5 Ekim 2020 Pazartesi

16 EKIM 2008 PERŞEMBE GÜNLÜK GAZETELERDEN ALINTILAR., BÖLÜM 1

 16 EKİM 2008 PERŞEMBE GÜNLÜK GAZETELERDEN ALINTILAR., BÖLÜM 1



OZDERİN AVUKATLIK BÜROSU

Arataer Hukuk, Kultur ve Sanat portali 

Metin ÖZDERİN 

Tunalı Hilmi Caddesi 98/21 Kavaklıdere ANKARA

T:+90 312 4280313 (PBX)      M:+ 90 533 5445522

www.metinozderin.av.tr – 

bilgi@metinozderin.av.tr

 

BASINDA YARGI HABERLERİ.,

Resmi Gazete’de Bugün…

16 Ekim 2008 Tarihli ve 27026 Sayılı Resmî Gazete   

MEVZUAT YÜRÜTME VE İDARE BÖLÜMÜ

BAKANLIĞA VEKÂLET ETME İŞLEMİ

—  Devlet Bakanı Nimet ÇUBUKÇU’ya, Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehmet Mehdi EKER’in Vekâlet Etmesine Dair Tezkere

     YÖNETMELİKLER

—  Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi Yönetmeliği

—  İstanbul Kültür Üniversitesi Beyin Dinamiği, Kognisyon ve Karmaşık Sistemler Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetmeliği

—  Pamukkale Üniversitesi Kadın Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetmeliği 

https://groups.google.com/g/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/c/fnoBPTqLb3w


*********

Adnan Oktar`ın Kapattırdığı Sitelerin Sonu Gelmiyor:


Vatan Gazetesinin İnternet sitesinde kendisiyle ilgili yayımlanan okur yorumlarını Silivri 1. Asliye Mahkemesi`ne şikayet eden Adnan Oktar gazetevatan.com`u 

geçici bir süreliğine erişime kapattırdı. gazetevatan.com Oktar`ın erişime kapattırdığı 61. site.

`Bu siteye erişim Mahkeme kararı ile engellenmiştir.`

Dün Gazete Vatan`ın İnternet sitesine girenler bu uyarıyla karşılaştılar. Site, kamuoyunda `Adnan Hoca` olarak tanınan `Harun Yahya` mahlaslı 

Adnan Oktar`ın şikayeti üzerine Silivri 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından geçici bir süreyle kapatıldı.

Mahkeme, siteye erişimin engellenme kararını sitede Oktar`la ilgili yayımlanan okur yorumları nedeniyle verdi. Oktar`ın avukatları tarafından mahkemeye  sunulan dilekçede, gazetevatan.com sitesinde yayınlanan herhangi bir haber içeriğinden söz edilmiyor.

gazetevatan.com`dan konuyla ilgili yapılan açıklamada şöyle denildi:

`Bu Engelin nedeni kamuoyunda `Adnan Hoca` olarak bilinen Adnan Oktar`ın, `Cemaati` hakkında sitemizde yayınlanan haberler üzerine aldırdığı bir mahkeme kararıdır. Konuya ilişkin hukuki mücadelemiz sürüyor.`

Oktar 61 sitenin erişimini engelletti gazetevatan.com Oktar tarafından erişimi engellenene ilk site değil. Oktar`ın Şikayetlerini değerlendiren mahkemeler, 

Nisan 2007`den bu yana eksisozluk.com, superpoligon.com ve wordpress.com sitelerine de yasak getirmişti.

Şişli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, aynı gerekçeyle evrimci yazar Prof. Richard Dawkins`in richarddawkins.net adresli sitesini de tedbiren erişime kapatmıştı.

Ayrıca 18 Eylül`de de Gebze 1. Asliye Hukuk Mahkemesi, 4 Eylül 1990`da uğradığı bir silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren yazar Turhan Dursun adına  açılan turandursun.com sitesine de yasak koydu. Ancak kararın kimin girişimiyle alındığı bilinmiyor.

Son bir yılda 1112 site Engellendi

youtube.com, dailymotion.com, eksisozluk.com, googlegroups.com, egitimsen.org.tr, geocities.com, wordpress.com, turandursun.com, devrimciler.org ve diğerleri.

Türkiye`de son bir yılda çeşitli nedenlerle 1112 site erişime engellendi. Bu sitelerden 861`i res`en (şikâyet olmadan Telekomünikasyon Kurumu kararıyla)  251`i yargı kararıyla sansürlenen sitelerin gerekçeleri çeşitlilik gösteriyor. 

Bunlardan 415`i `Çocukların cinsel istismarı`, 390`ı `Müstehcenlik`, 79`u `Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama`, 51`i `Atatürk aleyhine işlenen suçlar`, 25`i `bahis ve kumar`, 12`si ise `Fuhuş` gerekçesiyle erişime engellendi.

Mayıs 2007`de ortak bir bildiri yayımlayan Türkiye`deki bilişim konusunda uzmanlaşmış 20 sivil toplum kuruluşu, 4 Mayıs 2007`de kabul edilen 5651 

Sayılı Yasanın ifade özgürlüğü anlamında çokça sakınca içerdiğini, yasanın bürokratik bir yapıya yargısız sansür yetkisi verdiğini duyurmuşlardı.

Bilgisayar Yazılım Meslek Birliği(BİYESAM), Bilişim Muhabirleri Derneği(BMD), Linux Kullanıcıları Derneği(LKD), Türkiye Bilişim Vakfı(TBV) ve Tübider 

Bilişim Sektörü Derneği`nin (TÜBİDER) de imzasını taşıyan ortak bildiride, ifade özgürlüğünü korumasını istediler; bürokratik bir yapıya yargısız sansür yetkisi verdiğini açıkladılar.(BÇ)

2008-10-16 Bianet

https://groups.google.com/g/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/c/fnoBPTqLb3w


*************

 

Hak Örgütleri Muhtıra Değil Demokrasi İstiyor.,

Genelkurmay Başkanı Başbuğ`un Balıkesir`de yaptığı konuşmayı değerlendiren Amargi`den Selek söylenenleri `Askerden başka bir üslup beklemek yanlış`, 

İHD`den Öndül `Askerin sivil alana müdahalesinin fotoğrafı` olarak yorumladı. Mazlum-Der `Başbuğ görevden alınmalıdır` dedi.

`Asıl sorun militarizme bu kadar alan bırakan siyasal yapıda. Bizim demokrasiye ihtiyacımız var. 

Bunun için tespit değil politika yapalım. 

Hayatımızı savunmak için.`

Amargi Kadın Kooperatifi üyesi sosyolog Pınar Selek Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ`un Balıkesir`de katıldığı törende yaptığı konuşmasını  bianet`e bu sözlerle değerlendirdi.

Selek`Askerden başka bir üslup beklemenin yanlış olduğunu` düşünüyor. Başbuğ`un medyaya yönelik tehdidi ve herkesi hizaya çağıran sözleriyle ilgili  olarak da `bizim için alışılmadık bir tablo değil. Bu ülkede başbakanlar, gencecik çocuklar benzer düşüncelerle asıldı. Bu tablo 12 Eylül`den beri hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor` dedi.

`Başbuğ iddiaları aydınlatacak cümleler kurmuyor`Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz İnsan Hakları Derneği(İHD) Genel Başkanı Hüsnü Öndül de Başbuğ`un `hiçbir aydınlatıcı bilgi vermediğini` söyledi.

`Genelkurmay başkanı açıklamasında olaya ilişkin hiçbir bilgi vermiyor ve iddiaları da yanıtlamıyor. Halbuki iddialar ciddi iddialardır ve yanıtlarının verilmesi ve kamuoyunun aydınlatılması gerekiyordu. Taraf`ın haberine göre göz göre göre askerler yaşamlarını yitirdiler. Buna dair aydınlatıcı bir bilgi vermedi.`

`Demokratik hiçbir ülkede olmayacak bir şey oldu ve bir gazete suçlandı, basın yayın organları suçlandığını` belirten Öndül`komutanın konuşması doğrultusunda askeri mahkeme sivil basın yayın organının haberlerini yasakladı. Burada üstünden durulması gereken bir diğer önemli nokta da bu` şeklinde konuştu.

İHD Genel Başkanına göre Başbuğ`un açıklaması Türkiye`deki hukuk sisteminin nasıl işlediğinin, yargı birliğinin yapısal olarak nasıl ihlal edildiğinin ve sivil alanın askeriyeyle ilgili yapacağı haberlere müdahalesini fotoğrafı.

Mazlum-Der: Başbuğ görevden alınmalı

Bugün bir açıklama yapan İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği(Mazlum-Der) Genel Kurmay Başkanının görevden alınmasını istedi.

Yapılan açıklamada şöyle denildi:

`Yetkilerini aşarak sivil toplumla polemiğe giren bürokratların hukuk devletinde görevlerinden alınması sadece makul değil, gerekli bir uygulamadır. 

Ülkemizde de sivil otoritenin ve hukukun üstünlüğünü korumak için yapılması gereken, orgeneral Başbuğ`un görevden alınması ve Dağlıca ve Aktütün benzeri trajedilerin soruşturularak, gerekiyorsa Genelkurmay Başkanı dahil sorumluların yargı önüne çıkarılmasıdır.`

Yüzleşme Derneği: Taraf`ın yanındayız

`Başbuğ`un Yaşar Büyükanıt`ın başlattığı İnternet muhtırası geleneğini sürdürdüğünü` söyleyen Yüzleşme Derneği yaptığı yazılı açıklamada 

`Orgeneral İlker Başbuğ`un tehdit dolu açıklamaları, açık bir muhtıradır ve Başbakanlığa bağlı bir memur olan Genel Kurmay Başkanı`nın böyle bir açıklama yetkisi bulunmamaktadır` dedi.

Dernek, Taraf gazetesinin ve demokrasinin yanında olduklarını söyledi.

Başbuğ, Balıkesir`de katıldığı törende yaptığı konuşmasında `Son günlerde yoğunlaşan sistemli saldırılar, emin olunuz ki TSK`nin gücünü, kararlığını, azmini artırmaktan başka hiç bir işe yarayamaz. Herkesi dikkatli olmaya doğru yerde bulunmaya davet ediyorum` demişti. (BÇ/EK)

2008-10-16 Bianet

https://groups.google.com/g/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/c/fnoBPTqLb3w


************

İşkenceciler Müebbetle yargılanabilir.,


Engin Ceber`in Metris Cezaevi`nde işkence sonucu öldüğüne dair iddialara TBMM`de düzenlediği basın toplantısında cevap veren Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, `Müfettişlerin ilk tespitlerine göre, orada bir takım olumsuz davranışların, kötü muamelelerin olduğuna dair tespitler var. 

Değerlendirmeler yapıldıktan sonra rapor cumhuriyet savcılığına intikal edecek` dedi.

İBRET OLSUN

Şahin şu değerlendirmelerde bulundu: `Kameralar inceleniyor. Hükümlülerin ifadelerine başvuruluyor. Diğer infaz koruma memurlarının bilgileri alınıyor. 

Değerlendirmeler yapıldıktan sonra rapor cumhuriyet savcılığına intikal edecek. Cumhuriyet Savcılığı gereken işlemleri yapacak. Ortada bir ölüm var. 

Bunun işkenceden olduğu iddia edilmektedir. TCK`nın 94. maddesine göre işkence sonucu bir vatandaş hayatını kaybederse, bu suçu işleyenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırırlar. Konu, yargıya intikal edecek. Yargının da en isabetli kararı vereceğini düşünüyorum. Bunun, herkes için, tüm kamu görevlileri için, özellikle bu tür sorumluluklar üstlenenler için ibret olmasını, herkesin kendisine çeki düzen verecek bir olay olmasını temenni  ediyorum. Keşke böyle bir olayı yaşamasaydık.`

PERSONEL EĞİTİLECEK

`İşkenceye sıfır tolerans deyince, hiç işkence olmuyor denilemez. Bireysel olarak da münferit olarak da olsa işkenceyle zaman zaman karşılaşıyoruz. 

Bunlardan biri Engin Ceber`in başına geldi. Duyar duymaz 2 müfettiş görevlendirdim. Bana vermiş oldukları bilgi notunda, iddiaların ciddi olduğunu ve sorumlu gördükleri 19 kişinin açığa alınması kararını verdiklerini ifade ettiler. Türkiye`nin cezaevinde kötü muamele gördüğü için bir vatandaşın hayatını  kaybettiği ülke olarak dünya kamuoyunda anılması herkesi üzdü. Bundan en çok da ben üzüldüm.` Şahin, cezaevlerinde benzer olayların bir daha yaşanmaması için arkadaşlarıyla oturup konuşacağını ve gerekli önlemleri almaya gayret edeceğini söyledi. Şahin, cezaevlerindeki 40 bine yakın personelin de ciddi bir eğitime tabi tutulacağını sözlerine ekledi.

CEBER`İN BABASINI ARADIM

Ceber`in babasını dün aradığını, acısını paylaştığını ifade ettiğini anlatan Şahin, Ceber`in babasının son derece olgun bir insan olduğunu ve suçluların  cezalandırılmasını istediğini bildirdi. Şahin, gazetecilere, `Olayların üstüne üstüne gidiyorsunuz, duyarsız kalanları bile duyarlı hale getirecek sorumluluk  üstleniyorsunuz` dedi. Adalet Bakanlığı görevine başladığı ilk haftalarda gazetelerin hep 301`i sorduğuna dikkat çeken Şahin, TCK`de yapılan değişiklikle  izin prosedürünün tekrar gelmesiyle 301`in hem gazetecilerin hem de Avrupa Parlamentosu`ndan gelen heyetlerin gündeminden çıktığını söyledi.

İşkence ilk kez devlet raporunda

Şahin`in görevlendirdiği müfettişler Ceber`in işkence sonucu öldüğünü tespit ederken hazırladıkları raporla birlikte `işkence` kavramı da devletin resmi  raporlarına ilk defa girmiş oldu. Bugüne kadar hazırlanan raporlarda `işkence` ifadesi yerine `kötü muamele` veya `darp` ifadeleri kullanılıyordu. 

Adalet müfettişlerinin raporunda `cezaevinde işkence suçunun işlendiği konusunda ciddi deliller bulunduğu` ifadelerine yer verildi.

Müfettişlerin Metris Cezaevi`nde pazartesi günü başladıkları incelemenin salı sabahına kadar sürdüğü öğrenildi. Müfettişler ön raporu özel zarf içinde Şahin`e  ulaştırdı. Ön rapor doğrultusunda 19 görevlinin hızla açığa alınması ise dikkat çekti. Daha önce esas rapor çıkmadan görevliler açığa alınmıyordu. 

Esas rapora göre görevliler ihraç da edilebilecek.

GEREĞİ YAPILACAK

İçişleri Bakanı Beşir Atalay da Ceber`in gözaltında bulunduğu süre içerisindeki durumuyla ilgili bir mülkiye başmüfettişi, bir polis başmüfettişi 

görevlendirdiğini söyledi. Atalay, `Türkiye hukuk devletidir, hiçbir şekilde işkenceye müsamaha gösterilemez. Konu incelenecek ve hukuk devleti olmanın gereği neyse o yapılacaktır` diye konuştu.

Hz. Ömer gibi düşünmek isterim

Ceber`in ölümünün ardından Şahin`in sorumluları hemen görevden alması ve özür dilemesi kamuoyunda takdirle karşılandı. Basın toplantısında takdirleri  hatırlatan gazetecilere Şahin `Görevimi yaparken, devlet sorumluluğumu yerine getirirken, Hz. Ömer gibi düşünmek isterim. Dicle kenarında otlayan bir kuzuyu kurt kapsa, ilahi adalet onu Ömer`den sorar` karşılığını verdi. Özür dünyada da yankı buldu. The Guardian, özrü ender rastlanan bir gelişme olarak nitelendirdi. BBC de haberi `Türkiye, hapisteki ölüm için özür diledi` başlığıyla verdi. Washington Times ender rastlanan bir jestle aileden özür dilediğini yazdı.

Nuriş`in adamı gardiyanlar arasındaydı Ceber`in arkadaşları Özgür Karakaya ve Cihan Gün`ün cezaevinde teşhiste bulunduğu öğrenildi. Vatan`ın haberine göre gardiyanlar Karakaya ve Gün`ün  karşılarına resmi kıyafetleriyle çıkarıldı. Teşhis edilen gardiyan Cuma K.`nın cezaevine 3 tabanca ve esrar sokarak Nuri ve Vedat Ergin`e yardım ve yataklık  suçundan hüküm giydiği ve 2.5 ay hapiste kaldığı ortaya çıktı. Cuma K. tahliye olduktan sonra göreve iade edildi.

Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi yaklaşık 50 kişilik grup da cezaevi önünde Ceber`in ölümünü protesto etti. Ceber`in avukatı Taylan Tanay, Şahin`in özür dilemesini olumlu, ancak yeterli bulmadıklarını söyledi. Tanay, `Şüpheliler en ağır şekilde cezalandırılmalıdır` dedi. 

Tanay, Şahin`in  açıklamasından sonra işkenceye tanık olan bazı mahkumların vicdan azabı çekerek ifadelerini değiştirdiklerini söyledi.

16.10.2008

EVİN GÖKTAŞ- BİLAL ÇETİN

ANKARA

Yeni Şafak


https://groups.google.com/g/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/c/fnoBPTqLb3w


************

Adaletin Temsilcileri Noterler Birliği toplantısında buluştu.


ANTALYA(CİHAN)-

     Antalya`da yapılan İkinci Akdeniz Ülkeleri Noterlikleri Kollokyumu, adalet sisteminin önderlerini bir araya getirdi. Adalet Bakanı Mehmet Ali  Şahin`  den Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker`e, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkan Vekili Kadir Özbek`ten Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Boyrazoğlu`na  kadar birçok adliye çalışanı toplantıda buluştu.

İlki 1996 yılında Fransa`nın Marsilya kentinde gerçekleştirilen Kollokyum`a bu yıl Türkiye ev sahipliği yapıyor. Antalya`nın Belek bölgesindeki Rixos Premium  Otel`de gerçekleştirilecek toplantı 4 gün sürecek. İstiklal Marşı`nın okunmasıyla başlayan toplantının açılış konuşmasını Türkiye Noterler Birliği Başkanı Hasan Yeni yaptı. Amaçlarının diyalogu sürdürmek olduğunu bildiren Yeni, karşılaşılan sorunların ortak akılla çözüme kavuşturulması için çalıştıklarını dile getirdi. Noterliğin devlet tarafından verilmiş kamusal bir yetki olduğunu hatırlatan Yeni, hukuki anlaşmazlıkları önlemede katkı sağladığını aktardı. Noterlerin yazılı hukukun en önemli koruyucusu olduğunu söyleyen Yeni, bu yıl 60. yıldönümünü kutlayan Uluslararası 

Noterler Birliği`nin tüm ülkelerin noterlik birliklerine önderlik yaptığını belirtti. 

Bu toplantının Türkiye`deki noterlik sisteminin Avrupa`ya uyarlanması için katkı sağlayacağını bildiren Yeni, ayrıca mesleğin sorunlarının ortadan kaldırılmasına da fırsat oluşturmasını beklediklerini iletti.

Uluslararası Noterler Birliği Başkanı Eduardo Gallino ise noterlerin tarafların ihtilafa düşmemesi adına görev yaptıklarını söyledi. Önleyici adalet görevi yaptıklarını bildiren Gallino, 76 üye ülkenin birliğe bağlı olduğunu açıkladı. Türkiye`nin fikirlere ve insanlara gümrük uygulamadığını sadece dostluk kapılarını açtığını söyleyen Gallino, Türkiye`de hukuk sisteminin uluslararası modern seviyede olduğunu iletti. Atatürk`ün yaptığı reformlardan sonra noterliğin modern noterliğe adım attığını belirtti. Mortgaga krizini hatırlatan Başkan Gallino, `Acaba Amerika`  da konut hakkına saygı duyuldu mu? 

Çünkü konut hakkı mutlaka hukuki güvence altında olması lazım. Bunun için emlak satışlarının da noter ya da farklı bir şekilde güvence altında tutulması gerekir.` şeklinde konuştu.

`NOTERLER GÜVENCE SAĞLIYOR`

Noterlik müessesinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyleyen Bakan Mehmet Ali Şahin, insanların alışverişlerinde güvence aradıklarını vurguladı.

Bu güvencenin noterler tarafından sağlandığını bildiren Şahin, `Noterler daha uyuşmazlık doğmadan çözüm üreten kişi ve kurumlardır. Ayrıca yargıya intikal  edecek birçok konunun yargının çözmesi gerekecek birçok ihtilafın yargıya intikal etmeden çözümünü sağladığı için adaletin işini kolaylaştırırlar. 

Yargıya intikal eden uyuşmazlıklarda da noterlerin işlemleri sonucu oluşan belgeler yargılamaya hız kazandırır. Hukukçular bilir ki önlerine gelen belge noter tasdikliyse başka belge aranmaz ve adalet sistemi hızlanır.` dedi.

BAKAN ŞAHİN: YENİ SUÇ TİPLERİ ORTAYA ÇIKTI

Küreselleşen ve teknolojide gelişen dünyada yeni suç tiplerin ortaya çıktığını ifade eden Bakan Şahin, uluslararası suç örgütlerinin doğduğunu söyledi. 

Bu durumun yargının iş yükünü arttırdığına dikkat çeken Şahin, şunları ifade etti: `Bunu ortadan kaldırmak için hakim ve savcı açıkları kapanmalı, personel sıkıntısı sona erdirilmelidir. Eğer çağın gerektirdiği şeylere mevzuatınız yetmiyorsa onu değiştireceksiniz. Türkiye`de yargının iş yükü azalmıyor artıyor. Hakim ve savcıların yılda baktıkları dosya adedinin arttığı görülüyor.`

Bu yoğunluğu azaltmak için bir dizi tedbir çalışması yaptıklarını ifade eden Şahin, bunlar arasında bulunan ombudsmanlık sisteminin yargıdan döndüğünü hatırlattı. Anayasada değişiklik yaparak ombudsmanlık kavramının Türkiye`ye kazandırılacağını söyleyen Şahin, sözlerini şöyle tamamladı: 

`Arabuluculuk sistemini kurabilir miyiz diye uğraşıyoruz. Kanun tasarısı şu an komisyonda görüşülüyor. Ayrıca noterlere ilave görevler vererek yargının yükünü biraz daha azaltmayı planlıyoruz. Çekişmesiz yargı ve delil tespiti konusunda noterlere görev verebilir miyiz? Mesela veraset davası çekişmesiz  yargıdır. Bu konu noterlere verilebilir. Ben bu konuda olsun ya da olmasın diye bir şey belirtmiyorum, ama bu toplantıda konunun irdelenmesinde fayda olduğunu düşünüyorum. Ayrıca mesleğe giriş şartları, meslek içi eğitim var mıdır diye tartışılmasının da uygun olacağını düşünüyorum. Ulusal yargı ağı projesini uyguluyoruz. Bu ağ içinde Türkiye noterle birliğinin de yer alması için ciddi çalışmalar yaptık. Bu konuda da yakın zamanda değişiklikler gerçekleşmiş olacak.`

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker de, 1512 Sayılı Noterlik Yasası`nda noterliğin bir kamu hizmeti olduğunun hüküm altına alındığını hatırlattı. 

Hem yargıda hem noterlik sisteminde işlemlerin elektronik ortamda yapılmasının yargın işini azaltacağını dile getiren Başkan Gerçeker, Türkiye Noterler Birliği`nin özgün yapılanmasının örnek teşkil ettiğini ifade etti.

İkinci Akdeniz Ülkeleri Noterlik Kollokyumu`na katılanlar arasında Antalya Valisi Alaaddin Yüksel, Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Hüseyin Boyrazoğlu, 

Antalya Cumhuriyet Başsavcısı Osman Vuraloğlu, Ankara Adalet Komisyonu Başkanı Yılmaz Uğurlu, Antalya Emniyet Müdürü Feyzullah Aslan, çeşitli illerin  noter birlikleri başkanları da yer aldı.

(CİHAN)

2008-10-16 CİHAN


https://groups.google.com/g/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/c/fnoBPTqLb3w


***********

Karayalçın 7 yıl sonra CHP`de


   Baykal`ın parti içi demokrasi uygulamalarını protesto ederek 2001`de CHP`den istifa eden SHP Genel Başkanı Karayalçın yuvasına döndü.  

Karayalçın CHP`den Ankara belediye başkanı adayı.

SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, CHP`nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı`na aday olacak. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile görüşen  Karayalçın `  Geniş bir anlayış birliği içindeyiz. Önümüzdeki günlerde bu doğrultuda daha somut bir adım atılacak, süreç başladı` dedi. 2001 yılında CHP`den ayrılan Karayalçın 7 yıl sonra adaylık için yeniden CHP saflarına geçecek. SHP lideri Karayalçın dün CHP Genel Merkezi`ne gelerek CHP lideri Baykal ile baş başa görüştü.

Görüşmenin ardından Karayalçın ile birlikte basının karşısına geçen Baykal , `Kamuoyunun Ankara`da nasıl bir oluşum gerçekleşeceği konusunda beklenti ve talep içinde olduğunu belirterek, `Kendisi de yapıcı bir değerlendirme yaptı. Bir gazeteciye yaptığı açıklamada `Dolaylı değil doğrudan görüşmeliyiz` deyince kendisini aradım` dedi.

ADAYLIK HENÜZ KESİN DEĞİL

BAYKAL, bir gazetecinin `Karayalçın için CHP`nin Ankara adayı diyebilir miyiz` sorusuna, `Böyle bir açıklamanın bizi hiç şaşırtmayacağını söyleyebilirim. 

Süreç başlamıştır. Bu birden nasıl gerçekleşti diye şaşıracaksınız` yanıtını verdi. Karayalçın da `Aday olursanız CHP mi, SHP adayı mı olacaksınız` sorusuna, 

`Kimseyi şaşırtmayacak bir açıklamayı önümüzdeki günlerde yapacağız` yanıtını verdi. 

DEMOKRASİ İÇİN İSTİFA ETMİŞTİ

CHP`nin aday göstermeye hazırlandığı Karayalçın böylece 7 yıl aradan sonra yeniden CHP saflarına katılmış olacak. 

CHP`den 12 Nisan 2001`de istifa eden Karayalçın, `Ayrılmamın öncelikli nedeni, parti hukukuna ve parti içi demokrasiye aykırı olarak yapılan uygulamalardır` demişti.

2008-10-16  Star


https://groups.google.com/g/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/c/fnoBPTqLb3w


*************


`Kürdoloji Enstitüsü kurulsun`


Diyarbakır Barosu, Dicle Üniversitesi (DÜ) bünyesinde `Kürdoloji Enstitüsü` ile Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü`nde `Kürt Dili ve Edebiyatı` ana bilim dalı kurulması için rektörlüğe başvurdu.

Baro Başkanı Sezgin Tanrıkulu, İstanbul ve Ankara`daki üniversitelerinde aynı bölümleri açması gerektiğini söyledi. Tanrıkulu, hiçbir yasal engel bulunmadığını ifade ederek, `Bu hem demokratik hukuk devleti olmanın hem de AB sürecinin kriterleri açısından bir zorunluluktur` dedi. 

ENGİN ÖZTÜRK

2008-10-16 Star

https://groups.google.com/forum/?hl=tr#!topic/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/fnoBPTqLb3w


*************

Bir İşkence İddiası da Sincan`dan


Metris Cezaevi`ndeki işkencenin yankıları sürerken, Sincan Cezaevi`nde yeni bir işkence skandalı ortaya çıktı.

Karakolda ve konulduğu Metris Cezaevinde gördüğü işkence sonucu hayatını kaybeden Engin Ceber`e ilişkin yankılar sürerken, Sincan 1 Nolu 

F tipi Cezaevi`nde yeni bir işkence skandalı ortaya çıktı.

Derya Bakır, Sincan F tipinde yasadışı bir sol örgüte üye olmak suçlamasıyla tutuklanan kardeşi Deniz Bakır`ı Şeker Bayramında ziyaret etmek istedi. 

Cezaevi yönetimi kendilerine 3 Ekim 2008 günü açık görüş için tarih verdi. Derya Bakır, kardeşinin koğuş arkadaşları Erol Zavar, Mahmut Soner`in ailesiyle birlikte toplam 10 kişi Sincan F tipine geldi. Saat tam 15.00`te kendilerine ayrılan görüşme salonuna geçtiler.

GÖRÜŞ GEÇ BAŞLADI

Radikal gazetesinden Hasan Benli`nin haberine göre, Bakır`ın kardeşi ve koğuş arkadaşları zamanında görüşme salonuna getirilmedi. Tutuklu yakınları yaklaşık 15 dakika salonda beklemek zorunda kaldılar. Zaman çok önemliydi, çünkü sadece bir saat açık görüş yapabilme imkânları vardı. Derya Bakır`ın  anlattıklarına göre gecikmeli de olsa görüşme başladı. Görüş devam ederken mesane kanseri Erol Zavar`ın astım hastası annesi Fikriye Zavar, gardiyanların içtiği sigaradan kaynaklı olarak rahatsızlandı. Derya Bakır, Fikriye Zavar`ın sigaradan etkilendiği ve sigara içilmemesini gardiyanlardan talep ettiklerini belirterek `Gardiyanlar biz içeriz hasta olan gelmesin. Bize yasak yok` diye yanıt verdiler. Biz bir gerilimin yaşanmaması nedeniyle tartışmayı sürdürmedik` dedi. Bakır`ın iddialarına göre gardiyanlar verdikleri bu yanıta rağmen sataşmalarını sürdürdü. Ve görüşmenin bitmesine 20 dakika kala gardiyanlar görüşmenin bittiğini belirterek, salonun boşaltılmasını istedi.

BURADA YASAYI BİZ KOYARIZ

Ancak tutuklu ve hükümlü yakınları görüşün zaten geç başladığını ve daha zamanların bulunduğu belirterek itirazda bulundu. Bakır, şunları anlattı: 

`Bunun üzerine `o (adını bilmiyorum ama görürsem teşhis ederim) gardiyan ne hakkıymış sizin gibilere hak, hukuk yok. Burada yasaları biz koyarız` dediler. 

Bu sırada bir arbede yaşandı. Gardiyanlar Deniz, Erol ve Mahmut`u çekmeye başladılar. Erol Zavar mesane kanseri ve karnı kötü görünüyordu. 

Onunda sandalyesini çekmeye ve döverek götürmeye başladılar. O anda anneler, çocuklarının üzerine kapandılar. Bende kardeşimin üzerine kapandım. 

Ancak bize de tekmelerle vurmaya başladılar. Bizi yaka paça dışarı çıkardılar. `Sizleri şikâyet edeceğiz` dedik. Ama`yakınlarınız ellerimizde` dediler. 

`Fazla ileri gitmeyin` diye bizi tehdit ettiler.`

2008-10-16


https://groups.google.com/forum/?hl=tr#!topic/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/fnoBPTqLb3w

************


 Danıştay Dersini almış.,

Danıştay, Liman-İş Sendikası`nın İzmir Limanı`nın özelleştirilmesine karşı açtığı davayı reddetti. Patronlar, bu kararı sevinçle karşıladı.

soL (İzmir) Danıştay`ın açılan yürütmeyi durdurma davalarını reddetmesi üzerine, artık İzmir Limanı`nın özelleştirilmesinin önünde hiçbir engel kalmadı. 

İzmirli patronlar, karara çok sevindiklerini yaptıkları açıklamalarla gösterdiler.

Ege Bölgesi Sanayi Odası Başkanı Tamer Taşkın, `hayırlısı olsun. Zaten dört gözle beklediğimiz bir haberdi. Gayet iyi oldu. Türkiye`nin artık yürütmeyi 

durdurmalarla kaybedecek vakti yok. Kesinlikle olumlu bir gelişme` derken, Deniz Ticaret Odası İzmir Şube Başkanı Geza Dologh ise İzmir Limanı`nın önünün açıldığını söyledi.

`Kararın çabuklaştırılmasını istemiştik, kabul etmişler`

İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı Ekrem Demirtaş, `öncelikle 13. Hukuk Dairesi`ne çok teşekkür ediyoruz. Son 15 gündür kararın çabuklaştırılması ile ilgili taleplerimiz olmuştu, bu taleplerimizin etkisiyle bu olumlu karar alınmıştır` dedi. Ege İhracatçı Birlikleri Başkanlar Kurulu Başkanı 

Mustafa Tükmenoğlu, kararı, limanın sahipliğiyle ilgili uzun süredir bekledikleri bir adım şeklinde değerlendirdi.

Liman-İş Sendikası ve Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi Vakfı, TCDD Genel Müdürlüğü`ne ait İzmir Limanı`nın 49 yıl süreyle işletme hakkının 

verilmesi yöntemiyle özelleştirilmesi amacıyla 3 Mayıs 2007`de yapılan ihalenin, `limanın değerinin çok altında bir fiyata, resmen peşkeş çekildiği` gerekçesiyle yürütmesinin durdurulması istemiyle dava açmışlardı.

2008-10-16 soL


https://groups.google.com/forum/?hl=tr#!topic/arataer_hukuk__kultur_sanat_portali/fnoBPTqLb3w


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

 

************

3 Ekim 2020 Cumartesi

BİLGESAM (BİLGE ADAMLAR STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ) TANITIMI

BİLGESAM (BİLGE ADAMLAR STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ) TANITIMI


 



Tugay Büyük*

Trakya Üniversitesi Uluslararası ilişkiler bölümü 2.sınıf öğrencisi 


   Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Şişli-İSTANBUL merkezli, 2007 yılında kurulmuş, bağımsız bir stratejik araştırmalar merkezi, düşünce kuruluşudur. 

“ Küresel ve Bölgesel Barış, Huzur ve Refah için… “ sloganıyla yola çıkmış olan BİLGESAM’ın yurtiçi ve yurtdışında da birçok temsilciliği bulunmaktadır. Kurulduğu günden bu yana başkanlık görevini sayın Doç. Dr. Atilla SANDIKLI üstlenmektedir. 

 Başkanı olduğu kuruluş hakkında bilgi almak üzere Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile söyleşi yapacağız. Doç. Dr. SANDIKLI Lisans öğrenimini Kara Harp Okulunda, Yüksek Lisans öğrenimini Kara Harp Akademisi’nde, Doktora öğrenimini İstanbul Üniversitesi’nde Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları üzerine ve en nihayetinde Doçentliğini ise aynı üniversitede “Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri-Türk Dış Politikası “ üzerine yapmıştır. Kendilerinin Uluslararası İlişkiler alanında pek çok yayın sahibi olmasının yanında, birçok kurumda idari görevlerde bulunmuş, birçok üniversitede çeşitli dersler vermiştir. Öz geçmişi ve eserleri hakkında daha ayrıntılı bilgi almak isteyenler BİLGESAM sitesinden kendilerinin öz geçmişlerine ulaşabilirler. 

SÖYLEŞİ BÖLÜMÜ 

Soru: BİLGESAM’ın kurulmasında temel faktör ve amaç neydi? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – BİLGESAM’ın kurulmasında temel faktör bilge adamların deneyimleri ile genç ve dinamik araştırmacıların bir araya getirilmesiyle ortaya çıkacak sinerjinin yapılan çalışmalara yansıtılmasıdır. Burada iki dinamik ön plana çıkmaktadır. 

Bunlardan birincisi Türkiye’nin akil adamları diyeceğimiz devlet yönetiminde görev almış bakanlar, müsteşarlar, valiler, üst seviyedeki askerler ve herkesin saygı duyacağı öğretim üyelerinin oluşturduğu belirli bir grup. Diğeri de Türkiye’deki genç ve dinamik araştırmacılardır. Gençler dinamik bir yapıya sahiptir ancak tecrübe birikimi sınırlıdır. Bu nedenle akil adamların tecrübe ve deneyimleriyle, genç araştırmacıların dinamizminin birleştirilmesi oldukça faydalı olacaktır. Dolayısıyla tecrübe, deneyim ve bilgi birikimiyle dinamizmi bir araya getiren bir araştırma merkezi Türkiye’ye büyük katkılar sağlayabilecektir. BİLGESAM’ın temel farklılığını bu oluşturmuştur. 

Diğer bir nokta da; stratejik araştırma merkezleri çoğunlukla ya hükümet tarafındadır yani yönetim taraftarıdır veya tamamen muhalefettedir yani muhalefet yaparlar. BİLGESAM ise farklı görüşleri ve farklı bilim dallarının etkileşiminden doğan sinerjiyi dikkate alan optimal değerlendirmeler ve araştırmalar yapan, herkesin güvenebileceği senaryolar ve politikalar üreten bir merkezdir. 

BİLGESAM’ın teşkilatında Bilge Adamlar Kurulu vardır. Bu kurulda az önce saydığımız tecrübe ve bilgi birikimleriyle herkesin saygınlığını kazanmış akil insanlar yer almaktadır. 

Akademik Danışma Kurulu vardır. Bu kurulda herkesin yakından tanıdığı bilim insanları bulunmaktadır. Bunların dışında diğer araştırma merkezlerinden farklı olarak gençlik platformu da vardır. BİLGESAM, Türkiye’deki üniversitelerin öğrenci kulüplerini ve gençleri BİLGESAM-TUİÇ Platformunda bir araya getirmekte ve sadece bu günün uzmanlarına ve yöneticilerine değil Türkiye’nin geleceğine de hitap etmektedir. 

Soru: Bilimsel yapı olarak BİLGESAM’ın savunduğu değerler ve özellikler nelerdir? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – BİLGESAM’ı diğer araştırma merkezlerinden en fazla ayıran nokta çağcıllık, bilimsellik ve akılcılıktır. Gücünü herhangi bir ideolojiye sahip olmamasından almaktadır ama ideolojileri de dışlamamaktadır. Her ideolojinin veya farklı bir disiplinin olaya veya herhangi bir şeye farklı bakış açılarıyla, farklı paradigmalarla bakmasına neden olacağını bu nedenle ideolojilerin ve farklı bilim dallarının çok büyük hizmet gördüğünü, çok gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle BİLGESAM olayı daha doğru algılayabilmek için farklı ideolojilerden farklı bilim dallarından istifade ederek politikalar üretmeye çalışmıştır. Bu açıdan baktığımızda BİLGESAM, ideolojilerin ve bilim dallarının arasında ülkenin ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak birlikte sinerji oluşturmaya çalışmış, doğru ve uygulanabilir politikaların belirlenmesine katkı yapmıştır. 

Soru: BİLGESAM’ın mevcut araştırmalarındaki temel öncelikleri nelerdir? Hangi konularla ilgili araştırma yapılmaktadır? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – Dediğimiz gibi BİLGESAM’ın üç alanda çalışmaları öncelik taşımaktadır. İlk ikisini daha önce söylemiştik; biri iç politikaya, Türkiye’nin iç siyasetine yönelik olan, diğeri dış politikaya yönelik çalışmalar, üçüncüsü de teknoloji çalışmalarıdır. Küreselleşen dünyada teknolojiler gerek dış politikayı gerekse iç politikayı doğrudan etkilemektedir. Bu etkileşimi dengeli bir şekilde yürütebilmek ve analiz edebilmek için çalışmalar bu alanlarda yürütülmektedir. 

BİLGESAM iç politikada evrensel değerlere, dinamiklere Türkiye’nin uyum sağlaması yönünde neler yapması gerektiği noktasında odaklanırken, dış politika konularında bölgesel ve küresel barış ve istikrara Türkiye’nin en fazla ne kadar katkı sağlayabileceği, bu süreçleri nasıl geliştirebileceği yönünden çalışmalara ağırlık vermektedir. Teknoloji konusunda da özellikle nanoteknoloji ve ileri teknolojiler çalıştayları yapmak suretiyle bu etkileşim takip edilmektedir ve bu alanların birbirleriyle etkileşimleri üzerinde durulmaktadır. 

Soru: BİLGESAM’ın merkezi neden Ankara’da değil de İstanbul’dadır? Bunun sebebi BİLGESAM’ın Avrupa’ya daha yakın olması isteği ile ilgili midir? 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI – Ankara Türkiye’nin başkentidir ancak gerek siyasi elit grubun, ekonomik yapıların, gerekse sosyo-kültür yapılarının tarihsel merkezi İstanbul’dur. Bu nedenle geniş akil adamlar kurulu, daha geniş bilim kurulu oluşturabilmek ve gençlik platformu olarak gençlere ve Türk halkının büyük çoğunluğuna doğrudan ulaşabilmek için İstanbul’un merkez olması bizim için önemlidir. 

BİLGESAM Güz, Bahar ve Yaz dönemleri olmak üzere her dönem sayıları 8 ila 10 arası değişen Stajyer almaktadır, fakat genellikle Yüksek Lisans ve Doktora öğrencileri tercih edilmektedir. 

Başvurular internet sitelerinden yapılabilir. BİLGESAM ile ilgili daha fazla bilgiye, eserlerine, düzenli olarak yayınladıkları Dış Politika Raporlarına, son gelişmeler ile ilgili değerlendirmelerine, önemli şahsiyetler ile yapılan söyleşilere ve Toplantı sonuçlarına “ http://www.bilgesam.com “ adresli sitelerinden ulaşabilirsiniz. Sitenin Türkçe, İngilizce ve Rusça dil seçenekleri bulunmaktadır. 

İSTANBUL;

Mecidiyeköy Yolu Caddesi (Trump Towers Yanı) 

No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36 

Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 

Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 


ANKARA;

Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 

A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 

Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 

www.bilgesam.org 

bilgesam@bilgesam.org 


 ***

ULUSLARARASI ORTADOĞU KONGRESİ HATAY DEKLARASYONU.,

ULUSLARARASI ORTADOĞU KONGRESİ HATAY DEKLARASYONU.,



ULUSLARARASI ORTADOĞU KONGRESİ HATAY DEKLARASYONU ( GEÇİCİ BAŞKANLIK AÇIKLAMASI )


12 Kasım 2010, Hatay


1 – “1. Uluslararası Ortadoğu Kongresi” 10-12 Kasım 2010 tarihleri arasında Hatay’da yapıcı ve samimi bir ortam içinde cereyan etmiştir.

      Hatay Valiliği iş birliği ile Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) tarafından düzenlenen Kongre’de “Irak” ana teması üzerine odaklanılmıştır. Toplantı’ya; Irak’a komşu ülkeler, ABD, Avrupa ülkeleri, Hindistan, BM ve Arab Birliği’nden, devlet adamları, diplomatik misyon temsilcileri, akademisyenler ve medya temsilcileri katılmışlardır. Kongre çalışmalarında Irak’ın mevcut durumu ile ilgili sorunlar etraflıca irdelenmiştir.

Bu çerçevede; “Bir Uluslararası Güvenlik Sorunsalı Olarak “Irak”, “Irak’ta Politik Aktörler: Çatışma ve İş Birliği”, “Irak Tipi Federalizm, Demokratikleşme ve Politik İstikrar”, “Irak'ın İstikrarı İçin Bölgesel ve Küresel İş Birliği”, “Türk Dış Politikasında Çok Boyutlu Bir Unsur Olarak Irak” konuları ele alınmış ve söz konusu ülkeler ve kurumlar arasında iş birliği gerçekleştirilebilecek alanlara dair görüş teatisinde bulunulmuştur.

2 – Kongre sırasında, etkinlik mekânı olarak Hatay’ın seçilmesinin önemi vurgulanmış, Irak’ın toprak bütünlüğünün güvence altına alınmasının en öncelikli hedef olarak belirlenmesinin, Irak’la ilgili aktörlerin Bölge ve dünya barışı için siyasi, ekonomik, kültürel ve stratejik alanlarda iş birliği içerisinde olmalarının bir zorunluluk olduğunun vurgulanması kararlaştırılmıştır. Bu kararın, ilgili tarafların dikkatlerine sunulması oy birliğiyle kararlaştırılmıştır.

3 – Irak’ın toprak bütünlüğü tüm komşu ülkeler için stratejik öneme haizdir. Ülke’de millî bütünlüğün sağlanması komşu ülkeler arasındaki sorunların çözümüne ve gerilimlerin azaltılmasına ve dolayısıyla Bölge ve dünya barışına büyük katkı sağlayacaktır. Bölge’de ABD tarafından uygulanan ve kimi bölgesel aktörler tarafından kabul gören kimlik politikaları Irak’ın bütünlüğü ve bölgesel barışın önünde ciddi engel teşkil etmektedir.

4- Ortadoğu’da sorunların çözümü bölgenin kendi kültürel ve insani kaynaklarının harekete geçirilmesi ile mümkün olabilir. Irak bu geçiş döneminde Bölge ülkelerinin yardımına ve dayanışmasına muhtaçtır, dış  aktörlerin Bölge’deki müdahaleleri asgari düzeye indirilmelidir. Irak’ın Bölge’de yeniden yükselmesi tüm

Bölge’nin yükselişi ve dünya barışı için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Irak’a Komşu Ülkeler Girişimi’nin güçlendirilerek sürdürülmesi, İslam Konferansı Teşkilatı ve Arap Devletleri Birliği gibi bölgesel örgütlerin bölgesel ve Irak düzeyindeki etkinlikleri artırılmalıdır.

5- Irak’ta din ve etnik kökenli kimliklerin ön plana çıkarılması ülke bütünlüğünün sağlanmasının önünde en önemli engeldir. Yeni oluşan kurumların etnik ve mezhebi temellere göre düzenlenmesi ciddi bir istikrarsızlık kaynağıdır. En önemli aktör pozisyonu, bir bütün olarak Irak devletine ait olmalıdır. Güvenli bir Irak tümüyle demokratikleşmiş kurumlarla mümkün olabilir. Irak ulusunu oluşturan tüm bileşenlerin temsil edilebildiği, “bir arada yaşama”, “ülkesel egemenlik” ve “bireysel özgürlükler” ilkelerini göz önünde bulunduran bir anayasanın ilgili taraflarca yeterince tartışılarak, temkinli ve yeterli bir süreç içerisinde hazırlanması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yaşanan geçiş sürecinde Irak için kapsamlı bir kamu yönetimi reformuna duyulan ihtiyacın dikkate alınması Kongre’de önerilmiştir.

6- Bölge ülkeleri arasında vize kolaylıklarının sağlanması, sağlıklı iletişim kanallarının açılması, Bölge barışına büyük bir katkı sağlayacaktır. Güvensizliğin maliyeti ortadan kaldırılmalıdır.

7- Irak’ın enerji kaynaklarına olan bağımlılık tüm dünyanın enerji güvenliğini tehdit etmektedir. Buna ek olarak, istikrarın sağlanamamış olması, terör faaliyetlerinin engellenememesi ve benzeri nedenlerden dolayı Irak, Batılı ülkeler başta olmak üzere dünya kamuoyu tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır.

Yeterli düzeyde “kamu diplomasisi” faaliyeti yürütülerek Ülke’nin doğru tanıtımının sağlanması, güvenlik sorunlarının büyük ölçüde dış kaynaklı ve bu sorunlardan asıl mağdur olanın Irak olduğunun anlatılması gerekmektedir.

8 – ABD’nin ayrılması ile birlikte, gerekli yasal çerçevenin de tam olarak çizilmemiş olması nedeniyle, komşu ülkeler ortaya çıkan son durumda Irak’a daha fazla müdahil olma imkânı bulmaktadırlar. Tüm aktörlerin çıkarları Irak’ta istikrarın sağlanması yönünde olmasına rağmen, istikrarın nasıl sağlanacağı  noktasında ciddi ayrışmaların bulunduğu gözlenmektedir. Bu noktada ilgili aktörlerin kendilerini en iyi şekilde ifade etmelerinin yollarını bulmaları için sağlıklı iletişim kanallarının açık tutulması ve uzlaşı için gerektiğinde fedakârlıklardan kaçınılmaması gerekmektedir. Komşu ülkeler Irak’ta daha yakın ilişki içerisinde oldukları unsurları Irak’ın birliğinin sağlanması ve korunması yönünde teşvik etmelidirler.

9- Genelde Ortadoğu, özelde Irak ile ilgili bilgi kirliliğinin önüne geçilmelidir. 

Bunun tek yolu bilginin bizzat Bölge’deki unsurlar tarafından üretilmesidir.

12 Kasım 2010, Hatay


https://tasam.org/Files/Icerik/File/_1_uluslararasi_orta_dogu_kongresi_sonuc_raporu_54a74e6e-9ff3-4ee1-91d9-629781f61908.pdf



***

TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ

 TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ  




Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 

Hazırlayan: Sibel KARABEL 

Türkiye-Rusya İlişkilerinin Dinamikleri 

BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı, Arjantin La Plata Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Kürsüsü Sekreteri Ariel Gonzales Levaggi ile gerçekleştirdiği söyleşisinde Türkiye ve Rusya ilişkilerini değerlendirmektedir. 

Soru: Soğuk Savaş sonrası Türkiye-Rusya ilişkilerinin dinamiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Atilla Sandıklı: Soğuk Savaş döneminde Rusya ve Türkiye farklı güvenlik ittifaklarına bağlı olduklarından ilişkilerini interaktif ve etkin bir şekilde geliştirme imkanı bulamamışlardır. Dolayısıyla iki ittifak sisteminin (Rusya ve ABD) politikaları büyük ölçüde Türkiye-Rusya ilişkilerinin belirleyicisi durumundaydı. 

Soğuk Savaş’ın yumuşama dönemine geldiğimizde, özellikle AKKA Anlaşması (Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması)’ndan sonra, Rusya-Türkiye ilişkileri güven ortamına yönelik bir eğilim göstermeye başlamıştır. 

İki kutuplu dünya son bulduktan sonra, özellikle Varşova Paktı ve SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan 

Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanması sonrasında ise; Türkiye-Rusya ilişkilerinde bölgeye yönelik bir rekabet yaşanmaya başlandı. Türkiye, bu devletlerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve devlet olarak ortaya çıkmaları doğrultusunda çeşitli problemlerin yaşanması ve Rusya’ya rağmen bu bölgeye yönelik politika yürütülmesinin zor olduğunu anladı. Uygulanan politikalarda rekabet ve işbirliği aynı anda gelişmeye başladı. AKKA Anlaşmasıyla başlayan güven ortamı, Soğuk Savaş sonrasında işbirliğinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlamaya başladı. Bu güven ortamı işbirliğini artırmaya başlayınca, Sovyetler’den ayrılan Türk Cumhuriyetlerinin devlet olarak varlıklarını geliştirmeye ve sürdürülebilir yapılarını oluşturmasına paralel olarak Türkiye-Rusya ilişkileri de rekabet ortamından daha çok işbirliği alanlarına doğru hızla kaymaya başladı. 




Bu dönemde Rusya’nın hem NATO hem de ABD ile ilişkilerinin iyi bir şekilde gelişmesi de bu sürece katkıda bulundu. Bu iyi ilişkiler Türkiye-Rusya ticaret hacmine; ekonomik ilişkilerine; turizm gibi sosyo-ekonomik, sosyo-politik alanlara ve daha sonra ise enerji ve güvenlik alanlarına hızlı bir şekilde olumlu yönde yansımıştır. Yani denilebilir ki; AKKA ile başlayan güven ortamı; Sovyetlerin dağılmasıyla rekabet ortamına; daha sonra rekabet ve işbirliğine ve sonra ise işbirliği sürecinin başlamasına doğru çevirilmiştir. 

Bu noktada, bu sürece katkıda bulunan önemli bir faktörü de eklemek gerekir. Bu dönemde Rusya iç bütünlüğünü sağlamaya çalışan, yeni baştan güç olma çabasında nisbeten zayıf bir devletti. Dolayısıyla tüm ülkelerle olumlu ilişkiler kurmaya gayret göstermekteydi. Rusya’nın Çeçen İç Savaşı’ndan sonra tekrar iç bütünlüğünü sağlaması, petrol fiyatlarının artmasıyla ekonomik yapısının güçlenmesi ve özellikle Putin yönetimiyle birlikte tekrar büyük bir güç haline gelmesine doğru bir evrim geçirdiği söylenebilir. 

Bir yandan da tarihsel süreçteki gelişme eğilimlerine uygun olarak; Rusya eski etki coğrafyasına (eski Sovyet devletleri) ek olarak Doğu Akdeniz ve Suriye gibi ülkelerdeki etkileşimini ve varlığını hissettirmeye başladı. 

Özellikle Güney Osetya ve Ukrayna Krizleri göstermiştir ki; Rusya Batının Sovyet coğrafyasına girmesini tehdit olarak algılamıştır. Hem Ukrayna’da hem de Gürcistan’da iç savaşın çıkmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Doğu Akdeniz’de Suriye politikalarında bu daha net bir şekilde görülmüştür. 

Türkiye içinse; hem Ukrayna’nın hem de Gürcistan’ın toprak bütünlüğü Türkiye’nin güvenliği ve ekonomik-ticari ilişkileri açısından çok önemliydi. Bu noktada Türkiye ve Rusya arasında çıkar çatışması söz konusu olmuştur. Rusya’nın bu yayılmacı siyaseti Türkiye tarafından Rusya’ya olan güven sorununu tekrar sorgulamaya açmıştır. Suriye sorununda ise bu gerilim ve güven bunalımı potansiyel olarak daha üst noktaya çıkmıştır. Rusya’nın Esed yönetiminin doğrudan arkasında durması Türkiye’nin politikalarıyla taban taban zıttır. 

Rusya’nın Esed’e destek vermesi ve Türkiye’nin desteklediği Türkmenleri bombalamasından sonra bu güven bunalımı patlama noktasına geldiği söylenebilir. Uçak krizinden önceki bu gelişmelere ek olarak, Türkiye’nin uçak düşürme hadisesinden sonra ikili ilişkiler bıçak sırtı gibi kesilmiş ve düşüşe geçmiştir. 

Türkiye-Rusya ilişkilerinin bozulması her iki ülkeye ekonomik açıdan zorluklar yaratmasının yanında Türkiye’nin yeniden şekillenen Suriye’de etkili olma potansiyelini sınırlandırmaktadır. Şunu da eklemek gerekir; Türkiye’nin çıkarlarını etkileme bakımından Suriye politikaları Gürcistan ve Ukrayna’dan daha fazla ve hatta hayati derecede etkileyecek durumdadır. 

Bu arada Türkiye’nin ABD ile Suriye ve Irak politikaları da hemen hemen problemli bir duruma gelmiş ve iki ülke arasındaki güven problemi açığa çıkmıştı. ABD’nin PYD/PKK’yı destekleyecek şekildeki teşebbüsleri ve Şii dünyayla ilişkilerini geliştirmesi gibi girişimlerin Türkiye’deki yarattığı güvensizlik 

Türkiye’yi Rusya’yla ilişkilerini ilerletmeye yönlendirmiştir. Hatta, Şangay İşbirliği’nin içinde yer alma yönünde beyanlarda bulunmaya başlamıştır. Rusya ise Türkiye’yi Batı Bloku’ndan kendi tarafına çekmek için, uçak krizini yapıcı bir şekilde sonuçlandırarak bunu bir fırsata dönüştürmek istedi. Böylelikle ikili ilişkilerde yeni bir ivme kazanıldı. Sonuç olarak, Türkiye hem Rusya hem de ABD ile ilişkileri bozuk olarak ne Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkili olabilir ne de kendi güvenlik kaygılarını giderebilir. 

Diyebiliriz ki; ülkeler artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi temel iki aktörün (ABD ve Rusya) doğrudan yanında ve belirledikleri politikalarının direkt aracı olmaktan çıktılar. Kendi çıkarları doğrultusunda zaman zaman Rusya ile bazen de ABD ile birlikte hareket etmekteler. Çıkarların ters düşmesi durumunda ise karşılıklı gerilimler ve karşılıklı söylemler geliştirilebilmektedir. Bu da, Soğuk Savaş sonrası daha esnek politikaların uygulanmasının doğal bir sonucudur. 

Soru: Türkiye ve Rusya arasındaki bahsettiğiniz güven sorunu ile kastettiğiniz ülkelerin geleneksel bürokrasisindeki bir güven sorunu mu? Eğer öyleyse hangi sektörlerde? 

Atilla Sandıklı: Türkiye, 2010’lara kadar hem Batı (AB, ABD) hem Rusya ve komşu ülkelerle çok olumlu ilişkiler geliştirdi. Aslında bu dönemde uygulanan politikalar; farklı kesimlerin fikirlerinden doğan ortak noktaların politikaya yansıması olan optimal politikalardı. Baktığımızda, hemen hemen tüm dünya ülkeleri noktasında Türkiye’nin yumuşak gücü hızla artmaya başlamıştı. Türkiye bir yandan Batı Bloku içinde yer almış, diğer yandan da halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan aynı zamanda özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa gibi değerlere sahip bir ülke olarak bölge ülkelerine her ikisinin de beraber yaşanabileceği bir ortam sunmuştu. Dünya çapında büyük saygınlık kazanmıştı. 

Arap Baharıyla beraber Türkiye, bu özellikleriyle Batı değerlerinin Orta Doğu’ya yerleşmesi yönünde önemli katkılarda bulunmaya başladı. Ancak süreç hem Batı hem de Türkiye tarafından pürüzsüz bir şekilde yönetilemedi. Ve sonuçta Arap Baharı sonbahara hatta kışa dönüştü. Batılıların ve Türkiye’nin Orta Doğu’daki imajı değişmeye başladı. 

Türkiye Arap Baharıyla beraber interaktif ilişkileri geliştirmekten yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. 

Müslüman Kardeşler ve HAMAS gibi gruplarla ilişkilerini geliştirmeye başladı. 

Arap Baharından ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda beklentileri ise, daha ılımlı bir dünya; Batı değerlerinin bölgeye yerleştirilmesi ve Batı ile iyi ilişkiler geliştirebilecek bir Orta Doğu devlet yönetiminin ortaya çıkmasıydı. Gelişmeler başlangıçta bu doğrultuda olsa da, bir müddet sonra Orta Doğu’nun toplumsal, sosyal ve siyasal dokusu farklı noktada ilerleme gösterdi. 

Müslüman Kardeşler fırsattan istifade ederek bölgede etki alanını Kuzey Afrika’dan Suudi Arabistan sınırına kadar çok hızlı genişletti. Bununla beraber, bu grup içinde aşırılıklar taşıyan unsurlar da vardı. 

Zaman zaman bu grupların uygulamaları ve söylemleri Batılıların ve özellikle ABD’nin beklentileri dışında gelişme gösterdi. 

ABD ve Batılılar “Orta Doğu nereye gidiyor?” sorusunun cevabını ararken iki farklı yaklaşım söz konusu oldu. Birincisi, Türkiye-Müslüman Kardeşler-HAMAS etkileşiminden doğan ve bölgede İslami anlayışın ön planda olduğu bir yumuşak gücün oluştuğunu gördüler. İkincisi ise, bu grubun her ne kadar Batı ile ılımlı söylemler geliştirdiği görülse de, arka planında Batı ile güven bunalımının devam ettiği ve olumsuz yaklaşımların belirebileceği ortaya çıkmaya başladı. Batının bu endişeleri, Libya’da ABD Büyükelçiliğinin basılıp büyükelçi ve personelinin öldürülmesinden sonra özellikle ABD’nin bölgeye bakışında büyük değişiklik gösterdi. Nitekim bu bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilir. 

Şu önemli noktayı da eklemek gerekir; ABD’nin Orta Doğu politikasındaki temel çıkarlarından bir tanesi, bölgede hem içeriden hem dışarıdan ABD karşıtı bir gücün oluşmamasıdır. Bu karşıt güç, Rusya olabileceği gibi Türkiye-Müslüman Kardeşler etkileşiminden oluşmuş bir yapı da olabilir. Bunların yanı sıra, Müslüman Kardeşlerin bölgede etkinliğinden rahatsız olan İslam ülkeleri de bulunmaktaydı. Ki bu ülkeler Müslüman Kardeşlere karşı kendi yönetimlerini kaybetme tehlikesini bir tehdit olarak görmekteydiler. 

Nitekim Suudi Arabistan destekli Selefi gruplar Batılılarla ortak doğrultuda hareket ederek, Müslüman Kardeşlerin bölgedeki ağırlığını kırmak için Mısır’da Mursi’den desteklerini çektiler. Mursi %27’lik bir tabana oturmaktaydı ve halk ayaklanması sonucu askeri bir darbe oldu. Denilebilir ki, hem Batılıların hem de adı geçen ülkelerin de etkin olmasıyla Mısır’da demokratik yönetim ortadan kalktı. Bundan sonra Mısır’da askeri darbeyle kurulmuş ve Batıyla iyi geçinecek bir yönetim yerleştirildi. Mısır darbesiyle Arap Baharı sonbahara, Suriye’de de kışa dönüştü. 

Tüm bu tablo içerisinde, Türkiye-Batı ilişkilerini bu gelişmelerin dışında bırakmak mümkün değildir. ABD ile olan ilişkiler de yaşananlara paralel bir şekilde sonbahara sonra da kışa dönüştü. Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak büyüdüğüne kanaat getirilerek bölgedeki değişime yön vermedeki istek ve arzusu, Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen gelişmelerdendi. 

Diğer taraftan, Türkiye bölgede güçlenen ve bölgedeki gelişmeleri etkileyebilme kabiliyeti olan bir ülkeydi. 

Ancak, HAMAS ve Müslüman Kardeşlerle gücünü daha da artırmaya yönelik uygulamalardaki yaşadığı kötü deneyimler Türkiye’nin gücünün sınırlarını göstermeye başladı. Türkiye, gücünün sınırlarını öğrendikçe de Orta Doğu’da ne kadar etkin olabileceğini görmeye başladı. Bu aslında önemli bir gelişmedir çünkü Orta Doğu’ya yönelik politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında daha uygun yöntemlerin geliştirilmesine neden olmaktadır. 

Bir de şu noktayı eklemek gerekir; Türkiye’nin özellikle kuruluşunda uygulanan seküler sistemin daha çok Fransız yapısına uygun olarak gelişmesi ile insanların dini sorumluluklarını yerine getirmesine ve inançların önüne gelen sınırlamalar İslami yaklaşımların yükselmesine sebep olmuştur. Bu yaklaşımın yayılması hızlı bir şekilde gelişmiş ve toplumun belirli bir kesiminden destek almıştır. Ancak yaşanan son gelişmeler göstermiştir ki; Türkiye’nin tarihi ve kültürel perspektiflerinden gelen özelliklerini de (kuruluş felsefesi değerleri, seküler yapısı ve komşularla iyi geçinme gibi politikaları) meczedecek bir anlayışın gerekliliği noktasındaki görüşler ağırlık kazanmaya başlamıştır. Türkiye hem halkının büyük çoğunluğu Müslüman hem de seküler bir ülkedir. 

Son tartışmaların diğer bir boyutu da; Türkiye’nin bölgedeki gücünün sınırlarını dikkate almak suretiyle, küresel ve bölgesel güçlerle etkin iletişime geçerek bölgenin optimal sonuçlar doğuracak biçimde şekillendirilmesinde katkı yapacak politikaları belirlemesidir. Şahsen, yakalanacak bu optimalin belirli bir olgunlukla değerlendirilmesi gerektiğine kanaat etmekteyim. 

Türkiye bölgedeki gelişmeleri tek başına değiştiremeyeceği gibi Türkiye’nin Orta Doğu’nun tamamıyla dışında kalacağı da tahayyül edilmemelidir. Çünkü bölgedeki dinamikler Türkiye’nin gerek güvenliğine ve ekonomik ilişkilerine gerekse iç politikasına doğrudan etki etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin hem küresel hem de bölgesel güçlerle rekabet ve çatışmacı tutumdan ziyade işbirliği ve uzlaşmaya yönelik optimal politikalar geliştirerek bölgedeki istikrara katkı yapabileceğini ve eski saygınlığını kazanacağını değerlendirmekteyim. 

Söyleşinin başında ifade ettiğim gibi, Soğuk Savaş dönemi sonunda uluslararası sistemdeki diğer ülkeler gibi Türkiye de daha esnek politikalar oluşturmaya başlamıştır. Ancak, burada altının çizilmesi gereken bir nokta bulunmakta. Bu esnekliği uygularken içinde bulunduğu ittifak sisteminden (ABD, AB, NATO) tamamen uzaklaşacak bir yöne gitmesi Türkiye’ye daha fazla zarar getirebilecektir. Bu nedenle, Türkiye hem kendi çıkarlarını diğer yandan da içinde bulunduğu ittifak sisteminin bölgeye yönelik beklentilerinide dikkate alarak bölgedeki işbirliğini geliştirmek suretiyle istikrara katkıda bulunabilir. Böylelikle, kendi çıkarlarını daha etkin sürdürebileceği gibi bu ittifak sisteminin bölgedeki beklentilerini de optimal işbirliği süreçleriyle daha fazla etkileme imkanı bulacaktır. 

Bu arada Batının da yapması gerekenler bulunmakta. Örneğin, bölgesel barış ve hatta dünya barışı açısından İslamofobia küresel ve bölgesel kaosa neden olabildiği gibi Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda, Batı’nın seküler anlayışını sadece Hıristiyan dinine mensup farklı mezheplere uygulanan bir sistem olarak geliştirmesinden ziyade farklı dinlere (İslam’a da) aynı hoşgörüyü yansıtmasının faydalı olacağını değerlendirmekteyim. 

İkinci olarak; ABD’nin dikkate alması gereken bir unsur daha bulunmaktadır. Orta Doğu’da ulus devletlerin parçalanmış yapılara dönüştürülme politikası vahim sonuçlar doğurabilir. Daha önce Yugoslayva’nın dağılma sürecinde Avrupa’nın göbeğinde yaşanan katliamlar insanlık tarihine kötü bir leke olarak geçmiştir. Bugünkü Yugoslayva’nın bütünlüğünün Avrupa dinamikleri nedeniyle devam ettiği de unutulmamalıdır. 

Eğer Yugoslavya’daki gibi parçalanmış ulus devlet yapılanmaları Orta Doğu’da yaşanırsa bu kontrol edilemez boyutlara gelir. Bu çerçevede çok tehlikeli bir senaryo ile karşı karşıya kalınabilir. Bölgedeki mezhep savaşları ve farklı etnik grupların birbiriyle çatışmaları sonucunda bölgesel ve hatta küresel kaosa dönüşme ihtimali bulunmaktadır. 

Örneğin, Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt bölgesi gibi ayrılması, Suriye’ye benzer şekilde politikalarla yaklaşılması bölgede sonu gelmez gerilimlerin ve çatışmaların başlangıcını oluşturacağı dikkate alınmalıdır. Bunun yanı sıra, herhangi kontrolsüz bir durumda insanlık tarihine Avrupa’da yaşanan 30 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları gibi kötü lekeler bırakacağı göz önünde bulundurulmalıdır. 

Rusya’nın ise yayılmacı politikalarının süreç içinde kendisini yıpratacağını hesaba katması ve Türkiye gibi küresel ve bölgesel güçlerle optimal politkalar üretimine yönelik girişimlerde bulunması gerekmektedir. 

Soru: Rusya’ya dair Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerindeki temel jeopolitik vizyon nedir? 

Atilla Sandıklı: Harp akademilerinde kurmay gruplarda öğretim üyesi ve enstitü müdürü olarak görev yapmış biri olarak diyebilirim ki; Batı ittifak sisteminin parçası olan eğitimlerin sonucunda daha çok Batıcı bir perspektifle yetişen Türk subayındaki genel görüş, Batı ittifak sisteminde olunmasına yönelik olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak gerek ABD gerekse AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde Türkiye’yi geri plana iten ve dikkate almayan neredeyse ittifak sistemi dışında bırakılan ülke gibi algılanabilecek tutumları, Türk halkında olduğu gibi Türk askeriyesinde de Asyacı eğilimleri canlandırmaktadır. Türkiye’nin AB’ye olan üyelik müracaatlarının kabul edilmediği dönemde Avrasyacı görüş ortaya çıkmıştır. Fakat ne zaman ki AB ile bütünleşme sürecine girilip, ABD ile ilişkiler geliştirildiğinde bu eğilimlerin zayıfladığına tanık olduk. 

Son zamanlarda ise Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerinde tekrar Rusya ve Avrasya ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde söylemler dillendirilmeye başlamıştır. Bu da ABD ve AB ile ilişkilerin olumlu gelişmemesinin bir sonucu olarak okunabilir. 

Sonuç olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Türk halkının Batı ittifak sistemi içinde bulunmayı ve ilişkileri geliştirmeyi Avrasyacı görüşe göre öncelediği söylenebilir. Ancak zaman zaman Avrasyacı ve Rusya’ya yönelik yaklaşımların öne çıkmasının sebebi Batının Türkiye’yi dışladığı ilgili imajın oluşacağı politikalar gütmesidir. Daha net bir ifadeyle, burada belirleyici unsur Batılıların Türkiye’ye karşı geliştirdikleri politikalardır. 


***

YALANDAN BÜYÜME

YALANDAN BÜYÜME


Agah Oktay GÜNER

04 temmuz 2011
agahoktayguner@hotmail.com


“Yılandan korkma yalandan kork”  diyen ne doğru söylemiş. Ne yazık ki iktidarlar tarih boyunca çoğu kere yalanın mutluluğunu yaşamayı gerçeğin acılığına tercih etmiştir. Siyasi tarihin hemen her döneminde görülen bu durum adeta iktidarları madalyonun tek yüzüne bakarak kendi yalanlarıyla kendilerini de avutur hale getirmiştir. Son birkaç gündür Türkiye ekonomisinin yılın ilk çeyreğinde yüzde 11 büyümesi hükümet ve hükümetin medyadaki yakın çevresi tarafından büyük bir başarı gibi sunuluyor. Hâlbuki işin gerçeği bu gelişme, yıl içinde kaçınılmaz olarak yaşanacak bir kısım sert çöküşlerin habercisidir.


Türkiye 1980’den bu yana milli kaynaklara, milli üretime dayanan bu yolla ihracat yaparak kalkınmayı hedefleyen  “Planlı Kalkınma Anlayışı” nı terk etti. Geçen dönemde kademe kademe Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) devre dışı bırakılarak ülke neo liberal, muhafazakâr iktisat anlayışına teslim edildi.  Böylece Türkiye iktisadi gelişmesini  bütünüyle  uluslar arası tekelci sermayenin iradesine terk etti. Türkiye’ye bu anlayışı dikte ettiren ABD, AB, Dünya Bankası, IMF Türkiye’ye öncelikle  “ Sen sanayileşme! ”  emirlerini yerleştirdiler. Sanayileşmeyi terk eden Türkiye ikinci adımda “Tarımda küçül!” talimatını aldı. Yeni fabrikalar kurmayan, tarımda üretimi artırmak hedefinden uzaklaşan ülkemizde  işsizlik çığ gibi büyüdü. Bundan sonraki merhale özelleştirme adıyla cumhuriyetin bütün birikimlerinin satılması oldu. Bu gün ülke ekonomisi yüksek işsizlik, fevkalade büyük dış  açık, gelişmeye başlayan bütçe açığı gibi göstergelerle, dış dünyada yaşanmakta olan krizin de etkisiyle yeni sert düşüşlere doğru gidiyor.


Hükümet sorumluluğunu taşıyanlar görülmemiş kalkınma hızı davulunu bir kenara bırakıp yaklaşmakta olan fırtınanın tokmağını başlarında hissetmelidir.
Diyelim ki yüzde 11 büyümüşüz, milli gelir ve tüketime bakıyoruz, yüzde 12,1 büyümüş. Maaş ve ücretler yılın ilk çeyreğinde yüzde 3,8 oranında artmıştır. Tüketim harcamaları maaşların neredeyse üç misli  arttığına göre bu ancak yurttaşlarımızın geleceklerini  kredi kartlarıyla  ipotek altına  almalarından  başka bir mana ifade etmez. Bu büyüme açılan yeni fabrikaların iş alanları üzerinde gelişmiyor. Artış gözüken yatırımların çoğu ithal  mallarıdır. Bu büyüme yeni fabrikaların sağladığı istihdam imkanları  üzerinden bir büyüme de değildir. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise devamlı düşmekte ve yeni bir tehlikenin sinyalini vermektedir.


Hükümetin bütün ikazlara rağmen üzerinde durmadığı  cari açığı ele almasının zamanı neredeyse geçmek üzeredir. Nedense kamuoyuna devamlı ihracat rakamlarıyla övünmeyi siyasi prensip olarak benimseyen iktidar ithalattaki dörtnala giden artışı hiç dile getirmemiştir. İlk üç aydaki 56 milyar dolarlık ithalatın 20 milyar dolara varan kısmının işlenmiş sanayi mamul ara girdiler kaleminden oluşması, öte yandan üç aylık ithalatın içinde 5 milyar dolarla en büyük payı Çin’in almış olması  ekonomide sıkıntı yaratan durumun ithal enerji dışı alanlara da sıçradığını açıkça göstermektedir.


Diğer taraftan Türkiye’nin ihracat pazarındaki bazı gelişmeler de kaygı vericidir. İhracatımızın yaklaşık yarısının AB pazarlarına yapıldığını biliyoruz. AB ülkelerinde yaşanan ekonomik durgunluk da ihracatımızı olumsuz yönde etkileyebilir.
Bütün bunlara karşı sadece Merkez Bankası’nın kur-faiz tedbirleriyle karşı durulması mümkün değildir. Hatta bu politikada ısrar edilirse kur-faiz tedbirlerinin  ekonomideki yan etkileri faydalarını ortadan kaldırabilir.
Üçüncü aydan sonra yaşanan büyümedeki azalışın işsizliği artırmaması için  istihdam tedbirlerini düşünmenin zamanıdır.
Yalancı saadetleri  bir tarafa bırakalım. Ciddi bir plan ve program anlayışıyla içine girdiğimiz  dar boğazdan çıkacağımıza inanalım. Emperyalist sermaye çevrelerinin paşası olmayı bırakalım. Milli kaynaklara dayanan, üreten, mal bolluğu sağlayan kalkınma anlayışının kurtarıcımız olacağını bilelim.
Güçlüklerin başarının değerini artırdığını unutmayalım.

 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yalandan-buyume-18925yy.htm


***

1 Ekim 2020 Perşembe

TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?



 UPA-ADMİN 

Sina KISACIK

12 KASIM 2012 


TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİNDE DÜZELME MÜMKÜN MÜ?

Günümüzde Türk dış politikasının en önemli konularından birisini İsrail’le olan ilişkileri oluşturmaktadır. 1948 yılında İsrail devleti kurulduğundan beri bu ülkenin de dış politikasının en mühim konularından birisini Türkiye Cumhuriyeti tesis ettiği ilişkiler oluşturmuştur. İlişkiler günümüze kadar inişli çıkışlı bir seyir takip etmiştir. İlişkiler tesis edildiği andan itibaren konjonktürel gelişmelerden doğrudan etkilenmiştir. İlişkileri tanımlamak için stratejik ortaklık, yakınlaşma gibi kavramlar kullanılmıştır. Fakat münasebetleri tanımlamada kullanılacak en doğru kavram stratejik işbirliğidir.

İki ülke arasındaki ilişkiler, tesis edildiği dönem olan Soğuk Savaş dönemin dengesi içinde yürütülmüştür. Türkiye, İsrail’le münasebetlerini kısmi yakınlaşma ve uzaklaşmaların haricinde radikal adımlar atmaktan uzak durmuştur. Bu dönem boyunca 1958’deki istihbarat paylaşımını kapsayan gizli anlaşma dışında ilişkilerin stratejik bir boyutundan söz etmek mümkün değildir. 1990 sonrası dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin stratejik bir boyut kazanması milletlerarası sistem ve Körfez Savaşı’nın bölgesel sistem üzerindeki etkisi ile gerçekleşmiştir.[1] Bu etki, münasebetlerin gelişmesine temel olan ortak tehdit algılamasının meydana gelmesindeki temeli oluşturmuştur. Bu temel çerçevesinde gelişen ilişkiler PKK terörizmi mücadele, askeri ve diğer alanlardaki işbirliğinin katkısıyla belirli bir iç dinamiğe ve daha sonra da olgunluğa erişmiştir. ABD faktörü ise de facto olarak kolaylaştırıcı bir role sahip olmuş, fakat gerçek manada münasebetlerin gelişmesine vesile olan temelin atılmasında belirleyici faktör olarak ortaya çıkmıştır.

28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmasıyla münasebetlerin derinleşmesinde önemli adımlar atılmıştır. Bu dönemde Türkiye’deki Refah-Yol hükümetinin bu anlaşmayı imzalaması birçok kişi tarafından hayretle karşılanmıştır. Çünkü koalisyon hükümetinin lideri olan Necmettin Erbakan’ın Milli Görüş bağlamında İsrail ile ilgili düşünceleri göz önünde bulundurulduğunda bu antlaşma hayret uyandırmıştır. 1990ların ortalarında gelişmeye başlayan ve 2000’lerin başında da etkilerini devam ettiren bu işbirliği 2003-2004 yıllarında değişime uğrama sürecine girmiştir.[2] 2006-2007 yıllarında yavaş yavaş cereyan eden bu değişim fazla hissedilmemesine rağmen, özellikle 2009 ve 2010 yıllarında yaşanan krizler ilişkilerde ciddi bozulmalara yol açmıştır. Bunun bazı sebepleri bulunmaktadır. Bunlardan ilki, daha evvel işbirliğini meydana getiren uluslararası ve bölgesel sistemde değişiklikler olmasıdır. İkinci sebep ise, Ankara’nın iç ve dış politikadaki gereksinimleri ve tehdit algılamasındaki değişim paralelinde Ankara’nın ilişkiyi bu boyutta devam ettirme isteği azalma göstermiştir. Tehdit algılamasına dayalı politika anlayışından çıkar temelli politikaya geçiş ikili ilişkilerde mühim bir etki yaratmıştır. Böylelikle çıkar merkezli ve idealist kavramlarla formüle edilen Ankara-Tel-Aviv münasebetleri her iki yaklaşımın da doğasının bir sonucu olarak krize girmeye başlamıştır.

Aslında iki ülke arasındaki ilişkilerin son dönemlerde hep krizlerle anılmasını başlatan süreci 2006 yılına kadar geri götürmek mümkündür. Burada özellikle ön plana çıkan Filistin meselesindeki gelişmelerdir. Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’in öldürülmesinin Başbakan Recep Erdoğan tarafından İsrail devlet terörü uyguluyor şeklinde değerlendirmesi, münasebetlerde daha sonra cereyan edecek olan Filistin temelli gerginliklerin habercisi olarak görülebilir.[3] Bu çerçevede ilk kriz, Şubat 2006’da İslamcı seçmenler bağlamında saygınlığını düzeltmek amacıyla Ankara, Filistin’deki seçimlerden zaferle çıkan Hamas lideri Halid Meşal’i kabul eden ilk ülke oldu. Bush yönetimi bu ziyareti kamuoyu önünde eleştirmek yerine Türkiye’ye “terörü terk etmek, İsrail’in var olma hakkını tanıma ve Filistin iktidarının vermiş olduğu taahhütlere sadık kalma yönünde mesaj verme” çağrısını yaptı. Fakat hükümetin dışındaki Amerikalılar – İsrail’in bir dostu olarak Türkiye’ye destek vermiş ve Türkiye’deki anti-Semitizm söylentilerinden giderek rahatsızlık duyan Yahudi grupları da dâhil – daha serbest davranmaktaydılar. Amerikan Yahudi Komitesi ise görüşmeyi “Sadece Batılı devletler değil, Birleşik Devletler’deki ve tüm dünyadaki Yahudi toplumu ve Türkiye’nin tüm dostları nezdinde ciddi hatalar doğuracak trajik bir hata” olarak nitelendirdi. 2006 senesinden itibaren İsrail’in özellikle Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği operasyonlarda Türkiye tarafından sert bir biçimde eleştirilmiştir.

2007 senesinden itibaren İsrail ve Suriye arasındaki görüşmelerin Türkiye’nin arabulucuğuyla başlaması, Ortadoğu Barış Süreci’nin en mühim ayaklarından birisi olarak görülen bir konunun çözüme kavuşturulması bakımından önem taşımaktaydı. Her iki tarafla da arası iyi olan Türkiye’nin arabuluculuk rolüne soyunmasının amacı Ortadoğu’nun en hayati sorunlarından birinin çözülmesinde anahtar rol üstlenerek bölgede büyük bir saygınlık kazanmaktı. Suriye’nin amacı ise Golan Tepeleri’ni geri almaktı. İsrail bakımından da Şam’ı, Tahran’dan uzaklaştırarak Tahran’ın etkinliğinin azaltılması ve Hizbullah ve Hamas ile İran’ın lojistik bağının kesilmesiydi. Gizli bir biçimde gerçekleştirilen bu barış görüşmeleri, Tel-Aviv’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye yönelik başlattığı “Dökme Kurşun Operasyonu” dolayısıyla durdurulmuştur. İsrail Başbakanı Olmert’in Ankara ziyaretinden sonra gerçekleştirilen operasyonla kandırıldığını düşüncesinde olan Ankara’nın tepkisi çok sert olmuştur.

2009 yılının Ocak ayı başında Davos Zirvesi esnasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında Ortadoğu hakkındaki bir oturum esnasında yaşanan sert tartışma sonrasında Erdoğan’ın oturumu terk etmesi büyük bir krize yol açmıştır. One Minute vakası olarak bu diplomatik krizin ertesinde bu sene içinde iki taraf arasında birbirlerine yönelik yaptığı eleştiriler münasebetleri gergin bir hal almasına neden olmuştur.[4] 2009 yılının Ekim ayında meydana gelen diğer bir kriz ise 2001 yılından beri süren ve askeri anlaşmalar kapsamında Türkiye ve İsrail hava kuvvetlerinin iştirak ettiği Anadolu Kartalı Tatbikatı’na İsrail’in katılımının Türkiye tarafından iptal edilmesidir. Tatbikatın iptal edilmesinin askeri sebepler dolayısıyla olmadığının en önemli kanıtı Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesindeki açıklamadır. Bu açıklamada “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıllık planlı tatbikatlarından olan Anadolu Kartalı (AE-09/3) Tatbikatı 10-23 Ekim 2009 tarihleri arasında, Dışişleri Bakanlığı marifetiyle ilgili ülkeler arasında yürütülen temaslar neticesinde, uluslararası katılım ertelenmiş olarak Konya’da icra edilecektir” ifadeleri kullanılmıştır.

2010 yılında da bu iki ülke arasındaki ilişkiler krizler tarafından belirlenmiştir. İlk kriz, Türkiye’de yayınlanan Ayrılık adlı dizideki İsrail karşıtı tutum dolayısıyla İsrail’in tepkisini iletmek üzere Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u davet ettiği esnada Büyükelçi Çelikkol’u kendisinden daha aşağı seviyede bir koltuğa oturtarak ve elini sıkmayarak hakarette bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Danny Ayalon’un bu davranışı iki başkent arasında diplomatik bir krize sebebiyet vermiştir. Alçak Koltuk Krizi[5] olarak adlandırılan bu olaydan sonra Türkiye, bir süreliğine Tel-Aviv’deki büyükelçisi danışmalarda bulunmak üzere geri çağırmıştır. Böylelikle iki başkent arasındaki münasebetler gerilmiştir.

Esas büyük çaplı kriz 31 Mayıs 2010 tarihinde cereyan etmiştir. İnsani Yardım Vakfı’nın önderliğindeki bir grup eylemcinin Gazze’deki ambargoya dikkat çekmek amacıyla meydana getirdiği bir milletlerarası yardım filosunun İsrail hükümetinin isteğine karşın Gazze’ye yanaşma çabası büyük bir krize yol açmıştır. 

Yardım filosu henüz milletlerarası sulardayken İsrail komandoları tarafından gerçekleştirilen bir operasyonla gemiler kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.[6] 

Bu gemilerin içinden sadece Mavi Marmara gemisine yönelik çok sert bir müdahale gerçekleştiren İsrail ordusu, 9 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesine ve 7’sinin ağır 24’ünün de hafif yararlanmasına sebep olmuştur. Olayın ertesinde Ankara, BM Güvenlik Konseyi’ni toplantıya çağırmış ve Tel-Aviv’i kınayan bir mesaj yayınlanmıştır. Konu hakkında bir BM soruşturması açılması kararı verilmiştir. Literatüre “Mavi Marmara krizi” olarak geçen olayın ertesinde, Ankara münasebetlerin normalleştirilmesi için birtakım şartlar sıralamıştır. 

Bunlar İsrail’in kamuoyu önünde Türkiye’den özür dilemesi, Gemilere saldırı konusunda bağımsız bir soruşturmayı kabul etmesi ve Gazze’ye yönelik ablukanın kaldırılmasıdır.

Yukarıda anlatılan çerçevesinde birtakım değerlendirmeler yapmak mümkündür. İsrail’in kurulmasının hemen ertesinde onu 1949 yılında ilk tanıyan 

Müslüman ülke Türkiye olmuştur. Soğuk Savaş parametreleri gelişen ilişkiler Soğuk Savaş’ın bitmesinin ertesinde özellikle askeri ilişkileri de kapsayan çok boyutlu bir hal almıştır. 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de tek başına iktidar olması neticesinde Türk dış politikasındaki bazı parametreler  aynı kalmakla beraber Profesör Ahmet Davutoğlu’nun teorik çerçevesini ortaya koyduğu yeni bir dış politika uygulanmaya başlanmıştır. 

Bu dış politikada temel olan hususlar komşularla sıfır sorun, maksimum bütünleşme ve ritmik bir diplomasi takip edilmesidir.

AK Parti’nin içinden çıktığı İslamcı hareketin Batı dünyası ve İsrail’e karşı olan düşünceleri dikkate alındığında bu partinin İsrail’e yönelik nasıl bir politika takip edeceği herkes tarafından merak edilmiştir. Bu dönemde Türk-İsrail ilişkilerinde en fazla öne çıkan husus Filistin meselesidir. 

AK Parti hükümetlerinin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e yönelik sert söylemleri dikkat çekicidir. 

Hatta bu söylemler Batılı ülkeler ve Birleşik Devletler’deki akademisyenler ve politikacılar tarafından “Eksen Kayması” olarak nitelendirilmiştir. 

2006 yılında Hamas lideri Halid Meşal’in Türkiye’yi ziyaret etmesi, Türkiye gibi senelerden beri terörle mücadele eden bir ülkenin Batılı devletler ve 

Washington tarafından hazırlanan terör örgütleri listesinde yer alan bir örgütü ülkesine davet edip görüşmesi herkesi şoka uğratmıştır. 

Türkiye ise, Batı tarafından Filistin’deki seçimlere katılmasına izin verilen bir partinin seçimi kazanmasından dolayı dışlanmaması gerektiğini, onu daha ılımlı bir pozisyona çekmek için birtakım tavsiyelerde bulunduğunu söylemiştir.

2008’de İsrail’in Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği Dökme Kurşun Operasyonu, bozulmaya başlayan ilişkilerin üzerine adeta benzin dökmüştür. 

İsrail Başbakanı’nın ziyaretinin hemen ertesinde yapılan bu operasyondan dolayı Ankara, Tel-Aviv’i kınamıştır. 2009 yılında yaşanan One Minute Krizi, 2010 senesinde cereyan eden Alçak Koltuk Krizi ve Mavi Marmara Krizi ilişkileri gittikçe kötüleştirmiştir. 

Mavi Marmara Krizi sonrasında Türkiye’nin İsrail’den özür ve tazminat talepleri Tel-Aviv tarafından hala karşılanmamıştır. 

Diğer konularda da herhangi bir gelişme kaydedilememiştir.

Son zamanlarda İsrail tarafından Türkiye ile ilişkileri düzeltmeye yönelik birtakım girişimler olmasına rağmen Türkiye özür ve tazminat taleplerinin yerine  getirilmesinin iki başkent arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi için bir önkoşul olduğu temelindeki politikasını sürdürmektedir. İki ülke arasındaki mühim konulardan birisini de İran İslam Cumhuriyeti’nin takip ettiği nükleer program oluşturmakta dır. İsrail’e göre İran’ın nükleer program geliştirmesi engellenmelidir. Çünkü Tel-Aviv, Tahran’ın nükleer program geliştirmekteki amacının bu teknolojiyi sivil alanlarda kullanmak değil nükleer silah yapmak olduğu iddiasındadır. Nükleer bomba geliştirdiği takdirde Tahran’ın bunu ilk önce kendisine karşı kullanacağını savunan İsrail, İran’ın nükleer programının müzakere yoluyla durdurulamayacağı nı düşünmektedir. Tel-Aviv bu programı durdurmak için gerekirse İran’ın nükleer tesislerine askeri saldırı gerçekleştirme taraftarıdır.

Türkiye ise bu konunun diplomasi yoluyla çözülmesi taraftarıdır. Ankara’ya göre İran’ın nükleer programını sona erdirmek için bir askeri müdahale yapılmasının zaten karmakarışık olan Ortadoğu coğrafyasında daha da ciddi krizlere yol açacağı kanısındadır. Bir yandan İran’ı nükleer programı konusunda daha şeffaf ve işbirliğine dayalı bir politika izlemesi için ikna etme çabasında olan Ankara, diğer yandan da bu sorunun askeri müdahaleyle halledilmemesi için soruna taraf olan diğer ülkelerle Tahran arasında mekik diplomasisi yürütmektedir.

İki ülke arasındaki münasebetlerin en önemli unsurlarından birisi her iki başkentin de Washington’la olan müttefiklik ilişkilerdir. Washington’un Ortadoğu bölgesine yönelik izlediği politikalar açısından Türkiye ve İsrail çok önemlidir. Çünkü Washington, Ortadoğu’da gerçekleştirmek istediği politikalarla ilgili olarak bu bölgedeki devletlere bu iki ülkeyi model olarak sunmaktadır. Burada önemli olan bir başka husus ise, Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin bu ülkenin dış politikasında oynadığı roldür. Bu hiçbir biçimde akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçektir. Türkiye’nin Birleşik Devletler’de etkin bir lobisi yoktur. Kendisiyle ilgili Rum ve Ermeni lobilerinin getirdiği karar tasarılarına karşın Türkiye, İsrail lobisinin desteğine ihtiyaç duymuştur. 

Özellikle Ermeni lobilerinin baskısı sonucunda hazırlanan “Sözde Ermeni Soykırım İddialarının Kabul Edilmesi” tasarıları Ankara’nın girişimleri ve 

İsrail lobisinin çabalarıyla engellenmiştir. Fakat 2009 yılından itibaren yaşanan krizler neticesinde Birleşik Devletler’deki İsrail lobisi Türkiye’ye artık eskisi kadar destek vermeyeceğini ilan etmiştir.

Sonuç olarak ilişkiler şu anda iyi bir durumda değildir. Bu ilişkilerin mevcut durumuyla ilgili olarak Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu tarafından  çıkarılan Analist dergisinin Kasım 2012 sayısında Chicago Üniversitesi profesörlerinden ve uluslararası ilişkilerde yapısal realizm teorisinin en önemli kuramcılarından birisi olan John J. Mearsheimer’la yapılan röportajdaki tespitler kanımca durumu çok iyi bir biçimde özetlemektedir.[7] 

Mearsheimer’e  göre mevcut noktada ve geçtiğimiz birkaç yıl süresince Türkiye-İsrail münasebetlerinin kötü olduğu açıktır. Mearsheimer’e göre bundan sonraki süreçte iyileşme olasılığı oldukça düşüktür. Bu durum kısmen Mavi Marmara olayından kaynaklansa da esasen İsrail’in Filistinlilere yönelik tutumundan ileri germektedir. İsrail, Filistinlilere bu denli kötü muamelede bulunmakta ısrarcı olduğu sürece ne Türkiye ne de Ortadoğu’daki bir Müslüman ülke için İsrail’le dostça ilişkiler geliştirmek mümkündür. Mearsheimer’e göre Ankara’nın Tel-Aviv’den uzaklaşma politikasının zamanını yanlış hesaplamış olması ihtimali sorgulanabilir. Birleşik Devletler’deki İsrail lobisinin, karar alıcıları, Ankara’nın cezalandırılması doğrultusunda zorlayacağı için Türkiye’nin İsrail’den  uzaklaşmak ta hata ettiğini düşünenler olabilir. Ancak bu eleştiriler, Ankara’nın Tel-Aviv’e karşı yaptırım ve pazarlık gücünü dikkate almıyor.

Burada üzerinde durulması gereken iki faktör bulunuyor. Birincisi, Washington Ankara’ya gereksinim duymaktadır. Birleşik Devletlerin Ortadoğu’da ciddi sıkıntılar yaşadığını ve bu sebeple mümkün olduğunca dost edinmeye çalıştığını belirten Mearsheimer, Washington’un bu noktada en son isteyeceği şeyin Türklerle arasını bozmak olacağının altını çizmektedir. Durum böyleyken, İsrail veya İsrail lobisi Türkiye’ye sert davranması hususunda Washington’a baskı yapsa bile Amerikan hükümeti Ankara’ya duyduğu gereksinim neticesinde bu amacına ulaşamayacak tır. İkinci faktör ise İsrail’in Türkiye’ye karşı sert bir tutum takınmaması olarak ifade edilebilir. İsrail aslında Türkiye’yle münasebetlerini daha da kötüleştirmeyi değil iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzulamaktadır. İsrail ve lobi, Ankara ve Washington münasebetlerini eski günlerine döndürmek istemesinin sebebi, Tel-Aviv’in de aynen 

Washington gibi Ankara’ya gereksinim duymasından ileri gelmektedir. Ankara’nın sahip olduğu pazarlık gücü sayesinde Ankara’ya Tel-Aviv’le münasebetlerinin bozuk olmasından dolayı Washington tarafından herhangi bir bedel ödetilmediğini vurgulayan Mearsheimer, aksine İsrail’e karşı durmaya istekli birkaç ülkeden biri olduğundan ötürü Ankara’nın kahramanca bir rolü oynuyormuş gibi göründüğünü ifade etmektedir.

Sina KISACIK

[1] Tayyar Arı, Liderler, Kanaat Önderleri ve Kamuoyunun Gözünden Yükselen Güç Türkiye-ABD İlişkileri ve Ortadoğu, Bursa: MKM Yayıncılık, 2010, ss. 118-120.

[2] Serhat Erkmen, “Türkiye-İsrail İlişkileri: Stratejik İşbirliğinden Sorunlu ya da Zorunlu İlişkiye”, içinde 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci (ed.), Ankara: USAK Yayınları, 2011, s.93.

[3] Philip H. Gordon, Ömer Taşpınar, Winning Turkey How America, Europe, and Turkey Can Revive A Fading Partnership, Washington: Brookings Institution Press, 2008, s. 33.

[4] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail/Filistin ve Suriye Politikası 2009” içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2009, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Muhittin Ataman (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 130-133.

[5] Daha fazla bilgi için lütfen bakınız, Bilal Karabulut, “Alçak Koltuk Krizi”, içinde Türk Dış Politikasında 41 Kriz, Haydar Çakmak (ed.), Ankara: Kripto Yayınları, 2012, ss.375-383.

[6] Kemal İnat, İsmail Numan Telci, “Türkiye’nin İran, İsrail ve Suriye Politikası 2010”, içinde Türk Dış Politikası Yıllığı 2010, Burhanettin Duran, Kemal İnat, Mesut Özcan (ed.), Ankara: SETA Yayınları, 2011, ss. 111-115.

[7] Daha fazla ayrıntı için bakınız, Chicago Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. John Mearsheimer ile Mülakat. “İsrail, Türkiye’nin Stratejik Rakibi Olacak Güçte Değil!”, Mülakat: Osman Bahadır Dinçer ve Reyhan Güner, Analist, Kasım 2012, ss. 28-31.


http://politikaakademisi.org/2012/11/12/turkiye-israil-iliskilerinde-duzelme-mumkun-mu/


***