ALPARSLAN TÜRKEŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALPARSLAN TÜRKEŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Eylül 2020 Cuma

27 MAYIS M.B.K. NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI" ULULUGU ve ÖLÜLÜMÜ.

27 MAYIS  M.B.K. NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI"  ULULUGU ve ÖLÜLÜMÜ.



Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 

27 05 2007 

27 Mayıs yaşıyor. 

Millî Birlik Komitesi öldü. 

MBK’nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 

27 Mayıs’ın yaşamasındadır. 

   Ancak, MBK’nin bir de “İNHİTAT”: ÖLÜLÜĞU“ vardır: MBK yaşamamaktadır. 

Bu yaşamayış, ”Her şey gelir, geçer“ felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK’nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız.

Bununla birlikte MBK’ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önliyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor.

Bu sütunlarda, MBK’nin ululuğıı ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz.

BİRİNCİ BÖLÜM 

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ULULUĞU

Millî Birlik Komitesi’nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristliğine değmeden geçemeyiz.

I – MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs’ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan birinci belge budur.

II – MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes’in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs’ın Ululuğunu ispatlıyan ikinci diyalektik belge budur.

III – 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada’ya gönderilenleri, hep o ”sokağa çıkma yasağına“ uğratılmış halkı birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan üçüncü diyalektik belge budur.

Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız.

1- MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti:

Türkiye’de ”BİRLİK BERABERLİK“ sözü, oldu olası her ağızın pelesengidir. 27 Mayıs bile ”MİLLÎ BİRLİK“ adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler ”millî birliğimize karşı en büyük suikasti yapmış“ kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: ”millî birliğimizin en büyük sembolü“ oldular. Demokrat Parti’ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu.

a) 14’lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş)

Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.‘de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ”muhalif“ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.

Atılan 14’ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4’ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10’u Kabibay’la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatiyle verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ”İnsanı gayrısamimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!“. Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ”Türkiye’de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.“

MBK başkanının bu ”beyanları“ mı ”gayrı-samimi“ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye’de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakrmıyacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika’da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ”Türkiye’de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır“ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika’ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy’yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamıyacağı komaya daldı. Öldü gitti.

Ötede 14’ler, 2 yıl, 5’er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamıyacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP’ye halkçımsı düşünenler CHP’ye, sosyalistimsi düşünenler TİP’e girdiler.

b) Madanoğlu’nun temizlenmesi (Finans-kapital’e vuruş)

14’lerden geri kalan MBK üyeleri ”BİRLİK“ miydiler? Doğrusu, yalnız 14’ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamıyacağı andıyla, kendilerini ”millete adamış“ idiler. 14’lerin atılmasiyle, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklar dı. 14’lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu’cular? 14’lerin başında yurtdışı edilen Kabibay’ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafıle kafıle otomobillerle Madanoğlu’nun ültimatom çaşnılı ünlendirilişi ile karşılaştılar. 

Madanoğlu’nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu.

Madanoğlu’nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. 

Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.

MENDERES NEDEN ASILDI?

27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde ”NATO“ kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes’i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika’ya nispet, Kruşçofu Ankara’ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova’ya gidecekti. DP’nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı:

”İçte ve dıştaki siyaset bezirganları… İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir.“(9 Ağustos 1957, İnebolu).

Menderes’e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu ”Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir“ diyordu. ”Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı“ oluyordu. İnebolululara: ”Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir“ diyordu. ”onlar“ dedikleri kimlerdi?

”Dışta“ dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTAL’di. ”İçte“ dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye’deki bânkalar ve şirketler kanalıyle kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye’de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: ”İçteki ve dıştaki bezirgânlar“ diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Partiyi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu ”küfrân’ı niymet“ kimeydi?

Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika’ya ödetmiye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bolbol ”uzman“ yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye’ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye’de yaptırmak üzere seımaye ortaklıklarına elverişli ”Sınaî Kalkınma Bankası“nı dahi kurdurmuştu. Türkiye’nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye’yi sevâbına savunmak,için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını ”UZMAN“larıyle kesmişti. Daha ne isteniyordu?

Bütün bu ”Amerikan yardımlarını“ Menderes’in sonradan ”açık bir istismar“ sayması nankörlüktü. Hele ”istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir“ tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işliyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtırçıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler hergün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnuzsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika’dan ithal etmiye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi.

Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs’tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes’e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. “Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisince kabul edilen anlaşmıya göre: ”Türkiye’ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi“ teahhüt etmişti.” (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)… Merıderes, dilerse Amerika’nın “her türlü harekât“ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada’ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi.

”Tecavüz“ olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore’de o tayin etmişti, Vietnam’da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, ”tecavüz“ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir ”tecavüzcü“ görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyle bir ”VASITA“ icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?..

Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: ”Karda gezip, izini belli etmiyenler“ toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek ”belge“likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynıyan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerliyen ateşli bir ”aşırı“ genç şöyle bağırmıştı: ”Ama, Amerika’nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiyede!“ Bilgin istilibaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: ”– Siz kendinizi vitrine koymıya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!“

Böyle ”açık rejim“ çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat’ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükûmetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisöriin kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür ”zehir hafiye“lerinden Bay Mithat Perin’in bile ”hâlâ bir cevap“ aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş birtanesi (27 Mayıs’ı anlatıyor.)

“Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün’ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy’e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamıyacak ve maalesef konuşamıyacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi.

“Aygün’ün Yeşilköy’e gidişi saat 21’e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün’ün bu gezisi gazetelerde: ”Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı.“ şeklinde yorumlanmıştı.

”Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır.“ Mithat Perin: Haber 31/1/1967)

Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu ”hâlâ“ bilmiyoıuz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul’u (Türkiye’nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, ”mesâi saati“ dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiç bir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy’de, nedenini bilmediği bir ”randevu“ ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi ”randevu evine“ uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye’de…

Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa’ya ”sosyal devlet“ formülü geçti. ”Bu sendikacı bir ajandır“ diye yeni yeni teşhir edilen kişinin ”kurucu“ olduğu ”sosyalist“ işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına ”getirilen“ Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak ”eski“lerin ”hevesleri kursaklarında kalacaktır“ buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin ”Beyazıt ve Kızılay meydanlarından“ geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey ”Uç bahtsız halka oynanan oyunlar“ fıkrasını yazdı.

Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile ”solcuyum!“ diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu.

27 Mayıs: Kore’de, Kongo’da, Lâtin Amerika’da, Vietnam’da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye’de kolayca uygulanamadığını gösterdi.

27 Mayıs’ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu?

27 Mayıs’ta Halkın Rolü

Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalcı kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye’ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs’ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs’çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs’ı yapanları, Molyer’in ”Zoraki Tabip“ piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Kocaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor:

“Biz buna (ihtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa’ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda:

”- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla… Üç ay zarfında seçime gidilecek”…“Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:

”- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmıyacak.“ 

   (C. Madanoğlu: İfsa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.)

27 Mayısın başı bu… 27 Mayıs gecesi bir mahşer:

”Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi’ne: “Esasen önüne gelen giriyordu. İstiyen içeride kalıyor, istiyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rastgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş görmiyeceğini düşünerek… Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü.” (Keza, s. 4)

Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs’ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklıyamıyor:

“Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir’e imza koymuş olan 4 mepus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış:

         ”- Şu evde falanca var… Onu da götürün…

         “- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur…

         “Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu’na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu.” (Cemal Madanoğlu: keza).

Yâni paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, “kedisi köpeği ile” HALK, bütün “milyonları yutmuşlar“ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş ”TOPLATMIŞ“tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: ”avânın hükmü istinafsız“ olmuştu.

Bir avuç fınans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dargelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti.

27 MAYIS’ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu.


http://www.turkiyedireniyor.org/hikmet-kivilcimli-mbk-nin-azameti-ve/


***


4 Kasım 2019 Pazartesi

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 1

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 1


Sadi Somuncuoğlu,
03.10.2018




















Giriş.,

Kara Kuvvetleri Başkanı Org. Cemal Gürsel Başkanlığında teşkil edilen Milli Birlik Komitesi (MBK), 27 Mayıs 1960’da, “kardeş kavgasını önlemek” gerekçesiyle darbe yaptı, idareye el koydu. 38 kişilik MBK’de Alparslan Türkeş de vardı. MBK’de kısa zamanda görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Komitede ülke meselelerinde projesi olan tek kişi Alparslan Türkeş’di. Bu yönüyle, kamuoyunda dikkatleri üzerine çekiyordu. Basında “Kudretli Albay” veya “İhtilalin güçlü adamı” gibi sıfatlar takılan Türkeş, kıskançlığın ve karşıt düşüncelerin hedefi yapıldı. Komite ikiye bölündü; 14’ler ve 24’ler olarak. 13 Kasım’da da iç darbeyle 14’ler tasfiye edilerek, yurt dışına sürgün edildi.

Türkeş’in önemli görüşleri vardı. Sonradan bunların bir kısmı gerçekleşti. Mesela, TÜBİTAK;  ‘Türk bilim stratejisini belirleyecek’ bir kurumun teşkili.  Gerçekten stratejinin olmayışı, başıboşluktu; her üniversitenin kendine göre hareket etmesi demekti. Araştırma konuları, doktora tezleri milli hedefimize göre değil, kalkınmış ülkelerin ihtiyacına göre belirleniyordu. Bizim beyinlerimiz, yabancılara çalışıyordu. TÜBİTAK teklifi, daha sonra gerçekleşti. Ama zaman içinde amacından saptı, laboratuvara dönüştü.



15 Nisan 1978, Büyük Yürüyüş, soldan sağa; Mehmet Doğan, Gün Sazak, Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Turan Koçal.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da Türkeş’in önerilerindendi. 1960’da Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Planlı kalkınma 1961 Anayasasına girdi.

Alparslan Türkeş, 1960’da “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü” nü kurdurdu. Enstitü, Türk Kültürü Dergisi’ni bu güne kadar aralıksız çıkardı. Türk tarihine ve kültürüne çok değerli eserler kazandırdı.

Türkeş, Demokrasiyi seçti.,

14’lerin yurda dönüşüne izin çıkınca Alparslan Türkeş ve arkadaşları 1963’de yurda döndü. Türkeş 4 arkadaşıyla 1965’de CKMP’ye girdi. Aynı yıl yapılan kongrede Genel Başkan seçildi. Böylece ülkeye hizmetin yolunu demokratik rejimde gördüğünü gösterdi. 14’lerden 5 kişi daha katılınca sayı 9’a çıktı. 4 arkadaşı da CHP’ye katılmıştı. Partide her görüşten insan vardı. Komünist olan da vardı. Mesela Niyazi Ağırnaslı, CKMP’nin Marksist ve Leninist senatörüydü. Alparslan Türkeş Genel Başkan olduktan sonra, CKMP’den ayrıldı. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurdu. Dev-Genç ve Dev-Sol’un avukatlığını yaptı. Partide sıradan vatandaşlar da vardı; milliyetçiler, ümmetçiler, menfaatçiler (bunlar çoğunluktaydı) vardı.
CKMP’nin yöneticileri de, bir bir istifaya etmeye başladı, eskilerden  çok azı kalmıştı. 14’lere gelince onlar da Partiden beklediklerini bulamadılar; 4-5 sene içinde ayrıldılar.

Parti, Gençlikten başladı.,

Ancak Türkeş, hiç sarsılmadan mücadelesini kararlı bir şekilde yürüttü. MHP bir dava partisiydi, davası da Türk milliyetçiliği ülküsüyle Türk Milletine hizmetti. Program, tüzük gibi yapılanmaya dair konularda ciddi hazırlıklar tamamlandı. Parti gençliğe çok önem veriyordu. Kendi kadrosunu yetiştirmek için işe gençlikten başlamıştı. Türkeş konferanslar veriyor, görüşlerini açıklıyordu.
Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan 27 Mayıs 1960 darbesi, tartışılması bir yana, Türk milliyetçiliği açısından çok önemli bir kavşaktı. Önemi; Alparslan Türkeş’in ihtilalde katılmasıydı. Aslında Türkeş, Milliyetçilere devletin yönetimine talip olmaları gerektiği mesajını veriyordu. Gerçi 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Hikmet Bayur, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının Millet Partisi ve 1952’de Prof. Dr. Remzi Arık, Tahsin Demiray, Dr. Cezmi Türk ve arkadaşlarının Türkiye Köylü Partisi kurulmuştu, ancak camiada tasvip görmedi.

Alparslan Türkeş haklı çıktı…

Bizim yetişme yıllarımızda (1957-58) da büyüklerimiz mealen “Bizim siyasetle ilgimiz olamaz. Çünkü milliyetçilik milletin tümüne aittir. Bir parti sahiplenirse, diğer partiler dışlanacaktır. O zaman da Türk milliyetçiliğinin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Halbuki bizim işimiz araştırmak, yazmak, dergi çıkarmak, okumak, konferans vermek, dernek, vakıf kurmak ve eğitim yoluyla Türk Milliyetçiliği fikrini topluma yaymaktır. Milliyetçilik topluma mal edilince de, bu düşüncedeki milletvekilleri TBMM’ye girecektir. Türk Milliyetçiliği iktidara gelecektir.”  deniliyordu. Biz gençler mantıklı gördüğümüz bu görüşü beğenir, inanırdık.
Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçilerinin iktidarı gelerek hizmet etmesi gerekir. Aksi halde, dernek ve dergiyle başarılı olunamaz. Yabancı odaklar ve yerli işbirlikçileri, milli kimliğin ve tarih şuurunun topluma hakim olmasına izin vermez. Dernekleri, dergileri hemen kapatılır. Onlar için en büyük tehlike milliyetçiliktir. Ama demokratik rejimin temel kurumu partilerin durumu farklıdır. Parti, hem demokratik rejimin temel kurumu, hem de milletten aldığı milyonlarca oy gücüyle TBMM’ye girer, hükûmet olur, dokunulmazlık kazanır. Siyasi parti konuştuğu zaman, köydeki insanı da, şehirdeki insanı da, Cumhurbaşkanını da, işçiyi de, hasılı herkesi ilgilendiriyor. Sonuçta milletin bütününe hitap eden, bütününü kapsayan bir teşkilat ve program söz konusudur. Kapatılması çok zordur, kapatılsa bile yenisi kurulur. Dernek üyeleriyle, parti millet ve rejimle beraberdir.
Bu iki düşünce tartışıldı. Alparslan Türkeş’in haklı olduğu görüldü, artık geri dönülmez şekilde strateji belli olmuştu.

Ülkü Ocakları Kuruluyor…

Bizim, Türk Ocaklı bir grup olarak (Galip Erdem, Ben, İbrahim Metin, Halil Özyıldız, İskender Öksüz, genç asistanlar gibi 9-10 kişi) siyasete başlamamız, Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olduğu 1965’li yıllarına rastlar.
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1965’lerde ideolojik eylemler ve fikir hareketleri dalgalar halinde yayılıyordu. Kısa zamanda kuru particilik itibardan düşmüş, boşluğu ideolojiler doldurdu. Bu ortamda ülkemiz de çalkantılı bir döneme girdi. Kimse neyin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyordu. Gençlik bu tartışmaların merkezindeydi.  CKMP böyle bir ortamda, ideolojisiyle çalışmalara gençlikten başladı.

Çalışmalara gençlikten başlandı ama gençlik çalışmaları yeterli görülmüyordu. Türkeş Galip ağabeyden yardım istiyor. “Gençliğin teşkilatlanma ve eğitim görevini kime vermeli” diye soruyor. O da 1957-58 yıllarından itibaren Türk Ocaklarında çalıştığım için benim adımı vermiş. Ben 1962’de Akademiyi bitirmiş, 1963-65’de askerliğimi tamamlayıp Ankara’ya dönmüştüm. 1967’de Kültür Bakanlığı’nın bin temel eser projesinde uzman olarak çalışıyordum.  Türkeş’in daveti üzerine kendisiyle görüştüm. CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olmamı istedi, kabul ettim. O yıllarda her fakülte ve yüksek Okulda, öğrenci dernekleri kuruluyordu. Üç fakültede Ülkü Ocağı Öğrenci derneği  (ÜOÖD)vardı. Aşırı solun örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu en önce kurulanı idi. Adı sonradan Dev-Genç olarak değişti. Akıncılar vardı, Sosyal Demokratlar vardı. Adalet Partisi’nin Hür Düşünce Kulübü vardı.

Teşkilatlanma ve Eğitim.,

Ülkü Ocaklarının teşkilatlanması için bir program yaptık. Buna göre Ülkü Ocağı Öğrenci Dernekleri (ÜOÖD), 1968 sonuna gelindiğinde bütün Fakülte ve Yüksekokullarda, 1969’da üniversite şehirlerinde Ülkü Ocakları Birliği (ÜOB)’nin kurulması gerekiyordu. Bu hedef başarıyla tutturuldu. 

   1970 sonunda Türkiye Yüksek Öğrenim Gençliği Ülkü Ocakları Konfederasyonu (TÖYGÜK) resmen kurulacaktı, bu mümkün olmadı. Bizim Ülkü Ocaklarımız, kuruluş safhasından itibaren disiplinli bir güç olarak devreye girmişti.
1966’da üç ÜOÖD ile başlayan yüksek öğrenim gençlerinin teşkilatlanma işleri böylece tamamlanırken, Genel Merkezde bir program dahilinde gençliğin sistematik eğitimi yürütülüyordu. Dersleri veren hocalarımız, ODTÜ Bölüm Başkan vekili İskender Öksüz, Kamil Turan, Galip Erdem ve Genel Başkan Alparslan Türkeş’di. 12 Mart 1971’e kadar sürdürülen eğitim çalışmalarıyla, gençler şuurlu, bilgili, dönemin bütün sorularına cevap veren, fedakâr, özgüveni yüksek, mücadeleci bir kimliğe sahipti.  Bir yandan da Partinin kendi kadrosu yetişiyordu.  ÜOÖD hareketi kısa zamanda çok büyüdü; Türkiye’ye yayıldı. Gençler amaçlarına motive oldular. Onlara, ‘Gittiğiniz yerde bayrak sizin elinizde. Sokakta yürürken örnek insan olacaksınız, sizi tanıyanlar ibretle, imrenerek ‘baktıklarında ‘keşke benim çocuğum da böyle olsa’ dedirteceksiniz.’ diye yetiştiler. Bu gençlerin bazılarıyla otuz yıl sonra karşılaştığımızda, ‘Örnek olacağız diye gençliğimizi yaşatmadınız.’ şeklinde lâtifede bulunmuşlardır.
Fakülteleri işgal ve boykot gibi yollarla eğitim öğretim yapamaz hale getiren aşırı sola karşı mücadele eden ÜOÖD memlekette büyük bir kabul görüyordu. Bu olumlu havada üniversite öncesi (lise ve dengi) gençliğin teşkilatlanması için 1968’de Türkeş’in emriyle Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT) kuruldu.  1969’dan itibaren Türkiye’nin her tarafında şubeler açıldı. Bu yıllar Türk Milliyetçilerinin teşkilatlanma ve genişleme yıllarıydı.  Milliyetçi Türk Kadınlar Birliği(1967), 1974’de Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği (ÜLKÜ-BİR), 1969’da Kültür Bilim ve Teknik Merkez (KÜBİTEM)’in, 1971’de Türk Kültür ve Bilim Merkezi (TÜRKÜBİL)’in kurulması, Milli Hareket (1976), Devlet gazetesi (1969) ile Töre (1971) ve Bozkurt (1972)dergilerinin yayıma başlaması camiada adeta bir dirilme ve özgüven etkisi yaptı. Artık kendi mücadelemizi kendimiz anlatıyor ve fikri dokumuzun inşası yanında anarşi başta olmak üzere günlük gelişmeleri kendimiz yorumluyorduk. Bu müthiş bir kaynaşma, bütünleşme ve güven unsurunu doğurdu. Sayıları 20’yigeçen yan kuruluşlar dediğimiz derneklerin tamamı, ÜOÖD hariç doğrudan Genel Başkan Türkeş’e bağlıydı.

Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu: MHP

Gençlik ve aydınlar kesiminde ciddi bir varlık gösteren Alparslan Türkeş’in liderliğindeki Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu MHP, il, ilçe ve belde teşkilatlarıyla köylere kadar yayıldı. Ülkemizde çeşitli dış kaynaklı ideolojilerin anarşi fırtınası estirdiği, kafaların karıştığı, endişelerin arttığı sırada MHP’nin bu şekilde halka inen teşkilatlarla güçlenmesi, O’nu ülke gündemini belirleyici konuma getirdi. O zaman pek farkına varılmayan bu yapılanma çok önemliydi.
Parti 1969 seçimlerinde bir milletvekili çıkardı. O da Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. 12 Mart 1971’e gelindiğinde 14’lerden Türkeş’in yanında sadece Dündar Taşer ve Ahmet Er kalmıştı. Eski CKMP’lilerin çoğu istifa etmişti. 

Ancak, 1967’den itibaren Galip Erdem ağabey başta olmak üzere Türk Ocaklarında yetişen bizim ekip ile Ülkü Ocağı Öğrenci Derneklerinden yetişenler, İstanbul, Konya, Adana, Mesin, İzmir gibi illerden katılan seçkin milliyetçiler, partinin yeni kadrosunu teşkil etti. 1973 seçimlerinde üç milletvekili, 1977’de 16 milletvekili seçilerek grup kurulmuştu. Ülkedeki rahatsızlıklar, gerginlikler Mecliste de yaşanıyordu. TBMM müzakerelerinde MHP dikkatleri çekmiş, meydanı boş bulanların at oynatmasına fırsat vermedi, Parti halkın ümit kaynağı oldu.
MHP’nin bu hızlı yükselişinde, Alparslan Türkeş’in liderliği, stratejisi, tarih bilgi ve şuuru belirleyici olmuştu.

Demokrasi: Müzakere ve Oylama,

Bir GİK toplantısında Alparslan Türkeş dedi ki; ‘Kastamonu’da Nurcu, çok değerli bir grup arkadaşımız var; bunlar aynı zamanda Türkçü. “Hacca, sizinle birlikte gidelim” diye haber salmışlar bana…’  Onlara ‘Arkadaşlarla bir konuşayım.’ cevabını verdim dedi. ‘Arkadaşlar, davamız, partimiz için fikriniz nedir?’ diye sordu. Tabii herkes uygun gördü ve Hacca gitti, öylece… Bu olayı anlatmaktaki maksadım, MHP’de kararların nasıl alındığını, demokrasinin nasıl işlediğini göstermektir. Evet bütün kararlar böyle alındığı için MHP güçlendi, başarılı oldu.
Alparslan Türkeş her şeyi istişare eder, kararları oylamayla alırdı, dedim. Ama bu gerçek pek bilinmez.  Nitekim, MHP İddianamesinde ve duruşmalarda savcının “‘ Faşist Türkeş, despot vs.’ ithamı, Türkiye’de de yaygındı. Belki hâlâ da vardır, tamamen ortadan kalkmış değil. Halbuki, Türkeş bir demokrattı. Partiyi bu esaslara göre yönetiyordu. Birkaç örnek daha verelim, belki faydası olur. 1977 seçimleri için adaylar belirleniyordu; Türkeş, Genel İdare Kurulu toplantısında ‘Ben artık Adana’dan aday olmak istemiyorum. Oradaki arkadaşların önünü açmak gerekir’ demişti.  Bunun üzerine müzakere açıldı, oylandı. Adana’dan aday olmasına karar verildi. Yine Adana’dan aday oldu.
Evet, Türkeş gibi bir lider aday olacağı ili seçemiyordu. İnanılmaz bir şey, değil mi? Ama MHP’de Türkeş’in koyduğu usul böyle. Mücadele eden kadrolar, her konuda kararı da kendileri veriyor. Kendi kararlarının doğruluğuna inandıkları için de canla başla çalışıyorlar.  Bir defa da, Adana merkez ilçe teşkilatı terör dolayısıyla açılamaz olmuş, arkadaşlar çok sıkıntı içindeler, partiye gidecekler kapalı, şikâyeti üzerine Başkanlık Divanı durumu görüşüp,  üç yöneticiye yetki verdi ve Adana’ya gönderdi. Bu kişiler inceleyip, geldiler, hem yazılı rapor verdiler,  hem de sözlü olarak dediler ki; ‘Gerçekten ilçe açılmıyor ve ilçe teşkilatı burada yok.’ Tartışıldı, ilçenin feshine karar verildi. Yeni bir heyete yetki veril. Bunu ilkeli duruşu duyan teşkilatlar kendilerinin ne kadar güçlü olduğunu gördü. Öyle kolayca fesih yoktu. Kusuru olmayan bir teşkilatı kapatmak mümkün değildi. 
Bugün Türkiye’de herkes Demokrasiden bahsediyor! Her gün demokrasinin faziletini anlatanlar var, ama ne yazık ki hiçbiri söylediğine inanmıyor, uymuyor. Sahtesiyle oyalanıyoruz.

1969’da Genel İdare Kurulu’na girdim ve 1980’e kadar Türkeş’le beraber çalıştım. Hükûmette iken de beraberdik, parti küçükken de beraberdik, hapishanede de beraber olduk. Parti bu usulle çalıştı. Önemli diğer hususta, müzakerelerde kendi fikrini söylediği nadirdi. Toplantıları yönetir, hür ortamın teminatı da kendisiydi. Demokrasi, kararların organlar tarafından, demokratik kurallara göre alınması değil miydi? İşte bizim Parti MHP, Türkeş’in Genel Başkanlığında aynen böyle yönetildi.

12 Eylüle doğru.,

12 Eylül henüz olmamış, her taraf kan deryası, köyler ve şehirler, kurtarılmış bölgeler, kıyamet kopuyor. 
Dış servislerin eseri olan Maraş, Sivas, Çorum olayları, belli ki bir ve bütün olan Türk Milletinin çeşitli kesimleri birbirlerine düşürülmek isteniyor. 
Anarşi adı verilen keşmekeş bütün yurt sathına yayıldı. Herkes şaşkınlık içindeydi. İdeolojik gerginlik hat safhadaydı. Güvenlik güçleri sanki yetersiz kalmıştı. 
Bu ortamda, yıl 1978-79; aklıselimle hareket etmesi gereken valilerin bir kısmı ya solculuk aşkına, ya da iktidara yaranmak için yanlı davranıyordu. 
İl ve ilçelerde, emniyette böyleydi. “Faşizm tehlikesi (Komünizm değil) geliyor” paranoyası ile bizim gençler karakolların müdavimi yapılmıştı. 
Peşinen olayların sorumlusu görüldüklerinden işkenceyle delil ve itiraf peşindeydiler. Bunun önüne bir türlü geçilemiyordu. Gerçekte, Ankara bile güneş batınca devletin elinden çıkıyor, bazı semtlerde  kurşun sesinden geçilmiyordu. Ne yazık ki, can kaybı günde 15-20’i bulmuştu.  Herkes kendini korumak zorundaydı.

Sıkıyönetim Teklifimiz.,

Genel İdare Kurulu ile Meclis Grubunun ortak toplantısında söz alarak; ‘Türkiye, olağan hal mevzuatı ve emniyet kadrolarıyla idare edilemiyor. Hükümet kontrolü kaçırdı, felakete doğru sürükleniyoruz.  Vatandaş feryat halinde, şehirler tedhiş içinde, hayat durmuş vaziyette. Herkes evinden helalleşerek çıkıyor. Sıkıyönetim idaresine ihtiyaç vardır, bunu talep etmeliyiz’ teklifini yaptım. Genel Başkan Alparslan Türkeş, görüş bildirmek mutadı olmadığı halde şöyle konuştu; ‘Arkadaşlar durum çok ağır, bu doğru. Ama bizim askerler siyaseti bilmezler. Gelirler yanlış iş yaparlar, işler daha da bozulur. Böyle bir şey istemeyelim.’ Müzakere başlamış oldu. Konuşmalar tamamlanınca oylama yapıldı, sıkıyönetim ilânı uygun görüldü.  Türkeş,  ‘Madem senin teklif kabul edildi, basın açıklamasını yaz bakalım” dedi. Hemen, ülkenin içine düştüğü bunalımdan çıkması için sıkıyönetimin ilânını istiyoruz’ şeklindeki bildiriyi yazıp basına verdik. Ertesi gün haber manşetlerden verildi. Başbakan Ecevit çok öfkelenmiş olacak ki, hem Savcılığa suç duyurusunda bulunarak, ‘Bir zümrenin hakimiyetini istemekle anayasal suç işlediğimizi’  iddia etti; hem de, Sıkıyönetim teklifimizin gereğini yaparak hazırladıkları tasarıyı TBMM’ye sunarak yasalaştırmak zorunda kaldı.
Burada parantez açıp, bir gerçeğe işaret etmeliyim. Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan bütün yargılamalarda, bu olağanüstü durumun dikkate alınması gerekirken, sanki her şey normalmiş gibi işlem tesis edildi. Mahkemeler ideolojik hesaplaşmaya alet edildi.

10. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası.,

12 Eylül 1980’de Parti hakkında dava açıldı. Adı, ‘Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ idi.  
Aylarca süren basın kampanyalarıyla, duruşma başlamadan mahkum ediliyorduk. Savcılığın hazırladığı 587 sanıklı, 947 sayfa iddianame ile 220 idam cezası isteniyordu. 
İddia; “Anayasal düzeni, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak” şeklindeydi.  Suçun(!) yasal ifadesi böyleydi, ama duruşmalarda ve medyadaki adı“ faşist devlet kurmaktı.”  Duruşmalar bu iddia ile başladı. 
Savunmalar alınıp, belgeler okunduktan sonra sıra esas hakkında mütalaaya geldi. 
Savcı Parti 37 yöneticisinden 30’una beraat, 7’sine muhtelif cezalar istedi. 
Mahkeme Heyeti ise, Türkeş’e 11 yıl ceza, 6’ına da beraat kararı verdi. Tamamen yoruma dayanan Türkeş’in bu cezası Yargıtay’da zaman aşımına uğrayıp düştü.

11- C – 5 Projesi ve seçilen hedef.,

MHP yöneticilerinin yargılanması bu kısa özette de görüldüğü gibi tamamen siyasiydi. Sıra semt sanıklarına gelince, hak, hukuk, ahlak, insanlık Hak getire. 
İşkencenin, her çeşidi vardı. Feryatlar ayyuka çıkıyor, ama aldıran yok.
Uygulanan düşmanca tekniklere bakınca, Türk Milliyetçiliğinin yok edilmek istendiği aşikâr. Bunun için C-5, projedir diyoruz.

Bütün mahkeme safahatın anlatamayız. Ancak MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının hazırlanışına dair bazı bilgiler verebiliriz.
Sıkıyönetimde görülen bütün davaların sorguları, (Türkiye Komünist Partisi, Dev- Sol, Acilciler, Maocular, THKP-C, DHKP-C, DİSK,TİKP, CHP, MSP gibi) o yerin emniyet müdürlüklerinde yapıldı. Doğru olan da buydu. Normal emniyet makamlarında yapılan sorgulamanın özelliği şudur: İfadeye götürülen sanığın girişte kimliği, getiren polislerin adı, giriş tarihi, saati ve dakikası deftere yazılır. Çıkışta aynı işlemler tekrarlanıp, sanık savcılığa götürülür. Artık oradan geri dönüş mümkün değildir. Zira bunun adına, işkenceyle ifade değiştirme denir.

a) Bu usulün tek istisnası, sadece ülkücülerin C-5’de sorgulanmalarıdır. Özel olarak kurulan C-5’in Mamak askeri bölgesinde ve Savcılığın hemen yanında ve koruması altında denetlemez olması çok önemlidir. C-5’de sorgulaması biten ülkücü Savcının huzuruna çıktığında, “efendim, ifademi kabul etmiyorum, işkenceyle alındı” derse, kendini hemen C-5’de bulur. Bunun örneği çoktur, her ülkücü için geçerlidir.

b) Bir başka farklı ve çok önemli hikâye de şöyle. C-5’de Sanıklara imzalattırılan ifade tutanaklarının nasıl hazırlandığıyla ilgilidir. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, önceden düşünülmüş olmalı, bazı C-5 görevlileri otobüslerle ülkücülerin bulunduğu mahallelere giderek kahvelerde kim varsa, sorgusuz sualsiz gözaltına alıyor. O bölgede önceden meydana gelen faili meçhul olaylarla ilgili karakollarda tutulan kayıtları toplayıp, bunlardan ifade tutanağı hazırlanıyor. Sonra C-5 teknikleriyle gözaltına bekletilen ülkücülere imzalatılıyor.

c) C-5’de görevli polislerin seçimi de bir ilktir. Savcı telefon ederek Ankara Emniyet Müdüründen tek tek adını verdiği polisleri istiyor. Emniyet Müdürü görevdeyken bu gerçeği açıkladı. Bu polislerin ülkücülerin ideolojik düşmanı olduğunu biliniyor. Bazılarının Dev-Genç gibi örgütlerin davalarında isimleri ortaya çıkınca, o davaların sanığı yapıldığını da biliyoruz.
ç) MHP ve Ülkücüler Davasına bakacak mahkemenin önceden ayarlandığı ortaya çıkmıştı. Bu da şöyle planlanmış: Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine dosyalar iş yüküne göre dağıtılıyordu. MHP davasına bakması istenen Mahkemenin, dosya gönderilmeyince önü açıldı. Dosya bu mahkemeye gönderildi. Duruşmalarda gördük ki, yargıçların çoğu, sorgucu polisler gibi sol görüşlüydü, düşünce olarak bize karşıydılar.

12 Eylül’ün Amacı neydi?.,

Önemli bir soru. Cevabını Kenan Evren o sabah okuduğu bildiriyle verdi: “Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

Bildirideki tespitler ve hedefler doğru, icraatlar yanlıştı. Darbenin gerekçesi, “halklara özgürlük” esasına göre sosyalist bir rejim kurmak üzere ‘36 silahlı fraksiyon’ adı verilen yeraltı örgütlerinin bütün yurda yayılan eylemleriydi. Ama düşmanca mücadele ettikleri; Türkeş, MHP, ülkücüler, Türk Milliyetçileri, Türkiye’mizin birlik ve bütünlüğünü canı pahasına savunan, tamamı legal, meşru, dernek, dergi, sendika ve meslek birlikleriydi. İçlerinde tekbir illegal yeraltı teşkilatı yoktu. Sevmeyebilirlerdi; ama düşmanlık yapamaz, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına alamazlardı. İdamları “bir sağdan bir soldan yaptık” mantığı bu gerçeğin bir ifadesiydi.

Bu bakımdan, darbenin gizli hedefi genelde Türk Milliyetçileri, özel ifadesiyle,  MHP ve Ülkücü Kuruluşlardı. Genel Başkanından köydeki taraftarlarına kadar on binlercesi karakollara götürüldü, hapishanelere dolduruldu. İşkencenin alası yapıldı, hayatını kaybedenler oldu.  Cezaevinden en son çıkan Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. Ülkücüler, canla başla savundukları Devletlerinin yöneticileri tarafından zulme ve ihanete uğramıştı. Hep bizimle uğraştılar, uğraşıyorlar. Bu haksızlıkların arka planında hangi mihraklar vardı, bunun bilinmesi şarttır.
Kısaca “Girişilen harekatın amacıyla” taban tabana ters düşmek pahasına, Türk Milliyetçileri bir numaralı hedef seçildi, yok edilmeye çalışıldı. Bir bölümünü yukarıda örnekleriyle anlatıldı. Bu dehşetli çelişkinin anlamı neydi? Biz ona bakalım.

13. Darbe Türk Milliyetçilerine karşıydı.

a) Diyoruz ki, iki kutuplu dünya düzeninin elebaşları bize karşı anlaştı. Bir tarafta Sovyetler Birliği, diğer tarafta ABD vardı. Eldeki bilgilere göre “biri darbe ortamını hazırladı, öteki darbeyi yaptırdı.”  Niçin anlaştılar? Çok basit. “Eğer MHP iktidara gelirse, ki öyle görünüyor. İşbirlikçiler ve dışarıdaki bazı mihraklar bundan derin endişe duydular. Türkiye ve Orta Doğu’daki bütün işlerimiz akamete uğrar; vakit varken bu işi halledelim.” dediler. Bu tespiti anlamak biraz zor olabilir. Zira batı mantalitesi farklı çalışıyor. Uzakta bir tehdit görülürse, “bize bir şey olmaz” demezler, “ya olursa” derler. Sonra harekete geçip, onu küçükken, yok edeler. Anlaşmanın mantığında bu gerçek yatıyor.

ABD’nın Türkiye Büyükelçisi, Spain Pentagon’a atandı,  oradan da emekli oldu; hatıralarını yazdı. Paul Henze CIA İstasyon Şefi, 1983’te Amerikan Kültür Merkezinde seçilmiş 32 aydına konferans verdi. Ünlü bir gazeteci, konferanstan çıkar çıkmaz gelerek, teypten okur gibi anlattı. Bu iki ABD yetkilinin verdiği bilgiler, 12 Eylül darbesinin kime karşı yapıldığını aşikâr ediyor.

Diyorlar ki; “Bizim Türkiye’deki bütün partilerle aramız iyiydi. Sadece MHP kontrol edilemiyordu. Amerikan yetiştirmesi denilen Süleyman Demirel’le aramız ne kadar iyiyse Amerikan düşmanı denilen sosyalist Bülent Ecevit’le de o kadar iyiydi. Hatta Ecevit problemlerin çözümünde daha da yardımcı oluyordu. Ama MHP kontrol edilemiyordu.”  Evet, MSP demiyor, TİKP demiyor, iktidardaki partiler demiyor.  TBMM’de dördüncü sırada yer alan MHP’ diyor. “Kontrol edilemiyordu” diyor. Çok anlamlı değil mi?

Devam edelim: “MHP iktidara gidiyordu. Bunu önlemek mümkün değildi. Sovyetler, ülkücülerin gelişmesini önlemek için sağda solda dinamit patlattı, tabanca attı. (Buradaki, basitleştirme, minimize etme, masum gösterme ve meşrulaştırma ilginç) Ancak,  bu tepki doğurdu, ülkücülerin ve MHP’nin büyümesine yaradı. Bunun üzerine Sovyetler, muhtemel bir MHP iktidarına karşı batı kamuoyunu hazırladı. MHP iktidara gelince, Komünist partilerini (İktidara gelecek kadar oyu vardı), sendikaları (Hükümetleri sarsacak güçteydiler),medya ve STK gibi bütün unsurları karşısında bulacaktı. Kısaca batı MHP iktidarına kesin karşıydı. Tam anlamıyla çıkmazdaydık.”

Bu tespitler çok önemliydi. MHP iktidarı demek, ABD’nin de,  Sovyetlerin de Türkiye ve Ortadoğu’daki projelerinin durması demekti. 

İşte iki kutbun düşmanları bu gerekçeyle anlaştılar. Sovyetler, ülkeyi ateşe veren korkunç kargaşayla darbenin ortamını hazırladı, ABD’de de, ‘bizim çocuklarla’ darbe yaptırdı.

b) Konuyla ilgili bir bilgi daha: Darbe ilk günden itibaren ABD’nin yakın takibindeydi. Nitekim, darbesinden birkaç saat sonra Büyükelçisi James Spain ABD’ye şu gizli diplomatik notu gönderiyor: “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok… Türkiye’de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine “daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum” olduğu ifade ediliyor. (12 Eylül 2018 İrem Köker BBC Türkçe)

c) Kehanet gibi bir tespit: 12 Eylül darbesinden iki yıl önce, 15 Nisan 1978. MHP’nin düzenlediği “Tandoğan Yürüyüş ve Mitingi.” Tahminen 500 -600 bin kişi katıldı. Zamanın İçişleri Bakanı ”komandolar Çankaya’yı basacak” duyumu üzerine toplantıyı havadan helikopterle izliyor. Devletin sırlarına vakıf, çok önemli görevlerde bulunmuş, Kenan Evren’in sınıf arkadaşı bir E. Bir Albay, mitingin analizini yapıp (Ağustos 1982) dedi ki:

“ Evim Tandoğan meydanında, balkondan sizin mitingi dürbünle başından sonuna kadar takip ettim. Dostları sevindirip, düşmanları korkuttunuz. Sizin hakkınızda karar o gün verildi.”

Bilgi ve belge bahsini burada keselim. Tekrar, 12 Eylül projesine dönemlim.  Önce Türk Milliyetçilerine ağır bir darbe vuruldu, sonra Türkiye’ye… Bir ülkenin omurgasını kırmak isterseniz, o ülkenin milli hassasiyetleri yüksek kesimini, milliyetçilerini çökertmeniz yeterlidir.  Çünkü onlar, tarih  şuuruna sahiptirler; milletinin egemenliğini, birliğini ve vatanın bütünlüğünü canı pahasına korumayı ve yaşatmayı iman meselesi sayarlar. Eğer böyle olmasaydı Türkiye bugünlere gelir miydi?  Milletin dokusu bu kadar bozulur, Devleti yöneten zihniyet bu kadar yabancılaşır mıydı?

12 Eylülün Sonuçları

a) Darbeciler bütün partileri kapattı, üs düzey yöneticilere siyasi yasak koydu, vizeli, vetolu seçimle demokrasiye dönüldü. Çok boyutlu sosyal, kültürel, hukukî ve demokratik siyasi hayatımız emirle düzelendi. Bu suni bir doğumdu, bazı itirazlar yapılsa da kabul görmedi. Böylece anayasalı, Meclisli ve çok partili hayatımızın başladığı 1876’dan bu yana kazanılan bütün birikimler, mevzuat, eğitim, usta-çırak ilişkisi ve tevarüsle yetişen siyaset kadroları tasfiye edildi, siyasetin dengeleri alabora oldu. Ülkenin yönetimi, yeni, hırslı ve tecrübesiz, dünya ve tarih bilgileri yetersiz gençlere teslim edildi. 1983’de çok parti kuruldu, seçimlere Konsey’in izniyle üçü girdi. Partiler, sağda ve solda seçmen gruplarını temsil çekişmesine girdi, kargaşa başladı, siyaset kimliksizleşti. Bozulan siyasi dengeler bir türlü yerine oturmadı, dış destekli siyaset dönemine girildi. Dış etkilere açıklık, dışa açıklık gibi algılandı. Türkiye bugünlere sürüklendi.

b) 12 Eylül’ün boyutlarını doğru anlamak için Genelkurmay’ın şu tespiti yeterlidir: “650 binden fazla kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı ve 230 bin kişi yargılandı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 171 kişinin ise işkence ile öldüğü belgelendi.”

Askeri Mahkemelerde yapılan sorgulama ve yargılamalarda:

- Ülkenin anarşi bataklığına sürüklendiği, yerleşim birimlerinde can mal güvenliğinin kalmadığı, kamu güvenliğinin bozulduğu dikkate alınıp yapılsaydı, yukarıda bahsi geçen korkunç mağduriyetler meydana gelmezdi.

– Aşırı solcu eylemci gençlerden önce, onları aldatıp kullanan gizli ana merkezler hedef alınsa, ilaç değil de mikrop hedef seçilseydi, her şeye rağmen darbe bir ölçüde başarılı olabilirdi.
– Siyasi ve ideolojik davranıldığı için korkunç zulüm gören milliyetçi ülkücü gençlerin, hapishanelerden çıktıklarında ayakta duracak mecalleri, ellerinden tutacak kimseleri kalmamıştı. Evleri, barkları dağılmış, iş, para-pul yok, açlık var, borç var, felaket var. Milliyetçi camianın önemli bir bölümü hayal kırıklığına uğradı, ülkede yaşanan olumsuzluklara ilgisiz kaldı.
– 12 Eylül darbecileri Türk Milliyetçilerin birliğini dağıttı. Yeniden bir araya gelmelerini önlemek için de bir dizi kararlar aldı. Bugün yaşanan dağınıklığın temel sebebi budur. Bakıyoruz bu kadar vakıf var, dernek var, kooperatif var, dergi var, topluluk var, yetişmiş insan var; ama çoğu kendi aleminde. Biri diğerini ya tanımıyor, ya da sorunun farkında değil.

Bu bakımdan Türk Milliyetçilerinin en acil ve en önemli meselesi, birliğini kurmaktır. Birlik yoksa, zor durumda bulunan Türkiye de toparlanamaz.
Ülke çapındaki bu dağınıklık devam ediyor. Türk Milliyetçilerinin demokratik dönemdeki partili mücadelesini üç bölümde ele almak mümkündür. Bunalar:         1) 1Ağustos 1965’den 12 Eylül 1980’e kadar geçen 15 yıl 1,5 ay. 2) 7 Temmuz 1983’den 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen 33 yıl, 8 gün. 3) 25 Ekim 2017’den günümüze kadar geçen 1 yıl 3 ay. Toplam 54 yıl, 5 ay.

Türk milliyetçiliği en büyük potansiyel güç.,

Bana göre bugün Türkiye’de en büyük güç Türk milliyetçileridir. Hasımları bile sıkışınca “gerçek milliyetçi biziz” diyebiliriz. Türk Milliyetçiliği büyük güç, ama potansiyel güç. Potansiyel güç, durgun güç demektir. Durgun gücün enerjiye dönüşmesi için harekete geçmesi şart. Hareket ise, ancak birliğin sağlanmasıyla mümkündür. Kim haklı veya kim haksız olursa olsun. Esas olan birliğin sağlanmasıdır.
Şüphe yok ki 12 Eylül camiamızı birliğini bozdu. Buna halen çare bulanamadı. Bu bir gerçek. Bizim bir numaralı meselemiz bölünmemizdir. Milliyetçi ve ülkücülerin bölünmüşlüğüne karşı gösterilen tepkiler, sonuç vermedi. Teşkilatlı bir yapımız, hayatın her alanında gücümüz ve iletişim araçlarında yerimiz yoksa, sesimiz de duyulmaz.
Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. Birliğin yolunu bulmalıyız. Bunun için, STK’lar arasında dayanışma ve sistemli eğitim önemlidir. Eğitimden kasıt: Teşkilatlar arasında kardeşlik ruhunun güçlenmesi, işbirliği ve inanmış dava adamlarının yetişmesine önem vermektir.
Milli  meselelerin çözümünde görüş ve hareket birliği çok önemlidir.  Her şey Türk Milletinin egemenliği çerçevesinde düşünülmelidir. Milli eğitime, milli kültüre, hukuk devletine, demokrasiye, güvenliğe, ekonomik kalkınmaya ve bilim mantalitesine ihtiyacımız var.

Sonuç;

Emperyal güçler ve  işbirlikçileri, darbeyle Türk Milliyetçiliğinin siyasi varlığını yok etmek istedi. Aradan 38 yıl geçti, zulmettiler, ağır insanlık suçu işlediler, zarar verdiler ama başaramadılar. Türk Milliyetçiliğinin itibarı yükseldi. Türk Milliyetçileri, TBMM dahil devletin ve ülkenin her yerinde varlığını sürdürdü.

Türk Milliyetçiliğin sahibi Türk Milletidir.
Alıntı;

https://millidusunce.com/misak/alparslan-turkesli-yillar/

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

24 Eylül 2019 Salı

27 MAYIS YASSIADA., M.B.K. NIN “ AZAMETİ VE İNHİTATI ” (Ululuğu ve Ölülüğü) ,

27 MAYIS YASSIADA.,   M.B.K. NIN “ AZAMETİ VE İNHİTATI ” (Ululuğu ve Ölülüğü) ,  




27 MAYIS YASSIADA.,   M.B.K. NIN “ AZAMETİ VE İNHİTATI ” (Ululuğu ve Ölülüğü) ,  

DR. HİKMET KIVILCIMLI
(27 MAYIS İÇİN) M.B.K.NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI" 
(ULULUGU ve ÖLÜLÜĞÜ)
Editör Dr. Hikmet Kıvılcımlı 
27 05 2007 


Hikmet Kıvılcımlı – M.B.K.nın “Azameti ve İnhitatı” (Ululuğu ve Ölülüğü)
melk4Sosyalist – 

7 Şubat 1967

27 Mayıs Yaşıyor. Millî Birlik Komitesi öldü. MBK’nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 27 Mayıs’ın yaşamasındadır. Ancak, MBK’nin bir de “İNHİTAT”: ÖLÜLÜĞU“ vardır: MBK yaşamamaktadır. Bu yaşamayış, ”Her şey gelir, geçer“ felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK’nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız.

Bununla birlikte MBK’ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önliyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor.

Bu sütunlarda, MBK’nin ululuğıı ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz.

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ULULUĞU

Millî Birlik Komitesi’nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristliğine değmeden geçemeyiz.

I – MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs’ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan birinci belge budur.

II – MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes’in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs’ın Ululuğunu ispatlıyan ikinci diyalektik belge budur.

III – 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada’ya gönderilenleri, hep o ”sokağa çıkma yasağına“ uğratılmış halkı birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan üçüncü diyalektik belge budur.

Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız.

1- MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti:

Türkiye’de ”BİRLİK BERABERLİK“ sözü, oldu olası her ağızın pelesengidir. 27 Mayıs bile ”MİLLÎ BİRLİK“ adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler ”millî birliğimize karşı en büyük suikasti yapmış“ kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: ”millî birliğimizin en büyük sembolü“ oldular. Demokrat Parti’ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu.

a) 14’lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş)

Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.‘de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ”muhalif“ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.

Atılan 14’ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4’ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10’u Kabibay’la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatiyle verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ”İnsanı gayrısamimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!“. Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ”Türkiye’de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.“

MBK başkanının bu ”beyanları“ mı ”gayrı-samimi“ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye’de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakrmıyacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika’da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ”Türkiye’de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır“ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika’ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy’yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamıyacağı komaya daldı. Öldü gitti.

Ötede 14’ler, 2 yıl, 5’er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamıyacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP’ye halkçımsı düşünenler CHP’ye, sosyalistimsi düşünenler TİP’e girdiler.

b) Madanoğlu’nun temizlenmesi (Finans-kapital’e vuruş)

14’lerden geri kalan MBK üyeleri ”BİRLİK“ miydiler? Doğrusu, yalnız 14’ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamıyacağı andıyla, kendilerini ”millete adamış“ idiler. 14’lerin atılmasiyle, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklardı.14’lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu’cular? 14’lerin başında yurtdışı edilen Kabibay’ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafıle kafıle otomobillerle Madanoğlu’nun ültimatom çaşnılı ünlendirilişi ile karşılaştılar. Madanoğlu’nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu.

Madanoğlu’nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.

MENDERES NEDEN ASILDI?

27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde ”NATO“ kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes’i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika’ya nispet, Kruşçofu Ankara’ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova’ya gidecekti. DP’nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı:

”İçte ve dıştaki siyaset bezirganları… İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir.“(9 Ağustos 1957, İnebolu).

Menderes’e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu ”Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir“ diyordu. ”Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı“ oluyordu. İnebolululara: ”Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir“ diyordu. ”onlar“ dedikleri kimlerdi?

”Dışta“ dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTAL’di. ”İçte“ dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye’deki bânkalar ve şirketler kanalıyle kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye’de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: ”İçteki ve dıştaki bezirgânlar“ diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Partiyi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu ”küfrân’ı niymet“ kimeydi?

Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika’ya ödetmiye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bolbol ”uzman“ yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye’ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye’de yaptırmak üzere seımaye ortaklıklarına elverişli ”Sınaî Kalkınma Bankası“nı dahi kurdurmuştu. Türkiye’nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye’yi sevâbına savunmak,için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını ”UZMAN“larıyle kesmişti. Daha ne isteniyordu?

Bütün bu ”Amerikan yardımlarını“ Menderes’in sonradan ”açık bir istismar“ sayması nankörlüktü. Hele ”istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir“ tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işliyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtırçıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler hergün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnuzsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika’dan ithal etmiye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi.

Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs’tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes’e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. “Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisince kabul edilen anlaşmıya göre: ”Türkiye’ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi“ teahhüt etmişti.” (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)… Merıderes, dilerse Amerika’nın “her türlü harekât“ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada’ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi.

”Tecavüz“ olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore’de o tayin etmişti, Vietnam’da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, ”tecavüz“ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir ”tecavüzcü“ görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyle bir ”VASITA“ icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?..

Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: ”Karda gezip, izini belli etmiyenler“ toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek ”belge“likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynıyan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerliyen ateşli bir ”aşırı“ genç şöyle bağırmıştı: ”Ama, Amerika’nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiyede!“ Bilgin istilibaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: ”– Siz kendinizi vitrine koymıya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!“

Böyle ”açık rejim“ çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat’ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükûmetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisöriin kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür ”zehir hafiye“lerinden Bay Mithat Perin’in bile ”hâlâ bir cevap“ aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş birtanesi (27 Mayıs’ı anlatıyor.)

“Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün’ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy’e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamıyacak ve maalesef konuşamıyacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi.

“Aygün’ün Yeşilköy’e gidişi saat 21’e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün’ün bu gezisi gazetelerde: ”Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı.“ şeklinde yorumlanmıştı.

”Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır.“ Mithat Perin: Haber 31/1/1967)

Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu ”hâlâ“ bilmiyoıuz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul’u (Türkiye’nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, ”mesâi saati“ dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiç bir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy’de, nedenini bilmediği bir ”randevu“ ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi ”randevu evine“ uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye’de…

Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa’ya ”sosyal devlet“ formülü geçti. ”Bu sendikacı bir ajandır“ diye yeni yeni teşhir edilen kişinin ”kurucu“ olduğu ”sosyalist“ işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına ”getirilen“ Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak ”eski“lerin ”hevesleri kursaklarında kalacaktır“ buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin ”Beyazıt ve Kızılay meydanlarından“ geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey ”Uç bahtsız halka oynanan oyunlar“ fıkrasını yazdı.

Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile ”solcuyum!“ diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu.

27 Mayıs: Kore’de, Kongo’da, Lâtin Amerika’da, Vietnam’da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye’de kolayca uygulanamadığını gösterdi.

27 Mayıs’ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu?

27 Mayıs’ta Halkın Rolü

Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalcı kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye’ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs’ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs’çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs’ı yapanları, Molyer’in ”Zoraki Tabip“ piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Kocaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor:

“Biz buna (ihtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa’ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda:

”- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla… Üç ay zarfında seçime gidilecek”…“Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:

”- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmıyacak.“ (C. Madanoğlu: İfsa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.)

27 Mayısın başı bu… 27 Mayıs gecesi bir mahşer:

”Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi’ne: “Esasen önüne gelen giriyordu. İstiyen içeride kalıyor, istiyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rastgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş göremiyeceğini düşünerek… Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü.” (Keza, s. 4)

Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs’ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklıyamıyor:

“Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir’e imza koymuş olan 4 mepus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış:

         ”- Şu evde falanca var… Onu da götürün…
         “- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur…
         “- Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. 

Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu’na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu.” (Cemal Madanoğlu: keza).

Yâni Paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, “kedisi köpeği ile” HALK, bütün “milyonları yutmuşlar“ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş ”TOPLATMIŞ“tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: ”avânın hükmü istinafsız“ olmuştu.

Bir avuç Fınans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dargelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs Dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti.

27 MAYIS’ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu.

http://www.turkiyedireniyor.org/hikmet-kivilcimli-mbk-nin-azameti-ve/


***

14 Şubat 2019 Perşembe

DOKUZ IŞIK & ALPARSLAN TÜRKEŞ

DOKUZ IŞIK & ALPARSLAN TÜRKEŞ


ÖZET
DAVUT TAŞ

İçindekiler


GİRİŞ 1
A. BİR SİYASETÇİ OLARAK ALPARSLAN TÜRKEŞ 2
B. CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ’NDEN MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ’NE 4
C. DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ VE ANALİZİ 5

1. Milliyetçilik 6
2. Ülkücülük 8
3. Ahlakçılık 9
4. İlimcilik 10
5. Toplumculuk 11
6. Köycülük 14
7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik 14
8. Gelişmecilik ve Halkçılık 14
9. Endüstricilik ve Teknikçilik 15

SONUÇ 16

KAYNAKÇA 18

GİRİŞ;

Alparslan Türkeş’le biçimlenen Milliyetçi Hareket Partisi hareketi, gerek hareketin karşısında olanlar gerekse hareketin kendi mensupları tarafından yapılan birçok çalışmada, bir kitle hareketi olarak değerlendirilmiştir.  Her ne kadar Milliyetçi Hareket Partisi günümüzde iktidarı etkileme ve yönlendirme aşamasında etkisiz olsa da milliyetçi tabana seslenmesi ve köklü bir geçmişe sahip olması nedeniyle önemlidir. Yakın politik dönemde “milliyetçi hissiyat”a dayanan başka partiler kurulmuş olsa da MHP köklü geçmişi ve sistemi ile politik sahnede varlığını devam ettirmektedir. 

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi iken küçük bir azınlığa seslenen ve sığ bir teşkilata sahip olan MHP, Türkeş’in yarattığı dönüşüm ile bir sonraki genel seçimde çok büyük bir atak yapamasa da en azından MHP’yi çok daha geniş bir tabana seslenir hale getirmiştir. Fakat İstanbul’daki Türkçü çevreler, MHP’yi ümmetçi ve Anadolucu akımların etkisin de kalmakla ve Türkçülükten taviz vermekle suçlamışlardır.  Yine de yapılan tüm eleştiriler olumsuz olmamıştır. Yön dergisi CKMP’deki gelişmeleri ve yeni parti programını değerlendirmeye almış, “…Türkeş ve ekibi, Anayasa hudutları içinde dine azami saygılı ve milliyetçi bir çerçeve içinde, bir kalkınma görüşü getirmektedir. Faşistlik suçlamalarına rağmen CKMP’nin yeni programı ileri ve demokratik bir manzara taşımaktadır.” yorumunu yapmıştır. 
Türkeş’in yaptığı dönüşüme karşı çıkan “Türkçü” çevrelerin partiden uzaklaşması Türkeş’in partinin Weberyan tarzda “karizmatik lider”i haline gelmesinde etkili olmuştur.  
Türkeş ve ardından gelenlerin genel seçimlerdeki oy oranına bir göz atarsak:


Seçim tarihi Genel başkan Alınan oy sayısı Alınan oy oranı Milletvekili sayısı

12 Ekim 1969 Alparslan Türkeş 274,225 %3.02 1/450
14 Ekim 1973 Alparslan Türkeş 362,208 %3.38 3/450
5 Haziran 1977 Alparslan Türkeş 951,544 %6.42 16/450
24 Aralık 1995 Alparslan Türkeş 2,301,343 %8.18 0/550
17 Nisan 1999 Devlet Bahçeli 5,606,634 %17.98 129/550
3 Kasım 2002 Devlet Bahçeli 2,629,808 %8.35 0/550
22 Temmuz 2007 Devlet Bahçeli 5,001,869 %14.27 71/550
12 Haziran 2011 Devlet Bahçeli 5,585,513 %13.01 53/550

Yukarıda da görüldüğü gibi Türkeş döneminde kazanılan milletvekili sayısı en fazla 16 olmuş, oy oranı ise %6,42 ile sınırlı kalmıştır. MHP asıl atağını ise 1999 seçimlerinde yapmış ve meclise 129 milletvekili sokmuştur. Oy oranı ise %17,98’dir.

MHP oy oranında istikrarsız bir durum sergiler. Yine de MHP Alparslan Türkeş geçmişi ile incelemeye değerdir. En azından MHP milliyetçilik kavramının politik sahneye sokulmasını sağlamıştır. İnceleyeceğimiz Dokuz Işık ise Alparslan Türkeş’in MHP’sinin temel programını oluşturması ve bir döneme bakışı içermesi itibariyle önemlidir.  

A. BİR SİYASETÇİ OLARAK ALPARSLAN TÜRKEŞ

Ülkücü hareketin inşasına önderlik eden Alparslan Türkeş milliyetçiliğin ulusal kimliğin “doğal” bir unsuru sayılmaktan çıkıp ayrı bir politik kimliğe dönüşmesine taşıyıcılık etmiştir.  Alparslan Türkeş’in doktrinleştirdiği ve MHP’nin günümüzde sadece sembolikleşen vizyonunu oluşturan “Dokuz Işık”ı anlamak ise pek tabi onu tezleştiren Türkeş’in yaşamına göz atmaktan geçer. Nitekim yaşamsal deneyimler düşünüşü; düşünüşler de davranışları etkiler.
  
Türkeş, Lefkoşa’da 1917 yılında Feyzullah Hüseyin olarak dünyaya gelmiş 1933'te Kuleli Askeri Lisesi’ne geçici olarak kaydolmuş ve ardından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçtikten sonra 1936 yılında Kuleli Askeri Lisesi'ni ve 1938 yılında da Harp Okulu'nu bitirmiştir. Bir yıl sonra 1939'da piyade asteğmeni olarak atış okuluna girmiş ve buradan da teğmen olarak mezun olmuştur. 1955'de Harp Akademisi'ni ve daha sonra  Amerikan Harp Akademisi'ni ve piyade okulundan mezun olmuştur.

1955-1957 yılları arasında NATO Daimi Komitesi'nde görev yaparken Aynı sırada uluslararası ekonomi eğitimi görmüştür. 1959'da Almanya'da Atom ve Nükleer Okulu'na gönderilmiş ve buradaki eğitiminden sonra albay olmuş ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı NATO şube müdürü olarak atanmıştır.
Görüldüğü gibi Türkeş 1933-1963 yılları arasında kesintisiz üniforma giymiştir. Giydiği üniforma siyasi çizgisine teşkilatçı, militarist,  radikal, militan sıfatlarını dâhil etmiştir. 

1944 yılında daha üsteğmen rütbesindeyken İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından gözaltına alınmış ve Türk ırkçılığının en önemli isimlerinden Hüseyin Nihal Atsız  ile 1947’de bitecek olan “Irkçılık – Turancılık Davası”nda sanık koltuğuna oturmuş ve 9 ay 10 gün hapis cezası almıştır. Fakat tutukluluk süresince 1 yıl boyunca hücre hapsi yattığı için tahliye etmiştir. Daha sonra verilen bu ceza da Yargıtay tarafından bozulmuştur.

Yargılananlardan bazıları şunlardır: Fethi Tevetoğlu,  Zeki Velidi Togan, Said Bilgiç, Hasan Ferit Cansever, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Rasin Tümtürk, Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökyay, Muzaffer Eriş vb… 

1960 Darbesi ise irdelenmesi gereken bir başka konudur. Bilmemiz gereken ise Türkeş’in 27 Mayıs 1960 Cuma sabah saat 5.25’te darbe bildirisini okumasından öte Milli Birlik Komitesi’nden tasfiyesidir. 

MBK kendi içinde genç/radikaller ve ılımlılar olarak ikiye ayrılmıştı. Cemal Gürsel’in başında olduğu ılımlılar gerekli siyasi ve askeri düzenlemelerden sonra yönetimi sivil iradeye bırakmak istiyordu. Bu nedenle Alman Dışişleri Bakanı Genscher’in dediği; “dünya üzerinde, askeri darbenin otomatik olarak demokrasinin sonu diye niteleyemeyeceğimiz tek ülke Türkiye’dir” söylemi yerindedir.  
Yönetimin sivillere hemen bırakılmasına kesinlikle karşı çıkan, toplanıp yeminler eden Alparslan Türkeş’in de dâhil olduğu genç subaylar diğer adı ile 14’ler  13 Kasım 1960’ta yapılan bir iç darbe ile yurtdışı görevlerine gönderilerek sürgün edilmişlerdir.  Hatta bu grup bir “yeni kültür”den, Nasır’ın Mısır’ını örnek alan partisiz bir popülist siyasal sistem yaratmaktan söz ediyorlardı.  Sivil iktidarların yönetimine güvensiz olan Türkeş’in daha sonra sivil iktidar olmaya çalışması ise manidardır. Fakat Türkeş asker-sivil ilişkileri konusundaki duruşunun değiştiğini şu sözlerle açıklar:

Ben, 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra o kanaate vardım ki, ihtilâl yoluyla memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik, ne kadar aksayan tarafları olursa olsun, hukuk yoluyla bir memlekete, bir millette hizmet, en iyi yoldur. İhtilâl otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden düzeni ve otoriteyi kurmak çok güç bir meseledir ve memleket bundan zarar görür. Bunun ben içinde bulundum, fiilen yaşadım. 
Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur: En kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilâlden daha iyidir. 

B. CUMHURİYETÇİ KÖYLÜ MİLLET PARTİSİ’NDEN MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ’NE

Başlangıçta küçük toprak sahibi ve esnafın çıkarlarını temsil eden CKMP, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarını ayrılması ile (1962) etkinliğini yitirerek küçülmüştü.  1963’de Hindistan’dan dönen Albay Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının bu partiye girmesi bu partiyi nispeten canlandırmıştır. Köklü bir revizyonlar ise ilerde yapılacaktır.

CKMP genel müfettişliği görevi verilen Alparslan Türkeş, partinin yerel örgütleriyle doğrudan ilişkiye girerek onları yanına çekmeyi başarınca genel başkanlığa seçilmiştir.   Partinin dönüşümleri ise hızla devam etmektedir. Örneğin, partinin o tarihe kadar ülkenin yarısında teşkilatı varken, bu sayı hemen 61 il ve 435 ilçeye yayılmıştır. 

9 Şubat 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi adını alan CKMP, tekelci kapitalizme ve sendikalara karşı militan bir parti olmaya çalışmıştır.  Adana Kongresi’ndeki  değişiklik sadece adla sınırlı kalmamış Türkeş partiyi tam da istediği çizgiye çekmeyi eski dava arkadaşı Hüseyin Nihal Atsız’a karşı başarmıştır. Atsız ve ekibi kongreyi terk etmiş ve Türkeş tek güç olmuştur. Parti bayrağı, sembolü, İslamiyet’e bakışı, milliyetçilik tanımı, diğer etnik gruplara bakışı, teşkilat yapısı değişmiştir.

Bu değişikliklerden İslamiyet’e bakış ve milliyetçilik kavramında yapılan değişiklikler dikkate değerdir. İslami öğeler parti yapısına eklenmiş ve Şamanist motifler tasfiye edilmiştir. Atsız’ın meşhur deyimiyle; “MHP’de Allah Tanrı’yı kovmuştur”.  Türkeş “Dokuz Işık” adlı kitabında “Türk Tarihine Bakış” başlığı altında şunları demiştir:
Milletimizin tarihini iki bölüm olarak mütalâa edebiliriz. Bunlardan birisi Müslümanlığı kabul ederek İslâmiyet’e girmelerinden önceki dönemdeki tarihimizdir ki, bu dönem tamamiyle Orta Asya'da cereyan etmiş bir dönemdir (…) Türklerin yayıldığı ve büyük mücadelelerle büyük devletler kurduğu, büyük medeniyetler meydana getirdiği bir dönemdir. İslâmiyet'ten sonraki dönemi ise Türklerin batıya doğru yayıldıkları ve Batı Asya'da daha sonra Avrupa'da ve Afrika'da kendilerini gösterdikleri dönemdir. (...) Fakat Türk tarihinin en büyük devletleri ve meydana getirdiği en görkemli medeniyetleri Batı'da doğmuştur. Bu da Selçuklu İmparatorluğu ve Selçuklu İmparatorluğunu takip eden Osmanlı İmparatorluğudur.

Milliyetçilik kavramı ise ilerde değineceğimiz gibi esaslı değişikliklere uğramıştır. Atsız’ın ırkçı teması yerine din, kültür ve tarih birliği teması tercih edilmiştir. Fakat günümüzde dahi Atsız’ın bu teması etkisini sürdürmektedir. Bu iki değişikliklerin Türk toplum yapısınca daha çok benimsendiği ise bu değişim süreci tamamlanıp halka indiğinde görülecektir.     

C. DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ VE ANALİZİ

CKMP’nde yapılan değişiklikleri biçimsel ve fikirsel olarak ikiye ayırabiliriz. Biçimsel değişiklikler; ad, bayrak, amblem, teşkilat gibi değişiklikler iken fikirsel değişiklikler ise MHP’de artık tek güç ve “başbuğ”  olan Alparslan Türkeş’in dünyaya, Türkiye’ye ve Türk topluma bakışını içerir. 
1965 yılında aynı adlı çıkardığı kitabında ne komünist ne kapitalist bir nevi üçüncü yol olarak nitelediği “yüzde yüz yerli yüzde yüz milli” olan adlandırdığı Dokuz Işık Doktrini MHP’nin programının ötesinde misyon ve vizyonunu oluşturduğunu söyleyebiliriz.

 Giriş başlığında Türkeş “gaye”den söz eder. Dokuz Işık nihayetinde bu “gaye”ye ulaşmayı sağlayacak bir araçtır. Bu gayeler ise şunlardır: Türk milletini, insanca usullerle, en kısa yoldan, kendi gücüyle ayakta durabilecek, kuvvetli, müreffeh, mutlu, hak ve şereflerine sahip bir millet haline getirmek ve modern uygarlığın en ön safına geçirmek.
Bu gayeler dışında Türkeş Türkiye’nin diğer devletlerle olan geri kalmışlık mesafesini azaltmanın yollarını şöyle sıralar:

i. Her şeyden evvel bir milletin yüksek ahlâk duygusuna sahip olması ve yüksek bir manevi inanç taşıması gerekmektedir.  

ii. Bunlarla beraber milletin kuvvetli bir milliyetçilik şuuru içinde bulunması ve kendi milletini kalkındırmak, kendi milletini ileri götürmek aşkı, isteği ve azmi içinde bulunması gerekmektedir. 

iii. Bunlarla beraber bir milletin modern ilim ve teknikte hızla en yükseğe çıkması gerekmektedir. Bir toplumun hızla modern ilim ve teknikte en yüksek seviyeye çıkması, en ileri milletlere yetişmesi ise her şeyden önce süratle dünya çapında kabiliyetli, bilgili, yetenekli ilim adamları ve teknisyenler kadrosu kurmaya bağlıdır. 

iv. Bunların yanı sıra da memlekette modern sanayi kurmak ve modern tarım kurmak gerekmektedir. Gerek tarımı modernleştirme; gerek modern sanayi kurmak ve otomasyona dayanan, modern kitlevi çok üretim sağlamak ve böylece dünya ekonomisine dâhil olmak bir milletin ileri olmasını sağlayabilir. 

Bunlar çözülmedikçe bir milletin yapılacak üç, beş bin kilometre yol ile birkaç yüz köprü ile birkaç yüz okulla ileri milletlerin seviyesine hızla çıkması sağlanamaz.
Türkeş bu gayelerin gerçekleştirilmesi için “milliyetçiliğin” işlevinden yararlanma yoluna gider. Ona göre milliyetçiliğin ana işlevlerinden birisi bireyin kendine saygı duymasını sağlayarak bir amacı gerçekleştireceğine olan inancı aşılamasıdır. Türkeş yine Giriş bölümünde şunları kaleme alır: 
Bir insanın kendisine saygısı yoksa kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz.

Bu nedenle Türkeş Dokuz Işık Doktrini’nin başına “Milliyetçilik”i koyar.

1. Milliyetçilik.,

Milliyetçiliğin bu doktrinin bel kemiğini oluşturmasına şaşırmamak gerekir. Türkeş bu başlık üzerinden önemle durmuştur. Öyle ki Türk Milliyetçiliğin tanımı ve özellikleri konu içinde oldukça dağınık bir hal sergiler. 
Türkeş “Türk Milliyetçiliği ne demektir?” sorusundan milliyetçiliğin tanımı ve özelliklerini dağınık bir biçimde şöyle sıralar:

1) Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. 

2) Türk Milliyetçiliği insanî duygularla beslenen bir anlayıştır. 

3) Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. 

4) Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir. 

5) Türk Milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir düşüncedir. 

6) Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve görünüştür.

7) Türk Milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. 

8) İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve bunun için çalışmak duygusu ve şuuru, Türk Milliyetçiliği'nin bir başka ifadesidir denilebilir. 

9) Bunun yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye'de meydana gelen gerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azami ölçüde yararlanmasını istemek, meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamak da Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. 

10) Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir tarih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yani Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir. 

11) Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür.

12) Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir.

13) Bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern, en ilmi metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır.

Fakat Türkeş sınır dışında yaşayan Türkleri yok saymaz. Atatürk Milliyetçiliği ile bir farkı da budur. Yine de Türkeş Dokuz Işık’ta “Turancılık” fikrinden uzun uzun söz etmez.  Böyle olunca Türkeş Fransız ve Cermen milliyetçiliklerini kaynaştırmaya çalışmıştır fakat bu düşünceler temelde birbirleri ile çelişmektedir.
Yakın tarihe “Tabutluklar” adı ile geçen, tavanlarında beş yüzer mumluk ampullerin yandığı işkence odalarına kapatılan ve dönemin Emniyet Müdürü Ahmet Demir ve Savcı Kazım Alöç tarafından Nihal Atsız'a yazmış olduğu mektuplar yüzünden sorguya çekilen Alparslan Türkeş: “Biz, milliyetçiyiz. Biz bütün Türklerin, dünyada yaşayan Türklerin mutlu olmasını istiyoruz, esaretten kurtulmasını istiyoruz. Yani bu fikir, eğer Turancılıksa; bu fikri taşıyoruz” demektedir.” 
Türkiye’deki Türk milletinin menfaatini diğer Türk milletlerinden önde tutan Türkeş Turancılık hakkında şunları yazar: 
Türkiye'de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislavizm neyse. Almanlar için Alman Birliği neyse; Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur. Ruslar için suç ve kusur olmayan, Almanlar için suç ve kusur olmayan, Yunanlılar için suç ve kusur kabul edilmeyen, Araplar için suç ve kusur kabul edilmeyen, daha birçok milletler için suç ve kusur kabul edilmeyen kendi milletinden olan insanların kölelikten kurtulması ve yakın kültür birliği içinde, yakın işbirliği içinde bir varlık haline gelmeleri düşüncesi, Türkler için neden kötü gösteriliyor?
Aslında bunun cevabı pek de muğlak değildir. Çünkü Hüseyin Nihal Atsız’ın başını çektiği “Turancı”lar Turancılığı diğer ülkelerde bulunan Türkleri siyasi arenada kullanmak yerine ülke içindeki diğer milletleri ötekileştirme yoluna gitmişlerdir. Atsız’ın “Yağmur oğlum” diye başlayan oğluna öğüdü bunun en açık göstergesidir. Böyle bir duruma ulus devlet olarak inşa edilen Türkiye’nin refleks göstermesi pek de şaşılacak bir durum değildir.
Türkeş’in Siyasete atılmadan önceki konuşma ve yazılarında, belki de hayatının en önemli davası olan 1944 Türkçülük olaylarında Turancılık-Dış Türkler meselesi önemli bir yer tutarken ileriki yıllarda ve özellikle 1970’lerden sonraki zaman dilimde pek az yer tutmaktadır.  

Türkeş Türk’ün tanımını ise şöyle yapar: 

“Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendisini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür.” 
Bu Atatürk’ün  “Ne mutlu Türk diyene” sözü gibi birleştirici bir özellik taşır. 
Türkçülük tanımını ise şöyle yapar: 
“Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır.”   

2. Ülkücülük.,

Türkeş idealizm ile eş anlamlı tuttuğu ülkücülüğün tanımını şöyle kaleme alır: 
“Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan topluluklarının kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayalin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir.”
Türkeş Türk ülküsünün tanımı olarak şunları yazar:
Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır.
Yaptığı bir diğer benzer tanım ise şöyledir:
Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hale getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür.

Türk Ülküsüne ise şunları katar:

Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri girmiş varlığı haline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayi kurmuş, refahlı bir toplum haline getirmesi... Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek, lütuf dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi, gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık haline gelmesi düşüncesidir.
Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve yine bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyurduğu altında yaşamaktan kurtulmaları hepsinin bağımsız hale gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir. 
Türkeş ülkücülüğü de milli ve insani ülkü olarak ikiye ayırır. Milli ülkü yukarıda bahsettiğimiz yani faydası tüm topluma yayılmış amaçlar iken insani ülkü kişinin bir yaşam amacı belirlemesi, işini en iyi yapan olmasını ifade eder. Yani hem milletini hem kendisini geliştirmeye çalışacaktır. Türkeş her Türk Milliyetçisinin ülkücü olması gerektiğini belirterek ülkücülüğe verdiği önemi ayrıca belirtir.   

3. Ahlakçılık.,

Türkeş’e göre Ahlak:

Kişinin davranışlarını ayarlayan, sınırlayan ve bu davranışların hem kendisi için yararlı olmasını, kendisine mutluluk sağlayacak şekilde düzenlenmesini hem de çevresini rahatsız etmeden, zarara sokmadan çevresiyle uyuşmasını sağlamak üzere konulmuş olan kaidelerdir; münasebet prensipleridir, yaşama prensipleridir.
Türkeş Türk toplumunun ahlak kaynaklarını ise, İslam ve milli tarihe dayandırır.
Prensip olarak ahlakçılığı ise şöyle tanımlar:
Ahlâkçılık, her şeyden önce kişilerin ve toplumun millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yetiştirilmesi ve millî ahlâk kurallarına bağlı olarak yaşaması ilkesidir.
Türkeş bir diğer tanımda ise şunları yazar:
Ahlakçılık derken her şeyden önce milletimizin dini olan İslâmiyet esaslarını ve İslâm inançlarını bunun başlıca kaynağı olarak almaktayız. Bunun yanı sıra kendi milli geleneklerimizi, milli tarihimizi ve milletimizin geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerin bize kazandırdığı kuralları göz önünde bulundurmaktayız.
Türkeş ahlakı bireyin devlete olan bağlılığını ve hatta devletin varlığının kişinin varlığından önde geldiğini pekiştirmek için kullanır. Bu düşünceleri bir ahlak kuralı olarak tanımlar. Ardında her ne olursa olsun dürüst hareket etmek, sabırlı hareket etmek ve büyüklere karşı saygılı, itaatli olmak, küçüklere karşı şefkatli olmak ve sevgi göstermek gibi ilkelerden bahseder.

4. İlimcilik.,

Türkeş İlimcilik prensibi ile ülkenin refahının artacağını öngörür. Refahı artırmak ise ilim ve teknik sayesinden güçlü bir orduya sahip olmaktan geçer. Bu nedenle Türkeş Türkiye’nin ilimde ve teknikte ilerlemesi gerektiği konusu üzerinde durur. Elbette bu teknik ilerlemenin ilk olarak askeri alanda meyve vermesi gerekmektedir. İlim ve teknikte ilerlemenin ise modern sanayinin kurulması, tarımın modernleştirilmesi ve gerekli beyin gücünün yetiştirilmesinden geçtiğini belirtir.
Türkeş önceliğin yüksek öğrenim kurumlarına verilmesi gerektiği üzerinde de durur. Ona göre bu kurumların yetiştirdiği kadrolar ilim ve teknikte ülkeyi daha iyi seviyelere getireceklerdir.
Türkeş Milli Eğitim’i de ele alır çünkü nihayetinde Milli Eğitim belirlenmiş bu amaçları gerçekleştirmek için birincil araçtır. Milli Eğitim’in dört amacını olarak ise şunları yazar:

a) Türk insanını yaşı ne olursa olsun Türk milletinin tarihinden şuur almış olan, Türk geleneklerinden şuur almış olan, Türk milletinin Milliyetçilik duygularıyla ve manevi değerleriyle beslenmiş olan insanlar olarak yetiştirmelidir.
b) Milli Eğitim Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına göre hedeflerini tayin etmeli ve Türk milletinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları önce tespit edilmelidir.
c) Türk insanını topluma yük olmadan yaşayacak, üretici olarak yetişecek ve topluma katkıda bulunacak şekilde yetiştirmesi esas olmalıdır.
d) Bugün dünya üzerinde tekniğin, teknik bilginin önemi hayati derecede artmıştır. Bunun için Türk çocuklarını teknik eğitime yönelik yetiştirmek gerekmektedir. Türk çocuklarını, Türkiye'nin ihtiyacı olan kalkınmayı sağlayacak bir eğitim göstererek yetiştirmek yoluna gidilmelidir.

Türkeş devlet meselelerinin çözümünde ise pozitivist bir tavır takınır. İlmi yol gösterici olarak kabul eder. İslam’a doktrinine sık sık atıfta bulunan Türkeş’in bu tavrı gariptir. Görülüyor ki Türkeş İslam’ı, devletin kutsallığı ve yönetime itaatin gerekliliği fikirlerinin teması olarak kullanmakta ve böylece milletin devlet için var olduğu fikrini tartışılmayan bir alana taşımaktadır. Bu davranış Türkeş’in üniformasını hala tam anlamıyla çıkarıp siyaset yapacak seviyeye gelemediğini göstermektedir.  

5. Toplumculuk.,

Türkeş bu başlıkta Türk toplumu ile ilgili çözümlemelerinden söz eder ve yapılması gerekenleri sıralar. Bunların tamamı devletin ekonomik olarak kalkınması amacına hizmet eden düzenlemelerdir.
Türkeş toplumculuğun tanımı ise şöyle yapar: 
Toplum menfaatinin, toplum varlığının üzerinde gözetilmesi demektir.
Türkeş toplumculuğun gereğini ise şöyle belirtmiştir:
Kişiler, toplumun yararını, toplumun yükselmesini, Türk milletinin korunmasını, yükselmesini, yaşatılmasını her şeyin üstünde görecekleri ve her hareketi Türk milletine yararlı mı yoksa zararlı mı olur düşüncesiyle değerlendireceklerdir.
Türkeş ayrıca, vatan, millet ve devlet menfaatlerinin birey menfaatlerinin her zaman üstünde olduğuna dikkat çekerek bireylerin her türlü davranışlarından bu parametreye uymalarını gözetir. Hal böyleyken Türkeş yine “millet devlet içindir” söylemini seslendirir.
Türkeş toplumculuk görüşünü iki bölüme ayrılır. 

a. Ekonomiyi temsil eden bölüm,
b. Sosyal yapıyı ilgilendiren, sosyal görüşü temsil eden bölüm.

a. Ekonomiyi Temsil Eden Bölüm.,

Türkeş ekonomik görüşünü sanayinin kurulması, modern tarıma geçilmesi ve böylece kalkınması ile ifade eder. Sanayi ve tarıma dengeli önem verilmesi gerektiği üzerinde duran Türkeş bunları uzun uzun yazdıktan sonra Türk milletinin kalkınması için uygulayacağımız model nedir? Sorusunu sorar.
Anayasamızın kabul ettiği sistemin “Milli Ekonomi Sistemi” olduğunu söyleyen Türkeş, Milli Ekonomi Sisteminin esasında karma ekonomiye dayandığını, fakat bu karma ekonominin klasik karma ekonomi değil, modern karma ekonomi olduğunu ifade eder. Modern karma ekonominin farkı ise kamu ve özel sektör dışında bir üçüncü sektörü millet sektörünü içinde barındırmasıdır. 
Türkeş uygulayacağı modele "Üçlü Esasa Dayanan Karma Ekonomi" modeli adını verir. 

Bu Model ile; 

i. Özel teşebbüs desteklenecek, yardım görecek, 
ii. Devlet eliyle kamu yatırımları yapılacak, 
iii. Toplum sosyal dilimler, gruplar halinde, kooperatifler halinde, üretim ve tüketim birlikleri halinde teşkilatlandırılarak tasarruf sandıkları kurarak, MEYAK gibi, OYAK gibi kuruluşlar meydana getirilerek millet eliyle yatırımlar yapılması sağlanacaktır.

Gerçektende ne kapitalist ne sosyalist üçüncü bir yol olarak görülebilir bu model. Nihayetinde ne tam kapitalist kurallar ne de tam sosyalist sistem egemendir. 
Türkeş’in bu modelde kastettiği üçlü esas: Özel sektör, kamu sektörü ve millet sektörüdür. Türkeş ayrıca İtalyan faşizmindeki korporatif sisteme benzeterek Türk toplumunun altı sosyal dilime ayırmış ve iktidarında söz konusu altı meslek grubunu korporasyonlar şeklinde örgütleyerek ülkeyi yönetmek istemiştir.  Bu altı sosyal dilim Türkeş’in kalkınma modelini kapitalizmden uzaklaştırmaktadır. Çünkü üretim araçları üçüncü bir sektör olan millet eline geçmekte ve gelir adaleti sağlanmaktadır. Türkeş bu konuda şöyle yazar: 
Altı sosyal dilimimiz fabrikaların sahibi olunca, üretim araçlarının mülkiyetine, kara ve işyerinin yönetimine de katılmış, ortak olmuş olacaktır. Bunun sonucunda tam manasıyla sosyal adalet de sağlanıp, gerçekleştirilecektir. … Böyle bir iktisadi düzende gelir dağılımı da adil olacaktır.
  Bu altı dilimi ise şöyle sıralayabiliriz. Köylü dilimi, işçi dilimi, esnaf dilimi, memur dilimi, işveren dilimi ve serbest meslek mensupları dilimi. Her dilimin kendi içinde ayrı ayrı bir tasarruf teşkilâtı kurması gerekmektedir.

Türkeş Mülkiyet hakkı için ise şunları yazmaktadır:

Milli Doktrin Dokuz Işık mülkiyeti insan haklarının vazgeçilmez bir bölümü kabul etmektedir. Fakat mülkiyetin kapitalist sistemde olduğu gibi belirli kimselerin elinde yığılmasına ve mülkiyet hakkının başka kimselerin üzerinde sulta kurmak vasıtası olarak kullanılmasına karşıdır.
Görüldüğü gibi Türkeş mülkiyet dağılımındaki eşitsizliğe vurgu yapmaktadır. Türkeş mülkiyet hakkının gerekliliği için de şunları yazar:
Mülkiyet kavramı ile hürriyet kavramı arasında çok sıkı bir bağlantı vardır. İçtimai ve iktisadi adalet, hürriyet ve eşitlik, sömürüden kurtulma, yabancılaşmadan uzaklaşıp, insanların maddi ve manevi ilişkilerini geliştirmesi, mülkiyet ilişkisine bağlıdır. İnsanlar, sınıflar ve toplumlar arsındaki farklılaşmanın, sömürü ve yabancılaşmanın temel sebebi, bazılarının mülkiyet sahibi olup, bazılarının olmamasıdır.

 Türkeş’in söylemlerinde “özel mülkiyete karşı değiliz” vurgusu sık sık dillendirilir. Hatta Sovyetler Birliği eleştirisinde de temel farkı da mülkiyetin adaletli bir şekilde dağıtılması görüşüdür.  İşte Dokuz Işık bu başlığı ile bunu da engelleyecektir. Türkeş bunun da bahsettiğimiz altı dilimin de kendi arasında kuracağı sandıklarla yapacağı yatırımlarla olacağını belirtir ve bu konuda şunları yazar:

Bu maksatla her sosyal dilim bir tasarruf sandığına, bir tasarruf teşkilatına sahip olacaktır. Bugün yurdumuzda kurulmuş olan OYAK gibi, kurulmaya çalışılan MEYAK gibi. Bu tasarruf sandıklarında, her vatandaşın kendi imkânlarına göre toplanan tasarrufları millet sektörünün yapacağı yatırımları meydana getirecektir. Bu yatırımların sahipleri bu tasarrufları yapan kişiler olacaktır. Hisse senetleri vasıtasıyla kurulan fabrikalar, kurulan tesisler bu tasarrufları yapan vatandaşlarımızın malı olacaktır, mülkü olacaktır. Böylece her vatandaşa mülkiyet hakkı sağlanacak ve mülkiyet yaygınlaştırılmış hale getirilecektir.
Alparslan Türkeş 19. asırdan bu yana yaratılmaya çalışılan sermaye birikimi için de yapılması gerekenleri sıralar: Türk milletinin tasarrufla edindiği birikimler ile büyük sermaye birikimi sağlanması yolu; halkın kullanılmayan emeğinin kullanılması. Bunlardan kastı ise işsizlerdir.
Türkeş yatırımların önceliğinden söz eder ve süslü binalar yapmak, opera binaları yapmak, kapalı spor salonları yapmak gibi faaliyetlerin refah artışına direk etkisi olmadığını ileri sürerek bunların öncelik olmaması gerektiği üzerinden durur. Ona göre öncelikle Türk üretimini arttıracak ve Türkiye’nin gelirini, iktisadi gücünü arttıracak faaliyetlerin yapılması gereklidir. Bu “ölü yatırım”ları Türkeş gereksiz bulmamakla birlikte bunlara ayrılan kaynağın öncelikle sanayi ve tarıma aktarılmasını savunur. 
Toplumculuk ilkesinde gözetilen hususları üç ayrı bölümde açıklar:

I. Özel Teşebbüs.,

Toplumun kalkınmasında özel teşebbüs desteklenecek, himaye edilecektir. Fakat bunu yaparken işveren işçi ilişkilerini karşılıklı olarak iki tarafın da haklarını koruyacak ve her iki tarafın münasebetlerinin milletin zararına olmayacak şekilde denetlenmesi, düzenlenmesi, nezaret altında bulundurulması esasını şart koşuyoruz.
Türkeş işçi ile işveren arasında devlete hakem görevini vermiştir.

II. Küçük Sermayenin Birleşmesi

Burada kastedilen şey halkın elindeki küçük sermayelerin -ki yukarda benzer şeyler söyledik- birleştirilerek büyük yatırımlar haline getirilmesi ve mülkiyetin toplum içinde bölünmesidir.

III. Sosyal Yardım ve Güvenlik Teşkilatı 

Bu da Türk Milletini içine alacak bir sosyal yardımlaşma ve güvenlik teşkilâtı meydana getirmek görüşüdür. 

Türkeş burada Osmanlı dönemi yardımlaşma sandıkları, loncalar, vakıflar, mahalle teşkilatlarından esinlenmiş ve bunların tekrar hayata geçirilmesini planlamıştır. Belirtmek gerekir ki Osmanlı toplum yapısı Türkiye toplum yapısından farklıdır. Osmanlı’da toplumlar gelir dağılımına göre değil dini olarak tabakalaşmışlardı. Yani zengin Ermeni ile fakir Ermeni ya da zengin Müslüman ile fakir Müslüman aynı mahallede yaşıyordu. Türkiye’de ise dikey tabakalaşma vardır yani zengin fakir ayrımı tabakalaşmanın tek ölçeği olup etnik ya da dini farklılıklar önemsiz hale gelmiştir. Bu nedenle zengin Müslüman ile zengin Yahudi aynı tabakada ve toplumsal mekânda buluşur. Böyle olunca Türkeş’in sözüne ettiği yardımlaşma sistemi temelden çöker. Çünkü bu yardımlaşma sistemi özünde gelir dağılımını eşitlemeye ve zenginden fakire kaynak tahsisine dayalıdır. 
Türkeş yukarıda anlattıklarımızdan başka toplumun psikolojik yapısına da değinir. Toplumun karamsar olduğunu ve bu nedenle kendisini meşgul ve mutlu edecek sanatsal faaliyetlerde bulunmasının ve sonuçta mutlu ve pozitif olmasının onun iş gücene artı değer katacağını savunur. Velâkin Türkeş daha öncesinde kaynakların opera, spor salonu vb “ölü yatırım”lara öncelikle verilmemesi üzerinde durarak burada kendiyle çelişmiştir. Yine Türkeş “sanat toplum için, toplum yararına kullanılacaktır” diyerek faşist devlet yönetimlerini andırmıştır.

6. Köycülük.,

Köycülük iki temel görüş şunlardır: Birincisi tarım kentleri görüşüdür; tarım kentleri esasına göre köy grupları meydana getirmek yani köyleri köy grupları halinde teşkilâtlandırarak ihtiyaçlarını karşılamak. İkincisi de tarımı hızla modernleştirmek ve teşkilâtlandırmak için tarım ve toprak reformuna başvurmak, tarım ve toprak reformunu birlikte yapmak. 
Türkeş bu başlığa büyük önem vermiştir çünkü bu doktrinin yazıldığı dönemde nüfusun %65 kadarı köylü nüfusu oluşturmaktadır. Türkeş bu sayının azaltılmasını ve tarım reformu ile köylerin daha sistemli/teşkilatlı hale gelmesi gerektiğini savunur. Sayıları çok fazla olan köylerin merkez köyler etrafından birleşerek cazibe merkezleri oluşturulmasını, kaynak tahsisinin böylece daha az yapılması ile kalkınmanın daha hızlı olacağını açıklar. Daha önce söz ettiğimiz altı dilimden en kalabalık olan köylü dilimin yardımlaşma ve sermaye biriktirme amacıyla kurulan, Türkeş’in “Köy-Ak”  dediği teşkilatı ise tarımın dünya ekonomisine açılmasını sağlayacaktır.
  
Türkeş’e göre komünistlerin “ağalık edebiyatı” yaparak savundukları toprak reformu ise gerçekte akılcı değildir.  Çünkü teşkilata önem veren Türkeş, toprakların köylülere dağıtılmasının ve işlenemeyecek derecede küçültülmesinin üretimi engelleyeceğini öngörür. Bunların sebebi olarak da köylü nüfusun diğer ülkelere oranla çok daha kalabalık olmasını gösterir.

7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik.,

İnsanlar için mutluluk her şeyden önce hür olmaya bağlıdır. 
Her ne bahane ile olursa olsun, her ne isim altında olursa olsun insanları hürriyetsizliğe sürükleyen her çeşit davranışa karşıyız. 
Bu sözlerle hürriyete verdiği önemden söz eden Türkeş “İnsan Hakları Beyannamesi”nde ve “Birleşmiş Milletler Anayasası”nda yer alan tüm özgürlükleri kastettiğini belirtir. 
Türk milleti için uygun gördüğümüz yönetim sistemi de Hürriyetçi Demokrasi sistemidir.
Aslında hürriyetçi demokrasinin Türkeş tarafından ya da bir yönetim grubu tarafından uygun görülüp işletilmesi temelde “özgürlük”le çelişir. Çünkü özgürlük birincil olarak ifade özgürlüğünü ve seçim özgürlüğünü kapsar. “Hak verilmez alınır” sözü de bu duruma benzer bir haldedir. 

8. Gelişmecilik ve Halkçılık.,

Dokuz Işık'ın sekizinci ilkesi “Gelişmecilik”tir. Türkeş gelişmeciğin tanımını şöyle yapmıştır: 
Daima daha iyiyi, daha gelişmiş bir durumu el de etmek için araştırma yapmak; daha iyiye, daha mükemmele varmak arzusu taşımak ve bunun için çareler aramaktır.

Bununla beraber Türkeş gelişmeciliği devrimsel değil revizyonist bir tavırla açıklar:

Gelişmecilikte içinde bulunulan durumu yıkmak, devirmek söz konusu değildir. İçinde bulunulan durumu düzeltmek, yeniden durumu düzeltmek, yeniden düzenlemek, geliştirmek bahis konusudur. Yeni devrimcilik, gelişmeciliğin zıddı bir düşüncedir; görüştür. 

Türkeş devrimciliği neden bir yol olarak kabul etmediğini de şu sözlerle açıklar: 
Devrimcilik geçmişe ait her şeyi yıkmak, geçmişe ait her çeşit değerlerimizden vazgeçmek ve bizimle, tarihimizle ilgisi olmayan, nereye varılacağı kestirilemeyen bir başka durum meydana getirmek anlamını taşımaktadır.
Tüm bunlara rağmen Türkeş Cumhuriyet devrimlerine karşı olduğunu belirtmemiştir. Türkeş’in bu tavrı komünizme cephe almasından olsa gerek tamamen sosyalist devrim söylemlerine dir. 

Gelişmeciliğin bir diğer önemli faktörü ise, tabiat olaylarının, tabiat güçlerinin insanlara, insan toplumlarına zarar vermesini önlemek, buna karşılık tabiat güçlerinden tabiat olaylarından insanların, insan toplumlarının mümkün olduğu kadar büyük ölçüde yararlanmasını sağlamaktı.  
Türkeş gelişmecilik ilkesini Milli Doktrinin içine koyuş nedeni ise şöyle açıklamıştır:
İşte bütün gençlerimize, bütün memleketimizin insanlarına gerek kendi şahsi yaşayışlarında ve şahsi işlerinde, mesleklerinde daima daha iyiye varmak, daha mükemmele ulaşmak, daha güzeli elde etmek aynı zamanda milletimiz için, vatanımız için, devletimiz için daha yükseğe çıkmak daha kalkınmış, daha ileri bir duruma gelmek isteğiyle, ihtirasıyla yol aramak, çare aramak, çalışmak gerektiğini ortaya koymak istemekteyiz. Bunun içindir ki, gelişmecilik ilkesini Milli Doktrinin içine koymuş bulunmaktayız.

Türkeş gelişmecilik ile daha ileriye daha iyiye gitmeyi kastetmiştir. Türkeş bu konuda hırslı olmayı ve her zaman daha iyisini istemenin ve yapmanın faydası üzerinde durur. Böylece basamak basamak ilerlemek ve refahı arttırmak mümkün olacaktır.  

Türkeş sistemde değişikliği savunmuştur. Ona göre devrimsel bir hareket geçmişle bağların kopması anlamına geleceğinden oldukça zararlıdır.  Ayrıca gelişmecilik ile doğadan yararlanma yoluna gidilmesi gerektiğinden söz eder.
Son olarak Türkeş halkçılık hakkında şunları yazar:
Halkçılık deyimiyle kastedilen şudur: Her şeyin halkla beraber, halk için olması ve halka doğru olması ve halk tarafından olması.
Görülüyor ki Türkeş yine bir çelişki içinde kalmıştır. Daha öncesinden milletin devlet için var olduğunun altını çizen ve hatta sanatın toplum için yapılmasını isteyen Türkeş’in her şeyin halk için olduğunu ve hürriyetlerin vazgeçilmez olduğunu söylemesi siyasi bir manevra olarak görülemeyecek kadar mantıksızdır.   

9. Endüstricilik ve Teknikçilik.,

Türkeş bu başlıkta sanayiden ve onun temeli kabul ettiği teknikçilikten bahseder. Türkiye’de hafif sanayiden öte ağır sanayinin kurulmasını ve böylece modern tarıma geçilmesi gerektiğini söyleyen Türkeş, dünya milletlerinin atom ve uzay çağındayken Türkiye’nin henüz elektrik çağına giremediğini yazar. Fakat Türkeş endüstriye ve teknikçiliğe verilen önemin tarıma da aynı şekilde verileceğini ve bunların birbirinin fırsat maliyeti olmadığını belirtir.

Gelişmiş ülkelerle arasındaki fark giderek artan Türkiye’nin durumuna vurgu yapan Türkeş mevcut politikalarla bu farkın giderek artacağını savunur. Ve ona göre yapılması gerekenler; ivedi şekilde ağır sanayinin kurulması ve bunun için teknik alanında ilerlemenin sağlanması ve modern tarıma geçilmesidir. 
“Müreffeh ve Kuvvetli Türkiye” için kalkınma programının sanayi ayağını Türkeş ayrıca söyle ifade etmiştir: 

Kalkınmanın ana stratejisine hâkim olabilmek için ağır sanayi enerji menbaaları, demiryolları devlet elinde kalmalı; hafif sanayi özel sektöre devredilmelidir. (…)Yapılacak iş devleti otelci, kunduracı, bezci, kasap ve meyhaneci halinden çıkarmak ve sanayin nazım sektörünü de karcı, çıkarcı bir zihniyetle işleyen kayırılmış dostlar tagallübünden kurtarmaktır.

Son olarak Türkeş ULU TANRI’dan  güç ve imkân vermesini niyaz ederek ana ilkelerin özetini bitirir.   

SONUÇ

Dokuz Işık genel itibari ile sistemli yazılmamış bir eserdir. Örneğin kavram tanımları metin içinde karmaşık bir vaziyette bulunur. Bun nedenle Dokuz Işık’ı anlamak Türkeş’in ayrıca diğer eserlerini referans almak ile söz konusu olabilir. Çünkü Dokuz Işık adlı eserinden fikirlerini açıklamada ise oldukça basite kaçmıştır. Belirtmek gerekir ki Türkiye’nin sorunlarının saptanmasında nispeten başarılı olan Türkeş yapılması gerekenleri sıralarken faşist devlet uygulamalarını andırır. 

Kalkınmanın ön şartı sanayileşme, sanayileşmenin ön şartı sermaye birikimidir. Sermaye birikimi ise üretim araçları üretiminin millileştirilmesi anlamına gelmektedir. Bir ülkenin üretim araçlarını kendi ülkesinde milli sermayesiyle yapabilmesinin şartlarıysa öncelikle toplumu bu yönde motive etmek ve bu yöne kanalize ederek seferber etme gerekliliğidir.  Bu nedenle Türkeş’in doktrinin tüm başlıkları nihayetinde -insanları moralize etmek gibi yan amaçları ile bile olsa- ekonomik kalkınmayı sağlama amacı taşır. Türkeş kalkınmayı ise modern tarım ve ağır sanayinin kurulması tabanında düşünür. Tüm bu kalkınma sistemini ise ne komünist ne kapitalist “üçüncü yol”la yapmayı düşünür. Temelde kalkınma aracı ise, toplumu İtalyan faşizmindeki korporatif sisteme benzeterek altı sosyal dilime ayırmak ve her dilimin sermaye birikimi yapmasını sağlamaktır. Türkeş’in modern tarım ve ağır sanayiye geçişi de bu açıdan bu birikime dayanır. 
Ekonomik kalkınmanın özü de bu iki gelişme olunca Türkeş’in ekonomik refah sisteminin bu altı sosyal dilim ve akabinde meydana gelecek sermaye birikimi üzerine inşa edilmiş olduğu açıkça görülür. Fakat sosyal yapıların dinamik ve kaotik yapıları itibari ile bu derece ayrıntılı düzenlemelere uygun olmadığı tarihin seyri içinde anlaşılmıştır. 

Türkeş’in devlete itaati pekiştirmesinin nedeni ise devletin söz ettiğimiz “milli kalkınma” ve “milli kültür” gibi temel gayelerin uygulayıcısı konumunda olmasıdır. Bir tarafta üretim biçimde yapılması gereken değişimle açıklanan maddi kalkınma; diğer tarafta, üretim ilişkilerini de tamamlayacak olan, sosyal ilişkilerde içselleştirilmesi gereken manevi kalkınma vardır.  Devlet ise bunları gerçekleşmesi için çalışan güçtür. 

Söz etmemiz gereken bir başka nokta ise Türkeş’in “genç” nüfusu ocak içi eğitim vb uygulamalarla oldukça başarılı biçimde tarafına çekmiş olmasıdır. Adana Kongresi’nden CKMP’nin yeni programına muhalefet şerhi koyanlardan biri olan Zonguldak delegesi Müfit Duru, program tasarısı için yazdığı muhalefet şerhinde bu konudan şöyle bahseder: 

“Gençliğin siyasi bir eğitimle yetiştirilmesini öngören hüküm için, bu hüküm demokratik hiçbir memlekette hiçbir siyasi partide, görülen bir husus değildir. Bu tarz prensiplere ancak Lenin Rusya’sında, Mussolini İtalya’sında, Hitler Almanya’sında ve Franco İspanya’sında rastlanabilir.”

Alsaç’ın adı geçen yükseklisans tezinde de yazdığı gibi Türkeş’in doktrini birbirinden ayrılmayan iki amaca hizmet eder; bunlardan biri maddi kalkınma diğeri ise manevi kalkınmadır. Maddi kalkınma söz ettiğimiz sanayileşme hamlesi iken manevi kalkınma ise bunu gerçekleştirecek toplumsal birlikteliğin gerçekleştirilmesi, toplumun tek dil ve kültür ile bütün hale gelmesi, toplumun sosyal inanç, ahlak ve kültür figürleri ile devlete sadakatinin sağlanması, toplumsal bilinç oluşturulması ve toplumda her bireyin üretime katılmasıdır.
Açıkça görülmektedir ki Türkeş’in asıl gayesi kalkınmadır. Milliyetçilik, İslam vb kültürel kavramlar Türkeş için sadece bu amaca yönelik araçlardır. Türkeş için milliyetçilik Atsız’daki asıl gaye olmamıştır. Türkeş için milliyetçilik motifi, kalkınmaya yönelik bir araçtan öte değildir. 

Türkeş için milliyetçiliğin sadece bir kalkınma amacı olduğunu Dokuz Işık adlı eserinden gayet net anlayabiliriz:

 Bir insanın kendisine saygısı yoksa kendini aşağı görürse, kabiliyetsiz hissederse, o insanın büyük iş yapması, içinde bulunduğu çevreye yararlı olması mümkün olamaz. Bir insan bir hendeğe doğru “Ben bu hendeği atlıyamam, gücüm yetmez, kabiliyetim yoktur" endişesiyle ümitsiz ve tereddütlü gelirse, o hendeği aşamaz, atlayamaz. Bir insan kendine güvenerek “Ben kuvvetliyim, ben bu hendeği hiç yüksünmeden atlayabilirim’’ diye korkusuzca gelirse atlar. Zafer, hiç bir zaman mahvolduklarını zannedenler tarafından kazanılamaz. Milletlerin hayatı da böyledir. Milletler kendi varlıklarının değerini hissederler, kendi kudretlerine inanç duyarlar, kendi izzetinefislerini her şeyin üstünde tutabilirler ve kendi varlıklarına saygı duyarlarsa, uygarlık âleminde büyük varlık gösterirler, büyük eserler meydana getirirler ve aynı zamanda kendi toplumları içinde yaşayan bütün insanları mutluluğa, refaha erdirirler. Bundan dolayıdır ki, biz prensiplerimizin başına milliyetçiliği koyuyoruz.

Görüldüğü gibi Türkeş’le özdeşleşen milliyetçilik Türkeş için aslında sadece bir araçtır. Bu araç bireylerin kalkınma yolunda daha istekli ve inançlı olmalarını sağlar. Gaye kalkınmaktır. Bu nedenle MHP, CKMP’den aldığı milliyetçi söylemi değiştirmiş ve kalkınma yolunda bir araç konumuna indirgemiştir. Fakat günümüzde hala MHP’in temel misyonun toplumu milliyetçi hissiyatlarla bir araya getirmek olduğu sanılmaktadır. Oysa Türkeş MHP’nin amacı kalkınmaktır. Milliyetçilik buna hizmet eden bir araçtır. Araç amaç konumuna gelmemiştir asla. Türkeş’in bu manevrası yani araç-amaç kavramlarını muğlaklaştırması insanların kalkınmaya katılmasa bile milliyetçi hislerle MHP’li olması yolunu açabilmiştir. Sonuçta Türkeş’in kalkınmayı açık bir gaye olarak belirtip milliyetçiliğin salt araç olduğunu açıklaması bu partiye salt milliyetçi gaye ile oy verenleri kaybetmesi anlamına gelebilirdi. Nitekim Türkeş öyle yapmadı.

1963’ten kalp krizi geçirdiği 4 Nisan 1997'ye dek sivil arenada siyaset yapan Alparslan Türkeş, partiye yön veren, partiyle bütünleşen karizmatik kişiliği ile Türk siyasi tarihinde yerini almış ender liderlerdendir.    

HAZIRLAYAN;
Davut Taş.,
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Yükseklisans I. Sınıf

KAYNAKÇA

ALSAÇ, Neşe Tarhan, “TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE KALKINMA: ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN ÇALIŞMALARI VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ” Yükseklisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat ABD, İstanbul 2009,
AHMAD, Feroz, “MODERN TÜRKİYE’NİN OLUŞUMU”, Kaynak Yayınları, 9. Basım, 2011.
AHMAD, Feroz, “DEMOKRASİ SÜRECİNDE TÜRKİYE”, Hil Yayınları, 4. Basım, 2010.
AKŞİN, SİNA (yayın yönetmeni), “Çağdaş Türkiye 1908-1980 4. Cilt”, Cem Yay., 10. Basım, 2008.
BİRAND, M. Ali, “Türkiye’nin Avrupa Macerası 1959- 1999”, Doğan Kitap, 11. Basım, 2011.
ÖZDEMİR, Zeki, “1965-1969 yılları arasında Cumhuriyetçi Köylü Millet Patisi ile Milliyetçi Hareket Partisi” Yayınlanmamış Yükseklisans Tezi, Gazi Üniversitesi SBE, 2007.
YALÇIN - ÇAY, Semih – Abdulhaluk, “Tarihte Türkler ve Alparslan Türkeş ” Berikan Yayınevi, I. Basım, 2003.
YALÇIN, Soner, “Siz Kimi Kandırıyorsunuz”, Doğan Kitap, I. Basım, 2008.
TÜRKEŞ, Alparslan, “Milli Doktrin Dokuz Işık”, Kamer Yayınları; İstanbul, 1997.
TÜRKEŞ, Alparslan, “Temel Görüşler”, İstanbul Dergah Yayınları,  
VURUCU, İkbal, “Osmanlıdan Türk Cumhuriyetlerinin Bağımsızlığına Kadar Türk milliyetçilerinde Turancılık Algısı”, Yükseklisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji ABD Konya 2009,

https://www.academia.edu/37620975/DOKUZ_I%C5%9EIK_ALPARSLAN_T%C3%9CRKE%C5%9E_%C3%96ZET

***