2 Nisan 2016 Cumartesi

Türkiye'de Amerikancılık Nasıl Başladı? BÖLÜM 2





 Türkiye'de Amerikancılık Nasıl Başladı?  

BÖLÜM 2






Prof. Dr. Cihan DURA
Haziran 2004


XI) Bağımlılığa Giden Yollar

Yukarda açıkladığım emperyalist sızma süreci, kurban seçilen ülkenin bağımsızlığının (istiklâlinin) yok olmasıyla sonuçlanır. Aslında bu süreç çok daha büyük bir mekanizmanın sadece bir kısmıdır. Söz konusu mekanizmayı bir bütün olarak açıklamakta yarar görüyorum. Bağımsızlığı yok eden, onun yerine uyduluk (bağımlılık) oluşturan mekanizma aşağıdaki yollardan oluşuyor (C. Dura, Atatürk Devrimi Yarım Kaldı, Kayseri, 2002, ss.22-23):

a) Ülke fiilen ve temelli işgal edilir. Ulusun her türlü bağımsızlığına son verilir.

b) Ülke fiilen işgal edilir. Yenilgiden sonra, ülkenin yabancı askerlerden arındırılması karşılığında, o toplumdan ekonomik, mâli, adli ve öbür alanlarda bağımlılık yaratacak ödünler kopartılır (Bugün ABD Irak’ta bu yolu deniyor).

c) Sömürgen devlet o toplumda “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen kişiler bulur. Onları iş başına getirtir. Bu yöneticiler ülkenin yazgısını her bakımdan koruyucu devlete bağlar. Toplum, uzun erimde vasi devletin emellerini gerçekleştirecek şekilde yeniden düzenlenir (Osmanlı’nın son yüzyılında uygulandı. Günümüzde de uygulanıyor).

Atatürk bu kişilere karşı bizi şöyle uyarır: “Bizi [ekonomik hayatımızı geliştirme, böylece refaha ulaşma] amacına erişmekten alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge yapmak için, ilerlememizi istemeyenlerdir. Fakat bizim için, bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf vardır. O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir.”

d) Kimi politikacılar ve devlet adamları; zorluklar arttıkça, tam bağımsızlık yerine “az bağımsızlığa” razı olmaya, halkı da buna razı etmeye çalışırlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşımızda, Rauf, Bekir Sami, Kara Vasıf Bey’ler bu yolu denemişlerdir. Bunlar daha Sivas Kongresi sırasında Amerikan mandası fikrini savunmuşlar; sonraları da, ellerine fırsat geçtikçe benzer girişimlerde bulunmaktan çekinmemişlerdir. 

Bu nedenledir ki, tam bağımsızlığı korumada en önemli sorun, bir toplumun yöneticilerinin seçilmesi sorunudur. Yönetimi, ulusun kendi ayakları üzerinde durması gibi zor bir ilkeyi uygulayamayacak denli zayıf ruhlu politikacıların eline geçen bir toplum; bağımsızlığını korumada, dış düşmandan çok, iç düşmanla uğraşmak zorunda kalır. 

e) Bağımlı duruma getirilen toplum, artık, ya “tarımcı,” ürünlerini yok pahasına satan, dışa bağlı ve muhtaç, ya da yeraltı zenginliklerini işlemeden satan, asalak bir insan yığını olmaya mahkûmdur. Sömürücü-koruyucu devlet; “yardım ettiği devlet”in sanayileşmesine, doğal kaynaklarını kendi öz yararı için kullanmasına asla göz yummaz. 

f) Koruyucu devlet; en etkili ve önemli bir araç olarak, kültür emperyalizminden de geniş ölçüde yararlanır. Az gelişmiş ülkenin kamuoyuna egemen olmak üzere, kitle eğitim ve haberleşme araçları (basın, radyo, televizyon) yoluyla, yurttaşların kafaları sistemli ve sürekli olarak yıkanır. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan koruyucu devletin buyruğu altına girer. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişir. Bunlar topluma öncülük edemezler; onu gerçek bağımsızlığa kavuşturamazlar. Hattâ, eğer ülke bağımsız ise, bunu yitirmesine katkıda bulunurlar. 

g) Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “sıkı ve geniş kapsamlı askeri ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili anlaşmalar”dır. Bu çerçevede tanınan ayrıcalıklar, ulusal orduyu kumanda olanakları, askeri üsler, silah ve teçhizat bakımından tek bir devlete bağlılık gibi olgular; az gelişmiş ülkenin iç işlerinin, dolaylı olarak büyük devletin denetimine geçmesi sonucunu doğurmaktadır (Bu ve önceki teknikler Türkiye’de uygulandı ve netice alındı). 

XII) Türkiye Amerikan Yörüngesinde 

Amerikancılık ilk etkiler olarak Türkiye’de hangi sonuçları doğurdu? Bunları aşağıdaki gibi toparlayabiliriz (Yetkin, 2002: 174, 271, 337): 

• “Çok partili düzen”e geçildi. Ancak Türk solunun bir siyasal parti olarak örgütlenmesi engellendi. Bununla da yetinilmedi: Sol’a karşı acımasız bir baskı uygulandı. İnönü’nün İç işleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, sol görüşlere ve bu yönde yayın yapan yayın organlarına göz açtırmadı. 

• Muhalefet partisi olarak yalnızca Demokrat Parti (DP) korundu ve büyütüldü. Bu parti de sırtını ABD’ye dayamıştı. Doğal olarak çok geçmeden, 1950’de iktidar da oldu. 

• Devletçilik gözden düşürüldü, liberalizm öne geçirildi. 

• Türk ekonomisi Amerikan malları için bir pazar olmaya başladı. 

• ABD ile yapılan yardım antlaşmaları Türkiye’yi Amerikan emperyalizminin kıskacına soktu. 

• Türkiye yağmurdan kaçayım derken doluya tutuldu; Sovyet tehdidi derken, Amerikan askerî tesislerinin işgaline uğradı. 

• Toprak reformu rafa kaldırıldı, Köy Enstitüleri zararlı kuruluşlar sayılmaya başladı. Çok geçmeden, İ. İnönü’nün, H. Ali Yücel’in yerine getirdiği Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer eliyle Köy Enstitüleri yerle bir edildi. 

• Türkiye ABD’nin isteklerine göre şekillendi ve yeniden yapılandırıldı. 

“Ordudan eğitime, ulaşımdan devletçiliğe... her şey Amerika’nın buyruklarına, gönderdiği uzmanların istek ve planlarına göre biçimlendirilmeye” başlandı. Örneğin, Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın çalışma yaşamına düzen getirirken yaptığı şey, ABD’nin eline sıkıştırdığı programı uygulamaktan ibaretti. 

• Türkiye IMF ile tanıştırıldı. 7 Eylül 1946’da, IMF’nin isteğiyle Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk devalüasyon yapıldı. Devalüasyon oranı yaklaşık yüzde 100’dür. Türkiye’nin IMF ile ilişkiye girmesi, kuşkusuz ABD ve Türkiye arasındaki yeni oluşumdan bağımsız değildir. O da genel planın parçalarından biriydi. ABD böyle istiyordu, Hükümet razıydı; “ekonomi bilgisi” çok zayıf olan İsmet Paşa’ya da “peki” demek düşüyordu. 

Bütün bu olumsuz gelişmelerin, Atatürk ilkeleri ile ne denli bağdaşmaz olduğu kolayca görülebilir. Onun zamanında ne yapılmışsa yıkılmış, ne yapılmışsa tersine çevrilmiştir. Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesini birkaç yurtsever aydından başka anımsayan ve anımsatan kalmamıştır. O yurtseverleri “bekleyen ise cezalandırılmak, hapishanelerde gün doldurmak” olmuştur (Yetkin, 2002:337). 

Sonuçtan iki taraf da memnundur: İsmet Paşa ve takımı da, Amerika da! 

Plan eksiksiz uygulanmış, hedefe ulaşılmıştır. 

Türkiye artık ABD yörüngesindedir.
 

XIII) İlmikler Atılıyor: İkili Antlaşmalar 

Eğer uygulanan planı, yani “Türkiye’yi yeniden sömürgeleştirme” planını bir ağa benzetirsek, ağın ilmikleri ard arda gelen, sırasıyla 1945, 1946 ve 1947’de imzalanan üç antlaşma ile atılmıştır. 

A) 1945 Antlaşması: ABD ile Türkiye arasındaki ilk yardım antlaşmasıdır, 23 Şubat 1945’te imzalanmıştır. Antlaşma ABD’nin, “Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu” çerçevesinde savaş sırasında Türkiye’ye verdiği savaş araç ve gereçleri ile ilgilidir. İki maddesi önemlidir: 

• Verilen silahlar, araç ve gereçler Türkiye’nin malı değildir, gerektiğinde geri istenebilir (5. madde). 

• Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sağlamakla görevli bulunduğu ve müsaade edebileceği hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye temin edecektir (2. madde). 

Bu maddelerin anlamı şu: Savaş malzemesinin mülkiyeti ABD’ye aittir. Türkiye bunları yalnızca ödünç almıştır. Karşılığında ise Amerika’ya her türlü hizmeti, kolaylığı ya da bilgiyi temin edecektir. Örnekler: Hava meydanları, limanlar ve yolların Amerikalılar tarafından kullanılması, Amerikalıların Türkiye’de üs ve tesis kurması… “Bu madde ile Türk Hükümeti, nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan çok geniş bir yükümlülük altına girmiş bulunmaktadır... Amerika’nın bu antlaşmayı basamak yaparak, bundan sonraki antlaşmalarda daha fazla imtiyazlar, haklar ve tavizler kopardığı... görülecektir”(Yetkin, 2002: 349). 

B) 1946 Antlaşması: İkinci yardım antlaşmasıdır. TBMM tarafından 27 Şubat 1946’da onaylanmıştır. Antlaşma ile, ABD Türkiye’ye 10 milyon dolar kredi açmaktadır. Kredi 10 yılda geri ödenecektir. 

Gerçekte, ortada açılmış bir kredi falan yoktur. Türkiye’ye herhangi bir para ödemesi de yapılacak değildir. Durum şudur: ABD’nin elinde İkinci Dünya Savaşı’ndan arta kalan silahlar, savaş araç ve gereçleri vardı. Türkiye söz konusu malzemeden satın alabilecek, aldıklarının bedelini taksitle ödeyecekti. Borcunu Türk Lirası olarak da ödeyebilirdi. Bu takdirde ABD bu parayı Türkiye’de harcayabilecekti. Peki, hangi amaçlarla? Burası önemli: Kültürel, eğitsel ve insanî gayelerle! Bunlar kuşkusuz ABD’nin “Türkiye’ye sızma stratejisi” ile ilgilidir ve bu stratejinin finanse edilmesi söz konusudur. 

Aynı konuda Haydar Tunçkanat’ın değerlendirmesi ise şöyle: “Türkiye’de bu parayı Amerikan Hükümeti adına kullanacak kişi, diğer elçilerden farklı olarak büyük bir güç ve önem kazanmakta ayrıca Türk Hükümeti üzerinde de bir siyasal baskı aracı elde etmiş” olmaktaydı. (Yetkin, 2002 :350) 

C) 1947 Antlaşması (Truman Doktrini): Türkiye’nin yazgısını değiştiren asıl antlaşma, budur (Yetkin, 2002: 351-357). 

Tarih 12 Mart 1947… ABD Başkanı Truman bir konuşmasında şunları söylüyor: “Yunanistan’ın komşusu Türkiye de dikkatimizi gerektirmektedir. Türkiye’nin bağımsız ve ekonomik olarak sağlıklı bir devlet olarak bekası, barışa bağlı bütün dünya milletleri için Yunanistan’dan daha az önemli değildir.” Türkiye’de hükümet, Başbakan Recep Peker, kuşkusuz İ. İnönü de bu konuşmadan çok memnun kalmıştı. 

Aradan yalnızca dört ay geçiyor. Tarih 12 Temmuz 1947… İnönü’nün ünlü bildirisinin de tarihi!... Türkiye için örülen ağ’a karşılıklı olarak birer ilmik daha atılıyor: Truman Doktrini, Türkiye adına Dışişleri Başkanı Hasan Saka’nın, ABD adına da Ankara Büyükelçisi Edwin C. Wilson’ın imzaladığı bir antlaşma ile uygulamaya konuyor. 

Antlaşmanın hükümlerini görelim. 

• Önce, antlaşmanın neden imzalandığı açıklanıyor (1. Madde): Türkiye Hükümeti; Türkiye’nin özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomik istikrarını sürdürmek amacıyla, ABD hükümetinden yardım istemiştir. 

• Örgütlenme (2. madde): Türkiye’de yardımın kullanılmasını denetleyecek, koşullarını belirleyecek, Amerikalılardan oluşan bir kurul görev yapacaktır. Kurul başkanının adı, “Misyon Şefi”dir. Türk Hükümeti bu kurula her türlü kolaylığı gösterecektir. 

Bu madde, “doğrudan doğruya Türkiye’nin iç işlerine karışmak” demekti. 

• Gözlem ve propaganda (3. madde): Amerika Birleşik Devletleri basın ve radyo temsilcilerinin, bu yardımın kullanılışını serbestçe gözlemlemelerine ve gözlemlerini tam olarak bildirmelerine müsaade edilecektir. Türkiye Hükümeti; yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı olarak yayın yapacaktır. 

Ç. Yetkin 3. maddeyi şöyle yorumluyor: 1. fıkra yalnız Amerikalı gazetecilere tanınmış bir çeşit “kapitülasyon”dan başka bir şey değildir. 2. fıkra ise Amerika’nın propagandasını yapmayı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bir görev olarak veriyor. 

• Her şey Amerika’nın çıkarları için (4. madde): Antlaşmanın “en can alıcı” maddesidir. ABD yaptığı yardımın üzerinde, kendi çıkarları yönünde ipotek oluşturuyor. Türkiye bu yardımı almıştır ama, esas olan ABD’nin güvenliğidir ve yardım esas itibariyle bu amaçla kullanılacaktır: “Türk Hükümeti yapılan yardımı tahsis edilmiş bulunduğu gayeler yolunda kullanacaktır. Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti’nin muvafakati olmadan bu türden hiçbir madde ve bilgilerin mülkiyet ve zilyetliğini devredemez. Aynı muvafakat olmadan subay, memur veya görevli sıfatını taşımayan bir kimseye açıklanmasına, maddeler ve bilgilerin verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmeyecektir.”

Türkiye -artık muhalefete düşmüş İsmet İnönü de- bu ifadelerin acı anlamını yıllar sonra, Kıbrıs’a çıkarma yapılması girişimi sırasında ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın 3 Haziran 1964 tarihli, uzun süre kamu oyundan gizlenen mektubuyla öğrenecektir. Ancak bugünkü perişan halimiz gösteriyor ki bundan da ders alınmamıştır. Başımıza geçirilen çuvalları da kuzu kuzu sineye çekiyoruz. 

Oldukça kaba bir üslupla yazılmış olan mektupta şöyle deniyordu: 

“Türkiye ile mevcut 1947 tarihli antlaşmanın 4. Maddesi gereğince askeri yardımın, veriliş amaçlarından ayrı gayelerde kullanılması için ABD’nin muvafakatının alınması gerekmektedir... Mevcut koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına ABD muvafakat etmemektedir.”

Bu ifadelerin somut anlamı ne? Amerikan Başkanı neyi ima ediyor? 

Çetin Yetkin’in yorumuna başvuralım: 1947 antlaşması ile sağlanan askerî yardım, ancak Sovyetler’e karşı ve o da ABD’nin izin vermesi koşuluyla kullanılabilir. Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelen diğer tehditler ABD’yi ilgilendirmez. Meğer ki bu silahları kullanmak için Amerikan hükümeti izin vermiş olsun. ABD’nin kaygısı Türkiye’nin savunulması değildir. Onun gözünde Türkiye SSCB karşısında bir ileri karakoldur, bir fedai birliğidir. 

1947 Antlaşması bir “ittifak” antlaşması değil, tek taraflı bir yardım uygulamasıdır. ABD, Türkiye’nin SSCB’ye karşı savunulması konusunda hiç bir yükümlülük altına girmemiştir. Yalnızca silah, malzeme ve para yardımında bulunmuştur. Türkiye ise, Amerikan askerî varlığına Türkiye’nin kapılarını açmış, ABD’ye ülke yönetiminin bazı alanlarında karar verme yetkisi tanımıştır. Hattâ Amerika’nın propagandasının devlet eliyle yapılması kabul etmiştir. 

Truman Doktrininin uygulaması şöyle başladı (Yetkin, 2002: 358): 

• 22 Mayıs 1947’de General L.E. Oliver başkanlığında 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye de geldi. Bu kurulun onuruna Ankara Palas’ta verilen kokteyle İnönü de katıldı. 

• İlk görüşmelerden sonra bu kurul üyeleri gruplara bölünerek ülke içinde inceleme gezilerine çıktılar. 

• 24 Mayıs 1947’de Kara Kuvvetleri subay üniformaları, Amerikan subaylarınınki örnek alınarak değiştirildi. 

• Ağustos ayı sonunda bir grup subay ABD’ye eğitim görmek üzere gönderildi. 5 Ekim 1947’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak başkanlığında general, amiral ve subaylardan oluşan bir kurul ABD’ye gitti. 

• Bu arada Amerika’dan ilk parti yardım malzemesi ile yola çıkan gemilerin 15 Ekim’de İskenderun Limanı’na ulaşacakları, bu malzemenin yol yapımında kullanılacak iş makineleri olduğu, kullanacak teknisyenlerin de aynı gemilerle gelmekte oldukları haberi basında yer aldı. 

XIV) N. Berkes’e Göre “Dışa Ayarlı Politika”nın Başlaması

Türkiye’de Amerikancılığın, kendi deyişiyle “dışa ayarlı politika”nın nasıl başladığını bir de Niyazi Berkes’den dinleyelim [Unutulan Yıllar, İletişim Yayınları, İst., 1997, çeşitli sayfalar]: 

N. Berkes’e göre (ss.192-194) Türkiye’nin 2. Dünya Harbi’ne girmesini isteyen herhangi bir devlet yoktu: Ne Almanya, ne Rusya, ne İngiltere, hele ne de Amerika!... Nasıl ülkeye demokrasiyi İsmet Paşa’nın getirdiğine inandırılmışsak, savaşa da onun yüksek diplomasi becerisi sayesinde sokulmadığımıza inandırılmıştık. 

Gerçekte her şeyi belirleyen, iki büyük devletti: İngiltere ve Almanya... Millî Şef’in dehasına bağlanan tarafsızlık diplomasisinin gerçek mimarları bunlardı. 

Duruma Von Papen hâkimdi! Onun istediği olacaktı ve olmuştur. Onun arzusu, Berlin’de Hitler’le kararlaştırdığı işi, yani Türkiye’nin “tarafsız” kalmasını sağlamaktı. İngiltere’nin istediği de buydu. Millî Şef ile Saraçoğlu’na düşen, bu iki devletin ortak isteğine göre davranmaktan ibaretti! Ünlü “tarafsızlık” siyasetinin aslı işte budur! 

Türkiye’nin, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bağımsız bir dış siyaset uygulamak yerine, başka ülkelerin kendi çıkarlarına göre oluşturup yürüttükleri politikalara takılıp gitmesi, işte bu tarihten sonra başlamıştır. 

Niyazi Berkes devam ediyor (s.198): Von Papen’in neden büyük bir Türk dostu olarak bilindiğini, ölümünden sonra onun ardından neden yalnız Türkiye’de yas tutulan yazılar kaleme alındığını anlamak kolaydır: Çünkü o Millî Şef hükümetine Hitler’in kuracağı Avrupa Düzeni’nde Nazi uyduluğu vâdediyordu! 

Bu uyduluk kısmet olmadı. Onun yerine ABD uydusu olmanın kapısı açıldı. 

İsmet İnönü, Von Papen’in başına sardığı Turan serüveninin sorumluluğunu sırtından atmak için, bir “ırkçı-turancı ayaklanması” keşfetmiş; buna katılanları, yalancıktan mahkûm ettirdikten ve iş unutulduktan sonra da, salıverdirmiştir. Böylece, bir taşla bir kaç kuş vurarak, kendisinin Turancılıkla hiçbir ilgisi olmadığı, bu gibileri sıkıyönetim karşısına çıkaracak kadar ileri kafalı olduğu inancının kafalara yerleşmesini sağlamıştır. İşin aslını öğrenmek için olaya daha yakından bakmanın, Nazi çöküşü üzerine Şef’in neden o kadar çırpınırcasına Amerika uyduluğunu sağlama çabasına sarıldığını anlamamıza da katkısı olacaktır (s.240). 

Bir gün Sadi Koçaş’ın da aklına şöyle bir soru gelmiş: Neden Üçüncü Dünya önderliği Tito, Nehru, Nasır gibi adamlara kaptırılmış da böyle bir önderlik Türkiye’ye nasip olmamış? Sorunun yanıtını, daha sonra İnönü ile yaptığı bir görüşmede bulabilmiş. Ona şu soruyu sormuş: “İkinci Dünya Savaşı sonunda tarafsız kalamaz ve Birleşmiş Milletler’de etrafımızda bir grup oluşturamaz mıydık, Paşam?”

İnönü’nün yanıtı şöyle: 

“Mutlaka oluştururduk. Ve ben bunu planlamıştım kafamda yıllarca. Ama Stalin’in hırsı önledi. İki tehlike arasındaydık. Batıyı ehven-i şer bulduk. Halbuki en büyük şerrin “ehven-i şer” olduğunu da biliyorduk, ama başka bir şey yapmamız çok zordu.”

Berkes’e göre Şef’in buyurduğu sözlerde tek bir gerçek var, o da kafasında bir şey planlamış olduğu... Üçüncü Dünya ülkelerinin önderliğini düşündüğü tümden asılsızdı. O zamanlar böyle bir kavram bile yoktu. Peki, neydi kafasında planladığı şey? 

Paşa’nın, kafasında tasarladığı plan şuydu (s. 304): 

i) Kendi yönetimini Batıya beğendirmek; 

ii) Büyük bir devletin himayesine girmek; 

iii) Sorumlulukları unutturmak; barış dünyasından yeni avantajlar sağlamak; 

iv) Bütün bunları zorlaştıracak engeller çıkacak olursa, o ezelî “değişmez düşman” görüşünü veryansın ettirmek (bu işi yapacak demagog kişi ve çevreler Nazi yıllarından kalma olarak bol bol vardı); 

v) Daha da sıkışırsa Batı dünyasına “Türkiye içinde kızıl bir devrim tehlikesi var” izlenimini vermek ve -yeterli demokrasi kamuflajları yapıldıktan sonra- kendi rejiminin sürmesini sağlamak; 

vi) Kısacası, ne yapıp yapıp tahtından inmemek. 

Berkes şöyle kestirip atıyor: Amerika uyduluğunun kapısını açan ne Bayar’dır, ne Menderes’tir; Millî Şef’in ta kendisidir. O kapıyı açana değin, planladığı şeylerin kimilerini gerçekleştirmiş, kimilerini ise gerçekleştireyim derken kamuflaj uygulamalarının yanlış sonuçları yüzünden kendi partisinin içinden doğan “psikopatlar” demokrasisi tarafından tahtından indirilmiştir (ss. 303-305). 

Berkes’e göre Türkiye’nin, Amerika’yı işin içine sürükleme çabaları başlangıçta sonuç vermemiştir. 

Milli Şef, Ankara’da Rus tehlikesi korkuları içindeyken -bir yandan da iç muhalefet “düzen”leri ile karşılaşırken- Amerika’nın kendisine ve hükümetine karşı soğuk davranmakta olduğunu gördükçe korkusundan ne yapacağını bilemiyordu. Halbuki savaş sonrası için yapılan büyük pazarlıklarda Türkiye’nin bir çekişme konusu olduğunu gösteren hiçbir belge yoktur. Türkiye 1945-1947’de dünyanın büyük sorunlu yerleri listesinde yer almamıştır (ss.330-331). 

Yazarımız şöyle devam ediyor: Görüyorsunuz, üzerinde o zaman onca gürültü koparılan sorun; sadece ve sadece makamlarını yitirmek istemeyenlerin yalancıktan demokrasi oyununa girişerek, o mahut “tehlike” gerekçesiyle Türkiye’yi “bir ihtilâlin eşiğinde” olan bir ülke gibi göstermelerinden ibarettir. Türkiye’nin başında bulunmak tekelini sürdürmek isteyen bir rejim, Boğazlar’ı vesile ederek ne pahasına olursa olsun yerinde tutunmayı büyük ve güçlü bir devletin garantisine, diplomaside çok kötü bir anlamı olan himayesine (protectorate) bağlama peşindedir! (ss. 341-342) 

Niyazi Berkes’e göre İsmet İnönü ABD’ye yaklaşmak için Rus tehlikesini bir koz olarak kullanmış, demokrasiye de aynı amaçla geçmiştir. 

Ancak sonuç Türkiye için trajik olmuştur: Yeniden Sevr’e dönüş!

Kitabından izliyoruz: 


Gerçekte istenen demokrasi değildi; demokrasi görüntüsü altında, şeflik yönetiminin sürmesi için gerekli “tehlike” korkusunu sürekli kılmaktı. “Sovyet baskısı” denen şeyin de amacı üs değil, Saraçoğlu hükümetini düşürmekti. İnönü, zamanı gelince Saraçoğlu’nu da kurban verdi. Ne var ki, Truman doktrinin ilânına kadarki dönemde, Amerikan uyduluğunu ondan daha iyi sürdürebilecek parti olduğunu gerekli yerlere anlatabilmiş olan Demokrat Parti’nin iktidara gelişine değin, meydanı demagogların at koşturmasına bırakarak, kendi “sırça köşk”üne çekildi. 

Terbiyeli, genç bir efendi görünümü veren Adnan Menderes’in, ileride nasıl iktidar koltuğunun sarhoşluğu içinde edepsizleşebilen bir politikacı olabileceğini, kendisini sevemeyen halk arasında evliyalaşabileceğini hiç ummuyordu. Bu demagoji aşamasına girerken, iki olasılıktan hangisinin doğrultusuna yöneldiğini göreceğiz. Bu olasılıklardan biri “demagoji yoluyla muhalefeti yok etmek,” diğeri “onu yozlaştırma karşılığı iktidarı yitirmek”ti. Şimdiki numarası, arka plana çekilmek; demagoji alanında kendine yararlı olacak kim varsa serbest bırakmaktı. Bunlar herhangi bir eleştiriyi “Moskova ağzı ile konuşuyor” çığlığı ile ağızlara tıkayacak ve daha da ileri giderek Amerika’yı “Türkiye’de kızıl tehlike olduğuna” inandıracaklardı. Celâl Bayar, Fuat Köprülü bile böyle susturuldu (ss.342-343). 

Türkiye’yi bugüne getiren yolun nasıl açıldığının en iyi izahını, bir görüşmemiz sırasında Dr. Adnan Adıvar yapmıştı. Mecliste kadroların kaldırılması için getirilen kanun tasarısının tartışılmasına başlanırken bu tasarıya karşı olduğunu belirten Adnan Adıvar, oturumu terkedip dışarı çıkarken, arkasından milletvekili arkadaşları “Sen de mi Moskova’ya, sen de mi Moskova’ya?” diye bağırmışlar. Bunu bana anlattıktan sonra şöyle dedi: “Niyazi bey oğlum, şu yanı başımızdaki dev ülke ile uğraşıldığı sürece, bu ülkede ne demokrasi olur, ne de özgürlük. Demagoglar boyuna onu vesile ederek bu iki davanın savunucusu olanları kolaylıkla lekeleyeceklerdir. Bir zamanlar Mustafa Kemal bu devle (Rusya ile) iyi ilişkiler kurmayı başarmıştı. İsmet’se bu işi yüzüne gözüne bulaştırdı. Şimdi bunun cezasını siz çekiyorsunuz. Bu gidişle bu memlekette biz de siz de boşuna uğraşmış olacağız”. 

Bu kötümser sözleri dinlediğim zaman, kapsamını anlamamış, üstelik verdiği yargıyı doğru bulmamıştım. Sözünü ettiği İsmet Paşa’nın, bu demagojilerin hedefi olduğunu sanıyordum. Yalnız, o sözlerin Mustafa Kemal ile arası açılmış olan, yurda ancak İsmet İnönü zamanında dönebilmiş bir kişinin ağzından çıkmış olması beni hep düşündürmüştür. Ben bile ancak 70 yaşıma geldikten ve anılarımı, görüşlerimi yazıya dökmeye başladıktan sonradır ki Adıvar’ın verdiği yargının dayandığı mantığı kavramaya başladım. 

Adnan Adıvar’ın yargısı yerindeydi. Paşa Moskof tehlikesi oyununu, demagoglarla boy ölçüşecek oranda kullanmaya girişmekten çekinmedi. Ülkeyi, içinden kolay kolay çıkılamayacak darboğazlara getirdikten sonra, arkasında bugüne değin süren bir siyasal saçmalama, bir “sağduyu bunalımı” geleneği içinde bıraktı. Şefliğini sürdürebilmek için partisinin içine soktuğu “Nietzsche”ciler, Şalcı’lar, Satır’lar ve CHP’nin diğer “mezar kazıcıları” ile giriştiği direnme 1950’ye kadar sürdü. 

Ülkeyi büyük bir dış sorun içine soktuktan, iç sorunlarını bir daha içinden çıkılamayacak bir karışıklık içine soktuktan sonra, bunların hepsini Demokrat Parti’ye devretti. 

Türkiye için “Manda” kapısını, onun arkasından Sevr’e giden yolun kapısını, Halk Partisi’nin “mezar kazıcıları” dediğim kişilerinin yükselttiği “Moskova’ya, Moskova’ya” haykırışları arasında ilk açmış olan Millî Şef İnönü’dür, Menderes’lerin iktidara gelişinden üç yıl önce!... 

Süleyman Demirel de o yolun tutarlı bir yolcusudur. Tarihsel bilinçten yoksun sızlanmalara rağmen, söyleyeyim: “Nereye mi gidiyoruz?” Sevr’e!... Onun malî koşullarını IMF’ninkilerle karşılaştırın, yanlış söyleyip söylemediğime yine siz kendiniz karar verin (s. 479-496). 

XV) N. Berkes’e Göre Truman Doktrini

N. Berkes’e göre Truman doktrini Amerikan bencilliğinin, Amerika’nın dünyayı ele geçirme tutkusunun eseridir. Ne var ki onun bu yönü, Türk halkından gizlenmiştir. “Unutulan Yıllar” dan (ss. 381-382) özetliyorum: 

Truman Doktrini bizde Yunanistan ile Türkiye’ye bilmem kaç milyon dolar verme ve iki ülkeye yönelik -birinde “iç savaş” şeklinde, diğerinde “Boğazlar sorunu” şeklinde- ortaya çıkan Sovyet baskısına karşı bu iki ülkeyi destekleme girişimi olarak görülür. Oysa Truman Doktrini bundan çok daha kapsamlı bir doktrindir. 

Truman Doktrini “ABD’nin dünya egemenliği” doktrinidir!

Bu doktrin “özgür” ulusların özgürlük haklarına karşı Sovyet emperyalizmine çevrilmiş dinsel bir çağrıya dayanır. Çağrı şöyledir: Özgürlük savunuculuğu yapmak Tanrı’nın Amerikalılara verdiği bir görevdir. Tanrı, onlara, kendilerine güvenmekle Tanrı’ya güvenmenin aynı şey olduğunu buyurmuştur. Dünya ulusları ikiye ayrılır: “özgür” uluslar ve “köle” uluslar. Köle ulusları Tanrı’nın emrine göre özgürlüğe kavuşturmanın yolu, onlara “refah” sağlamaktır. “Refah” ise ancak “liberal” ekonomi ile sağlanabilir. Bu, Amerika’nın kendi liberal ekonomisinin de var olmasının temel koşuludur. Amerika, savaş sonrasının ekonomik güçlüklerinden, dünyaya Amerikan ekonomik sistemini kabul ettirmekle kurtulabilir. 

1946 ilkbaharı ile 1947 yazı arasında iki ülkede olup biten başlıca olayların bir cetvelini yapın; o zaman Truman Doktrini’nin bizimkilerin ayağına kadar, nasıl geldiğini anlarsınız. 

