7 Eylül 2019 Cumartesi

Türkiye İle Almanya Arasındaki İlişkilerde ‘Pragmatik’ Dönem


Türkiye İle Almanya Arasındaki İlişkilerde ‘Pragmatik’ Dönem



Türkiye-Almanya İlişkilerinde ‘Pragmatik’ Dönem
Yrd. Doç. Dr. Sezgin MERCAN
www.bilgesam.org
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93



Son zamanlarda Türkiye ile Almanya arasında yakın bir siyasi işbirliği dikkat çekmektedir. Kısa süre içinde Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in 
Türkiye’ye çoklu ziyaretlerde bulunması bunun en somut göstergesidir. 

Özellikle mülteci krizi ve terörle mücadele konuları üzerinden beslenen bu işbirliği sadece ikili ilişkilerle sınırlandırılabilecek sığlıkta da görünmemektedir. 
Söz konusu olan AB’nin lokomotif ülkesi Almanya ve AB’nin uzatmalı üye adayı Türkiye olunca konunun, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere uzanması 
kaçınılmazdır. Buna bir de içinde barındırdığı Türklerle Almanya’nın Avrupa’da Türkiye’nin etkisini en çok hisseden ülke olma özelliğini, AB genişlemesinin 
geleceğini belirleyen üyelerin başında gelmesini ve Türkiye karşıtlığını barındıran yönünü de eklemek gerekiyor. 

Bu analizde, son dönem Türkiye ile Almanya arasındaki siyasi yakınlaşmanın anlamı, vaka odaklı fayda sağlayıcı işbirliği bağlamında pragmatizme kayış temelinde ortaya koyulmaya çalışılmaktadır. 

Türkiye-Almanya Arasındaki Tarihi İlişkiler;

Tarihte Türk-Alman ilişkileri, Osmanlı-Alman İmparatorluğu arasındaki derin ve çalkantılı ilişkinin zaman geçtikçe günün gerektirdiklerine göre dönüşmesi sürecini yaşamıştı. Bismarck Almanyası’ndan II.Wilhelm Almanyası’na geçiş, ülkenin temkinli kıta politikasından aktif dünya politikasına geçişi temsil etmişti. Bu geçişin sömürgecilikle birleşmesinin yansımalarını talihsiz bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu yaşamıştı. 

Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki yenilgisi, Osmanlı’nın Alman sömürgeciliği ile gerek ekonomik gerek siyasi gerekse de askeri açılardan karşı karşıya kalması nın adeta bir sonucu olmuştu. İkinci Dünya Savaşı’nda ise Almanya Türkiye’yi kendi yanında savaşa sokmaya çalışmış, ikna çabalarını sürdürmüş, her ne kadar Türkiye savaşa dahil olmasa da, son ana kadar Almanya ile siyasi, ekonomik bağlarını canlı tutmaya çalışmıştı. Böylece hem Alman işgallerinin kendine uzanmasının önünü kesmiş hem de ticari faydaları sürdürmeye devam edebilmişti. 

Aradan zaman geçmiş, Soğuk Savaş koşulları içinde Avrupa’dan dünya savaşları nedeniyle ABD ve diğer coğrafyalara olan göçün etkisiyle önemli boyutlarda işgücü kaybı yaşanmıştı. Almanya bu kaybı derinden hissetmişti. Bu kayıp yaşanırken Türkiye ile Almanya ilişkileri işgücü göçü kapsamında yeni bir boyut kazanmıştı. Almanya işgücü açığını, 1961 yılında iki ülke arasında imzalanan Türk İşgücü Anlaşması ile bir ölçüde gidermiştir. Bu tarihsel arkaplan, Türkiye ile Almanya ilişkilerinin pragmatik doğasına işaret eden ilk örneklerdendir. 

Daha yakın zamanlar incelendiğinde ise olumsuz nitelikte görülen fakat pragmatik ilişkileri besleyen siyasi gelişmeler yaşanmıştır. Bunları yakın 
geçmişte iki ülke arasındaki ilişkilerin bir diğer etkileyicisi olan Avrupa bütünleşmesi kapsamında görmek mümkündür. Bütünleşme, özellikle 
siyasi kriterleri ve kimlik vurgusunu öne çıkardıkça, Almanya’da Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili şüphecilik artış göstermiştir. Bu şüphecilik Almanya’daki Türklere olumsuz bakışın da bir sonucu olmuştur. 1980’lerden 1990’lara uzanan süreçte, Almanya’nın Avrupa bütünleşmesindeki öncülüğünün artıp, bu öncülüğü Almanya’daki Hıristiyan Demokrat iktidarın üstlenmesinin etkisiyle Türkiye’nin AB üyeliği, beklenilmemesi gereken bir konuma sürüklenmiştir. Türkler ile Almanlar ve Avrupalılar arasındaki sosyal ve kültürel farklılıklara vurgu giderek artmıştır. 

2000’lerde, Türkiye tam da üyelik müzakerelerine başlıyorken, üyelik beklentisi ni aşağıya çekecek şekilde, üyeliğe alternatif olacak ilişki biçimleri önerilmeye başlanmıştır. Bir pragmatik ilişki tipi örneği olan ‘imtiyazlı ortaklık’ bu önerilerin başında gelmiştir. Türkiye böyle bir ortaklık tipini tam üyelik yerine koymayacağını her fırsatta belirtmiştir. Fakat, her ne kadar Türkiye için teoride tam üyelik bir devlet politikası olsa da, alternatiflerinin kabul edilmeyeceği belirtilse de, 2010’larla birlikte pratikte alternatif ilişki tiplerinin uygulanmaya başladığı görülmektedir. 

Bu bağlamda da Almanya ile Türkiye ilişkilerinin seyri, Türkiye ile AB ilişkilerinin seyrini yansıtacak bir nitelik kazanmıştır. 
Günümüz koşulları içinde pragmatik ilişki tipinin sürmesindeki tetikleyici Suriye iç savaşı ve mülteci krizi olmuştur. 

Türkiye-Almanya İlişkilerini Pragmatizme Yönelten Üç Boyut 

Türkiye ile Almanya ilişkileri 2000’li yıllar itibariyle çeşitli gerginlikleri içinde barındırmıştır. Bu gerginlikler ilişkilerin pragmatizm zemininde kalmasını desteklemiştir. Alman hükümetinin Almanya’daki Türklerin konumunu etkileyen vatandaşlık düzenlemeleri bu gerginliklerin başında gelmiştir. Bir diğer gerginlik konusu Almanya’da yaşayan Türklere yönelik ırkçı saldırılar ve bu saldırılar hakkında yürütülen soruşturmalardır. 

Son gerginliklerden biri de Suriye iç savaşına tepki bağlamında olmuştur. Türkiye Suriye’ye yönelik askeri müdahaleyi desteklerken, Almanya savaşın diplomatik yollarla sonlandırılması gerektiğine işaret etmiştir. 2013 ve 2014’te bu gibi konular üzerinden yaşanan gerginlikler 2015’de adeta geride bırakılmış gibi görünmüş, 2016’da da bu anlamda yakınlaşmanın devamı sinyalleri verilmiştir. 

Mevcut koşullar içinde Alman vatandaşlığının doğumla, seçme yoluyla, yabancılar yasası gereğince ve takdir yoluyla kazanılması gibi haklar 
bulunmaktadır. 1990’da Almanya’da vatandaşlığa alma ile ilgili liberalleştirici düzenlemeler yapılmıştır. Almanya’da büyümüş, eğitim almış veya 15 yıldan fazla süredir ülkede ikamet etmiş kişilere vatandaşlığın verilmesi öngörülmüş tür. 

Bu yıllarda ve sonrasında Almanya’daki göçmenler için asıl mesele, ‘vatandaşlık topluluğu’na katılma sıkıntısı yaşamaları olmuştur. 
Bir başka deyişle, vatandaşlık için göçmenlerin kökenlerinden vazgeçmelerinin beklenmesi sorun olmuştur. Bu durum da göçmenler için vatandaşlıktan kaçış ya da bulundukları toplumla bütünleşememe sonucunu doğurmuştur.1 

Türklerin sadece yaklaşık yüzde 15-20’sinin Almanya’yı yurt olarak görmesi bunun somut yansımalarından biridir. Bu bütünleşme sorunları tartışılırken, paralelinde de ırkçılık iki ülke gündeminde yer almaya devam etmiştir.

1993’teki Solingen saldırılarının ardından, 2000-2007 arasında 8 Türk’ün ölümünden sorumlu olan Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU) ile ilgili hukuki süreç, ülkede içten içe varolmaya devam eden ırkçılıkla ilgili yeni tartışmaları körüklemiştir. Bu dönemde Alman iç istihbaratı zafiyet gösterdiği gerekçesiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Zafiyet konusu aşırı sağı temsil eden örgütlerle ilgili bilgilerin imha edildiği iddiasından çıkmıştır. Bu konunun açığa çıkmasıyla Berlin Eyaleti’nin İç İstihbarat Teşkilatı Başkanı Claudia Schmid başta olmak üzere 
çeşitli eyaletlerdeki teşkilat başkanları görevlerinden ayrılmak durumunda kalmıştı. NSU’nun güvenlik birimlerince takip edilmesine rağmen, şüphelilerin yakalanamaması ve istihbarat birimlerinin etkisizliği durumu daha da vahim bir hale sürüklemişti. Bunun üzerinde Alman hükümeti araştırma komisyonunun kurulmasından federal başsavcılığın konumunun güçlendirilmesine kadar uzanan bir yelpazede girişimlerde bulunarak incelemeyi derinleştirmişti. 

Bu noktada, gerek vatandaşlık meselesi gerekse de ırkçılık üzerinden varılması gereken klasik husus kimlik tartışmalarıdır. Bu kimlik tartışmalarının Almanya ve Türk göçmenler özelinde bir boyutu varken, bir de Avrupa’nın niteliği ile ilgili genel bir boyutu vardır. Ancak bu nitelik klasik kültürel ve dini temele dayanmak zorunda değildir. Dış politikaya da dayandırılabilir. 

Bir başka deyişle, Türkiye’nin Avrupa’nın niteliğiyle ilişkilendirilirken uluslararası politikada hangi yöntem ve araçlarla yer edindiği de belirleyici olabilir. Bu nokta, ilişkilerin pragmatizm zeminine kaydığı bir kavşaktır. 

Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan kaynaklanan askeri deneyimini tersine çevirecek şekilde ve kendini sivil güç zemininde tanımlayarak, Avrupa’nın uluslararası alanda sivil güç olma rolüne atıf yapmaktadır. Sivil güç Avrupa’nın yanında da ‘askeri’yi temsil eden ABD’yi konumlandırmaktadır. Türkiye, NATO ile AB arasında askeri ve sivil ayrımına istinaden, güvenlik rolleri üzerinden adeta farklılaştırılan bir konuma sürüklenmektedir.2 
Halbuki, Türkiye’nin askeri gücüyle NATO’ya olduğu gibi AB’ye de katkı sağladığı önermesi, Türkiye ile AB ve üye ülke ilişkilerinin pekiştirilmesinde önemli bir araç olarak konumlandırılmakta dır. Hatta Türkiye’nin, üyelik tartışmaları kapsamın da, AB’nin uluslararası ve bölgesel etkinliğine askeri destek sağlaması gibi sektörel alanlar üzerinden bir işbirliği ve ortaklık zeminine kaydırılması gerektiği vurğulanabilmektedir. 

Ancak, Almanya’nın tutumunda görüldüğü gibi bu husus ille de bütünleştirici bir etki yaratmak zorunda değildir; ayrıştırıcı da olabilmektedir. Bunun en iyi örneğini, Türkiye ile Almanya ve AB geneli arasında Suriye iç savaşına müdahalenin nasıl olacağı ile ilgili anlaşmazlık oluşturmuştur. 

Hatırlanacağı üzere, 21 Ağustos 2013’te Suriye’de kimyasal silah kullanımı yoluyla saldırı yapılmış ve sorumluluk atfedilen Esed yönetimi tüm dikkatleri üzerine çekmişti. ABD öncülüğündeki Batı ülkeleri bu gerekçeden hareketle Suriye’ye yönelik askeri operasyon düzenleme olasılığını gündemlerine almıştı. Hatta yoğun şekilde askeri hazırlık ve planlamalar yapılmıştı. 

Bu ülkelerden biri de Türkiye idi. Fakat, Suriye’de kimyasal silah kullanımıyla ilgili olarak AB’nin önde gelen ülkeleri İngiltere, Almanya ve İtalya askeri bir müdahale seçeneğine olumsuz yaklaşmıştı. Bu ülkeler Suriye’de incelemeler yapan BM denetçilerinin hazırlayacağı raporun beklenmesi gerektiğini ve olası bir operasyonun BM raporunda ulaşılan sonuçlara göre şekillendirilmesi gerektiğini vurgulamışlardı. 
Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, Suriye krizine yönelik askeri müdahalenin krizin çözümü için atılacak en uygun adım olduğunu söyleyenleri, bunun tüm bölgeye yayılacak bir tehlike içerdiğinin farkına varmaya davet etmişti. Suriye krizinin etkilerinin sadece Lübnan’a değil, diğer komşu ülkelere de sıçrama potansiyeline sahip olduğuna dikkat çekmiş ve bunun önlenmesi gerektiğini belirtmişti.3

Almanya’nın bu tutumunun ilk işaretleri aslında 2013’ün Mayıs ayında görülmüştü. Basına yansıdığı şekliyle, Almanya Gizli Haber Alma Teşkilatı Başkanı Gerhard Schindler aynı ay Almanya ile Suriye arasında iletişimi sağlayacak şekilde Suriye Gizli Servisi yetkilileri ile temasa geçmişti. Bu sayede, iki ülkenin gizli servisleri arasında ortak çalışma alanının yaratılması beklentisi nin hayata geçirilmeye çalışıldığı vurgulanmıştı. Hatta aynı yıl, daha öncesinde 

Esed yönetiminin yıkılacağına dair öngörüsü de değişmişti.4 Türkiye ise bu esnada Suriye’ye askeri müdahale seçeneğini desteklemekte, bunu da kendisine yönelik güvenlik tehditlerine bağlamaktaydı. Güvenlik tehditlerinin başında terör ve Suriye’den Türkiye’ye yönelik yoğun bir göçmen akını gelmekteydi. Ekim 2013’te Türkiye’de bulunan Suriyeli göçmenlerin sayısı 504.415 idi. Şubat 2016 itibariyle Türkiye’de bulunan Suriyeli göçmenlerin sayısının 2.503.549 olduğu göz önünde tutulduğunda tehdit algısının oldukça yerinde olduğu belirtilmelidir. 

Bu koşullar içinde Türkiye Esed yönetimi ile diplomatik ilişkilerini kesip askeri müdahale odaklı bir politika takip etmiş ve bunu da kronik bir niteliğe büründürmüştür. Batı ülkeleri ise askeri müdahale seçeneğini önce canlı tutmuş, sonra ise yeniden diplomasiye yönelmişlerdir. 

Bu noktada AB ve Almanya aslında Suriye’ye yönelik sivilleşen bir politika takip etmiş, Türkiye ise özellikle terörle (PKK ve IŞİD) mücadele kapsamında operasyonlara varan politikasıyla askerileşen bir yolda hızla ilerlemiştir. Böylece de Türkiye ile AB arasında askeri işbirliğinin birleştirici değil, adeta ayrıştırıcı etki yarattığı bir sonuç ortaya çıkmıştır. Almanya Türkiye’nin askerileşmesi karşısında mesafeli, sivilleşmesi karşısında da işbirliğine yakın bir tutum sergilemiştir. NATO üzerinden Türkiye’de füze savunma sistemlerinin kurulması yanıltıcı olmamalıdır. 

Almanya’da füze sistemlerinin Türkiye’de konuşlandırılmasının gerekli olup olmadığı, füzelerin Suriye’yi kışkırtarak daha da tehdit yaratabileceği ile ilgili tartışmalar ülkede askerileşmenin değil, sivilleşmenin önemsendiğinin somut göstergeleri olmuştur. 2015 yazında Patriot sistemlerinin ve Alman askerlerinin çekileceği ile ilgili haberler bunu, Türkiye’nin Suriye konusunda Almanya ve ABD gibi düşünmediğiyle gerekçelendirmiştir.5 

“ Almanya Türkiye’nin askerileşmesi karşısında mesafeli, sivilleşmesi karşısında da işbirliğine yakın bir tutum sergilemiştir.”

Günümüz koşullarında Türkiye ile ABD ve Avrupa ülkeleri arasında Suriye’deki aktörlerin konumları ve kategorileri ile ilgili anlaşmazlığın sürdüğü göz önünde tutulduğunda bu gerekçe belirgin bir hal almaktadır. Bu analizin hedefi, bahsedilen görüş ayrılıklarını değil, bu ayrılıkların sonuç itibariyle Türkiye ile Almanya ilişkilerine yansımalarını değerlendirmek olduğundan, ayrışmanın iki taraf arasında yeniden uzlaşma zemini yarattığına odaklanmak gerekmektedir. 

Bu uzlaşma da ancak sivilleşme paydasında olabilmektedir. Bir başka deyişle, sivilleşme pragmatik ilişki geleneğini sürdürmenin dayanağı olmaktadır. Alman hükümeti özellikle son iki yıl içinde Almanya’nın uluslararası rolünü artıracak girişimlerde bulunmakta, aktif ve misyon yüklenen politikalar izlemektedir. Askeri bir güç olma ve silahlanma isteğini pek de sergilememektedir. 
Bu olduğu takdirde uluslararası alanda düşmanlıkların yaratılıp, ülkede varolan aşırı sağ unsurların daha da kışkırtılabileceği düşünülmüyor değildir. 
Almanya’nın askeri güç olma isteği taşımadığının ya da askeri gücüyle öne çıkmak istemediğinin akla ilk gelebilecek örnekleri, Fransa’nın 2011’de Libya’ya, 
2013’te de Mali’ye operasyon düzenlerken askeri destek vermemesidir.6 Bu tutumun Almanya’nın AB’deki liderliğine yansıdığı nokta, sivil inisiyatifler üzerinde işbirliği kurma açısından Türkiye için önemsenmesi gereken niteliktedir. Bu inisiyatiflerin başında ekonomik ilişkiler ve diplomatik girişimler gelmektedir. 

Merkel’in kısa süre önce Türkiye’yi ziyareti, inisiyatif alımının gerçekleştirilmesine zemin hazırlamıştır. Mülteci sorununun çözümü için 
Türk ve Alman hükümetleri arasında 10 maddelik eylem planına geçilmiştir. Suriye’de BM kararlarının önemsenmesine yönelik diplomatik 
inisiyatif; Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) ve Almanya yardım kuruluşlarının mültecilere yönelik ortak çalışması; insan kaçakçılarına ve kaçakçılık ağına karşı kolluk kuvvetlerinin işbirliği yapması; iki ülkenin sınır güvenliği için ortak hareket etmesi; sınır gözetim ve denetimi için NATO’ya işlev yüklenmesi; 

Suriyeli olmayan mültecilerin tespiti ve ülkelerine gönderilmesi için ortak çalışma yapılması; Suriyelilerin yeniden yerleştirilmelerine ve 
AB’ye alınmalarına olanak sağlayacak mekanizmanın kurulması; AB’den gelecek olan 3 milyar avronun kullanımını sağlayacak projelerin yürütülmesi; 
Yunanistan ile ortak hareket edilip, geri kabul anlaşmasına göre ilerleme kaydedilmesi 

“ Türkiye ile Almanya ilişkilerinde ayrışmanın iki taraf arasında yeniden uzlaşma zemini yarattığına odaklanmak gerekmektedir. 
Bu uzlaşma da ancak sivilleşme paydasında olabilmektedir.”

Sonuç 

Türkiye, hem AB üyeliği hem de etnik ve kültürel referanslarıyla Almanya’yı, özellikle de Hıristiyan demokratları şüphelendirmektedir. 
Mülteci krizi ve terörle mücadele, Alman hükümeti için bu kronik şüpheleri ortadan kaldırmasa da, en azından öteleme işlevini yüklenmiştir. 
Eylem planı bu ötelemenin gündemdeki önemli bir aracıdır. Aynı zamanda, işbirliğinin vaka odaklı olması anlamında bir pragmatizme kayış, reelpolitiğe kayışı da yansıtmaktadır. Türkiye ile Almanya ilişkilerindeki bu kayış, Türkiye ile AB ilişkilerinin de pragmatizme ve reelpolitiğe kayışına işaret etmektedir. Siyasi reformlar, vize, hareket serbestliği, göç, enerji, terörizme karşı mücadele konularında daha fazla işbirliği ve AB’nin, göç gibi, kendi güvenliğini zorlaştıracak  sorunlarındır. Türkiye üzerindeki kontrolü 2012’den itibaren ‘Pozitif Gündem’ ile sağlamaya çalışmasını barındıran Türkiye-AB ilişkileri, adeta ülkeler arasında ya da uluslararası politikada iç ve dış güvenliği sağlamayı, sınır kontrollerini artırmayı, yasadışı göçü engellemeyi gerektiren reelpolitiğin iki taraf arasında hissedildiği bir doğaya sahip olmuştur. Gelecek dönemde izlenmesi 
gereken husus, Türkiye ile Almanya ve AB ilişkilerinin norm ve değerler ile reelpolitik karşısındaki duruşu olmalıdır. 
Unutulmamalıdır ki, norm ve değerler üzerinden kurulan siyasi ilişkilerin sürdürülebilirliği fazlayken, anlık ya da geçici ve süreli vaka işbirliklerinin 
sürdürülebilirliği değişken koşulların elverdiği ölçülere dayalıdır. 


www.bilgesam.org
BİLGESAM Hakkında
BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 
Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların 
katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. 
Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Yrd. Doç. Dr. Sezgin Mercan Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. 
Çalışma alanları Avrupa Siyasi Tarihi, Avrupa’da Siyasi, Ekonomik, Sosyal ve Askeri Bütünleşme, Bütünleşme Kuramları, AB Ortak Dış, Güvenlik ve Savunma 
Politikası, AB Genişlemesi, AB’nin Küresel ve Bölgesel Politikaları, AB’deki Ayrılıkçı Hareketler, AB-Orta Doğu ilişkileri ve Türkiye-AB İlişkileridir. 

Dr. Mercan lisans çalışmalarını Başkent Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlamıştır. Başkent Üniversitesi, Avrupa Birliği alanından yüksek lisans, Dokuz Eylül Üniversitesi Avrupa Çalışmaları alanından doktora derecelerine sahiptir. 
Çeşitli dergi, kitap ve yayın kuruluşlarında makaleleri ve röportajları bulunmaktadır. 


DİPNOTLAR;


1 Rogers Brubaker, Fransa ve Almanya’da Vatandaşlık ve Ulus Ruhu, Dost Yayınları, Ankara, 2009, s. 214.
2 Senem Aydın-Düzgit, Türklük, Müslümanlık, Doğululuk AB’nin Türkiye Söylemleri, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015, ss. 52, 53. 
3 Guido Westerwelle, “No way back for Assad Regime”, 
http://www.auswaertigesamt.de/EN/Infoservice/Presse/Interview/2012/120610_BM_WAMS_Syrien.html.
4 “Esad’ın birlikleri güçlendi”, DW, 22.05.2013, 
http://www.dw.com/tr/esad%C4%B1n-birlikleri-g%C3%BC%C3%A7lendi/a-16829134. 
5 “Almanya’nın Patriot’ları geri çekmesi tartışılıyor:Alman siyaseti Patriot kararından memnun”, 16.08.2015, AB Haber, 
http://www.abhaber.com/almanyanin-patriotlari-geri-cekmesi-tartisiliyoralman-siyaseti-patriot-kararindan-memnun/. 
6 George Friedman, Avrupa Krizi,Pegasus Yayınları, İstanbul, 2015, s. 256. 



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder