AHMET TÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AHMET TÜRK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2019 Salı

Bölücülüğün Taşları Nasıl Döşendi., Türkler Nasıl Uyutuldu!

Bölücülüğün Taşları Nasıl Döşendi., Türkler Nasıl Uyutuldu! 



Yazar: Mümtaz Sarıçiçek 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Yıl 1992. Ahmet Türk ile şehit Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis bir televizyon programında, Nazlı Ilıcak ve Taha Akyol’un konukları. Program boyunca yöneticilerin ısrarla Ahmet Türk’ün ağzından almaya çalıştıkları bir ifade var:
 “PKK bir terör örgütüdür!” Ancak Ahmet Türk kem küm ediyor; ıkına sıkına PKK’nın faaliyetlerini onaylamadığı manasına gelecek sözleri söylemek zorunda 
kalıyor. 

Aradan yirmi yıl geçti… 

Oral Çalışlar 3 Ağustos 2013 tarihli Taraf’taki yazısına şehvetli bir başlık koymuş: “Kürdistan Konferansından Büyük Kürdistan’a”. Çalışlar, on altı yıl önce kendisine sorulduğunda cevap vermekte zorlandığını iddia ettiği bir soruyla başlıyor: “Nüfusu 20 milyondan fazla olan, bir ortak toprak parçası üzerinde yaşayıp devleti olmayan Kürtlerden başka halk var mıdır?” Çalışlar cevabı vermiyor; ama yazının devamından “yok” kabul ettiği ve bugünlerde artık o yolun açıldığını düşündüğü anlaşılıyor. Aslında dünya coğrafyasını ve demografik yapısını çok iyi bildiğini zannettiğimiz Çalışlar’ın bu soruyu cevaplandırmaması tipik bir “şark kurnazlığı.” Çünkü cevap verse ve “yok” dese, herkesin bildiği bir gerçeği inkar etmiş olacak; “var” dese, yazısında empoze etmek istediği düşünceye aykırı davranmış olacak. Esasında, Çalışlar’ın bu sorusu Türk milleti üzerinde yıllardır yapılan psikolojik operasyonun tipik uygulamalarından biridir. Soruyu tekrar edelim: 

“Nüfusu 20 milyondan fazla olan, bir ortak toprak parçası üzerinde yaşayıp devleti olmayan Kürtlerden başka halk var mıdır?” 

Önce dil psikolojisi açsından soruyu irdeleyelim: Türkçe “soru cümlesi”nde vurgu “soru kelimesi” üzerindedir; diğer öğeler yükleme yakınlığı ölçüsünde vurgu alır. Bilhassa birleşik bir cümle söz konusuysa yan cümlecikler, öznenin sıfatları ve tümleçler ikinci planda kalır ve içerikleri okuyucunun/dinleyicinin bilgi, kültür, o andaki psikolojik durumuna bağlı olarak bilinçaltına yerleştirilir. 

Bunu basit bir örnekle açıklayalım: Günlük hayatın telaşı içinde, televizyon kültürüyle yetinen geniş kitlelere “Buradan sık sık geçen sarı saçlı, yeşil gözlü zenciyi gördünüz mü?” biçiminde bir soru yöneltilse muhatapların büyük bir kısmı “görmedim” diye cevaplandıracak; “hangi sıklıkla geçermiş”, “öyle zenci mi olurmuş”, sorusu akıllarına gelmeyecektir. Fakat çoğunluğun bilinçaltına “buradan sık sık bir zenci geçiyormuş” olgusu ve “sarı saçlı, yeşil gözlü zenci” imgesi yerleşecek, bu tekrar edildikçe pekişecektir. 

Şimdi Çalışlar’ın cümlesine dönebiliriz. Cümlenin yüklemi, “var mıdır”; öznesi “Kürtler’den başka devleti olmayan halk” söz grubu olan bir cümle. Asıl cümle, “Kürtlerden başka devleti olmayan halk var mıdır?” biçiminde olsa da amaç bu soruyu sormak değildir. Eğer asıl soru bu olsaydı Çalışlar soruyu cevaplandırırdı. O halde soru neden soruluyor? 
Bahsettiğimiz psikolojik operasyonun sırrı burada! 