• Truman Doktrini’nin, 1918 Wilson Doktrini’ne benzer yanına kimse değinmemiştir. Bunu görmek, bizim için çok güç bir şey değil. Truman Doktrini’ne karşı hem Amerika’da hem Avrupa’da yöneltilen eleştirileri Türk basını halka yansıtmamıştır. 

Amerikan bilim adamlarının eleştirilerinde Amerikan yardımının gerçek amacının despotik hattâ devletçi rejimlere karşı demokrasinin savunulması olması gerekirken, Türkiye gibi demokrasiye aykırı bir devlete yardım vermenin anlamsızlığı üzerinde durulmuştur. Fakat, bunları kaygı içinde yakından izleyen Ankara’ya göre, bunlar “Moskova ağzı” ile konuşan Türk düşmanlarıydı. 

Türkiye’de insanca, uygarca bir kalkınma yoluna girilmesini bütün varlığımızla istediğimiz bir zamanda, aslında Amerika’yı tanımayan, ona düşman olan, Batıya karşı her çeşit sahtekârlığı yapmaktan çekinmeyecek olan kişilerin başlattıkları rezaletler yüzünden ne Amerikan yardımının bir faydası görülmüş, ne de çağdaş bir ulus olma uğruna yapılmış bir savaşın bizlere emanet ettiği görevler yerine getirilmiştir. 

Amerika’daki son perdenin baş aktörü olan McCarthy adlı sahtekârın, kendi ülkesini ne hale getirdiğini, 13 yıl sonra Amerika’ya gittiğim zaman gördüm. Üniversitelerde bile kimse korkudan ağzını açamıyordu. Bizde Sökmensüer’lerin, Reşat Şemsettin Sirer’lerin, Sadi Irmak’ların arkasından, McCarthy’ler türedi. Burada, Amerika’ya kıyasla iki yıllık öncülük şerefimiz bile var. 

Sonuç

Truman Doktrini ile başlayan Amerikan “yardımı” ülkemizi Kemalist Yol’dan saptırdı. Türkiye Amerikan emperyalizminin gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırıldı. Hem de bütün yönlerden: Askeri yönden, dış politika yönünden, ülke içinde özellikle emekçi kesimlere ve aydınlara karşı izlenen tutum açısından, kültürel yönden: Özetle 1923-1938 Türkiyesi’nde, Atatürk zamanında ne yapılmışsa hepsi yıkıldı, ters yüz edildi: 

• Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı yükselebilecek sesler susturuldu. 

• ABD ile başka antlaşmalar, ikili antlaşmalar yapıldı. Bunlarla siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız törpülendi, giderek yok edildi. 

• Türkiye ABD için bir hammadde deposu ve pazar haline getirilmeye başladı. 

• Millî eğitimimiz ulusal olmaktan çıkarıldı, ona Amerikan çıkarlarına uygun bir yapı kazandırıldı. Atatürk Devrimleri’nin birinci güvencesi olan Köy Enstitüleri kapatıldı. Yerine imam-hatip okulları açılmaya başladı. 

• Ekonomi politikası olarak devletçilik sulandırıldı. 

• Türkiye IMF’nin kıskacına sokuldu. Dış borçlanma başlatıldı. 

• Ulaştırmada demiryolları terk edildi, karayoluna ağırlık verildi. 

• Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçmesi yönünde telkinler yapıldı. 

• İrtica yeniden harekete geçti. 

Atatürk’ün yolu... Kurtuluşa, cennete, gönenç ve onura giden yol... Ne büyük hatâdır ki bir süre sonra sapılıyor, o yoldan. Sapılan yerde, ayak izleri... Sapanlar bütün sonraki kuşakları, bizleri de sürükleyip götürdü. O izler arasında, hem de en başlarda “İsmet İnönü’nün ayak izleri var.”

Biz böyle deyince Atatürkçülüğü “laiklik ve çağdaşlık” köşesine sıkıştıranlar öfkeleniyorlar. “Sovyet tehdidi karşısında, başka ne yapabilirdi? Batıya sığınmaktan başka seçeneği yoktu” diyerek İsmet İnönü’yü mazur göstermeye kalkışıyorlar. 

Oysa, bir seçenek daha vardı! 

Atatürk, Nutuk’ta haykırıyor o seçeneğin ne olduğunu: 

“Temel ilke Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke ancak tam istiklâle (bağımsızlığa) sahip olmakla gerçekleştirilebilir… Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir… Bu seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki, Türk’ün haysiyeti, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir! 

Öyleyse, ya istiklâl ya ölüm!”


Atatürk’ün bütün başarısı bu formülde gizlidir. 

Tabii, İnönü’nün bütün başarısızlığı da!


Prof. Dr. Cihan DURA
Haziran 2004


...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder