21 Eylül 2019 Cumartesi

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 7

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 7


 Biz Silaha tapan bir yapılanma içinde değildik. Ancak silah bulmak o kadar kolaydı ki. 

 Çok geniş ve güçlü grevler yapılıyordu. 

 12 Eylül’de, bu silahlar birden susuverdi. Aslında işin önemli noktası bu. 

 Darbeden sonra, bir insan avı başladı. Yıllarca kışkırtılan çatışma ortamından ve akan kandan bıkan, geniş halk kitleleri suskundu. İstanbul’daki grev çadırları boşalmıştı, ancak darbeciler, ne olur ne olmaz diye, bir hafta dokunamadılar. Belki de bir tepki bekliyorlardı. Halk tepki göstermedi. 

 Legal ve kendini illegal sanan sol örgütlerin üzerine balyoz tüm şiddeti ile indi. Dile kolay, 650.000 kişi tutuklandı, işkence gördü, asıldı, öldürüldü. 

 Birçok sol gurup illegaliteye çekildi. Ancak bu her zaman çok kolayca olamıyor. Bazıları dağa çıktı, bir kısım insan şu ya da bu şekilde ülke dışına çıktı. 

C.B: Bu günden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

N.Ö: Bugünde 12 Eylül üzerine olan düşünce ve kanaatlerim değişmedi. Amerikan devlet adamları demeç vermişlerdi. Bizim çocuklar iyi iş başardı diye. Yıllar boyu, senaryolar yazıp uyguladılar, 1 Mayıs 77'yi, tam göbeğinde yaşadım. Çorum, K.Maraş vb. katliamlar bir türlü ortaya çıkartılamadı. 

Bu provakasyonların, Amerika’nın ve kontrgerillanın birlikte düzenlediklerine o günde , bu günde inanıyorum. 

 Ancak, bugün şunu da görebiliyorum, sağa inanmış, Müslüman, milliyetçi, ve sol da olan birçok oluşumu bu oyunun ve provakasyonun içine çekebilmişler, ve bu büyük senaryonun figüranları haline getirebilmişler. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları gelece yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir misiniz? 

N.Ö: Darbeden sonra, ekim sonu gibi gözaltına alındım. Gayrettepe ve Selimiye’de 68 gün kaldım. Tutuklanmadım, çünkü tutuklanacak delil ve kendi ifadem yoktu. 

 Gayrettepe (ki orası ana işkence merkezlerine göre daha hafifti) belki de tam bir kıyım yeri idi. 

 Eski bir özel okul binasıdır o bina. Mahallelerin ortasında. Üç metrekarelik hücrelere ayırmışlar, eski okulun alt iki katını. Eskiden kantin olarak kullanılan katta idik. Üç metrekarede altı kişi, Işık yok, yatacak oturacak yer yok. Sadece bir tepsi büyüklüğünde bir tahta parçası var yerde. onun üzerinde sırayla oturuyoruz. Bizlerden para topluyorlar, süt, yoğurt, bisküvi, ekmek, zeytin, helva alıyorlar. Bu malzemelerin kağıt ambalajlarını biriktiriyoruz yerde üzerine oturmak için. Soğuk ve nemli.24 saat işkence sesleri geliyor. Hele de kadınların çığlıkları. Hala geceleri kulağıma o sesler gelir. İnsanları gözlerini bağlayarak 
alıp sorguya götürüyorlar. Getirdiklerinde, insanlığınızdan çıkmış halde geliyorsunuz. Sorguya götürülüp günlerce sonra getirilenler var. Bir aya yakın süre, lağımın içinde tutulan insanlar gördüm. Vücutları yara içinde idi. Tek yöntemleri, işkence ile suçu kabul ettirmek, hatta yapmadıklarını bile üstlenmeni sağlamak. Ellerinde ne bilgi var, ne dedektiflik kabiliyeti. 

Kemik kırarak, en zalim işkenceleri yaparak kabul ettirmek, ve insanların çok ama çok insan ismini vererek, o insanlarında oraya getirilmesini sağlamak. Tek amaçları bu idi. Ve hepsi aptal, acımasız polislerdi. Benden bir iki hafta evvel babam orada kalmış ve çıkmıştı. Babamla benim aramdaki akrabalık bağını dahi kuramadı salaklar. Ben kendi örgütümün soruşturması için değil, başka bir gurubun ” işlediği ” suç için alınmıştım. Bütün eziyetleri, üstlenmem 
doğrultusundaydı. 

 Çok yazıldı, çizildi söylendi o günler için. 

 Ben farklı bir şey söyleyeyim. Çıktıktan kısa bir süre sonra Gayrettepe’nin tüm etrafını gittim, dolandım. Apartmanlarla çevrili bir bölge, Emniyet binasına 8-10 metre yakın apartmanlar var. Aileler yaşıyor, çocuklar oynuyor sokaklarda. Ve bir kaç metre yakınlarında, bir işkence merkezi çalışıyor. Tüm feryatları ile ve çocuklar büyüdü o apartmanlarda. Duyulsun, korkulsun istendi çünkü. 

 Birde BİT konusu var. Hayatımda ilk kez bit ile tanıştım. Aman ne kadar çok bit. Her yer bit, çığlıklar, yürüyemeyen insanlar. 

 Alacakları ifadelerde, hayatınızı yazmanızı istiyorlar. İlkokul öğretmeniniz kim. Size ilk kitabı kim verdi. İş arkadaşlarınızın ismi, okul arkadaşlarınız, akrabaları nız, samimi olduğunuz komşularınız. Yanılıp ya da dayanamayıp bu isimleri yazdığınızda, o insanlarda, ertesinde getiriliyor buraya. Suç aramak falan yok. 

 Bir anektot daha, gözlerinizi bir çaputla bağlıyorlar, sorguya götürülürken. Ve sakın bu bağı çözmeyin diye hatırlatıyorlar. Gözleriniz bağlı işkence görüyorsunuz. Gözünüzün bağını ola ki çözdüğünüzde, tüm polisler, masaların arkasına tam siper atıyorlar kendilerini. 
Tanınmayacaklar ya. Peşinden de gelsin yeni metodlar. Gözümü çözüp onların saklandıklarını gördükten sonra, bir tanesi beni duvarlara vurdu. 

Nefessiz kaldım. Nefes alamıyorum… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

N.Ö: Yukarıda da anlattım. İşkence ikiye ayrılıyor. 

Gözaltı süresindeki, konuşturmak, üstlendirmek, yeni insanların ismini almak için yapılanlar, ilki bu. 

 Gözaltı süresi 90 gün idi. Bu süre içinde, kimse ile görüşemezsiniz. Sizin orada olduğunuzu bile söylemezler, sizi arayan eşinize, ananıza, babanıza. Ya sorguda, işkencede sinizdir. Ya da hücrede. Gece mi, gündüz mü bilemeyebilirsiniz. Günde bir kez tuvalet izni çıkar, 2 dakika. O iki dakikada da, hem ihtiyaç giderirsiniz, hem de içtiğiniz süt, yoğurt kabına su doldurursunuz heladan. 

90 günün sonunda sizi askeri savcıya çıkartmak zorundadırlar. Ancak, gidip, 
savcılıkta bırakıldı gösterilip, tekrar getirilip bir 90 gün daha kalabilen insanlara şahit oldum. 

 Her türlü işkence var orada, sıralamayayım şimdi. Falaka, kaba dayak, su, elektrik benim şahit olduklarım dı. Ama hücrede bir arkadaş, kedi ile birlikte bir çuvala konulduklarını, ve çuvala sopalarla vurduklarını, çılgına dönen kedinin arkadaşı kan revan içinde bıraktığını anlatmıştı. 

 Benim işkenceyi anlatmam, en ağır işkenceleri gören, paramparça olan, orada son nefesini verenlerin yanında haksızlık olur kanısındayım. 

 Bu gözaltı sürecinden sonra askeri binalara gidiyorsunuz. Askeri savcı sizleri bir kez daha sorguluyor ve ya tutuklanıp askeri ceza evine gidiyorsunuz, ya da tahliye oluyorsunuz. 

Selimiyede de diğer yerler gibi, oh işte işkencehaneden kurtuldum derken, hoş geldin dayağı ile karşılanıyorsunuz. Bu dayak başka bir şey, İşkenceden farklı, Allah ne verdi ise, kırıp geçiriyorlar. Ayrıca savcı sırası beklerken, her an dayak yiyebilirsiniz. 

 İşkencenin diğer bir safhası askeri ceza evinde tutuklu ya da hükümlü olarak yatarken ki dir. Diyarbakır, Mamak, Metris bunlara en acı örnektir. Yıllarca, ve her dakika süren bu işkence, sizi insanlığınızdan çıkartmak, robotlaştırmak, itaatkar insan yada itirafçı yapmak içindir. Buralarda yüzlerce insan öldü, bu uygulamalarda, yüzlercesi de, çıkınca, dağa çıktı. 

 Yani işkence ikiye ayrılıyor. Sorgu sırasındaki konuşturmak, itiraf ettirmek, üstlenilmesini sağlamak, dışarıdan yeni isimlerin getirtilmesini sağlamak için. 

 Ve ceza evinde, robotlaştırmak, yıldırmak, itirafçı olmaya zorlamak için yapılanlar. 

 Tabii ki, birde, bu yatan insanların ailelerinin yaşadığı işkenceler var… 

 Ben içerden çıktığımda, 3-4 tırnağım yoktu. Oğlum daha 3-4 yaşlarında idi. Görmüş ve hafızasına kazımış. 1988 de tekrar gözaltına alındım, 9-10 gün sonra salındım. Eve geldiğimde, oğlum koşarak geldi ve hemen parmaklarıma, tırnaklarıma baktı.Yerinde duruyorlar mı, bilmek istedi. 

 Son bir, not daha; insana elektriği cinsel organından ve kulağı ya da parmağından kabloları bağlayarak veriyorlar. Benimle dalga geçmişlerdi, ”Artık bir daha çocuğun olmayacak, i.ne oldun” demişlerdi. Yaşları 13 olan ikiz oğullarıma bakınca, hep hatırlarım bu lafı. Gözlerinin önünde karısına tecavüz edilenler mi desem, ya o kadınların çığlıkları… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Yine yukarıda bahsettim. Derin devlet, vesayet rejimi, Amerikancı oligarşi, ne derseniz deyin, bu ülkeyi 100 yıldır zulümle ve birbirine düşürerek, halkları, birbirine düşman ederek, ve kanlı senaryolarını, uygulamaya, tüm kesimleri de figüran olarak olaya katarak sürdürdü. 

Hepsi, kendi yağma düzenlerinin sürdürülmesi için. İşlerine geldiğinde dozajı arttırarak ortalığı kana verdiler, Darbe ile başa geçtiklerinde, ortalık sütliman oldu. 

 Burada bir şey anlatmalıyım. Gözaltında iken, bir sol örgütü olduğu gibi toplayıp getirmişlerdi. 

 Hepsi hepsi 30-35 kişilik bir örgüt. Küçük ama ismi büyük. Ciddi suikastlara adları karışmıştı, ciddi de soygunlara. Bu örgütün 3 numaralı ismi ile aynı hücrede kaldım; Tuncay. Adam bir yüksek rütbelinin oğlu, karısı da Gayrettepe’de. Örgütün kasası. Paralar onda duruyor. 

”Örgüt” şüpheleniyor, adamın evini basıyor, ve hepsi orada toparlanıp geliyorlar. Adam ajan çıktı. 3. numaralı adam. O örgütün nerede ise yarısı idam cezasına çarptırıldı. 
Tuncay nerede, hangi ülkede, hangi isimle yaşadığını, devlet açıklasın. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

N.Ö: Darbeden sonra, çoğu insan karamsarlığa kapıldı. Bir kısmı her şeyden elini eteğini çekti. 
Ya iş adamı olmaya çalıştı, ya da alkole sığındı. Ben hala inandığım değerleri savunuyorum. 
Aynı ideolojik çizgide değil belki, ama zulmün, yoksulluğun, ortadan kalkması, gerçek adaletin sağlanması vb. konularda mücadelem farklılaşarak sürüyor. 

 Sosyal yaşamımız, çok etkilendi tabii ki, bizlerdeki ani parlamalar, zaman zaman agresifleşmeler, bu dönemin ürünü. 

 İş yaşamımızda, hep ötekileştirmenin acılarını yaşadık… 

 İlginç bir yaşantımı paylaşayım. Ben elektrik-elektronik sistemler kuruyorum. Tabii ki, devletle, hükümetle, belediyelerle, ve kapitalistlerle bağlarımız olmadığından, işi ihalede alanın işini, taşeron olarak yapıyoruz. İşi biz yapıyoruz, parayı ihaleyi alanlar kazanıyor. Bizde çorbamızı içiyoruz sadece. 

 90'lı yılları başı idi, Bir mimarlık şirketi, İstanbul Levent’teki Harp Akademilerin den bir iş almış. 

 Kurmaylık imtihanında, 3 salon olacak, kırmızı ve mavi kuvvetlerin salonları, ortada da jüri odası. Elektronik ortamda savaş yapacaklar. Bu üç salonun tüm elektrik ve elektronik sistemlerini kurma işini taşeron olarak aldık, mimarlık firmasından. 

 Araç giriş ve eleman giriş belgelerimiz verildi, 15 gün çalıştık, yüzlerce kablo çektik, binlerce kablo ucunu kodladım. 
Artık, montaja geçeceğiz. Bir sabah, girişte, sertçe azarlandım, belgelerim elimden alındı ve kovuldum. 

 Mimar bana telefon etti, beni yaktınız, mahvettiniz diye. Adam, 2 saat sonra tekrar aradı, Makine taşeronu mühendis de seninle aynı komünist çıktı, mahvettiniz beni dedi. 

 Kodlamaları ben yapmışım, kimse müdahale edemiyor, sürede azalıyor. 

Bir hafta sonra geri çağırıldım. Yanıma bir yarbay verdiler, adam bana karşı çok kibar, ama tuvalete bile yanımda geliyor. Neyse sistemi çalıştırdık, teslim ettik daha sonra. 

 Darbe sonrasını, kendimi işime vererek, yoldaşlarımla bağlarımı koparmayarak, ülkemi tanıyacak çok ama çok kitap okuyarak, en az psikolojik zararla atlattım diyebilirim… 

 Ancak, 5-6 yıl yarı illegal olarak yaşamak, askerliğimi 33 yaşımda yapmak gibi çok zorluklar yaşadım. 

 Askerde, 20 gün sonra, beni uyduruk bir göreve çektiler, ağaç dipçikli 1000 yıllık Kırıkkale tüfekle bir kez ateş edebildim. Halbuki, ben istihtamcı idim. Hiç bir şey göstermediler bana. 
Yinede ben diğer arkadaşların yanında en şanslısı yım. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

N.Ö: Darbe, bir sınıfın yada çıkar gurubunun, iktidara ve iktidarın nimetlerine, şiddet yolu ile kaba olarak, hile ile el koymasıdır. 

Asla gereklidir diyemeyiz. Gereklidir diyenler, korkutulmuş insanlardır. Ya da, ” hırsız çalsın, kaçsın, dökülenler bana yeter” diyen zavallılardır. 

Ne yazık ki, ülkemizde, yüzyılların getirdiği ötekileştirmeler, suni yaratılan korkular, darbecilerin değirmenine su taşıyor. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

N.Ö: Bu gün, değil 12 Eylül’ü, 12 Mart’ı, 27 Mayıs’ı yapanlarla, Ergenekon’un arasında bağ kurmak, ” 31 mart gerici ayaklanmasını” tezgahlayanlarla bile bağ kuruyorum. Bu 100 yıllık bir sürecin günümüz versiyonu. Ergenekon’un kökü, 31 Mart ”ayaklanmasını ”tezgahlayanlara kadar gidiyor bence. 

 Burada, Amerika’nın rolünü de unutmamak lazım. Değişen dünya şartlarında, bugün niçin darbeleri rahatça yapamıyorlar. Amerika’nın, şu an işine gelmemesi de bir nedeni olmasın sakın? 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

N.Ö: İmparatorluk artığı bu topraklarda, onlarca ulusu harmanlayıp, o çağın kapitalist dünyasının ihtiyacı olan ULUS DEVLETİ yaratmak pek kolay olmamış, hatta başarısız olmuş günümüzde gelinen nokta itibariyle. 

 TSK derhal, asli görevine dönmeli, elini siyasetten ve ekonomik ilişkilerden çekmelidir. Dünyada, ülke içindeki 5. büyük holdingin sahibi, başka bir ordu var mı, Allah aşkına? 

 1.000.000'na yaklaşan bir ordunun, içinde 150.000 asker, emir eri olarak görev yapıyormuş, 70.000 kadar da, ordu evinde hizmetçilik yapan asker varmış. Tayland ordusunda, böyle bir şey yok ya… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 

N.Ö: Oyumun rengini, değil saklamak, sokaklarda haykırıyorum. BUGÜN EVET, YARIN YENİ BİR ANAYASA, DEMOKRASİ İÇİN EVET, YETMEZ, AMA EVET. 


8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder