25 Eylül 2020 Cuma

DIŞIMIZDAKİ PKK _ İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 2

DIŞIMIZDAKİ PKK _  İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 2




Laikçiler ve Kuran

* Cumhuriyet laikçilerinin önemli bir kısmı Kuran’ı bile tam olarak okumuş değillerdir. Yani karşımızda kendi dinini bir oryantalist kadar bile tanımayan insanlar var. Cumhuriyet dinden kopuk bir nesil yetiştirdi. Bunlar bilmedikleri bir şeylere karşı çıkıyorlar. Ne Kuran’ı biliyorlar, ne de ibadetleri. Hadis nedir, Peygamber kimdir hepsinden bihaberler. Akıllarında bir kara çarşaf kalmış, bir de içki yasağı. Camiyi uzaktan görüyorlar ama içine girmeye hep korkmuşlar.

Ordu ve Sivil irade

* Asker komutanına sadakat gösterir, emri sorgulamaz. Emri sorgulayan asker haindir, asker değildir. Bu askerliğin temelidir. Şimdi bir asker düşünün ki kendi başkumandanını tutukluyor, kendi başbakanını yok ediyor, kendi hukuk düzeni ile savaşıyor. Bu ihanettir, aşağılık bir davranıştır, askerlik bu değildir. Hangi ordu yaparsa yapsın!

* Bazıları diyor ki, sivil irade mücadeleyi kazandı, asker kışlasına çekildi. Ben hiç öyle düşünmüyorum. Askerin sistem içerisinde bazı mevzi kayıpları olmuştur, ama 2002’den beri kurumsal yapıda bazı yerler var ki oralarda hiçbir değişim olduğu kanaatinde değilim.

* Ordu ne kadar değişti sorusuna bir soruyla karşılık vereyim isterseniz. Diyelim ki Harp Okulu’nda bir öğrenci abdest alıyor ve 5 vakit namaz kılıyor. Öyle ya, bu ülke Müslüman ve askere de Anadolu çocukları gidiyor. Dedesi gibi, babası gibi bir Harbiyeli de namaz kılmak isteyemez mi? Ne olur dersiniz? Ben size söyleyeyim, hemen okuldan atılır. Düşünün bir kez, adam kendi ülkesinin Harp Okulu’nda kendi dinini bile yaşayamıyor. Bu neye benzer, bir Amerikalının pazar günü kiliseye gittiği için Ordu’dan atılmasına benzer. Bir anlamda ‘kripto Müslümanlık’tır bu.

TSK ve İsrail

* TSK içeride istediği müttefikleri bulamayınca, dışarıda özel ilişkiler geliştirdi. İsrail de Türkiye içerisinde doğal müttefiki olarak generalleri gördü. Çünkü demokratik unsurlar İsrail’in işine yaramazdı.

* Benim görebildiğim kadarıyla Silahlı Kuvvetler’in üst yönetimi, hükümet ile İsrail arasındaki kapışmayı Türkiye ile İsrail arasındaki kapışmadan ziyade AK Parti ile İsrail arasında kapışma olarak gördü ve öyle kalmasını istedi.

* İsrail’i asıl endişelendiren nokta şu: Türkiye’de ordunun, istihbaratın, kısaca tüm stratejik kurumların ve medyanın İsrail’e, Erdoğan gibi bakmaya başlaması. Bu endişelerini açıkça söylediler. Netanyahu hükümeti, AKP hükümetini devirmeyi amaçladığını belli etti. Ama diğer taraftan Erdoğan da, Netanyahu hükümetini devirmeyi hedef olarak koydu.

Medya

* Eskiden olduğu gibi artık gazetelerin içlerine ajanlar yerleştirmeye de gerek yok. Böyle bir kalitesizlik ve özensizlik içindeki Türk medyasını manipüle etmek o kadar kolay ki. Buna rağmen hâlâ ajanlık yapan veya ajandan farksız davranmayan insanlar da var elbette. Aslına bakarsanız diğer ülkelere çalışmak Türk basınında eski bir gelenektir. 19.yüzyıldan günümüze değin pek çok gazeteci diğer ülke temsilcilerinden maaş almışlardır. Alınganlığa, saklamaya gerek yok, tarih bu bilgiler ile dolu.

İsrail ve PKK

* İsrail-PKK flörtü Davos’tan hemen sonra bir aşk haline geldi ve işbirliği İsrail Kabinesi’nde tartışılacak kadar derinleşti. Düşünebiliyor musunuz, bir devletin bakanları kabine toplantısında bir terör örgütüne nasıl destek verebileceklerini tartışıyorlar. Çünkü Türkiye’nin İsrail’e meydan okuması İsrail’e vurulabilecek en büyük darbeydi. Türkiye, İsrail’in meşruiyetinin altını oydu ve bu anlamda İsrail’e Hamas’tan bile daha ağır bir zarar verdi.

* PKK gerçek anlamda uluslararası bir terör örgütü haline geldi. Örgüt içindeki Türkiyelilerin oranı ve etkisi her geçen gün azaldı. Özellikle Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt Türkiyeli özelliğini ciddi anlamda yitirdi.

* PKK diğer ülkelerce kullanılan etkili bir araçtır. Buna bir de Ankara’daki Ergenekoncuları eklemek gerekir. Türkiye’de demokrasi karşıtı kim varsa birleşmiş ve birbirine yardım eder gözüküyor. Bunlar dış dostlar açısından da birbirlerine pek bir benziyorlar.

* Evet, İsrail devleti, bir tür etnik temizlik hareketidir. Öldürme de var, satın alma da var, sürme de var, gasp ve yağma da var, hepsi var. Bir Musevi hareketinden ziyade, Siyonist bir temizlik hareketidir bu.

* İsrail’in hayatı sadece istihbarat ve ordu. Ülkede tüm yöneticilerin beyinleri istihbaratçı gibi çalışıyor. Ölmek, öldürmek, zayıflatmak. Aklı şeytani bir çizgide kullanıyorlar. Oysaki güvenliğin temeli düşmanlarınıza zarar vermek değil, onları dostlarınız haline getirebilmektir. İşte İsrail’in ıskaladığı budur.

* İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslami unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. Tohumların ıslah edilmesi, kısırlaştırılması gibi bir durumdur bu. Buna benzer bir operasyondan bahsediyoruz. Türkiye’nin de-islamizasyonu meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir.

Türkiye’nin gücü

* Türkiye içeride ve dışarıda özgüven patlaması yaşıyor. Bunun bir nedeni ekonomideki hızlı büyüme. Türkiye ‘Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun kaplanı’ haline geliyor. Ekonomi büyüdükçe, yere daha sağlam basılabiliyor. Fakat özgüven artışını sadece para ile açıklamak yetersiz kalır. Türkiye geçmişten farklı olarak küresel ve bölgesel değişikliklerden korkmuyor. Demokrasiden ve insan hakları çıtasının yükselmesinden de çekinmiyor. Tam aksine, tüm bunları kendi lehine görüyor. Bu da Türkiye’nin hızla ‘kimlik bunalımı’ndan da çıkıp, kimliğini oturtması ile ilgili.

* Türk dış politikası edilgen konumdan çıkıp pro-aktif, hatta hiper-aktif bir hale dönüşüyor. Uluslararası toplantılarda ‘süt dökmüş kedi’ gibi başa öne eğik Türk diplomatları yok artık. Gündemi Türkler belirliyor, sesleri çok ama çok gür çıkıyor.

* Türkiye’nin dönüşümü bir şahsa veya bir partiye bağlı değil. AK Parti zaten bir dönüşümün sonucudur. Yeni Türkiye’nin ürettiği bir şeyden bahsediyoruz. Gerekirse o yeni Türkiye, AK Parti’yi ürettiği gibi, muhalefetini de üretir.

PROF. DR. SEDAT LAÇİNER

Sedat Laçiner, 1972 yılında Keskin’de doğdu. Lisans derecesini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Uluslararası İlişkiler alanında yaptı. 1992 yılında katıldığı Milliyet Gazetesi Türkiye Ödülleri Yarışması’nda sosyal bilimler dalı birincisi oldu.

1993-1996 yılları arasında Milliyet gazetesinde muhabir olarak çalışan Laçiner, aynı gazetede Başbakanlık Muhabirliği’ne kadar yükseldi.

Yüksek lisans eğitimini Uluslararası Politika alanında İngiltere’nin Sheffield Üniversitesi’nde onur derecesiyle (distinction) tamamlayan Laçiner, doktorasını Londra Üniversitesi King’s College’da yaptı. 2004 yılında ise Ankara’da Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun (USAK) kurucu başkanı oldu.

Prof. Dr. Sedat Laçiner Davos Economic Forum bağlantılı Young Global Leaders (YGL) tarafından ‘2006 yılı Genç Küresel Lideri’ seçildi. Tüm dünyadan geleceğe yön verecek 175 kişinin seçildiği listeye, ‘entelektüeller’ kategorisinden giren Türkiye’den ilk ve tek isim oldu.

16 Mart 2011 tarihi itibariyle Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörlük görevini yürütmektedir. Laçiner aynı zamanda Star gazetesi köşe yazarıdır.

ALPER ÖZGEN

Lisans eğitimini Sabancı Üniversitesi Sosyal ve Siyasal Bilimler Fakültesi'nde tamamladı. Halen iyibilgi.com haber sitesinde sorumlu editör olarak çalışıyor.

        ERDOĞAN-NETANYAHU SAVAŞI: 

Hakan Fidan’ın MİT’in başına gelmesi, İsrail-Türkiye ilişkilerinin çok kritik ve sarsıntılı bir dönemine denk geldi. İsrail’de bazı kişiler Hakan Fidan’ın ismini karalayarak, 

İsrail’e dönük olumsuzlukların arkasında onun olduğu iddiasını yaydılar. Sanki Hakan Fidan’ın ve Erdoğan’ın İran ile özel ilişkileri varmış gibi göstermeye çalıştılar. (...)

Kitapta Alper Özgen’in sorularını yanıtlayan Laçiner, adeta ülkenin önündeki tehlike arz eden koordinatları tek tek belirlemekle kalmıyor, yol kazası olmadan engellerin nasıl aşılabileceğini de gösteriyor. Kitapta Türkiye’deki en stratejik kurumların içine girmeyi başarmış bir aktöre özellikle dikkat çekiliyor: İsrail derin devleti.

Bu derin yapılanma TSK, MİT ve PKK ile ilişkileri üzerinden masaya yatırılıyor. Kitapta “Kemalizm öldü mü? Cumhuriyet’i kollayan bilim adamları. İsrail’in ‘içerideki’ doğal müttefikleri. PKK-İsrail flörtü aşkamı dönüştü? İsrail’in intikam yemini. AK Parti-İsrail düellosunun kısa tarihi. PKK nasıl bitirilir? AK Parti’nin balkonundan dünya nasıl görünüyor? Erdoğan’ın yapma(ma)sı gerekenler. Türkiye tekno-savaşlara hazır mı” gibi soru ve konular aydınlatılıyor.

İsrail-PKK flörtü: Sedat Laçiner kitabında “İsrail PKK’yı destekliyor mu, destekliyorsa nasıl destekliyor” sorularına şöyle yanıt veriyor: “İsrail-PKK flörtü Davos’tan hemen sonra bir aşk haline geldi ve işbirliği İsrail Kabinesi’nde tartışılacak kadar derinleşti. Düşünebiliyor musunuz, bir devletin bakanları kabine toplantısında bir terör örgütüne nasıl destek verebileceklerini tartışıyorlar. Çünkü Türkiye’nin İsrail’e meydan okuması İsrail’e vurulabilecek en büyük darbeydi. Türkiye, İsrail’in meşruiyetinin altını oydu ve bu anlamda İsrail’e Hamas’tan bile daha ağır bir zarar verdi.” (sf.120)



MEDYADAKİ AJANLAR: 

Kitabında eskiden gazetelerin içlerine ajanlar yerleştirildiğini belirten Sedat Laçiner, günümüzde artık buna gerek kalmadığına dikkat çekiyor ve ekliyor: “Böyle bir kalitesizlik ve özensizlik içindeki Türk medyasını manipüle etmek o kadar kolay ki. Buna rağmen hâlâ ajanlık yapan veya ajandan farksız davranmayan insanlar da var elbette. Aslına bakarsanız diğer ülkelere çalışmak Türk basınında eski bir gelenektir. 19. yüzyıldan günümüze değin pek çok gazeteci diğer ülke temsilcilerinden maaş almışlardır. Alınganlığa, saklamaya gerek yok, tarih bu bilgiler ile dolu.” (sf.114)

İsrail’in içerideki doğal müttefikleri: İsrail’in 1990’lı yılların başından itibaren özellikle 28 Şubat’la birlikte TSK’nın en önemli müttefiklerinden biri haline geldiğini söyleyen Sedat Laçiner kitabında bu konuda çarpıcı tespitlere yer veriyor:

“TSK içeride istediği müttefikleri bulamayınca, dışarıda özel ilişkiler geliştirdi. İsrail de Türkiye içerisinde doğal müttefiki olarak generalleri gördü. Çünkü demokratik unsurlar İsrailíin işine yaramazdı. İsrail’in kendisine destek veren, Türkiye gibi, Müslüman ve seküler bir ülkeye ihtiyacı vardı. Bu nedenle Türkiye önemliydi. Türkiye’de ise partner olarak generalleri gördüler.” (sf.97)

Kemalizm öldü mü?:Kemalistleri görmezden gelen, küçümseyen bir hayat var artık. Herkes artık biliyor ki Atatürk Kemalist değildi. Kendilerini Atatürk’ün devamı olarak lanse edenlerin pek çoğu ya şarlatan ya da kendisine Atatürk’ü maske yapan ideolojik militan. Atatürk öldü. Onu izlemek istiyorsanız onun yöntemlerini, kısmen de ideallerini alırsınız, yoksa onun sözlerini dondurarak kendinizi ve ülkenizi neredeyse 100 yıl önceye hapsetmezsiniz. (sf.52)



Camiden korkan cumhuriyetçiler: Cumhuriyet laikçilerinin önemli bir kısmı Kuran’ı bile tam olarak okumuş değillerdir. Yani karşımızda kendi dinini bir oryantalist kadar bile tanımayan insanlar var. Cumhuriyet dinden kopuk bir nesil yetiştirdi. Bunlar bilmedikleri bir şeylere karşı çıkıyorlar. Ne Kuran’ı biliyorlar, ne de ibadetleri. Hadis nedir, Peygamber kimdir hepsinden bîhaberler. Akıllarında bir kara çarşaf kalmış, bir de içki yasağı. Camiyi uzaktan görüyorlar ama içine girmeye hep korkmuşlar. (sf.82-83)

Batı’nın en önemli projesi : Sedat Laçiner’e göre İsrail’in Türkiye’deki çalışmaları, 1970’li yıllardan sonra yoğunluk kazandı. Yazar kitabında bunu şu sözlerle vurguluyor: “İsrail’in bakışında Türkiye’nin İslam’dan uzaklaştırılması veya en azından İslami unsurların ‘zararsız’ hale getirilmesi önemli bir rol oynamıştır. (...) Türkiye’nin de-islamizasyonu meselesi daha doğrusu ‘ehlileşmiş’, ‘ılımlı İslam’ projesi, sadece İsrail için değil Batı dünyası için de önemli bir projedir.” (sf.183)

İsrail’i asıl endişelendiren nokta şu: Türkiye’de ordunun, istihbaratın, kısaca tüm stratejik kurumların ve medyanın İsrail’e, Erdoğan gibi bakmaya başlaması. Bu endişelerini açıkça söylediler. Netanyahu hükümeti, AKP hükümetini devirmeyi amaçladığını belli etti. Ama diğer taraftan Erdoğan da, Netanyahu hükümetini devirmeyi hedef olarak koydu. Bu da gizli saklı değil, açıkça, aleni olarak basına demeç verilerek ilan edildi. (sf.104-105)

Özgüven patlaması yaşayan ülke: Türkiye’de yaşanan değişimi yüzeysel ve meselenin sadece tek bir boyutuna odaklanmış cümlelerle açıklamanın mümkün olmadığını vurgulayan Sedat Laçiner, “İlk olarak Türkiye içeride ve dışarıda özgüven patlaması yaşıyor. Bunun bir nedeni ekonomideki hızlı büyüme. Türkiye ‘Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun kaplanı’ haline geliyor.

Ekonomi büyüdükçe, yere daha sağlam basılabiliyor. Fakat özgüven artışını sadece para ile açıklamak yetersiz kalır. Türkiye geçmişten farklı olarak küresel ve bölgesel değişikliklerden korkmuyor. Demokrasiden ve insan hakları çıtasının yükselmesinden de çekinmiyor. Tam aksine, tüm bunları kendi lehine görüyor. Bu da Türkiye’nin hızla ‘kimlik bunalımı’ndan da çıkıp, kimliğini oturtması ile ilgili” diyor. (sf.130)

Doğru istihbarat nasıl yapılır?: Laçiner kitabında istihbaratın sadece haber toplama, kışkırtma ve ispiyonlama işi olmadığına dikkat çekerken şu değerlendirmelerde bulunuyor: 



“Türkiye de istihbarat işini akıl merkezli hale getirmek zorundadır.

Aksi takdirde gelirler, sizin elinizi kolunuzu birbirine bağlarlar, beyin sinirlerinizi ellerine alırlar ve bir bakmışsınız ki ülkenize katkı için kendi insanlarınızı öldürüp duruyorsunuz. İsrail istihbarat konusunu iyi anlamıştır ve ayakta kalabilmek için istihbaratı devletin temeline yerleştirmiştir. İsrail diğer ülkelerin iç işlerine sızmakta çok mahir.

Özellikle Arapların içine çok güzel sızıyor. Fakat Türkiye, İsrail gibi mi yapmalı derseniz, tam olarak öyle yapmamalı. Çünkü İsrail’in hayatı sadece istihbarat ve ordu. Ülkede tüm yöneticilerin beyinleri istihbaratçı gibi çalışıyor. Ölmek, öldürmek, zayıflatmak. Aklı şeytani bir çizgide kullanıyorlar. Oysa ki güvenliğin temeli düşmanlarınıza zarar vermek değil, onları dostlarınız haline getirebilmektir. İşte İsrail’in ıskaladığı budur. Silahlar sizi korumaz.”( sf.172)

Demokrasiye karşı güç birliği: Kitabında, PKK’nın gerçek anlamda uluslararası bir yapılanmaya dönüştüğüne dikkat çeken Sedat Laçiner, “PKK diğer ülkelerce kullanılan etkili bir araçtır. Buna bir de Ankara’daki Ergenekoncuları eklemek gerekir. Türkiye’de demokrasi karşıtı kim varsa birleşmiş ve birbirine yardım eder gözüküyor. Bunlar dış dostlar açısından da birbirlerine pek bir benziyorlar” tespitinde bulunuyor. (sf.121)


Özal’ın sözü doğru çıkacak: Sedat Laçiner kitabında Türkiye’nin özel bir ülke olduğunu ve bu ülkenin özel bir kaderi olduğuna vurgu yaptıktan sonra şunları aktarıyor: 

“Özal da, 21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağını söylemişti. Ben, Özal’ın özellikle bu sözünün doğru çıkacağını düşünüyorum. 21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağına, 

hatta ‘muhteşem yüzyıl’ olacağına dair kanaatim ve temennim var. Belirtilerin bu yöne işaret ettiğini düşünüyorum. Sovyetler’in çökmesinin Türkiye’ye kazandırdıklarına, 

11 Eylül’den sonra ortaya çıkanların Türkiye’yi konumlandırdığı yere bakıyorum... 

Yani Türkiye istemese de bir yerlere doğru sanki sürükleniyor, çekiliyor!” (sf.55-56)


***

DIŞIMIZDAKİ PKK _ İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 1

 DIŞIMIZDAKİ PKK _  İÇİMİZDEKİ İSRAİL., BÖLÜM 1

Dışımızdaki PKK, içimizdeki İsrail,

Türkiye devleşiyor. Tüm engellemelere rağmen Türk dış ve iç politikalarında devrim niteliğinde değişimler yaşanıyor. 

Bu değişimleri ‘Türkiye’nin ekseni kayıyor’ veya ‘Türkiye Batı’dan uzaklaşıyor’ gibi yüzeysel ve derinlikten yoksun cümlelerle açıklamak mümkün değil.

Haber Merkezi / TIMETURK

Prof. Sedat Laçiner, ekonomi, sosyoloji, tarih ve uluslararası ilişkiler teorilerini anlamlı bir bütün içerisinde kullanarak, yükselen Türkiye’nin rotasını anlayabilmek için bir model inşa ediyor. Tehlike arz eden koordinatları tek tek belirlemekle kalmıyor, yol kazası olmadan engellerin nasıl aşılabileceğini gösteriyor.

Bu modelin özünde ise hep dışarıda olarak algılanmış, oysa fark ettirmeden, Türkiye’deki en stratejik kurumların içine girmeyi başarmış bir aktöre özellikle dikkat çekiliyor: İsrail derin devleti. Ve bu derin yapılanma, ilk kez TSK, MİT ve PKK ile ilişkileri üzerinden masaya yatırılıyor.

Laçiner, içimizi yakan PKK terörü konusuna ve bu örgütün İsrail başta olmak üzere dış bağlantılarına zoom yapıyor. Normalleşme sürecinde hala anormalliklerini sürdüren yapıları, ‘içimize giren’ dış düşmanları ve bunların işbirlikçilerini, hem tarihsel perspektif içinde hem de fütürist öngörülerle analiz ediyor.

Bu kitap, Türkiye’de ne olup bittiğini anlamak, poker masasındaki oyuncuların yüzlerini ‘doğru’ okumak için harika bir maymuncuk!




KİTABIN İÇİNDEKİLER

* TÜRKLER NİÇİN ‘ÖZEL’?

* HALK ŞEHRE İNİNCE!

* KEMALİZM ÖLDÜ MÜ?

* CUMHURİYET’İ KOLLAYAN BİLİM ADAMLARI!

* NORMALLEŞMEKTE ZORLANANLAR!

* İSRAİL’İN ‘İÇERİDEKİ’ DOĞAL MÜTTEFİKLERİ

* MOSSAD MEDYAYA SIZARSA...

* PKK-İSRAİL FLÖRTÜ AŞKA MI DÖNÜŞTÜ?

* TARİHSEL ORTADOĞU PARANTEZİ

* İSRAİL’İN İNTİKAM YEMİNİ!

* HİBRİT MÜSLÜMANLIK HAYALİ!

* AK PARTİ-İSRAİL DÜELLOSUNUN KISA TARİHİ

* PKK NASIL BİTİRİLİR?

* AK PARTİ’NİN BALKONUNDAN DÜNYA NASIL GÖRÜNÜYOR?

* İSRAİL PARAYLA NORMALLEŞİR Mİ?

* TÜRKİYE’Yİ İSRAİL’E ŞİKÂYET EDEN ‘GANDİ’!

* ERDOĞAN’IN YAPMA(MA)SI GEREKENLER!

* BATI’NIN İHTİYACI TÜRK’ÜN KALBİ!

* POKER MASASINDA SON DURUM

* TÜRKİYE TEKNO-SAVAŞLARA HAZIR MI?

* ÇANAKKALE (ÜNİVERSİTEDEN) GEÇİLMEZ!

KİTAPTAN ÇARPICI BÖLÜMLER:

Türkler ve muhteşem yüzyıl,

* ‘Çok özel bir karışıma sahip olan’ Türklerin insanlığa ve medeniyete çok büyük katkı sağlayacağını, bunun onların özel kaderleri ve misyonları olduğunu düşünüyorum. Geldiğimiz nokta itibariyle de Türkleri ben ‘insanlığın vicdanı’ olarak değerlendiriyorum. Türkleri dünyanın ve insanlığın vicdanı olarak, sağduyusu olarak görüyorum. Yani Alman’a, Rus’a, Japon’a baktığımda göremediğim pek çok güzel özelliği, adeta kıvılcımı Türklerde görüyorum. Bu farkın, tüm dünya tarafından da görüleceği kanaatindeyim. Alman da, Amerikalı da kendi çıkarının peşinde koşar ama Türkiye’nin çıkarı insanlığın ortak çıkarıdır, çoğu kez de bölgemizin iyiliğidir. Türkiye, bölgesinin ve dünyanın iyiliğine mahkûm bir ülke!

* Türklerin ben ırkçı olabileceklerini düşünmüyorum. Daha doğrusu klasik Türk kültüründe yetişmiş birinin Batılı anlamda ırkçı olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü tek bir ırka dayanmıyor bizim milliyetçiliğimiz. Bunu söylerken yanlış anlaşılmasın, ‘Türk kötü olamaz’, ‘Türk adam öldürmez’ gibi bir iddiada değilim. Yabancı düşmanı olamaz da demiyorum. Irkçılık, özel koşulların ve özel bir kültürün ürünüdür. Belli bir sosyo-kültürel ve siyasi gelişimin sonucudur.

* 21. yüzyılın Türk yüzyılı olacağına, hatta ‘muhteşem yüzyıl’ olacağına dair kanaatim ve temennim var. Belirtilerin bu yöne işaret ettiğini düşünüyorum. Sovyetlerin çökmesinin Türkiye’ye kazandırdıklarına, 11 Eylül’den sonra ortaya çıkanların Türkiye’yi konumlandırdığı yere bakıyorum... Yani Türkiye istemese de bir yerlere doğru sanki sürükleniyor, çekiliyor!



Cumhuriyet ve ideolojisi

* Cumhuriyet’i kuran kadronun o travmatik düşünceler içerisinde en önemli derdi devleti ayakta tutabilmektir, ülkeyi ateşe düşmekten kurtarmaktır. Onu yaparken de bir ideoloji geliştiriyorlar. O ideolojiyi ayakta tutmaya çalışıyorlar. Fakat o ideoloji hem Batı’yı düşman görüyor, hem de Batılı gibi olmaya çalışıyor, ama ikisi de olamıyor. ‘Halkçıyım’ diyor, ‘milliyetçiyim’ diyor ama o halktan, o milletten, kısacası kendi insanlarından korkuyor.

* Bazı ‘devrimler’ de, Atatürk’ün yapmaya çalıştıklarının bir kısmı da Osmanlı’nın devamıdır. Hiç de yeni değillerdir. Mesela laikliğin aşırılığa gidilen kısımlarını atarsanız, Türk toplumu zaten laiktir, hep laik olmuştur.

* İnsanlar rahat bırakılsaydı, ‘köylü davranışlar’ toptan düşman sayılmasaydı başörtüsü veya çarşaf gibi bazı kıyafetler siyasi sembol ve sorun haline gelmezdi. Ama rahat bırakılmadı. Böyle olunca da farklı kanallar üzerinden direniş pratikleri ortaya çıktı, örneğin İslamcılık üzerinden.

* Sonuç itibariyle uzun bir süre, işadamları, bürokratlar ve bu sacayağının üçüncü parçası olan aydın kesimi (özellikle üniversite camiası) devletten beslendi. Bu üçlü ittifakın karşısında siyasete girmeye çalışan bir halk ve orada yeni yeni palazlanan bir iş dünyası vardı. 1950’lerde böyle bir ikili hesaplaşma ortaya çıktı ve rekabet her geçen gün kızıştı.

27 Mayıs

* Normal süreç içerisinde duruma hâkim olamayacağını anlayan bir kesim, 27 Mayıs Darbesi ile yönetime el koydu, CHP de bunu teşvik etti. ‘Beyaz Türk’ dediğimiz, devletin etrafında kendisini bir sınıf gibi hissedenler: Askerler, yargıçlar, bürokratlar, devlet memurları vs. Kendilerini devletin sahibi görenler.

* Bana sorarsanız 27 Mayıs akla ziyan boyutlarda zarar verip, ülkede yapısal hastalıklara, anormalliklere yol açmıştır. Kıyaslama açısından bazı konularda Osmanlı’nın çöküşünden bile daha büyük tahribat yapmıştır diyebilirim. Çünkü burada düşman kendi içinizden geliyor. Yani kendi askeriniz.



İstanbul Sermayesi

* İstanbul sermayesinin liberalliği ve demokrasi anlayışı daha çok ben-merkezlidir. Kendisi yoksa, demokrasi de yoktur. Bu aslında özde değil, sözde demokratikleşmedir. Sermayenin ve dar bir elitin korunmasını modernleşme, gelişme ve ilerleme sayan bir anlayıştır bu. Siz buna kozmetik liberalleşme de diyebilirsiniz. Hani gardırop Atatürkçülüğü benzeri bir özgürlük anlayışı.

Kemalizm

* Eğer o törenler yapılmasaydı, ilkokullarda okutulan andımız üzerinden varlığımızı Türk varlığına armağan etme hadisesi gibi konularda dozaj kaçırılmamış olsaydı ya da Kürtlerin yoğun olduğu yerlere sadece “Ne mutlu Türküm” diye yazıp da hiçbir iktisadi yatırım yapmamak gibi şeyler olmasaydı, Kemalizm çok daha geniş kitlelere hitap edebilirdi.

* Kemalistleri görmezden gelen, küçümseyen bir hayat var artık. Herkes artık biliyor ki Atatürk Kemalist değildi. Kendilerini Atatürk’ün devamı olarak lanse edenlerin pek çoğu ya şarlatan, ya da kendisine Atatürk’ü maske yapan ideolojik militan. Atatürk öldü. Onu izlemek istiyorsanız onun yöntemlerini, kısmen de ideallerini alırsınız, yoksa onun sözlerini dondurarak kendinizi ve ülkenizi neredeyse 100 yıl önceye hapsetmezsiniz.

Ergenekon ve Balyoz davaları

* Ergenekon ve Balyoz davaları hızla sonuçlanmalı. Bunun için kaç hâkim gerekiyorsa, kaç ilave memur gerekliyse tahsis edilmeli. Fakat en önemlisi delillerin olduğu kasalar açılmalı, ilave bazı kişilerin sorgusuna başvurulmalı. Kozmik odalar önce başbakan ve bakanlarına, ardından da yargıya açılmalı. Mahkemelerden kaçırılan kozmik oda olmaz.

Bilim dünyası

* Türkiye’de en geç değişenler, hatta askerlerden bile yavaş değişenler bilim dünyasında, üniversitelerde konumlanmıştır. Bugünlerde bir kıpırdanma var sanki. Bir iyileşme, iyiye gidiş... Ancak köklü bir reform ve hızla yetişecek daha düzgün bir nesil gelmeden bilim dünyasının hali perişandır.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***


18 Eylül 2020 Cuma

27 MAYIS M.B.K. NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI" ULULUGU ve ÖLÜLÜMÜ.

27 MAYIS  M.B.K. NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI"  ULULUGU ve ÖLÜLÜMÜ.



Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 

27 05 2007 

27 Mayıs yaşıyor. 

Millî Birlik Komitesi öldü. 

MBK’nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 

27 Mayıs’ın yaşamasındadır. 

   Ancak, MBK’nin bir de “İNHİTAT”: ÖLÜLÜĞU“ vardır: MBK yaşamamaktadır. 

Bu yaşamayış, ”Her şey gelir, geçer“ felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK’nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız.

Bununla birlikte MBK’ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önliyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor.

Bu sütunlarda, MBK’nin ululuğıı ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz.

BİRİNCİ BÖLÜM 

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ULULUĞU

Millî Birlik Komitesi’nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristliğine değmeden geçemeyiz.

I – MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs’ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan birinci belge budur.

II – MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes’in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs’ın Ululuğunu ispatlıyan ikinci diyalektik belge budur.

III – 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada’ya gönderilenleri, hep o ”sokağa çıkma yasağına“ uğratılmış halkı birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan üçüncü diyalektik belge budur.

Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız.

1- MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti:

Türkiye’de ”BİRLİK BERABERLİK“ sözü, oldu olası her ağızın pelesengidir. 27 Mayıs bile ”MİLLÎ BİRLİK“ adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler ”millî birliğimize karşı en büyük suikasti yapmış“ kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: ”millî birliğimizin en büyük sembolü“ oldular. Demokrat Parti’ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu.

a) 14’lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş)

Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.‘de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ”muhalif“ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.

Atılan 14’ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4’ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10’u Kabibay’la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatiyle verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ”İnsanı gayrısamimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!“. Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ”Türkiye’de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.“

MBK başkanının bu ”beyanları“ mı ”gayrı-samimi“ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye’de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakrmıyacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika’da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ”Türkiye’de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır“ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika’ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy’yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamıyacağı komaya daldı. Öldü gitti.

Ötede 14’ler, 2 yıl, 5’er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamıyacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP’ye halkçımsı düşünenler CHP’ye, sosyalistimsi düşünenler TİP’e girdiler.

b) Madanoğlu’nun temizlenmesi (Finans-kapital’e vuruş)

14’lerden geri kalan MBK üyeleri ”BİRLİK“ miydiler? Doğrusu, yalnız 14’ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamıyacağı andıyla, kendilerini ”millete adamış“ idiler. 14’lerin atılmasiyle, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklar dı. 14’lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu’cular? 14’lerin başında yurtdışı edilen Kabibay’ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafıle kafıle otomobillerle Madanoğlu’nun ültimatom çaşnılı ünlendirilişi ile karşılaştılar. 

Madanoğlu’nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu.

Madanoğlu’nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. 

Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.

MENDERES NEDEN ASILDI?

27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde ”NATO“ kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes’i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika’ya nispet, Kruşçofu Ankara’ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova’ya gidecekti. DP’nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı:

”İçte ve dıştaki siyaset bezirganları… İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir.“(9 Ağustos 1957, İnebolu).

Menderes’e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu ”Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir“ diyordu. ”Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı“ oluyordu. İnebolululara: ”Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir“ diyordu. ”onlar“ dedikleri kimlerdi?

”Dışta“ dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTAL’di. ”İçte“ dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye’deki bânkalar ve şirketler kanalıyle kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye’de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: ”İçteki ve dıştaki bezirgânlar“ diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Partiyi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu ”küfrân’ı niymet“ kimeydi?

Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika’ya ödetmiye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bolbol ”uzman“ yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye’ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye’de yaptırmak üzere seımaye ortaklıklarına elverişli ”Sınaî Kalkınma Bankası“nı dahi kurdurmuştu. Türkiye’nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye’yi sevâbına savunmak,için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını ”UZMAN“larıyle kesmişti. Daha ne isteniyordu?

Bütün bu ”Amerikan yardımlarını“ Menderes’in sonradan ”açık bir istismar“ sayması nankörlüktü. Hele ”istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir“ tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işliyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtırçıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler hergün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnuzsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika’dan ithal etmiye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi.

Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs’tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes’e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. “Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisince kabul edilen anlaşmıya göre: ”Türkiye’ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi“ teahhüt etmişti.” (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)… Merıderes, dilerse Amerika’nın “her türlü harekât“ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada’ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi.

”Tecavüz“ olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore’de o tayin etmişti, Vietnam’da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, ”tecavüz“ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir ”tecavüzcü“ görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyle bir ”VASITA“ icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?..

Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: ”Karda gezip, izini belli etmiyenler“ toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek ”belge“likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynıyan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerliyen ateşli bir ”aşırı“ genç şöyle bağırmıştı: ”Ama, Amerika’nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiyede!“ Bilgin istilibaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: ”– Siz kendinizi vitrine koymıya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!“

Böyle ”açık rejim“ çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat’ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükûmetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisöriin kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür ”zehir hafiye“lerinden Bay Mithat Perin’in bile ”hâlâ bir cevap“ aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş birtanesi (27 Mayıs’ı anlatıyor.)

“Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün’ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy’e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamıyacak ve maalesef konuşamıyacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi.

“Aygün’ün Yeşilköy’e gidişi saat 21’e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün’ün bu gezisi gazetelerde: ”Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı.“ şeklinde yorumlanmıştı.

”Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır.“ Mithat Perin: Haber 31/1/1967)

Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu ”hâlâ“ bilmiyoıuz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul’u (Türkiye’nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, ”mesâi saati“ dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiç bir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy’de, nedenini bilmediği bir ”randevu“ ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi ”randevu evine“ uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye’de…

Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa’ya ”sosyal devlet“ formülü geçti. ”Bu sendikacı bir ajandır“ diye yeni yeni teşhir edilen kişinin ”kurucu“ olduğu ”sosyalist“ işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına ”getirilen“ Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak ”eski“lerin ”hevesleri kursaklarında kalacaktır“ buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin ”Beyazıt ve Kızılay meydanlarından“ geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey ”Uç bahtsız halka oynanan oyunlar“ fıkrasını yazdı.

Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile ”solcuyum!“ diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu.

27 Mayıs: Kore’de, Kongo’da, Lâtin Amerika’da, Vietnam’da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye’de kolayca uygulanamadığını gösterdi.

27 Mayıs’ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu?

27 Mayıs’ta Halkın Rolü

Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalcı kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye’ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs’ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs’çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs’ı yapanları, Molyer’in ”Zoraki Tabip“ piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Kocaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor:

“Biz buna (ihtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa’ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda:

”- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla… Üç ay zarfında seçime gidilecek”…“Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:

”- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmıyacak.“ 

   (C. Madanoğlu: İfsa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.)

27 Mayısın başı bu… 27 Mayıs gecesi bir mahşer:

”Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi’ne: “Esasen önüne gelen giriyordu. İstiyen içeride kalıyor, istiyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rastgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş görmiyeceğini düşünerek… Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü.” (Keza, s. 4)

Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs’ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklıyamıyor:

“Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir’e imza koymuş olan 4 mepus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış:

         ”- Şu evde falanca var… Onu da götürün…

         “- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur…

         “Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu’na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu.” (Cemal Madanoğlu: keza).

Yâni paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, “kedisi köpeği ile” HALK, bütün “milyonları yutmuşlar“ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş ”TOPLATMIŞ“tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: ”avânın hükmü istinafsız“ olmuştu.

Bir avuç fınans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dargelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti.

27 MAYIS’ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu.


http://www.turkiyedireniyor.org/hikmet-kivilcimli-mbk-nin-azameti-ve/


***


17 Eylül 2020 Perşembe

Erdoğan da Topal Ördek.

Erdoğan da Topal Ördek. 


Orhan UĞUROĞLU. 

YENİÇAĞ

06 NİSAN 2019

   AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları için, "topal ördek" dedi. Muhalefet sözcülerinin aklına gelmedi  ama ben söyleyeyim, Erdoğan da " topal ördek " durumundadır.

Erdoğan, İmamoğlu ve Yavaş için neden, " topal ördek " diyor?

İstanbul ve Ankara'da Büyükşehir Belediye Meclislerinde Millet İttifakı'nın üye sayısı Cumhur İttifakı'nın üye sayısından az oldu.

Erdoğan'ın bu durumu, çoğunluğu olmadığı gerekçesi ile "topal ördek" olarak nitelediği anlaşılıyor.

Doğrudur, Haklıdır.

Peki, Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinde "topal ördek" değil miydi?

2002 yılında Erdoğan, "siyasi yasaklı" iken Genel Başkan olarak AKP'yi seçime "topal ördek" olarak sokmadı mı?

Dönemim Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu bu duruma iddianameleri ile karşı çıkmadı mı?

CHP ve genel başkanı Deniz Baykal anayasa değişikliği ile Erdoğan'ın siyasi yasağının kaldırılmasına destek vermeseydi Erdoğan ne milletvekili ne başbakan  ne cumhurbaşkanı olabilirdi…

Haydi, şimdi de günümüze gelelim.

Erdoğan, 24 Haziran seçiminde Yüzde 52,6 oyla Cumhurbaşkanı seçildi.

Peki, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde çoğunluk olan 300 milletvekili barajını aşabildi mi?

Hayır, aşamadı, AKP sadece 295 milletvekili çıkarabildi.

İşte bu sonuçla cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin başkanı olan Erdoğan'da "topal ördek" oldu…

MHP ve Devlet Bahçeli baston oldu, dayanak oldu ki Erdoğan, topal ördek olarak kalmasın.

Yarın Bahçeli'nin ne yapacağı belli olmaz, bakarsınız Cumhur İttifakı'nı bozuverir ki yeniden "topal ördek"durumuna düşebilir Erdoğan.

Değerli okurlarım, Cumhur İttifakı da, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de 31 Mart yerel seçim sonuçlarının uygulanmamaya çalışılması ile siyaseten çökmüştür.

İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanları Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'a YSK, ilçe ve il seçim kurullarının uyguladıkları kararlar rezaletin son boyutudur.

YSK üyelerine soruyorum:

Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'a da bir gerekçe uydurarak mazbatalarını vermeyecek misiniz?

Niyetiniz bu ise açıklayın.

Türkiye'de demokrasiye sahip çıkmak asli ve anayasal görevinizdir. Bu görevi layıkıyla yapmak zorundasınız.

ADANA KOZAN'DA DA REZALET VAR…

Değerli okurlarım,

13 Mart 2019'da Cumhur İttifakı'nın Adana Kozan Belediye Başkan adayı Nihat Atlı, "Rabbimin izniyle analarını belleyeceğiz" dediğini yazdım.

Atlı'nın seçim konuşmasının o bölümünü hatırlatayım.

"Bu düşmanları da bu memlekette yok edene kadar, kanımın son damlasına kadar mücadele verip, Rabbimin izniyle de bunları içte ve dışta da hepsinin anasını  belleyeceğiz arkadaşlar..."

Milletin anasını belleyecek bu adam seçimden birinci çıktı ama Saadet Partisi seçimden önce, İYİ Parti ise seçimden sonra ilçe seçim kuruluna Nihat Atlı'nın

"seçilme hakkından yasaklı" olduğu gerekçesi ile itiraz ettiler.

İlçe seçim kurulu 3'e karşı 4 oyla itirazları reddetti.

Hukuki Süreci de hatırlatayım. Adana 2. Ağır Ceza başvurusu reddedilmiş, Adana 3. Ağır Ceza Mahkemesine Atlı itiraz etmiş, orası da başvuruyu reddetmiş.

Yargıtay'a başvurmuş ve karar bozulmuş. Yargıtay'ın yıldırım hızıyla kararı(!) üzerine bu mahkeme "memnu hakların iadesine" 4 Nisan  2019 tarihinde kararvermiş.


Ama iş işten geçmişti, çünkü YSK'nın resmi seçim takvimine göre Atlı'nın bu kararı 2 Mart 2019 saat 17.00'ye kadar bu kararın ilçe seçim kuruluna vermesi  gerekiyordu.

Seçim kanunu, YSK kararları Kozan ilçe seçim kurulu tarafından açıkça çiğnendi.

Adana il seçim kuruluna her iki partinin de itiraz edeceği açıklandı.

Değerli okurlarım, Adana İl Seçim Kurulu 26 dakika geç başvurdu diye İYİ Parti Büyükşehir Belediye Başkan adayı Burhanettin Kocamaz'ın başvurusunu reddetti.

Bu kurul bakalım 32 gün geç verilen, "memnu hakların iadesi" belgesi konusunda Nihat Atlı hakkında yapılan itirazları nasıl değerlendirecek?

Hukukçular, "YSK'ya da itiraz edeceğiz, Nihat Atlı'ya mazbata verilemez. 

Kozan'da seçimin yenilenmesi şarttır" diyorlar.

***


16 Eylül 2020 Çarşamba

BİZ TÜRKLER, ORDU-MİLLET OLMAYA DEVAM EDECEĞİZ

 BİZ TÜRKLER, ORDU-MİLLET OLMAYA DEVAM EDECEĞİZ














30 Agustos 2020

Tahir Tamer Kumkale


    Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an yapmaya hazır ve hazırlanmış olduğuna benim ve büyük milletimizin tam bir inan ve itimadımız vardır – Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1938)

Bugün 30 Ağustos 2020. Türk milleti tüm engellemelere rağmen gururla 30 Ağustos Zafer Bayramının 98’inci yılını kutluyor.

    30 Ağustos Zaferinin benim yaşantımda önemli bir yeri olduğu için hafızamı 37 yıl öncesine götürmek istiyorum. Evet, ülkemizi kan gölüne çeviren anarşi ve terörün devleti zafiyete uğratıp, sokakları teslim almasını müteakip 12 Eylül 1980’de Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyduğu,günlere dönüyorum.

Yönetime el konulmasını takiben TBMM kapatılmış, siyasi partilerin kapısına kilit asılıp mal varlıklarına el konulmuş, siyasi parti başkan ve yöneticileri tutuklanmış ve sorgulanmış, yeni Anayasa hazırlanarak kabul ettirilmişti. İşte ordunun tüm unsurları ile yönetime hakim olduğu bu dönemde benim için uygulanması çok zor bir görev aldım.

1983 yılı Nisan ayının sonlarıydı. Silahlı Kuvvetler Komuta kademesi, Kasım ayında seçim yaparak yönetimi sivillere devretmeye hazırlanıyordu. KKK. ve Milli Güvenlik Konseyi üyesi Orgeneral Nurettin Ersin’den bizzat aldığım emir mealen şöyle idi. “ Silahlı Kuvvetler üç yıla yakın bir süredir yönetimde. Halkımızın çoğunluğunun sağlanan huzur ve güven ortamından memnun olduğunu biliyoruz. Fakat yurt içinde ve dışarıda bizim yönetimden memnun olmayanların da olduğunu ve bize iyi gözle bakmadıklarını da biliyoruz. Şimdi sana görev veriyorum ve 30 Ağustosa kadar müsaade ediyorum. Silahlı Kuvvetlerimizi tanıtan bir film yapacaksın. 

Ama öyle yapacaksın ki Türk insanı Ordu- Millet olmanın gururunu duyarken, düşmanlarımız bizden korkacak ve çekinecek. Bunun için KKK. Foto-Film Merkezi ve TRT tüm imkanları ile sana yardımcı olacak. Birliklere sana her konuda yardımcı olmaları için gerekli emri yaz getir. Zafer Haftasında bu filmin yayınlanmasını istiyoruz.”

Yüz ifadelerimden bu görevden memnun olmadığımı anlayan Ersin Paşa, itiraz etmeme fırsat vermeden; “Ben anlamam der gibi bakıyorsun. Anlarsın. 

Ben sana güveniyorum oğlum”diyerek sırtımı sıvazladı. Ben Harp Sanatını bilen ve öğreten bir Kurmay Subaydım. 

Görsel sanatlarla ilgili o güne kadar hiçbir deneyimim olmamıştı. Ve bana darbe dönemindeki Türk Silahlı Kuvvetlerini halka tanıtıp sevdirmek için film yapma görevi veriliyordu. Gerçekten sorumluluk isteyen bir görevdi. Uykusuz ve gece gündüz demeden yapılan bir hazırlık döneminde, o zaman Zırhlı Birlikler Okulunda yedek subay öğrencisi olan TRT’deki çalışmalarımız dan tanıdığım Spiker Mehmet Akarca’yı yanıma asistan olarak alarak çalışmaya başladım.

     On iki bin yıllık bir Ordu-Milleti ve bu milletin ordusunu lâyıkı ile tanıtabilme sorumluluğunu ancak bu yükü yüklenenler bilebilir. Senaryo yazımı, çekimlerin planlaması ve tamamlanması, filmin kurgulanması ile geçen üç ayı aşkın uykusuz geceler sonunda VATAN BORCU bitti. Çektiğim 250 saate yaklaşan ham film sanırım hala TRT arşivlerindedir.

26-27 Ağustos 1983 gecesi TRT Televizyonundan Kurmay Bnb. T.Tamer Kumkale imzası ile 55’er dakikalık iki bölüm halinde yayınlandı. Bütün yorgunluğum u filmleri izleyenlerden aldığım övücü sözlerle çabuk unuttum. 27 Ağustos gecesi sırtımdan kalkan tonlarca ağırlığındaki yükten sonra kendimi kuş gibi hissediyordum.

Bunları siz okuyucularımla paylaşmamı mazur göreceğinizi biliyorum. Çünkü ben, 36 yıl üniforma taşıyan bir kişi olmama rağmen Türk Silahlı Kuvvetlerinin gerçek gücünü işte ancak bu film çalışmalarım sırasında gördüm. Evet bu film ile ben bu kutsal ocağı tüm unsurları ile yeniden tanıma fırsatı bulmuştum.

Binlerce yıldan bu yana nesilden nesile aktarılarak gelen geleneklerin ordu saflarında bir daha söküp atılamayacak şekilde nasıl kökleştiğini görerek gururla ürperdim. 

   Cumhuriyetimizin gerçek sahibi Türk halkının kendi bağrından çıkan Silahlı Kuvvetlerine ve dolayısıyla devletine sahip çıkacağına bütün kalbimle inanıyordum..

Dünyanın en belâlı ve şaibeli bölgesi olan ORTADOĞU-KAFKASLAR-BALKANLAR üçgeninin tam ortasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hangi pakta ait olursa olsun, hangi devletler ile ittifak yaparsa yapsın bölgesinde kendi gücüne dayanarak ayakta kalmak mecburiyetindedir. Kendi gücümüz derken kastedilen ordularımızın gücüdür. Eğer güçlü ordularınız yoksa, zaten devlet olma vasfınız da kalmamış demektir.

Türkiye’nin bölgede devam eden savaşların dışında kalması ve etkilenmemesi beklenemez. Günümüz savaşlarını ise sadece ordular değil, topyekun milletler bağrından çıkardığı orduları ile birlikte yaparlar. Günümüzün Türk ordusu ise şehit kanları ile vatanlaşan topraklarını her türlü iç ve dış tehdide karşı koruyacak güçtedir.

     Zafer Bayramının 98’inci yıl dönümünde bu muhteşem zaferi Türklüğe armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere tüm şehit ve gazilerimizin aziz hatırası önünde tazimle eğiliyorum. 

Mekanları Cennet olur İnşallah..


https://kumkale.wordpress.com/2020/08/30/biz-turkler-ordu-millet-olmaya-devam-edecegiz/

***

MUHARREM İNCE VAK’ASI SON NOKTA

 MUHARREM İNCE VAK’ASI SON NOKTA.,





08 Agustos 2020

Tahir Tamer Kumkale


     Felaket başa gelmeden evvel , onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Atatürk (Nutuk -1927)

     Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının yayınladığı listeye göre 6 Ağustos 2020 tarihinde Türkiye’de toplam 92 Siyasi Parti vardır. Ve 2 Ocak-20 Temmuz 2020 

tarihleri arasında toplam 12 yeni parti kurulmuştur.

56 yaşındaki İnce’ nin ömrünün yarısı yani 28 yılı CHP içinde siyaset yaparak geçmiştir. CHP, partisinin Cumhurbaşkanı adayı olarak Sayın İNCE’’yi göstererek kendisini en üst düzeyde taçlandırmıştır.

Ülkemizin CHP’ne en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde yeni bir parti kuracağını açıklayan Sayın İnce, bu davranışı ile geçen 28 yıllık siyasi geçmişinde hiç bir siyasi tecrübe kazanamadığını vurgulamıştır. Sayın İnce; çok kısa bir İnternet araştırması ile ana gövdeden kopan partilerin Türk siyasi yaşamında başarılı olamadıkları gerçeğini görecektir. Yeni partiler ağaçtan kopan bir dal veya yaprak misali çok kısa yaşamlı olmuşlardır.

Yönetime soyunan kişilerin kendi imkan ve kabiliyetlerini iyi bilmesi gerekmektedir. Aslında Sayın İnce yetenekli, çalışkan ve başarılı bir kişidir. Ama siyasi lider kişiliğine sahip değildir. Eğer öyle olsa idi bugün CHP’nin başında Kılıçdaroğlu yerine kendisinin olması gerekirdi..

Eğer bugün Sayın İnce kendisini siyasi parti kurup halk kitlelerini iktidara taşıyacak kadar güçlü görüyorsa kendisine siyasi bir kör olduğunu hatırlatmak isterim. 

Eğer bugün kamuoyunda İnce ismi bir yer edinmiş ise bunu üstün karakteri, liderlik kabiliyeti veya sahip olduğu maddi zenginliklerine değil, yıllardır ciddiyetle taşıdığı CHP kurumsal kimliğini temsil etmesine borçludur. Bu kimlik olmadan kuracağı parti listeye 93 üncü parti olarak girer ve orada kalır.

Her ne sebeple olursa olsun Sayın İnce’nin günümüz şartlarında CHP’yi zayıflatacak yeni bir parti kuruluşu için faaliyete geçmesi siyasi bir intihardır. Çünkü 30 kişinin adını alt alta yazarak verilen bir dilekçe ile sadece parti kurulur, ama bu parti liste partisi olur.

Aklım ve mantığım almıyor 28 yıl bir parti içinde en üst düzeylere çıkacak kadar görev yap, bu partinin 100 yıllık ilkelerini ve deneyimlerini içine sindir ve bunun mücadelesini yap, ve sonra ben küstüm kendi partimi kuruyorum diyerek ortaya çık. CHP’nin ilke ve kuralları dışında hangi programı uygulayacaksın. Eğer aklında yepyeni fikirler var idi İse bunu neden CHP’de dile getirmedin. CHP’nin dışında ne gibi bir programla halkın karşısına çıkacak ve halkın desteğini alacaksın. 

Kurulu 92 partinin plan ve programları dışında halka neler sunacaksın.?

Özetle Sayın İncenin egosu ve hırsı sağduyunun yerine geçmiş, çok yanlış ve zamansız bir iş yapmıştır. Kendisini bitirmiştir. Kendi biterken de şu anda halkın ümidi durumundaki CHP’ye büyük zarar vermiştir. Çünkü bugün CHP’nin bir çakıl taşı dahi kaybetmeye tahammülü yoktur. CHP’nin günümüzdeki vazgeçilemez misyonu 

81 Milyonu Atatürkçü Düşünce ortak paydası altında bütünleştirmektir.

Sonuç;

Sayın İnce’den kamuoyu şu mesajı bekliyor. Ben CHP’liyim hiç bir yere gitmiyorum. Bugüne kadar yapılan spekülasyonlar benim dışımda cereyan etmiştir. 

Ben tüm gücümle CHP’nin iktidar yürüyüşünde partimin emrinde hareket edeceğim.”

Sayın İnce’nin harekete geçmeden bir kere daha derin derin düşünmesini diliyorum. Kendisini sağduyuya davet ediyorum. Basit kırgınlıklar için kendi adını ve CHP misyonunu tehlikeye atmasının gereği yoktur.

Böyle olmasını temenni ediyorum.


https://kumkale.wordpress.com/2020/08/16/muharrem-ince-vakasi-son-nokta/


AFRİKA YOL HARİTASI ., Bir Kıtanın Stratejik Analizi

 AFRİKA YOL HARİTASI 



Bir Kıtanın Stratejik Analizi 

Doç. Dr. Sait YILMAZ 

Eylül 2014


Giriş 

Afrika ile ilgili düşüncelerimiz genellikle kulaktan dolma, kıtanın içinde bulunduğu açlık, fakirlik ve Batılı güçlerin geçmişte burayı sömürdüğüne ilişkin pek de derinliği olmayan bilgiler ile şekillenmiştir. 

Her ne kadar dünya Atlantik merkezli bir dünyadan Pasifik merkezli bir dünyaya doğru hızla ilerlese de Afrika kıtası, 2000’li yıllarda yeni bulunan petrol yatakları ve yükselen güç Çin’in kıtaya nüfuz etmesiyle birlikte yeni bir bölüşüm savaşının sahnesi olmakta ve bu savaşın uzun bir süre daha devam etmesi beklenmektedir. 

Batılı Medya, Afrika’yı tükenmek bilmez savaşlar ve aç-mutsuz insanlarla dolu bir kıta şeklinde ve sanki kıtanın hayatını idame ettirmesi için Batı’nın “sadakasına” muhtaçmış gibi yansıtmaktadır.Oysa Afrika kıtası zengindir ancak zenginlikleri adeta soyulmaktadır.Bu“soyulma”nın bir boyutunu da zorla borçlandırarak, gayrimeşru yollardan Batılı bankacılık sektörüne akan kârlar oluşturmaktadır. Askeri yöneticilere (genelde özel bankalardaki gizli hesaplarda) saklanarak verilen borçlar bunlara ilave edilmelidir. Bu Liderler, ülkelerini terk ederken arkalarında ödenmesi güç, katlanarak artan oldukça ağır borçlar bırakarak gitmişlerdir. Yapılan bir araştırma, Afrika’da borç alan ulusun aldığı her 1 doların 80 cent’inin bir sene içerisinde yurt dışına kaçtığını ve hiçbir şekilde ülkede yatırıma dönüşmediğini ortaya koymaktadır.   Öte yandan her sene 20 milyar dolar-lık bir miktar, Afrika’dan hileli bir şekilde ‘borç hizmeti’ne karşılık olarak çekilmektedir. 

    Bir diğer soygun şekli ise madenlerin yağmalanması dır. Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkeler, ülkenin kaynaklarını yağmalayan ve piyasanın çok altında fiyatlarla bunları Batılılara satan silahlı paramiliter gruplar tarafından yıkıma uğratılmaktadır. 

Bu Militer grupların çoğu da, BM raporlarında da belirtildiği gibi, Batı tarafından desteklenen Uganda, Ruanda ve Burundi gibi ülkeler tarafından yönlendirilmekte dir. Diğer bir yöntem, Afrika’dan elde edilen ham maddelere ve bu maddelerin çıkarılması, toplanması ve işlenmesine Batılılar tarafından son derece gülünç ucuzlukta paralar ödenmesidir. Sonuçta, Batılıların yaşam standartları ve şirket kârları Afrikalılar tarafından sübvanse edilmektedir. 

Çin’in dışında ABD, Kanada, Brezilya, Japonya, Güney Kore, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya Afrika kıtasındaki önemli aktörlerdir. 

Afrika ile ilgili yanlış algılamaların başında kıtanın tek bir bütün gibi görülmesi bulunmaktadır. Afrika’nın hemen her bölgesinde farklı amaçlara hizmet eden ve kıta dışı güçlerin arkasında olduğu istikrarsızlıklar, iç savaşlar devam etmekte, yenileri beklenmektedir. 

Afrika’daki istikrarsızlıkların sürekli hale gelmesi ve Batı Dünyası’nın bu kıta da askeri varlığının güçlenerek devam etmesine son 10 yılda El Kaide’nin Afrika’da artan etkinliği yardımcı olmaktadır. 

Kıtadaki bu bir anlamda danışıklı dövüşe Birleşmiş Milletler de ortak edilmiştir. Daha önce çatışmalar olduğunda Mali’deki askeri hükümetin çağrısına kulak asmayan Fransa ve Birleşmiş Milletler 2013 yılında gerçekleşen çatışmalarda birden duyarlı davranmaya başlamışlardır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Fransa’nın Mali’ye tek taraflı operasyon çağrısına olumlu cevap verirken, BM Güvenlik Konseyi kararının gerekçesi şu şekilde olmuştur;

1 “ Mali Geçici hükümetinin başvurusu üzerine, ülkenin toprak bütünlüğünü korumaya yönelik olarak…”. Peki, gerçekte neler olmaktadır? 

Afrika kıtasının içinde bulunduğu kısır döngüyü anlamak Türkiye için de çok önemlidir. 

Bu çalışmada, geçmişten bugüne Afrika’nın içinde bulunduğu  durumu, kıtadaki büyük güç çekişmelerinin arka planı ve Türkiye’nin son yıllardaki girişimlerini ele alınacaktır. 


***


15 Eylül 2020 Salı

ABD NİN TEMELLERİ SARSILIYOR

ABD NİN TEMELLERİ SARSILIYOR


Prof.Dr. Sait Yılmaz 

 07 Haziran 2020 

 Giriş

 ABD‟de Trump başkan olduktan sonra devlet yönetimi içinde derin bir iç savaş başladı. Bu savaş, yönetim içinde ideolojik kırılmalar ve devletin karşılıklı paylaşımı şeklinde gelişirken, önce COVİD-19 sonra da Floyd olayı ABD‟yi çok önemli bir dönemece getirdi. Son yıllarda halk hareketleri sadece ABD‟de değil, tüm dünya ülkelerinde ortaya çıkmak için fırsat bekliyor. ABD‟deki son olaylar, ABD‟nin temellerini sarsabilecek bir özelliğe sahip. Salgın hastalık ile mücadelede savunmasız halk, son olayların katalizör olduğu bir kırılma ile devletin üstünde ve kuruluş felsefesinde önemli değişikliklere yol açabilir. Bunun küresel sonuçları da olacak çünkü yaşadığımız sorunlar birbiri ile bağlantılı. Zenginliğin ve fırsatların ülkesi olarak Amerikan Rüyası‟nın, ABD‟nin dünyaya liderlik etmek için özel bir ülke olduğu ütopyasına dayanan Amerikan İstisnacılığı‟nın, ABD başkanlarına göre dini referanslarına göre Tanrı Devleti‟nin artık sonu gelmiş olabilir. Eğer ABD, halen medyada pompalandığı gibi son olaylara sadece polisin nasıl reforme edileceği penceresinden bakarsa bu nihayetinde bir halk devrimine yol açabilir. Bu makalede, bir güvenlik ve polis devleti olan ABD‟nin aslında ne kadar kırılgan olduğu yani iç güvenliği hakkında konuşacağız. Önce ABD içindeki derin devletten, aşırı gruplar ve ırkçılıktan bahsedecek sonra konuyu komplo teorilerine ve ülkenin sarsılan temellerine getireceğiz.












ABD Derin Devleti.. ABD‟deki derin devleti açıklamak için kullanılacak doğru terim “derin devlet” ve onun da arkasındaki “daha derin devlet” olmalıdır. Derin devletin ana parçaları atanmış ya da daimi bürokratik tabaka ve 17 istihbarat teşkilatından oluşan İstihbarat Toplumu‟dur. Bunlarla daha derin arasında büyük iş dünyası ve Wall Street vardır1. Daha derin devleti; CFR, Üçlü Komisyon ve Bildelberg‟in ön cephede gözüktüğü “küresel sermaye” temsil eder. Bununla beraber, derin devletin deliği daha da derinlere uzanır. Bu deliğin arkasında daha gizli olan „Skull and Bones‟ ve „Bohemian Grove‟ gibi örgütler vardır. Kamu ve özel kuruluşlar arasında melez bir yapı, derin devlet olarak ülkeyi ve dünyayı yönetmeye çalışır. Wall Street ve Washington D.C.‟deki beyinler derin devletin en önemli düğüm noktalarıdır. Bütün bu kuruluş ya da örgütlerin anahtarı para‟dır. Para ve hırs ilişkileri iki düğüm noktasını birbirine bağlar. Wall Street‟in nakit para desteği derin makineyi yağlar ve ön tarafta aldatıcı bir kukla tiyatrosu oynanır. Eğer siyasiler çizgileri aşar ve statükoyu bozmaya kalkarsa, kiralanmış eller onlara kaybedeceklerini hatırlatmak için hazırda bekliyordur2. David Rockefeller, ölene kadar ABD‟deki „derin devletin arkasındaki derin devlet‟e yön veren ve merkez bankaları ile siyasi kuruluşları yöneterek kendi gündemini uygulayan ve gücünü geliştiren sistemin başı idi. Rockefeller ve Rothschild arasında uzun zamandır süren çekişme 2012 yılında çatışmaya dönüştü. Küresel hedef değişmese de planlar konusunda anlaşmazlık çıktı. Bunlar olurken derin devlet iki kutba ayrıldı ve ABD‟deki derin devletin Rothschild tarafı yeni başkan Trump‟ı öne sürdü. Ruslarla kirli işleri olan Trump‟ı yönlendirme işinde Siyonist küreselciler ve emekli şahin generaller öne çıktı. Hâlbuki Wall Street‟in başkanlık adayı gündemlerini kesintiye uğramadan sürdürecek olan Hillary Clinton idi. Clinton Ailesi‟nin Rothchild ailesi ile eskiye dayanan yakınlığı var. Ancak, herkes Hillary Clinton‟ın kazanacağını düşünürken son anda ortaya saçılan iddialar, seçim sürecinin Trump‟ın lehinde işlemesine neden oldu. Trump iktidarı, Wall Street tarafından değil ama petrol, gaz ve kömür endüstrileri tarafından satın alınmıştı. Bugünkü kutuplaşma, Trump‟ın başkanlığına karşı Obama-Clinton- Bush-Derin Devlet kampı şeklinde. Kimilerine göre bu kutuplaşma; sağ & sol, muhafazakâr & liberal, mavi devlet & kırmızı devlet, Amerikancı & Rus-Çin-İran yanlıları ya da vatansever & küresel elit şeklinde etiketlenmekte. Önceki makalemizde de belirttiğimiz gibi ülke yönetimi gerçekte bir demokrasi değil Plütokrasi yani zenginlerin çıkarlarını korumak için kurgulanmıştır. Ülkenin kaynakları (insan, para, malzeme) dışarıda küresel askeri maceralara, sonu gelmez savaşlara ve içeride polis devletinin dizginlerini sıkı tutmaya ve şirketlerin cebine gider. Amerikan hayali ve güzel bir ülke olduğu medyada sık sık vurgulanır ki açlık, yiyecek sıkıntısı, evsizlik ve yoksulluk içindeki halk durumunu sorgulamasın. ABD‟nin ülke çapında en büyük açlık örgütü Feeding America‟nın ülke genelinde 200 gıda bankası ve 60 bin yemek servis alanı var3. ABD atına binen yani ordusunu ve istihbaratını kullanan küresel elitin amacı tek dünya devletini kurmaktır. Ulus-devletlere düşmandır. ABD‟nin Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Yemen, Filistin, Zimbabwe, Somali, Venezüella, Küba, İran, Kore, Çin vd. ile olan çatışmasının arkasında ne var? Küresel sermayenin yani Beyaz Adam‟ın kibri; üstünlük duygusu ile sömürüye dayanan emperyalizm. Bu üstünlük hissinin sonucu; milyonlarca insanın hava kuvvetleri ile öldürülmesi, küresel izleme, milyonlarca göç, milyonlarca dul ve yetimdir. Yoksulluk ise dünyada milyarlar ile sayılıyor. ABD basını ise konuyu dağıtmak için sürekli Çin düşmanlığına yer veriyor. COVİD-19 nedeni ile Çin suçlanıyor. COVİD-19‟un suçu her ne kadar Çin‟in üzerin atılsa da asıl sorumlusu ABD‟deki birinci derin devlettir. Onların üstünlük merakı yüzünden evlere hapisiz, insanlarımız işsiz. Sadece sokaklardaki Amerikalılar değil, Londra‟da İngiliz halkı da aynı slogan ile bağırıyor; “Adalet Yok, Huzur Yok”. Bu aslında dünyadaki %99‟un sloganı. ABD’de Irkçılık.. Beyazlar, Kuzey Amerika topraklarına el koymak istediğinde milyonlarca yerli katledildi. Bulaşıcı hastalıklara maruz bırakıldı, kendi toprakları dışında rezervasyon bölgelerine mahkûm edilerek soykırıma devam edildi. Bunların arkasında Beyaz Adam‟ın üstün olduğu ve yağma hakkı varsayımı vardı. Sadece toprak değil, emek de bedava olmalıydı. Böylece Afrika‟dan yeni kıtaya köle taşındı. ABD, Avrupa‟nın bu kıtada kurduğu emperyalist ve sömürgeci düzenin yani soykırım ve köleliğin üzerine kuruldu. Köleler küçük düşürüldü, tecavüz edildi, işkenceye uğradı ve katledildi. Bu ABD tarihinin ilk bölümü idi ama ülkeyi kuranlar özgürlük ve insan haklarından bahsediyordu. Bugün ABD‟deki siyahlar büyük ölçüde bu ilk dönemde yaşayan kölelerin bakiyeleri ve hafıza hala canlı. ABD‟de ırkçılığın terör faaliyetine dönüşmesi, 1866 yılında zenci haklarının kabulü ve köleliliğin kaldırılmasına tepki olarak karşı Ku Klux Klan‟ın (KKK) kurulması ile başladı. Geçmişte çok büyük eylemleri olan KKK‟nın bugün yaklaşık 5.000 üyesi var. ABD‟nin kuruluşundan beri var olan Beyaz tarafın kurumsallaşmış barbarlığı bugün de dünyanın çeşitli yerlerinde devam ediyor. Üstelik dünyaya demokrasi, özgürlük, insan haklarından bahsediyor, ülkelerin karnelerini tutuyor, bunu sağlamak adına başka ülkeleri işgal ediyor, halklarını öldürüyorlar. Demokrasi‟den anladıkları ülkenizin egemenliğine sızmak için yollar bulmak, Serbest Piyasa‟dan bekledikleri ülkenizi sömürgeleştirmek için engelleri kaldırmak ve her şeyi özelleştirme ile ele geçirmek. İnsan haklarından hedefledikleri ise size baskı yaparak ülkenizdeki etnik grupları azdırarak “böl ve yönet” için federal sistemi dayatmak. Floyd‟un ölümü UNHCR ve insan hakları örgütlerinin iki yüzlüğünü de ortaya çıkardı; hala tek bir kelime bile söylemediler. Amerikalıların dünyaya hediyesi; bitmeyen savaşlar, işgaller, yaptırımlar, düzenli suikastlar, her şeyimizin gözetlenmesi ve kayıt altına alınması, kredi kartımızı her kullandığımızda ABD kesesine doğrudan para gitmesidir. Ülkenizdeki sözde büyük şirketler, ABD‟deki ejderhaların şubeleridir. 1960‟larda genellikle siyahların askere alınması kara ve deniz kuvvetlerinde isyana yol açmıştı. 1968‟de Martin Luther King‟in öldürülmesi Afrika-Amerikalı birlikleri daha da kızdırmıştı. Bu olayı Vietnam‟daki beyaz askerler Ku Klux Klan bayrakları ile kutladılar4. Temmuz 1969‟da siyah Deniz Piyadeleri Kuzey Carolina‟daki üs‟te ayaklandılar. Üç yıl sonra Kitty Hawk uçak gemisinde 308 siyahî denizci kendilerine iki sandviç verilmesi için ayaklandılar. ABD‟nin ilk ırkçı örgütü KKK‟ya daha sonra Beyaz Irkçı hareketler, sosyalist, anarşist ve azınlık milliyetçi grupların terör faaliyetleri eklendi. 1960 ve 70‟lerde ortaya çıkan Kara Panterler grubu siyah adamın silahlandığında ne kadar tehlikeli olduğunu göstermişti. ABD‟de en çok acı çekenler siyahlar, Latin kökenliler ve diğer göçmen gruplardır. Siyahlar, Amerikan sisteminde her zaman bir tehlike olarak görülmüş, düşmanlık gizlenmeye çalışılmıştır. Son olaylar ABD ordusu için de kötü sinyaller veriyor. Bugün ABD ordusu gönüllülerden kurulu, her ırk ve inançtan asker var ve 1960‟lara göre çok daha disiplinli. Ancak, Floyd‟un öldürülmesi sadece Afrika-Amerikalı askerleri değil diğerlerini ve komutanlarını da şok etmiş durumda. Trump, bu askerleri sivillerin üzerine sürerken bunca yılda sağlanan uyumu nasıl tehlikeye attığının farkında değil. Bu sadece Amerikan askerinin uyum ve moral sorunu değil, eski Genelkurmay Başkanı Michael Mullen‟in dediği gibi dış ülkelerdeki askeri maceralarının da sonunu getirebilir. ABD nüfusunun %13‟ünden az olmalarına rağmen polis silahı ile ölenlerin %30‟unu temsil ediyorlar5. ABD ıslah merkezlerindeki 6.7 milyon kişinin 2.2 milyonu hapiste ve muhtemelen siyahlar daha çok tutuklanıyorlar. ABD‟de hapishane işi büyük bir endüstri, eğer WASP yani Anglo Sakson Beyaz değilseniz, buralara uğrama şansınız yüksek. Sadece siyahları değil, tüm dünyayı kölesi gören, bunun adına da “Amerikan İstisnacılığı” diyen bir zihniyet ile karşı karşıyayız. ABD’de Aşırı Gruplar.. Amerika için en tehlikeli örgüt kökleri 1798‟e kadar geri giden ve pek çok ideolojinin bir araya geldiği Amerikan Yurtsever (Patriot) hareketidir. Örgüt inanışına göre kendileri Beyaz Aryan olarak Tanrı tarafından verilmiş özel bir görevleri vardır. Sağ kanat terör içinde ayrıca neo-Nazi bir motifte bulunmakta, bu diğer sağ örgütleri de desteklemektedir. Neo- Nazilerin CSA ve Güney Kaliforniya Beyaz Aryan Direnişi6 ile bağlantıları tespit edilmiştir. Yönetim karşıtı sağcı gruplar ise ırkçı olmaktan öte mevcut yönetim sistemine karşı örgütlerdir. Bugün Amerika‟da beş tip terör örgütü (Tablo 1) bulunmaktadır7; (1) Etnik bölücü ve göçmen örgütleri, (2) Sol kanat radikal örgütler, (3) Sağ-kanat ırkçı, yönetime karşı, yok olmamak için savaşan örgütler, (4) Dış terör örgütleri, (5) Sorun odaklı örgütler (çevreci aşırılar gibi). Sağ kanat terör örgütleri içinde ırkçılık, yönetim karşıtlığı ve düzene karşıtlık ile öne çıkmaktadır. Buna kürtaj yapan klinikleri bombalayan Hıristiyan gruplar da dâhildir. Irkçı saldırılar iç terörden ziyade dazlakların gangsterlik ya da organize suç örgütü faaliyeti olarak görülmektedir. Bazı ırkçı gruplar ise beyaz-siyah ya da anti-semitik olmaktan ziyade tarihi nedenlerle (topraklarına yapılan silahlı saldırılar, uygulanan kanunlar, vergiler vb.) hükümete düşman olan gruplardır. KKK, ABD‟nin güneyinde, bazı ırkçı gruplar orta-batı‟da (Amerikan Nazileri genellikle Şikago‟da) toplanmışlar, yönetim karşıtları ise ülke çapında yayılmışlardır. Klan hareketi gibi diğer bir ırkçı grup ise Amerikan Nazi Partisi ve çeşitli Aryan (Beyaz Aryan Kardeşliği, Aryan Ulusları gibi) gruplarıdır. Irkçı gruplar bunlarla da sınırlı değildir. Diğer bir sağ-kanat terör örgütü olan Düzen (The Order) ise diğer bir militan ırkçı grup olarak Hıristiyan Kimliği, Odinciler (İskandinav Tanrısı ve Neo-Nazi) gruplarından kişileri bir araya getirmektedir 8.
Tablo 1: Amerika’da Faaliyet Gösteren Terör Örgütleri Kaynak: Brent L.Smith, Kelly R. Damphousse, Two Decades of Terror Characteristics, trends, and porspects for the Future of American Terrorism, in the Future of Terrorism: Violence in the New Millenium, Edt. Harvey W.Kushner, Sage Publications, (London, 1998), p.136. ABD‟de öne çıkan bölücü gruplar; Alaska Bağımsızlık Partisi, Cascadia Bağımsızlık Projesi, Hawai Ulusu, Maine Askerleri, Özgür Devlet Projesi, New Hampshire Cumhuriyeti, Güney Ligi, Christian Exodus, İkinci Vermont Cumhuriyeti ve Teksas Birleşik Cumhuriyeti‟dir. 2007`de federal yönetimden bağımsızlık kararı alan Lakota Kızılderili Hareketi şimdilik sesini duyuramadı. Kuzey Batı Pasifik‟teki Cascadia Cumhuriyeti benzer girişimlerde bulundu9. Alaska, İngiliz Kolombiyası, Oregon, Washington ve Yukon gibi bölgelerdeki bağımsızlık taraftarlarını bira raya getiren Arcadia Birliği ayrılıktan siyasal reformlara kadar geniş bir yelpazede talepleri olanları temsil ediyor. Bu hareketlerin çoğu marjinal olsa da hemen hemen her eyalette sayısız bağımsızlık hareketi mevcuttur. Floyd Olayı Sonrası komplo Teorileri.. George Floyd‟un öldürülmesinden sonra olaylar 12. gününü doldurdu ve bu süre içinde milyonlarca insan sokağa döküldü, en az 11 kişi öldü ve 1 Haziran itibarı ile 4.440 kişi tutuklandı10. Washington D.C. dâhil 16 eyaletteki 100‟den fazla şehirde ulusal muhafız adı verilen ordu güçleri göstericiler ile karşı karşıya. Binalar ateşe veriliyor, dükkânlar yağma ediliyor ve araçlar imha ediliyor. Göstericileri organize eden ve olayları tırmandırma güçler araştırılıyor. Video kayıtlarında Boston‟da polislerin kendi arabalarını imha ettikleri de var. Başlangıçta barışçı gözüken protestocular polisler gelince her yeri ateşe veriyorlar. Minneapolis‟te oto galerisindeki arabaların sıra ile camlarını kıran Şemsiyeli Adam‟ın daha sonra Jacob Pederson isimli polis olduğu ortaya çıkıyor11. Hâlbuki (sivil) polisler bu olaylarda gösterilerin hızını kesmek ve casusluk yapmak için girerler. 2009‟da İngiltere‟deki G20 gösterilerinde de böyle olmuştu. 2016‟da Montreal‟da şirketlerin kurtarılmasını protesto edenlere karşı polis Siyah Blok isimli bir anarşist grup maskesi altında protestocuları kaçırtmıştı. ABD‟ye dönecek olursak polisin pek çok olayda şiddeti artıran bir rol oynadığını görüyoruz. Houston‟da atlı bir (süvari) polis, pasif yani seyirci bir bayanın üstüne atını sürerek olayları tetikler. New York‟ta arabaların protestocuların üzerin sürüldüğü videolar kaydedildi. New Yorklu bir polisin bir bayana saldırıp hakaret ettiği, kadının hastanelik olduğu kayıtlarda. Philadelphia‟da gaz saldırısına uğrayan ve yerde yüz üstü yatan kadın tekmeleniyor, Polis, gazetecileri hedef alıyor; Denver‟de bir muhabir yangına itiliyor, Minneapolis‟te gazeteci Linda Tirado‟nun bir gözü kör ediliyor. Hemen her eyalette plastik mermiler savruluyor. Polislerin olaylara provoke etmesi, bir sıkıyönetim getirme arayışının yöntemi de olabilir. Muhtemelen pek çok FBI çalışanı ve istihbaratçı, göstericilerin içinde yürüyor. 1960‟lardaki ADEX listesi gibi şu anda bir bozguncu listesi hazırlıyorlar12. Adalet Bakanlığı, çeşitli şehirlerde hapishane ayaklandırma timleri kullanıyor. Ülkedeki eyalet valilerinin yarısından çoğu Ulusal Muhafızları göreve çağırıyor. Alış veriş merkezleri artık salgına değil yağmaya karşı kilitleniyor. ABD, yabancı bir ülkenin örtülü faaliyeti ya da ajan provokasyonu ile değil kendi kendini yıkıyor. Ülke iç siyasi çatışma içinde girdaba giderken, dış etkilerin müdahalelerine sensörleri kapalı, farkında bile değiller. Şimdi ABD‟nin kendi içindeki komplo iddialarına gelelim. - Trump‟a göre kendisine karşı olan derin devletin başında Obama var. Trump, Rusya ve Ukrayna ile ilgili suçlamalardan ancak yargıyı ele geçirerek kurtulabildi. Trump ilginç bir şekilde seçim öncesinden bugünkü olaylara kadar başına gelen tüm olayların arkasında eski başkan Obama‟nın olduğunu iddia ediyor ve en büyük düşmanın “Obamagate” olarak niteliyor. - Amerikalı emekli asker dostlarımıza göre; Antifa, anarşist ve Neo-Nazilerin bir karışımı olayları organize ediyor. - Obama‟nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice ise ortada polis şiddeti olmadığını, yaşananların Rusların oyun kitabına uygun olduğunu iddia ediyor. - Soros, her ne kadar açıkça olaylar ile ilişkisini reddetmiş olsa da geçmişte Antifa provokatörleri ile kaos ve ayaklanma provaları yaptığı biliniyor. Nitekim şehirleri ateşlere verenlerin eyalet dışından gelenler olduğu tespit edilmiş13. ABD‟de yaşanan şiddet ve kargaşanın bir ucunda barışçı gösteriler diğer yanında yağma ve kundaklama ile olayları tırmandırmaya çalışan gruplar var. Polis tahrikleri ve çeşitli aşırı grupların faaliyetleri ikinci grup ile birlikte yürüyor. Gelişmeler Rockefeller‟in 2010 yılında yazdığı oyun planına uygun; küresel tedarik zinciri kesildi, insanlar işsiz kaldı, salgın çaresiz bıraktı, domino etkisi ABD‟den başlıyor ve sıra zorunlu aşıya gelecek. Tek tek insanların ve tüm para akışlarının tek bir merkezden dijital olarak kontrol edildiği bir düzene gidiyoruz. Bunların hepsi Pentagon‟un eğitim videosu Distopya 2030‟da var14. Senaryoya göre hükümet; suç örgütleri, yetersiz alt yapı, dini ve etnik gerginlikler, kitlesel yoksulluk ve işsizlik karşısında siyasi ve toplumsal yapıyı düzene koyma, ekonomik eliti koruma amacı ile sıkıyönetim ilan eder ve silahlı kuvvetler oyuna girer. Şu anda bu senaryonun işlediği görüşünde olanlar var. Ayaklanmanın sistemli hale gelmesi için devletin bozguncu kullandığına dair emareler var. Nitekim soğukkanlı bir katil polis olan De Chauvin, 46 yaşındaki bir siyahîyi herkesin gözü önünde kasten öldürür. Olay sosyal medyada hızla yayılır ve gösteriler başlar. Floyd‟un öldürülmesini kaydeden ve sosyal medyada paylaşan 17 yaşında siyahî bir genç kız. Başlangıçta barışçı olan gösteriler, yağma ve kundaklama ile ayaklanmaya dönüşür. Bundan önce de polis pek çok kişiyi öldürmüştür ama bu olay tetiklenir. Amerikan halkı zaten sürekli bir alarm durum hali içinde yaşamaktadır. Özetle, korona virus nedeni ile ekonomi çökmüş ve insanlar savunmasız iken birileri Trump‟ı göndermek, sonra aşı işini kurtarıcı gibi piyasaya sürmek mi istiyor sorusu gündemde. ABD’nin temelleri sarsılıyor.. Trump‟ın seçim öncesi gazinocu kültürü ile başkan olabilmek için karıştırdığı işler ABD istihbaratı tarafından kayıt altına alınmıştı ama seçimlerinden önce fazla bir sızıntı yapmadılar. Trump‟ın Ruslarla olan seçim işbirliği ABD demokrasisine zarar verebilir, Hillary‟nin seçim kampanyasını olumsuz etkileyebilirdi. Seçim döneminde sadece Hillary Clinton‟un mailleri FBI tarafından gündeme getirildi ancak daha sonra soruşturma konusu olacak bir şey bulunmadığı açıklandı. Ama Trump‟ın Rusya bağlantıları ile ilgili iddialar çok ciddi idi. Aslında olay sanıldığı gibi Rusların sadece ABD seçimlerinde Trump‟ın yanında yer alması değil, Michael Flynn yani başkanın ulusal güvenlik danışmanı olmuş bir kişinin Rus ajanı olması idi15. Ama Trump‟ın yargının başına getirdiği William Barr‟ın ilk işlerinden biri Trump‟ın Ruslarla bağlantısının kilit noktası olan ve işine son vermek zorunda kaldığı danışmanlarından Flynn ile ilgili soruşturmayı geçersiz kılması oldu. Hâlbuki Flynn‟in Rus elçisi ile ilgili ilişkileri konusunda yalan söylediği ispatlandı ve mahkemede kendisi de kabul etti. Üstelik bu işe Türkiye‟den aldığı paraların gizlenmesi karşılığı bulaştığını söyledi. Trump‟ın Ulusal İstihbarat‟ın başına getirdiği Richard Grenell ise hâlihazırda devlet kurumları içinde siyasi muhalifleri temizleme işini yapıyor. ABD yargısı artık Trump‟ın dostlarını korumak, düşmanlarını cezalandırmak, gerçekleri halı altına süpürmek, iktidarın ulusal güvenlik, kolluk işleri ve dış ülkelerle ilişkilerde kullandığı siyasi gerekçelere koltuk olmak için siyasi bir silah vazifesi görüyor. Özetle adalet olmadığı için devlet çeteye dönecek. Acımasız partizanlık ve Trump‟ın saldırgan taktikleri durumu kötüleştiriyor. Trump gitse bile durumu tamir etmek çok zor gözüküyor. Kapıda Trump ve Dışişleri Bakanı Pompeo‟nun taktiklerinin sonucu olarak Çin ile yeni bir soğuk savaş bekliyor. Ülke içinde partizanlığın en çok zarar verdiği kurumlar ulusal güvenlik ve yargı. Bürokrasinin siyasallaşması kurumlara olan güveni de yok ediyor. ABD artık kimseye; - Amerikan demokrasisi, - Hukukun üstünlüğü, - Ordunun sivil kontrolü, - Ayırımcılığa karşı olmak gibi temel ilkeleri dayatamaz. ABD‟nin bundan sonra ulusal güvenlik sistemi içindeki hasarları tamir etmesi uzun zaman alacak, Rusların ve diğer ülkelerin sistem içinde sızması daha ciddi boyutlara ulaşabilecek, casuslukla mücadele çok daha ciddi bir iş haline gelecek. İstihbarat, yargı, tayinler, kurumlar arası ilişkiler, devlet yönetimi her şey siyasallaşacak, prestijlerini ve etkinliğini yitirecek yani yetenekli insanlar buralarda çalışmayacak. Ordu da siyasallaşma tehlikesi yaşıyor ve son olaylarda askerlerin de kendi halkına karşı kullanılması buna pek alışkın olmayan ABD komutanları için kabul edilemez bir olgu. En üst komutanlar ve görevdeki Savunma Bakanı Mark Esper, ciddi tepki vermeye başladılar. İlk defa Ronald Reagan döneminde orduya muharebe dışı bir görev (uyuşturucu ile mücadele) verilmişti. ABD‟de iç savaştan beri askerlere karşı öyle bir siyasi güvensizlik vardır. Öyle ki 26 Temmuz 1948‟de yani 1775‟te ilk kurulduktan yaklaşık 175 yıl sonra ordunun parçaları Harry Truman tarafından birleştirildi. O zamandan beri ABD kendi ordusu için demokrasinin hizmetinde olma ilkesini sık sık tekrarlarken ordu içinde renk, ırk ve din uyumu en büyük endişe idi ve şimdi Trump bunu tehdit ediyor. ABD halkına bakacak olursak; ülke salgın hastalıkla yoğun mücadele içinde 3 Kasım‟daki seçime hazırlanırken, zaten ekonomik sıkıntı içinde olan halkın yaşadığı son olaylar durumu daha da ümitsiz hale getirdi. Dünya nüfusunun %4.2‟sine sahip olan ABD, korona virüsten enfekte olanların %31‟ini, ölümlerin ise %29‟unu temsil ediyor. Salgın ile birlikte 30 milyon kişi işini kaybetti, 100 binden fazla kişi hastanelerin acil yardım servislerinde. Yoksulluk ve borç sürekli artıyor. Son 30 yılda ülkenin borcu 3 trilyon dolardan 26 trilyon dolara çıkarken, şirketlere para pompalamak için 7 trilyon dolardan fazla para basılmış16. ABD halkı salgın sonrası iyice ağırlaşan sorunları karşısında sokağa çıkmaya hazırdı ve Floyd‟un katli sadece bir tetikleme oldu. Amerikan Polis Devleti.. Bugün Amerika‟yı yönetenleri gruplarsak ortaya şunlar çıkar; psikopatlar, düzenbazlar, casuslar, haydutlar, hırsızlar, gangsterler, gaddarlar, tecavüzcüler, soyguncular, ödül avcıları, savaş ganimetçileri ve soğukkanlı katiller. Bunların hepsi devletin içinde şiddeti kullanan bir yapıya entegre olmuşlar. ABD‟yi yönetenler kendi halkına para harcamaktansa küresel derin devletin maceralarına para harcar. Çokuluslu şirketlerin çıkarları doğrudan ABD‟nin çıkarlarıdır. Şirketler kendi iş gündemleri için devletin içini oyarken, onların diğer ülkelerdeki çıkarları milli güvenlik meselesi haline gelmiştir. Ülkede ekonomi batsa da, büyük krizler çıksa da şirketler bundan en karlı çıkar, fatura halka kesilir. 2019 yılında 732 milyar dolarlık bir savunma bütçesi vardı ve uzun yıllardır yaklaşık hep bu rakamlarda. Ülke dışında 800 kadar askeri üs‟te ve dünyanın her yerine yayılmış deniz ve hava kuvvetleri ile sözde ABD çıkarları korunuyor. Hobezyan dünyada devlet sandığınız gibi tarafsız değildir; zengin bir elitin çıkarlarına daha çok hizmet eder ve bu çıkar grubuna sanayiciler ile profesyonel bir aydın sınıfı toplumun sorun çıkarmadan razı olması için entegre olmuştur. Devlet şiddet tekelini elinde bulundurur, kolluk güçleri ve yargı bu tekelinde kullanılmasında devletin yanındadır. Sermeyenin elindeki medya susmak zorunda kalır ve halk gücünü ancak sokakta gösterebilir. Sokak gösterileri polisler tarafından enfekte edilir, kimin tehlikeli olduğuna, hapse gireceğine ya da mahkemeye gideceğine polis karar verir. SWAT Timleri gibi yapılar ülkede terör estirirler. George Floyd olayından önce de kim bilir aynı polisler kaç kere yargısız infaz yaptılar? Derek Chauvin, daha önce buna benzer pek çok vukuat işlemiş ama Amerikan hukuku kör davranmıştı. Amerikan polisi işlediği suçlardan kendini bağışık hisseden bir ruh içindedir. George Floyd, sadistçe katledildi ama bunun çok daha büyük bir sorunun parçası olduğu hala kabul edilmedi. Şimdi ise polis için önemli kısıtlamaların ve denetimin olduğu bir düzene geçiş umudu besleniyor. Ancak polisin içinde bu bağışıklığı kaybetmek istemeyen ve halka hala düşmanca bakan önemli bir kesim var. Polis, CNN ekibini tutukladı, BBC ekibine fiziksel saldırı gerçekleştirdi. Bugünlerde ABD‟de polis ve askerler suçlu ya da masum ayırımı yapmadan göstericilere düşman gibi davranıyor. Böyle giderse, kitlesel gösteriler ABD‟yi herhangi bir zamanda bir sona götürebilir. Fransa‟da Sarı Yelekliler‟in protestoları da aylarca sürdü ve ancak COVİD-19 durdurabildi. Trump‟ın ise çok fazla seçeneği yok. Önce eyaletlere federal birlikleri göndermekle tehdit etti. Ardından İsyan Kanunu‟nu uygulamak tehdidini savurdu. Şimdi polis ve ulusal muhafızlar birlikte gösterici avındalar. Donald Trump‟ın gösterileri bastırmada askerlere verdiği oyun kitabı belli, twitter da yazdı ama sonra sansürlendi17; “Yağma başlayınca, atış başlar”. Bunun aynısını 1960‟ların ortasında Miami‟de polisler yapmıştı. İsyanlar muhtemelen tüm yaz devam edecek. Yaz sonuna doğru bir çözüm bulunmadan Demokratlar, büyük mitinglerini Ağustos‟tan Temmuz‟a çektiler. ABD‟nin derin hastalığını gizlemek isteyen medya konuyu şu soru ile minimize ediyor; “Polis nasıl denetim altında tutulabilir?” Şimdi tartışılması gereken sadece polisin yetkileri, adaletin nasıl insan haklarına uygun bir şekilde sağlanacağı değil, devletin şiddet tekeli ve ülkeleri soyanlar yani elitlerin güvenliği ile toplumun güvenliği arasında bir dengenin nasıl kurulacağıdır. Bunun yolu zengini daha zengin etmek değil, serveti daha eşit paylaşmaktır. Ülkede düzeni ve kanunlara itaati ne sağlar, devlet toplum için nasıl var olur, koltuğa yapışanlardan nasıl kurtuluruz; bunları yeniden tartışmalıyız. Çünkü bu sorunlar insanlar bir arada yaşamaya başladığından beri karşı karşıya geldiğimiz çıkmazların genel çerçevesi. Devlet ve polis, ideolojik olarak ikiz kardeştir. Gerçek demokrasinin olmadığı ülkelerde, devlet; polisi kollar, polis ise devletin tehdit olarak gördüğünü ezer. Bu ilişki döngüsel olarak birbirini haklı kılan bir sistemdir. Savcılar burada nazik bir denge bulmaya çalışır. Ancak, polis ile devlet arasında bir kırılma noktası vardır; halkın kızgınlığının önünün alınmasının zorluğu anlaşılınca birden iktidarı elinde tutanlar yalnız kalır hatta birbirilerine en azılı düşman olurlar. Sonuç.. Gelişmelerin akademik boyutuna bakacak olursak şu soruyu sorabiliriz; ABD‟deki ayaklanmaları nasıl bir ideoloji ya da kuram içine sokmalıyız? Yıllardır terör dersleri veren bir hoca olarak „Terörizm‟ diyemeyeceğimizi söyleyebilirim. Çünkü terörün 363 ayrı tanımı içinde bir sosyal harekete „terör‟ diyebilmek için asgari iki şart aranır; (şiddet için) silah kullanmak ve siyasi bir amacı olmak. ABD‟deki gösterilerde bunlar yok. Devlet otoritesine karşı olmak gibi bir iddiaları olmadığı için „Anarşizm‟ de diyemeyiz. Geriye sadece „Nihilizm‟ yani „Hiççilik‟ kalıyor; göstericilerin çoğu barışçı idi, yağma ve kundaklama eylemi dışında bir şiddet eylemi yok ve devlet ile pazarlık yapma gibi bir felsefeleri de yok. Ancak, ihtiyacımız olan şey devlet sisteminde reform değil, bir devrim. Dünya insanları, sivil toplumlar siyasi kutuplaşma, ırkçılık, kabilecilik, terör ve devlet baskısı altında. Savaşlar, soykırım, kölelik, korku ve baskı yerine insan hayallerine uygun ve onurlu bir yaşamı nasıl sağlayabiliriz? Dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan düzen, neo-feodalizm‟dir; yönetici-serf ilişkisi modern düzene uydurulmuş, polis devleti kendi halkını dizginliyor. Düzen, sadece bir grup zengin ve elitin çıkarlarını yani daha zengin olmasını garanti etmek için kurgulanmış. Bir siyahın ölümü bunları yani yoksulluğun bize kader gibi dayatıldığını tekrar hatırlamamıza neden oldu. Minneapolis, Washington D.C., New York City, Atlanta, Los Angeles ve diğer ABD şehirlerinde yüzbinlerce kişi şimdi bunun için yürüyor. Bu bir devrim değil; yakmak, yağmalamak, ayaklanmak ve şiddet için ancak „anti- devrim‟ terimi kullanılabilir. Ama yaşanan distopya artık yeni normal oldu ve bu normal hepimizin gerçeği yani işsizlik, fakirlik, sadaka ile yaşamak ve her türlü baskı hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu. Bu sadece kişi özgürlüklerinin değil, ulus-devletlerinin de akşamı, güneş batıyor. Özgür olarak yaşayan son insan nesliyiz. Güneş doğduğunda başka bir dünyada uyanacağız, isimlerimizin önemi olmayacak, ne düşüneceğimize karar verilecek çünkü düşüncelerimize nüfuz edilecek; işimize, zevklerimize ve neyi-ne kadar tüketeceğimize hatta evliliklerimize başkaları karar verecek. Kendi koltuklarını korusunlar diye, bunu da insanlığın iyiliğine, terörle mücadele için, sağlığımızı korumak üzere yaptıklarını iddia edecekler. Salgın ve ayaklanmalar sürerken bir yandan 5G ve paranızı tamamen kontrol altına alınacak dijital para için yeni küresel finansal düzenlemeler kurgulanıyor, prova ediliyor. 

 DİPNOTLAR; 

1 Alex Newman, Deep State: Follow the Rothschild, Soros, and Rockefeller Money, The New American, (Jan 08, 2018). 
 2 Sait Yılmaz, Amerikan Derin Devleti, Trump ve Siyonist Plan, academia.edu, (16 Mayıs 2018). 
 3 Stephen Lehman, Exponentially Rising Hunger in America, CRG, (June 02, 2020). 
 4 Dov S. Zakheim, Donald Trump Is Undermining Military Morale and Cohesion, (June 3, 2020). 
 5 Shali D. Waduge, George Floyd Murder Enflames US. America Is a Failed State, (June 2, 2020). 
 6 WAR: White Aryan Resistance. 
 7 Kevin Jack Riley, Bruce Hoffman: Domestic Terrorism A National Assessment of State and Local Preparedness, Rand Corporation, (Santa Monica, 1995), s.13. 
 8 Bruce Hoffman, Holly Terror: The Implications of Terrorism Motivated by a Religious Imperative, RAND Paper P-7834, (1993). 
 9 Bill Donahue, Ways and Means, The Washington Post. Bill (June 29, 2008). 
 10 Abayomi Azikiwe, World Solidarity Builds in the Struggle to End United States Racism, Pan-African News Wire, (June 3, 2020). 
 11 Alan MacLeod, Agents Provocateurs: Police at Protests All Over the Country Caught Destroying Property, Mint Press, (June 1, 2020). 
 12 Kurt Nimmo, George Floyd Endgame: Martial Law and a Police State, (June 02, 2020). 
 13 Joachim Hagopian, Floyd Murder Sparks Violent Protests in US – Citizens at Breaking Point with Police State Oppression? Global Research, (June 02, 2020). 14 John W. Whitehead, This Is Not a Revolution. It’s a Blueprint for Locking Down the Nation, The Rutherford Institute, (June 2, 2020). 
 15 Paul Pillar, National Security and the Lasting Damage of Ruthless Partisanship, (June 2, 2020). 
 16 Stephen Lendman, Rage Against the United States of Institutionalized Inequality and Injustice, CRG, (June 1, 2020). 
 17 Jonathan Cook, As US Protests Show, the Challenge Is How to Rise Above the Violence Inherent in State Power, (June 3, 2020).


 ***