21 Eylül 2019 Cumartesi

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 6

27 MAYIS 1960 KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 6



 Muhtelif Gelişmeler., 

 14 Ekim 1979'da yapılan seçimlerde, AP sandıktan ikinci parti olarak çıkar ancak Bülent Ecevit’in istifası üzerine Demirel azınlık hükümetini kurar. MHP ve MSP bu hükümeti dışardan destekler. Demirel bu dönem ‘ Yüz Gün planını ‘ açıklar. Güya, yüz gün gün içerisinde, anarşi ve enflasyon gibi iki temel sorunu kökünden çözecektir. 

 27 Aralık 1979'da Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve birçok üst düzey rütbelinin imzasını taşıyan ‘ uyarı mektubu ‘ (ıÜüTürk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla 
istemektedir.) Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderilir. 

 24 Aralık 1980'e gelindiğinde ekonomik istikrarsızlık, üretimin azalması, yayılan 
karaborsacılık sonucu ortaya ekonomik önlemler zorunluluğu çıkar. Konuyla alakalı olarak Demirel, Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atar ve İMF ile bu kapsamda bir antlaşma imzalanır. 

 Şubat 1980'de ise o dönemin MSP başkanı Erbakan, Demirel Hükümetini kerhen desteklediğini açıklar ve o meşhur ‘ Kadayıfın altı !! '' 
''(  Kadayıfın altı kızarmadan bu hükûmeti uzaklaştıracak olursanız, bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfn altının kızarmasını bekleyeceğiz. “ (Necmettin Erbakan, 13 Mart 1980 tarihli basın toplantısı)“ 18 Mayıs’a MSP il başkanları toplantısına kadar bekleyeceğiz. Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız.” (Necmettin Erbakan, 23 Nisan 1980 tarihli basın toplantısı) teşbihini yapar. 

 Olaylara bir ekte Demirel’in bir açıklamasıyla yerleşir; ” 70 sente muhtaçız ” 

 Cumhurbaşkanlığı seçimi bunalımı ayrı bir pürüzdür. Fahri Korutürk’ün görev süresi dolmuştur ancak bir türlü oy birliği ile yeni bir cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

 17 Haziran 1980'de Kenan Evren mevcut duruma bakarak, kod adı ‘ Bayrak Harekatı ‘ olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de yapılması talimatını, Genelkurmay 2. başkanı Necdet Öztorun’a vermiştir; ” ıÜüBütün Ordu Komutanlarına; Bayrak Planı’nın uygulanmaya giriş günü 11 Temmuz, saati ise: 04.00'dır.” Ancak 2 Temmuz’da Demirel hükümeti güvenoyu aldığı için ertelenmiştir. 

 Alevi- Sünni çatışmaları Maraş Olayları ile kalmaz, 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum’da meydana gelen olaylarda, MHP’den önemli bir isim olan Gün Sazak’ın, 27 Mayıs günü solcular tarafından öldürüldüğünün iddia edilmesi üzerine, zaten gergin olan ortamda, bir Alevi mahallesi olarak bilinen Milönü Mahallesine saldıran bir gurup ülkücünün çıkarttığı olaylarda, çoğu Alevi olmak üzere 57 sol görüşlü yurttaş öldürülür. Çorum Olayları, bir vahşet sahnesi olarak bölünmelerimiz arasındaki yerini alır. 

 Elbet aynı dönem Fatsa Nokta Operasyonundan da bahsetmeden geçilmez. Devrimci Yol’un bağımsız adayı olan, Fikri Sönmez, Fatsa Belediye Başkanıdır. Belediye halk komiteleri şeklinde örgütlenmiştir. Fatsa’da mevcut bu uygulamaları tehlike olarak gören Evren, 9 Temmuz 1980 tarihinde Fatsa’ya gider, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan kararla 11 Temmuz sabahı, asker ve polis ‘ nokta operasyonu ‘ düzenlemiş, Fikri Sönmez ile beraber 300 kişiyi gözaltına alınır. 12 Temmuz’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve kaymakam görevden alındı. Kenan Evren’in ‘ devletin hukukun uygulanmadığı, kurtarılmış bölge Fatsa ‘ olarak tanımladığı bu belde de, asker halk için kurguladığı kaderi çiziyordu. 

 Bardağı taşıran son damla ise Kudüs Mitingi‘dir. Erbakan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın Anıtkabir’deki kısmı ile Genel Kurmay Başkanlığında yapılan kutlama törenlerine katılmamıştır. 23 Temmuz 1980'de İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi sonucu MSP 6 Eylül Cumartesi günü, Konya’da ‘ Kudüs’ü Kurtarma Yürüyüşü Mitingi ‘ düzenler. Miting sırasında atılan ‘ şeriat ‘ sloganları, mevcut irtica tehlikesiyle(?) mücadeleyi tek görev haline getirenleri oldukça rahatsız eder. 




 Darbe., 

 Kendiliğinden gelişmiş huzursuz siyasi ve sosyal ortam şartları biraz kendi halinde gelişse dahi, birazdan daha fazlası olarak tezgahlandığı ve tezgahın tuttuğu, zamanlardan sonra bir kesimce arzulanan ve hatta kurgulanan darbe günü gelir. 

 Her darbede olduğu gibi bu darbede de radyolardan halka okunan bildiriyle, asker yönetime el koymuştur. 13 sıkıyönetim bölgesine, 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanmıştır. Birçok derneğin faaliyeti durdurulmuştur. 

Emniyet Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir. 
20 Eylül’de Evren, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu’yu başbakan olarak görevlendirmiştir. 

 Darbeler, darbeye giden süreç, gerçekleşen darbe ve en kalıcılığı ve etkileri açısından darbe sonrası dönemleri ile mevcuttur. Türkiye’nin 12 Eylül dönemi, gelişme süreci ve darbe sonucu ile sınırlı değildir. 

 Darbeden hemen sonra, Demirel, Erbakan ve Ecevit’e birer pusula tutuşturuldu. Demirel ve Ecevit’e Hamzaköy Gelibolu, Erbakan ve Türkeş’e ise Uzunada İzmir adresi verilir. 




 Bu dönemden 1983 genel seçimlerine kadar Milli Güvenlik Konseyi adı altında askeri yönetim, Kenan Evren başkanlığında ülkeyi yönetir. 

 Darbeden hemen sonra, ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı idam edilir. Öyle ya, her iki taraftan birer kişinin idam edilmesi, sözüm ona bir eşitlik sağlayacaktır. Yerinin kışla olduğunu hiçbir dönem tam anlamıyla anlayamamış olan TSK içinden bazı isimlerin, tutarsız bir dönemde yarattıkları tutarlılık ancak iki eşit idam ile mümkündür. 

 19 Mart 1980'e gelindiğinde, idam kararı iki kez Yargıtay kararı ile iptal edilmiş olmasına rağmen, Erdal Eren hukuksuzca idam edilir. Bu hukuksuzluk uygulaması üzerine, bir vicdansızlık açıklaması, darbe mimarı Evren’den gelir; ‘ asmayalım da, besleyelim mi? ‘ 

 Bu dönem, her dönem olduğu gibi Kürtlerin de hiçe sayıldığı bir dönemdir. Bir milletin varlığı nasıl yok edilir, kelime oyunları ile asimilasyon nasıl sağlanır, soruları, akıl almayacak bir yorumlama ile Genel Kurmay Başkanlığınca bastırılmış ‘ Beyaz Kitap’ta, Kürt milletine kart-kurt-Kürt denilmesiyle cevap bulmuştur. 

 Sonra, YÖK, iç mihrakların yer yer yönetimi devrettiği dış mihrakların etkileri… 

 Sonra, bir itirafla gelen; ‘ darbe olmasaydı ordu bölünecekti, darbe biraz da ordu bölünmesin diyedir ‘. 




 Ancak darbe o yıllarda kalmaz. Darbecilerin, mevcutlarını devamlı kılma hastalığı sonucu yeni bir anayasa oluşturulur. Halen kullanmakta olduğumuz 1982 Darbe Anayasası, mavi rengin hayır, beyaz rengin evet olduğu, %92.7 ile evet, %8.6 ile hayır oyuyla kabul edilir. Ancak bu seçim, halk için mevcut bir anayasa oluşturmak için değil, güdümlü referandumla, sansürle, zorla uygulandı. Evren, hayır oyu konusunda telkin veriyordu, evet oyu için çeşitli gazetelere 
sansür uygulanıyordu. Tüm bu baskı altında ortaya çıkan anayasa sonrası, tüm yaptıklarına rağmen ortamın ruhundan faydalanarak Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı seçildi. Bugün halen yürürlükte olan ve yargılanması gerektiği halde yargılanamayan, darbe mimarlarından, Kenan Evren’in siyasi uygulamalarının imzasını taşıyan bir anayasa ile yol almaya çalışmamızdan daha garip ne olabilir ki? 

 Elbet bunlar, karıştırılacak birkaç kitap, birkaç internet sitesi ile edinilecek kronolojik bilgilerdir. Elbet bu bilgilere ek bilgiler de eklenebilir. Burada bilgilendirmeden çok bilinçlendirme niyeti önemlidir. Bilginin insana katacağı, söyleyecek söz ile kısıtlıdır ancak bilincin katacağı anlam yaşanacak alan ile bağlantılıdır. 

 O dönem öldürmeler, bilinçli olarak öldürmelere zemin hazırlamalar, hukuksuz 
tutuklamalar, insanın bırakın canına, onuruna ve şerefine en yüksek perdeden etki eden türlü türlü işkenceler, simgeleşmiş Diyarbakır Hapishanesi gibi gerçekler bu nedenle yukarıda yazılanlardan çok daha önemlidir. En azından o döneme ait bilinci oluşturmak açısından, çok çok önemlidir. Mesela bir utanç belgesi olan Diyarbakır hapishanesinin müze yapılması, kart-kurt denilen Kürtlerin bir millet olarak hukuksal düzeyde tanınması, Evren’in yargılanması çok çok önemlidir. Solu, Kemalist anlayışın tekelinden kurtarmak çok önemlidir. Tarlaları sürenlerin kimler olduğunun ortaya çıkması çok çok önemlidir. Türk-İslam sentezinin, İslam ile bağdaşamayacağını vurgulamak çok çok önemlidir. 

 Şimdi ben bırakıyorum, kalemi o dönemin canlı şahitlerinden bir İslâmcı, bir ülkücü ve bir solcu anlayışa amade kılıyorum, tam da olması gerektiği gibi. Çünkü yazmak eylemdir, oysaki yaşamak yazılanları anlatmak açısından erdemdir. 

Yıl dönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(2): Mehmet Nazım Öztürk 




“… İnsanları gözlerini bağlayarak alıp sorguya götürüyorlar. Getirdiklerinde, insanlığınızdan çıkmış halde geliyorsunuz. 
Sorguya götürülüp günlerce sonra getirilenler var. Bir aya yakın süre, lağımın içinde tutulan insanlar gördüm. Vücutları yara içinde idi. Tek yöntemleri, işkence ile suçu kabul ettirmek, hatta yapmadıklarını bile üstlenmeni sağlamak. Ellerinde ne bilgi var, ne dedektiflik kabiliyeti. Kemik kırarak, en zalim işkenceleri yaparak kabul ettirmek, ve insanların çok ama çok insan ismini vererek, o insanlarında oraya getirilmesini sağlamak. …” 

C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

N.Ö: Adım Mehmet Nazım Öztürk. 56 yaşındayım. Elektrik mühendisiyim.Üç erkek evladım var. Solcuyum, Ateistim. Eşitlik ve Demokrasi Partisi İstanbul il Y.K. üyesiyim. 

12 Eylül darbesi olduğunda, Tüm Sağlık Elemanları Derneği yöneticisi idim. Aynı zamanda İlerici Gençler Derneği üyesi ve illegal T.K.P taraftarı idim. (lütfen şu anki milliyetçi sahte T.K.P ile karıştırmayın) 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

N.Ö: O zamanlar, toplu halk ayaklanması ve işçi sınıfının önderliğinde yapılacak bir devrim’e inanıyorduk. Sovyet tipi bir ülke kurulmasını istiyorduk. 

 Tüm sömürünün ortadan kalktığı ve halkın yönetimde olduğu bir ülke. Bireysel şiddete karşıydık. TKP’nin yasala çıkmasını, yasal parti olarak çalışmasını istiyorduk. Parti, silahlı eylemlere karşı idi. Fabrikalarda ve gençlik içinde 
örgütleniyorduk. Kadın, Barış, Sanatçılar, Kırsal kesim örgütlenmeleri de yoğundu. 

 Ancak Sol güçlü olmasına rağmen çok parçalı ve birbirleri ile anlaşamayan yapılar halinde idiler. 



 Bu günkü sol ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü idiler aynı zamanda. 

 CHP dışı sol, 500.000 kişilik mitingler yapabiliyordu. 12 Eylül’ün arifesinde, öldürülen Kemal Türkler’in cenazesi milyon kişi ile kaldırılmıştı. 

 Darbeyi Amerikancı generaller ve onun işbirlikçileri, yani ülkenin kaymağını yiyen Oligarşik gurubun yaptığını biliyoruz. O günde, bu günde aynı şeyi düşünüyorum. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

N.Ö: Elbette, bu gün geldiğim noktada görüşlerimizde değişiklikler oldu. O zamanlar, sol kendi içine kapanıktı. Daha çok birbiri ile rekabet halinde ve karşıt sağ çetelerin saldırılarına karşı koymak üzerine konuşlanmıştı. Gençliğimiz, cenaze kaldırmak, silahlı, bombalı saldırılara karşı koymakla geçiyordu. 

 Okula gidip gelmek, bir mahalleden diğerine gidip gelmek, ölüm riskleri içeriyordu. Ki ben gündüz Cerrahpaşa tıp fakültesinde, elektrikçi olarak çalışıyordum, gece de Yıldız Üniversitesine devam ediyordum.. 

 Nerede ise tüm sağ görüşlüleri düşmanımız ve bize saldırabilecekler olarak görüyorduk. 
Ortalık toz duman idi. 
Bu gün oynanan derin devlet operasyonlarının, çok daha fazlası, tüm şiddeti ile tepemizde idi. 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? 
Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Geçen otuz sene içinde ne değişimler olmadı ki. 

 Sovyetler ve diğer Sosyalist ülkeler birden bire çöküverdi. 
Bu çöküşü, Amerikanın oyunlarına bağlamak, sığ tahlilinin yanında, Çöküşün hangi tarihsel hatalardan kaynaklandığını, sorgulamaya başladık. 

 Birer tabu halinde olan katı dogmatik ideolojiler, ve İsimler, tartışılabilir oldu. Tamamı ile olmasa da tabu olmaktan çıktı. 

 Tabulardan kurtulmayı becerebilenler, sorgulamaya başladı. Kendi ülkesini araştırmaya ve kendi halkını tanımaya başladı. Daha objektif bir bakışla, tarihimizi, kültürümüzü, irdelemeye, yeniden öğrenmeye başladık. 

 Benim gerçekten ezberlerim bozulmaya başladı. Ve bu ezberlerin bozulması süreci halen de devam ediyor. 

C. B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

N.Ö: Yukarıda da bahsettim. Sağ Demirel’in başkanlığında, M.C. idi, Sol legal- illegal sol gurup ve partilerin yanında, Ecevit önderliğindeki C.H.P idi. Bu günkü CHP’nin konumunda olan CGP vardı ve MC içinde idi. DİSK, TÖB-DER gibi örgütler çok güçlü idi. 

 Ülke, geniş gümrük duvarları ile çevrilmiş, sosyal hakların kıt olduğu, yüksek karların ve ülke kaynaklarının, Bir avuç sanayici, bankacı, ve asker-sivil bürokrasi tarafından talan edildiği bir dönemdi. Bir general emekli olduğunda, bir sanayi kuruluşu ya da bir bankanın yönetim kurulunda yeri hazırdı. 

 Yükselen bir sosyal hareketlilik, buna karşıda, derin devletin örgütlediği çeteler ve onların katliamları vardı. Bu süreç, ister istemez, birçok kişiyi ve örgütlenmeyi, bu çatışma sürecinin içine çekmişti. 

 12 Eylül’den önceki yaklaşık iki yıl ülkede sıkıyönetim vardı. Ancak günde 10-20 kişi ölmeye devam ediyordu. Bakın burası önemli bir nokta. Sanki birileri, çatışmaların son sürat devam etmesini arzuluyor ve teşvik ediyordu. Çatışan yada çatışmaya hazır kesimler arasında hiç bir diyalog ortamı yoktu. Sol-sağ ile, Sol-sol ile, derin devletin çeteleri, tüm kesimler ile çatışma ve katliamlara varacak eylemler içinde idi. 

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder