Prof. Dr. Birol AKGÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Birol AKGÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2021 Cuma

KAOS COĞRAFYASINDAKİ İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR

KAOS COĞRAFYASINDAKİ  İÇ POLİTİKA TÜRKİYE’ DE SİYASİ İSTİKRAR 


Prof. Dr. Birol AKGÜN 
SDE Başkanı 
EKİM 2015

İnsanın içinde yaşadığı ülke ve toplumsal çevrede hissettiği güven duygusu havadaki oksijen kadar hayatidir. Eğer normal olarak nefes alabiliyorsak, 
insanlar için büyük nimet olan havadaki mükemmel karışımın önemini hiç hissetmeyiz bile. Ancak bir yangın veya başka nedenlere bağlı olarak hava 
kalitesinin bozulması durumunda ciğerimiz yanmaya başlar ve artık yeterli oksijen alabilmek dışında hiçbir şeyi düşünemez hale geliriz. Türkiye’nin 13 yıllık istikrarlı tek parti hükümetine son veren 7 Haziran seçimleri sonrasında ortaya çıkan siyasi tablo bu anlamda tam bir puslu ve dumanlı hava yaratmış durumda. Artık bitti dediğimiz PKK terörü, adeta ruh çağırıcıların çoktandır ettikleri dualarına cevap verircesine bir heyula gibi yeniden hortladı. 

Bölgeden her gün asker ve polislerin şehit haberleri gelmeye başladı. Ülke savaş ve çatışma ortamına geri döndü. Üstelik bu kez büyük şehirlere yansıyan 
toplumsal gerginliği düpedüz sosyal çatışmaya dönüştürecek eğilimleri de körükleyerek geldi. İçerideki siyasi belirsizlik ve öngörülemezlik, dış dünyadaki 
ekonomik dalgalanmaların da etkisiyle döviz kurlarını fırlattı. Avro 3,5 TL’yi, dolar ise 3 TL’yi gördü. 
Genel anlamda toplumda ve iş âleminde tedirginlik artarken, eski Türkiye’nin bazı aktörleri ile onların dış dünyadaki müttefikleri topluma sürekli karamsarlık 
pompalamaktan geri durmuyorlar. Anadolu insanının tek beklentisi ise siyasi istikrardır. 

Güçlü İktidar İstenmiyor 

<  Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Parti’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

     Bu senaryo yeni değil şüphesiz. Uzun bir süreç işliyor. Gezi olayları bu yıpratma sürecinin ilk ayağını oluşturdu. 2013 Nisan-Mayıs aylarında adeta dünyaya meydan okuyarak ilan edilen 3. Boğaz Köprüsü, Kanal İstanbul ve 3. Havalimanı gibi projelerin uluslararası alanda yarattığı Türkiye imajı, haziran ayındaki çevreci görünümlü Gezi protestoları ile büyük yara aldı. Son derece organize bir medya kampanyası ile Türkiye’nin (bu arada Brezilya, Endonezya gibi 
ülkelerin de) küresel düzlemde oluşturduğu “istikrarlı ve güvenli ülke” markası zedelenmeye çalışıldı. 

Ardından da Türkiye’deki adalet sistemine ve hukuk devletine olan güvenin sarsılmasını sağlamaya yönelik 17 ve 25 Aralık siyasi operasyonları düzenlendi. 
Gezi olayları ile AK Parti iktidarının yarattığı ekonomik güven ortamından yararlanan ama ideolojik olarak muhafazakâr bir iktidara karşı olanlar, bazı medya organlarının da kışkırtmasıyla açıktan hükümet düşmanlığına sürüklendiler. Özellikle dış dünya ile bağları oldukça güçlü olan sol laisistler ve bazı liberal 
entelektüel çevreler artık açıktan hükümete karşı savaş açmaya başlamışlardı. 
    17 Aralık sonrasında ise bu muhalif yeminli AK Parti karşıtı çevrelere, iktidarın beslendiği ideolojik tabandan gelen ve uzun bir süre birlikte hareket 
ettiği Gülenistler de eklemlendi. İktidar blokunu çözmeye yönelik olarak yapılan son hamle ise, AK Parti hükümetinin en önemli projelerinden biri olarak görülen barış sürecinin bitirilmesi ve hükümeti destekleyen muhafazakâr Kürt seçmenin ayrıştırılmasıdır. Nitekim siyasi ve sosyolojik anlamda künhüne belki çok sonra vakıf olabildiğimiz Kobani olayları tam da bu amaca hizmet eden bir gelişmeydi. 

Terörün Amacı AK Parti’yi ve Türkiye’yi Zayıflatmak 

Gerçekten de Kobani olayları Suriye’deki iktidar mücadelesinden ziyade Türkiye’nin iç siyasetindeki dengeleri değiştirmeye yönelik ince düşünülmüş bir 
operasyondu. Türkiye’nin 200 bin Suriyeli Kürdü bir gecede kabul edecek insani duyarlılık sergilemesine ve yaralı PYD’liler dâhil Türkiye’de tedavi edilmelerini 
tolere edecek siyasi hassasiyeti göstermesine rağmen, 6-7 Ekimde yaratılan toplumsal şiddet olayları ile muhafazakâr Kürtler biraz tedhiş biraz propaganda ile duygusal olarak AK Parti’den kopartıldı ve Kürt milliyetçi dalgasının temsilcisi olarak görülen PKK/HDP çizgisine kaydırıldı. 

    7 Haziran seçimlerine giderken AK Parti’nin yanlış aday tercihleri de eklenince Doğu’daki ve Batı’daki Kürt seçmen seküleriyle, dindarıyla ilk kez milliyetçilik çizgisinde buluştu ve HDP’ye oy verdi. % 13’lük oy oranını ve 80 milletvekilini, barışa değil de devrimci halk savaşına destek olarak okuyan PKK ise Kandil üzerinde etkili uluslararası istihbarat örgütlerinin de desteği ile bir yandan Suriye’de PYD eliyle Türkiye’yi kuşatmaya yönelik bir koridor oluşturma projesine hız verirken, diğer yandan ise Türkiye’deki çözüm sürecinin fiilen bitirilmesinin yolunu açan iki masum polisin evlerinde şehit edilmesi eylemini gerçekleştirdi. 
Bu eylemi de Suruç katliamını yapan DAEŞ’e sözde Türkiye’nin verdiği desteği cezalandırmak istedikleri gibi bir argümana sarmalayarak dünya kamuoyunda meşruiyet arayışını sürdürdü. Çatışmacı sürecin örgüt tarafından bilinçli olarak tırmandırıldığı bir ortamda 

1 Kasım seçimlerine gitmekte olan Türkiye’de, Güney Doğu’daki Kürt nüfus PKK’nın yaygın halk ayaklanması ve öz yönetim çağrılarına toplumsal destek vermemiştir. Ancak seçim güvenliği sorunlarının nasıl aşılacağı ve muhafazakâr seçmenin AK Parti’ye dönüp dönmeyeceği ise şimdilik net cevabı olmayan sorular olarak kalacak gibi görünüyor. Bilinen bir gerçek var ki, o da HDP’nin meclise girmesiyle birlikte AK Parti’nin tek başına hükümet olma gücünü yitirmesidir ki bu anlamda maksat kısmen de olsa hâsıl olmuş görünüyor. EKİM 2015 

İstikrar Neden Önemli? 

Son on yılda Türkiye’de tam anlamıyla sessiz bir devrim yaşandı. Bir yandan % 300 artan milli gelirin yarattığı imkânlar sayesinde geniş halk kitlelerinin hayat 
seviyesi ve yaşam kalitesi gözle görünür derecede arttı. Anadolu’nun şehirleri, kasabaları ve köyleri belki de 16. yüzyıldan bu yana ilk kez bu kadar bayındırlık 
yatırımı aldı. Sağlık ve eğitim alanında insan temelli devrimler yaşandı. 

Dezavantajlı (engelli) ve yaşlılara yönelik hizmetler olağanüstü artırıldı. Sıradan yurttaş insanca ve onurluca yaşama imkânlarına kavuştu. 

Demokrasi ve özgürlükler alanında yine sıradan insan için önemli ilerlemeler sağlandı. Bu ülkede artık kimse inancı ve kimliğinden dolayı dışlanmıyor. Kürtçe 
konuşmaktan dolayı kimse takibata uğramıyor. 

Devletin (TRT) 24 saat yayın yapan Kürtçe ve Arapça kanalları var. Başörtülü olduğu için insanların eğitim hakları çiğnenmiyor ya da kamusal alanda çalışmaları engellenmiyor. Daha da önemlisi tüm bu devrimci gelişmelerin sonucu olarak uluslararası alanda Türkiye Cumhuriyeti pasaportu artık bir saygınlık simgesi olarak görülüyor. Ülke içinde ve dışında yaşayan insanlarımız bu ülkeye ait olmaktan dolayı şeref duyar hale geldiler. 

Kendi ülkemizde demokratik zeminde yaşanan ihtilaflardan dolayı bazılarının hükümete kızgınlıkları ülkedeki bu gelişmeleri görmelerine engel olmamalıdır. 
Türkiye’nin etrafındaki coğrafya tam anlamıyla bir istikrarsızlık ve çatışma alanına dönüşmüş durumda. 

Karadeniz’in kuzeyinde ve Kuzey Doğu’sunda çatışmacı ortam devam ediyor. Gürcistan’ın topraklarının bir kısmı 2008’den bu yana Rusya’nın dolaylı kontrolünde. Rusya özel harp teknikleri ve siyasi amaçlı istihbarat operasyonları ile Kırım’ı tüm dünyanın gözü önünde kendi topraklarına kattığı gibi, Ukrayna’nın doğu kesimleri de fiilen Rus yanlılarının egemenliği altına girdi. Doğumuzdaki İran, Batı dünyası ile antlaşmasını bölgede kendi yayılmacı emelleri için kullanma eğiliminde. Suriye’de oluşturduğu lejyonerlerle Esed rejimine destek vermeye devam ederken, Yemen’deki iç karışıklıktan yararlanarak Husi’ler üzerinden Kızıldeniz’i kontrol etmeye çalışıyor. Körfez ülkeleri ABD ile ilişkilerini düzelten İran’ın kendilerine yönelik mezhepçi tavırlarından son derece rahatsızlar ve Türkiye ile askeri ilişkileri geliştirme arayışındalar. 

Batımız da çok farklı değil. Yunanistan tarihinin en ağır sosyo-ekonomik ve siyasi krizleriyle boğuşuyor. Küresel troyka tarafından ekonomik olarak ülkenin gelecek yarım yüzyılını rehin alacak ağır bir borç yükü altına sokulmuş durumda. Çipras gibi popüler desteği olan bir politikacı bile ülkesini yönetmekte zorlanıyor. Balkanların geleceği ise belirsizliğini koruyor. AB, Bosna Hersek gibi kırılgan bir barış üzerine dayanan yaralı bir ülkeyi Avrupa’ya sınır ötesi operasyonlar düzenleme şansına sahip entegre etme cesaretini gösteremiyor. 

Batı dünyası ile Rusya arasında siyasi/stratejk gerginlikler arttığı sürece, yakın bir gelecekte Rusya’nın Balkanlardaki Ortodoks Slav halkları üzerindeki tarihsel oyunlarını yeniden sahneye koymayacağının garantisi yok. 

Bir kaç yüz binlik Suriyeli mülteci ile baş edecek siyasi aklı gösteremeyen AB ülkelerinin çevre ülkelerdeki gelişmeleri yönlendirme kapasitesi giderek zayıflıyor. 
Hıristiyan dünyasının geleceğinin siyasi istikrarı adına Avrupa başkentlerinden ümidini kesen Papa Francis’in Washington ve New York’a gidip, ilk kez Amerikan Kongresine ve BM Genel Kurulu’na hitap etmesi ve barış adına küresel vicdana çağrıda bulunması boşuna değil.

< Türkiye’deki kaos ve kriz lobisinin tek bir amacı var. Ülkede ekonomik kriz olduğu algısı yaratmak ve böylece 7 Haziran seçimlerinde kısmen örseledikleri ama bir türlü çözemedikleri AK Part ’yi zayıflatmak ve mümkünse alternatif iktidar olasılıklarını ortaya çıkartmak. >

    Gören gözlerin yakından hissetmeye başladığı bir gerçek var. Küresel sistemde 1945 öncesi dünya şartlarını andırırcasına krizlerin ve gerginliklerin arttığı
bir konjonktür hızla yaklaşıyor. Zira uluslararası sistemde 1945 sonrası döneme damgasını vuran ekonomi-politik dengelerde köklü bir değişim yaşanıyor.
     Batı dünyası eski gücünde değil ve güç ve statü kaybeden her birey veya ulusta yaşandığı gibi gelişmeleri basiret ve akılla yönetme yeteneği zayıflıyor. Daha katı, daha acımasız ve daha gergin bir yönetim mantığı geri geliyor. Yükselen güçler ise henüz küresel sistemde oyunu değiştirecek güce erişmiş değiller ve oldukça ihtiyatlı hareket ediyorlar.
    Bu anlamda küresel güç kayması dediğimiz geçiş sürecinde umulmadık çatışmalar, sürtüşmeler ve karşılıklı hamleleri daha sık göreceğiz. 1945 sonrası
oluşan ve liberal batı değerleri temelinde biçimlenen uluslararası hukuk normları ve gelenekler eski gücünü yitiriyor. Bugünlerde devletler çıkar eksenli ve
fırsatçı bir dış politika izlemeye daha meyilliler. Rusya, Çin ve İran gibi aktörler, biraz da sahip oldukları demokratik olmayan otoriter rejimlerin karakterine
daha uygun olan devletlerarası ilişkilerde geleneksel egemenlik anlayışına göre hareket etmeyi sürdürüyorlar.

Oysa Türkiye gibi demokrasi ile yönetilen ve yönetim süreçleri halkın denetimine açık olan ülkeler İran’ın ya da Rusya’nın yaptığı türden sınır ötesi operasyonlar 
düzenleme şansına sahip değiller.
    Eğer Türkiye Rusya gibi hareket etseydi, normal şartlarda iki milyon mülteci ile boğuşan bir ülke olarak çoktan Suriye’nin içinde kendi güvenlikli bölgesini fiilen oluşturur ve sivilleri orada iskân ederdi.
Ancak uluslararası alanda hukuka uygun hareket etme ve meşruiyet arayışı Türkiye’nin elini kolunu bağlamaktadır. Dış politik hareketlerdeki bu anlayış
farkları ne yazık ki, otoriter devletlerin lehine dengesiz bir durum yaratmaktadır. Türkiye gibi bölgenin yalnız demokrasileri için anarşi ortamında hukuka göre hareket ederek çıkarlarını korumak çok da kolay olmayacaktır.
Sonuç olarak, Türkiye küresel sistemde anarşi, öngörülemezlik ve belirsizliğin arttığı bir tarihsel dönemde son on yılda yakaladığı siyasi ve ekonomik istikrarını sürdürmekte zorlanmaktadır. Bir yanda Rusya ve İran gibi bölgesel güçlerin agresif genişleme politikaları, diğer yandan Batılı dünyanın ortak değerler ve çıkarlar temelinde kurdukları Avrupa Konseyi, NATO ve AB gibi kurumlarının Türkiye’ye olan ahdi taahhütlerine ihanet edercesine gösterdikleri ihmal ve aymazlıklarla karşı karşıya olan bir süreçten geçiyoruz. Böyle bir dönemde iktidara MHP ve CHP de dâhil olmak üzere hangi parti gelirse gelsin aynı zorlukları yaşayacaktır. Siyasi uzlaşı kültürünün zayıf olduğu ülkemizde koalisyon hükümetlerinin içerideki terörle mücadele ve dış dünyada artan belirsizliklerle başarılı biçimde mücadele edebilme şansı yoktur. Üstelik bu sistemik krizlerin zaman zaman yarattığı tarihi fırsatların ülkemiz adına iyi değerlendirilmesi için, Türkiye’nin hızlı karar alıp uygulayabilen güçlü bir hükümete olan ihtiyacı son derece aşikârdır. 1 Kasım seçimleri bu anlamda 2023’e giden Türkiye’de özlediğimiz ve ümitlendiğimiz yeniden güçlü ve istikrarlı Türkiye’nin yaratılması açsısından bir fırsat olarak görülmelidir.
Seçmenler olarak bizler açısından istikrarlı bir yönetim, yalnızca Türkiye için açısından değil; ülkemize ümit bağlamış Somali’den Afganistan’a kadar uzanan
İslam coğrafyasındaki mazlum halklar için de önemlidir. 

Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur. 

EKİM 2015 


***

23 Şubat 2020 Pazar

ABD’nin Suriye Politikası,

ABD’nin Suriye Politikası, 



 Prof. Dr. Birol AKGÜN,


Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü siyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel sistemdeki her gelişme karşısında aktif pozisyon alan ve oyun kuruculuk rolünü üstlenen ABD, Arap Baharı 
karşısında aşırı ihtiyatlı, ön plana çıkmayan, düşük profil sergileyen ve gelişmeleri perde arkasından izleyerek, kritik güvenlik sorunlarını bölgesel güçlere havale eden bir tutum takınmaktadır. Başkan Obama’nın bu tavrı iç politikada onun “kararsız ve zayıf bir siyasi lider” olarak suçlanmasına yol açıyor. 

Uluslararası politikada ise yarım asırdır hep Washington’dan gelecek siyasi sinyallere göre pozisyonunu alan bazı ülkeler ve liderler, Amerika’nın yeni 
yaklaşımı karşısında ciddi bir ikilemle karşı karşıya görünüyor. Amerika’nın Tunus ve Mısır’da değişimden yana açıktan tavır almasına karşı, Libya’ya askeri 
müdahale gündeme geldiğinde liderliği Fransa’ya bırakması ve Suriye söz konusu olduğunda ise Türkiye ve Arap Birliği’nin geliştirdiği stratejileri desteklemesi dış politika analistlerinin de kafasını karıştırmış durumda. 

Kafa karışıklığını gidermek için, Amerika’nın genel olarak Arap Baharı özel olarak ise Suriye konusundaki stratejisini doğru anlamak gerekiyor. 

Temel Tespitimiz şudur: 

ABD’nin hegemonik gücünde ciddi aşınmalar vardır ve Arap Orta doğu’sundaki sürpriz gelişmelere karşı hazırlıksız yakalanan ABD, bir yandan ilkesel olarak 
bölgedeki değişimi ve demokratikleşmeyi siyaseten desteklerken, diğer yandan bölgede yeni askeri angajmanlara girmekten kaçınmaktadır. 

Obama yönetimi, ABD’nin küresel liderliğini sürdürebilmesi için Asya-pasifik bölgesini dış politikasının yeni odak noktası olarak belirlemiştir ve Orta doğu’nun dönüşüm sürecinde Avrupa Birliği ve Türkiye gibi demokratik güçleri daha aktif rol almaya teşvik etmekte, onları sorumluluk ve yük paylaşımında ortak olmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda, askeri güce gerek duyulmayan Tunus ve Mısır’daki olaylarda Türkiye yaptığı kritik siyasi açıklamalarla otoriter liderlerin devrilmesin de ve demokratik sürecin başlamasında önderlik rolü üstlenirken; Libya’daki askeri harekât sürecinde ise Fransa öncülük yapmıştır. Şimdi sıra Suriye’dedir ve dış müdahaleye gerek kalmadan dönüşüm için stratejiler geliştirilmeye  çalışılmaktadır. Eğer mutlaka müdahale gerekecekse, burada liderliği Türkiye’nin alması beklenmektedir. 

Buradaki temel soru şudur: Bölgeyi ekonomik ve ticari enstrümanlara dayanarak ve karşılıklı etkileşimle dönüştürmek isteyen Türkiye; askeri kapasitesi Suriye’ye müdahaleye yetmesi mümkün olmayan Arap Birliği; kendi iç ekonomik ve siyasi krizleriyle uğraşan AB ülkeleri Beşşar Esed yönetimini askeri güce başvurarak devirmek için harekete geçmezse, ABD’nin Suriye politikası ne olacaktır? Batının ekonomik yaptırımları altında yıpranan, ancak İran gibi ülkelerin mali ve askeri yardımıyla uzun süre ayakta kalabilecek olan Esed rejimi ile silahlı muhalif gruplar arasındaki çatışmaların sarmalında bölgede yeni bir Lübnan veya yeni bir Yugoslavya mı ortaya çıkacaktır? Suriye’deki uzun çatışma süreci, İran ve ABD (İsrail) arasındaki bölgesel gerginliğin yaratacağı yeni bir istikrarsızlık ve terör saldırıları üzerinden siyasi hesaplaşmaları da beraberinde getirmeyecek midir? 

Obama’nın Dış Politika Doktrini 

ABD, Suriye konusunda başından beri diğer Arap Baharı ülkelerinde sergilediği düşük profilli yaklaşımı sergilemektedir. Obama, daha seçilmeden önce bir Arap 
ülkesi olan Irak’ın sözde demokratikleşmesi için gerçekleştirilen ABD işgaline karşı çıkmıştır ve dış politikasını da Rusya, Çin ve İran dâhil tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi (reset) üzerine oturtmuştur. ABD halkının kendisine yönelik desteğinin de savaşçı değil, barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan Obama, dış politikada zor kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaktadır. Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişen yeni Amerikan yaklaşımı, kendisini en çok Arap Baharı sürecinde hissettirmiştir. Nitekim, Başkan Obama özellikle Libya müdahalesi sırasında ancak BM Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. 


Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne Jefferson gibi 
“özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. 

Güvenlik Konseyi’nden karar çıktıktan sonra Amerikan askerlerine silah kullanma izni vermiştir. Başkan Obama’nın 28 Mart 2011 tarihli kritik 
konuşması bu anlamda son derece anlamlıdır. 

“Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete 
geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. 

Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin 
dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… Baskıcı rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika’nın olmamalıdır… Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz kaldığı için harekete geçtik.” 

Görüleceği gibi Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne 
Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici 
bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak 
için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. 

Bu bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir. Böylece Obama yönetimi ile 
birlikte Amerika’nın, klasik çevreleme politikaları yerine “kendi gücünü sınırlandırma” (self-restraint) politikasına geçtiği söylenebilir. ABD’nin yeni 
dış politikasını yalnızca Obama’nın liderlik anlayışı ile açıklamak da doğru değildir. Değişimi, Amerika’nın küresel sistemi kontrol etmeye imkân veren 
ekonomi-politik gücündeki göreceli yapısal zayıflamanın bir sonucu olarak okumak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Obama’yı küresel güç kaymasını 
erken okuyan ve ABD’nin elindeki gücü daha zekice (smart power) kullanması gerektiğine inanan; bu bağlamda da çok taraflı (multileteralism) dış politika çizgisine geri dönüşü savunan pragmatist bir idealist siyasi lider olarak tanımlamak mümkündür. 

ABD’nin Suriye Politikası 

ABD’nin Suriye ile olan ilişkileri son yarım asırda çoğu zaman gergin bir seyir izlemiştir. Arap-İsrail çatışmalarında ABD’nin her zaman açıktan İsrail’i 
desteklemesi, Şam’ın ise dış politikasını Tel Aviv karşıtlığına odaklaması Suriye’yi ABD’nin de dolaylı düşmanı haline getirmiştir. 
Öte yandan Soğuk Savaş dönemindeki doğu-batı kutuplaşmasında da Suriye, Sovyet blokunun Ortadoğu’daki en güçlü müttefiklerinden biri olmuştur. 

İran devrimi sonrasında ise Suriye İran’ın en sadık ve en yakın Arap müttefiki haline gelmiştir. Uzun süre Lübnan’ı da kendi denetimi altına alan Suriye, 
ABD tarafından bölgede teröristleri destekleyen bir haydut devlet olarak tanımlana gelmiştir. Nitekim 2003 yılındaki Irak işgaline karşı çıkan Suriye’yi 
zamanın ABD Başkanı Bush “şer ekseni” ülkelerinden biri olarak tanımlamış ve açıktan askeri müdahale ile tehdit etmiştir. 2005 yılında Lübnan başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden Şam yönetimi sorumlu tutulmuş ve ABD-Suriye diplomatik ilişkileri tamamen kesilmiştir. Bölgede yeni bir Irak görmek istemeyen Türkiye’nin karşı çıkması ve Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapması gibi diplomatik girişimler sayesinde Suriye ile ABD arasındaki gerginlik yavaş yavaş azalmış ve nihayet 2009 yılında Obama Şam’a yeniden bir büyükelçi atamıştır. 

Görüleceği üzere, 2011 Mart ayında Suriye’de başlayan demokrasi yanlısı kitlesel gösterilere kadar geçen sürede, Washington ile Şam arasında her zaman derin bir güven bunalımı hüküm sürmüştür. 2011’de Dera’da başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş ve Esed yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını 
savunmuştur. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama artık Esed yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. 

Ancak yine de şunu görmek gerekir ki, Suriye ve İran sorunu ABD için birbirinden bağımsız konular da değildir. Obama yönetiminin güvenlik 
elitleri, Ortadoğu’daki temel amaçları olan İran’ın gücünün zayıflatılması için Suriye’nin İran’dan kurtarılması gerektiğini iyi bilmektedirler. Şam’ın 
demokrasi cephesine katılması durumunda, İran’ın Lübnan’a kadar uzanan bölgedeki gücünde ciddi bir kırılma beklenmelidir. Bu nedenle 2012 
başından beri İran’a yönelik artan ABD, AB ve İsrail desteği İran’ın nükleer bomba üretmesini engellemek kadar, İran’ın Suriye’ye yönelik desteğini 
kesmeyi de amaçlamaktadır. Ancak her iki konuda da ABD’nin karşısına en büyük engel olarak BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin’in ikili vetosu 
çıkmaktadır. 

   Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiştir. 
Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını savunmuş tur. 
Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. 
Suriye’ye yönelik silah ambargosunu da içeren ve ABD, AB ve Arap Birliği’nce hazırlanan karar tasarılarının iki kez reddedilmesi üzerine, 

ABD ve AB Arap Birliği ile birlikte alternatif platformlar geliştirme çabasına girişmiştir. 

Bu çerçevede Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. Burada Suriyeli muhalifler arasında alternatif bir iktidar bloku oluşturmak için Suriye Ulusal Konseyi oluşturulmuştur. Amaç, bir yandan Suriye’deki çatışan muhaliflere dışarıdan destek sağlamak, diğer yandan Esed rejimi üzerindeki baskıyı artırmaktır. Nitekim Suriye’nin dostları grubu ikinci ve en önemli toplantısını 

84 ülkenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirmiştir. ABD’nin de desteklediği İstanbul kararlarında, Suriye Ulusal Konseyi Suriye halkının meşru temsilcisi 
olarak tanınmış ve Suriyeli muhaliflere silah dışında her türlü insani ve teknik yardımın yapılması kararı alınmıştır. 

Ancak ABD, Suriye’deki çatışmalarda şimdiye kadar 10 bin civarında insan hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, BM’den bir karar çıkmadan Esed yönetimine karşı tek taraflı bir askeri müdahaleye hazır olmadığını söylemektedir. Başkan Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında 
söyledikleri Washington’un bakış açısını anlama bakımından oldukça açıklayıcıdır. Obama Suriye konusunda “bazılarının önerdiği gibi, ABD’nin tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu” ve durumun Libya’dakinden çok farklı olduğunu vurgulamaktadır. “Libya konusunda biz uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. 

Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır.” 

Görüldüğü üzere, Obama Suriye’deki insan hakları ihlallerinin askeri bir müdahaleyi gerektirdiği konusunda karşı çıkmamakla birlikte, kendi doktrinin ilkelerine sadık kalmaya çalışmaktadır. Öte yandan Obama yönetimi esasen 2012 yılında ülkedeki başkanlık seçimlerine odaklanmış durumdadır. Irak’tan çekilme kararı alan ve Afganistan’dan çekilme takvimi ilan eden Obama yönetimi sonucu önceden kestirilemeyen bir müdahale fikrine oldukça uzak durmaktadır. Obama’nın siyasi kariyeri açısından içerideki ekonomik gelişmeler, Suriye gibi düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya bulaşmaktan çok daha önemli görülmekte ve öncelenmekte dir. 


http://www.evreninsirlari.net/dosyalar/126_s15_03.pdf

***

8 Şubat 2020 Cumartesi

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 2

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 2


ABD’nin Suriye Politikası 


Prof. Dr. Birol AKGÜN 

Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik 
dengeleri derinden sarsan köklü s iyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği 
dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma 
yaratmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel sistemdeki her 
gelişme karşısında aktif pozisyon alan ve oyun kuruculuk rolünü üstlenen 
ABD, Arap Baharı karşısında aşırı ihtiyatlı, ön plana çıkmayan, düşük 
profil sergileyen ve gelişmeleri perde arkasından izleyerek, kritik güvenlik 
sorunlarını bölgesel güçlere havale eden bir tutum takınmaktadır. Başkan 
Obama’nın bu tavrı iç politikada onun “kararsız ve zayıf bir siyasi lider” 
olarak suçlanmasına yol açıyor. Uluslararası politikada ise yarım asırdır 
hep Washington’dan gelecek siyasi sinyallere göre pozisyonunu alan bazı 
ülkeler ve liderler, Amerika’nın yeni yaklaşımı karşısında ciddi bir ikilemle 
karşı karşıya görünüyor. Amerika’nın Tunus ve Mısır’da değişimden yana 
açıktan tavır almasına karşı, Libya’ya askeri müdahale gündeme geldiğinde 
liderliği Fransa’ya bırakması ve Suriye söz konusu olduğunda ise Türkiye ve 
Arap Birliği’nin geliştirdiği stratejileri desteklemesi dış politika analistlerinin 
de kafasını karıştırmış durumda. 

< Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü siyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır. SDE Analiz  >

Kafa karışıklığını gidermek için, Amerika’nın genel olarak Arap Baharı özel 
olarak ise Suriye konusundaki stratejisini doğru anlamak gerekiyor. Temel 
tespitimiz şudur: ABD’nin hegemonik gücünde ciddi aşınmalar vardır ve 
Arap Ortadoğu’sundaki sürpriz gelişmelere karşı hazırlıksız yakalanan 
ABD, bir yandan ilkesel olarak bölgedeki değişimi ve demokratikleşmeyi 
siyaseten desteklerken, diğer yandan bölgede yeni askeri angajmanlara 
girmekten kaçınmaktadır. Obama yönetimi, ABD’nin küresel liderliğini 
sürdürebilmesi için Asya-pasifik bölgesini dış politikasının yeni odak noktası 
olarak belirlemiştir ve Ortadoğu’nun dönüşüm sürecinde Avrupa Birliği 
ve Türkiye gibi demokratik güçleri daha aktif rol almaya teşvik etmekte, 
onları sorumluluk ve yük paylaşımında ortak olmaya zorlamaktadır. Bu 
bağlamda, askeri güce gerek duyulmayan Tunus ve Mısır’daki olaylarda 
Türkiye yaptığı kritik siyasi açıklamalarla otoriter liderlerin devrilmesinde ve 
demokratik sürecin başlamasında önderlik rolü üstlenirken; Libya’daki askeri 
harekât sürecinde ise Fransa öncülük yapmıştır. Şimdi sıra Suriye’dedir ve 
dış müdahaleye gerek kalmadan dönüşüm için stratejiler geliştirilmeye 
çalışılmaktadır. Eğer mutlaka müdahale gerekecekse, burada liderliği 
Türkiye’nin alması beklenmektedir. 

Buradaki temel soru şudur: Bölgeyi ekonomik ve ticari enstrümanlara 
dayanarak ve karşılıklı etkileşimle dönüştürmek isteyen Türkiye; askeri 
kapasitesi Suriye’ye müdahaleye yetmesi mümkün olmayan Arap Birliği; 
kendi iç ekonomik ve siyasi krizleriyle uğraşan AB ülkeleri Beşşar Esed 
yönetimini askeri güce başvurarak devirmek için harekete geçmezse, 
ABD’nin Suriye politikası ne olacaktır? Batının ekonomik yaptırımları altında 
yıpranan, ancak İran gibi ülkelerin mali ve askeri yardımıyla uzun süre 
ayakta kalabilecek olan Esed rejimi ile silahlı muhalif gruplar arasındaki 
çatışmaların sarmalında bölgede yeni bir Lübnan veya yeni bir Yugoslavya 
mı ortaya çıkacaktır? Suriye’deki uzun çatışma süreci, İran ve ABD (İsrail) 
arasındaki bölgesel gerginliğin yaratacağı yeni bir istikrarsızlık ve terör 
saldırıları üzerinden siyasi hesaplaşmaları da beraberinde getirmeyecek midir? 

Obama’nın Dış Politika Doktrini 

< Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. SDE Analiz  >

ABD, Suriye konusunda başından beri diğer Arap Baharı ülkelerinde 
sergilediği düşük profilli yaklaşımı sergilemektedir. Obama, daha 
seçilmeden önce bir Arap ülkesi olan Irak’ın sözde demokratikleşmesi için 
gerçekleştirilen ABD işgaline karşı çıkmıştır ve dış politikasını da Rusya, 
Çin ve İran dâhil tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi (reset) 
üzerine oturtmuştur. ABD halkının kendisine yönelik desteğinin de savaşçı 
değil, barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan Obama, dış politikada zor 
kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaktadır. Dış politikada 
Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin 
dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı 
olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı 
olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü 
askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına 
ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişen yeni 
Amerikan yaklaşımı, kendisini en çok Arap Baharı sürecinde hissettirmiştir. 
Nitekim, Başkan Obama özellikle Libya müdahalesi sırasında ancak BM 
Güvenlik Konseyi’nden karar çıktıktan sonra Amerikan askerlerine silah 
kullanma izni vermiştir. Başkan Obama’nın 28 Mart 2011 tarihli kritik 
konuşması bu anlamda son derece anlamlıdır. 

<  Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. SDE Analiz >

“Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz 
müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete 
geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz. 
Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana 
dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin 
dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… Baskıcı 
rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika’nın 
olmamalıdır… Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz 
kaldığı için harekete geçtik.” 

Görüleceği gibi Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının 
korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne 
Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı 
mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici 
bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan 
maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak 
için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer 
ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu 
bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin 
meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir. Böylece Obama yönetimi ile 
birlikte Amerika’nın, klasik çevreleme politikaları yerine “kendi gücünü 
sınırlandırma” (self-restraint) politikasına geçtiği söylenebilir. ABD’nin yeni 
dış politikasını yalnızca Obama’nın liderlik anlayışı ile açıklamak da doğru 
değildir. Değişimi, Amerika’nın küresel sistemi kontrol etmeye imkân veren 
ekonomi-politik gücündeki göreceli yapısal zayıflamanın bir sonucu olarak 
okumak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Obama’yı küresel güç kaymasını 
erken okuyan ve ABD’nin elindeki gücü daha zekice (smart power) 
kullanması gerektiğine inanan; bu bağlamda da çok taraflı (multileteralism) 
dış politika çizgisine geri dönüşü savunan pragmatist bir idealist siyasi lider 
olarak tanımlamak mümkündür. 

ABD’nin Suriye Politikası., 

ABD’nin Suriye ile olan ilişkileri son yarım asırda çoğu zaman gergin bir 
seyir izlemiştir. Arap-İsrail çatışmalarında ABD’nin her zaman açıktan İsrail’i 
desteklemesi, Şam’ın ise dış politikasını Tel Aviv karşıtlığına odaklaması 
Suriye’yi ABD’nin de dolaylı düşmanı haline getirmiştir. 

Öte yandan Soğuk Savaş dönemindeki doğu-batı kutuplaşmasında da Suriye, Sovyet blokunun Ortadoğu’daki en güçlü müttefiklerinden biri olmuştur. İran 
devrimi sonrasında ise Suriye İran’ın en sadık ve en yakın Arap müttefiki 
haline gelmiştir. Uzun süre Lübnan’ı da kendi denetimi altına alan Suriye, 
ABD tarafından bölgede teröristleri destekleyen bir haydut devlet olarak 
tanımlana gelmiştir. Nitekim 2003 yılındaki Irak işgaline karşı çıkan Suriye’yi 
zamanın ABD Başkanı Bush “şer ekseni” ülkelerinden biri olarak tanımlamış 
ve açıktan askeri müdahale ile tehdit etmiştir. 2005 yılında Lübnan 
başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden Şam yönetimi sorumlu tutulmuş ve 
ABD-Suriye diplomatik ilişkileri tamamen kesilmiştir. Bölgede yeni bir Irak 
görmek istemeyen Türkiye’nin karşı çıkması ve Suriye ile İsrail arasında 
arabuluculuk yapması gibi diplomatik girişimler sayesinde Suriye ile ABD 
arasındaki gerginlik yavaş yavaş azalmış ve nihayet 2009 yılında Obama 
Şam’a yeniden bir büyükelçi atamıştır. 

Görüleceği üzere, 2011 Mart ayında Suriye’de başlayan demokrasi yanlısı 
kitlesel gösterilere kadar geçen sürede, Washington ile Şam arasında 
her zaman derin bir güven bunalımı hüküm sürmüştür. 2011’de Dera’da 
başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş 
ve Esed yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog 
başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir 
yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği 
ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. Yeni ABD dış politikasına uygun olarak, 
Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel 
inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini 
desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir 
tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını 
savunmuştur. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama 
artık Esed yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi 
itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir. 

< Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını savunmuştur. SDE Analiz >

Ancak yine de şunu görmek gerekir ki, Suriye ve İran sorunu ABD için 
birbirinden bağımsız konular da değildir. Obama yönetiminin güvenlik 
elitleri, Ortadoğu’daki temel amaçları olan İran’ın gücünün zayıflatılması 
için Suriye’nin İran’dan kurtarılması gerektiğini iyi bilmektedirler. Şam’ın 
demokrasi cephesine katılması durumunda, İran’ın Lübnan’a kadar uzanan 
bölgedeki gücünde ciddi bir kırılma beklenmelidir. Bu nedenle 2012 
başından beri İran’a yönelik artan ABD, AB ve İsrail desteği İran’ın nükleer 
bomba üretmesini engellemek kadar, İran’ın Suriye’ye yönelik desteğini 
kesmeyi de amaçlamaktadır. Ancak her iki konuda da ABD’nin karşısına en 
büyük engel olarak BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin’in ikili vetosu 
çıkmaktadır. Suriye’ye yönelik silah ambargosunu da içeren ve ABD, AB ve 
Arap Birliği’nce hazırlanan karar tasarılarının iki kez reddedilmesi üzerine, 
ABD ve AB Arap Birliği ile birlikte alternatif platformlar geliştirme çabasına girişmiştir. 

< Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır.  SDE Analiz >

Bu çerçevede Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri 
paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak 
bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. Burada Suriyeli 
muhalifler arasında alternatif bir iktidar bloku oluşturmak için Suriye Ulusal 
Konseyi oluşturulmuştur. Amaç, bir yandan Suriye’deki çatışan muhaliflere 
dışarıdan destek sağlamak, diğer yandan Esed rejimi üzerindeki baskıyı 
artırmaktır. Nitekim Suriye’nin dostları grubu ikinci ve en önemli toplantısını 
84 ülkenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirmiştir. ABD’nin de desteklediği 
İstanbul kararlarında, Suriye Ulusal Konseyi Suriye halkının meşru temsilcisi 
olarak tanınmış ve Suriyeli muhaliflere silah dışında her türlü insani ve teknik 
yardımın yapılması kararı alınmıştır. 

Ancak ABD, Suriye’deki çatışmalarda şimdiye kadar 10 bin civarında 
insan hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, BM’den bir karar çıkmadan 
Esed yönetimine karşı tek taraflı bir askeri müdahaleye hazır olmadığını 
söylemektedir. Başkan Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında 
söyledikleri Washington’un bakış açısını anlama bakımından oldukça 
açıklayıcıdır. Obama Suriye konusunda “bazılarının önerdiği gibi, ABD’nin 
tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu” ve durumun 
Libya’dakinden çok farklı olduğunu vurgulamaktadır. “Libya konusunda biz 
uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını 
aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin 
kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. 
Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır.” 

Görüldüğü üzere, Obama Suriye’deki insan hakları ihlallerinin askeri 
bir müdahaleyi gerektirdiği konusunda karşı çıkmamakla birlikte, kendi 
doktrinin ilkelerine sadık kalmaya çalışmaktadır. Öte yandan Obama 
yönetimi esasen 2012 yılında ülkedeki başkanlık seçimlerine odaklanmış 
durumdadır. Irak’tan çekilme kararı alan ve Afganistan’dan çekilme takvimi 
ilan eden Obama yönetimi sonucu önceden kestirilemeyen bir müdahale 
fikrine oldukça uzak durmaktadır. Obama’nın siyasi kariyeri açısından 
içerideki ekonomik gelişmeler, Suriye gibi düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya 
bulaşmaktan çok daha önemli görülmekte ve öncelenmektedir. 

Kofi Annan Planı ve ABD., 

27 Aralık’ta ilan edilen ve 1 Nisan’da yürürlüğe giren Kofi Annan’ın hazırladığı 
barış planı bu anlamda Washington, Şam ve Moskova için siyaseten nefes 
aldırıcı bir diplomatik inisiyatif olarak ortaya çıkmıştır. BM ve Arap Birliği’nin 
Suriye temsilcisi olarak atanan eski BM genel sekreteri Annan’ın hazırladığı 
altı maddelik plan özetle; Suriye’nin, “halkın meşru istek ve kaygılarına 
cevap vermek için başlatılacak olan ve Suriyelilerin liderlik edeceği kapsamlı 
siyasi süreç” için Annan’la işbirliği yapmasını, Şam yönetiminin çatışmaları 
durdurmasını ve insanların yaşadığı bölgelerdeki askeri hareketliliğin ve ağır 
silahların kullanılmasının derhal durdurulmasını, Suriye ordusunun, insani 
yardımların ulaştırılması ve yaralıların tahliye edilmesi için günlük iki saatlik 
“insani duraklama”yı kabul etmesini, rastgele tutuklanan kişilerin serbest 
bırakılmasını, Suriye’nin genelinde haberciler için hareket özgürlüğünün 
sağlanmasını, gazetecilere yönelik ayrımcı olmayan bir vize politikasının 
uygulanmasını ve sivil halkın toplanma özgürlüğü ve barışçıl gösteri yapma 
hakkına saygı duyulmasını kapsamaktadır. 

<  ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir. 
Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan Planı damgasını vurmuştur. SDE Analiz  >

ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir. 

Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan 
Planı damgasını vurmuştur. Şu söylenebilir: Açık bir BM kararı olmadan, 
ABD için seçim sathı mailine girildiği bir ortamda ekonomik maliyeti ile 
askeri ve siyasi riski fazla olan tek taraflı bir müdahale girişimi rasyonel bir 
politik tercih olarak gözükmemektedir. Kaldı ki, önümüzdeki günlerde Rusya 
ve Çin’in veto yetkilerini kullanmaktan vazgeçeceklerini gösteren bir işaret 
de yoktur. Dolayısıyla ABD, Türkiye ve Fransa gibi müttefikleri ile istişare 
içinde bulunacak ve bölge ülkelerinin inisiyatiflerini desteklemeye devam 
edecektir. 



***

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 1

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler.,  BÖLÜM 1



Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler 







(Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri) 
SDE Analiz 
SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörlüğü 
Editör Prof. Dr. Birol AKGÜN SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü 


İçindekiler: 

Özet ..............................................................3 
Genel Bilgiler ..................................................4 
Öner Buçukcu 

ABD’nin Suriye Politikası ..................................10 
Prof. Dr. Birol Akgün 

Avrupa Birliği’nin Suriye Politikası.......................16 
Doç. Dr. M.Murat Erdoğan 

Fransa’nın Suriye Politikası.................................22 
Zeynep Songülen İnanç 

Çin’in Suriye Politikası ve Çözüm Planı ................28 
Doç. Dr. Erkin Ekrem 

Suriye Krizi ve İslâm Dünyası.............................36 
Doç. Dr. Ahmet Uysal 

Rusya’nın Suriye Politikası ................................40 
Amine Yazıcı 

İran’ın Suriye Politikası .....................................44 
Uğur Köroğlu 

Suriye’de Kriz ve Uluslararası Hukuk ....................53 
Doç. Dr. Cenap Çakmak 

Türk Dış Politikasında Suriye Dönüşümü:Güvenliğe Geri Dönüş .....59 
Doç. Dr. Murat Çemrek 

Suriye Misak-ı Millîsi .........................................66 
Suriye için Annan Barış Planı ..............................68 
Son notlar .......................................................69 

SDE ANALİZ Haziran 2012 


Özet 

Suriye 1971’den beri aralıksız olarak Baas Partisi ve bu partinin kontrolünü 
elinde bulunduran Esed ailesi tarafından yönetilmektedir. Soğuk Savaş yıllarının 
politik ortamından faydalanarak otoriter rejimine hayat alanı oluşturan Suriye 
yönetimi Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dış politikasında strateji 
değiştirerek Batıya yaklaşmak istemiştir. Bu amaçla Suriye, I. Körfez Savaşı’nda 
müttefik kuvvetlere destek vermiştir. Hafız Esed’in ölümü, yerine daha yenilikçi 
ve reformist gözüken Beşşar Esed’in seçilmesi Suriye’nin uluslararası sistemle 
ilişkilerinin yeniden düzenlenebileceği yönünde bir umut oluşturmuş; ancak 
ABD Başkanlığına George W. Bush’un seçilmesi ve ardından yaptığı “şer 
ekseni” açıklamasıyla Suriye’yi hedef göstermesi Suriye yönetiminin kendisini 
tecrit etmesine sebep olmuştur. Bu süreçte Suriye’nin uluslararası toplumla bağı 
Türkiye üzerinden kurulmuştur. Ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde 
bir anda patlak veren ve Suriye’de de hissedilen Arap Baharı süreci, Suriye’nin 
hem Türkiye ile olan ilişkilerinde hem de uluslararası toplumla olan ilişkilerinde 
bir kırılma yaratmıştır. 

