8 Şubat 2020 Cumartesi

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 6

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 6



Suriye Krizi ve İslâm Dünyası 


Doç. Dr. Ahmet UYSAL 


< Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra bugün Ortadoğu diye 
adlandırılan bölgede yirmiden fazla ülke oluşmuştur. 
Bu ülkelerin sınırları sosyolojik sınırlara göre değil işgal edenlerin isteklerine göre çizilmiştir.  SDE Analiz >

Arap Baharı diye bilinen ve bütün Ortadoğu’yu ve dolayısıyla dünyayı 
etkileyen Arap isyanlarının Tunus ve Mısır gibi ülkelerden sonra Suriye’ye 
ulaşmasından bugüne bir yılı aşkın bir süre geçtiği halde halen soruna 
kalıcı bir çözüm bulunabilmiş değil. Suriye’deki Baas rejiminin yıkılması 
veya isyancıları ve rejimin uzlaşacağı bir çözüm bulunmasının gecikmesi 
Suriye rejiminin iç sosyal, kültürel ve siyasi yapısıyla ilgili olduğu kadar, dış 
dengelerle de yakından ilgilidir. Peki, bu sorun konusunda İslam dünyasının 
ve bu ülkelerin en önemli şemsiye kuruluşu olan ve başkanlığını Ekmeleddin 
İhsanoğlu’nun yaptığı İslam İşbirliği’nin Suriye Krizinde tavrı ve çözüm rolü 
ne olmalıdır? 

İslam Dünyası’nın genel problemi parçalanmışlık ve baskıcı yönetimlerdir. 
Dolayısıyla, genel olarak demokratik Arap devrimlerine ve özel olarak 
Suriye Krizine bakarken bu iki kriteri dikkate almak gerekmektedir. Osmanlı 
İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra bugün Ortadoğu diye 
adlandırılan bölgede yirmiden fazla ülke oluşmuştur. Bu ülkelerin sınırları 
sosyolojik sınırlara göre değil işgal edenlerin isteklerine göre çizilmiştir. 
Ortadoğu dışındaki Orta ve Güney Asya’daki İslam ülkelerinin sınırları 
Rus, İngiliz ve diğer batı ülkelerinin işgali ve bu işgale karşı mücadele ile 
şekillenmiştir. 

Parçalanmışİslam Dünyası’nda devlet yapıları rejim açısından krallıklar 
ve cumhuriyetler olarak tasnif edilebileceği gibi, demokrasiler ve otoriter 
rejimler olarak veya ulus-devletler ve teritoryal devletler olarak da ayrılabilir. 
İslam coğrafyasında bu parçalı yapı sömürü döneminde kurulmasına rağmen 
bağımsızlık döneminde de aşılamamıştır. Hem Ortadoğu’daki devletler hem 
de Orta Asya ülkeleri bu özellikleri taşımaktadır. Bu farklı ve parçalı yapı 
İslam ülkelerinin herhangi bir sorun karşısında ortak tutum geliştirmelerine 
engel olmaktadır. Parçalı yapı hem ülkeleri kendi iç sorunlarıyla meşgul 
etmekte hem de dış sorunlara yeterince eğilmelerini engellemektedir. 
Suriye Krizine İslam ülkelerinden net ve ortak bir tutum geliştirilememesinin 
nedeni budur. 

İslam Dünyası’nda otoriter rejimlerin yaygın olması da demokrasi talebiyle 
ortaya çıkan devrimlere halkları sıcak baksa bile yönetimlerin baskıcı olması, 
kendi halklarına örnek olmaması açısından tedirginlik yaratmaktadır. 
İkinci Dünya Savaşı sonrasında anti-emperyalist akımları başa getiren bu 
baskıcı yapılar genellikle meşruiyetini halk iradesinden değil sömürgeci 
güçlere karşı verilen bağımsızlık mücadelesinden almaktadırlar. Nasırizm, 
Baasçılık ve Kaddafi örnekleri bu durumu iyi yansıtır. Tunus’taki devrimden 
Kaddafi’nin çok rahatsız olması bu yüzden şaşırtıcı değildi. 

Suriye Krizi’nde, İslam ülkeleri arasında demokratik bir ülke olması 
dolayısıyla özgün bir yeri olan Türkiye’nin Suriye halkı için demokrasi 
talebiyle dış politika çıktılarını belirlemesi doğaldır. Aynı tutumu demokratik 
geçişte büyük bedel ödemiş Tunus hükümeti de sergilemiştir. Endonezya 
ve Filistin gibi demokrasi yolunda görece mesafe almışİslam ülkeleri de 
Suriye’deki demokrasi mücadelesine sempati ile bakmışlardır. Mısır’ın da 
halk olarak Suriye Devrimi’ne sempati ile yaklaşması normaldir. Ancak, 
henüz demokratik bir hükümet yerine Yüksek Askeri Konsey’in ve onun 
görevlendirdiği eski siyasetçilerin görev başında olması Suriye demokratik 
hareketine destek vermesine engel olmaktadır. Malezya’da bile demokrasi 
belli düzeye ulaşmış olsa da hükümet aleyhinde gösterilerin yapılması9 başka 
yerlerdeki demokratik gösterilerin desteklenmesine engel olmaktadır. 

< Suriye Krizi’nde, İslam ülkeleri arasında demokratik bir ülke olması dolayısıyla özgün bir yeri olan Türkiye’nin Suriye halkı için demokrasi talebiyle dış politika çıktılarını belirlemesi doğaldır. Aynı tutumu demokratik geçişte büyük bedel ödemiş Tunus hükümeti de sergilemiştir. SDE Analiz >

Suriye Krizi’ne destek olan Körfez’deki Arap ülkeleri demokratik kaygılarla 
değil daha çok stratejik gerekçelerle yaklaşmaktadırlar. Özellikle zengin 
Körfez ülkeleri İran tehdidinden büyük rahatsızlık duymaktadırlar. Bu tehdit 
algısında İran’ın ideolojik farklılığı, nükleer sevdası ve bölgedeki Şiileri 
tahrik etmesi önemli rol oynamaktadır. Ayrıca, Bahreyn hariç bu ülkeler 
büyük bir protesto dalgasıyla karşılaşmadıkları için bölgedeki hareketlilikten 
etkilenmeyecekleri düşüncesindedirler. Bu algı, Körfez ülkelerinin Suriye 
Devrimi’ne destek vermesini kolaylaştırmaktadır. 

Türkiye bir demokrasi olduğu için demokratik devrimleri kolay destekleyebildiği gibi İran da tam tersine demokrasiden uzaklaştıkça demokratik hareketleri desteklemesi zorlaşmaktadır. İran’ın Suriye rejimiyle ideolojik olmasa bile mezhepsel yakınlığı bulunmaktadır ve ulusal çıkarlar yüzünden Suriye’de demokrasiyi değil Baas rejimini desteklediği  bilinmektedir.  

< Arap Baharı konusunda en ilginç tavır Irak’tan gelmiştir. Şekil yönü daha ağır 
bassa da bir demokratik süreçle başa gelen Nuri el-Maliki, Mısır ve Tunus devrimlerine destek verirken, terör, istikrasızlık ve temel hizmetler konularında 
sorun yaşanan Irak’ta gösterilerin başlaması tedirginlik yaratmıştır. SDE Analiz  >

Irak, Suriye ve Lübnan hattındaki Şii etkisinin kaybolma 
tehlikesini de gördüğü için bu rejime destek vermektedir. İran’ın tavrını 
etkileyen diğer bir sebep ise protestoların ülkesine sıçramasından duyduğu 
endişedir. Özellikle son iki seçime hile karıştığı söylentileri ve sonrasında 
ortaya çıkan büyük protestolar olması bu tehlikeyi artırdığı için İran 
Suriye’deki krizin demokratik bir süreçle çözümlenmesi noktasında olumsuz 
tavır içerisindedir. Ancak Mısır’da İsrail yanlısı Mübarek’in düşmesi veya 
Şii nüfusun etkili olacağı Bahreyn’deki muhalif gösterilerde gözlemlendiği 
gibi İran, ulusal çıkarları ile uyumlu olduğunu düşündüğü protestoları 
desteklemekten de geri durmamaktadır. 

Arap Baharı konusunda en ilginç tavır Irak’tan gelmiştir. Şekil yönü daha 
ağır bassa da bir demokratik süreçle başa gelen Nuri el-Maliki, Mısır ve 
Tunus devrimlerine destek verirken, terör, istikrasızlık ve temel hizmetler 
konularında sorun yaşanan Irak’ta gösterilerin başlaması tedirginlik yaratmış 
ve demokrasi yanlısı tutum değişmeye başlamıştır. Irak’ın tutumunda son 
zamanlarda İran etkisinin giderek artması da etkili olmuştur. Özellikle, 
Suriye’de dış müdahale ile demokrasi gelmesine karşı çıkmaktadır. Hâlbuki 
Irak’a demokrasi gelmesi de ABD ve müttefiklerinin müdahalesiyle olmuş ve 
Saddam’ın Baas rejimi yıkılarak demokratik süreç başlamıştı. 

İKÖ ve Suriye 

Suriye Krizi’nde çözüm yolunda daha büyük rol oynaması gereken kuruluş 
İslam İşbirliği Örgütü’dür. Bırakın masum insanların düzenli ordu tarafından 
her gün öldürülmesini, İslam coğrafyasında yaşanan bu insanî kriz yalnızca 
kınamayla ve beyanatlarla geçiştirilmeyecek kadar ciddi bir sorundur. 
Ayrıca, Suriye Krizi çözülmediği için bir iç savaşa ve bölgesel çatışmaya 
dönüşme riski de taşımaktadır. 

Suriye Krizi’ne çözüm bulunma sürecinde etkili olması beklenen 
kurumlardan birisi de İslam İşbirliği Örgütü’dür. Suriye Krizi her açıdan 
İslam İşbirliği Örgütü’nün müdahale etmesi gereken bir sorundur. Ayrıca, 
İKÖ Başkanı’nın bir Türk bilim adamı olması ve doğal olarak Türkiye’nin 
önemsediği konuları belli düzeyde önemsemesi beklenen bir kurum olması 
dolayısıyla da hem İKÖ’nün daha fazla sorumluluk alması gerekir hem de 
sorunun çözümüne destek anlamında katkı sağlamalıdır. 

Suriye gibi diktatör rejimlerinin en büyük dayanağı uluslararası meşruiyettir. İslam Dünyası’nın şemsiye kuruluşu olması beklenen İslam İşbirliği Örgütü’nün İran gibi Suriye rejimine destek olan üyeleri de vardır. 

Ancak bu ülke kamuoylarının Suriye’de sivillere yapılan muameleye karşı 
tepkili olmasını beklemek zor değildir. Suriye’nin kınanmasına bazı 
İslam ülke yönetimleri destek olmasalar bile kamuoyu desteğiyle bu yapılabilir. 
Diğer bir ifade ile başkanlık düzeyinde Suriye’de sivillere yapılan baskı ve 
saldırıların kınanması mümkündür. Rusya, Çin ve İran desteğinden cesaret 
alan rejimin yalnızlaştırılması ancak meşruiyetini kaldıracak bir hareket tarzı 
benimsemekle olabilir. 

İKÖ, Esed rejiminin gitmesi yönünde tavır takınmak istemiyorsa en azından 
birbirine üstün gelmeleri zor olması dolayısıyla çok can kaybına yol açacağı 
anlaşılan taraflar arasında diyalog zemini geliştirebilir. Çok kan döktüğü 
için yenildiğinde intikamdan korkan ve bu yüzden eski politikalarına devam 
eden Esed rejimine güvenli çıkış için yol gösterebilir. Yine bir şemsiye 
kuruluş olarak İKÖ siyasi tutumdan uzak insani bir misyon benimseyebilir. 

Bu yöntem İKÖ etkisi olmadan Yemen’de denendi ve bir çıkış yolu bulunabildi. 
Suriye’de uluslararası güçlerin birbirini bloke etmeleri dolayısıyla bu rolü 
oynama fırsatı bulunmaktadır. 

İslam Konferansı Örgütü şu anda daha çok sığınmacılara mali yardım gibi 
küçük ölçekli yaraları sarma faaliyetleri yürütmektedir. Hâlbuki yaraları 
sarmak yerine savaşı durduracak çözümler aramak için daha aktif ve etkili 
politikalar üretmesi gerekmektedir. Soruna taraf olmuyorsa bile sorunun 
çözümü için daha fazla irade oluşmasında ilgili taraflara baskı ve çağrı 
yapılmasına engel olan bir durum yoktur. Esed rejimi daha yerinden 
kımıldamadan Libya Krizi’nden ölenlerin yarısına yakın insan Suriye’de 
hayatını kaybetmiştir. Ancak, dünya kamuoyu ve İslam Dünyası Libya’ya 
gösterdiği hassasiyeti Suriye Krizi’nden esirgemektedir. İKÖ’nün söyleminin 
ve çağrılarının çözüm yönünde iradenin güçlenmesinde ciddi bir katkısı 
olacaktır. 

İKÖ’nün her durumda Suriye’de daha büyük bir krize ve kriz sonrasına 
kendisini hazırlaması gerekir. Çünkü büyük çatışmalardan sonra rejim 
devrildiğinde iç savaş, katliamlar, intikam ve toplu cezalandırma olmasın 
diye rol üstlenmesi gerekli olacaktır. Ülkedeki demokratik sürece destek 
veren Suriye’nin Dostları Grubu’nu oluşturan ülkeler arasında pek çok 
Müslüman ülke olması gerçeğinin üzerine faaliyetlerini inşa edebilir. Ayrıca, 
diğer ülkelerle de yapılacak faaliyetleri koordine etme fırsatı doğacaktır. 
Böyle bir insani soruna neden karıştığını kimse sorgulayamayacaktır. Suriye 
Krizi, İslam Konferansı Örgütü’ne dünya çapında etkinliğini ve meşruiyetini 
artırmasına yardımcı olacak bir fırsat da sunmaktadır. 

< İKÖ’nün her durumda Suriye’de daha büyük bir krize ve kriz sonrasına kendisini hazırlaması gerekir. 
Çünkü büyük çatışmalardan sonra rejim devrildiğinde iç savaş, katliamlar, 
intikam ve toplu cezalandırma olmasın diye rol üstlenmesi gerekli olacaktır. 
SDE Analiz  >


Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 5

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 5



Çin’in Suriye Politikası ve Çözüm Planı 


Doç. Dr. Erkin EKREM 

< Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Ekim 2011, 4 Şubat 2012 ve 17 Şubat 2012 
tarihlerinde sunmuş olduğu Suriye’ye yönelik yaptırım kararlarına karşı 
çıkmıştı ayrıca 1 Mart ve 23 Mart 2012 tarihlerinde BM İnsan Hakları 
Komisyonu’nda Suriye’deki insan hakları durumu ile ilgili karar taslağına da ret oyu vermişti. SDE Analiz >

21 Mart 2012’de BM Güvenlik Konseyi, BM-Arap Birliği’nin Suriye özel 
temsilcisi Kofi Annan’ın sunduğu altı maddelik öneriye destek vermiştir. 
Kofi Annan’a tam destek verilen başkanlık açıklamasında, Suriye’nin 
egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne de güçlü 
destek verilmişti. Bu açıklamada, Suriye hükümetine ve muhalefete, Annan 
ile Suriye krizine barışçıl çözüm bulma yolunda iyi niyet içinde işbirliği 
yapmaları, beraber çalışmaları ve altı maddelik öneriyi tamamen ve derhal 
uygulamaları çağrısında bulunulmuştu. Başkanlık açıklamasında, Suriye’de 
yaşanan tüm şiddetin ve insan hakları ihlallerinin derhal durdurulması, 
insanî yardımın sağlanması ve demokratik, çoğulcu ve eşitlikçi bir siyasi 
sistemin oluşturulması için Suriyeliler tarafından yürütülecek olan siyasî 
geçiş sürecinin kolaylaştırılması yönünde destekleneceği ifade edilmektedir. 
BM-Arap Birliği’nin Suriye özel temsilcisi Annan, misyonuyla ilgili olarak 
Güvenlik Konseyi’ne uygun görünen bir tarihte bilgi verileceğini ve bu 
bilgiler ışığında Güvenlik Konseyi’nin uygun şekilde başka adımlar atmayı 
da düşüneceğini açıklamıştır. Yani Şam hükümeti, Annan’ın altı maddelik 
önerisini tamamen uygulamadığı takdirde Suriye’ye yeni yaptırım kararı 
çıkmasına yol açacaktır. Çin de Annan’ın söz konusu planına destek vermiş 
ve Çin’in destek verdiği bu planın uluslararası kamuoyunda olumlu tepkiler 
aldığı anlaşılmaktadır. 

Fakat Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Ekim 2011, 4 Şubat 2012 ve 17 Şubat 
2012 tarihlerinde sunmuş olduğu Suriye’ye yönelik yaptırım kararlarına 
karşı çıkmıştı. Çin, ayrıca 1 Mart ve 23 Mart 2012 tarihlerinde BM İnsan 
Hakları Komisyonu’nda Suriye’deki insan hakları durumu ile ilgili karar 
taslağına da ret oyu vererek karşı çıkmıştı. Dolayısıyla Batı ülkelerinin Çin’in 
geçmişteki bu tutumundan dolayı Annan’ın barış planına karşı Çin ve 
Rusya’nın engellerine uğrayacağına dair endişeleri vardı. Çin’in Annan’ın 
sunduğu teklife destek vermesinin nedenleri ise, BM Güvenlik Konseyi 
Başkanlığı’nın açıklamasında tek taraflı Suriye’ye baskı yapmamış, kınama 
sözcüğü yer almamış ve Suriye rejimini değiştirme ifadesi kullanılmamıştır. 
Yani, tehdit ve yaptırım veya içişlerine müdahale gibi BM tüzüğünün ve 
uluslararası ilişkilerin ilkelerine aykırı olan terimler kullanılmamış olarak 
gösterilmektedir. Ayrıca, Çin’e göre, Başkanlık açıklamasında BM Güvenlik 
Konseyi’nin Suriye egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstereceğini 
vurgulayarak BM tüzüğünün amaçları ve ilkelerini yerine getirmiştir. 

Neticede Batılıların Suriye sorunu üzerindeki tutumu değişmiştir ve büyük 
ölçüde geri adım atılmış, Çin ve Rusya’nın adil duruşundan böyle bir 
sonuca varılmıştır. Bazı Çinli uzmanlara göre, Güvenlik Konseyi Başkanlık 
açıklamasında yer alan ifadeler Çin’in sunduğu tekliflerle örtüştüğü 
için Pekin hükümeti Annan teklifini kabul etmiştir. Çin’in Suriye sorunu 
üzerindeki görüşünün ve tutumunun uluslararası kamuoyu tarafından kabul 
ettiğini ileri sürmektedir. Bazıları Çin’in çabalarıyla Suriye krizinin olumlu 
yöne doğru değiştiğini ileri sürerken, bazıları bütün bu gelişmelerin Çin’in 
başarısı olarak vurgulamaktadır. Çin uzmanlarına göre, Çin ve Rusya’nın 
çabası Suriye krizinin siyasî çözümü için zaman ve mekân kazandırmıştır, 
Çin ve Rusya’nın çabaları olmasaydı, Annan’ın diplomasi girişimleri 
gerçekleşemezdi ve Suriye’nin durumu bambaşka bir tablo ile karşı karşıya 
kalacaktı. Ancak, Batı ülkeleri Çin ve Rusya’nın Annan barış planına destek 
vermesinin nedenini bu iki ülke’nin Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’ın 
uygulamasına karşı sabırlarının tükendiğine yönelik olarak yorumlanmıştır. 

< Batılıların Suriye sorunu üzerindeki tutumu değişmiştir. Çin ve Rusya’nın 
adil duruşundan böyle bir sonuca varılmıştır. Bazı Çinli uzmanlara göre, Güvenlik Konseyi Başkanlık açıklamasında yer alan ifadeler Çin’in sunduğu tekliflerle örtüştüğü için Pekin hükümeti Annan teklifini kabul etmiştir. 
SDE Analiz >

Çin’in BM Daimi Temsilcisi Li Baodong, söz konusu Başkanlık açıklamasını 
Güvenlik Konseyi’nin ortak sesini yansıtması olarak yorumlamış ve Suriye 
sorununun siyasî çözümü yolunda olumlu bir adım atıldığını beyan etmiştir. 
Li Baodong’a göre, Çin, Suriye’deki gelişmelerle ciddi ilgilenmektedir; Çin 
her zaman Suriye’nin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğüne saygı 
gösterilmesini savunuyor, Suriye halkının siyasal tercihine saygı gösteriyor 
ve siyasî diyalog yoluyla adaletli, barış ve uygun bir şeklide Suriye krizinin 
çözülmesi görüşündedir. Suriye meselesinin nihai olarak Suriye halkının 
takdiri ile karar verileceğini ifade eden Li Baodong, Suriye’ye yönelik 
herhangi bir dış gücün askerî müdahalesine veya zorla rejim değişikliğine 
izin verilmemesi gerektiğini de vurgulamaktadır. Li Baodong, Çin’in 
Suriye üzerindeki çıkış noktasının BM tüzüğünün amaçları ve ilkeleriyle, 
uluslararası ilişkilerin temel ilkelerini korumaktır, Suriye halkının kendi 
işlerine kendilerinin karar vermesi hakkını savunmaktır, bu Ortadoğu 
bölgesinin barışı ve istikrarı ve dünyanın barış ve huzurunu sağlamaktır diye 
açıklamıştı. 

< Çin’e göre, Suriye’nin geleceği ve kaderine, sadece Suriye halkının takdirine göre karar verilmelidir. Çin özel temsilcileri Çin’in Suriye üzerindeki tutumunun Arap ülkelerle aynı olduğu mesajını vermeye de çalışmıştı. SDE Analiz >

Çin daha önce, Suriye ile ilgili bazı teklifnamelere karşı çıkmış, ancak 
çözüm planlarını ortaya koymamıştı. 4 Şubat 2012 tarihinden sonra Çin 
hükümeti önce Suriye muhalif gruplarını Pekin’e davet ederek görüşlerini 
almaya çalışmış ve sonra 10 Şubat’tan itibaren bölge ülkelerine özel elçi 
göndererek bu ülkelerin Suriye tutumunu öğrenmeye ve fikir alışverişinde 
bulunmaya başlamıştı. 17 Şubat’ta Suriye’ye özel elçi gönderen Çin, 
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’in görüşlerini almaya çalışmıştır. 6-7 
Mart tarihlerinde Suriye, 10-14 Mart tarihlerinde Arap ülkelerine tekrar 
özel elçi göndermiştir. Pekin hükümeti bu diplomasi girişimleri ile 
Suriye’deki tarafların bütün şiddeti hemen ve tam bırakmasını ve önkoşulsuz 
görüşmelerini, kapsamlı siyasî reform programı ve mekanizması hakkında 
müzakereleri başlatmasını önermiştir. Çin’e göre, Suriye’nin geleceği ve 
kaderine, sadece Suriye halkının takdirine göre karar verilmelidir. Çin özel 
temsilcileri Çin’in Suriye üzerindeki tutumunun Arap ülkelerle aynı olduğu 
mesajını vermeye de çalışmıştı. Çin’in bu yoğun diplomasi girişimi etkili bir 
sonuç yaratmamış olabilir, ancak Suriye sorununda kendisinin var olduğunu 
kanıtlamaktadır. Bu esnada Çin hükümeti Suriye’ye yönelik insanî yardım 
yapma kararı da almıştır. Çin’in kapsamlı Suriye çözüm planı 4 Mart’ın gece 
yarısında beyan edilmiştir. 

< Çin, BM’in öncü rol oynamasını ve insanî yardımı koordine etmesini destekler. 
Yani Suriye egemenliğine saygı göstermek şartı ile BM veya Suriye taraflarının 
kabul edebileceği tarafsız bir örgüt Suriye’deki insanî durum üzerinde objektif ve kapsamlı değerlendirme yapmalıdır. SDE Analiz  >

Kofi Annan’ın Altı Maddelik Teklifi  ve < Çin’in Altı Maddelik Teklifi  > kARŞILAŞTIRALIM..,


Kofi Annan’ın Altı Maddelik Teklifi 
1. Suriyeli halkın meşru taleplerine ve endişelerine yanıt verecek şekilde
Suriyeliler tarafından yürütülecek ve herkesi kapsayacak siyasi süreç için
özel temsilciyle (Annan) çalışmayı taahhüt etmek ve bu amaçla gerekirse
(müzakereler için) bir temsilcinin atanmasına onay vermek.

< Çin’in Altı Maddelik Teklifi  >
1. Suriye Hükümeti ve ilgili taraflar derhal kapsamlı ve koşulsuz bütün şiddet
eylemlerine son vermelidir, özellikle masum sivillere karşı şiddet eylemleri
durdurulmalıdır. Suriye’deki taraflar şiddet içermeyen yollarla siyasî iradesini
ifade etmelidir.

Kofi Annan’ın Altı Maddelik Teklifi 
2. Saldırıları bırakıp, BM tarafından gözetilecek ateşkesin derhal sağlanması,
bu amaçla öncelikle Suriye hükümetinin, halkın yaşadığı bölgelerde ağır silahların kullanılmasına son verilmeli ve askerlerin geri çekilmesi;
muhalefetin (ve Suriye’deki diğer unsurların) saldırıları bırakıp ateşkesin sağlanması için işbirliği yapılması çağrısı yapılıyor.

< Çin’in Altı Maddelik Teklifi  >
2. Suriye’deki taraflar, uzun vadeli ulusal çıkarlarını ve halkın menfaatlerini esas
alarak BM ve Arap Birliği’nin Suriye temsilcisinin tarafsız çabaları çerçevesinde,
önkoşulsuz, varsayılan sonuçları olmayan ve kapsayıcı siyasî diyaloga girmeli dir. Ulusal istikrar ve sosyal düzeni sağlamak için kapsamlı ve ayrıntılı
reformun yol haritası ve takvim üzerinde mutabakata varılmalı ve uygulamaya
konulmalıdır.

Kofi Annan’ın Altı Maddelik Teklifi 
3. İnsani yardımın gerekli olan her yere ulaşabilmesi için ilk adım olarak derhal
uygulanmak üzere günde 2 saat insani yardım için çatışmaların durdurulması
isteniyor.

< Çin’in Altı Maddelik Teklifi  >
3. Çin, BM’n öncü rol oynamasını ve insanî yardımı koordine etmesini destekler.
Yani Suriye egemenliğine saygı göstermek şartı ile BM veya Suriye taraflarının
kabul edebileceği tarafsız bir örgüt Suriye’deki insanî durum üzerinde objektif
ve kapsamlı değerlendirme yapmalı ve insanî yardımın teslim ve dağıtımı sağlanmalıdır. Çin, Suriye halkına insanî yardım sağlamaya hazırdır. Çin, insanî
meseleyi bahane ederek Suriye’nin içişlerine karşı herhangi bir müdahaleyi
kabul etmemektedir.

Kofi Annan’ın Altı Maddelik Teklifi 
4. Keyfi olarak tutuklanan ve gözaltına alınanların serbest bırakılması talep
ediliyor.

< Çin’in Altı Maddelik Teklifi  >
4. Uluslararası toplumun tarafları, Suriye’nin bağımsızlığı, egemenliği ve
toprak bütünlüğüne samimiyetle saygı göstermelidir; Suriye halkının siyasî
düzen ve kalkınma yolunu tercih etme haklarına saygı gösterilmelidir. Bu şekilde
Suriyeli siyasî gruplar için diyalog koşullarının yaratılmasına ve gerekli yapıcı yardımın sağlanmasına katkılarda bulunacaktır, bununla birlikte tarafların
görüşme sonuçlarına saygı gösterilmelidir. Çin, Suriye’ye yönelik askerî
müdahale veya zorla rejim değişikliği girişimlerine karşıdır; tehdit veya yaptırım
uygulamanın, sorunun çözüme kavuşmasına katkısı yoktur.

Kofi Annan’ın Altı Maddelik Teklifi 
5. Gazetecilerin ülke içinde serbestçe dolaşmalarının sağlanması isteniyor.

< Çin’in Altı Maddelik Teklifi  >
5. Çin, Suriye’deki krize ilişkin olarak BM ve Arap Birliği’nin ortak atanan temsilcisi karşılamaktadır ve Suriye krizinin siyasal çözüm için oynayacağı yapıcı rolünü desteklemektedir. Çin, Arap ülkeleri ve Arap Birliği’nin kriz için siyasî çözüm arayışı konusunda yapılan olumlu çabalarını desteklemektedir.

Kofi Annan’ın Altı Maddelik Teklifi 
6. Barışçıl toplanma ve protesto hakkına saygı duyulması talep ediliyor.

< Çin’in Altı Maddelik Teklifi  >
6. Güvenlik Konseyi’nin üyeleri BM tüzüğünün amaçları ve ilkeleriyle, uluslararası ilişkilerin temel ilkelerine uymalıdır. Güvenlik Konseyi’nin Daimi Üyesi olarak Çin, sadakatle kendi görevini yerine getirecektir, diğer taraflarla birlikte Suriye krizinin siyasî çözümü için eşit düzeyde, sabırlı ve kapsamlı istişare etmeye devam edecektir ve Güvenlik Konseyi’nin birliğini korumak için çaba gösterecektir.

...

< Rusya’dan olumlu tepkileri alan Annan, 26 Mart günü Moskova havaalanından 
Pekin’e doğru giderken Suriye krizinin sonsuza dek devam etmeyeceğini ve 
Suriye yönetiminin dönüşüm rüzgârlarına karşı gelemeyeceğini beyan etmiştir. 
SDE Analiz  >

Çin’in Suriye krizine yönelik çözüm planında Çin’in izlediği Suriye politikasını hülasa etmek mümkündür: 

-Suriye sorununa, BM tüzüğünün amaçları ve ilkeleriyle, uluslararası 
ilişkilerin temel ilkeleri çerçevesinde çözüm bulunmalıdır; 
-Suriye sorununu siyasî ve diplomasi yöntemiyle sonuca kavuşturma ve 
yabancı güçlerin rejim değiştirme amacıyla her türlü müdahalesine 
karşıdır; 
-Suriye muhalifleri dâhil Suriye hükümetinin de şiddet kullanmasını 
tasvip etmemekte ve reform yapmasını önermektedir;  Çin’in bu politikasının temelinde birçok güvenlik, ekonomik (enerji) ve jeopolitik kaygılar yatmaktadır. 

Annan’ın Ziyareti ve Çin’in Suriye Politikası 

BM-Arap Birliği’nin Suriye özel temsilcisi Annan, barış planını gerçekleştire  bilmek için Rusya ve Çin ziyareti gündeme gelmiştir. Rusya’dan olumlu tepkileri alan Annan, 26 Mart günü Moskova havaalanından Pekin’e doğru giderken Suriye krizinin sonsuza dek devam etmeyeceğini ve Suriye yönetiminin dönüşüm rüzgârlarına karşı gelemeyeceğini beyan etmiştir. 27 Mart’ta, Çin Başkanı Wen Jiabao ile görüşen Annan Çin’in de desteğini almıştır. 

Çin Başbakanı Wen Jiabao, Suriye hükümeti ve ilgili taraflara yönelik ikna etme girişimini arttıracağını ve onların bu önemli fırsatları kaçırmadan gerçek uygulamalarla özel temsilcinin çabalarına olumlu yanıt vermesini ve verdiği sözü tutmasına dair çaba göstereceğini ifade etmişti. 

Suriye krizinin Suriye halkına felaket getirdiğini ve Ortadoğu bölgesinin 
barış ve istikrarını da etkilediğini belirten Başbakan Wen Jiabao, şu anda 
acil yapılması gereken işlerin Suriye tarafları arasında ateşkesin sağlanması 
ve diyalogun başlatılması ve bu çerçevede uluslararası insani yardımla 
barışçıl çözüm sürecinin temelinin hazırlanması olduğunu ifade etmiştir. 
Başbakan Wen Jiabao’ya göre, Suriye’de uzun vadeli barışın sağlanabilmesi 
için Suriye halkının reform arzusu yerine getirilmelidir, onların yasal hakları 
korunmalıdır, ekonomik kalkınması sağlanmakla halkın iktisadi hayatı 
düzeltilmelidir. Bunları yapabilmek için Suriye hükümeti ile ilgili tarafların 
ortak çabalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Neticede Suriye’nin kaderi Suriye 
halkının kararıyla olacaktır. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hong Lei’nin 
28 Mart’taki basın toplantısında, uluslararası kamuoyunun Suriye barışı ve 
istikrarı için zemin hazırlaması gerektiği de ifade edilmiştir. 

< Özel temsilci Annan’ın Çin ziyareti sırasında, Suriye hükümetinin Annan Barış 
Planı’nı kabul ettiğini açıklamıştır. 
Beşşar Esed yönetimini bir ölçüde destekleyen Rusya ile Çin’in Annan Barış 
Planı’na olumlu bakması Suriye hükümetinin bu kararı almasına neden olmuş 
olabilir. SDE Analiz  >

Özel temsilci Annan’ın Çin ziyareti sırasında, Suriye hükümetinin Annan 
Barış Planı’nı kabul ettiğini açıklamıştır. Beşşar Esed yönetimini bir ölçüde 
destekleyen Rusya ile Çin’in Annan Barış Planı’na olumlu bakması Suriye 
hükümetinin bu kararı almasına neden olmuş olabilir. Aslında Rusya, 
Annan planı Güvenlik Konseyi’nde kabul etmesinden önce ve sonra Suriye 
yönetimine dolaylı baskı yapmaya başlamıştı. 16 Mart’ta Moskova hükümeti, 
Beşşar Esed yönetiminin özel temsilci Kofi Annan ile işbirliğine ikna etmeye 
çalışacağını bildirmiş ve 20 Mart’ta, Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, 
Kofi Annan’ın Suriye için hazırladığı barış planını desteklemeye hazır 
olduğunu açıklamıştı. Lavrov, çıkarılacak karar tasarısının Beşşar Esed 
hükümeti için bir ültimatom niteliği taşımaması gerektiğini ifade ederken, 
25 Mart’ta Annan’ı kabul eden Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev, 
Annan’ın misyonunun Suriye’de sivil savaşı önlemek için son şans olduğunu 
söylemiştir. Çin Başbakanı Wen Jiabao da bu önemli fırsatı kaçırmama 
uyarısını yapmıştır. Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hong Lei’nin 28 Mart’taki 
basın toplantısında Suriye hükümetinin bu önemli fırsatı yakalamasının 
önemini vurgulamıştır. Bununla birlikte Arap Birliği’nin Bağdat zirvesinde 
Annan Planı’na destek vereceğini beyan etmiştir. Her şeye rağmen Beşşar 
Esed yönetiminin Annan Planı’nı kabul etmesi uluslararası kamuoyuna umut 
vermiştir. Ancak, Suriye muhalifleri Esed yönetimine güvenmediği için söz 
konusu planın nasıl uygulanabileceği merak konusu olmuştur. 

Çin’in Annan Planı’na verdiği desteği, Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü 
Hong Lei’nin 30 Mart’taki basın toplantısında Suriye’ye yönelik arttırmış 
olduğunu baskıdan anlamak mümkündür. Hong Lei’ye göre, Çin tarafı 
Suriye hükümetinin Annan’ın altı maddelik planına verdiği olumlu cevabı 
karşılamaktadır, Suriye tarafının en kısa sürede uygulamaya geçmesini 
umuyoruz. Aynı zamanda Çin tarafı, Suriye muhaliflerinin Annan Planı’na 
derhal ve ciddiyetle yanıt vermesi ve şiddetin tamamen durdurulması ve 
siyasî diyalogun başlatılması için gerekli koşulların oluşturması için çağrıda 
bulunuyor. Bununla birlikte, uluslararası toplumun ilgili tüm tarafların 
Annan’ın çabalarını desteklemesini umuyor ve Suriye sorununun adil, 
barışçıl ve uygun çözümü için katkılarda bulunmalıdır. Suriye sorununun 
çözümü ile ilgili Çin, artık kendi altı maddelik planın yerine Annan Planı’nı 
ciddi olarak desteklemeye başlamıştır. 

Annan ve Çin Planların Uygulama Güçlükleri 

< Gerek Annan barış planı, gerekse Çin’in çözüm planı, ideal bir plan olmasına rağmen uygulanmasında birçok zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır. 
Özellikle Annan Planı’nı kabul eden Suriye hükümetinin nasıl bir uygulama  sergileyeceği şüphelidir. SDE Analiz  >

Gerek Annan barış planı, gerekse Çin’in çözüm planı, ideal bir plan olmasına 
rağmen uygulanmasında birçok zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır. 
Özellikle Annan Planı’nı kabul eden Suriye hükümetinin nasıl bir uygulama 
sergileyeceği şüphelidir. Nitekim Esed yönetimi tarafından kabul edilen 
ve Rusya ile Çin tarafından da uygun görülen Annan Planı’nın Suriye’de 
devam eden şiddetlerden dolayı uygulamasının zor olduğu işaret 
edilmektedir. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, Annan Planı’nı uygun 
şartla uygulanacağının sinyallerini vermiştir. Suriye lideri Esed 30 Mart’ta 
Hindistan’da düzenlenen BRICS toplantısına mektup yazarak, Annan Planı’nın 
uygulanabilmesi için önce Suriye’deki terör bataklığının kurutulması, terör 
faaliyetlerinin durdurulması, bazı ülkelerin Suriye muhaliflerine para ve 
silah yardımının kesilmesi gerektiğini belirtmiştir. Suriye lideri Esed’e göre 
bazı komşu ülkeleri Suriye’deki teröristlere kolaylık sağlamaktadır. Yani bu 
sorunlar çözülmeden Annan Planı’nın uygulanmasının imkânı yoktur. Suriye 
yönetiminin bu tutumu Çin’in Suriye’ye uygulanan politikası ve önerdiği 
planı ile de aykırıdır. Annan Planı başarısız olduğu halde Güvenlik Konseyi 
Başkanlık Açıklaması’nda ifade edildiği gibi yeni adımlar uygulanacaktır. 

Uluslararası kamuoyunda Annan Planı’nın uygulanmasına ilişkin kuşkular 
vardır. Esed yönetiminin destekçisi olarak görünen Çin kamuoyunun da 
şüpheleri vardır. Bazı Çinli uzmanlara göre, Annan’ın barış girişimleri 
birçok zorluklarla karşı karşıya kalmaktadır, önemli sorundan biri şiddetin 
nasıl durdurulacağıdır. Yani hükümet ile muhaliflerin hangileri önce ateşkes 
yapacak ya da aynı anda mı ateşkes yapacaklardır? Batılılar Beşşar Esed 
yönetiminin önce ateşkes yapmasını istemekte, gelişmelere göre Suriye 
muhaliflerin silah bırakıp bırakmamasına bakacağını belirtmektedir. 

Diğer bir önemli sorun ise Suriye’de reform mu yapılacağı yoksa rejim değişikliği mi yapılacağıdır. Çinli uzmanlara göre, Batılılar rejim değişikliği peşindedir ve kendilerinin siyasî çıkarlarının gerçekleşmesi için uğraşmaktadır. Dış güçlerin desteğini alan Suriyeli muhaliflere dış destek arttıkça hükümet ile 
uzlaşmaya yanaşmamaktadır. Bu çerçevede bazı Çinli yorumcular, Annan 
Planı’nın gerçekleşmesine kuşku ile yaklaşmaktadır, bazıları Suriye’nin 
geleceğinin belirsiz olduğu kanaatindedir. Çinli yorumcular Suriye hükümeti 
ile muhalefetlerin uzlaşacağından da şüphe duymaktadır. Çin uzmanlarına 
ve yorumcularına göre Annan Planı’nın işlememesi durumunda, Çin’in 
Suriye planını da hayata geçirmesi zor olacaktır. 

< Çin tarafı, en çok Batı ülkelerinin Suriye’ye yönelik askerî müdahalesinden 
endişe duymaktadır. Şu ana kadar bir askerî müdahale hazırlığı yoktur, ancak Esed’in istifa etmesi talep edilmektedir. ABD de henüz bir askerî operasyona karar vermiş değildir. SDE Analiz  >

Çin tarafı, en çok Batı ülkelerinin Suriye’ye yönelik askerî müdahalesinden 
endişe duymaktadır. Şu ana kadar bir askerî müdahale hazırlığı yoktur, 
ancak Esed’in istifa etmesi talep edilmektedir. ABD de henüz bir askerî 
operasyona karar vermiş değildir. Buna rağmen Çin uzmanları böyle bir 
ihtimalin mevcut olduğunu sürekli vurgulamaktadır ve sonuçta Suriye’nin 
ikinci Libya olacağını ileri sürmektedirler. Çinli uzmanlar, Libya askerî 
müdahalesinden iki ibret çıkarmıştır: siyasî dönüşümün acele başlaması 
kargaşa ve felaket getirmiştir ve Batılıların Ortadoğu’daki silahlı askerî 
müdahaleleri sadece yıkıcı sonuçlar getirmektedir. Çinli yorumculara göre 
Batılılar Beşşar Esed yönetimine son vermek istiyor, muhalifler hükümetin 
yerel seçim sonuçları kabul etmiyor ve hükümet ile arasında güven sağlanmış 
değil ve iç savaş ortamı giderek gerginleşmektedir. Böyle bir ortamda siyasal 
çözüm sürecini başlatması fevkalade zor olacaktır. Bazı Çinli uzmanlara 
göre dış güçler henüz silahlı müdahale niyetinden vazgeçmiş değildir, 
sadece karar verememişlerdir. Bunun yanında Suriye muhalif güçleri kendi 
başına hareket etmektedirler ve el-Kaide örgütü de fırsatı bularak sızmış 
durumdadır. Böyle bir ortamda Annan Planı’nın uygulanması şüphelidir. 

Arap Baharı ile beraber Ortadoğu’da bir dizi siyasal değişimler yaşanmıştır. 
Bu değişimlerde Libya Modeli, Mısır Modeli ve Yemen Modeli gibi üç 
çeşit model ortaya çıkmıştı. Her üç modelin sonucunda büyük bedeller 
ödenmiştir ve ödenmeye devam etmektedir. Bazı Çinli uzmanlar Suriye 
krizinin ancak siyasal reformla çözüleceğini ileri sürerek, Suriye’nin siyasal 
dönüşümü Beşşar Esed yönetimi ile ancak gerçekleşeceğini ve tepeden 
aşağı doğru bir dizi reformla sonuç alabileceğini ortaya koymaktadır. Yani 
Annan Planı’nın sonuç alması kolay olmayacaktır. 

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 4

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 4



Fransa’nın Suriye Politikası 


Zeynep SONGÜLEN İNANÇ 

< Fransızlar her ne kadar özerklik taleplerini destekleseler ve bu itibarla zayıf federal birimler inşa etseler de 1925-1927 yılları arasında Fransa’ya karşı 
direnişte önemli rolü olan isyanlar yoğunlaşmıştır. SDE Analiz >

Osmanlı Devleti’nde on altıncı yüzyıldan itibaren merkezi yapının ve 
bölgesel otoritenin zayıflamasıyla Avrupalı devletler ve özellikle İngiltere ile 
Fransa, Suriye coğrafyasına ilgi göstermişlerdir. Ancak I. Dünya Savaşı’nın 
sonuna kadar Suriye, Osmanlı Devleti’nin yönetimi altında kalmıştır. 
1916’da gizlice bir araya gelen Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya Ortadoğu 
ve Arap topraklarının geleceğini belirleyen kararlar almışlardır. 

Sykes-Picot Antlaşması olarak bilinen bu antlaşmayla İngiltere ile Fransa, Suriye ve Lübnan’ın Fransız; Irak ve Ürdün’ün ise İngiliz nüfuzuna bırakılması 
konusunda uzlaşıya varmışlardır. Buna göre Lazkiye, Trablusşam, Beyrut 
ve Sur gibi liman şehirlerinde Fransızların yönetiminin kabul edilmesiyle 
Suriye’de kurulacak Fransız mandasına ilişkin önemli bir adım atılmıştır. 
1920’de düzenlenen San Remo Konferansı’nda Suriye Ulusal Kongresi 
tarafından seçilen Kral Faysal yönetimi (1918-1920) ve Suriye’nin bağımsızlığı 
tanınmamıştır. Konferans’ta Sykes-Picot Antlaşması’nda kararlaştırıldığı 
şekilde Arap toprakları bölünmüş ve Suriye ile Lübnan Fransız mandasına 
bırakılmıştır. 1920’den itibaren başlayan Fransız mandası döneminde 
benimsenen böl ve yönet anlayışına uygun olarak Suriye, dini ve bölgesel 
farklılıklar üzerinden siyasi olarak zayıf ve küçük özerk bölgelere ayrılmıştır. 
Böylelikle Fransızlar, Arap milliyetçiliğinin önüne geçmek ile İngilizlerin bu 
yöndeki kışkırtmalarından sakınmak ve Fransız mandasını güçlendirmek 
için altı ayrı siyasi birim kurmuşlardır. 

Buna göre Alevilerin idaresindeki Lazkiye, Dürzîlerin yoğun olduğu 
Cebel-i Dürzî, Sünni unsurlara dayanan Halep ve Şam devletleri ile 
Lübnan ve Hatay olarak bölünmüştür. Fransızlar her ne kadar özerklik 
taleplerini destekleseler ve bu itibarla zayıf federal birimler inşa etseler 
de 1925-1927 yılları arasında Fransa’ya karşı direnişte önemli rolü olan 
isyanlar yoğunlaşmıştır. Düzenin yeniden sağlanmasının ardından Fransız 
yönetimi, Milletler Cemiyeti tarafından talep edilen bir yükümlülük olarak 
“kendi kendini idare” yönünde adımlar atmış ve 1927’de “Vatan Kitlesi”nin 
kurulmasına izin vermiştir. Ayrıca Fransa, 1930’da Suriye’nin bağımsızlığını 
da Fransız mandası altında olmak koşuluyla tanımıştır. Vatan Kitlesi’nin 
önderliğinde devam eden bağımsızlık hareketleri, pek çok yerel yetkinin 
merkezi Suriye hükümetine devredilmesinde etkili olmuştur. Bunun 
üzerine Suriye’deki yerel hareketler, Fransa’dan Fransa-Suriye ilişkilerinin 
nihai hedefini düzenleyen bir antlaşma yapılmasını talep etmişlerdir. Bu 
antlaşmanın görüşmeleri devam ederken II. Dünya Savaşı’nın başlaması 
görüşmelerin sonuca ulaşmasını engellemiştir. Fransa’nın işgalinin ardından 
iktidara gelen Vichy hükümeti Suriye’ye yeni bir komiser atamışsa da Vichy 
kuvvetlerinin yenilgiye uğramasıyla Suriye, Özgür Fransa otoritelerinin 
yönetimine geçmiştir. 

< 1944’te Suriye hükümeti, 1920’den beri Fransızların kontrolünde olan gümrükler, sosyal işler, emtia vergileri, şirket imtiyazlarının kontrolü ve 
kabilelerin denetimi gibi 14 idari daireyi kendisine bağlamıştır. SDE Analiz  >

1944’te Suriye hükümeti, 1920’den beri Fransızların kontrolünde olan 
gümrükler, sosyal işler, emtia vergileri, şirket imtiyazlarının kontrolü ve 
kabilelerin denetimi gibi 14 idari daireyi kendisine bağlamıştır. Fransa ise 
sosyal ve kültürel işlerini, eğitim hizmetlerini ve güvenlikle ilgili “Levant 
Özel Kuvvetleri”nin sorumluluğunu üstlenmiştir. Fransa’nın itirazına rağmen 
Sovyetler Birliği, ABD ve İngiltere, Suriye ile Lübnan’ı egemen devletler 
olarak tanımışlar ve Fransa’ya Suriye’yi boşaltması yönünde telkinde 
bulunmuşlardır. 1945’te Suriye milli ordusunun kurulmasının ardından ittifak 
devletlerine savaş ilan edilmiştir. Takiben Suriye, kurucu üye sıfatıyla BM’ye 
kabul edilmiş ve Arap Ligi anlaşmasını imzalamıştır. Fransa ise kuvvetlerini 
çekmeden önce kültürel, ekonomik ve stratejik çıkarlarının korunmasını bir 
antlaşma ile garanti altına almıştır. II. Dünya Savaşı’nın ardından Fransa, 
Suriye’den çekilmiş ve Suriye, 1946’da Suriye Arap Cumhuriyeti adıyla 
BM’ye katılmıştır.2 

Fransa-Suriye ilişkileri, Fransız mandasının sona ermesinden sonra da yakın 
biçimde devam etmiştir. Fransa yalnızca Suriye sınırlarının belirlenmesinde 
söz sahibi olmamış; aynı zamanda devlet yönetiminin örgütlenmesinde ve 
toplumsal hayatın düzenlenmesinde doğrudan etkili olmuştur. Bu anlamda 
Fransa’nın Suriye’ye olan ilgisi azalmadan ve kimi dönemlerde siyasi 
ortama bağlı olarak artarak devam etmiştir. 1960’lı ve 1970’li yıllarda İsrail 
ile ilişkilerini mesafeli bir çerçevede yürüten Fransa, tüm Arap devletleriyle 
ve Suriye’yle işbirliğini geliştirmeye yönelmiştir. Bu dönemde Fransa’daki 
üçüncü dünyacı yaklaşımlar dış politikanın şekillenmesinde etkili olmuş 
ve sömürgecilik algısı oluşturmamak amacıyla kurumsal ve uzun vadeli 
bir strateji ortaya konulmamıştır. Ancak belirtmek gerekir ki Fransa’nın 
Suriye politikası her zaman Fransa’nın Lübnan’daki çıkarları doğrultusunda 
şekillenmiştir. 

1981’de seçilen François Mittérand döneminde Akdeniz’e ve oradan 
Ortadoğu’ya açılma hedefi belirlenmiştir. Bir başka deyişle Fransa’nın 
geçmişten getirdiği yakın bağlarının Akdeniz coğrafyasında yeniden tesis 
edilmesi amaçlanmıştır. Bu anlamda F. Mittérand, Müslüman Kardeşler’i 
destekliyor durumda olmamak için 1982 Hama katliamını sessizlikle 
karşılamıştır. 1983 yılında Lübnan’daki Fransız askerlerinin öldürülmesinde 
Suriye’nin parmağı olduğu düşünülse de 1984 yılında F. Mittérand, Suriye’ye 
bir gezi düzenlemiştir. Böylelikle Suriye yönteminin kullandığı yöntemler 
tasvip edilmese de Suriye devletine duyulan saygı ortaya konmuştur. Bu 
itibarla Fransa, Akdeniz’de etkinlik kazanmayı hedefleyen politikasını 
kesintiye uğramadan uygulamayı tercih etmiştir. 

< Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekilmesini ve Lübnan’daki Suriye  müdahalesinin sona ermesini öngören 1559 Sayılı BM Kararı’nın kabul 
edilmesiyle Fransa-Suriye ilişkilerinde bir dönüm noktası yaşanmıştır. SDE Analiz  >

Fransa ile Suriye arasındaki yakınlık 1990’larda devam etmiş ve Hafız Esed’ın 
cenaze törenine katılan tek batılı cumhurbaşkanı Jacques Chirac olmuştur. 
Buna ek olarak Fransız basınında babasının yerine geçmeye hazırlanan 
Beşşar Esed’a J. Chirac’ın koçluk yaptığı yönünde yorumlara yer verilmiştir.3 
2004 yılında Lübnan’daki iktidar tercihleri konusunda ayrı düşen Fransa ile 
Suriye arasındaki ilişkiler, J. Chirac’ın önderliğindeki diplomatik girişimle 
son derece gergin bir döneme girmiştir. Suriye askerlerinin Lübnan’dan 
çekilmesini ve Lübnan’daki Suriye müdahalesinin sona ermesini öngören 
1559 Sayılı BM Kararı’nın kabul edilmesiyle Fransa-Suriye ilişkilerinde 
bir dönüm noktası yaşanmıştır. 2005 yılında eski Lübnan başbakanı ve J. 
Chirac’ın yakın arkadaşı Rafik Hariri’nin bir suikasta kurban gitmesinin 
ardından J. Chirac, Suriye’nin diplomatik olarak tecrit edilmesi yönünde 
her türlü çabayı sarf etmiş ve Hariri suikastıyla ilgili Uluslararası Adalet 
Divanı’na başvurmuştur. 

2007 yılında Nicolas Sarkozy’nin iktidara gelmesiyle birlikte Suriye ile 
ilişkiler yeniden düzenlenmeye başlamıştır. Bu anlamda N. Sarkozy, iktidara 
gelmesinin ardından Elysée Sarayı genel sekreteri Claude Guéant ile dış 
politika danışmanı Jean-David Levitte’yi Şam’a göndererek Lübnan’daki 
başkan seçimi sürecinde Suriye ile diyalog kurulması için girişimde 
bulunmuştur. Ancak Lübnan konusunda yaşanan anlaşmazlıklar ve fikir 
ayrılıkları Şam ile temasın kesilmesiyle son bulmuştur. 2008 yılında Lübnan 
konusunda uzlaşılan zemin, Fransa cumhurbaşkanının Suriye devlet 
başkanını Akdeniz için Birlik projesi kapsamında Paris’e davet etmesiyle 
sonuçlanmıştır. Fransız devleti, Suriye devlet başkanının insan hakları 
konusunda mükemmel örnek olmadığını ve fakat çaba gösterdiğini ifade 
etmiş ve bu çerçevede Suriye ile ilişkilerin geliştirileceğini ortaya koymuştur. 
Fransa’nın Suriye ile ilişkilerini geliştirmesinin en önemli göstergelerinden 
biri 2008 yılında düzenlenen 14 Temmuz kutlamaları olmuş ve Beşşar Esed 
kutlamaları Paris’te resmi tribünden izlemiştir. 2010 yılı dâhil olmak üzere 
Şam ile Paris arasında karşılıklı geziler düzenlenmiş ve siyasi yakınlaşma 
sağlanmıştır. 

< Fransa’nın Suriye politikası diplomatik unsurlara ve diyaloga dayanmaktadır. 
Her ne kadar ikili ilişkilerde ve bölgesel meselelere bakış açısında farklılıklar olsa da asgari bir münasebetin korunmasına ve iletişim kanallarının açık tutulmasına çalışılmıştır. SDE Analiz  >

J. Chirac’ın Suriye politikası ile N. Sarkozy’nin Suriye politikası önemli 
farklılıklar barındırmaktadır. J. Chirac’ın dış politikası ABD’ye mümkün 
ölçüde meydan okumaya dayanırken (2003 yılındaki Irak müdahalesine 
karşı çıkılması gibi) N. Sarkozy, ABD’nin uluslararası alandaki rolüne ve 
önemine (1966’da General de Gaulle döneminde terk edilen NATO’nun 
askeri kanadına 2009’da geri dönülmesi gibi) dikkat çekmektedir. İran ile 
ilgili olarak J. Chirac, nükleer tehdide inanmadığını dile getirmiş ve bu 
doğrultuda Suriye’yi nükleer konularla ilgili bir aktör olarak görmemiştir. 
N. Sarkozy ise Suriye’den İran’ın nükleer faaliyetlerinin sınırlandırılması 
konusunda ikna edici olmasını beklemektedir. Ayrıca İsrail konusunda J. 
Chirac daha mesafeli bir politika izlerken N. Sarkozy Suriye ile İsrail arasında 
Şeba Çiftlikleri meselesiyle ilgili arabuluculuk yapabileceğini açıklamıştır. 
Bu bakış açısı farklılığı, J. Chirac’ın Lübnan merkezli bir Akdeniz politikasını 
desteklemesiyle; N. Sarkozy’nin ise Lübnan’ı unutmamakla birlikte daha 
pragmatik ve müdahaleci bir tavır benimsemesiyle açıklanmaktadır. 
Bu anlamda Suriye ile ilişkilerin geliştirilebilmesine uygun bir zemin 
yaratılmasına ve bu zeminin korunmasına önem verilmektedir. 

Fransa’nın Suriye politikası diplomatik unsurlara ve diyaloga dayanmaktadır. 
Her ne kadar ikili ilişkilerde ve bölgesel meselelere bakış açısında farklılıklar 
olsa da asgari bir münasebetin korunmasına ve iletişim kanallarının açık 
tutulmasına çalışılmıştır. Suriye’ye ilişkin bu politika tercihinin somut 
sonuçlar verdiği düşünülmemekle birlikte Fransa’nın bölgedeki ekonomik 
çıkarlarının gözetildiği hatırlanmalıdır. Suriye’nin Hizbullah, Hamas, 
Lübnan, İran ve İsrail’e karşı tavrının Fransa’nın beklentilerine paralel 
biçimde geliştiğini söylemek mümkün değildir.4 Bu itibarla Fransa’nın 
Suriye’ye yönelik politikasının ilk önceliğini ekonomik ve ticari ilişkilerin 
oluşturduğu görülmektedir. Ayrıca Fransa’nın, geçmişteki Fransız etkisi 
doğrultusunda Suriye ile ilişkilerinde kültürel, bilimsel ve teknolojik 
işbirliğine önem vermekte ve özellikle eğitim alanında pek çok işbirliği 
projesi hayata geçirilmektedir.5 

< Fransa’nın Suriye politikası çok taraflılığı savunan bir yaklaşıma işaret etmektedir. Fransa, Arap Ligi nezdindeki Suriye ile ilgili kararlarda etkin 
rol oynamaktadır. Buna ek olarak AB tarafından benimsenecek tavrın oluşmasına yoğun katkıda bulunmaktadır. SDE Analiz  >

Arap Baharı ve Suriye Krizi Karşısında Fransa 

Fransa, 2010 yılının sonlarında Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında 
başlayan Arap Baharı karşısında ilk başta hazırlıksız ve yetersiz kalmıştır. 
Tunus’ta ilk isyan dalgası başladığında Fransa, Tunus’a isyanın 
bastırılmasında kullanılmak üzere ek polisiye kuvvet gönderme teklifinde 
bulunmuş ve halkların yanında yer almak yerine mevcut rejimleri koruyan 
bir görüntü çizmiştir. Halk hareketlerinin bu ölçüde genişleyeceği ve 
uzun süreceği öngörülmediği için yönetimlerin desteklenmesi söz konusu 
olmuştur. Ancak Fransa hızlı biçimde tarihin akışına uyum sağlamış ve 
halkların taleplerinin yanında yer alan bir tavır sergilemiştir. Bunun 
göstergesi olarak Libya’ya müdahalede başı çekmiş ve uluslararası 
kamuoyuna geniş Ortadoğu bölgesindeki dönüşümde etkin rol alacağını 
göstermiştir. 15 Mart 2011’de Suriye’nin Dera kentinde başlayan hareketler 
karşısında ise Fransa, ABD ve Almanya ile koordinasyon halinde el altından 
desteklediği Suriye içerisindeki muhalifler tarafından rejimin devrilmesine 
destek vermektedir. 

Fransa’nın Suriye politikası çok taraflılığı savunan bir yaklaşıma işaret 
etmektedir. Fransa, Arap Ligi nezdindeki Suriye ile ilgili kararlarda 
etkin rol oynamaktadır. Buna ek olarak AB tarafından benimsenecek 
tavrın oluşmasına yoğun katkıda bulunmaktadır. Bu itibarla Suriye’deki 
Fransız büyükelçi geri çekilmiş ve ambargo düzenlemeleri uygulamaya 
konulmuştur. Fransa bu kurumsal tasarrufları desteklerken Suriye’deki 
muhaliflerin taleplerini ve beklentilerini esas almaktadır. BM çerçevesinde 
ortak bir politika geliştirilememesinin sonucunda Fransa, Suriye Halkı’nın 
Dostları Grubu’nun kurulmasına öncülük etmiştir. Ayrıca Fransa, Suriye 
Ulusal Konseyi’ni Suriye muhalefetinin meşru temsilcisi olarak tanıyan 
ilk ülke olmuştur. Ayrıca mevcut rejimin uluslararası meşruiyetinin sona 
ermesinin bir göstergesi olarak Özgür Suriye Ordusu’na eğitim desteği 
vermekte ve operasyonel kapasitesinin artmasına katkıda bulunmaktadır. 
Buradan hareketle Fransa’nın Suriye’deki muhaliflere silah sağladığı 
düşünülmektedir. Bu itibarla Fransa, Suriye ile yakından ilgilenmekte ve 
uluslararası arenada Suriye ile ilgili çok taraflılığı teşvik eden bir politika 
sürdürmektedir. Ayrıca sivillerin korunması ve sivil halka yardım edilmesi 
amacıyla Fransa, Suriye’ye insani koridor açılmasını savunmaktadır.6 

< Sarkozy’nin Başar Esed’ın geleceğinin Kaddafi’ninkine benzememesine vurgu yapması operasyon tercihiyle birlikte değerlendirilmektedir. Bu itibarla Fransa ’nın uygun koşullar ortaya çıktığında operasyon seçeneğine ilkesel olarak karşı çıkmayacağı görülmektedir. SDE Analiz >

Suriye’deki olaylar başladığında askeri bir operasyonun söz konusu olmadığı 
Fransız yetkililer tarafından çeşitli vesilelerle ifade edilmiştir.7 Bununla birlikte 
Suriye’deki olayların başlamasından beri geçen süre boyunca Fransa’da 
askeri operasyon seçenekleri gündeme getirilmiştir. Fransa uluslararası 
bir karar olmadan Suriye’ye dışarıdan müdahalede bulunulmasına karşı 
olduğunu tekrarlamaktadır. Ancak hem Suriye’nin kuzeyinde bir tampon 
bölge kurulması hem Özgür Suriye Ordusu’na destek verilmesi hem de 
Suriye’den kaçan askerlerin ve sivillerin korunması için sınırlı bir NATO 
operasyonu çerçevesinde Türkiye’nin de içerisinde olduğu bir operasyona 
Fransa’nın sıcak baktığı yönünde haberler basında yer almaktadır.8 
N. Sarkozy Suriye’ye operasyona sıcak bakılmadığını belirtirken ardından 
Başar Esed’ın geleceğinin Kaddafi’ninkine benzememesine vurgu yapması 
operasyon tercihiyle birlikte değerlendirilmektedir. Bu itibarla Fransa’nın 
uygun koşullar ortaya çıktığında operasyon seçeneğine ilkesel olarak karşı 
çıkmayacağı görülmektedir. 


Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 3

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 3



Avrupa Birliği’nin Suriye Politikası 


Doç. Dr. M. Murat ERDOĞAN 


< Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı bölgelerinin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. SDE Analiz >

Uluslararası krizlerde Avrupa Birliği sıklıkla gövdesi ile kafası arasındaki 
dengesizliğin vurgulandığı benzetmelerle ifade edilir. Bu durum özellikle 
Soğuk Savaş sonrasındaki dünyada daha da belirgin bir hal aldı. 1990’ların 
ilk yarısında önce Körfez Krizi, ardından Balkanlardaki savaşlar AB’nin ulus 
devletlerin birliği olduğunu ve ortak bir dış politika geliştirme konusunda son 
derece yetersiz olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. “AB ekonomik 
bir dev, siyasi bir cüce ve askeri anlamda bir elma kurdu” olarak tanımlandı. 
Ancak AB’nin küreselleşmenin önlenemez biçimde her alanda yaygınlaştığı 
ve eş zamanlı olarak da bölgeselleşmenin yaşandığı dünyada yeni bir 
siyasi kimliğe sahip olması gereği bizzat Avrupalılarca sıkça dile getirildi. 
Bu nedenle ortak dış ve savunma politikasının geliştirilmesi, buna yönelik 
gerekli lojistik ve altyapının NATO ile işbirliği halinde gerçekleştirilmesi 
hususunda önemli adımlar da atılmaya çalışıldı. 

Ancak başını FransaAlmanya’nın çektiği AB ile “ABD’siz olmaz” diyen İngiltere ve çevresindeki AB üyeleri için ortak bir dış politika geliştirmenin ne kadar zor olduğu her krizde tekrarlandı. Bunlardan en çarpıcılarından birisi 2003’de ABD’nin Irak operasyonunda da yaşandı. Fransa-Almanya ABD’nin müdahalesine karşı AB içinde cephe oluşturmaya çalışırken, AB içinde başta İngiltere ve İspanya olmak üzere pek çok üye ABD ile işbirliği yönünde karar aldı. Daha çarpıcı olan ise AB ile üyelik müzakeresi içindeki pek çok AB adayı ülkenin ABD’yi AB’ye tercih etmeleri oldu. 

Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı 
bölgelerinin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası 
konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece 
yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. AB 
politikalarının “Soft Power” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün 
olsa da, bunun krizler için etkisinin son derece sınırlı kaldığı da açıktır. 

Lizbon Anlaşması ile çerçevesi oluşturulmaya çalışılan ve dış politikada tek 
sesliliği amaçlayan düzenleme ile AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek 
Temsilciği oluşturuldu. Halen Catherine Ashton’nun üstlendiği bu görev, 
hem kurumsal hem de Ashton’un yetkinliği çerçevesinde sıkça eleştirilere 
uğramaktadır. Bu durum Suriye Krizi’nde de tekrar yoğun olarak gündeme geldi. 

Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması ile Ortadoğu’da başlayan 
ve adına “Arap Baharı” / “Arap Uyanışı” denilen süreç sadece bölge 
ülkeleri için değil, aynı zamanda dünyaya şekil veren güçler bakımından 
da son derece önemli bir sınava dönüştü. AB bütün bu gelişmelerde 
hem kendi içinde birlik görüntüsü vermekten uzak oldu hem de özellikle 
Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya arasındaki ciddi politika farklılıkları 
çatışmalarla anıldı. Tunus’ta Buazizi’nin kendini yakması ile ilk hareketlenme 
başladığında, Fransa “isyancıların bastırılması için Tunus yönetimine destek 
verme” önerisinde bulunmuştu. Ancak olaylar kontrolden çıkıp Ortadoğu 
rejimleri teker teker bu dalganın karşısında sarsılınca, başta Fransa olmak 
üzere bütün AB ülkeleri politikalarında radikal değişiklik ihtiyacını hissettiler. 
Bu konuda en şaşırtıcı değişimlerden birisi de Libya krizinde yaşanmış, 
Kaddafi’nin “kazanamayacağını” farkeden Fransa, İngiltere ve İtalya önce 
muhalefeti örgütlemiş, ardından da BM’den çıkan müdahale kararının baş 
aktörleri olmuşlardı. 

< Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed rejiminin aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak” bir yaklaşımla eleştirildi, reddedildi. SDE Analiz >

Suriye’de yaşanan kriz, Ortadoğu’da yaşanan “uyanış” hareketinin son 
halkalarından birisi olarak aslında önemli bir tecrübe birikimi ile karşılandı. 
Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici 
olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed rejiminin 
aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak” bir yaklaşımla 
eleştirildi, reddedildi. AB’ye yön veren Fransa, Almanya, İngiltere ve 
diğer AB üyesi ülkeler Suriye’de yaşananlar konusunda ağız birliği içinde 
doğrudan Esed rejimini ve özellikle de Beşşar Esed’i eleştirdiler ve hatta 
suçlu ilan ettiler. Bu arada AB üyesi ülkeler, BM ve Arap Birliği’nin Suriye 
Özel Temsilcisi Kofi Annan tarafından yapılan çalışmalara da tam destek 
verdiklerini net bir biçimde ortaya koyarlarken, Rusya ve Çin’i de eleştirdiler. 

AB’nin Dağınıklığı 

AB politikalarına yön verme kabiliyetinde olan İngiltere, Fransa ve 
Almanya’nın Suriye politikalarına yakından bakıldığında, en azından söylem 
bazında önemli bir yakınlaşma olduğu dikkati çekmektedir. İngiltere’de 
Cameron hükümeti Esed yönetiminin kendi halkına uyguladığı şiddet 
politikasını derhal sonlandırması çağrısında bulunurken, Esed yönetimini 
şiddeti sona erdirmeye mecbur bırakacak yaptırımların bir an önce yürürlüğe 
girmesi konusunda da son derece istekli bir görüntü vermektedir. İngiliz 
Dışişleri Bakanı William Hague, Tunus’ta gerçekleşen Suriye’nin Dostları 
Toplantısı’nda Suriye’deki muhalefete desteklerini açıkça dile getirmiş, 
Güvenlik Konseyi’ne hitaben “Dünyanın büyük bir çoğunluğunun gözünde 
bu konsey Suriyelilere karşı sorumluluklarını yerine getirmekte başarısız 
olmuştur” diyerek, üyeleri birlik olmaya çağırmış, Suriyelilerin öncülük ettiği 
bir siyasi değişimi’ desteklerini ifade etmiştir. İngiliz hükümetinin Suriye’ye 
rejiminin biran önce demokratikleşmesi ve muhaliflerin taleplerinin yerine 
getirilmesine dair beklentisi son dönemde yerini Esed yönetiminin acilen 
tasfiyesi beklentisine bırakmıştır. İngiltere’nin Suriye’ye yönelik bir askeri 
müdahaleye sıcak bakmadığı da anlaşılmaktadır. 

< Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye konusunda etkin ve ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle söylenemez. SDE Analiz >

Suriye ile yakın tarihi ve siyasi bağları olan Fransa’nın Esed rejimine 
karşı yaklaşımı da oldukça serttir. N. Sarkozy, açık bir biçimde Suriye 
Devlet Başkanını suçlayarak “Esed, utanmadan yalan söylüyor” demiş ve 
Kaddafi’nin Bingazi’yi yok etmek istediği gibi Esed’in de Humus’u yok etmek 
için çalıştığını şeklinde bir açıklama ile Suriye’ye yönelik askeri müdahale 
ihtimalini de akıllara getirmektedir. 

AB’nin diğer büyük gücü Almanya da benzer tepkileri verirken, bu konuda 
özellikle ABD ile yakın davranmayı önemsediğini de belli ediyor. İstanbul’da 
gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları İkinci Toplantısı’nda Alman Dışişleri 
Bakanı G. Westerwelle Suriye’de çözüm konusunda bir mühlet tanınmasına 
bile karşı olduklarını söyledi. Bir zaman kısıtlamasına gitmenin çözüm 
üretmeyeceğini belirten Westerwelle, «Bir sınırlandırma bu dönemde yanlış 
anlaşılabilir» diyordu. 

Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı 
kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye konusunda etkin ve 
ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle söylenemez. AB’nin aldığı 
tedbir ve yaptığı açıklamaların Esed’in politikalarını ve uygulamalarını 
engellemekten son derece uzak, sembolik çıkışlar olduğu da net biçimde 
ortaya çıkmıştır.1 BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın 
çalışmalarını destekleyen AB’nin Suriye’ye silah satışını durdurması 
yönündeki karar belki de bu çerçevede yapılan en önemli girişim olarak 
kabul edilebilir. Ancak Rusya’nın Suriye’nin silah tedarikçisi olması ve 
tedarike devam etmesi, bu kararın etkisini ciddi bir biçimde azaltmaktadır. 

Lizbon Anlaşması ile kısmen güçlendirilen ve ortak politikalar geliştirme 
konusunda umut yaratan Avrupa Birliği Dışİlişkiler Yüksek Temsilciliği 
ve onun başındaki Cathron Ashton sıkça eleştirilerin hedefi olmaktan 
kurtulamıyor. Zira Suriye’de devam eden insanlık dramının engellenebilmesi 
için doğrudan askeri müdahale olmasa da AB’nin öncülüğünde dünya 
kamuoyunun daha etkin hale getirilmesi ve daha etkili caydırıcı yaptırımların 
uygulanması gerekiyor. AB yoğun kamuoyu baskısı ile şu ana kadar Suriye 
Merkez Bankası’nın Avrupa Birliği’ndeki bütün banka hesaplarını dondurdu 
ve banka ile tüm finansal işlemlere son verildi; Suriye uçuşşirketlerine 
ait kargo uçaklarının Avrupa Birliği’ne uçuşları yasaklandı. Suriye ile 
değerli maden ticaretine de yasak getirildi. 27 ülkenin dışişleri bakanları 
Polonya’daki toplantıda Suriye petrolünü boykot kararı adlı. Ancak İtalya 
boykota yürürlükteki bir sözleşme yüzünden 15 Kasım’da başlayabileceğini 
duyurdu. Bu arada, Devlet Başkanı Esed’in kabinesindeki dokuz bakana 
daha Avrupa Birliği’ne seyahat yasağı getirildi ve Avrupa’daki banka 
hesapları donduruldu. AB ilki Tunus’ta ikincisi ise İstanbul’da gerçekleşen 
“Suriye Halkının Dostları Grubu” toplantılarında da aktif yer aldı. Bu arada 

C. Ashton AB adına Suriye muhalefeti olarak “Suriye Ulusal Konseyi”nin 
muhatap alınacağını açıkladı. Ancak Ashton’a göre “Avrupa Birliği askeri 
müdahaleyi düşünmeyerek Suriye krizine çözüm bulmaya çalışıyor.” 
Eleştirilerin hedefinde olan Ashton’a Euronews muhabirinin “Suriye 
konusunda çok açıktınız ve net konuşuyordunuz. Ancak öyle görünüyor 
ki, geçtiğimiz birkaç hafta içinde hararetinizi kaybettiniz” sorusuna Yüksek 
Temsilci “Tam olarak değil. Ancak şu anda yapmamız gereken sistematik 
bir şekilde Suriye’ye baskı uygulamak” dedikten sonra Libya türü bir 
müdahaleye çok da sıcak bakmadığını ortaya koyuyordu. 

AB’nin Dış Politikasızlığı 

< AB’nin politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek Temsilci ile açıklanamaz. Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri hem 
de bizzat Avrupa Parlamentosu tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği 
görülmektedir. SDE Analiz >

AB’nin yeteneksizliği ve politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek 
Temsilci ile açıklanamaz. Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri 
(özellikle de Fransa ve İngiltere) hem de bizzat Avrupa Parlamentosu 
tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği, “görevinde yeterince etkili 
olmadığı” düşüncesinin sıkça tekrarlandığı görülmektedir. Ashton’u daha 
aktif olmaya çağıran AB Parlamentosu milletvekilleri, Ortadoğu’da yaşanan 
olaylara ilişkin AB’nin uluslararası alanda tavrını belli etme konusunda geç 
kaldığını ifade ederken C. Ashton’un verdiği cevap son derece çarpıcıdır: 
“En önemli şeylerden biri insanları dinlemek. Biz, Mısır ve Tunus halkını 
desteklemek için neler yapabileceğimizi düşünürken onlar geleceklerini 
güvence altına almak istiyor. Onların ihtiyaçlarına kulak vermek bir bakıma 
tepki göstermektir.” Bu açıklama AB’nin kapasite ve politik gücünü görmek 
bakımından oldukça önemli bir açıklama olarak kabul edilebilir. Ancak 
sorunun sadece Ashton değil, üye ülkeler arasındaki çıkar farklılığı olduğu 
görüşü de yine sıkça dile getirilmektedir. Örneğin Avrupa Parlamentosu 
Sosyalist Grup Başkanı M. Schulz, bazı üye ülkelerin kendi çıkarları için 
çalışmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylüyor ve “Onun için en büyük 
engel, Almanya’nın Dışişleri Bakanı G. Westerwelle, Londra’da W.Hague, 
Paris’te A. Juppe veya herhangi bir diploması şefi. Çünkü onlar önce ülkem 
daha sonra Avrupa Birliği diyor. Bu düşünce tarzı değişmeli” eleştirisini getirmektedir. 

< Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde 
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının yaşanmadığı 
krizlerde AB bir “yumuşak güç” olarak devreye girmiştir. SDE Analiz  >

Bilindiği üzere karar alma mekanizmasını hızlandırmayı hedefleyen Lizbon 
Antlaşması, Avrupa Birliği’nin tek bir ağızdan konuşmasını hedefliyor. 
Ancak pek çok AB milletvekiline göre o günden bu yana hiç bir değişiklik 
olmadı. Alman Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Üyesi Daniel Cohn-
Bendit, “Bence en büyük sorun Sayın Ashton’un kendini koordinatör olarak 
görmesi oysa o tavrını belli etmeli. Gerekirse üye ülkeleri eleştirmeli çünkü 
dış politika sorunu “tek bir ağızdan konuşmak”. Bu sorun aşılmadıkça 
ilerleme kaydedemeyeceğiz” demektedir. Avrupa Parlamentosu’ndaki (AP) 
Liberal Grup Başkanı G. Verhofstadt ise hem AB hem de BM’yi sert şekilde 
eleştirilerek «AB ve uluslararası ortakları sadece oturup Esed’in sıradan 
işiymiş gibi katliamı sürdürüp kendileriyle alay etmesini seyredemezler. 
Diplomasi politikanın ikamesi değildir. AB ve BM’nin Suriye krizini yönetme 
başarısızlığı Esed sayesinde ortaya çıkmıştır. AB’nin dış ilişkilerle ilgilenen 
değil dış politika yapan bir Yüksek Temsilciye ihtiyacı var» demiştir. 

Yumuşak Güç Suriye’yi Korumada Yetersiz Kalıyor 

< Savunma harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye 
çalışan yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır. Bunun için Amerikalılar “pay, but not play” diyebilmektedirler. SDE Analiz  >

Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde 
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku 
yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının 
yaşanmadığı krizlerde AB bir “yumuşak güç” olarak devreye girmiştir. 
Ancak bunun dışında AB’den operasyonel bir tavır beklemek ve krizleri 
engelleyecek, durduracak ya da çözüme ulaştıracak bir güç olarak söz 
etmek son derece zordur. Suriye konusunda da AB’nin etkin ve çözüm 
üretecek bir politika izlemesini beklemek çok gerçekçi olmayacaktır. Ancak 
AB’nin demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, sivil toplum vb. konularda 
ortaya koyduğu söylemin uzun vadede bölgede toplum nezdinde katkısı 
olacağı söylenebilir. AB’nin bu tür krizlerde etkili olabilmesinin iki önemli 
zemini olması gerektiği açıktır. Bunlardan birincisi AB’nin çıkar uyuşmasını 
sağlaması, yani AB çıkarları ile üye devletlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin 
en az düzeye indirilmesidir. Bu AB’nin gerçek bir birlik olmasının da 
ön koşuludur. İkinci önemli zemin ise AB’nin ortak dış politika ile savunma 
politikasını daha yüksek bir kapasite ve öncelikle ele almasıdır. Savunma 
harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye çalışan 
yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır. 
Bunun için Amerikalılar “pay, but not play” diyebilmektedirler. Aslında 
ortak dış ve güvenlik politikalarının, ortak bir AB’yi de birlik olma konusunda 
geliştireceği ve küresel-bölgesel düzeyde ciddiye alınır bir güç olmasına 
büyük katkı sağlayacağı söylenebilir. Kendi insanına savaş ilan edip ateş 
edebilen zulümde sınır tanımayan bir rejimin AB’yi ciddiye almasını ve 
yaptırımlarından ürkmesini gerektirecek çok az unsur bulunduğu üzücü bir 
gerçektir. 

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 2

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 2


ABD’nin Suriye Politikası 


Prof. Dr. Birol AKGÜN 

Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik 
dengeleri derinden sarsan köklü s iyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği 
dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma 
yaratmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel sistemdeki her 
gelişme karşısında aktif pozisyon alan ve oyun kuruculuk rolünü üstlenen 
ABD, Arap Baharı karşısında aşırı ihtiyatlı, ön plana çıkmayan, düşük 
profil sergileyen ve gelişmeleri perde arkasından izleyerek, kritik güvenlik 
sorunlarını bölgesel güçlere havale eden bir tutum takınmaktadır. Başkan 
Obama’nın bu tavrı iç politikada onun “kararsız ve zayıf bir siyasi lider” 
olarak suçlanmasına yol açıyor. Uluslararası politikada ise yarım asırdır 
hep Washington’dan gelecek siyasi sinyallere göre pozisyonunu alan bazı 
ülkeler ve liderler, Amerika’nın yeni yaklaşımı karşısında ciddi bir ikilemle 
karşı karşıya görünüyor. Amerika’nın Tunus ve Mısır’da değişimden yana 
açıktan tavır almasına karşı, Libya’ya askeri müdahale gündeme geldiğinde 
liderliği Fransa’ya bırakması ve Suriye söz konusu olduğunda ise Türkiye ve 
Arap Birliği’nin geliştirdiği stratejileri desteklemesi dış politika analistlerinin 
de kafasını karıştırmış durumda. 

< Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü siyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır. SDE Analiz  >

Kafa karışıklığını gidermek için, Amerika’nın genel olarak Arap Baharı özel 
olarak ise Suriye konusundaki stratejisini doğru anlamak gerekiyor. Temel 
tespitimiz şudur: ABD’nin hegemonik gücünde ciddi aşınmalar vardır ve 
Arap Ortadoğu’sundaki sürpriz gelişmelere karşı hazırlıksız yakalanan 
ABD, bir yandan ilkesel olarak bölgedeki değişimi ve demokratikleşmeyi 
siyaseten desteklerken, diğer yandan bölgede yeni askeri angajmanlara 
girmekten kaçınmaktadır. Obama yönetimi, ABD’nin küresel liderliğini 
sürdürebilmesi için Asya-pasifik bölgesini dış politikasının yeni odak noktası 
olarak belirlemiştir ve Ortadoğu’nun dönüşüm sürecinde Avrupa Birliği 
ve Türkiye gibi demokratik güçleri daha aktif rol almaya teşvik etmekte, 
onları sorumluluk ve yük paylaşımında ortak olmaya zorlamaktadır. Bu 
bağlamda, askeri güce gerek duyulmayan Tunus ve Mısır’daki olaylarda 
Türkiye yaptığı kritik siyasi açıklamalarla otoriter liderlerin devrilmesinde ve 
demokratik sürecin başlamasında önderlik rolü üstlenirken; Libya’daki askeri 
harekât sürecinde ise Fransa öncülük yapmıştır. Şimdi sıra Suriye’dedir ve 
dış müdahaleye gerek kalmadan dönüşüm için stratejiler geliştirilmeye 
çalışılmaktadır. Eğer mutlaka müdahale gerekecekse, burada liderliği 
Türkiye’nin alması beklenmektedir. 

Buradaki temel soru şudur: Bölgeyi ekonomik ve ticari enstrümanlara 
dayanarak ve karşılıklı etkileşimle dönüştürmek isteyen Türkiye; askeri 
kapasitesi Suriye’ye müdahaleye yetmesi mümkün olmayan Arap Birliği; 
kendi iç ekonomik ve siyasi krizleriyle uğraşan AB ülkeleri Beşşar Esed 
yönetimini askeri güce başvurarak devirmek için harekete geçmezse, 
ABD’nin Suriye politikası ne olacaktır? Batının ekonomik yaptırımları altında 
yıpranan, ancak İran gibi ülkelerin mali ve askeri yardımıyla uzun süre 
ayakta kalabilecek olan Esed rejimi ile silahlı muhalif gruplar arasındaki 
çatışmaların sarmalında bölgede yeni bir Lübnan veya yeni bir Yugoslavya 
mı ortaya çıkacaktır? Suriye’deki uzun çatışma süreci, İran ve ABD (İsrail) 
arasındaki bölgesel gerginliğin yaratacağı yeni bir istikrarsızlık ve terör 
saldırıları üzerinden siyasi hesaplaşmaları da beraberinde getirmeyecek midir? 

Obama’nın Dış Politika Doktrini 

< Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. SDE Analiz  >

ABD, Suriye konusunda başından beri diğer Arap Baharı ülkelerinde 
sergilediği düşük profilli yaklaşımı sergilemektedir. Obama, daha 
seçilmeden önce bir Arap ülkesi olan Irak’ın sözde demokratikleşmesi için 
gerçekleştirilen ABD işgaline karşı çıkmıştır ve dış politikasını da Rusya, 
Çin ve İran dâhil tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi (reset) 
üzerine oturtmuştur. ABD halkının kendisine yönelik desteğinin de savaşçı 
değil, barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan Obama, dış politikada zor 
kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaktadır. Dış politikada 
Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin 
dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı 
olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı 
olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü 
askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına 
ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişen yeni 
Amerikan yaklaşımı, kendisini en çok Arap Baharı sürecinde hissettirmiştir. 
Nitekim, Başkan Obama özellikle Libya müdahalesi sırasında ancak BM 
Güvenlik Konseyi’nden karar çıktıktan sonra Amerikan askerlerine silah 
kullanma izni vermiştir. Başkan Obama’nın 28 Mart 2011 tarihli kritik 
konuşması bu anlamda son derece anlamlıdır. 

<  Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. SDE Analiz >

“Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz 
müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete 
geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. 
Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana 
dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin 
dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… Baskıcı 
rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika’nın 
olmamalıdır… Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz 
kaldığı için harekete geçtik.” 

Görüleceği gibi Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının 
korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne 
Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı 
mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici 
bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan 
maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak 
için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer 
ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu 
bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin 
meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir. Böylece Obama yönetimi ile 
birlikte Amerika’nın, klasik çevreleme politikaları yerine “kendi gücünü 
sınırlandırma” (self-restraint) politikasına geçtiği söylenebilir. ABD’nin yeni 
dış politikasını yalnızca Obama’nın liderlik anlayışı ile açıklamak da doğru 
değildir. Değişimi, Amerika’nın küresel sistemi kontrol etmeye imkân veren 
ekonomi-politik gücündeki göreceli yapısal zayıflamanın bir sonucu olarak 
okumak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Obama’yı küresel güç kaymasını 
erken okuyan ve ABD’nin elindeki gücü daha zekice (smart power) 
kullanması gerektiğine inanan; bu bağlamda da çok taraflı (multileteralism) 
dış politika çizgisine geri dönüşü savunan pragmatist bir idealist siyasi lider 
olarak tanımlamak mümkündür. 

ABD’nin Suriye Politikası., 

ABD’nin Suriye ile olan ilişkileri son yarım asırda çoğu zaman gergin bir 
seyir izlemiştir. Arap-İsrail çatışmalarında ABD’nin her zaman açıktan İsrail’i 
desteklemesi, Şam’ın ise dış politikasını Tel Aviv karşıtlığına odaklaması 
Suriye’yi ABD’nin de dolaylı düşmanı haline getirmiştir. 

Öte yandan Soğuk Savaş dönemindeki doğu-batı kutuplaşmasında da Suriye, Sovyet blokunun Ortadoğu’daki en güçlü müttefiklerinden biri olmuştur. İran 
devrimi sonrasında ise Suriye İran’ın en sadık ve en yakın Arap müttefiki 
haline gelmiştir. Uzun süre Lübnan’ı da kendi denetimi altına alan Suriye, 
ABD tarafından bölgede teröristleri destekleyen bir haydut devlet olarak 
tanımlana gelmiştir. Nitekim 2003 yılındaki Irak işgaline karşı çıkan Suriye’yi 
zamanın ABD Başkanı Bush “şer ekseni” ülkelerinden biri olarak tanımlamış 
ve açıktan askeri müdahale ile tehdit etmiştir. 2005 yılında Lübnan 
başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden Şam yönetimi sorumlu tutulmuş ve 
ABD-Suriye diplomatik ilişkileri tamamen kesilmiştir. Bölgede yeni bir Irak 
görmek istemeyen Türkiye’nin karşı çıkması ve Suriye ile İsrail arasında 
arabuluculuk yapması gibi diplomatik girişimler sayesinde Suriye ile ABD 
arasındaki gerginlik yavaş yavaş azalmış ve nihayet 2009 yılında Obama 
Şam’a yeniden bir büyükelçi atamıştır. 

Görüleceği üzere, 2011 Mart ayında Suriye’de başlayan demokrasi yanlısı 
kitlesel gösterilere kadar geçen sürede, Washington ile Şam arasında 
her zaman derin bir güven bunalımı hüküm sürmüştür. 2011’de Dera’da 
başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş 
ve Esed yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog 
başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir 
yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği 
ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, 
Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel 
inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini 
desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir 
tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını 
savunmuştur. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama 
artık Esed yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi 
itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. 

< Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını savunmuştur. SDE Analiz >

Ancak yine de şunu görmek gerekir ki, Suriye ve İran sorunu ABD için 
birbirinden bağımsız konular da değildir. Obama yönetiminin güvenlik 
elitleri, Ortadoğu’daki temel amaçları olan İran’ın gücünün zayıflatılması 
için Suriye’nin İran’dan kurtarılması gerektiğini iyi bilmektedirler. Şam’ın 
demokrasi cephesine katılması durumunda, İran’ın Lübnan’a kadar uzanan 
bölgedeki gücünde ciddi bir kırılma beklenmelidir. Bu nedenle 2012 
başından beri İran’a yönelik artan ABD, AB ve İsrail desteği İran’ın nükleer 
bomba üretmesini engellemek kadar, İran’ın Suriye’ye yönelik desteğini 
kesmeyi de amaçlamaktadır. Ancak her iki konuda da ABD’nin karşısına en 
büyük engel olarak BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin’in ikili vetosu 
çıkmaktadır. Suriye’ye yönelik silah ambargosunu da içeren ve ABD, AB ve 
Arap Birliği’nce hazırlanan karar tasarılarının iki kez reddedilmesi üzerine, 
ABD ve AB Arap Birliği ile birlikte alternatif platformlar geliştirme çabasına girişmiştir. 

< Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır.  SDE Analiz >

Bu çerçevede Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri 
paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak 
bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. Burada Suriyeli 
muhalifler arasında alternatif bir iktidar bloku oluşturmak için Suriye Ulusal 
Konseyi oluşturulmuştur. Amaç, bir yandan Suriye’deki çatışan muhaliflere 
dışarıdan destek sağlamak, diğer yandan Esed rejimi üzerindeki baskıyı 
artırmaktır. Nitekim Suriye’nin dostları grubu ikinci ve en önemli toplantısını 
84 ülkenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirmiştir. ABD’nin de desteklediği 
İstanbul kararlarında, Suriye Ulusal Konseyi Suriye halkının meşru temsilcisi 
olarak tanınmış ve Suriyeli muhaliflere silah dışında her türlü insani ve teknik 
yardımın yapılması kararı alınmıştır. 

Ancak ABD, Suriye’deki çatışmalarda şimdiye kadar 10 bin civarında 
insan hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, BM’den bir karar çıkmadan 
Esed yönetimine karşı tek taraflı bir askeri müdahaleye hazır olmadığını 
söylemektedir. Başkan Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında 
söyledikleri Washington’un bakış açısını anlama bakımından oldukça 
açıklayıcıdır. Obama Suriye konusunda “bazılarının önerdiği gibi, ABD’nin 
tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu” ve durumun 
Libya’dakinden çok farklı olduğunu vurgulamaktadır. “Libya konusunda biz 
uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını 
aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin 
kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. 
Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır.” 

Görüldüğü üzere, Obama Suriye’deki insan hakları ihlallerinin askeri 
bir müdahaleyi gerektirdiği konusunda karşı çıkmamakla birlikte, kendi 
doktrinin ilkelerine sadık kalmaya çalışmaktadır. Öte yandan Obama 
yönetimi esasen 2012 yılında ülkedeki başkanlık seçimlerine odaklanmış 
durumdadır. Irak’tan çekilme kararı alan ve Afganistan’dan çekilme takvimi 
ilan eden Obama yönetimi sonucu önceden kestirilemeyen bir müdahale 
fikrine oldukça uzak durmaktadır. Obama’nın siyasi kariyeri açısından 
içerideki ekonomik gelişmeler, Suriye gibi düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya 
bulaşmaktan çok daha önemli görülmekte ve öncelenmektedir. 

Kofi Annan Planı ve ABD., 

27 Aralık’ta ilan edilen ve 1 Nisan’da yürürlüğe giren Kofi Annan’ın hazırladığı 
barış planı bu anlamda Washington, Şam ve Moskova için siyaseten nefes 
aldırıcı bir diplomatik inisiyatif olarak ortaya çıkmıştır. BM ve Arap Birliği’nin 
Suriye temsilcisi olarak atanan eski BM genel sekreteri Annan’ın hazırladığı 
altı maddelik plan özetle; Suriye’nin, “halkın meşru istek ve kaygılarına 
cevap vermek için başlatılacak olan ve Suriyelilerin liderlik edeceği kapsamlı 
siyasi süreç” için Annan’la işbirliği yapmasını, Şam yönetiminin çatışmaları 
durdurmasını ve insanların yaşadığı bölgelerdeki askeri hareketliliğin ve ağır 
silahların kullanılmasının derhal durdurulmasını, Suriye ordusunun, insani 
yardımların ulaştırılması ve yaralıların tahliye edilmesi için günlük iki saatlik 
“insani duraklama”yı kabul etmesini, rastgele tutuklanan kişilerin serbest 
bırakılmasını, Suriye’nin genelinde haberciler için hareket özgürlüğünün 
sağlanmasını, gazetecilere yönelik ayrımcı olmayan bir vize politikasının 
uygulanmasını ve sivil halkın toplanma özgürlüğü ve barışçıl gösteri yapma 
hakkına saygı duyulmasını kapsamaktadır. 

<  ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir. 
Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan Planı damgasını vurmuştur. SDE Analiz  >

ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir. 

Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan 
Planı damgasını vurmuştur. Şu söylenebilir: Açık bir BM kararı olmadan, 
ABD için seçim sathı mailine girildiği bir ortamda ekonomik maliyeti ile 
askeri ve siyasi riski fazla olan tek taraflı bir müdahale girişimi rasyonel bir 
politik tercih olarak gözükmemektedir. Kaldı ki, önümüzdeki günlerde Rusya 
ve Çin’in veto yetkilerini kullanmaktan vazgeçeceklerini gösteren bir işaret 
de yoktur. Dolayısıyla ABD, Türkiye ve Fransa gibi müttefikleri ile istişare 
içinde bulunacak ve bölge ülkelerinin inisiyatiflerini desteklemeye devam 
edecektir. 



***