Türkiye-Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye-Rusya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2021 Cuma

RUSYANIN KAFKASYA POLİTİKASINDA KARABAĞ FAKTÖRÜ., BÖLÜM 2

RUSYANIN  KAFKASYA  POLİTİKASINDA  KARABAĞ  FAKTÖRÜ., BÖLÜM 2




Uluslararası, Sovyet Sonrası, Türkiye-Rusya, İlişkileri Sempozyumu, İzmir, Doç. Dr. Vefa KURBAN, Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ, Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN,
 Azerbaycan, Karabağ, Ermenistan,Kafkasya,

2. Sovyet Sonrası Dönem: Özerkliğin Kaldırılması, Savaş ve Soykırım

   Ermenilerin Karabağ'a yönelik 1987 yılından itibaren hukuki ve siyasi düzlemde başlattıkları kampanya ve başvurular Moskova tarafından açık şekilde desteklen mesede gerek Sovyet yönetimindeki lobicilik faaliyetleri gerekse medya sektöründe görev yapan Ermeni diasporası mensuplarının yoğun çabaları sayesinde Ermeniler lehine kamuoyu oluşturma bakımından yeterliydi. 
Bu anlamda Ermenistan Azerbaycan karşısında kıyaslanmayacak kadar avantajlı konumdaydı.
   Ermenilerin ileri sürdükleri talepler dönemin hukuk mevzuatına aykırıydı ve çabaları netice vermeyeceği için maksatlarına şiddete başvurarak erişme hazırlığı içinde idiler. Öncelikle Ermenistan'da yaşayan Türkleri ülkeden kovmayı amaç edinen Ermeniler bunu yıldırma ve korkutma yöntemiyle gerçekleştirmeye başladılar. Ermeni örgütlenmeleri yönetimin de desteğini alarak baskı, şiddeti, öldürme ve fırsat düştükçe işkence yapma vd. eylemlerinde bulunuyorlardı.

Ermenistan ve Dağlık Karabağ'da yaşayan Ermenilerin Azerbaycan'dan toprak talebinde bulunmaları, Karabağ'ı Ermenistan'a ilhak etmek çabaları bölgede huzursuzluğun artmasına ve uyuşmazlıkların derinleşmesine neden oluyordu. 

Bu durumda Azerbaycan Türklerinin tepkileri bazen yönetimin yalan vaatleri bazen de baskıcı yöntemlerle bastırılıyordu. Halk Karabağ konusunda son derece hassas ve ilkeli bir duruş sergiliyordu. Oysa dönemin Azerbaycan yönetimi Moskova'nın yörüngesinde kalarak sorunları çözebileceğine ümit ediyordu.
Azerbaycan'ın bu yönde attığı her adım Ermenistan'ın olumsuz tepkisiyle karşılaşıyordu. 7 Aralık 1988'de Ermenistan'ın Spitak (gerçek adı Hamamlı) şehri ve birkaç bölgesinde yaşanan deprem sırasında dönemin Azerbaycan yönetiminin, Ermenistan'a gönderdiği "gönüllü" kurtarma ekibini taşıyan uçak Ermeniler tarafından düşürülmüş, uçakta bulunan 68 yolcu ve 9 kişilik mürettebat hayatını kaybetmiştir.

Ermenistan'dan Azerbaycan'a kovulan Türklerin Karabağ bölgesine yerleştirilmesi konusunda kamuoyunda seslenen talepler Azerbaycan yönetimi tarafından asla kabul görmemişti. Nitekim o dönemde Karabağ yönetimi Moskova'nın denetimi altına alınırken, Azerbaycan'ın kamu otoritesi işlevsiz hale getirilmişti. 12 Ocak 1989 yılında Karabağ'ın yönetimi için Moskova tarafından kurulan "Özel Komite" Ermeni yanlısı bir siyaset yürütüyordu. Bu komitenin asıl amacı Karabağ'ın Azerbaycan'dan koparılmasından ibaretti.

   Moskova'nın uyguladığı siyaset Dağlık Karabağ'da barışı sağlamaya değil, uyuşmazlığın silahlı şiddet safhasına dönüşmesine fırsat sağlamış oldu. 1990 yılında Bakü'de baş gösteren itirazlar sırasında Ermeni milliyetinden olan vatandaşların öldürüldüğünü gerekçe göstererek, 19- 20 Ocak 1990'da Kızıl Ordu birlikleri sivil halka karşı katlim uyguladı. 

   20 Kasım 1991 tarihinde üst düzey devlet yetkililerini taşıyan helikopter Dağlık Karabağ'ın Karakent köyü semasında Ermeniler tarafından düşürüldü. Helikopterdekiler hayatlarını kaybettiler. Azerbaycan, bu olayın ardından, 
26 Kasım 1991 tarihinde Dağlık Karabağ'ın özerklik statüsünü feshetti.3

Ermenistan'ın başlattığı savaş insani felaketlerin yaşandığı, bir milyondan fazla Azerbaycan Türkünün mülteci ve göçmen durumuna düştüğü, ihtiyar, kadın, çocuk demeden sivil ahalinin topyekûn öldürüldüğü ve esir alındığı bir savaştır. 

Bu sürecin en kanlı olayı Şubat 1992'de yaşanan Hocalı soykırımı olmuştur. Ermeni çeteleri ve SSCB'den kalma 366. alay Hocalı'ya saldırarak bu cinayeti işlemiştir.
Bu saldırıda 63 çocuk, 106 kadın ve 70'den fazla yaşlı dahil olmak üzere 613 sakin öldürülmüş, 487 kişi ağır yaralanmış, 1275 kişi rehin alınmış ve 150 kişi kaybolmuş tur.4 Dönemin Ermenistan Savunma Bakanı, sonradan Cumhurbaşkanı görevinde bulunan Serj Sarkisyan, Hocalı soykırımıyla ilgili kendisiyle yapılan söyleşide "Hocalı'ya kadar Azerbaycanlılar bizim sivillere saldırmayacağımızı düşünüyordu, fakat Hocalı'da biz bu stereotipi kırdık" demiştir.
Hocalı cinayeti 9 Aralık 1948 tarihinde BM tarafından kabul edilen ve 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe giren BM'nin "Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşmesi" 2. maddesinde yer alan "milli, etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen imha etme" biçiminde tanımlanan jenosit/soykırım kavramı ile tamamen örtüşmektedir. Aslında Ermeniler tarafından sadece Hocalı'da değil, Karabağ'ın tamamında yapılan kanlı eylemler birer soykırımdır: işgal altındaki bölgelerde ne bir insan sağ bırakıldı ne taş taş üste kaldı.

3. Savaş'ın Son Halkası: Büyük Taarruz, Rusya'nın Tarafsızlık İmajı ve Muhtemel Gelişmeler

İşgalci Ermeni güçleri zamanla Karabağ dışındaki yedi rayonu işgal ettiler. Savaşı durduran 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşması uzun süre yürürlükte kalırken sorunun çözümüne her hangi bir olumlu katkı sağlamamıştır.
   AGİT Minsk Grubu'nun 1992'den bu yana gerçekleştirdiği faaliyetler, sorunun barışçıl yoldan çözümü açısından hiçbir sonuç vermemiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi nin soruna ilişkin dört kararı (822, 853, 874, 884 sayılı kararlar) kâğıt üzerinde uygulanmamıştır. Uluslararası hukukun ilke ve normları  Azerbaycan'ın haklı olduğunu ortaya koysa da uluslararası kuruluşlar çözüme yönelik somut adım atmak iradesi sergilememiştir. Ermenistan yöneticileri her ne kadar işgal meselesini Karabağ'daki Ermeni toplumunun kendi kaderini belirleme hakkı olarak sunmaya çalışsalar da resmi konuşmalarında Karabağ'ın Azerbaycan sınırları içinde kalmasının mümkün olamayacağının altını çizmektedirler. 

Böylece, 1994 yılında ilan edilen ateşkes rejimi mevcut sorunun çözümüne değil, çatışmanın dondurulmasına hizmet etmiştir. Ermenistan'ın ve onu destekleyen güçlerin amacı Karabağ'ın işgal durumunu kalıcı hale getirmek, kuşaklara yaymak ve böylece unutturulmasını sağlamaktı.
   Ateşkes döneminde Azerbaycan ve Ermenistan arasında zaman zaman küçük çaplı çatışmalar ortaya çıkmış, fakat sürecin gelişim seyrini değişebilecek her hangi sonuç doğurmamıştır. Bu süreçte ilk şiddetli savaş 1 Nisan 2016'da başlayıp 4 gün devam "Aprel Dövüşlerindir. Bu savaş, Rusya'nın devreye girmesi ve taraflar arasında ateşkes sağlanmasıyla sona erdirilmiştir. Savaşta Azerbaycan ordusu son derece iyi performans sergilemiş, işgal altındaki bazı önemli mevzileri kurtarabilmişti.

İkinci önemli çatışma ise Temmuz 2020'de Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki sınırda, Tovuz rayonunda yaşanmıştır. 
Tovuz çatışması Ermenistan tarafından devreye sokulan bir provokasyon olup, Azerbaycan'ı Ermenistan topraklarına saldırmaya tahrik etmekti.
Maksadına erişemeyen Ermenistan, yeni bir savaş hazırlığı içine girmiştir. 
Bu konuda istihbarat alan Azerbaycan tarafı acil şekilde karşı hazırlıklara başlamıştır. Her şeye rağmen Azerbaycan yine de ilk saldıran taraf olmamış, Ermenistan'ın saldırısı üzerine harekete geçerek Büyük Taarruz'u başlatmıştır. Hâlihazırda çatışmalar on günden fazla bir süredir devam etmektedir. 27 Eylül 2020 tarihinde başlayan çatışmalarda Azerbaycan ordusu, şu ana kadar 44 yerleşim birimini, bir şehir, 2 büyük kasaba ve birçok strateji yükseklikleri Ermeni
güçlerinden temizlemiştir. Kısa sürede hızlı ilerleyişi sırasında strateji ve taktik hazırlık, manevra kabiliyeti ve vurucu gücü bakımından Azerbaycan ordusunun Ermenistan ordusuyla kıyaslanmayacak derece yüksek seviyede olduğu ortaya çıktı. Azerbaycan ordusunun devam etmekte olan harekâtı yakın gelecekte savaş tarihi, güvenlik ve savunma stratejileri kitaplarında mutlaka seçkin örneklerden biri olarak yerini alacaktır.

Azerbaycan ordusunun harekâtta rehber edindiği ilkeler başarılı sonuçlarını vermektedir. 

Bu ilkeleri 

1) İsabetli nokta atışı 
2) Asla sivil hedefleri vurmama 
3) Mümkün olduğu kadar az zayiatla hareket etme şeklinde sıralayabiliriz, ayrıca hava hâkimiyeti de düşmana göz açtırmamaktadır. 

Buna karşılık Ermenistan tarafının neredeyse uçak kaldıramaması, ağır top, tank ve zırhlı araçlarını, taşımaya fırsat bulmadan bırakıp  kaçması Ermeni ordusunun acziyetini gözler önüne sermektedir. Azerbaycan SİHA'ları Ermenistan ordusunun gerek teknik mühimmat gerekse beşeri gücünü etkisiz hale getirerek ağır zayiatlar yaşatmaktadırlar. Cephedeki yenilgilerini Azerbaycan'ın sivil yerleşim birimlerine roket ve füzelerle saldırarak "telafi etmek" isteyen Ermenistan ordusu sivilleri öldürmek, Azerbaycan'ı misilleme yapmaya mecbur etmek, savaşı kısmen Ermenistan sınırları içine çekerek durumu fırsata dönüştürmek ve böylece Rusya veya Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü güçlerinin harekete geçmesini sağlamaktır. 
Fakat Azerbaycan ordusu başından beri belirlediği ilkeler doğrultusunda,
sağduyulu ve istikrarlı bir şekilde hareket etmektedir.
Çatışmaların on birinci gününde Rusya'nın ısrarlı talebi üzerine taraflar insani ateşkes imzaladılar. Ateşkesin amacı cenaze ve esir mübadelesi idi. Fakat Ermenistan ordusu eskiden süregelen geleneksel tavrını koruyarak bu kez de ateşkesi ihlal eden ilk taraf oldu.
Ateşkesin imzalanması Azerbaycan toplumunda haklı endişelere yol açmıştır. Şöyle ki, bu ateşkesin, Rusya'nın telkin ve baskılarıyla imzalandığı, savaşın durdurulacağı ve böylece çözümünün belirsiz bir tarihe kadar erteleneceği ihtimalinden bahsedilmektedir. Azerbaycan ordusu başarılı bir şekilde yürüttüğü harekâtı kesintisiz devam ettirmektedir.
Bu savaş sırasında uzmanların üzerinde en fazla kafa yordukları sorulardan biri de şudur: Neden Rusya bu savaşa müdahil olmuyor? 
Bu soruya değişik cevaplar verilmektedir. Bu cevapları bir arada ele alarak aşağıdaki tespitlerde bulunabiliriz.

1. Ermenistan Cumhurbaşkanı Paşinyan "Batı yanlısı" tutum sergileyerek Rusya'ya karşı tavır almıştır. Bu yüzden Putin rejiminin Paşinyan'ı cezalandırmak, hatta iktidardan uzaklaştırmak gibi bir planı bulunuyor.
2. Karabağ Azerbaycan sınırları içindedir ve Rusya'nın askeri anlamda harekete geçmesi ve Ermenistan'ı açıktan desteklemesi bölgeye yönelik planlarını olumsuz etkileyecektir.
3. Stratejik önemi itibariyle Azerbaycan Rusya açısından diğer ülkelerle kıyaslanmayacak kadar üstün niteliklere sahiptir. Rusya böyle bir partneri temelli kaybetmeyi göze almayacaktır.
Bundan sonraki dönemde Azerbaycan ordusunun öncelikli görevi harekâtı mümkün olduğu kadar hızlandırmak ve çok daha fazla alanı düşmandan temizlemektir. Zaten gelinen noktada düşman istihkâmlarında ciddi kırılmalar söz konusudur. Düşmanın önemli ikmal yolları kesilmiş, ellerindeki hâkim mevziler kaybedilmiş, yaşanan yenilgiler karşısında Ermeni toplumu ve ordusu demoralize olmuş durumdadır. Görünen şu ki Rusya en azından belli bir süre bu tavrını korumaya devam edecektir.
Bizce, cephedeki başarıların yanı sıra savaşın diplomasi ve propaganda ayağı asla ihmal edilmemeli, Ermenilerin dünya kamuoyunu yanıltmaya yönelik yalanlar ifşa edilmelidir. 
Azerbaycan ordusu kazanımlarını artırarak kuvvetlendirdikçe Ermenistan'ın başından beri seslendirdiği "Karabağ'ın statüsü" meselesi de gündemden düşecektir.
Ermenistan'ın Karabağ'ı bağımsız bir devlet olma dışında herhangi bir statüde görmek istememesi, malumun ilamıdır. Bu yüzden özerklik veya kültürel özerklik gibi statü düzeylerinin gündeme getirilmesi ve konuşulmasına gerek kalmamakta dır. Rusya'nın arabuluculuğu ile yapılan ateşkes anlaşmalarının uygulanmaması Putin yönetiminin imaj kaybı olarak değerlendirilmektedir. İlerleyen süreçte Rusya bu imajı onarma, Kafkasya'daki varlığını hissettirme, bunu yaparken Ermenistan'ı kontrolden çıkarmama, aynı zamanda Azerbaycan'ı kaybetmeme çabasında bulunacaktır: bu yüzden ateşkes veya barış anlaşması konusunda ısrarcı davranacağı ve bunu sağlayacağı kuvvetle muhtemeldir. Elinde fazla kazanımları bulunan ve sahadaki üstünlüğünü devam ettiren bir Azerbaycan'ın masada şartlarını dikte etme gücü daha fazladır. Yapılması gereken diğer husus da Azerbaycan'ın bu süreçte Türkiye'yi yanına almak ve süreçleri danışarak ilerletmektir.

    Hâlihazırda devam eden Azerbaycan-Ermenistan savaşının hangi yönde gelişeceğini kestirmek pek kolay değildir, fakat mevcut durumun uzun zaman diline yayılmayacağını söyleyebiliriz. Azerbaycan ordusunun sahada kazandığı başarıların kalıcı olması için diplomatik cephede de yoğun çaba sarf edilmelidir. Minsk Grubunun Ermeni yanlı turumu, sorunun çözümüne ilişkin iyimser olmaya esas vermemektedir.
Muhtemelen, savaşın başında seslendirildiği gibi Minsk Grubu, formalite icabı varlığını sürecek ve barış süreciyle ilgili yan formatların geliştirilmesine çalışılacaktır. Türkiye'nin bu süreçte aktif tutum sergilemesi ve bu formatlarda yer alması gerek Azerbaycan'ın çıkarlarının korunması gerekse Türkiye'nin Kafkasya'daki varlığını ilerletmesi açısından son derece önemlidir. 
Bugün Azerbaycan'ın stratejik ve taktik hedefi, her bir halde Türkiye'nin gelişen süreçlere eşbaşkan olarak dahil edilmesini sağlamaktır.

Sonuç ve Değerlendirmeler.5

Azerbaycan-Ermenistan savaşının 26 sene devam eden ateşkes sürecinin en etkili kırılma noktası Tovuz muharebesi olmuştur. 
Bu kırılma noktası 27 Eylül'de yaşanan saldırının ardından gelişen olaylara kuvvetli bir ivme kazandırmıştır. Bu seferki savaş öncekilerden çok daha farklıdır: küresel salgının yaşandığı bir dönemde ülkelerin ciddi ekonomik ve sağlık sorunlarıyla baş başa kalması, Orta Doğu'da ve Akdeniz'de sıcak gelişmelerin yaşanması, yabancı güçlerin Türkiye'yi âdeta sorunlu alanlarla kuşatmak istemesi, Kafkasya'nın, bu kuşatmanın bir parçası haline getirilmeye çalışılması Ermenistan-Azerbaycan savaşına yeni pencereden bakma zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Türkiye, dost ve kardeş Azerbaycan'ın yanında yer alarak, çok daha kuvvetli birliktelik nümayiş ettirirken, sadece Ermenistan'a değil, Türkiye'nin bölge politikalarını engellemeye çalışan devletlere da karşı kararlı bir duruş sergilemektedir.

Her bir halde Ermenistan ve destekçileri yeni şartların dikte ettiği bazı gerçekleri kabul etmek zorunda kalacaklar. Hâlihazırda Azerbaycan ordusunun başarılı taarruzu karşısında Ermenistan tarafı adeta şaşkına dönmüş, önceki dönemlerde kendisine sağlanan desteği alamayınca ciddi bunalıma girmiştir. Rusya'nın, ayrıca KGAÖ'nün savaşa müdahil olması gerektiğine ilişkin Ermeni tarafın nabız yoklaması böyle bir şeyin imkânsız olduğunu gözler önüne sermektedir. Rusya, bu konudaki tavrını açık ve net bir şekilde ortaya koyarak savaşın Ermenistan
topraklarında değil Azerbaycan sınırları içinde devam ettiğini gerekçe göstermekte dir. Konuya ilişkin yaklaşımında, Rus medyasının Ermenistan'a verdiği destek önceki dönemlerde gözlemlediğimizden farklı bir mecrada gelişmektedir: medya Putin'in açıklamalarına paralel şekilde değişik tutum sergilemektedir.
Bundan sonraki süreçte Azerbaycan'ın izlemesi gereken yol hız kesmeden ve Ermenistan ordusuna toparlanma fırsatı vermeden, ülke topraklarını düşmandan temizlemektir.

Savaşın bundan sonraki seyrinin nasıl gelişeceğine bakılmaksızın, hâli hazırda Azerbaycan açısından önemli sonuçlar doğurduğunu görebilmekteyiz.

• Ermenistan'ın Azerbaycan'a karşı yürüttüğü psikolojik harp stratejisi iflasa uğramıştır.
• Rusya'nın Ermenistan'a koşulsuz ve kesintisiz destek vereceğine ilişkin tahmin ve söylemler geçersiz hale gelmiştir.
• Ermenistan'ın Azerbaycan'a karşı herhangi bir savaşta galip gelme şansının olmadığı kesin bir şekilde doğrulanmıştır.
• Azerbaycan devleti ve toplumu "hep baskı altında kalan, yalnızlığa itilmiş devlet ve toplum" imajından kurtulmuştur.
• Halkın moral ve motivasyonu yükselmiş, kendi gücüne olan inancı
   tazelenmiştir.
• Azerbaycan ordusu gerek silah, mühimmat ve teknolojik donanım gerekse savaş kabiliyeti bakımından Kafkasların en güçlü ordusu
   olduğunu yine bu savaşta doğrulamıştır.
• Türkiye ve Azerbaycan arasında gerek toplum gerekse devlet arasındaki bağlar son derece kuvvetli hale gelmiş, bu olaylar "bir
   millet iki devlet" şiarının daha sağlam temeller üzerine oturmasına yol açmıştır.

Kaynakça

Ali Asker. İşgalin Kırılma Noktası veya Yalancı Ateşkesin Sonu: Eylül 2020
Azerbaycan-Ermenistan Savaşını Geniş Tablodan Okumak,
https://www.sde.org.tr/degerlendirme/isgalin-kirilma-noktasi-veyavalanci-
ateskesin-sonu-evlul-2020-azerbavcan-ermenistan-savasini-genistablodan-
okumak-analizi-18517 [Erişim tarihi: 16.10.2020]
Anar İsgsndsrov, "Ermsni-daşnak birlsşmslsrinin türk-müsslman shalisins qarşı
soyqırımları", Azsrbaycan müsllimi, 30 Mart 2012 - N°12.
Azsrbaycan Respublikasının Dağlıq Qarabağ Muxtar Vilaystini lsğv etmsk haqqında
Azsrbaycan Respublikasının qanunu. Azsrbaycan Respublikası Ali
Sovetinin malumatı. 31.12.1991. Bakı, 1991, No: 24 (853).
AKH$ Hara, "O Heo6xognMocra BoeHHoro nyra", Kapa6ax enepa,
ce^o^HH u 3aempa, ^acrb 1, BaKy 2009; Kitabın elektronik
versiyonu: http ://karabakh-doc.azerall. info/ru/articls/artcl 15 -5.php
HnKojıaft EaBpoB, HoBaa yrpo3a pyccKOMy geny B 3aKaBKa3te: npegcToa^aa
pacnpoga®:a MyraHH HHopogyaM, CaHKT-neTep6ypr, 1911, s. 63-64.

