükler ile ilgili sorunlar bu dönemde öne çıkan konular arasındadır (Şimşek, 2012, s.166). 

5.1.6. “Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” Kararının Tarihi MGK’da ki Serüveni 

 XV. Milli Eğitim Şurası’nın toplanma amacı genel olarak “2000’li yıllarda 
ki Türk Eğitim Sistemi” idi (Çetinkaya, 2005, s.82). Toplanan şurada özellikle istenen amaç, 2000’li yıllarda Türk Milli Eğitim sisteminin hedef, ilke ve politikalarını belirlemek, özellikle yönlendirme ve yeniden yapılanmayı tartışmak, yeni yüzyılın gereklerine uygun, çağdaş eğitim sistemi kurabilmek için bütün toplumu sürekli olarak öğrenen, kendini yenileyen, değişen koşullara uygun bilgi ve beceri kazanabilen bir yapıya kavuşturmak ve bu amaçla ilköğretimde 8 yıllık zorunlu temel eğitime geçmek vb. önemli konular şuranın toplanma amaçları arasında yerini almıştır (MEB, XV. Milli Eğitim Şûrası, 1996). 
XV. Milli Eğitim Şûrası ile oluşturulmak istenen Türk Eğitim sistemi 
çağdaşlarından belki ileriydi ama geri değildi. Bu şurada, Türkiye’nin eğitim yapısı için çağdaş çözümler üretmişti. Şûrada alınan en önemli karar olan “8 yıllık temel eğitime geçilmesi” kararı 4306 sayılı yasa ile 1997’de uygulamaya konulmuş olması, XV. Milli Eğitim Şurası’nda hem alınan kararlar olarak hem de alınan kararların yaşama geçirilmesi bakımından şuranın en önemli başarısıydı (Deniz, 2001, s. 92). Bu şuranın toplanma amacı ileri ki yıllarda daha iyi anlaşılacaktı. Çünkü 28 Şubat 1997’de toplanan tarihi MGK sonrasında açıklanan 18 maddelik kararlar arasında yerini alan ve yıllarca tartışmalara sebep olacak 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesinin temelleri XV. Milli Eğitim Şurası’nda atılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.82). 
8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim” kararının nasıl çıktığını anlamak için 28 
Şubat 1997 MGK Toplantısından yaklaşık olarak 9 ay öncesinde toplanan XV. Milli 
Eğitim Şurası kararlarına, belki de daha öncesine 1994 yılında yapılan yerel seçimlere bakmakta fayda vardır. Özellikle 27 Mart 1994 tarihinde yapılan yerel seçimlerde RP büyük bir başarı elde etmiş, seçimlerden adeta zafer kazanarak çıkmıştı. Bu zafer başta İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyük şehirlerin belediye başkanlıklarını almış olması sonucunda toplum mühendislerini harekete geçirmiş ve “Siyasal İslam’ın” belediyeleri alması ve dini hassasiyeti olan insanların kamu kurum ve kuruluşlarında etkinlik kazanması bazılarını endişelendirmişti (Çetinkaya, 2005, s.83). Bu endişe ortamı içerisinde, RP’nin 24 Aralık 1995 Genel seçimlerinde % 21 oy oranı alması ve birinci parti konumuna gelmesi bazı kesimlerin endişelerinin daha da artmasına sebebiyet vermiştir. 


39. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

13 Aralık 2017 Çarşamba

HUKUKTA TÜRBAN ve YASALARA UYSAK MI.? UYMASAK MI ?



HUKUKTA TÜRBAN ve YASALARA UYSAK MI.? UYMASAK MI ?


25 NİSAN 2013 

Naci kaptan

Üniversitelerdeki türban yasağının, başvuruyu yapanın üniversiteye kayıt olmadan önce de var olduğu ve bu sınırlamanın başvuru sahibi tarafından bilinmesi gerekir ” (AİHM kararından)

HUKUKTA TÜRBAN ve YASALARA UYSAK MI ,UYMASAK MI ?
 PROF.DR. ESAD RENNAN PEKÜNLÜ OLAYI


Ege Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr.Esad Rennan Pekünlü’nün ,türbanlı öğrencilerin derse girmesini engellediği için bir kısım öğrencinin ve taraf basının çaba ve şikayetleriyle Pekünlü hakkında dava açıldı ve ceza verildi.Şimdilerde ise yine aynı konuda başka bir ceza davası gündemdedir.

Prof.Dr.Pekünlü yanlış mı yapmıştır ? 
Türban üniversitelerde ve kamuda serbest midir ?

Demokrasinin çakma olmadığı çağdaş ülkelerde yasalar her bir bireyin toplumsal demokratik yaşam haklarını güvenceye alır.Ortak yaşamak ve Devletin işleyiş kurallarını belirler. Ülkenin bireyleri var olan yasalara uymakla yükümlü kılınır.Yasalara aykırı davranmak ise suçtur.
Peki Ülkemizde durum nasıldır ???



Durumun böyle olmadığı özellikle dini konularda ortaya çıkmaktadır. Ülkemiz “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz “ diyen Başbakan/Cumhurbaşkanını görmüştür.
Üniversitelerde türban konusunu çözmesi için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından mülakatla atanan Yusuf Ziya Özcan ise yine türban konusunu yasaların arkasından  dolanarak çözmeye çalıştığını açıklamıştı.
Cumhurbaşkanı Gül ,yine bu nedenle atamış olduğu rektörlerin tamamını özel olarak “Türban yasağına”  karşı olanları alt sıralarda da olsa seçerek rektör atadı.Bu nedenle bu rektörler “Gül kokan, takunyalı” rektörler olarak tanımlandı.    
Kamuda ve Üniversitelerde Türban yasağı sözlü olarak kaldırıldı.Ama yasalar halen yürürlüktedir.Böylece Devleti yöneten veya kamu görevlisi olanların yasalara uymalarının veya uymamalarının önemli olmadığı ortaya çıkmaktadır.Belirleyici olanın yasalar değil,daha öncelikli olarak iktidarın siyasi tercihleri ve politik amaçları bu konuda belirleyici olmaktadır.Nasıl olsa yasalara uyulmamasına bir kılıf bulunacaktır.

AKP 2002 yılından buyana iktidardadır. Türban konusunu kendisine siyasi çıkar sağlayacak bir bayrak yapmıştır.Mitinglerde,meydanlarda,televizyonlarda türban üzerinden “Mağdur” rolünü oynayarak Laik,demokratik,çağdaş Cumhuriyet’e karşı cephe oluşturup, türban ve inanç tuzağına düşürdüğü seçmenin oyunu almak yoluna gitmiştir.Türkiye’yi inanan ve inanmayan bölünmesine ve kamplaşmasına taşımıştır.Özetle türban AKP’nin en büyük oy kaynağıdır. 11 senedir iktidarda olmasına rağmen türban konusunu bu nedenle  çözme yoluna gitmemiştir.

AKP’nin ,PKK Terör örgütüyle İngiltere’nin gözetiminde Oslo’da yapmış olduğu gizli görüşmeler açığa çıktığında bu görüşmelerin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin aleyhine yapılmakta olduğunu gören Cumhuriyet başsavcılığının MİT müsteşarını ifadeye çağırdığında işin ucunun kendine uzanacağını gören Başbakan Erdoğan ,müsteşarını yargıdan kaçırmak için bir gecede yasa çıkartmadı mı ?
İşte AKP’nin türban konusunda samimiyet testi böyledir !!!
Ve TÜRBAN halen kamuda ve üniversitelerde yasaktır.İlla türban takacağım diyenler veya ailesindeki kadınların türban takmasını isteyenler,Yasaları uygulayanlara kızacaklarına,öfke kusacaklarına,yandaş rektörleri,hukukçuları devreye sokacaklarına,dava açacaklarına neden türban yasağının kaldırılmadığını sorgulamaları gerekir.Sayın Prof.Dr.Pekünlü , türbanlı öğrencileri derse kabul etmemekle yasaların gereğini yapmıştır.




TÜRBAN KONUSUNDA HUKUKSAL GERÇEKLER

11 kasım 2005 tarihinde AİHM Büyük Dairesi  İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini tamamlayamayan Leyla Şahin’in açtığı davada son kararını şöyle verdi ;

Türban siyasi İslam’ın sembolü

Türban yüzünden tıp eğitimini tamamlayamayan Şahin’in itirazını reddeden mahkeme, türbanın ‘toplumu böldüğü’ne vurgu yaptı….
Aralarında Türk hâkim Rıza Türmen’in de bulunduğu 17 yargıçtan oluşan AİHM Büyük Dairesi, türban davasının 55 sayfalık gerekçeli kararını açıkladı… AİHM’nin verdiği kararın, sadece Türkiye’nin özel şartları değil, genel olarak Avrupa’nın durumu da göz önünde bulundurularak alındığı ifade edildi. Türbanın siyasi sembol olduğu belirtildi… Toplumda, “bu giysiyi takmanın dini inancın bir gereği olduğunu düşünenler ve düşünmeyenler” olarak ayrım yarattığı belirtildi…
Karar oybirliğiyle alındı AİHM Büyük Dairesi, “türbanın dinin kurallarından biri olduğu için takıldığı” savunmasına da şu karşılığı verdi: “Öncelik dinin değil devletin kurallarıdır…” Mahkemenin gerekçeli kararındaki beş maddeden üçü oybirliği, ikisi ise bire karşı 16 oyla kabul edildi. İşte, Büyük Daire’nin kararında yer alan ve gündemi değiştiren çarpıcı ifadeler:
1-Politik bir sorun Avrupa’daki üniversitelerde de türban tartışılıyor. Ancak, Türkiye’de türban, kişisel özgürlükten çok politik anlamda sorun oluşturuyor. Toplumu geriyor…
2-Kıyafet kanunu Herkes kıyafetini seçmekte özgürdür… Ancak, aslolan kıyafet kanunudur. Modern toplum yaratma, vatandaşları dinine göre ayırt etmemeyi öngörür.
3-Laikliğin bir gereği Otoritelerin laikliği muhafaza etmesi için İslami başörtüsünün giyilmesini engellediği düzenlemeler, mahkeme tarafından anlaşılabilir bulunmuştur.
4-Toplumu bölüyor Türbanlı öğrenciler toplumun diğer kesimlerinde kamplaşmalar yarattı. Özellikle “dinsizler ve inananlar” ayrımı yapılmaya başlandı. Bu çok tehlikeli…
5-Geleneksel değil Kadınların saçlarını örtmek için kullandığı başörtüsü, saçın gözükmeyeceği şekilde boğazda bağlanan ise türbandır… Ve türban siyasi bir semboldür…

AİHM türban yasağını haklı buldu

“Türban, siyasi İslam’ın sembolü. Toplumu inananlar-inanmayanlar diye ikiye bölüyor” “Türkiye’deki aşırı siyasi hareketler, kendi dini kurallarına dayalı bir toplum için dayatıyor”.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Dairesi, başörtüsü nedeniyle İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki eğitimini tamamlayamayan Leyla Şahin’in açtığı davada son kararını verdi.
Üniversite öğrencisi Leyla Şahin’in itirazını reddeden Büyük Daire, son ve kesin kararında, “türbanın dini bir sembol olduğuna, Türkiye’deki aşırı dinci kesimlerin kendi sembollerini dayattığına” hükmetti. Aralarında Türk hakim Rıza Türmen’in de bulunduğu 17 yargıçtan oluşan Büyük Daire kararını oybirliğiyle aldı. Ancak heyetteki 5 kadın yargıçtan Belçikalı Tulkens, bu yasağın din ve özgürlüğü ile öğrenim hakkı ilkelerine aykırı düştüğü görüşünü savundu.

TÜRBANIN TANIMI YAPILDI 

AİHM kararı verirken, türbanın tanımını da yaptı. “Türban” ile “başörtüsü”nün birbirinden tamamen farklı iki kavram olduğuna işaret eden Büyük Daire, başörtüsünün Anadolu’da gelenekler gereği, sadece saçları örtmek takılan bir giysi olduğuna işaret etti. Türbanın ise, “sıkı ve saçın gözükmeyeceği şeklinde boğazda bağlanan İslami başörtüsü” olduğunu belirtti. AİHM, bu ayrımı yapmakla da yetinmedi ve “İslami başörtüsü, politik İslam’ın sembolü” ifadesini kayda geçirdi. “İslami başörtüsünün dinin kurallarından olduğu” savunmasına karşı, “bu görüşün, devlet eğitiminin tarafsızlığı ilkesi ile bağdaşmayacağını” belirten AİHM, türban yasağının laikliğin gereği olduğunu belirtti, “Otoritelerin laikliği muhafaza etmesi için İslami başörtüsünün giyilmesinin engellemesi anlaşılabilir bulunmuştur” dedi. Mahkeme, türban yasağının “özel yaşama saygısızlık” değil, aksine “diğerlerinin hak ve özgürlüklerine, özel yaşamına saygı” olduğunu da vurguladı.

TÜRKİYE’DE DAYATMA

“Bazı Avrupa ülkelerinde türbanla üniversiteye gidilebildiği” tezine karşılık da, Türkiye’nin özgün koşulları olduğunu belirten AİHM, “Avrupa’daki üniversitelerde de başörtüsü tartışılıyor. Ancak Türkiye, Azerbaycan ve Arnavutluk’ta başörtüsü, kişisel özgürlükten çok, politik anlamıyla sorun oluşturuyor” tesbiti yaptı. Kararda Türkiye’de aşırı siyasi hareketlerin kendi dini sembolleri ve dini kurallara dayalı bir toplum dayatma isteğinin göz ardı edilmemesi gerektiği vurgulanırken, laiklik ilkesinin, Türkiye’de demokratik sistemin korunması için gerekli olduğu belirtildi, ayrıca “üniversitelerdeki türban yasağı konusundaki müdahale için Türk yasalarının meşru temelleri olduğu” vurgulandı. Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi’nin türbanın Anayasaya aykırı olduğu yolundaki kararına atıfta bulunan Büyük Daire, şöyle dedi:

“Düşünce ve din ifadesi özgürlüğü ihlal edilmemiştir. Çünkü, Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi’nde görülen davada, demokratik değerlerin garantörü olan laiklik, özgürlük ve eşitliğin birleşme noktasıdır. Bu prensip, devleti tek bir din ve inancı tercih manifestosundan alıkoymuştur. Aynı zamanda, devleti hakem rolünde yönlendirmiştir; inanç ve din özgürlüğünü icap ettirmiştir. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi gibi, Mahkememiz de, Türkiye bağlamında, dini görev olduğu belirtilen böyle bir sembolün takılmasının, takmamayı seçenler üzerindeki etkisi de gözönünde bulundurmaktadır.
Türk üniversitelerindeki öğrenciler, eğitim kurumlarının çizdiği sınırlarda dinlerini icrada özgürdür.”

“TOPLUMU BÖLÜYOR”

Türban tartışmalarının özellikle üniversitelerde, 1980’den sonra yoğunlaşmaya başladığına işaret eden AİHM, türbanın öğrenciler ve toplumun diğer kesimlerinde kamplaşmalar yarattığını, toplumda “dinsizler- inananlar” ayrımının oluştuğunu vurguladı. Ayrıca, dini inancı olanlar arasında bile “bu giysiyi takmanın dini inancın gereği olduğunu düşünenler ve düşünmeyenler” olarak ayrım oluştuğu belirtildi.

ARINÇ’A YANIT GİBİ 

Son günlerde iç kamuoyunda TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın “çağdaş bir kıyafet” sözleriyle tartışılan türban, AİHM Büyük Dairesi’nde “çağdaşlık” yönünden de değerlendirildi. “Herkes kıyafetini seçmekte özgürdür” diyen, sosyal, kültürel ve dinsel çeşitliliklere saygı duyulabileceğini belirten Büyük Daire, “Ancak çağdaş kıyafet, kanunu dikkate alınmalıdır. Modern toplum yaratma, tüm vatandaşları dinine göre ayırt etmemeyi öngörür” vurgusu yaptı. Büyük Daire ayrıca, “üniversitelerdeki türban yasağının, başvuruyu yapanın üniversiteye kayıt olmadan önce de var olduğu ve bu sınırlamanın başvuru sahibi tarafından bilinmesi gerektiğini” kaydetti, bu açıdan eğitim hakkının ihlal edilmediğine karar verdi.
Türk anayasasındaki laiklik, demokratik değerlerin korunması, din özgürlüğü ve eşitlik ilkelerine dikkat çeken AİHM, Anayasa Mahkemesi’nin, “bu ilkeleri ve değerleri savunmak için bir kimsenin hangi dinden olduğunu açıkça göstermesine kısıtlamalar getirdiğini” belirtti. AİHM, ayrıca, Leyla Şahin’in avukatlarının, özel yaşama saygı ve ayrımcılık ilkelerinin ihlal edildiği iddiasına karşı, detaylı bir savunma yapamadığına da dikkat çekti.
Pilot dava İsviçreli Luzius Wildhaber (üstte) başkanlığındaki AİHM Büyük Dairesi, Yunanistan, Fransa, Slovenya, Türkiye, Belçika, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna, Hırvatistan, Gürcistan, San Marina, İspanya, İsviçre, Ermenistan, Hollanda ve Norveç’li yargıçlardan oluşuyor. AİHM’nin kararı, türban yasağı ile ilgili Avrupa’da bir ilk olma özelliği taşıyor. AİHM’nin Türk Yargıcı Rıza Türmen, Büyük Daire kararının 100’e yakın benzer başvuru için “pilot dava” olacağını açıklamıştı. -1-