Okuyucunun dikkati yukarıda açıkladığımız üzere “soru kelimesi” “var mıdır” üzerinde ama asıl maksat cevabı bilinen bu asıl cümle ile ilişkili değil; birleşik cümlenin iki yan cümleciğinin içeriğini okuyucunun bilinçaltına yerleştirmek: 

1. Kürtlerin nüfusu 20 milyondan fazladır. 
2. Bütün Kürtlerin ortak bir coğrafyası vardır. 

   Bunlar cümlenin vurgu taşıyan öğeleri olmadığı için tartışmaya kapalı bir ön kabul biçiminde sunuluyor. Şimdi bu iki içeriğin etik ve bilimsel yönden doğruluğunu tartışabiliriz: 

1. Kürtlerin nüfusu yirmi milyondan fazladır: 

Her şeyden önce bu cümlenin bir algı yanılsaması yaratmayı amaçladığı bellidir. Çünkü zikredilen sayının “hangi Kürtler”le ilişkili olduğu kasıtlı olarak söylenmiyor. 
Okuyucunun ilk algısı Türkiye Kürtleri olacaktır; çünkü cümlenin muhatabı olan insanlar Türkiye’de yaşamakta ve yıllardır bu konu onun canını yakmaktadır. Keza, bu, Kürtçüler tarafından da sıkça dile getirilen bir iddiadır. Örneğin “ılımlı Kürt aydını” denilen Kemal Burkay birkaç ay önce bir televizyon programında Türkiye’deki Kürtlerin nüfusu en az Türkler kadar; bu bakımdan Kürtlerin federatif temsili meşrudur ama diğer halkların sayısı az olduğu için bu hakları yoktur demişti. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama gereksizdir. Lakin akla şu soru geliyor: Madem Kürtçüler bunu aleni ve sürekli söylüyorlar, Çalışlar’ın sorusu neden bir operasyon kabul ediliyor? Cevabı çok basit: Kürtçüler bunu kendi tabanlarına söylerken, Çalışlar gibi liberal/sol kökenli yazarların hedef kitlesi PKK’ya mesafeli duran; onu marjinal bulan İslamcı, liberal, sol, apolitik her kesimden Türkler. Kaldı ki, gargara yapılan bu cümlelerde kendisine çıkış yolu bırakan bu tür yazarlar sıkıştırıldığında bütün Kürtlerin nüfusunu kastediyoruz diyerek kendilerini ahlaken de kurtarmış oluyorlar! 

Oysa bilinen gerçek şudur: Türkiye’de yaşayan Kürtlerin nüfusunu en yüksek gösteren araştırmalarda bile sayı 13,5 milyondur ve üstelik Kürt olmadıkları bilimsel verilerle ispatlanmış olan Zazalar da her ne hikmetse ısrarla bu rakama dâhil edilmektedir. Netice itibariyle bu yan cümlecik bir yalanı bir algı yanılsaması yaratarak bir olguymuş sunmayı, okuyucunun bilinçaltına yapılan bir operasyonun göstergesi haline geliyor. 

2. Kürtler ortak bir toprak parçasında yaşıyor: 

Bu ikinci yan cümlecik okuyucunun bilinçaltına bir “Kürt toprağı” olgusu yerleştirmeyi amaçlıyor. “Ortak toprak parçası” ile diğer milletlerden arınmış, sadece Kürtlerin toprağı olan yani yazının başlığına şehvetle yerleştirilmiş “Kürdistan” kastediliyor. Bugünlerde sık sık duyduğumuz bu şehvetengiz ifade Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri tarihi gerçekliğe aykırı biçimde bir Kürt vatanına dönüştürme çabasının ürünüdür. Oysa “vatan” üzerinde siyasi egemenliğin tesis edildiği, kanla, terle, ilimle, irfanla, kültürle, mimariyle yoğrulan bir coğrafyanın adıdır. Türkiye’nin doğusu ve güney doğusu Artuklu, Tolunoğlu, Selçuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Osmanlı ve Cumhuriyet Türklerinin kanı, emeği, ilmi, irfanı, kültürü, mimarisi ile yoğrulmuş bir coğrafyadır. Kuzey Irak ve Kuzey Suriye de Kürt, Türk/ Türkmen/ Azeri, Arap, Süryani, Ermeni kültürlerinin harmanlandığı tarihî ve aktüel bakımdan Kürt vatanı sayılmasına imkân olmayan coğrafyalardır. Mardin, Diyarbakır, Van, Bingöl, Şanlı Urfa, Adıyaman, Musul, Kerkük, Erbil, Tuzhurmatu ve benzeri birçok şehir/bölge tarihin hiçbir döneminde Kürt kimliği taşıyan beldeler olmamıştır. Hangi mezar taşında, hangi cami kitabesinde, hangi kale kapısında, hangi medresede, hangi çeşmede Kürtçe bir satır yazı vardır. 

Son elli yılda Kürtçü terör ve asimilasyonlarla gayrı Kürt unsurlardan arındırılma  çalışmalarına son on yılda siyasi iradenin verdiği destekle sanal bir Kürdistan oluşturulmakta, psikolojik operasyonlarla da millet buna razı edilmeye çalışılmaktadır. 

Gelelim Çalışlar’ın cevabını bildiği halde sorduğu; “Dünya üzerinde bu sayıda olup kendi devleti olmayan Kürtlerden başka halk bulunup bulunmadığı” sorusuna. Bu iddiayı çürütecek örneklerden bir kaçı şunlardır: Doğu Türkistan Türklerinin sayısı 35 milyonun üzerindedir ve ülke Çin işgali altındadır. Güney Azerbaycan Türklerinin sayısı 35 milyonun üzerindedir ve ülke İran işgalindedir. ABD nüfusunun yaklaşık 40 milyonunu Almanlar, 30 milyonunu İrlandalılar, 25 milyonunu Afrikalılar, 20 milyona yakınını İtalyanlar ve bir o kadarını da Meksikalılar oluşturmaktadır. Örnekleri çoğalmak mümkündür; tek bir örnek bile bu iddianın geçerliliğini ortadan kaldırmaya yeter. Kürtçü bölücülüğe meşruiyet kazandırmak için ortaya atılan bu iddialar hem bilimsel hem de “ahlaki” zaaf içerir. Çünkü dünyadaki devlet sayısı bilinen anadili (her anadili bir halk olduğuna ve yaklaşık 2000 civarında anadili ve 200 civarında da devlet bulunduğuna göre) sayısının onda biri kadardır. Eğer “devlet” salt hümanist çerçevede algılanacak bir olgu ise bir tek kişinin dahi kendi devletini kurma hakkını yok saymak ahlaka aykırıdır. Türkiye’deki Kürt ayrılıkçılığını destekleyenlerin Doğu Türkistan, Güney Azerbaycan, Çeçenistan, Keşmir gibi coğrafyalardaki Türk ve Müslümanların gasp edilen haklarına ilişkin tek satır yazmamaları da ahlaki zaafın bir göstergesidir. 

Yazının başında bahsettiğimiz televizyon programında Ahmet Türk’ün ağzından PKK terörünün kınanmasını duymak isteyen program yöneticileri yirmi yıl önceki Türk kamuoyunun ruh halini temsil ediyorlardı. O gün Türk milletinin büyük bir ekseriyeti, medyası ve siyaseti Amerika’da veya dünyanın herhangi bir ülkesinde Kürdistan ifadesi kullanıldığında resmi ve gayrı resmi yollardan tepki gösteriyor, 
çeşitli haritalar yayımlandığında kıyameti koparıyorlardı. Ancak, aradan geçen bunca yılda Türk milleti üzerine yapılan psikolojik operasyonla yalan ve sanal bir tarih algısı yerleştirildi; Türkiye Cumhuriyeti’nin

Başbakanının dilinden bu tarihi yalan seslendirildi: “Osmanlı’da Kürdistan eyaleti vardı.” Bugün de Oral Çalışlar şehvetle “Büyük Kürdistan” başlığı atıyor… 

http://www.21yyte.org/ 
adresinden 
06.08.2013 12:53 tarihinde indirilmiştir..

http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/08/05/7146/boluculugun-taslari-nasil-dosendi-turkler-nasil-uyutuldu


..

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı

Bir PKK Propagandası: 17 Bin Faili Meçhul Yalanı 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Türk toplumunun değişik unsurları içindeki uzantıları ve yandaş unsurları tarafından bir dizi psikolojik savaş sloganı üretilmiştir. Bu süreçte üretilen psikolojik savaş araçlarından birisi de Güneydoğu Anadolu'da 17 bin insanın devletin güvenlik güçleri tarafından öldürüldüğünü ileri süren "17 bin faili meçhul" cinayet iddiasıdır. 
Bu rakam 1990'larda TBMM'de bir komisyonda yapılan konuşma sırasında bir kişinin ortaya attığı ve PKK'nın kullandığı, geliştirdiği ve propagandalaştırdığı bir rakamdan başka bir nitelik taşımamaktadır.

Sorumlu mevkilerde bulunan devlet adamlarından, bazı komutanlara, bilim adamlarından gazetecilere kadar geniş bir alana yayılan hepsinin ortak özelliği kamuoyu önderi  olmak olan insanlarda televizyon konuşmalarında, bilimsel çalıştaylada, hatta yazılarında bu PKK  yalanını bilinçsizce tekrarlamaktadırlar. 

Bir emekli koramiral televizyonda "1990'larda faili meçhuller devlet politikası idi" diyebilmekte, bir akademisyen "1990'larda öldürülen 17.000 faili meçhul"den bahsedebilmekte, 1990'lı yıllarda milletvekili, bakan gibi önemli görevlerde bulunmuş siyasetçiler ileri sürülen rakamları doğrularken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan " Topraktan fışkıran kemiklerden " bahsetmektedir. Ölüm kuyuları diye adlandırılan kuyular açılmakta, televizyonlar canlı yayınlarda çıkmayan cesetlerden bahsetmektedir. Bütün bunlar olurken nedense İç İşleri Bakanı Beşir Atalay, kendisine bağlı olan Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı kayıtlarındaki "faili meçhul" cinayetlerin sayısı ile ilgili bir rapor istememektedir. 

17 bin faili meçhul olduğu iddiası büyük bir yalandır. 17 bin rakamı öyle ciddiyetsiz bir rakamdır ki, bu kitabın yazarı atv'de Nazlı Ilıcak tarafından yönetilen bir programda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'e "17 bin faili meçhul"den bahsetmesi üzerine "doğruyu söylemiyorsunuz. Türkiye'de 17 
bin faili meçhul yoktur" demesi üzerine "14 bin olsun" diyecek kadar meseleyi gayri ciddileştirmiştir. S. Talu, faili meçhul cinayet iddialarının kapsadığı dönemin PKK terörünün doruğa ulaştığı, 1993, 1994, 1995 başı olduğunu özetle 1,5-2 yıl içerisinde, 17 bin cinayet işlendiğinin iddia edildiği söylemektedir. Yaklaşık 450-500 günde 17 bin faili meçhul cinayetin işlenmesini günde en az 
34 faili meçhul cinayetin devlet güçleri tarafından işlendiği anlamına gelmektedir. Talu, bir devlet görevlisi, kaba bir hesapla beş kişi öldürmüş olsa, eder 4 bin katil diyerek bitirmektedir cümlesini.[1] 
Görüldüğü gibi konuya biraz analitik yaklaşınca 17 bin faili meçhul iddialarının ne büyük bir saçmalık olduğu görülmektedir. Bu iddiaları ortaya atan ve savunanların ortaya koyabildikleri bir isim listesi, polise, jandarmaya veya savcılıklara yapılmış suçduyurusu/başvuru da görülmemektedir. 

Bulunmuş faili meçhul cinayet kurbanı cesetleri de yoktur. Üstelik bir gün faili bilinmeyen bazı cinayetlerde öldürülmüş insanların cesetleri dağlarda bulunur ise bu insanların PKK tarafından mı öldürüldüğü yoksa güvenlik güçleri ile girdikleri çatışmalar sonucunda ölen PKK'lılar mı olduğunun ortaya çıkarılması için ayrı bir çalışma yapılmalıdır. 

Türkiye'de hiç mi faili meçhul cinayet işlenmemiştir. 1984'de başlayıp 1998'e kadar devam eden, 1999-2003 arasında "0" noktasına doğru gerileyen ve 2004'den itibaren tekrar başlayan 1945 sonrasınd dünyada gerçekleşen en kapsamlı düşük yoğunluklu çatışmada hukuk dışında çıkmaların olmaması mümkün değildir. 1984-2009 arasında 4361 asker, 217 polis, 1378 köy korucusu, 116 öğretmen şehit olurken, 5669 yurttaşımız da PKK tarafından katledilmiştir. Aynı tarihte 29.359 PKK'lı ise çatışmalarda öldürülmüştür. 

Bu kadar kapsamlı, uzun süreli ve kanlı bir çalışmada sınırın aşılmaması mümkün değildir. 

PKK eylemlerinin zirveye çıktığı 1993/95 sürecinde bazı devlet görevlilerinin bir devlet politikası olarak değil, bölgedeki yüksek gerilim ve çatışma ortamının getirdiği baskı altında kendi insiyatifleri ile PKK'nın kent yöneticilerine yönelik eylemleri olduğu, sınırın aşıldığı iddiası akla yakındır. Bu tür eylemler devletin bilgisi dışında gerçekleştirilmiş "suç niteliği" taşıyan eylemlerdir. İç İşleri Bakanlığının Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü aracılığı ile yapacağı bir araştırma bu sayının 100 ile 500 arasında bir rakam olduğunu ortaya çıkaracaktır. Bu tür eylemler için söylenebilecek şey: keşke olmasaydı. 
Öte yandan örgütün ERNK kanadının çok dar olan bazı lider kadrolarının ise devlet kararı ile Türkiye içinde ve büyük bölümü Türkiye dışında infaz edildiği anlaşılmaktadır. Eğer böyle bir karar alındı ise bunun ancak en üst düzeyde ve en köşeli katılım ile alınabileceği açıktır. Bu şekilde alınan bir karar sonrasında öldürülen PKK'lı sayısının 50'nin üzerinde olmadığı tahmin edilebilir. 

Bu eliminasyon eylemleri kanaatimce suç değildir. Her devlet kendisini korumak için bu tür "rutin dışı" eylemler gerçekleştirir. Bu eylemlerin ispatlanması da mümkün değildir. 

Özetle, PKK terörü ile mücadele sürecinde güvenlik güçlerinin kasap gibi 17 bin insanı katlettiği iddiası ne doğrudur ne de aklidir. Bu büyük yalan, Goebbels'in "yalan ne kadar büyük olursa, inanan o kadar çok olur" yaklaşımı ile tekrarlanmaktadır. Yapılması gereken derhal İç İşleri Bakanlığı'nın faili meçhullerin sayısı ile ilgili kapsamlı bir çalışma yapması, isim, yer, tarih saptaması ile birlikte sonuçların kamuoyuna açıklanmasıdır. Yalanlara son verecek, gerçekleri ortaya çıkaracak olan budur. 

Tabii ki bu yeni bir tartışmayı başlatacaktır ancak hiç olmaz ise gerçekler üzerinde tartışılacaktır. 

[1] www.haberiniz.com, Sabahattin Talu, " Faili Meçhul Sakızı " 

http://www.21yyte.org/  adresinden 
07.08.2013 21:13 tarihinde indirilmiştir


http://www.21yyte.org/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/2010/04/12/4026/bir-pkk-propagandasi-17-bin-faili-mechul-yalani

***




16 Mart 2018 Cuma

Amerikan Atına Oynamak,

Amerikan Atına Oynamak,

Mehmet Bedri Gültekin,

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, eski Eşbaşkan Ahmet Türk ile birlikte Amerika’ya gitti. Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle görüşme yaptı.
Demirtaş ve Türk, Brüksel’den sonra Partilerinin Washington bürosunu da “hizmete” açtılar.
Vaşington’da CİA’ya yakınlığı ile bilinen Carnegie Endowment (Vakıf) adlı kuruluşun düzenlediği bir toplantıda konuştular ve taleplerini Washington üzerinden Ankara’ya ilettiler.
Demirtaş ve Türk’ün Washington ziyaretlerine CIA yetkililerinden Henry Barkey eşlik etti. Carnegie vakfındaki toplantıyı da Barkey organize etti.

FETHULLAH’IN DEĞERLENDİRMESİ

BDP yöneticilerinin Washington ziyaretini basit bir diplomatik temas olarak anlamamak gerekir. Amerika’da yaşayan büyük bir Kürt nüfus da olmadığına göre Türk ve Demirtaş’ın Washington seferi ve burada bir büro açmaları, PKK’nın Kürt sorununun çözümünde Amerika’yı tayin edici bir güç olarak gördüğünü gösterir.

Kısacası PKK, Amerikan atına oynamaktadır.

Amerikan atına oynayan sadece PKK değil. F Tipi yapılanma da bilindiği üzere başından beri Amerika sayesinde var olmuştur. Ve bundan sonra da geleceğini Amerika ile birleştirmiş durumdadır.
Fethullah Gülen yanlış hatırlamıyorsam 2004 yılında kendisi ile yapılan bir röportajda, ‘Amerika’nın daha bir 40 yıl, dünyanın en önemli gücü olarak kalacağını, dolayısı ile akıllı bir Müslüman’ın yapması gerekenin bu süre içinde Amerika ile beraber hareket etmek olacağını’ söylemişti.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı Recep tayip Erdoğan için fazla bir şey söylemeye gerek yok. Dünya üzerinde herhalde iktidara geldikten sonra bu kadar düzenli ve sürekli olarak ABD’yi ziyaret eden bir başka devlet yöneticisi yoktur.
AKP’nin; varlığı, iktidarı ve geleceği tamamen ABD’ye bağlı olduğu için, politikası bu ülkenin geleceğinin ne olacağından bağımsız olarak kayıtsız şartsız Vaşington’a bağlıdır..
Ama Fethullah Gülen’in; ABD’nin daha kırk yıl dünyanın en önemli gücü olarak kalacağı tespiti üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü öyle görünüyor ki BDP (PKK) da bu tespite itibar etmektedir.

AMERİKA’NIN DURUMU

Artık hiçbir Amerikalı bile Amerika’nın, daha kırk yıl dünyanın en önemli gücü olarak kalacağını iddia edemiyor.
Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki payı yüzde 20’nin altına düştü. Ekonomik duruma ilişkin gelecek tahminleri ise hiç iç açıcı değil.
Amerika’nın ekonomik gücünün esası doların hala yüzde 60 oranında uluslar arası değişim ve rezerv para olarak kullanılmasından kaynaklanıyor. Ama bu durum da çok uzun boylu devam etmeyecek.
Yakın bir gelecekte ABD dünyanın en büyük ekonomisi olmaktan çıkacak. Bu durumda doların değişim ve rezerv parası olarak kalması düşünülemez.
Öte yandan Amerika, askeri bakımdan önemli yenilgiler yaşıyor. Irak ve Afganistan yenilgileri, salt birer savaş kaybı olmanın ötesinde anlamı olan gelişmelerdir.
Amerikanın dünyanın en büyük hegemonik gücü olmasının esas nedeni dayandığı büyük askeri güçtür.
Irak ve Afganistan’da yaşanacak yenilgi, işte o karşı konulamaz denen askeri gücün gerçekte “kâğıttan kaplan” olduğunu gösterecektir.
Bütün bunların yanı sıra artık dünyada yükselen başka güçler var. 
Çin, Hindistan, Brezilya ve Rusya:
Bunlar dünyanın yükselen güçleri. Artık karşı konulamayacak bir hızla ekonomik, siyasi ve askeri olarak dünya sahnesinde yerlerini alıyorlar.
Ve artık 2010’un dünyasında, bırakalım 40 yılı 10 yıl sonra bile Amerika’nın hala Amerikanın en büyük gücü olarak kalacağını söyleyen kimse kalmadı.
Kritik soru şudur: Bu gerçek bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmasına rağmen PKK veya F Tipi Örgüt, hedeflerine ulaşmak için neden hala Amerikan atına oynamaktadırlar?

Bu sorunun cevabını bu iki örgütün varlık nedeninde aramak gerekir.

VARLIK NEDENİ

F Tipi örgüt, ortaçağ ideolojisini savunmaktadır. Nihai amacı Cumhuriyet Devrimi adına ne varsa tasfiye edip hedefine ulaşmaktır.
Gerçi Cumhuriyetin kurumlarından geriye fazla bir şey kalmadı. F Tipi’nin hedefi, Ordu ve Yüksek Yargı gibi Cumhuriyet’ten arta kalanlar ile Cumhuriyet Devriminin yarattığı insan birikimini ve toplum örgütlenmesini tasfiye etmektir.
Böyle bir projenin emperyalizm dışında destekçisi olamaz. Daha doğrusu bu proje emperyalizmin projesidir.

Aynı şekilde etnik temelde örgütlenme, toplumu etnik temelde ayrıştırma, 1975’ler sonrasında emperyalizmin dünya çapında yatığı atak ile birlikte ülkemizin gündemine girdi.

Yani etnik temelli siyaset, ancak emperyalizmle birlikte vardır.
Öte yandan Dünyanın yükselen yeni güçleri etnik temelde örgütlenmeye cepheden karşıdırlar.

Onun için Fethullah postu Amerika’ya sermiş.
BDP’de Vaşington’a büro açıyor.
mbgultekin@ip.org.tr

***

9 Ekim 2015 Cuma

MİLLETVEKİLİ YEMİNİ..,TÜRK MİLLETİ Mİ.?..Türkiye Milleti, mi


Türkiye Milleti

Emin Çölaşan

SEVGİLİ Okuyucularım, adına Leyla Zana denilen hanım bundan yıllar önce SHP listesinden milletvekili seçilmiş ve Meclis’te olay yaratmıştı. Son olaya gelmeden önce şimdi geçmişe, 1991 yılına dönelim. 
Seçim yapılmış, sıra Meclis’teki ant içme törenine gelmişti. Milletvekilleri tek tek kürsüye çıkıp anayasada öngörülen yemin metnini okuyordu.
Sıra Leyla ya geldi.

Kafasında PKK’nın sarı-yeşil-kırmızı ulusal renklerinden oluşan bir saç bandıyla kürsüye çıktı. Bunu özellikle yapıyor, daha il gün olay çıkarmaya yelteniyordu.
Kürsüde yerini aldı…

Ve Yemin metnini okumaya başladı.

Birkaç saniye sonra Meclis kürsüsünde anlamsız sözler söylemeye başladı.
Kürtçenin bir lehçesiyle konuşuyordu.
Peki, O Kürtçe sözlerinde ne demişti? “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum!”
Ortalık kızıştı. Kavgalar çıktı. Sonrasında başka milletvekilleriyle birlikte Leyla‘nın da dokunulmazlığı kaldırıldı. Çeşitli mahkemelerde yargılandı ve uzun süre hapis yattı.

VİDEO GÖRÜNTÜLERİ;


https://www.youtube.com/watch?v=fvpcVmUMj2M

***
Aradan 20 yıl geçti, bu Şahıs bu kez Kürtçü BDP’den Diyarbakır Milletvekili seçilip yeniden Meclise döndü. Partili arkadaşlarıyla birlikte geçtiğimiz cumartesi günü Meclis te yemin (!) etti.
Anayasada öngörülen yemin metni şöyle bitiyor:
“…Büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Hanımefendi ne olursa olsun olay çıkaracak ya!..
El çabukluğu değil ama dil çabukluğu ile o bölümü şöyle okudu:
“…Türkiye milleti önünde namus ve şerefim üzerine ant içerim!.. “
Böylece Türk milleti, tarihte ilk kez Türkiye milleti oluverdi!
Yemin böyle okununca itirazlar geldi. Yeminin tekrarlanması gerekiyordu ama özellikle kaynatıldı.
Gazeteciler kendisine sordular
“Niye böyle yemin ettiniz?”
Verdiği yanıt ilginçti:
“Yani bilinçli ve planlı değildi! O anda ağzımdan Türkiye milleti çıktı!”
Hay Allah, rastlantının böylesi!.. O anda ağzından bu çıkmış!
Utanmazlığın ancak bu kadarı olabilirdi.
Oturumu yönetmekte olan Meclis Başkanı Cemil Çiçek kendi ifadesine göre. o sözlerini duymamıştı!
Öyle ya, biz onların karşısında beş yaşında saf çocuklardık!.. Herkes yanlış duymuş, doğruyu (!) duyan yine onlar olmuştu.
Hemen ardından Cemil Çiçek’in talimatıyla TBMM Başkanlığı tarafından bir duyuru yayınlandı, şöyle diyordu;
“Leyla Zina’nın yemin ederken Türkiye milleti değil. Türk milleti ifadesini kullandığı tespit edilmiştir”

***
Şimdi şu işe bakınız, kadın diyor ki “Türkiye milleti dedim, o anda ağzımdan böyle çıktı.”
TBMM Başkanlığı ise diyor ki. “Yok, valla inanın ki Türk milleti dedi!’
Leyla böylece, TBMM Başkanlığı tarafından güya aklanmış oluyor.
Peki niçin?
Şunun için:
İktidar şimdi yeni bir anayasa değişikliği|www.emincolasan.info|daha gündeme getirdi ya, o konuda BDP’nin desteğine ihtiyacı var Ne kadar BDP’li milletvekili destek verirse. AKP Güneydoğudaki vatandaşlardan o kadar oy isteyecek.
Meclis’te gerekli kelle sayısına ulaşılmaz ve iş yine referanduma kalırsa onlara diyecekler ki “Bakın arkadaşlar, sizin partiniz olan BDP bile |vatansever.info|bu anayasa için kolları sıvadı, Meclis’te kabul verdi. Şimdi sıra sizde, Size özerklik verdik, Kürtçe eğitim getirdik, haydi bastırın evet oylarınızı!..”
Böylece, BDP’nin sırtından muhteşem bir siyaset ticareti ve oy avcılığı daha yapmış olup, kendi çıkarları doğrultusunda hazırladıkları anayasayı kabul ettirecekler!

O yüzden Leyla’ya tavır koymaları mümkün olmadı.

***
Sevgili okuyucularım, Leyla Zana’nın Meclis kürsüsünde kullandığı ve hiçbir kesimden tepki gelmediği sürece Türk milletine yutturulmak istenen “Türkiyeli” sözcüğü, Tayyip’in geçmişte sık sık kullandığı bir sözcüktür.
Şimdi Başbakan olduktan sonra kullanmıyor, ya da kullanamıyor.
Bunu kullananların amacı “Türk” kavramını belleklerden silmek, unutturmak ve en sonunda da yok etmek.

DİĞER BİR YEMİN TÖRENİ EYLEMİ.,


https://youtu.be/r_EpPV9mkcM

Ne acıdır ki, günümüzde bu uygulamayla sık sık karşılaşıyoruz.
Bugün ülkeyi yönetenlerin ağzından “Türk” sözcüğünü pek duyuyor musunuz?“Türk milleti” kavramını ağızlarına aldıklarına tanık oluyor musunuz?
Şu iktidar yalakası korkak, entel, liboş gazete ve televizyonlara bakıyorum, varsa yoksa Kürtlük, varsa yoksa Kürtçülük. Bunların iktidarı döneminde bunlar tartışılıyor, hem de sadece bu kavramların savunucuları tarafından.
Bütün ulusal kavramlarla birlikte Atatürk de yok edilmek isteniyor.
Siz bakmayın birilerinin ulusal bayram günlerinde Anıtkabir’e gidip içlerinden küfrederek göstermelik saygı duruşunda bulunduklarına!..

***
Tayyip geçmişte kendisini “Türkiyeli” olarak tanımlardı. Bunu defalarca yazdım, belgeledim. Hiçbir biçimde itiraz etmesi, yalanlaması mümkün olmadı.
Şimdi Çankaya’da oturmakta olan AKP‘li yine geçmişte şu sözleri ederdi:
“Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ‘Ne mutlu Türküm diyene lafını tutup her yere yaza yaza özellikle bunu hiç olmayacak yerlere yaza yaza, Türkiye aslında İLKEL bir hale dönmüştür”
Mustafa Kemal Atatürk 1933 yılında. Cumhuriyet’in 10. Yıldönümü’nde yaptığı konuşmanın sonunda haykırıyordu:
“Ne mutlu Türküm diyene.”
Dikkat ediniz, “Ne mutlu Türk olana” deseydi. Irkçılık olurdu.“Ne mutlu kendini Türk olarak görene, hissedene” diyor. Asla ırkçılık, ayırımcılık yok.
İşte size bu iktidarın en üst düzey makamlarında bulunan iki kişinin kullandığı sözler!..
Atatürk’ün ağzından çıkıp tarihe geçen bu masum, ama çok anlamlı sözcükleri bile reddeden her şeyi İslam’da arayan kafalar şimdi bu ülkeyi yönetiyor…
Ve Kürtçü bir kadın daha üç gün önce Meclis kürsüsüne çıkıp “Türkiye milleti” diye açıkça zırvalarken, Meclis Başkanlığı açıklama yapıp “Valla billa öyle demedi, Türk milleti dedi” demek zorunda kalıyor!..
Ama kadın bunlardan daha yürekli, Hiç değilse zırvasını inkâr etmiyor da, başka türlü kıvırtıyor…
“O anda ağzımdan Türkiye milleti çıktı (!)” diyor
Görüyorsunuz işte… İyi ki Japonya milleti falan çıkmamış!
Yıllar önce Tayyip kendini ‘Türkiyeli’ olarak tanımlıyordu. Simdi aynı edebiyatı Leyla Zana yapıyor.
Tayyip’le Leyla’nın örtüşmesi, doğrusu pek hoş oluyor.
Onlar ermiş muradına, biz ” Türkiyeliler” de Türklüğümüzü bohçaya sarıp çıkalım kerevetine.


***