DİPNOTLAR;

1 HnKo^an OaBpoB, HoBaa yrpo3a pyccKOMy ge^y B 3aKaBKa3be: npegcToa^aa pacnpoga^a MyraHU HHopog^M, CaHKT-neTepöypr, 1911, s. 63-64.
2 Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Arşivi, f.100, liste 2, dosye 791, varak. 791; Anar İsgsndsrov, "Ermsni-daşnak birlsşmslsrinin türk-müsalman 
   shalisins qarşı soyqmmları", Azarbaycan muallimi, 30 Mart 2012 - N°12.
3 Azsrbaycan Respublikasının Dağlıq Qarabağ Muxtar Vilaystini lsğv etmsk haqqında Azsrbaycan Respublikasının qanunu. Azsrbaycan Respublikası Ali Sovetinin mslumatı.
   31.12.1991. Bakı, 1991, No: 24 (853), s.16-17.
4 Sayısal veriler Azerbaycan'ın resmî devlet kurumlarının belgelerinden derlenmiştir
5 Bu bölümdeki tespitler Azerbaycan'ın başlattığı Büyük Taarruz'la ilgili Stratejik Düşünce Enstitüsünde yapılan toplantı ve analiz yazısından iktibas edilmiştir. 
   Bkz: Ali Asker. İşgalin Kırılma Noktası veya Yalancı Ateşkesin Sonu: Eylül 2020 Azerbaycan-Ermenistan Savaşını Geniş Tablodan Okumak, 

https://www.sde.org.tr/degerlendirme/isgalin-kirilma-noktasi-veyayalanci-ateskesin-sonu-eylul-2020-azerbaycan-ermenistan-savasini-genis-tablodan-okumakanalizi- 18517 [Erişim tarihi: 16.10.2020]

***


RUSYANIN KAFKASYA POLİTİKASINDA KARABAĞ FAKTÖRÜ., BÖLÜM 1

 RUSYANIN  KAFKASYA  POLİTİKASINDA  KARABAĞ  FAKTÖRÜ., BÖLÜM 1





Uluslararası, Sovyet Sonrası, Türkiye-Rusya, İlişkileri Sempozyumu, İzmir, Doç. Dr. Vefa KURBAN, Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ, Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN,
 Azerbaycan, Karabağ, Ermenistan,Kafkasya,

I. ULUSLARARASI SOVYET SONRASI TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ SEMPOZYUMU BİLDİRİLER KİTABI

15-16 Ekim 2020 
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü İzmir - Türkiye

EDİTÖRLER
Doç. Dr. Vefa KURBAN
Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ
Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
I. Uluslararası Sovyet Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri Sempozyumu


Bu kitapta yayımlanmış bildiriler ile ilgili hak ve sorumluluk bildiri sahiplerine aittir.
ONUR KURULU
Prof. Dr. Necdet BUDAK
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN
DÜZENLEME KURULU
Prof. Dr. Nadim MACİT (Başkan)
Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV (Eş Başkan)
Prof. Dr. Mustafa MUTLUER (Eş Başkan)
Doç. Dr. Vefa KURBAN (Eş Başkan)
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Nafiz ÜNALMIŞ
Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ
Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
BİLİM KURULU
Prof. Dr. A. Özlem ÖNDER (Türkiye)
Prof. Dr. Abdullah TEMİZKAN (Türkiye)
Prof. Dr. Aleksandr DRUZHININ (Rusya)
Prof. Dr. Aleksandr KOLESNİKOV (Rusya)
Prof. Dr. Asem NAUŞABAYEVA-HEKİMOĞLU (Kazakistan)
Prof. Dr. Çengiz İSMAİLOV (Azerbaycan)
Prof. Dr. Enver ŞEYHOV (Azerbaycan)
Prof. Dr. Gülzade SHAKULIKOVA (Kazakistan)
Prof. Dr. İrina BUSYGINA (Rusya)
Prof. Dr. İrina TURGEL (Rusya)
Prof. Dr. Leonid VARDOMSKİY (Rusya)
Prof. Dr. Mesut Hakkı ÇASİN (Türkiye)
Prof. Dr. Mirjana GAJIC (Bosna-Hersek)
Prof. Dr. Musa QASIMLI (Azerbaycan)
Prof. Dr. Mustafa MUTLUER (Türkiye)
Prof. Dr. Nadim MACİT (Türkiye)
Prof. Dr. Obren GNJATO (Bosna-Hersek)
Prof. Dr. Osman KARATAY (Türkiye)
Prof. Dr. Rajko GNJATO (Bosna-Hersek)
Prof. Dr. Sait YILMAZ (Türkiye)
Prof. Dr. Türkan OLCAY (Türkiye)
Prof. Dr. Vladimir GONDA (Slovakya)
Prof. Dr. Vladimir KOLOSOV (Rusya)
Prof. Dr. Vedat ÇALIŞKAN (Türkiye)
Doç. Dr. Altuğ GÜNAL (Türkiye)
Doç. Dr. İbrahim ŞAHİN (Türkiye)
Doç. Dr. Muvaffak DURANLI (Türkiye)
Doç. Dr. Nedim YALANSIZ (Türkiye)
Doç. Dr. Svetlana SHABALINA (Rusya)
Doç. Dr. Vefa KURBAN (Türkiye)
Dr. Öğr. Üyesi Maria STOYANOVA (Türkiye)
Dr. Öğr. Üyesi Marina LOMONOSOVA (Rusya)
Dr. Öğr. Üyesi Hanife KESKİN (Türkiye)
SEKRETARYA
Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ
Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
İÇİNDEKİLER
Doç. Dr. Vefa KURBAN, Arş. Gör. Seçil ÖRAZ BEŞİKÇİ, Arş. Gör. Recep Efe ÇOBAN
Editörden 1-2
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN
Açılış Konuşması 3-5
Mv. Ahmet Berat ÇONKAR
Açılış Konuşması
E. Büyükelçi Ender ARAT
Açılış Konuşması 11-14
Prof. Dr. Nadim MACİT
Açılış Konuşması
Prof. Dr. Mustafa MUTLUER
Açılış Konuşması 19-21
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Nafiz ÜNALMIŞ
Post-SovietRussia's Approach to the Problems in Georgia
Prof. Dr. Çingiz İSMAİLOV
TypuuA u PoccuA e reononumunecKou Peöyce KaeKasa 39-48
Doç. Dr. Ali ASKER, Afgan BAKHSHALİYEV
Dr. Namık AHMADOV
Azerbaycan Basınında Türk-Rus İlişkileri
Prof. Dr. Alexander DRUZHININ, Prof. Dr. Aydın İBRAHİMOV, Prof. Dr. Mustafa MUTLUER
BsauMoâeücmeue Poccuu u Typ^uu e MeHAW^eücn Eepasuu: meHÖe^uu, eo3Mo^Hocmu, öapbepu, npuopumembi
Prof. Dr. Kyamil SALIMOV
KBonpocy o noeumeHuu }.porutA CompyÖHunecmea T'ypu.uu u Poccuu
Dr. Öğr. Üyesi Argun BAŞKAN
Foreign Policy Orientations of the Russian Federation And Implications for Turkey
Dr. Oğuzhan ERGÜN, Doç. Dr. Vefa KURBAN
Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Paradoksal Sürtünmeler 111-127
Prof. Dr. Türkan OLCAY
Geçmişten Günümüze Türkiye 'de Rus Dili ve Edebiyatı Öğretimi
Dr. Öğr. Üyesi Maria STOYANOVA
npenoâaeaHue PyccKo/'o MşbiKa e U,eHmpax^onoAHumeAhHo/'o OöpasoeaHuA l'ypnuu 143-147
Doç. Dr. Muvaffak DURANLI
Sovyet Sonrası Başkent Moskova'da Türkçe Öğreten Akademik Kurumlar ve Son Yirmi Yıldaki Çalışmaları
Prof. Dr. Giray Saynur DERMAN

I. Uluslararası Sovyet Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri Sempozyumu Afişi 
I. Uluslararası Sovyet Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri Sempozyumu Programı 
RUSYA'NIN KAFKASYA POLİTİKASINDA KARABAĞ FAKTÖRÜ




Ali ASKER*
Afgan BAKHSHALIYEV*
* Doç. Dr. Karabük Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi,
   aliasker2068@gmail.com
** Karabük Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Uluslararası Politik Ekonomi Anabilim Dalı yüksek lisans öğrencisi, 
   afgan.bakshaly@gmail.com


Özet

Karabağ'ın Rusya'ya ilhak edilmesinden sonraki süreçte bu bölgenin demografik yapısı tahrip edilmiş, Ermeni nüfusu yoğun bir şekilde bölgeye göç ettirilmiştir. Tarihi belgeler gerek imparatorluk döneminde gerekse Sovyetler döneminde bu
bölgede bulunan Ermeni nüfus Rusya'nın sömürgecilik emellerine alet edilmiştir. Ermenilerin silahlandırılması, Türklerle karşı çatışmalara tahrik edilmesi, bu çatışmalarda Ermenileri savunması, diplomatik ve askeri destek sağlanması
göç ettirilmesini göstermektedir. Sovyetler Birliğinin sonlarına doğru ve Azerbaycan'ın bağımsızlığına kavuşmasından sonraki süreçte de bölgeye yönelik politikalar aynı mantık ve zihniyetle devam ettirilmiştir. 1918-1920 Birinci Azerbaycan Cumhuriyeti döneminde de bu bölgede yaşayan Ermeni nüfusu, aynı zamanda Ermenistan Cumhuriyeti Bolşevik Rusyası'nın yayılmacılık politikasına hizmet etmiştir. Sovyet döneminde 1990'larda başlayan çatışmalar sürecinde de Rusya'nın bölgeye yönelik politikasında da aynı çizgi devam ettirilmiştir. 

Bu süreçte Rusya Ermenistan'a ciddi silah desteği sağlarken, diplomatik yolla da sorunun nihai çözümü değil, dondurulması yönünde çaba sarf etmiştir. Günümüzde uluslararası ilişkiler ve bölgesel politikalar bağlamında devam eden gelişmeler statükoyu değiştirme fırsatı sunmaktadır. Keza 27 Eylülde başlamış ve hala devam etmekte olan Azerbaycan-Ermenistan çatışmasında Rusya'nın görece tarafsızlığı bu fırsatı daha da kuvvetlendirmektedir. Burada dikkat çekmemiz geren bir önemli konu da Türkiye'nin bölge politikalarında kararlı bir tutum sergilediği, Azerbaycan'a diplomatik anlamda güçlü destek sağladığı, gerekirse bu desteğin askeri boyutunu da devreye sokacağı gerçeğidir. Tüm bunlar çeyrek asırdır devam eden statükonun değişeceği, işgali sona erdirileceği ve sorunun nihai çözümüne doğru önemli mesafe kat edileceği umutlarını doğurmaktadır.

Giriş

Rusya'nın Kafkasya politikasında yer alan önemli meselelerinden biri Dağlık Karabağ sorunudur. Günlük kullanımda ve siyasi literatürde bu şekilde adlandırılsa da aslında bu sorun sadece Karabağ'la ilgili mesele olmayıp, Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarının işgali ve iki yüz senden fazla bir müddettir devam eden Kafkasya'daki Ermeni yayılmacılığıyla ilgilidir. 19. yüzyıldan beri Rus Devleti'nin jeostratejik çıkarlarıyla doğrudan ilgili bu sorunun mimarı aslında Rusya'dır. Rusya İmparatorluğu Kafkasya'ya doğru genişlerken ileri karakol görevi icra edecek bir Ermeni teşekkülünün oluşumuna çalışmış ve bu planını bölgenin demografik yapısını tahrip ederek ve Türk topraklarını "Ermenileştirerek" gerçekleştirmiştir.

   20. yüzyılın başlarında Ermenistan'a ilhak edilmeye çalışılan Karabağ bölgesi uzun süren çekişmeler sonucunda Azerbaycan'ın sınırları içinde kalmaya devam etmiştir. Hedeflerine ulaşamayan Ermeniler ve Moskova'nın Bolşevik yönetimi, Karabağ'a, Azerbaycan sınırları içinde özerk bir bölge statüsü verdirmeyi başarmışlar dır.

Yaklaşık yetmiş sene devam eden Sovyetler dönemi boyunca bu sorun zaman zaman, açık veya dolaylı yollardan Moskova nezdinde gündeme getirilmeye çalışılmışsa da Ermeniler hedeflerine ulaşamamışlardı.

Sovyetler Birliği yıkılmaya doğru giderken burası etnik-ulusal düzlemdeki uyuşmazlıklar gerekçe gösterilerek Ermenistan'a ilhak edilmeye çalışılmıştır. 

Bu bağlamda yaşanan çekişmeler ilerleyen dönemlerde sıcak çatışmaya dönüşmüş, Ermenistan ordusu, SSCB döneminden kalan birliklerin de desteğini alarak, Dağlık Karabağ ve çevre bölgelerdeki şehir, kasaba ve ilçelerini işgal etmiştir. İşgal edilen bölgelerin toplam yüz ölçümü Karabağ'ın yüz ölçümünden çok daha büyük olup Azerbaycan topraklarının beşte birine tekabül ediyordu.

Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki Karabağ sorununun çözüm sürecinde Rusya faktörü her zaman önemli olmuştur. Nitekim Rusya'nın tarafsız kalacağı bir savaşta, gerek asker sayısı, mühimmat ve teknolojik açısından gerekse stratejik ve teknik manevra kabiliyeti yönüyle Ermenistan ordusundan kıyaslanmayacak derecede üstün olan Azerbaycan ordusunun galip geleceği kaçınılmazdır. 

Maalesef bugüne kadar böyle bir savaşa müsaade edilmediği, Rusya tarafından Ermenistan'a kesintisiz destek sağlandığı için Azerbaycan ordusu savaşarak topraklarını geri almak imkânından yoksun bırakılmıştır.

Hâli hazırda devam eden savaşta Rusya tarafsız kalmaya devam ederse Azerbaycan ordusu Karabağ'ı ve çevresini Ermeni işgal güçlerinden tamamen   temizleyecektir. Fakat Azerbaycan kamuoyu, bu tarafsızlığın sonuna kadar devam edip edemeyeceği, Rusya'nın uygun bir fırsat yakalayarak devreye girip giremeyeceği konusundaki endişelerinde haklıdır. Her bir halde savaşın bu şekilde, yani Azerbaycan'ın üstünlüğü ile devam etmesi muhtemel bir müzakere masasında Bakü'nün elini güçlendirecektir.

1. Rusya'nın Ermenistan'ı Himaye Politikasının Ana Hatları

Kafkasya genel olarak güney ve kuzey diye iki bölgeye ayrılmaktadır. Bu ayrım Çarlık Rusyası ve Sovyet döneminde sadece coğrafi olarak değil aynı zamanda jeostratejik anlamda kullanılmıştır.
Transkafkasya olarak da bilinen Güney Kafkasya'da günümüzde üç bağımsız cumhuriyet - Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan yer almaktadır. Kafkasya'yı güney ve kuzey olarak ayrıştırma Rusya açısından büyük önem arz etmektedir. Keza Güney Kafkasya bağımsız cumhuriyetlerden oluşurken Kuzey Kafkasya bölgesi Rusya'nın bir parçası, aynı zamanda idari birimidir.

Rusya'da Çarlık idaresi yıkıldıktan sonra Güney Kafkasya'daki Azerbaycan Türkleri, Gürcüler ve Ermeniler uluslaşma sürecinde belli başlı ilerleme kaydederek bağımsız devletlerini kurmuşlardır. Bolşevik Rusya'nın askeri müdahalesi neticesinde kısa süre devam eden bu bağımsızlıkların ardından her üç cumhuriyet Moskova'nın egemenliği altına girmiştir. Şunu da belirtelim ki bu süreci en fazla kayıplarla yaşayan ulus yine de Azerbaycan Türkleridir: bu süreçte önemli yüzölçümüne sahip Zengezur bölgesi Ermenistan'a terk edilmiş, Nahçıvan bölgesi Azerbaycan anakarasından koparılmış, bir bütün olarak bilinen ve nüfusunun mutlak çoğunluğu Türklerden oluşan Karabağ'da, Ermenilerin yoğun yaşadıkları dağlık bölgesinde yapay bir özerklik kurulmuştur. Bu özerklik ilerde meydana gelecek çatışmalara zemin hazırlamıştır.

   Güney Kafkasya'daki Ermeni nüfusu Rusya'nın bölgeyi işgal etmesinin ardından geliştirdiği demografik politikalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Nikolay Şavrov'un yazdığına göre, sadece 1828-1830 yıllarında Güney Kafkasya'ya İran'dan 40.000 ve Osmanlı'dan 84.000 Ermeni göç ettirilmiştir. Kalabalık kafileler şeklinde bölgeye göç ettirilen Ermeniler Karabağ, Revan, Borçalı ve Ahıska bölgelerindeki
verimli topraklara yerleştirilmişlerdir. 1900'lü yılların başında Güney Kafkasya'daki 1.300.000 Ermeni nüfusun ancak 300.000'i bu bölgenin yerlisiydi, geri kalan 1 milyon Ermeni ise Rus yönetimi tarafından göç ettirilmiştir.1 

 Ermenilerin iskân ettikleri bölgelerin yerli halkı ise Azerbaycan'ın diğer bölgelerine ve Osmanlı'ya göç etmek zorunda kalmıştır.

   Bu bölgelere yerleştirilen Ermeni nüfus demografik yapıyı esaslı şekilde tahrip etmiş, dönemlerde Müslümanlara/Türklere karşı uygulanacak  baskı, sindirme ve şiddetin bir aracı haline gelmiştir. İşte 1905-1906, 1918 ve 1980'lerin sonu ve 1900'ların başında Azerbaycan Türklerine karşı uygulanan eylemlerinin zemini demografik yapının değişmesiyle atılmıştır. 

Bu eylemler, kırımların her aşamasında Müslümanlara/Türklere karşı vahşet, korkutma ve insanlık dışı işkence yöntemleri uygulanarak yapılmıştır. Dönemin yazılı kaynakları, basın ve arşiv belgelerinde bu konuda yeteri kadar bilgi yer almaktadır. Tarihî belgeler, toplu kıyımlara her kesimden Ermenilerin iştirakini ortaya koymaktadır. Mart 1918 olaylarının araştırılması amacıyla Azerbaycan Halk Cumhuriyeti döneminde oluşturulmuş Olağanüstü Komisyon raporlarına göre Müslümanlara karşı uygulanan kırımlara Ermenilerin her kesiminden insanlar katılmıştı: petrolcü işadamları, mühendisler, hekimler, kısacası Ermeni ahalinin tüm zümreleri bu 'yurttaşlık görevini' ifa etmekteydi.2

Bolşeviklerle birlikte hareket eden Taşnak örgütlerinin planı Türkleri tamamen tasfiye etmekti. Azerbaycan Halk Cumhuriyetinin kurulması bu planının uygulanmasını engelledi.

***

3 Ekim 2020 Cumartesi

TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ

 TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ  




Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 

Hazırlayan: Sibel KARABEL 

Türkiye-Rusya İlişkilerinin Dinamikleri 

BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı, Arjantin La Plata Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Kürsüsü Sekreteri Ariel Gonzales Levaggi ile gerçekleştirdiği söyleşisinde Türkiye ve Rusya ilişkilerini değerlendirmektedir. 

Soru: Soğuk Savaş sonrası Türkiye-Rusya ilişkilerinin dinamiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Atilla Sandıklı: Soğuk Savaş döneminde Rusya ve Türkiye farklı güvenlik ittifaklarına bağlı olduklarından ilişkilerini interaktif ve etkin bir şekilde geliştirme imkanı bulamamışlardır. Dolayısıyla iki ittifak sisteminin (Rusya ve ABD) politikaları büyük ölçüde Türkiye-Rusya ilişkilerinin belirleyicisi durumundaydı. 

Soğuk Savaş’ın yumuşama dönemine geldiğimizde, özellikle AKKA Anlaşması (Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması)’ndan sonra, Rusya-Türkiye ilişkileri güven ortamına yönelik bir eğilim göstermeye başlamıştır. 

İki kutuplu dünya son bulduktan sonra, özellikle Varşova Paktı ve SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan 

Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanması sonrasında ise; Türkiye-Rusya ilişkilerinde bölgeye yönelik bir rekabet yaşanmaya başlandı. Türkiye, bu devletlerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve devlet olarak ortaya çıkmaları doğrultusunda çeşitli problemlerin yaşanması ve Rusya’ya rağmen bu bölgeye yönelik politika yürütülmesinin zor olduğunu anladı. Uygulanan politikalarda rekabet ve işbirliği aynı anda gelişmeye başladı. AKKA Anlaşmasıyla başlayan güven ortamı, Soğuk Savaş sonrasında işbirliğinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlamaya başladı. Bu güven ortamı işbirliğini artırmaya başlayınca, Sovyetler’den ayrılan Türk Cumhuriyetlerinin devlet olarak varlıklarını geliştirmeye ve sürdürülebilir yapılarını oluşturmasına paralel olarak Türkiye-Rusya ilişkileri de rekabet ortamından daha çok işbirliği alanlarına doğru hızla kaymaya başladı. 




Bu dönemde Rusya’nın hem NATO hem de ABD ile ilişkilerinin iyi bir şekilde gelişmesi de bu sürece katkıda bulundu. Bu iyi ilişkiler Türkiye-Rusya ticaret hacmine; ekonomik ilişkilerine; turizm gibi sosyo-ekonomik, sosyo-politik alanlara ve daha sonra ise enerji ve güvenlik alanlarına hızlı bir şekilde olumlu yönde yansımıştır. Yani denilebilir ki; AKKA ile başlayan güven ortamı; Sovyetlerin dağılmasıyla rekabet ortamına; daha sonra rekabet ve işbirliğine ve sonra ise işbirliği sürecinin başlamasına doğru çevirilmiştir. 

Bu noktada, bu sürece katkıda bulunan önemli bir faktörü de eklemek gerekir. Bu dönemde Rusya iç bütünlüğünü sağlamaya çalışan, yeni baştan güç olma çabasında nisbeten zayıf bir devletti. Dolayısıyla tüm ülkelerle olumlu ilişkiler kurmaya gayret göstermekteydi. Rusya’nın Çeçen İç Savaşı’ndan sonra tekrar iç bütünlüğünü sağlaması, petrol fiyatlarının artmasıyla ekonomik yapısının güçlenmesi ve özellikle Putin yönetimiyle birlikte tekrar büyük bir güç haline gelmesine doğru bir evrim geçirdiği söylenebilir. 

Bir yandan da tarihsel süreçteki gelişme eğilimlerine uygun olarak; Rusya eski etki coğrafyasına (eski Sovyet devletleri) ek olarak Doğu Akdeniz ve Suriye gibi ülkelerdeki etkileşimini ve varlığını hissettirmeye başladı. 

Özellikle Güney Osetya ve Ukrayna Krizleri göstermiştir ki; Rusya Batının Sovyet coğrafyasına girmesini tehdit olarak algılamıştır. Hem Ukrayna’da hem de Gürcistan’da iç savaşın çıkmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Doğu Akdeniz’de Suriye politikalarında bu daha net bir şekilde görülmüştür. 

Türkiye içinse; hem Ukrayna’nın hem de Gürcistan’ın toprak bütünlüğü Türkiye’nin güvenliği ve ekonomik-ticari ilişkileri açısından çok önemliydi. Bu noktada Türkiye ve Rusya arasında çıkar çatışması söz konusu olmuştur. Rusya’nın bu yayılmacı siyaseti Türkiye tarafından Rusya’ya olan güven sorununu tekrar sorgulamaya açmıştır. Suriye sorununda ise bu gerilim ve güven bunalımı potansiyel olarak daha üst noktaya çıkmıştır. Rusya’nın Esed yönetiminin doğrudan arkasında durması Türkiye’nin politikalarıyla taban taban zıttır. 

Rusya’nın Esed’e destek vermesi ve Türkiye’nin desteklediği Türkmenleri bombalamasından sonra bu güven bunalımı patlama noktasına geldiği söylenebilir. Uçak krizinden önceki bu gelişmelere ek olarak, Türkiye’nin uçak düşürme hadisesinden sonra ikili ilişkiler bıçak sırtı gibi kesilmiş ve düşüşe geçmiştir. 

Türkiye-Rusya ilişkilerinin bozulması her iki ülkeye ekonomik açıdan zorluklar yaratmasının yanında Türkiye’nin yeniden şekillenen Suriye’de etkili olma potansiyelini sınırlandırmaktadır. Şunu da eklemek gerekir; Türkiye’nin çıkarlarını etkileme bakımından Suriye politikaları Gürcistan ve Ukrayna’dan daha fazla ve hatta hayati derecede etkileyecek durumdadır. 

Bu arada Türkiye’nin ABD ile Suriye ve Irak politikaları da hemen hemen problemli bir duruma gelmiş ve iki ülke arasındaki güven problemi açığa çıkmıştı. ABD’nin PYD/PKK’yı destekleyecek şekildeki teşebbüsleri ve Şii dünyayla ilişkilerini geliştirmesi gibi girişimlerin Türkiye’deki yarattığı güvensizlik 

Türkiye’yi Rusya’yla ilişkilerini ilerletmeye yönlendirmiştir. Hatta, Şangay İşbirliği’nin içinde yer alma yönünde beyanlarda bulunmaya başlamıştır. Rusya ise Türkiye’yi Batı Bloku’ndan kendi tarafına çekmek için, uçak krizini yapıcı bir şekilde sonuçlandırarak bunu bir fırsata dönüştürmek istedi. Böylelikle ikili ilişkilerde yeni bir ivme kazanıldı. Sonuç olarak, Türkiye hem Rusya hem de ABD ile ilişkileri bozuk olarak ne Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkili olabilir ne de kendi güvenlik kaygılarını giderebilir. 

Diyebiliriz ki; ülkeler artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi temel iki aktörün (ABD ve Rusya) doğrudan yanında ve belirledikleri politikalarının direkt aracı olmaktan çıktılar. Kendi çıkarları doğrultusunda zaman zaman Rusya ile bazen de ABD ile birlikte hareket etmekteler. Çıkarların ters düşmesi durumunda ise karşılıklı gerilimler ve karşılıklı söylemler geliştirilebilmektedir. Bu da, Soğuk Savaş sonrası daha esnek politikaların uygulanmasının doğal bir sonucudur. 

Soru: Türkiye ve Rusya arasındaki bahsettiğiniz güven sorunu ile kastettiğiniz ülkelerin geleneksel bürokrasisindeki bir güven sorunu mu? Eğer öyleyse hangi sektörlerde? 

Atilla Sandıklı: Türkiye, 2010’lara kadar hem Batı (AB, ABD) hem Rusya ve komşu ülkelerle çok olumlu ilişkiler geliştirdi. Aslında bu dönemde uygulanan politikalar; farklı kesimlerin fikirlerinden doğan ortak noktaların politikaya yansıması olan optimal politikalardı. Baktığımızda, hemen hemen tüm dünya ülkeleri noktasında Türkiye’nin yumuşak gücü hızla artmaya başlamıştı. Türkiye bir yandan Batı Bloku içinde yer almış, diğer yandan da halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan aynı zamanda özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa gibi değerlere sahip bir ülke olarak bölge ülkelerine her ikisinin de beraber yaşanabileceği bir ortam sunmuştu. Dünya çapında büyük saygınlık kazanmıştı. 

Arap Baharıyla beraber Türkiye, bu özellikleriyle Batı değerlerinin Orta Doğu’ya yerleşmesi yönünde önemli katkılarda bulunmaya başladı. Ancak süreç hem Batı hem de Türkiye tarafından pürüzsüz bir şekilde yönetilemedi. Ve sonuçta Arap Baharı sonbahara hatta kışa dönüştü. Batılıların ve Türkiye’nin Orta Doğu’daki imajı değişmeye başladı. 

Türkiye Arap Baharıyla beraber interaktif ilişkileri geliştirmekten yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. 

Müslüman Kardeşler ve HAMAS gibi gruplarla ilişkilerini geliştirmeye başladı. 

Arap Baharından ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda beklentileri ise, daha ılımlı bir dünya; Batı değerlerinin bölgeye yerleştirilmesi ve Batı ile iyi ilişkiler geliştirebilecek bir Orta Doğu devlet yönetiminin ortaya çıkmasıydı. Gelişmeler başlangıçta bu doğrultuda olsa da, bir müddet sonra Orta Doğu’nun toplumsal, sosyal ve siyasal dokusu farklı noktada ilerleme gösterdi. 

Müslüman Kardeşler fırsattan istifade ederek bölgede etki alanını Kuzey Afrika’dan Suudi Arabistan sınırına kadar çok hızlı genişletti. Bununla beraber, bu grup içinde aşırılıklar taşıyan unsurlar da vardı. 

Zaman zaman bu grupların uygulamaları ve söylemleri Batılıların ve özellikle ABD’nin beklentileri dışında gelişme gösterdi. 

ABD ve Batılılar “Orta Doğu nereye gidiyor?” sorusunun cevabını ararken iki farklı yaklaşım söz konusu oldu. Birincisi, Türkiye-Müslüman Kardeşler-HAMAS etkileşiminden doğan ve bölgede İslami anlayışın ön planda olduğu bir yumuşak gücün oluştuğunu gördüler. İkincisi ise, bu grubun her ne kadar Batı ile ılımlı söylemler geliştirdiği görülse de, arka planında Batı ile güven bunalımının devam ettiği ve olumsuz yaklaşımların belirebileceği ortaya çıkmaya başladı. Batının bu endişeleri, Libya’da ABD Büyükelçiliğinin basılıp büyükelçi ve personelinin öldürülmesinden sonra özellikle ABD’nin bölgeye bakışında büyük değişiklik gösterdi. Nitekim bu bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilir. 

Şu önemli noktayı da eklemek gerekir; ABD’nin Orta Doğu politikasındaki temel çıkarlarından bir tanesi, bölgede hem içeriden hem dışarıdan ABD karşıtı bir gücün oluşmamasıdır. Bu karşıt güç, Rusya olabileceği gibi Türkiye-Müslüman Kardeşler etkileşiminden oluşmuş bir yapı da olabilir. Bunların yanı sıra, Müslüman Kardeşlerin bölgede etkinliğinden rahatsız olan İslam ülkeleri de bulunmaktaydı. Ki bu ülkeler Müslüman Kardeşlere karşı kendi yönetimlerini kaybetme tehlikesini bir tehdit olarak görmekteydiler. 

Nitekim Suudi Arabistan destekli Selefi gruplar Batılılarla ortak doğrultuda hareket ederek, Müslüman Kardeşlerin bölgedeki ağırlığını kırmak için Mısır’da Mursi’den desteklerini çektiler. Mursi %27’lik bir tabana oturmaktaydı ve halk ayaklanması sonucu askeri bir darbe oldu. Denilebilir ki, hem Batılıların hem de adı geçen ülkelerin de etkin olmasıyla Mısır’da demokratik yönetim ortadan kalktı. Bundan sonra Mısır’da askeri darbeyle kurulmuş ve Batıyla iyi geçinecek bir yönetim yerleştirildi. Mısır darbesiyle Arap Baharı sonbahara, Suriye’de de kışa dönüştü. 

Tüm bu tablo içerisinde, Türkiye-Batı ilişkilerini bu gelişmelerin dışında bırakmak mümkün değildir. ABD ile olan ilişkiler de yaşananlara paralel bir şekilde sonbahara sonra da kışa dönüştü. Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak büyüdüğüne kanaat getirilerek bölgedeki değişime yön vermedeki istek ve arzusu, Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen gelişmelerdendi. 

Diğer taraftan, Türkiye bölgede güçlenen ve bölgedeki gelişmeleri etkileyebilme kabiliyeti olan bir ülkeydi. 

Ancak, HAMAS ve Müslüman Kardeşlerle gücünü daha da artırmaya yönelik uygulamalardaki yaşadığı kötü deneyimler Türkiye’nin gücünün sınırlarını göstermeye başladı. Türkiye, gücünün sınırlarını öğrendikçe de Orta Doğu’da ne kadar etkin olabileceğini görmeye başladı. Bu aslında önemli bir gelişmedir çünkü Orta Doğu’ya yönelik politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında daha uygun yöntemlerin geliştirilmesine neden olmaktadır. 

Bir de şu noktayı eklemek gerekir; Türkiye’nin özellikle kuruluşunda uygulanan seküler sistemin daha çok Fransız yapısına uygun olarak gelişmesi ile insanların dini sorumluluklarını yerine getirmesine ve inançların önüne gelen sınırlamalar İslami yaklaşımların yükselmesine sebep olmuştur. Bu yaklaşımın yayılması hızlı bir şekilde gelişmiş ve toplumun belirli bir kesiminden destek almıştır. Ancak yaşanan son gelişmeler göstermiştir ki; Türkiye’nin tarihi ve kültürel perspektiflerinden gelen özelliklerini de (kuruluş felsefesi değerleri, seküler yapısı ve komşularla iyi geçinme gibi politikaları) meczedecek bir anlayışın gerekliliği noktasındaki görüşler ağırlık kazanmaya başlamıştır. Türkiye hem halkının büyük çoğunluğu Müslüman hem de seküler bir ülkedir. 

Son tartışmaların diğer bir boyutu da; Türkiye’nin bölgedeki gücünün sınırlarını dikkate almak suretiyle, küresel ve bölgesel güçlerle etkin iletişime geçerek bölgenin optimal sonuçlar doğuracak biçimde şekillendirilmesinde katkı yapacak politikaları belirlemesidir. Şahsen, yakalanacak bu optimalin belirli bir olgunlukla değerlendirilmesi gerektiğine kanaat etmekteyim. 

Türkiye bölgedeki gelişmeleri tek başına değiştiremeyeceği gibi Türkiye’nin Orta Doğu’nun tamamıyla dışında kalacağı da tahayyül edilmemelidir. Çünkü bölgedeki dinamikler Türkiye’nin gerek güvenliğine ve ekonomik ilişkilerine gerekse iç politikasına doğrudan etki etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin hem küresel hem de bölgesel güçlerle rekabet ve çatışmacı tutumdan ziyade işbirliği ve uzlaşmaya yönelik optimal politikalar geliştirerek bölgedeki istikrara katkı yapabileceğini ve eski saygınlığını kazanacağını değerlendirmekteyim. 

Söyleşinin başında ifade ettiğim gibi, Soğuk Savaş dönemi sonunda uluslararası sistemdeki diğer ülkeler gibi Türkiye de daha esnek politikalar oluşturmaya başlamıştır. Ancak, burada altının çizilmesi gereken bir nokta bulunmakta. Bu esnekliği uygularken içinde bulunduğu ittifak sisteminden (ABD, AB, NATO) tamamen uzaklaşacak bir yöne gitmesi Türkiye’ye daha fazla zarar getirebilecektir. Bu nedenle, Türkiye hem kendi çıkarlarını diğer yandan da içinde bulunduğu ittifak sisteminin bölgeye yönelik beklentilerinide dikkate alarak bölgedeki işbirliğini geliştirmek suretiyle istikrara katkıda bulunabilir. Böylelikle, kendi çıkarlarını daha etkin sürdürebileceği gibi bu ittifak sisteminin bölgedeki beklentilerini de optimal işbirliği süreçleriyle daha fazla etkileme imkanı bulacaktır. 

Bu arada Batının da yapması gerekenler bulunmakta. Örneğin, bölgesel barış ve hatta dünya barışı açısından İslamofobia küresel ve bölgesel kaosa neden olabildiği gibi Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda, Batı’nın seküler anlayışını sadece Hıristiyan dinine mensup farklı mezheplere uygulanan bir sistem olarak geliştirmesinden ziyade farklı dinlere (İslam’a da) aynı hoşgörüyü yansıtmasının faydalı olacağını değerlendirmekteyim. 

İkinci olarak; ABD’nin dikkate alması gereken bir unsur daha bulunmaktadır. Orta Doğu’da ulus devletlerin parçalanmış yapılara dönüştürülme politikası vahim sonuçlar doğurabilir. Daha önce Yugoslayva’nın dağılma sürecinde Avrupa’nın göbeğinde yaşanan katliamlar insanlık tarihine kötü bir leke olarak geçmiştir. Bugünkü Yugoslayva’nın bütünlüğünün Avrupa dinamikleri nedeniyle devam ettiği de unutulmamalıdır. 

Eğer Yugoslavya’daki gibi parçalanmış ulus devlet yapılanmaları Orta Doğu’da yaşanırsa bu kontrol edilemez boyutlara gelir. Bu çerçevede çok tehlikeli bir senaryo ile karşı karşıya kalınabilir. Bölgedeki mezhep savaşları ve farklı etnik grupların birbiriyle çatışmaları sonucunda bölgesel ve hatta küresel kaosa dönüşme ihtimali bulunmaktadır. 

Örneğin, Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt bölgesi gibi ayrılması, Suriye’ye benzer şekilde politikalarla yaklaşılması bölgede sonu gelmez gerilimlerin ve çatışmaların başlangıcını oluşturacağı dikkate alınmalıdır. Bunun yanı sıra, herhangi kontrolsüz bir durumda insanlık tarihine Avrupa’da yaşanan 30 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları gibi kötü lekeler bırakacağı göz önünde bulundurulmalıdır. 

Rusya’nın ise yayılmacı politikalarının süreç içinde kendisini yıpratacağını hesaba katması ve Türkiye gibi küresel ve bölgesel güçlerle optimal politkalar üretimine yönelik girişimlerde bulunması gerekmektedir. 

Soru: Rusya’ya dair Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerindeki temel jeopolitik vizyon nedir? 

Atilla Sandıklı: Harp akademilerinde kurmay gruplarda öğretim üyesi ve enstitü müdürü olarak görev yapmış biri olarak diyebilirim ki; Batı ittifak sisteminin parçası olan eğitimlerin sonucunda daha çok Batıcı bir perspektifle yetişen Türk subayındaki genel görüş, Batı ittifak sisteminde olunmasına yönelik olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak gerek ABD gerekse AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde Türkiye’yi geri plana iten ve dikkate almayan neredeyse ittifak sistemi dışında bırakılan ülke gibi algılanabilecek tutumları, Türk halkında olduğu gibi Türk askeriyesinde de Asyacı eğilimleri canlandırmaktadır. Türkiye’nin AB’ye olan üyelik müracaatlarının kabul edilmediği dönemde Avrasyacı görüş ortaya çıkmıştır. Fakat ne zaman ki AB ile bütünleşme sürecine girilip, ABD ile ilişkiler geliştirildiğinde bu eğilimlerin zayıfladığına tanık olduk. 

Son zamanlarda ise Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerinde tekrar Rusya ve Avrasya ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde söylemler dillendirilmeye başlamıştır. Bu da ABD ve AB ile ilişkilerin olumlu gelişmemesinin bir sonucu olarak okunabilir. 

Sonuç olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Türk halkının Batı ittifak sistemi içinde bulunmayı ve ilişkileri geliştirmeyi Avrasyacı görüşe göre öncelediği söylenebilir. Ancak zaman zaman Avrasyacı ve Rusya’ya yönelik yaklaşımların öne çıkmasının sebebi Batının Türkiye’yi dışladığı ilgili imajın oluşacağı politikalar gütmesidir. Daha net bir ifadeyle, burada belirleyici unsur Batılıların Türkiye’ye karşı geliştirdikleri politikalardır. 


***