Cemal Gürsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemal Gürsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2021 Perşembe

Cemal Gürsel'den Ethem Menderese Mektup

Cemal Gürsel'den Ethem Menderese Mektup 


Serhat, Takabeg 
Ankara 

Ü3 Mayıs 1960.,
Aziz Vekilim; 



Dün geceki konuşmalarımızdan cesaret ve ilham alarak zât-ı âlilerine, Memleketin huzur ve istikrarı için alınması lâzım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşünceler imizi arz etmeyi Millî ve vatanî bir vazife bildim

   Sayın Başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlarda, benim düşüncelerimin kabulüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikâr olarak belli ise de, gene de görüşlerimin sizlere iblâğının zarurettine inanıyorum. 
Muhterem Vekilim; şu hakikatı kabul etmek lâzımdır ki, Kayseri hâdiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak'alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve Hükûmete karşı telâfisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. 
Hele Ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması, işin vehametini arttırmış, Ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, Ordu politikaya karıştırılmıştır. 

Sayın Vekilim; 

Bu ahvâl küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, Hükûmet ve Partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükûnetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lâzımdır. 

Bu tedbirler şunlar olmalıdır: 

1 - Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan MENDERES getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen Milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir. 
2 - Kabine'de iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılmalı ve yeni kabine 
mutlak dürüst, makûl, zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır. 
3 - İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet Müdürleri süratle değiştirilmelidir. 
4 - Son çıkarılan ve Tahkikat Komisyonları ihdas eden Kanun kaldırılmalıdır. 
5 - Ankara Örfi İdare Kumandanı değiştirilmelidir. 
6 - Partilerin Ocak, Bucak teşkilâtı kaldırılmalı, sadece Vilâyet merkezlerinde mümessiller bulundurulmalıdır. 
7 - Parti faaliyetleri azami senede iki defa Vilâyet merkezlerinde ve mahdut partililerle yapılmalıdır. 
8 - Mevkuf gazeteci bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir. 
9 - Son hadiseden tevkif edilen talebeler tedricen serbest bırakılmalıdır. İlim müesseseleri yeniden faaliyete geçirilmelidir. 
10 - Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tedricen kaldırılmalıdır. 
11 - Vatandaş, hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir. 
12 - Ordunun mesêleleri süratle hal edilmelidir. 
13 - Din İstismarcılığından vazgeçilmelidir. 
14 - Suistimaller oluyor mu bilmiyorum. Fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin, Hükûmete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle bertaraf edilmesi lâzımdır. 

15 - Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükûmet büyükleri ile memleket gezilerinde sayısı büyük vatandaş toplulukları ile karşılamalar yapmak usulü kaldırılmalıdır. 

Çok Muhterem Vekilim; 
     Bu yazdıklarım aslâ bir parti ve politika mülâhaza ve tesiriyle değildir. 
     Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasının zarurî kıldığına inandığım için arz ediyorum. 

Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. Memlekette çok şeyler yaptığınız muhakkaktır, fakat bu da aslâ kâfi değildir. Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. 

    Asıl mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. 

Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları mâsumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kdar girerek talebeleri, profesörleri ile beraber coplarla ve kursuşnlarla tedip etmesi feci bir şeydir. 

O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kaniim. Bizim gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemâlinden memnun olmamız lâzım gelmez mi? İstikbâli hissiz, duygusuz mütstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz. 

     Sayın Vekilim, maruzatım muhakkak ki çok mühim ve hatta çok cüretkâranedir. Fakat memleket için, millet için, Hükûmet ve hatta partilerin selâmeti için dikkate alınması lâzımdır ve hatta çok lâzımdır. 

Derin ve sonsuz hürmetlerimi Sunarım. 

(imza) 
Kara Kuvvetleri Kumandanı 
Orgeneral 
Cemal GÜRSEL 

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes e mektup Kaynak: 

18 Eylül 2020 Cuma

27 MAYIS M.B.K. NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI" ULULUGU ve ÖLÜLÜMÜ.

27 MAYIS  M.B.K. NİN "AZAMETİ VE İNHİTATI"  ULULUGU ve ÖLÜLÜMÜ.



Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 

27 05 2007 

27 Mayıs yaşıyor. 

Millî Birlik Komitesi öldü. 

MBK’nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 

27 Mayıs’ın yaşamasındadır. 

   Ancak, MBK’nin bir de “İNHİTAT”: ÖLÜLÜĞU“ vardır: MBK yaşamamaktadır. 

Bu yaşamayış, ”Her şey gelir, geçer“ felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK’nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız.

Bununla birlikte MBK’ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önliyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor.

Bu sütunlarda, MBK’nin ululuğıı ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz.

BİRİNCİ BÖLÜM 

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ULULUĞU

Millî Birlik Komitesi’nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristliğine değmeden geçemeyiz.

I – MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs’ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan birinci belge budur.

II – MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes’in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs’ın Ululuğunu ispatlıyan ikinci diyalektik belge budur.

III – 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada’ya gönderilenleri, hep o ”sokağa çıkma yasağına“ uğratılmış halkı birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs’ın ululuğunu ispatlıyan üçüncü diyalektik belge budur.

Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız.

1- MBK’nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti:

Türkiye’de ”BİRLİK BERABERLİK“ sözü, oldu olası her ağızın pelesengidir. 27 Mayıs bile ”MİLLÎ BİRLİK“ adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler ”millî birliğimize karşı en büyük suikasti yapmış“ kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: ”millî birliğimizin en büyük sembolü“ oldular. Demokrat Parti’ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu.

a) 14’lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş)

Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.‘de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) ”muhalif“ üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı.

Atılan 14’ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4’ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10’u Kabibay’la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatiyle verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: ”İnsanı gayrısamimi beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!“. Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: ”Türkiye’de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum.“

MBK başkanının bu ”beyanları“ mı ”gayrı-samimi“ idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye’de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakrmıyacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika’da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: ”Türkiye’de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır“ haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika’ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy’yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamıyacağı komaya daldı. Öldü gitti.

Ötede 14’ler, 2 yıl, 5’er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamıyacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP’ye halkçımsı düşünenler CHP’ye, sosyalistimsi düşünenler TİP’e girdiler.

b) Madanoğlu’nun temizlenmesi (Finans-kapital’e vuruş)

14’lerden geri kalan MBK üyeleri ”BİRLİK“ miydiler? Doğrusu, yalnız 14’ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamıyacağı andıyla, kendilerini ”millete adamış“ idiler. 14’lerin atılmasiyle, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklar dı. 14’lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu’cular? 14’lerin başında yurtdışı edilen Kabibay’ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafıle kafıle otomobillerle Madanoğlu’nun ültimatom çaşnılı ünlendirilişi ile karşılaştılar. 

Madanoğlu’nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu.

Madanoğlu’nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. 

Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler.

MENDERES NEDEN ASILDI?

27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde ”NATO“ kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes’i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika’ya nispet, Kruşçofu Ankara’ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova’ya gidecekti. DP’nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı:

”İçte ve dıştaki siyaset bezirganları… İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir.“(9 Ağustos 1957, İnebolu).

Menderes’e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu ”Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir“ diyordu. ”Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı“ oluyordu. İnebolululara: ”Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir“ diyordu. ”onlar“ dedikleri kimlerdi?

”Dışta“ dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTAL’di. ”İçte“ dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye’deki bânkalar ve şirketler kanalıyle kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye’de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: ”İçteki ve dıştaki bezirgânlar“ diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Partiyi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman’ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu ”küfrân’ı niymet“ kimeydi?

Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika’ya ödetmiye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bolbol ”uzman“ yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye’ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye’de yaptırmak üzere seımaye ortaklıklarına elverişli ”Sınaî Kalkınma Bankası“nı dahi kurdurmuştu. Türkiye’nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye’yi sevâbına savunmak,için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını ”UZMAN“larıyle kesmişti. Daha ne isteniyordu?

Bütün bu ”Amerikan yardımlarını“ Menderes’in sonradan ”açık bir istismar“ sayması nankörlüktü. Hele ”istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir“ tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işliyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtırçıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler hergün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnuzsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika’dan ithal etmiye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi.

Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs’tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes’e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. “Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisince kabul edilen anlaşmıya göre: ”Türkiye’ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi“ teahhüt etmişti.” (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)… Merıderes, dilerse Amerika’nın “her türlü harekât“ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada’ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi.

”Tecavüz“ olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore’de o tayin etmişti, Vietnam’da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, ”tecavüz“ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir ”tecavüzcü“ görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyle bir ”VASITA“ icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?..

Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: ”Karda gezip, izini belli etmiyenler“ toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek ”belge“likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynıyan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerliyen ateşli bir ”aşırı“ genç şöyle bağırmıştı: ”Ama, Amerika’nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiyede!“ Bilgin istilibaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: ”– Siz kendinizi vitrine koymıya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!“

Böyle ”açık rejim“ çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat’ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükûmetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisöriin kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür ”zehir hafiye“lerinden Bay Mithat Perin’in bile ”hâlâ bir cevap“ aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş birtanesi (27 Mayıs’ı anlatıyor.)

“Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün’ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy’e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamıyacak ve maalesef konuşamıyacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi.

“Aygün’ün Yeşilköy’e gidişi saat 21’e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün’ün bu gezisi gazetelerde: ”Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı.“ şeklinde yorumlanmıştı.

”Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır.“ Mithat Perin: Haber 31/1/1967)

Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu ”hâlâ“ bilmiyoıuz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul’u (Türkiye’nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, ”mesâi saati“ dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiç bir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy’de, nedenini bilmediği bir ”randevu“ ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi ”randevu evine“ uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye’de…

Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa’ya ”sosyal devlet“ formülü geçti. ”Bu sendikacı bir ajandır“ diye yeni yeni teşhir edilen kişinin ”kurucu“ olduğu ”sosyalist“ işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına ”getirilen“ Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak ”eski“lerin ”hevesleri kursaklarında kalacaktır“ buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin ”Beyazıt ve Kızılay meydanlarından“ geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey ”Uç bahtsız halka oynanan oyunlar“ fıkrasını yazdı.

Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile ”solcuyum!“ diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu.

27 Mayıs: Kore’de, Kongo’da, Lâtin Amerika’da, Vietnam’da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye’de kolayca uygulanamadığını gösterdi.

27 Mayıs’ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu?

27 Mayıs’ta Halkın Rolü

Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalcı kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye’ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs’ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs’çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs’ı yapanları, Molyer’in ”Zoraki Tabip“ piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Kocaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor:

“Biz buna (ihtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa’ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda:

”- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla… Üç ay zarfında seçime gidilecek”…“Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı:

”- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmıyacak.“ 

   (C. Madanoğlu: İfsa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.)

27 Mayısın başı bu… 27 Mayıs gecesi bir mahşer:

”Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi’ne: “Esasen önüne gelen giriyordu. İstiyen içeride kalıyor, istiyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rastgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş görmiyeceğini düşünerek… Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü.” (Keza, s. 4)

Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs’ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklıyamıyor:

“Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu’na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir’e imza koymuş olan 4 mepus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış:

         ”- Şu evde falanca var… Onu da götürün…

         “- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur…

         “Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu’na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu.” (Cemal Madanoğlu: keza).

Yâni paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, “kedisi köpeği ile” HALK, bütün “milyonları yutmuşlar“ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş ”TOPLATMIŞ“tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: ”avânın hükmü istinafsız“ olmuştu.

Bir avuç fınans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dargelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti.

27 MAYIS’ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu.


http://www.turkiyedireniyor.org/hikmet-kivilcimli-mbk-nin-azameti-ve/


***


23 Ocak 2020 Perşembe

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes'e Mektup

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes'e Mektup 





Ankara 
3 Mayıs 1960.,

Aziz Vekilim; 
Dün geceki konuşmalarımızdan cesaret ve ilham alarak zât-ı âlilerine, Memleketin huzur ve istikrarı için alınması lâzım gelen tedbir ve kararlar hakkında düşüncelerimizi arz etmeyi Millî ve vatanî bir vazife bildim. 

Sayın Başvekilin açıklamalarını dinledim ve okudum; bunlarda, benim düşüncelerimin kabulüne müsait bir zeminin henüz mevcut olmadığı aşikâr olarak belli ise de, gene de görüşlerimin sizlere iblâğının zarurettine inanıyorum. 

Muhterem Vekilim; şu hakikatı kabul etmek lâzımdır ki, Kayseri hâdiseleriyle başlayıp son karar ve feci olaylara kadar devam eden vak'alar vatandaş ruhunda derin tesirler ve Hükûmete karşı telâfisi güç hoşnutsuzluklar yaratmıştır. 
Hele Ordunun talebelere karşı akılsızca kullanılması, işin vehametini arttırmış, Ordu mensuplarında da huzursuzluk ve güvensizlik hisleri belirmiş, korkulan şey olmuş, Ordu politikaya karıştırılmıştır. 


Sayın Vekilim; 

Bu ahvâl küçümsenecek, cebir ve şiddetle geçiştirilecek şeylerden değildir. Memleket, Hükûmet ve Partinin düştüğü bu müşkül vaziyeti kurtarmak için sükûnetli fakat ciddi ve zecri tedbirler almak lâzımdır. Bu tedbirler şunlar olmalıdır: 

1 - Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan MENDERES getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen Milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir. 

2 - Kabine'de iyi kabul edilmeyen ve suihalleri bütün memlekete yayılmış bulunan zevat çıkartılmalı ve yeni kabine mutlak dürüst, makûl, zorcu değil, adalet ve şefkat hissi taşıyan zevattan kurulmalıdır. 

3 - İstanbul, Ankara valileri ve Emniyet Müdürleri süratle değiştirilmelidir. 

4 - Son çıkarılan ve Tahkikat Komisyonları ihdas eden Kanun kaldırılmalıdır. 

5 - Ankara Örfi İdare Kumandanı değiştirilmelidir. 

6 - Partilerin Ocak, Bucak teşkilâtı kaldırılmalı, sadece Vilâyet merkezlerinde mümessiller bulundurulmalıdır. 

7 - Parti faaliyetleri azami senede iki defa Vilâyet merkezlerinde ve mahdut partililerle yapılmalıdır. 

8 - Mevkuf gazeteci bir af kanunu ile kısa zamanda tahliye edilmelidir. 

9 - Son hadiseden tevkif edilen talebeler tedricen serbest bırakılmalıdır. İlim müesseseleri yeniden faaliyete geçirilmelidir. 

10 - Şimdiye kadar çıkarılan bütün antidemokratik kanunlar tedricen kaldırılmalı dır. 

11 - Vatandaş, hürriyet ve eşit muamele hakkına mutlak surette riayet edilmelidir. 

12 - Ordunun mesêleleri süratle hal edilmelidir. 

13 - Din istismarcılığından vazgeçilmelidir. 

14 - Suistimaller oluyor mu bilmiyorum. Fakat olduğu hakkında umumi bir kanaat mevcuttur ve milletin, Hükûmete karşı itimatsızlığına sebep olmaktadır. Bu gibi kötülüklerin şiddetle bertaraf edilmesi lâzımdır. 

15 - Müstesna zamanlar ve günler haricinde hükûmet büyükleri ile memleket gezilerinde sayısı büyük vatandaş toplulukları ile karşılamalar yapmak usulü kaldırılmalıdır. 

Çok Muhterem Vekilim; 

Bu yazdıklarım aslâ bir parti ve politika mülâhaza ve tesiriyle değildir. 
Memleketin durumunun bu tedbirlerin alınmasının zarurî kıldığına inandığım için arz ediyorum. 
Sizlerin vatanperverlik ve vicdanlarınıza hitap ediyorum. 
Memlekette çok şeyler yaptığınız muhakkaktır, fakat bu da aslâ kâfi değildir. 
Bu yapılan işleri müstemleke idareleri de yapar, yapıyor ve yapmıştır. 

Asıl mühim olan toplumun ruhunda yaşama şevk ve azminin geliştirilmesi, hak ve hürriyet aşkının kökleştirilmesi ve vatandaş idrakinin yüksek ve necip hislerle donatılmasıdır. Olaylar bu yolda olmadığımızı göstermektedir. 

   Talebelerin hürriyet duygusu ile yaptıkları mâsumane tezahürata karşı, idarecilerin hatası yüzünden kıtalar sevk edilmesi ve onların desteği ile emniyet kuvvetlerinin ilim yuvalarının içine kdar girerek talebeleri, profesörleri ile beraber coplarla ve kurşunlarla tedip etmesi feci bir şeydir. 
  O hengamede kız talebelerin yürekler parçalayan çığlıklarının analar, babalar ve halk ruhunda onulmaz yaralar açacağını ve açtığını anlamamak, memleketin huzuru bakımından büyük hata olduğuna kanim. Bizim gençlerimizde hak, adalet ve hürriyet duygularının gelişmesinden ve kemâlinden memnun olmamız lâzım gelmez mi? 

İstikbâli hissiz, duygusuz müstemleke ruhlu, yalnız maddeci bedbaht insanlara mı bırakmak istiyoruz. 

Sayın Vekilim, maruzatım muhakkak ki çok mühim ve hatta çok cüretkâranedir. Fakat memleket için, millet için, Hükûmet ve hatta partilerin selâmeti için dikkate alınması lâzımdır ve hatta çok lâzımdır. 

Derin ve sonsuz hürmetlerimi Sunarım. 

Kara Kuvvetleri Kumandanı 
Orgeneral 
Cemal GÜRSEL 

Madde Kaynakları ve Katkıda Bulunanlar; 

Cemal Gürsel'den Ethem Menderes'e mektup 
Kaynak: http://tr.wikisource.org/w/index.php?oldid=30098 

Katkıda bulunanlar: Serhat, Takabeg, 

Creative Commons Attribution-Share Alike 3.0 //creativecommons.org/licenses/by-sa/3.0/ 


***

1 Ağustos 2017 Salı

Yeni Siyasi Partilerin Kurulması


Yeni Siyasi Partilerin Kurulması; 



27 Mayıs 1960’ta parti faaliyetlerine konulan yasak 13 Ocak 1961’de kısmen kaldırılmıştır. Sivilleşmeye doğru hızlı bir adım atıldığı düşüncesi artarken bu sivilleşmenin CHP eksenli bir sivilleşme olduğu görüntüsü dikkat çekicidir. Toplumda CHP’ye geri dönüş düşüncesi uyandıran görüntüler, Cemal Gürsel’in eski DP’lileri de bir partide toplamayı düşündüğü Ekrem Alican’a (Maliye Eski Bakanı) Yeni Türkiye Partisi’ni (YTP) kurma izni vermesine yol açmıştır. YTP’nin yanı sıra eski Genelkurmay Başkanı ve 3.Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala tarafından yine aynı kesime seslenen Adalet Partisi (AP) kurulmuştur. Partinin istediği adalet esas olarak eski DP liderleri için adaletti, bu nedenle 27 Mayıs darbesine ciddi bir meydan okumayı temsil etmiştir.616 

Türkiye’de AP adını taşıyan bir örgütün siyasal sahneye çıkması, 27 Mayıs 1960’da ordunun yönetime el koyması ve on yıldır iktidarda olan DP’nin sahneden zorunlu olarak çekilmesi sonucunda gerçekleşmiştir. 27 Mayıs döneminin sonunda bir yandan siyasal rejimin yasal çerçevesi anayasa ve yeni seçim sistemi ile çizilirken, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez 
unsurları olarak tanımlanan siyasal partiler anayasal güvenceye kavuşmuş ve nisbi temsil sistemi getirilmiş, öte yandan da yeni partiler siyasal yaşama girmeye başlamışlardır.617 

Bu partilerden Türkiye İşçi Partisi (TİP) sol görüşlü, AP, CKMP ve YTP ise sağ görüşlü partiler olarak ortaya çıkmışlardır. Bu partiler ülkenin tarihsel koşullarının ve siyasal sistemin işleyişinde bir önceki dönemde yaşanan sorunlardan kaynaklanan kilitlenmeye yapılan askeri müdahalenin ürünü olarak doğmuşlardır. Böylece 1960 öncesinden var olan iki siyasal parti, CHP ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ile birlikte siyasal partiler yelpazesinde yer alan ve yeni rejim içinde yaşayacak olan beş partiden üçü (AP, YTP ve CKMP) kapatılmış olan DP’nin oy tabanını hedefleyerek siyasal faaliyete girişmişlerdir. DP’ye karşıtlık, seçkincilik, devletçilik ve laiklikle tanımlanan 
CHP; bir kitle partisi girişimi olan TİP ve DP’nin mirası için yarışan üç partidir. 1960 sonrasında kurulan üç yeni partiden birisi, TİP, sol çizgide yer almıştır. Hem sol hem sağ için öncekine nazaran daha geniş bir siyasal faaliyet yelpazesine izin vermiş olması bakımından, yeni anayasa eskisinden çok daha fazla liberaldir. 

Eski Kemalist kalıbın açıkça dışında kalarak ortaya çıkan ilk parti, TİP’dir. Parti Şubat 1961’de bazı sendikacılar tarafından kurulmuştu ama partinin hemen tüm yaşamı boyunca etkin ve sürükleyici kişisi, yazar, hukukçu ve eski öğretim üyesi Mehmet Ali Aybar olacaktır. 

YTP ise 11 Şubat 1961’de Ekrem Alican (Genel Başkan), Prof. Cahit Talas, Prof. Aydın Yalçın, Hikmet Belbez, İrfan Aksu, Raif Aybar, Hasan Kangal, Sırrı Öktem, Dr. Esat Eğilmez, Yüksel Menderes, Dr. Yusuf Azizoğlu, Ali İhsan Çelikkan, Emil Galip Sandalcı, İhsan Hamit Tigrel, Rıfat Özten, Cemal Tarlan, Recai İskenderoğlu, Fahreddin Kerim Gökay, Sadık Perinçek, Hayri Mumcuoğlu tarafından kurulmuştur. DP’nin 1950–1955 döneminde ispat hakkı savaşımı veren ve Hürriyet Partisi’ni kuran liberal kanadının mirasçısı olarak görülmüş ve bu kanadın DP örgütünde gerçek bir ağırlığı yoktur.618 YTP, ekonomik gelişme için özel teşebbüsü ve hızlı sanayileşmeyi öngörmüş, bu hedefe varmak için 
hükümetin liderliğini savunmuş, ancak milletin mali kapasitesiyle üretim verimliliği arasında eskiden olduğundan daha çok denge istemiştir. Din eğitimiyle Türk gençliğine geçmişi konusunda bir fikir verilecektir, ancak temel ilke olarak laiklik benimsemiş ve tüm dinlere özgürlük tanınmıştır. Yabancı sermayenin, hükümet denetimi altında olmak üzere, getirilmesi öngörülmüştür. Toprak köylü arasında dağıtılacak, ancak küçük işletmelerin çokluğunun üretime zarar vermemesi sağlanacaktır. Devlet planlaması ekonominin tümünü denetim 
altında bulundurmayacak, ancak çeşitli unsurlarını koordine ederek uyum sağlayacaktır.619 

Bu partilerden Türkiye’nin gelecek 20 yılına damgasını vuracak AP’nin kurulmasına yönelik girişimler Emekli Genelkurmay Başkanı Ragıp Gümüşpala’nın öncülüğünde başlamıştır. İlk AP Başkanı, 27 Mayıs’tan sonra Genelkurmay Başkanı olan, 2 Ağustos 1960’taki büyük tasfiye ile emekliye sevk edilen Orgeneral Ragıp Gümüşpala olmuştur. Nasıl DP kurulurken başında Celal Bayar’ın bulunması İnönü için zorunlu bir güvence sayılmışsa, AP kurulurken de başında Gümüşpala’nın bulunması, 

Devlet Başkanı Cemal Gürsel için önemli bir güvence oluşturmuştur.620 

Darbe sonrası siyasi yapılanmada bir general olarak siyası parti liderliğine soyunmuş olan bu ilginç isim Gürsel ile konuşmadan faaliyete geçmeyi düşünmediğinden 1 Şubat 1961 tarihinde Ankara’ya yaptığı bir ziyaret sırasında cumhurbaşkanı ile kısa süreli bir görüşme yapmıştır. 

Bu görüşme sırasında İzmir’de Türkiye Adalet Partisi adı altında bir partinin kurulduğunu ve kendisine başkanlık teklifi yapıldığını Gürsel’e bildirmiştir. Gürsel’in konuya olumlu yaklaştığı izlenimini aldıktan sonra parti genel başkanı olarak göreve başlamıştır.(11 Şubat 1961)621 27 Mayıs’tan duyulan mağduriyet hissi ve bu harekete karşı olanları bir araya getirme isteği AP’nin harcında yer alan en kuvvetli unsurlardandır. Kurucular her şeyden önce DP’nin tabanına seslenmeyi amaç edinmiş bir parti kurma arzusu içindedirler. Partinin ismi DP’lilere layık görülen muameleden duyulan hoşnutsuzluğu ifade etmiş, partinin adaleti aradığını belirtmiştir. AP belki kurucularını da şaşırtan bir biçimde hızla büyümüştür. Kurucular kapatılan DP örgütlerini yeniden harekete geçirerek böyle bir ivmeyi yakalayabilmişlerdir. 

Mehmet Turgut’a göre, başlangıç aşamasında kendilerinin yaptığı, “memleketin her tarafında nüvelenen teşkilatı” birleştirmek ve organize etmekten ibarettir. Örgütlenme aşamasında önemli roller oynayan Sadettin Bilgiç, kendilerine başvuran “mahalli liderlerden” söz ederken aynı olguyu ifade etmektedir. DP’lilere reva görülen muameleden duyulan rahatsızlık yerel liderleri 
bilenmiş bir biçimde yeniden harekete geçiren bir tazyik ortaya çıkarmıştır. 

Tam da bu noktada, AP’nin sıkıntıları başlamıştır. Parti DP tabanına, partinin devamı olduğu savını iletmeye gayret ederken, böyle bir duruma izin vermeyeceklerini her fırsatta dile getiren MBK ve ordu içindeki irili ufaklı örgütlenmelerin tepkisinden de korunmaya çalışmıştır. 

CHP sempatizanı bürokrasi ve güvenlik güçleri çeşitli engellemelerle Parti’nin güçlenmesini önleme gayreti içindedirler. Öte yandan AP, askeri rejim tarafından desteklenen ve DP tabanına oynayan YTP’nin rekabetini de hissetmiştir. Kısaca 1965’e kadar AP’nin temel kaygısı meşruiyetini 27 Mayısçı cepheye kabul ettirebilmek olmuştur.622 

Parti idari mekanizmasının kompozisyonu da oldukça farklı güçlerin birleşmesiyle oluşmuştur. Kuruluş esnasında parti üyeliği için sağlanan kolaylıklar çeşitli görüşlerin bir araya gelmesine ve hiziplerin rahatça oluşabilmesine imkan sağlamıştır.623 

AP’nin kurucular listesinde ismi görünenler Ragıp Gümüşpala (Emekli Orgeneral), Tahsin Demiray (yayımcı), Şinasi Osma (Emekli Kurmay Albay), İhsan Önal (tıp doktoru), Ethem Menemencioğlu (Prof. Dr.), Mehmet Yorgancıoğlu (tüccar), Muhtar Yazır (iktisatçı), Necmi Ökten (Emekli General), Cevdet Perin (Doç. Dr.- yazar), Emin Acar (avukat), Kamuran Evliyaoglu’dur (gazeteci). Görüldüğü gibi kurucular arasında Gümüşpala dışında kamuoyunda tanınan, siyasette tecrübeli isimler yer almamıştır. 

Kuruluş aşamasında sürükleyici bir ismi öne çıkarmak da doğru olmaz. Beklenebileceği gibi anılarını yazmış olanlar (örneğin Mehmet Yorgancıoğlu ve Sadettin Bilgiç) kendi rollerini öne çıkarma temayülündedirler. Ali Fuat Başgil ise Tahsin Demiray ve Muhtar Yazır gruplarının katkısını vurgulamaktadır. AP’nin kuruluş ve gelişme sürecinde bir kişinin değil de kolektif liderliğin öne çıktığını söylemek herhalde yanlış olmasa gerektir. AP bir “kurucular veya sunucular partisi” olmamıştır.624 

Tahmin edilebilir sebeplerle kurucuların önemli bir kesiminin DP’nin üst kadrosu ile ilişki içinde olmayanlardan seçildiği görülmektedir. Ancak yine de geçmişte DP’de aktif görevler almış olanlar ile bu insanların çok yakınında bulunmuş olanlar da vardı. Mesela Mehmet Yorgancıoğlu, Yassıada’da hapsedilmiş bulunan bir DP milletvekili iken, Cevdet Perin ve Kamuran Evliyaoğlu DP yerel teşkilatlarında görev almış kişilerdir. Kamuran Evliyaoğlu, DP Gençlik Kolları başkanlığı ve milletvekilliği de yapmıştır. Tahsin Demiray ve Ethem 
Menemencioğlu, 1952’de kurulup, 1958’de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ile birleşen Türkiye Köylü Partisi kökenlidirler. 

Nihayet, DP ile bağlantıları olmadığı halde, siyasi bağlılıkların henüz kristalleşemediği geçiş ortamında yeni kurulan siyasi düzende yer almak isteyenlerle, MBK idaresinin kendilerini emekli etmelerine tepki gösteren subaylar da partide yer almışlardır. Mesela kuruculardan Ragıp Gümüşpala’dan başka, Şinasi Osma ve Necmi Ökten, 27 Mayıs sonrasında emekliye 
sevk edilen askerler arasındadırlar. 27 Mayıs darbesi ve MBK’ya karşı duyulan tepki ortak paydası dışında, AP’nin kurucu kadrosu ve üst kademesinin esaslı bir uyuma sahip bir ekip olmadığı açıktır.625 

Görüldüğü üzere AP teşkilatı, farklı politik geçmişe sahip üyelerden oluşmuştur. Birinci grup, özellikle politikaya yeni girenlerdendir. 1960’tan sonra emekli olan ordu mensupları ve üst düzey eski bürokratlar bu grubun içindedirler. 

Parti İdare Kurullarının kompozisyonunda görülen ikinci grup ise kapatılan DP’nin eski milletvekillerinden oluşmuştur. Eski DP’lilerin parti politikasına etkileri oldukça önemlidir. Özellikle çok kısa bir süre içinde AP’nin örgütlenebilmesinde büyük yararları olmuştur. AP, DP’nin kırsal kesimdeki örgüt merkezlerini reformize ederek yeniden oluşturması sonucu istemeden de olsa “Miras Partisi” konumuna girmiştir. 

Sadettin Bilgiç ile birlikte Gökhan Evliyaoğlu, Osman Turan, Cahit Okurer, Mehmet Turgut, Fethi Tevetoğlu, Faruk Sükan ve Cevat Önder AP içinde aktif olmuş kişilerdir. Diğer taraftan, bu kişiler zaten 1960’ların başında çeşitli muhafazakâr ve milliyetçi organizasyonlarda aktif roller almışlardır. Parti içinde de bu yaklaşımlarını devam ettirmişlerdir. 

Özetle, DP’liler AP içinde Demokrat Parti ruhunu yaşatmak ve DP politikasını yeniden hayata geçirmek isterken, muhafazakâr-milliyetçi kanat mensupları ise muhafazakâr ve milliyetçi eğilimlerini parti içinde kabul ettirme mücadelesine başlamışlardır. Bu arada, politikaya yeni girenler ise farklı siyasi fikirlere sahip olmalarından dolayı henüz bir birlik oluşturamamışlardır. 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

616 Hale, “Türkiye’de Ordu…”, s. 124. 
617 Filiz Demirci Güler, Türkiye’nin Yakın Siyasetinde Örnek Bir Olay: Adalet Partisi, Ankara, TODAİE Yayınları, 2003, s. 30–31. 
618 Eroğul, “Çok Partili…”, s. 137. 
619 Güler, a.g.e., s. 31. 
620 Eroğul, “Çok Partili…”, s. 138. 
621 İsmet Bozdağ, Demokrat Parti ve Ötekiler, İstanbul, Kervan Yayınları, 1975, s. 71. 
622 Tanel Demirel, Adalet Partisi İdeoloji ve Politika, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 28–29. 
623 Bektaş, a.g.e., s. 150. 
624 Bozdağ, a.g.e., s. 72-73. 
625 Demirel, a.g.e., s. 29. 


***


***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

1957 Seçimleri ve Sonrası Dönem


1957 Seçimleri ve Sonrası Dönem 

1957 seçimlerinde DP’nin oyları öncekilere göre azalmış, ancak seçim sistemi sayesinde 419 sandalye kazanmıştır. CHP 173, CMP 4 ve HP ise 4 milletvekilli çıkarmıştır. Meclise 2 de bağımsız milletvekili girmiştir. CHP %41 oranında oy alırken milletvekilliği oranı %29 da kalmıştır. DP ise %47 oranında oy almasına rağmen milletvekilliğinin %70’ine sahip olmuştur. CHP birçok yerde usulsüzlük yapıldığı iddiasıyla sonuçlara itiraz etmiştir.432 

HP’nin ( Hürriyet Partisi ) 1957 seçimlerinde aldığı oya bakıldığında pek varlık gösteremediği vakiyken; yaptığı tahribatın asıl etkisi: seçmenin DP karşısında kurulacak cephenin merkezi olarak CHP’yi gördüğünü ortaya koymuş olmasıdır. Nitekim 1957 seçimlerinin ortaya koyduğu tablo DP için tehlike çanlarının çalmasıyken muhalefet açısından durum, umut vericidir.433 

CHP, DP’ye karşı muhalefette yalnız kalmış bir parti değildir. Karizmatik kişiliğinin önemli bir parçasını oluşturan güçlü hatipliğiyle Osman Bölükbaşı ve partisi Cumhuriyetçi Millet Partisi; Tahsin Demiray’ın Türkiye Köylü Partisi; ispat hakkı tartışmaları içinde DP’den koparak kurulmuş olan Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’nun HP’si de partileşmiş muhalefetin diğer unsurlarıdırlar. Buna rağmen 1950–1960 arası dönemin asıl mücadelesi DP ve CHP arasında geçmiştir. Diğer partiler, CHP’nin kaybettiği iktidara biran evvel yeniden kavuşmak amacıyla yıkıcı muhalefet yapan muhteris bir parti olmadığını; ancak rahatsızlığın hemen her kesimden geldiğini ispatlar konumlarıyla önem taşımaktadırlar. CMP siyaset bilimcilerinin tabiriyle bir kişi partisi434 mevkiindeydi ve yurt genelinde tabanı olmaktan çok liderinin memleketi olan Kırşehir’de bloklanmış bir oy potansiyeline sahipti. HP ( Hürriyet Partisi )  ise 
adeta bir liderler topluluğudur. Ekrem Hayri Üstündağ, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Raif Aybar, Turan Güneş, Fethi Çelikbaş, Ekrem Alican, Aydın Yalçın gibi isimlerden oluşan parti, İnönü ve Menderes gibi geniş kitleleri peşinden sürükleyecek yapıda kurulmamıştır. Sonuç olarak, Celal Bayar’a göre 27 Mayıs ile partiler arasındaki mesafeye konu olabilecek belli başlı iki parti vardır: DP ve CHP. CHP’nin 27 Mayıs öncesinde basını, üniversiteyi, yargıyı, ordunun bir kesimini ve gençliği bir hedef etrafında topladığı; DP’yi diktaya giden tutum ve uygulamalarıyla sonraki yıllarda zinde güçler olarak adlandırılan bu kesimlere jurnalleyerek askeri bir darbeyi tahrik ve teşvik ettiği söylenir olmuştur.435 

1957 sonrasında, bir sonraki seçime kadar olacak iktidar yürüyüşünün rotası tespit edilirken tek hedefli fakat farklı kollardan muhalefet edileceğinin emareleri görülmeye başlanmıştır. 

Ana Muhalefet lideri nezdinde seçim sonrasındaki her gün bir sonraki seçim yarın yapılacakmışçasına yoğun bir propaganda faaliyetlerine konu edilmelidir. Basının bilinen kalemleri yurt gezilerine çıkarak iktidarı topa tutarak, İnönü’yü İstiklal Savaşının muzaffer kumandanı olarak selamlamış; propaganda gezileri manşetlere militarist öğeler içeren tarzda taşınmıştır. Trakya Çıkarması, Ege Taarruzu gibi isimler verilen geziler, iktidar partisini tahrik edecek hareketler eşliğinde yürütülmüştür.436 

CHP, DP’ye bilenirken, ekonominin durumu pek de iç açıcı değildir. 1950 yılından sonra birden girişilen enflasyonist yatırımların ve altın karşılığı kağıt para sisteminden uzaklaşılarak, karşılığında altın stoku bulunmayan dinamik kağıt para sistemi uygulamasının doğurduğu fiyat yükselmeleri, devalüasyon operasyonuna zemin hazırlamıştır. Sabit ve dar gelirli vatandaşın geçim sıkıntısı, her geçen gün artmıştır. Özellikle, Türk parasının dış piyasalardaki değerinin sürekli olarak düşmesi, ülke ekonomisinin itibarını sarsmıştır. Bütün bunların 
yanında, 1958 yılı devalüasyonu, ödemeler bilançosundaki bazı önemli boşlukları kapatmış, fakat beklenilen ekonomik dengeyi sağlayamamıştır. Seçimlerin ardından 4 Ağustos 1958 tarihinde “İktisadi İstikrar Tedbirleri” adı altında yapılan bu devalüasyonda, Türk Lirası %220 değer kaybederek; bir dolar, 900 kuruş yani 9 TL olmuştur. Devlet harcamaları kısılmış, KİT ürünlerine zam yapılmıştır.437 Ekonomik ve siyasal bunalım gittikçe derinleşmiştir. İlk askeri darbeye giden yolun siyasal taşları da döşenmeye başlamıştır. “Tahkikat Komisyonu” ise sonun başlangıcı olmuştur. 438 

Türkiye’de Gizli Askeri-Darbeci Komitelerin Kurulması 

Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren ordu içinde birtakım farklı gruplaşmalar olduğu görülmüş, 1954’den sonra darbe amaçlı teşekküllere başlanmıştır. Kurulan gizli örgütlerin miladı konusunda bir netlik yoktur. 27 Mayıs 1960 Darbesini yapan askerlerin anıları incelendiğinde üç ana örgütün varlığı göze çarpar. Bunlardan birincisi 1954 yılı sonbaharında, bir pazar gecesi Tuzla Uçaksavar Topçu Okulu’nda Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay’ın kurdukları örgüttür. Seyhan “... bir gizli cemiyet en az iki kişiden kurulur. Neden seninle ben, bu cemiyeti teşkil eden iki kişi olmuyoruz”439 sözleri sonrasında yaptıkları yemini başlangıç noktası olarak kabul etmiştir. Ardından sırasıyla Yüzbaşı Süreyya Yüksel, Yüzbaşı Turan Okan ve Yüzbaşı Nejat Kumaşoğlu teşkilata katılmıştır. Beş kişilik örgütün Süreyya Yüksel’in Fenerbahçe’deki evinde yapılan toplantısında Seyhan, genel sekreterliğe seçilmiştir. Seyhan, bir komite de Kara Harp Akademisi’nde okurken sınıfın en kıdemlisi, o zamanki rütbesiyle Binbaşı Faruk Güventürk’le birlikte kurmuştur. Seyhan eski komitesinin yemin metnini yeniden hazırlıyormuş gibi el yazısı ile tekrar yazmıştır. Güventürk’le birlikte teşkilatın ana esaslarını belirlemişlerdir. Ardından Orhan Kabibay’ın bu yeni komiteye katılmasını sağlamıştır. Kabibay, yeniden komiteye giriyormuş çasına yemin etti. Üç kişilik bu komitenin başkanı Güventürk, genel sekreteri de Seyhan’dır. Bir başka gizli örgüt Ankara’da Talat Aydemir tarafından kurulmuştur. İstanbul’da örgütlenmenin ciddi boyutlara geldiği anlarda Ankara’da da DP iktidarına karşı cunta hareketlerinin kurulması ve DP iktidarına son verilmesi için örgütlenme modelleri tartışılmaktadır. Bunlardan biri de Ankara’da görevli olan Talat Aydemir ve ekibidir. Çevresinde bulunan yeni nesil subaylarla yaptığı tartışmalar sonucunda, 1956 yılında fikir birliğine ulaştığı arkadaşları Sezai Okan ve Osman Köksal ile birlikte ordu içinde yapılacak çalışmaları genişletmenin yollarını aramıştır. 1956 yılının ekiminde buradaki ortamın ve subayların bürünmüş oldukları karamsarlıktan bahsederek, fikri yakınlık kurmakta zorlandığından yakınır. 440 

Ankara’da oluşan bir diğer ekip ise Sadi Koçaş ve Kenan Esengil’in oluşturduğu ekipti. Bu ekipte yer alan Sadi Koçaş’ı 27 Mayıs öncesi ve sonrasında kilit noktalarda görmek mümkün olacaktır. 1957 yılında İstanbul’a gelen Sezai Okan ve Adnan Çelikoğlu ile çalışmalarını hızlandıran Aydemir ekibi kısa sürede Seyhan grubu ile bağlantı kurup ekiplerini birleştirme kararı almıştır. Birleşme 1957 yazında Üsküdar’da tarihi birleşmelere uygun bir evde, Jön Türk Devrimi’nin 1909’da ki kurtarıcısı Mahmut Şevket Paşa’nın bir zamanlar işgal etmiş olduğu evde törenle kutlanmıştır.441 Talat Aydemir, Sezai Okan, Rafet Aksoyoğlu, Fahrettin Ermutlu, Rauf Gökçe, Ahmet Yıldız, Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay katılmış ve silah üzerine yemin etmişlerdir.442 Yeni başkan Talat Aydemir toplantıya Osman Köksal ve Alparslan Türkeş’in vekâletini alarak gelmiştir. Kendisi başkan, genel sekreter ise Ahmet Yıldız olmuştur. 443 

Gizli örgütün yapılandırılması, genişlemesi, üye sistemi, örgütlenme modeli gibi konularda anlaşma sağlanmakla birlikte temel konuda farklı düşüncelerin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. 

Özellikle Talat Aydemir ve Dündar Seyhan gibi radikaller hemen bir devrimden, daha ihtiyatlı komplocular ise darbeyi son çare olarak görmekten ve ilk adım olarak ordu içinde reformları öne çıkarma üzerine yoğunlaştırmaktan yanadırlar. Bu saflaşma Dündar Seyhan’ın kendi grubu içinde yaptığı konuşmada net biçimde ortaya çıkmaktadır. Seyhan: “Ordu da ıslahat yapacağız diyoruz. Bunun için çalışıyoruz, hazırlanıyoruz. Ama dava ordudaki ıslahatla halledilemez. Memleketi ıslah etmek, kurtarmak lazım. Politikacıların tutumu ortada. Onların bir şey yapacağı yok. Bu bakımdan yakında hükümeti bertaraf etmemiz bahis konusu olabilir. Hazırlıklarımızı bir ihtilale göre geliştirmeliyiz. Bunun için 
gerekirse kan dökmekten çekinmemeliyiz. Kan dökülecekse dökülür, başka çare yoksa hem de çok dökülür…” derken ilk defa ihtilal kelimesini telaffuz etmiştir.444 

Örgütün toplantılar sonucu ortaya koyduğu stratejiye de değinmek gerekmektedir. Stratejik noktaları sıralanırsa: 

a) Komitenin genişletilmesi. Komiteye alınacakların güven telkin edip etmediklerine dikkat etmek. 
b) Komiteye ordudan albay rütbesinden fazla bir rütbeye sahip hiç kimse alınmayacak. (Bu madde ile 1959 yılına kadar örgüte general dahil edilmemiştir. Albay ve altı rütbede ki yoğunlaşmalar daha sonra emir komuta zincirinde sorunlar doğuracaktır) 
c) Komiteye dahil edileceklerde aranılan vasıfların belirlenmesi. 
d) Ordu içinde kilit noktaların tespit edilmesi. 
e) Komitenin genel prensiplerinin belirlenmesi. 
f) Ordunun kalkınması için gerekli olan konuların tespitinin yapılması ve etüt edilmesi 
g) Komite içinde yardımlaşma ve haberleşme usullerinin belirlenmesi. 
h) İhanette bulunanların infaz edilmesi. 445 

Komitenin ana hatları ile yukarıdaki maddeleri temel alması artık ordu içinde genişlemenin izlerini verirken, geçmişte var olan ve kendiliğinden gelişen muhalif izlerin örgütlenmeye başladığı görülmektedir. Cunta eğilimlerine giren ekip gelecekteki darbenin tohumlarını atarken stratejiyi de belirlemiştir. Esas olanın ordu da reform değil, iktidarı ele alabilecek bir darbe girişimi olduğu artık netleşmiştir. 

Aydemir'in anılarından Muzaffer Özdağ’ın da ilk komiteyi sahiplendiği anlaşılmaktadır. Aydemir komiteyi 1956 yılında kurduklarını söyleyince Özdağ gülerek biz daha önce (1952) kurduk demiştir. Yüzbaşı rütbesindeki Özdağ, o tarihte Harp Okulunda öğrenci idi. “Kanlarını akıtarak bir mendil üzerine Türkiye haritası yapmışlar ve 1960’da MBK üyesi olarak Meclis’te ettikleri yeminin aynısını tekrarlamışlardı.” 446 Bu örgütlerin amaçları başlangıçta “orduyu ıslah etmekti.”447 Ancak gizli örgütlenmelerle birlikte darbeden sonra ne yapılacağı konusunda da çalışmalar yapılmıştır. Yıldız bu konuda bir görev bölümü yaptıklarını yazmıştır. Yıldız’a göre o dönemde görüştükleri “seçkin insanlar” kendilerine iyi bir anayasa ile seçim yasasının hazırlanıp yürürlüğe konmasının sorunların çözümü için yeterli olacağını söylemiştir.448 Buradan da anlaşılacağı üzere ordudaki örgütlenmelerin her ne kadar seçimlerin dürüst yapılmasını sağlamak gibi meşru bir amaç için başladığı iddia edilse de daha sonra iktidara yönelik hazırlıklar ihmal edilmemiştir. 

Dokuz Subay Olayı 

Seçimlerden sonra kurulan Beşinci Menderes hükümeti, 1950–1960 Döneminin son hükümeti olmuştur. Bu hükümet göreve gelir gelmez yaşanan “Dokuz Subay Olayı” 1958 Türkiye’sinin önemli gündem maddelerinden bir olmuştur. 

Bu olayın gelişimi şu şekilde anlatılabilir. Yukarıda bahsi geçen komiteler yoğun bir örgütlenme içindeyken kendilerine baş olabilecek kişilere ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu çerçevede temasa geçilenlerden birisi de Milli Savunma Bakanı Şemi Ergin’dir. Yaveri olan Birleşik Komite üyesi Adnan Çelikoğlu vasıtasıyla temasa geçen Faruk Güventürk, Şemi Ergin’e darbenin lideri olmasını teklif etmesine rağmen Şemi Ergin “Ben bir basit avukatım, bir ihtilale liderlik edecek adam değilim, böyle bir şeyle uğraşamam” yanıtı vermiştir.449 Milli 
Savunma Bakanı’nın kendine bağlı bir subayın teklifini soğukkanlılıkla dinlemesi ve herhangi bir işlemde bulunmaması Türkiye’de sivil otoritenin yapısı konusunda ciddi ipuçları ve soru işaretini de beraberinde getirmektedir. Milli Savunma Bakanı’nın harekete geçiremediği mekanizmayı hemen bir gün sonra komiteye girmeye çalışan Binbaşı Samet Kuşçu’nun ihbarı ile Menderes harekete geçirmiştir. Samet Kuşçu’nun adını verdiği isimlerin kendisini öldürebileceklerini zannetmesi, yaptığı ihbarın güvenirliğini azaltmıştır ama yine de soruşturma başlatılmıştır. Haklarında soruşturma açılan subaylar şunlardır: Albay İlhami Barut, Yüzbaşı Kazım Özfırat ve Binbaşı Ahmet Dalkılıç. Albay İlhami Barut’un başını çektiği bu grup Harp Akademisi grubundan ayrı bağımsız bir komitedir ve Samet Kuşçu ile tesadüfen ilişkiye geçmişlerdir. Binbaşı Asım Ural, Albay Naci Aşkın, Binbaşı Ata Tan ve Yüzbaşı Hasan Sabuncu ekibi ise Güventürk’e bağlı hücrelerinden biridir. Dokuzuncu kişi ise olaylardan habersiz olan emekli Albay Cemal Yıldırım’dır. Cumhurbaşkanı Bayar bu olay hakkında geniş bir soruşturma yapılıp başka örgütlenmelere meydan vermeyecek şekilde her ne varsa açığa çıkartılmasını isteyerek, olaya adeta hükümetten daha fazla önem vermiştir. 
Ordu üst yönetimi bu dönemde sessiz kalmış, Şemi Ergin istifa etmek zorunda bırakılmış ve yerine Ethem Menderes atanmıştır. Soruşturmalar sürerken bakanlığa gönderilen bir ihbar mektubu ile Birleşik Komite üyesi Suphi Gürsoytrak, Orhan Erkanlı ve Rıza Akaydın’da tutuklanmış, daha sonra serbest bırakılmışlardır.450Askeri mahkemede ordu içinde gizli bir darbe hazırlamak suçlamasıyla yargılanan dokuz subay altı ay sonra beraat etmişlerdir. İhbarda bulunan Samet Kuşçu ise orduyu isyana teşvik suçundan iki yıl hapis cezasına 
mahkûm olmuştur. 

Dokuz Subay Olayı’nın orduya yansıması oldukça ilginçtir. Gizli örgütlenmeler bu olaydan güçlenerek çıkmışlardır. Harp Akademisi’nde kurulan Birleşik Komite ise faaliyetlerini 1959 yılına kadar asgari düzeye indirmiş ve Güventürk’ün deşifre olması nedeniyle kendi içinde yapamadığı tasfiyeyi hükümete yaptırmıştır. Çünkü Güventürk aşırı davranışları ile komitenin emniyetini tehlikeye atmıştır.451 

Sadi Kocaş grubu ise Dokuz Subay Olayı’ndan en az etkilenen gruptu. Kocaş’a göre ordu müdahalesinin resmi lideri gibi davranmaya razı olacak en azından bir tane üst rütbeli general bulmak zorunludur. Bu bir bakıma ordu içindeki hiyerarşiyi de darbe yönünde aktif hale getirebilecektir. Dolayısıyla ilk önce Üçüncü Ordu Komutanı Necati Tacan ile irtibata geçmiştir. Fakat Tacan’ın 1958 yazında kalp krizi geçirmesi nedeniyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan Orgeneral Cemal Gürsel’e yaklaşmaya karar vermiştir.452 

Dokuz Subay Olayı sonrasında faaliyetlerini durdurma kararı alan Birleşik Komite 1959 yılında Kocaş grubu ile irtibata geçerek daha geniş bir yapılanmanın yanında fiilen daha geniş bir alanı kontrol etme şansını da yakalamıştır. Osman Köksal ve Sadi Kocaş’ın birlikteliği ile gerçekleşen bu ittifak, ana komitenin çatısını çizerek hücre tipi örgütlenmeyi temel almıştır. 

Komite içinde “Faik Bey” parolası ile anılan Cemal Gürsel ise fiilen olmasa bile komitenin resmi lideri olmuştur. Cemal Gürsel’in: 

“Eğer müdahaleye mecbur kalırsak kesinlikle kan dökmemeliyiz. Askeri diktatoryada ben yokum. Sandalyeler bize tatlı gelmemeli, ihtilali yapar yapmaz profesörlere yeni bir anayasa ve seçim kanunu hazırlatıp en geç üç ay içinde seçime gitmeliyiz.” diye özetlediği darbe stratejisi darbeden sonra kabuk değiştirecektir. Osman Köksal’ın Cumhurbaşkanlık Muhafız Alayı’na 
atanması ve Suphi Karaman’ın da Personel Atama Dairesi’nin başına gelmesi ile darbeci subayların atamalarının kritik birliklerle, İstanbul ve Ankara’da ki birliklere yapılması eşzamanlı olmuştur. 1959 yılının sonuna doğru komitenin önemli isimlerinden Sadi Koçaş Londra, Dündar Seyhan ise Washington Ateşemiliterliği görevine atanmıştır. Böylece Türkiye’de ihtilalci sıfatıyla anılan üç önemli isim 27 Mayıs yaklaşırken Türkiye’den uzakta kalmışlardır. Aydemir Kore’den, Koçaş Londra’dan, Seyhan ise Washington’dan gelişmeleri takip etmek zorunda kalmıştır. Osman Köksal’ın Muhafız Alay Komutanlığı’na geçmesi ve Koçaş’ın da Londra’ya atanması ile birlikte Komite’de toplantılarda başkanlık yapma işi en kıdemli olmak sıfatıyla Albay Alparslan Türkeş’e kalmıştır.453 

Komite’de tartışmaları artık darbenin yapılıp yapılmayacağı üzerine değil, darbe sonrası üzerine yapılmıştır. 

Ortaya üç fikir çıkmıştır: 

a) Askeri idare kurmak 
b) İktidarı CHP’ye devretmek 
c) Geçici bir meclis kurup idareyi yeni seçimler yapılıncaya kadar bu meclise bırakmak. 


İkinci şık baştan elenmiştir. Türkeş askeri idare ile Türkiye’nin bir müddet idare edilmesini isterken Vehbi Ersü ise üçüncü şıkkın savunucusu olmuştur. 
Daha sonra komiteye katılan Sami Küçük ise Türkeş’in doğrudan doğruya askeri diktatörlük istediğini savunarak böyle bir teşebbüsün içinde bulunamayacağını 
belirtmiştir. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

432 Eroğul, “Çok Partili…”, s.125. 
433 Sarol, 30 Ekim’de seçimin, resmi sonuçlarının açıklanmasından sonra şu yorumu yapıyordu: “Gerçekten çoğunluk sistemi hâkim olmasaydı muhalefetin aldığı oylar karşısında, belki de Demokrat Parti iktidarı kaybedecekti.” Bkz. Mükerrem 
Sarol, Bilinmeyen Menderes–II, İstanbul: Kervan Yayınları, 1983, s.784. Cüneyt Arcayürek, Bir İktidar Bir İhtilâl 1955– 1960 (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor–3), Ankara: Bilgi Yayınevi, 1984, s.257 vd. 
434 İlter Turan, Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, İstanbul: Der Yayınları, 1996, s.120. 
435 Celâl Bayar, Kayseri Cezaevi Günlüğü, Haz. Yücel A. Demirel, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1999, s.68 vd. 
436 Erer, On Yılın Mücadelesi, ss.360–365. 
437 Çelebi, a.g.e., s. 60. 
438 Mehmet Ö.Alkan, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, 1998, s. 55. 
439 Dündar Seyhan, Gölgedeki Adam, İstanbul, Nurettin Uycan Matbaası,1966, s. 44, İrfan Neziroğlu, “Çok Partili Türk 
Siyasi Hayatında Askeri Müdahaleler”,Yeni Türkiye Dergisi, No. 23–24, İstanbul, 1998, s. 1240; 
440 Talat Aydemir, Talat Aydemir’in Hatıraları, İstanbul, May yayınları,1968, s. 27. 
441 Hale, “Türkiye’de Ordu…”, s. 96. 
442 Abdi İpekçi, Ömer Sami Coşkun, İhtilalin İçyüzü, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1962, s. 44. 
443 Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1986, s. 168. 
444 İpekçi, a.g.e., s. 40. 
445 Aydemir, a.g.e., s. 35. 
446 Öymen, a.g.e., s. 209. 
447 Erkanlı, a.g.e., s.9-10. 
448 Sadık Göksu, Darbeler Demirkıratlar ve 27 Mayıs, İstanbul, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1999, s.30 
449 İpekçi, a.g.e., s,65
450 Akyaz, a.g.e., s.101. 
451 Akyaz, a.g.e., s.102 
452 Hale,a.g.e., s.98 
453 İpekçi, a.g.e., s.128 

***

1954 Seçimleri ve Sonrası Dönem

1954 Seçimleri ve Sonrası Dönem 

2 Mayıs 1954 seçimlerinde DP 503, CHP sadece 31 sandalye kazanmıştır. 
DP ekonomideki gelişme sayesinde seçimlerde de başarı göstermiş ve seçimin galibi olmuştur. Seçim sistemi sayesinde %57’ye yakın oy almış ama 
milletvekilliklerinin %93’ünü kazanmıştır. CHP ise oyların %35’ini almış ama milletvekilliğinin ancak %6’sına sahip olabilmiştir. Köylü Partisi 5, bağımsızlar ise 10 milletvekili kazanmıştır. Parlamento aritmetiği, DP’ye geniş bir hareket alanı sağlamıştır. DP, meclis çoğunluğu ile ulusal iradeyi özdeşleştirmiş tir. 
1954 seçimleri CHP açısından yeni bir umut olarak görünmüştür. Fakat seçim sonuçları 1950 seçimleriyle kıyaslandığında iktidarın gücünü perçinlediği; 
muhalefetin ise erimeye başladığını gösterir nitelikte olunca, CHP için derin bir hayal kırıklığının yaşandığını söylemek mümkündür. 1954 seçim sonuçları 
CHP içinde partinin son iktidar yılında başvekili olan Şemsettin Günaltay tarafından, kısa süreli de olsa bir lider tartışmasının yapılmasına neden olmuştur. Günaltay, başında İnönü’nün bulunduğu bir CHP’nin asla iktidar olamayacağını beyan eden cümleler sarf etmiştir.410 

Menderes’in 1954 seçimlerinde oyunu arttırıp iktidarda kalması, 1950’den beri devlet kurumları açısından duyduğu kuşkuları bir kenara atmasına neden olmuştur. 

DP üst yönetiminin 1950’de büyük bir başarı kazanmalarına rağmen bürokrasiye olan güvensizlikleri belirgindi. İsmet Paşa’ya sadakatinden kuşkulandıkları 
orduya karşı bir tedirginlikleri vardı. 

Karizmatik bir görüntüsü olmamasına rağmen İnönü, Atatürk’ün sadık silah arkadaşı ve ülkenin en kıdemli devlet adamı olarak saygı görmekteydi. 
DP’liler “Paşa Faktörü” dedikleri şeyle, yani ordunun ve bürokrasinin önderlik ettiği “ Zinde kuvvetleri ” temsil eden İnönü ile, Kendilerini karşı karşıya 
bulmuşlardı.411 

1954 yılında ekonomik açıdan sıkıntılı bir dönem başlamıştır. Elverişli hava koşulları bitmiş, tarımsal üretim gerilemiştir. Kore Savaşı bitmiş, dünya 
piyasalarındaki tarımsal ürün talebi de sona ermiştir. DP, seçim havasına girerek iktisadi kuralları bir kenara itmek durumunda kalmıştır. 

Daha az büyüme ve daha az harcama yapmayı tercih etmemiştir. Dünya piyasalarında tarımsal malların fiyatları hızla düşerken Toprak Mahsulleri Ofisi 
(TMO) devreye sokulmuştur. 

Buğday yüksek fiyatla alınmış, ama kentliye de ucuz ekmek yedirilmiştir. 

Aradaki fark TMO’nun zararı olarak görünmüştür. Bu sübvansiyon piyasadaki para miktarının artmasına neden olmuş ve döviz darboğazı gündeme gelmiştir. 
Dış kredi arayışı başlamıştır. Hükümetin başvurusu üzerine Ankara’ya ilk kez IMF heyeti gelmiştir. 

IMF klasik reçetesini önermiştir: “ Harcamaları kısın, KİT ürünlerine zam yapın ve dış ödemeler dengesini için yüksek oranlı bir devalüasyon gerçekleştirin.
” Hükümet seçime giderken “kemer sıkmak” niyetinde değildir. Ekonomik sıkıntı, siyasal gerginliği de beraberinde getirmiştir. Siyasal ve toplumsal muhalefet 
güçlenmiştir. Bu nedenle ekonomik önlemler ertelenmiş, seçim tarihi ise bir yıl erkene yani 1957’ye alınmıştır. 

1954–1957 yılları bir anlamda DP’nin gösterdiği performansın geniş kitleler nezdinde sorgulanır olduğu bir dönem olarak göze çarpmaktadır. 
Bürokrasinin asker ve sivil kanadının var olan geleneksel muhalefetine, iktisadi darboğazın olumsuz etkileriyle bunalan kitlelerin hoşnutsuzluğu da eklenince 
zaten parti içi hizipleşmelerin neredeyse zirve yaptığı DP, bölünme sürecine girmiş, bu süreç Hürriyet Partisi’nin kurulmasıyla somutlaşmıştır.412 

6-7 Eylül Olayları 

6–7 Eylül Olayları olarak anılan süreç, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin yanındaki Türk konsolosluğunun bahçesine atılan iki bombadan birinin patladığı, evin ve konsolosluk binasının camlarının kırıldığı haberi ile başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere, üç büyük kentte halkın sokağa dökülmesi ile başlamıştır. 6–7 Eylül olayların bu şekilde hızlı ve yıkıcı gelişmesinde Selanik’te Atatürk’ün evinin Rumlar tarafından bombalandığı haberinin öğle ajansına saat 13:00’te ulaşıp İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısını yaparak iki saat 
içerisinde İstanbul’da 1300 adet civarında satılması etkili olmuştur.413 

Bomba haberi üzerine “Kıbrıs Türktür Derneği” ve üniversite öğrencileri tarafından bir nümayiş düzenlenmiş ve gruplar halinde Taksim’e doğru yürüyüş başlamıştır. Taksim alanında saat 19.00’dan itibaren başlayan gösterilere katılanların sayısı gittikçe artmış, büyük bir galeyana kapılan halk; başta Beyoğlu olmak üzere, azınlıkların, çoğunlukta yaşadıkları semtlerde yangınlar çıkaracak, mağazaların vitrinlerini kırarak kiliselere ve mezarlıklara saldırılarda bulunacaklardır. Olaylar kısa bir süre sonra, adeta bir yağmaya dönüşecektir.414 

DP iktidarı olayların ağır bir komünist tertip ve tahribat olduğunu beyan ederek şöyle bir tebliğ sunmuştur: 

“Kıbrıs meselesi etrafında cereyan eden hadiseler dolayısıyla aylardan beri umumi efkârda hâsıl olan şiddetli heyezana inzimamen Selanik’te aziz Atatürk’ün evine ve konsolosluğumuza karşı tertiplenen suikast; kısmen maksatlı ve hainane kısmen de idrak ve şuurdan mahrum tahrikçilerin de tesiriyle büyük kitlelerin vücuda getirdikleri nümayişhareketlerine sebep olmuş ve bu hal bilhassa İstanbul’da gecenin geç saatlerine kadar devam etmiştir. Bu esnada büyük ekseriyeti Rum vatandaşlarımıza ait olmak üzere dükkân ve 
mağazalara girilmek suretiyle büyük tahribat yapılmış olduğunu en derin teessür ve teessülerimizle ifade etmek isteriz. Denilebilir ki dün gece İstanbul ve memleket esas itibariyle ağır bir komünist tertip ve tahrikler ve ağır bir darbeye maruz kalmıştır. Bu şuursuz ve memleketin yüksek menfaatlerine kastedici hareket, bir kısım milli serveti yok etmekle beraber, bütün hakları Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun teminatı altında bulunan Türk Vatandaşlarından bir kısmını da telafisi ağır zararlara uğratmış ve büyük bir felaket halini 
almış bulunuyor. Bu vatandaşlarımızın maruz kaldıkları zararları süratle telafi ve tazmin hiç şüphe yok ki, devletlik vasfının icaplarındandır ve bu icap yerine getirilecektir. Bu hadiselerin şiddete ihlal ettiği amme huzur ve asayişini yeniden ve derhal tesis için bütün gerekli tedbirler alınmış ve alınacaktır. Hadiselerin cereyanı sırasında en acil bir tedbir olmak üzere İstanbul ve İzmir’de fevkalade halin mevcudiyeti ilan edilmiş ve fakat, hükümet kuvvetlerinin vaziyete hakim olmaları üzerine kaldırılmıştır. Maksatlı ve şuursuz tahriklerin de büyük tesiri bulunan bu çok acıklı hadisenin doğrudan doğruya alet ve failleriyle bunu tertip ve tahrik edenler mutlaka ve süratle cezalandırılacaktır. Şimdiye kadar birçok tahrikçiler yakalanmış ve bunlar hakkında kanuni takibata başlanmıştır. Şuur ve idrak sahibi memleketin yüksek menfaatlerine hürmetle bağlı bütün vatandaşlarımızın hükümet icraatına yardımcı olmaları bugün en mühim vatan vazifesidir.”415 

10 Eylül 1955 tarihinde TBMM Yüksek Reisliğine verilen dilekçe çerçevesinde başlayan görüşmelere muhalefet partisi adına CHP Malatya milletvekili İsmet İnönü şunları söyleyerek başlamıştır: 

…6-7 Eylül hadiselerinde kayıplarımız, asıl manevi cihetten pek ağırdır. 
Vatandaşın el sürülmez hakları kanun himayesi, hukuk devleti gibi mefhumlar da ağır sarsıntılar geçirdi. Bu hareketler, vatanı cehennem kılan, Türk milletini 
medeniyet ailesinde lekelemek isteyen teşebbüslerdir. Her manasıyla milli bir 
felakete uğradık. Tecavüzleri büyük, alicenap, masum milletimiz bir baştan öbür 
başa ret ve tel’in eder. Tecavüzlere TBMM asla müsamaha etmeyecektir… 
Hadiselerin her tarafı karanlıktır. Bu kadar tertipli ve teçhizatlı bir tecavüz ne 
vakitten beri, nasıl hazırlanmıştır? 6 Eylül saat, öğleden sonra, 5-6’dan itibaren 
vahim tabiatta başlayan tecavüzler serbestçe nasıl gelişiyor? Nihayet askeri 
kuvvetler, sivil idarenin talebiyle derhal yardıma gelebilirlerdi… Hadise yerleri de 
büyük askeri merkezlerdir. Hep bildiğimiz hicap ve elem verici tereddüt 
mevzularını tekrarlamayacağım. Hadiselerin hazırlanışı ilerleyiş seyrinin mutlaka 
meydana çıkmasını isteriz. Tecavüzlerin karakteri de tetkik edilmeye değerdir…416 
Konuşmadan anlaşılacağı üzere bu olayın karanlık odaklar tarafından tertip edildiği İnönü tarafından dillendirilmiştir. DP’nin İstanbul milletvekili Aleksandros Hacopulos ise olaylarla ilgili şunları söylemiştir: 

…Bu hadiselerin vukuu anından itibara pek muhterem Hükümet Reisimiz Adnan 
Menderes ve kıymetli vekillerimizin sarf etmiş oldukları ve sarf etmekte devam 
ettikleri muazzam gayret ve gösterdikleri hakiki ve kardeşane alakadan dolayı 
kendilerine ne kadar teşekkür etsem azdır. Ellerinden geldiğini yapacaklarına da 
eminim. Dinin Hristiyan olması hasebiyle değil, bir Türk Vatandaşı ve bu milletin 
mümessili olarak medeniyetimize ve tarihimize vurulmuş olan bu darbe beni son derece üzmüştür, üzmemesine de imkan yoktur… Rum vatandaşlarımızın maddi zararlardan ziyade memleketimizin düçar olduğu manevi zarardan dolayı daha ziyade müteessir olduklarını burada kati olarak ifade etmek isterim. Asil Türk milleti bu hareketleri cezasız bırakmayacaktır. Türk milletinin alnına ve tarihine kara leke sürmek isteyenlerin bu alçakça hareketlerinin tekerrürüne meydan verilmeyeceği aşikârdır. Bunlar medeni ve hür milletler camiası içindeki şeref ve haysiyet ve itibarımızı rencide etmek istemişlerdir. Bütün medeni dünyanın gözleri bize çevrilmiştir. Bunun maddi ve manevi zararlarını kısmen dahi olsun muhakkak ki telafi edeceğiz. Hepinizden bunu beklerim.417 
Başbakan Adnan Menderes ise olayların arkasında farklı odakların olabileceğinden bahsetmiştir: 

Talebe Cemiyetleri, Kıbrıs Cemiyeti, daha başka ve bu kabil teşekküller gibi, 
mevcut kanunlarımızın himayesi altında kurulmuş olan Cemiyetler, bir takım 
muzır eşhasın, muzır faaliyetlerin meşrutiyet kisvesini ve siperini teşkil etmiş 
oldular. Hadise nasıl başladı? Hadise bir gençlik, bir talebe grubunun harekete 
geçmesiyle başladı. Bu bir anda İstanbul’un her tarafında hazırlanmış olan 
ruhların ve insanların birden harekete geçmesiyle bütün İstanbul’u sarmış oldu. 
Şimdi bunun teferruatına ve bir takım sebeplerine girmek sizin şu kadarını 
söylemek lazımdır. Polis, emniyet memuru, emniyet amiri hiç vazife görmedi bu 
üç bin kişiyi birkaç saat içinde karakollara hapsedenler kimlerdir? Emniyet 
Teşkilatının 1000–1500 kişilik kadrosu, hadisenin cereyanı esnasında üç bin kişilik bir suçlu grubunu tevkif etmiş bulunuyordu. Bununla emniyet teşkilatının tam kudretiyle vazife görmüş olduğunu söylemek istiyorum. Asla, Mesuller vardır ama hadisede tarif ve tasvir edildiği gibi de değildir... Hadiseler başladığında tamamıyla nezih bir talebe ve gençlik topluluğu şeklinde cereyan etti. Haberimiz yok mu idi? Vardı. Neden önlemediniz, diyeceksiniz, önlemek için kafi kuvvetlerimiz mevcuttu. Fakat hadise bir anda öylesine imbisat etti ve yaratılmış olan psikoz o derece müessir bir şekilde bütün zabıta kuvvetlerini ilk anda hareketsiz bıraktı ki, milletçe milli bir felakete maruz kalındığını, hakikaten baskına uğranıldığını kabul etmek lazımdır…418 

İstanbul’da meydana gelen olaylar, parti içi muhalefeti harekete geçirmiştir. Ancak parti disiplini ve başbakanın siyasal ağırlığı sonucunda gelen ihraç ve istifalar, DP’nin aynı doğrultuda siyasetini sürdürmesine engel olamamıştır. Olaylardan bir ay sonra, DP IV. Büyük Kongre hazırlıklarının yoğunlaştığı günlerde, DP’li 11 milletvekili “ispat hakkı”419konusunu gündeme getirmişlerdir. Basına “ispat hakkı” tanınmasını, böylelikle yayın organlarının kolayca sansür edilmesinin önüne geçilmesini isteyen milletvekilleri bazı önemli isimleri de yanlarına çekerek genişlemişlerdir. Ancak DP, bu milletvekillerinin bir kısmını 
ihraç etmiş, kalanlar da DP’den istifa etmiştir. Ayrılan milletvekilleri 20 Aralık 1955’te Hürriyet Partisi’ni kurmuşlardır.420 

6–7 Eylül olaylarında ortaya çıkan aşırı milliyetçi grupların yanı sıra komünist oluşumların varlığı, hatta olayların komünistlerle ilintili hale getirilmeye çalışılması Türkiye’nin yakın tarihinde ortaya çıkacak sağ–sol, milliyetçi, İslamcı kavgasının da aslında bir yönüyle alt yapısını hazırlamıştır. 

Bu olay Yassıada duruşmalarında da gündeme gelmiştir. Yüksek Soruşturma Kurulu sanık olarak; Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuat Köprülü, Fahrettin Kerim Gökay (İstanbul Valisi), Alaaddin Eriş (İstanbul Emniyet Müdürü), Kemal Hadımlı (İzmir Valisi), Mehmet Ali Balin (Selanik Başkonsolosu), Mehmet Tekinalp (Selanik Başkonsolos Muavini), Hasan Uçar (Selanik Konsolosluğu Kavası) ve Bomba attığı iddia edilen Oktay Engin’i (öğrenci) yargılamıştır.421 

Bunlardan Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 6’şar yıl, Kemal Hadımlı ise 4,5 yıl hapis cezasına çarptırılmış diğer sanıklar beraat etmiştir.

Burada değinilmesi gereken nokta şudur: Yunan tezine göre, bombayı diplomatik çanta içinde Türkiye’den getiren kişi Selanik Başkonsolos Yardımcısı Mehmet Ali Tekinalp’tir. 

Bombayı evin bahçesine atan kişi de Türk Başkonsolosluğunda kavas olarak çalışan Hasan Uçar’dır. Onun azmettirdiği kişi ise Selanik Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi ve aynı zamanda Milli İstihbarat Teşkilatının bir elemanı olduğu iddia edilen Oktay Engin’dir. Yunan mahkemesi olaydan sonra Hasan Uçar ve Oktay Engin’i tutuklamıştır.422 

Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmiştir. Dokuz ay Selanik cezaevindeki hücrede yatan Oktay Engin, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildikten sonra kaçarak Türkiye’ye sığınmıştır.423 Engin, İstanbul’da hukuk eğitimine kaldığı yerden devam etmiş sonra kaymakam olmuştur. Çankaya ve Marmaris’te de bir yıl kaymakamlık yaptıktan sonra 
Kastamonu’nun bir ilçesine atanmış, aynı yıl Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu’nun (Nakipoğlu 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı dönemde Beyoğlu Kaymakamıdır) isteği ile Emniyet’e geçmiştir. Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Şube Müdürü olmuştur. Oktay Engin bir röportajında bu durumu ve hızla yükselişini şöyle açıklamıştır: 

O zamanki sisteme göre Siyasi Şube Müdürlüğü benim için 15, 20 senelik bir terfiydi. Beşinci sınıf kaymakamım. Beni davet ettikleri kadro öyle. Böylece 
Emniyetçi oldum. 1967’den 71’e kadar dört sene Siyasi İşler Şube Müdürlüğü yaptım. 1971’de Güvenlik Dairesi Başkanı oldum. Yedi buçuk sene Güvenlik 
Dairesi Başkanlığı yaptım. Ondan sonra da siyasi işlerden sorumlu genel müdür yardımcısı oldum. 1980’e kadar. Ondan sonra kenara çekildim. Nihayet 1991’de 
bir kararname ile Nevşehir’e vali oldum.424 

Sonuç olarak DP’yi içte ve dışta zor duruma düşüren 6-7 Eylül Olayları hala açıklanmaya muhtaç bölümleriyle yakın dönem siyasi tarihin karanlık noktalarından birisini teşkil etmektedir. 

Kıbrıs Meselesi, Türk Mukavemet Teşkilatı ve Fatin Rüştü Zorlu

Bugün hemen hemen herkes Yassıada Adalet Divanı tarafından idama mahkûm edilen ve asılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs’taki Türk varlığını garantiye alan devlet adamı olduğunu kabul etmektedir. Zorlu’nun bu yönü darbe esnasında da bilinmektedir. Londra ve Zürih Anlaşmaları ile Türkiye’nin garantör devlet olması, Kıbrıs’taki Türklerin varlığının garantiye alınması, bilahare bu uluslararası anlaşmalara istinaden Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede bulunması DP İktidarı döneminde ve Zorlu’nun çabaları sayesinde gerçekleşmiştir. 

Yassıada Adalet Divanı, kısa adıyla KİP olarak bilinen Kıbrıs’ın İstirdadı (Geri Alınması) Projesi’nin mimarı olan Zorlu’yu idama mahkûm etmiş, MBK de bu idam kararını tasdik etmiştir. 

1955’te Yunanistan, Kıbrıs’ta ENOSİS adı verilen ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakını öngören EOKA örgütünü kurdurmuş, bu örgüt 1957’ye doğrudan İngiliz Yönetimi’ne ve bilhassa Türk varlığına karşı şiddet eylemlerine başlamıştır. 1 Nisan 1955’te sabotaj şeklinde başlayan gerilla faaliyeti kısa sürede bireysel ve toplu suikastlara dönüşmüş, sadece polis ve asker değil, sivil vatandaşlar da saldırıya uğramaya başlamıştır.425 Yunanistan’ın Kıbrıs’a gizlice silah ve mühimmat sokması, EOKA örgütünün başlattığı ve birçok Türk’ün hayatına mal olan bu saldırılara karşı koymak için Türk Hükümetinin başvurduğu ama Türk Diploması kitaplarında Fatin Rüştü Zorlu adı anılarak pek yazılmayan, anlatılmayan çare Türk Mukavemet Teşkilatı’ydı (TMT). Bu saldırılara cevap vermek üzere benzer bir teşkilatın varlığını zaruri gören Türk Hükümeti ve Zorlu, bunun mümkün olup olamayacağını anlamak için meseleyi önce Genelkurmay Başkanlığı’na iletmiş ve konuyla ilgili olarak Genelkurmay 2. 

Başkanı Org. Salih Coşkun’la kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Konuyla ilgili hatıratını yayınlayan İsmail Tansu’ya göre Orgeneral Salih Coşkun 1958’in 
Ocak ayında Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanı Daniş Karabelen Paşa’yı çağırarak “Hükümetten bir soru yöneltildi; Kıbrıs’ta EOKA’ ya karşı silahlı bir örgüt kurabilir miyiz diyorlar. Dairenizin fonksiyonu malum, ancak ben, sizinle görüşmeden cevaplamak istemedim. Siz de yarına kadar dairenizde konuyu gözden geçirin, ne yapabileceğinizi bana bildirin …” demiştir. 426 

Daniş Paşa, Kore’de birlikte bulunduğu Binbaşı İsmail Tansu’yla yaptığı görüşme neticesinde bir direniş örgütü kurabileceklerine kanaat getirdiklerinden göreve hazır olduklarını 2. Başkan Orgeneral Salih Coşkun vasıtasıyla Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya bildirmişlerdir. Kısa bir süre sonra gerekli hazırlıklar yapılmış ve Tansu da, Daniş Karabelen Paşa’nın emriyle Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kuruluş projesini hazırlamıştır. Bu projenin adı KİP’tir. Proje, birkaç ay sonra Genelkurmay İkinci Başkanı Cevdet Sunay’a sunulmuştur. 

1958 Nisanı’na gelindiğinde Başbakan Adnan Menderes’in isteği doğrultusunda örgüt kurulmuştur. Emekliliği gelen Daniş Karabelen Paşa da sivil olarak TMT örgütünü yönetmek için başa geçmiştir. Kıbrıs’ta örgütlenmek için Türkiye’den gidecek subayların görevleri maskelenmiş, bütün bakanlıklar her türlü kolaylığı sağlamıştır. Ancak işin mimarı, en büyük destekçisi Zorlu’dur. Tansu’nun Zorlu ile ilgili ifadelerinde: “Fatin Rüştü Zorlu bu işin başı idi. Çünkü örgüt fikri onundu ve Menderes’ten izni o almıştı. Bütün sorunlar onun aracılığı ile çözülecekti. Kendi bakanlığında bize yardımcı olacakların adlarını vermişti. Gerektiğinde, öteki bakanlarla yapılacak görüşmelerimizde bizzat kendisi aracılık edecekti…Zorlu, 27 Mayıs 1960’da Yassıada’ya gönderilinceye kadar, ne zaman kendisi ile görüşmek istesek derhal bizi kabul etmiş, ilgi ile karşılamış, verdiğimiz haber lerden sevinmiş, takdir ve teşvik edici sözlerle teşekkür etmiştir. Bu arada ‘hiçbir şeyden çekinmeyin, arkanızda ben varım’ demek suretiyle de bize kuvvet vermiştir. İsteklerimizin yerine getirilmesinde derhal harekete geçmiş, vaatlerine sıkı sıkıya bağlı kalmıştır”.427 demiştir. Yapılan bir görüşmede de Zorlu şunları söylemiştir: “Arkanızda, yani perde arkasında devlet var, hükümet var, silahlı kuvvetlerimiz var ve şahsen ben varım. Görev için gerekli her isteğiniz kesinlikle yerine getirilecektir. Kapım size her zaman açıktır. 

Özel kalem müdürüme emir vereceğim. Karşılaşacağınız her zorluktan beni haberdar ediniz. Sizden ricam kısa zamanda teşkilatın kurulması ve mümkün olduğu kadar çok sayıda silah ve cephane gönderilmesidir. Para ihtiyacınız Bakanlığımca karşılanacaktır. Diğer her türlü destek ilgililerce yapılacaktır. İşlerinizin takipçisi olacağım. Hepinize teşekkür ediyor ve başarılar  diliyorum”. 428 

Ancak 27 Mayıs olduğunda işler sarpa sarmıştır. Çünkü Kıbrıs’ta zamanı gelince Mücahitlere dağıtılmak üzere Silahlı Kuvvetler envanterlerinden çeşitli şekillerde kaydı düşülerek bazı depolara kaldırılan silah ve mühimmatlar darbe ertesinde gazetelerin manşetlerinde yer almıştır. O dönemde akıllara durgunluk veren gençlerin silahlarla öldürüldüğü, kıyma makinelerinden geçirildiği, asfaltlara gömüldüğü haberleriyle bu depolar ve depolarda bulunan silahlar arasında bağlantı da kurulmuş, Diktacı olarak adlandırılan DP veMenderes’in “özel ordu” kurduğu bile iddia edilmiştir. Genelkurmay İkinci Başkanı Cevdet Sunay ise anlaşıldığı kadarıyla gerekli ve yeterli bir girişimde ve bilgilendirmede 
bulunmamıştır. Tansu’nun bu konuyla ilgili ifadeleri de şöyledir: “çürüğe çıkarıldığına dair Milli Savunma Bakanı’nın onayını taşıyan belgelerle askeri depolardan aldığımız ve Kıbrıs’a gönderilinceye kadar gizli yerlerde depo ladığımız silah ve mühimmat 27 Mayıs 1960 ihtilali öncesinin propaganda sına malzeme teşkil etmişti. O sırada bazı muhalefet mensupları, bu dedikoduları ele alarak, “Adnan Menderes’in taraftarlarını silahlandırmakta olduğu” iddialarını ileri sürmüşlerdi. Bu olay gerçek faaliyetimizi gizli tutabilmiş olduğumuzu  göstermekte ise de, bu gizli kalmışlığın esrarengiz bir şekil alarak, ihtilalcilerin haksız propagandasına fırsat vermesi bakımından üzücü olmuştur.”429 Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu, yargılandıkları esnada bile bu gizliliğe riayet etmişlerdir. TMT’nin darbeciler nazarındaki algısından rahatsız olan Tansu, tanıştığı ve aslen Kıbrıslı olan Alpaslan Türkeş’ten randevu almış ve durumu izah etmiştir. Tansu, Türkeş’in örgüt ile kanaatini ve onunla vaki görüşmesini şu şekilde nakletmektedir: “ Türkeş bu anlattıklarım üzerine, şaşkınlığını gizleyememiş “Şimdi her şey anlaşılıyor” diyerek memnunluğunu belirtmişti. Ardından da anlattıklarımdan duygulanan Türkeş, sıcak bir yaklaşımla teşekkür 
ederek bizi kutlamış ve şunları söylemişti. “Sağ ol, bizi zamanında uyardın ve bir skandalı önledin. Merak etmeyin rahat olun, çalışmalarınıza eskiden olduğu gibi devam edin.”430 

Ancak gelişen olaylar tam aksi istikamette cereyan etmiş, hem Daniş Karabelen, hem de TMT’nin Kıbrıs Başkanı Yarbay Rıza Vuruşkan dâhil birçok subay görevinden alınmıştır. 

Kıbrıs bağlamında TMT-Zorlu ilişkisi Cemal Gürsel, Cevdet Sunay ve Alpaslan Türkeş tarafından bilinmektedir. 27 Mayıs darbesinin ertesinde basında sıkça yer alan yolsuzluk iddiasının da gerçek olmadığı, şişirilmiş olduğu da anlaşılmıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Zorlu, sadece darbenin ilk günleri değil Yassıada’da da fiili saldırılara maruz kalmıştır. 

MBK üyelerinden Numan Esin, Zorlu’nun idamını yolsuzluk iddialarına bağlamaktadır: “ Nitekim Fatin Rüştü Zorlu’nun da hiçbir şeyi kötüye kullanmadığı daha sonra ortaya çıktı. 

Adam asıldıysa, politikasının doğruluğundan ve yanlışlığından değil, bundan asılmıştır. Hasan Polatkan da benim kanaatimce, paraya hükmeden Maliye bakanı olduğu için, suistimalde beraber görülerek, aynı acı sona mahkûm olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi’nin dergilerinde, gazetelerinde yazılıp çizilmiş, sonuçta belki de devlet malını yedikleri kanaatı yaygınlaştığı için asılmışlardır”.431 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

410 Toker, DP Yokuş Aşağı (Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları 1944–1973), ss.42–45. 
411 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1999, s. 34. 
412 Konu hakkında yapılmış yüksek lisans tezi için bkz. Sibel Demirci, Hürriyet Partisi’nin Türk Siyasal HayatındakiYeri, Ankara, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002.
413 İstanbul Ekspres, 6.7.1955, s. 1 (2. baskı)
414 Mustafa Albayrak, Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960), Ankara, Phoenix Yayınları, 2004, s.33.
415 Akşam, 7.7.1955, s.1
416 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.668-669.
417 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.675-678.
418 TBMMZC, C:8, İ:1, 10.7.1955, s.689-690
419 Aslında ispat hakkı meselesinin mazisi Öner-Yücel davasıyla birlikte oluşmuş bir Yargıtay içtihadına dayanmaktadır.
Dönemin DP İl Başkanı Kenan Öner’in, bakanlığında komünistleri koruyup kolladığı iddiasıyla Hasan Âli Yücel’i suçlamasıve Yücel tarafından dava edilmesi ertesinde Öner, iddialarını ispatlayabileceğini belirterek kendisine bu imkânın verilmesini talep etmiş ancak yargılananın bir bakan olması nedeniyle kendisine bu olanağın verilmemesinin Yargıtay tarafından karara bağlanmasıyla ispat imkânı ortadan kaldırılmıştır. Görüldüğü gibi ispat imkânının ortadan kaldırıldığı dönem de DP dönemideğildir. Ancak ispat hakkını savunan milletvekilleri DP’nin yasal bir düzenleme yapmasını istemektedirler.
420 Cumhuriyet, 21.12.1955, s.1.
421 Selanik Konsolosluğu Kavası ve Bomba attığı iddia edilen Oktay Engin’i (Öğrenci) yargılamıştır
422 Milliyet, 6.1.1961, s.1.
423 Milliyet, 24.9.1956, s.1.
424 Faruk Mercan’ın Oktay Engin Röportajı, “Bombacı da, MİT elemanı da değildim”,
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-10392-34-bombaci-da-mit-elemani-da-degildim.html, Erişim Tarihi, 30.10.2012.
425 Gürel, Kıbrıs Tarihi (1878–1960) Cilt:2, s.103–104. 
426 İsmail Tansu, Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu, Ankara: Minpa Matbaacılık, 2002, s.28. 
427 Tansu, a.g.e, s.40.
428 Tansu, a.g.e, s.47. 
429 Tansu, a.g.e, s.82. 
430 Tansu, age, s.232–233. 
431 Esin, Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, s.159. 

***