***

ANAYASA MAHKEMESİ KARARI


2* NTV-MSNBC VE AJANSLAR Perşembe 23 Ekim 2008

Türban iptalinin gerekçesi açıklandı
Anayasa Mahkemesi, türban düzenlemenin iptaliyle ilgili gerekçeli kararını açıkladı. Anayasanın temel ilkelerine açık aykırılıklar taşıdığı belirtilen düzenlemenin, siyasi dini hedefler taşıdığı ve toplumu çatışma ortamına sürükleyeceği vurgulandı.

ANKARA – Anayasa Mahkemesi, CHP ve DSP milletvekillerinin başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğinin “iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması” istemiyle açtığı davada, “9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun’un 1. ve 2. maddelerini, Anayasa’nın 2, 4. ve 148. maddelerini gözeterek” iptal etmiş ve yürürlüğünü durdurmuştu. Yüksek Mahkeme’nin gerekçeli kararı Resmi Gazete’de yayımlandı.
20 sayfalık gerekçeli kararda, Anayasa’nın laiklik ilkesine aykırı olarak hazırlanan türban düzenlemesinin siyasi dini hedefler taşıdığı vurgulandı. toplumda kutuplaşmayı arttıracağı ifade edilen düzenlemenin Anayasa’nın temel ilkelerine de açık aykırılıklar taşıdığı vurgulandı.

Kararda şöyle denildi: “Dini amaçlı örtünmeye dayalı bir düzenleme, bu kıyafetlerin siyasi simge olarak kullanılması yoluyla inanan-inanmayan örtünen örtünmeyen Müslüman olan olmayanların birbirleri üzerinde baskı kurmalarına ve çatışmalara neden olabilir. Kişiler türban takmaya kendilerini mecbur hissedebilir, bu da din ve vicdan özgürlüğü ile bağdaşmaz. Egemenliğin ulusta olduğu bir devlet düzeninde tanrısal buyruklara dayalı ilahi istenç arasında ilişki kurulamaz.

Gerekçeli kararın ayrıntıları için tıklayınız

Çağdaş hukuk düzeninde egemenlik insana dayanır. Ulusal devlette bu tür düzenleme olmaz. hukuksal düzenlemeler dünya işidir din işi değildir yasalar dinsel temellere oturtulamaz. özgürlükleri yıkmak için özgürlüklerden yararlanılması düşünülemez. Laiklikle bağdaşmayan özgürlük savunulamaz ve korunamaz. Laikliğin korunması için getirilen yasaları hiçe saymak olanaksızdır. Türban laik bilim ortamı ile bağdaşmaz.”
Yüksek Mahkeme ictihat niteliğindeki kararında Anayasa değişikliklerinde yetki tartışmasına da son noktayı koyarak yapılan düzenleme cumhuriyetin temel niteliklerine aykırıysa esasa girilebileceğini açıkladı.
Kararda, şu ifadelere yer verildi: “Yasa koyucunun anayasanın değiştirilemez değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine aykırı düzenlemeler yapması Anayasa’ya ağır ve açık tecavüzdür… Bu tür bir yetki tecavüzü taşıyan işlem hukuken yok hükmündedir. Bu yokluğun tespiti tüm yargı organlarının doğal yetki alanı içindedir..” 


***

ANAYASA MAHKEMESİ’NİN DİNSEL GİYİMİN “TÜRBAN” BİÇİMİNDE KAMUSALLAŞTIRILAMAYACAĞINA İLİŞKİN KARARLARI

1. 07.03.1989 tarih 1989/1–12 sayılı Karar
Karara konu 3511 sayılı Yasanın 2. maddesiyle 2547 sayılı Yasaya eklenen hükmüyle(1), “Dinsel inanç sebebiyle” başörtüsü ve türban yüksek öğrenimde serbest bırakılmıştır. Anayasa Mahkemesi ise, özü itibariyle kanun hükmünü, dinsel inanca dayalı hukuk kuralı konulamayacağı, bu düzenlemenin Anayasa’nın Başlangıç, 2, 10, 24, 174.maddelerine aykırılığı gerekçesiyle iptal etmiştir. Kararda, bu kanun maddesinin ilk cümlesinde genel giyimin “medeni giyim” olduğu, ikinci cümlesinde istisna olarak dinsel giyime yer verildiği belirtilmiş(2) ve örtünmedeki karşıtlık vurgulanmıştır.
Kararda, kanun hükmünde “Dini inanç sebebiyle” denilerek düzenlemenin dinsel amaçla yapıldığı ve inceleme konusu sorunu bunun oluşturduğu belirtilmiştir. Bu kabule göre, kanun hükmüyle, laik düzende hukuk kuralının dine dayandırıldığı açıklanmıştır(3).
Kararda, dava konusu kanun hükmüyle, üniversitede dinsel giyim ve dinsel bir işaretle farklılaşmaya izin verilmesinin, kamu düzenini bozabileceği, ayrışmaya, çatışmaya neden olabileceğine değinilmiştir.
Kararda, dinsel inanca dayalı kanun hükmünün, Atatürk milliyetçiğine,demokrasiye(4),kanun önünde eşitliğe(5), devletin toplum düzeninin laik düzen olmasına,laik düzende hukukun dinsel kurallara bağlanamayacağına, dolayısıyla, dinsel inanca dayalı olduğu belirtilen kanun hükmünün laiklik ilkesine(6) ve vicdan özgürlüğüne(7), dolayısıyla AY 2, 10, 24, 174’e(8) aykırı olduğuna karar verilmiştir. -3-

Yazının tamamı http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203BHA.pdf

Alman Anayasa Mahkemesinin Türban Kararı Mahkemeye göre “Başörtüsü, Hıristiyanlık için haçtan farklı olarak, kendi başına bir dinî sembol değildir. Sadece taşıyan insanla ve bu insanın tutum ve tavrı ile benzer bir etki yaratabilir. Müslümanlar tarafından kullanılan başörtüsü değişik şekilde değişik değerler için algılanmaktadır.”
Alman Anayasa Mahkemesi’nin 24.9.2003 tarih ve -2BVR 1436/02- sayılı kararı, 1972 yılında Kabil/Afganistan doğumlu, 1995 yılında Alman vatandaşlığına giren bir bayanın 1998 yılında öğretmenlik sınavlarını başarı ile geçmesine rağmen, türbanlı olduğu için memur kadrosuna alınmaması üzerine başlayan mahkeme sürecinin son sözü olmuştu. Baden-Württenberg eyaleti bayanın sınavlarını ve memur hazırlık dönemini başarıyla tamamlamış olduğunu teslim ederken, derse türban ile girmekte ısrar etmesini, türbanın kültürel ayrımcılığı temsil ettiğini ve sadece dinî değil, aynı zamanda politik bir sembol olduğunu vurgulamış ve bunun devletin tarafsızlığı ilkesi ile bağdaşmadığını kararında gerekçe olarak öne sürmüştür.
Türbanı ile derse giren bir öğretmenin, öğrencileri türban üzerine düşünmeye, bu yönde sorular sormaya zorladığını, devleti temsil eden bir öğretmenin bu yüzden devletin tarafsızlık ilkesini temsil edemeyeceğini iddia etmiştir. Türban ile derse girerek, öğrenci ve ebeveynlerin temel hakkı olan tarafsız eğitim ilkesini ihlal ettiğini, türban taşıyan öğretmenin özellikle müslüman öğrenciler üzerinde bir baskı unsuru olacağını öne sürmüştür.
Mahkeme Alman Anayasası’nın 3, 4, 33, 136, 137 ve 140. maddelerine atıf yaparak anayasanın devletin tüm vatandaşların inançlarına karşı tarafsız olması gerektiğini vurguluyor ve “anayasanın kilise devletine dayalı hukuk anlayışına kapalı olduğunu ve herhangi bir inanç grubuna öncelik verilmesini yasaklamaktadır”, diyor.
Mahkeme çeşitli kararlarına atıf yaparak, “devlet farklı inanç ve dünya görüşü olan topluluklara karşı eşitlik ilkesine uymak zorunda olduğunu ve herhangi bir dine öncelik tanıyamayacağını” vurgulamakta. Mahkeme için bu “tarafsızlık ilkesi katı bir devlet ve dinin ayrılığı” anlamına gelmemektedir. Tarafsızlık devletin “tüm inançlara karşı eşit mesafede durması ve tümünü desteklemesi” anlamına gelmektedir. Devlet kişinin inanç hürriyetini garanti altına almakla yükümlüdür ve herhangi bir din veya inançla özdeşleşmemeli ve “toplumda dinler arası barışı tehlikeye sokmamalıdır”. Anayasa aynı zamanda devlete bir inancı veya dinî öğretiyi değerlendirmeyi yasaklamaktadır.
Mahkeme kararında, “Bir devlet kurumu olan okulda öğrencilerin zorunlu bulunmaları gerekmektedir. Bu sürede onların inanç özgürlüğü de, örneğin karşı oldukları ya da inanmadıkları bir dinle muhatap edilmemelerini içerir. Ayrıca Anayasanın 6. maddesine göre, ebeveynler de çocuklarını istedikleri inanç ölçüsünde eğitebilirler. Türbanlı öğretmen bu hakları etkiler, çatışmalar olması olasıdır ve yasalar yoluyla bu durum engellenmelidir.”
Mahkemeye göre, “Başörtüsü, Hıristiyanlık için haçtan farklı olarak, kendi başına bir dinî sembol değildir. Sadece taşıyan insanla ve bu insanın tutum ve tavrı ile benzer bir etki yaratabilir. Müslümanlar tarafından kullanılan başörtüsü değişik şekilde değişik değerler için algılanmaktadır.” Başörtüsünü gelenek icabı takan kadınlar olduğu gibi, Batı değerlerine karşı çıkmak için de kullanılmaktadır. Kimliğe vurgu yapmak amacı ile kullanıldığı gibi, başörtüsü mahkemeye göre son zamanlarda köktenci İslam için de sembol olabilmektedir.
Bu konuda azınlık görüşünü bildiren, başörtüsünün devlet memurluğu ile bağdaşamayacağını savunan üç hâkim ise, başörtüsünü İslam dininin sembolü olarak görmektedir. Bu görüşe göre, “başörtüsü müslümanlara ve müslüman olmayanlara yönelik kültürel bir mesaj teşkil etmekte, kadının erkeğe hizmet etmekle yükümlü olduğunu ve erkeğin kadın üzerine hâkimiyetini sembolize etmektedir. Bu yüzden başörtüsü Almanya Anayasası’nın eşitlik ilkesini belirleyen 3. maddesine ters düşmektedir”.

***
İşte böyle saygın okur.
Yasalara uysak mı ?
Yasalara uymasak mı ?
Bu uzun yazıyı okuyan okur saygıyı hak etmiştir.
NOT ; Prof.Dr.Esad Rennan Pekünlü’ye açılmış olan davalar aslında Laik Cumhuriyet’e,Atatürk ve aydınlanma devrimlerine açılmış davalardır.

Bu nedenle sayın Pekünlü’ye destek veriniz.

Naci KAPTAN

25 Nisan 2013

-1- http://arsiv.sabah.com.tr/2005/11/11/gnd104.html

-2- http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/463279.asp?cp1=1

-3- http://www.turkhukukkurumu.org.tr/Siteyazi/20110203BHA.pdf

-4- http://diegaste.de/ipad/gaste/diegaste-sayi112.html


http://nacikaptan.com/?p=4427

***