Mart 2012’de başlayan ve halen devam etmekte olan Suriye muhalefeti ile 
Baas yönetimine bağlı silahlı güçler arasındaki çatışmaları durdurabilmek 
ve Suriye’de barış ve istikrarı yeniden sağlayabilmek amacıyla BM ve Arap 
Birliği tarafından temsilci olarak atanan Kofi Annan tarafından bir plan ortaya 
konulmuştur. Ancak Annan Planı, uygulanması için son tarih olarak verilen 
12 Nisan’ın üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ tam 
manasıyla uygulanamamakta; Suriye’de kan akmaya devam etmektedir. Bu 
durumda Suriye konusunda daha etkin bir tavır içerisinde olmaları beklenen 
uluslararası toplum da sorunun çözümüne yönelik adım atmakta her geçen 
gün gecikmektedir. Bu analizde Suriye krizinin çözümünde etkin rol üstlenmesi 
beklenen küresel ve bölgesel güçlerin Suriye politikaları değerlendirilmiştir. 

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler 

< Birinci Büyük Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot antlaşmasıyla önce İngiltere’nin hâkimiyetine verilmesi tasarlanan Suriye, Savaş’tan sonra 
İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma bağlamında Fransa’ya    devredilmiştir. SDE Analiz >


Genel Bilgiler 

Öner BUÇUKCU 


Suriye’nin Sosyo-ekonomik Yapısı 

*Kaynak : Dünya Bankası 

< Birinci Büyük Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot antlaşmasıyla önce 
İngiltere’nin hâkimiyetine verilmesi tasarlanan Suriye, Savaş’tan sonra 
İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma bağlamında Fransa’ya 
devredilmiştir. SDE Analiz >

Birinci Büyük Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot antlaşmasıyla önce İngiltere’nin hâkimiyetine verilmesi tasarlanan Suriye, Savaş’tan sonra 
İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma bağlamında Fransa’ya devredilmiştir.
Fransa, Milletler Cemiyeti döneminde Suriye’de bir manda rejimi tesis etmiştir. 

Suriye Mandası, Fransa’nın idaresine girmesiyle çeşitli etnik ve dini 
gruplara dayalı devletlere bölünmüştür. Şam Devleti, Halep Devleti, Nusayri 
merkezli Alevi Devleti, Dürzî merkezli Jabal Durize, sonradan Türkiye 
Cumhuriyeti’ne katılan Hatay Cumhuriyeti ve Lübnan Devleti olmak üzere 
6 yapılı yönetim oluşturulmuştur. Ancak Fransa, 1937’de Şam Devleti, Alevi 
Devleti, Halep Devleti ve Dürzi Devleti’ni tek bir yönetim altında birleştirmiştir. 
Bu duruma özellikle Nusayriler karşı çıkmışlar; 1954’e kadar kendi devletleri 
için mücadele etmişlerdir. 

İkinci Büyük Savaş yıllarında, 1941 tarihinde Fransa, kendi nüfuzu altında 
kalmak şartıyla Suriye manda yönetimine kısmî bağımsızlık vermiştir. 1943 
yılında yapılan seçimlerde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, 
Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Fransa, İkinci Büyük Savaş sürerken 
oluşan uluslararası dinamikler ve iç politikadaki bir takım gelişmeler sebebiyle 
Savaş sona ererken Suriye’den çekilmiştir. Suriye, 1946’da Birleşmiş 
Milletler’e katılarak Suriye Arap Cumhuriyeti adını almıştır. 

Suriye’de Dinî Grupların Coğrafî Dağılımı 

İkinci Büyük Savaş devam ederken Suriye’de 1943 yılında el-Baas el-
Arabî adında bir örgütlenmeye gidilmiştir. Bütün bir Arap dünyasını tek 
bir devletin çatısı altında birleştirme ülküsü etrafında hareket eden Baas, 
Suriyeli Rum Ortodoks bir aileden gelen Mişel Eflak, Hatay’lı bir Nasuri olan 
Zeki Arsuzi ve Sünni Salah Bitar tarafından kurulmuştur. Baas Arap dilinde 
yeniden diriliş anlamına gelmektedir. Partinin sloganı birlik, özgürlük ve 
sosyalizmdir (İştirakiye). İlk kongresi 1947’de Şam’da yapılan Baas, kısa 
süre içinde Arap ülkelerinin büyük bölümünde ve diğer ülkelerdeki Arap 
toplulukları arasında da hızla örgütlenmiştir. 

<  İkinci Büyük Savaş yıllarında, 1941 tarihinde Fransa, kendi nüfuzu altında kalmak şartıyla Suriye manda yönetimine kısmî bağımsızlık 
vermiştir. 1943yılında yapılan seçimlerde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. SDE Analiz >

Mişel Eflak’ın kontrolünde olan Baas Partisi 1953’te Ekrem Havrani’nin kontrolünde olan Arap Sosyalist Partisi ile birleşerek Arap Sosyalist Diriliş 
Partisi adını aldı. İç siyasette çekişmelerin olduğu bir dönemde Suriye Komünist Partisi ile ittifak kuran Baas siyasal etkisini genişletti ve 1958’de Suriye ile Mısır’ın birleşmesiyle oluşan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne giden yolu açtı. Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulurken varılan anlaşma dolayısıyla Baas kendisini feshetti, ancak Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır’ın Suriye’yi birliğin eş parçaların dan birisi değil de Mısır’ın bir vilayeti gibi değerlendirme eğilimi Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılmasına sebep oldu. 1963’te Baas Suriye’de yeniden iktidara geldi, fakat Baas içerisinde de Mısır’la birleşme konusu derin çatlaklar meydana getirmişti. 1966’daki hükümet darbesi denemesinden sonra Baas’ın kurucularından ve teorisyenlerinden Mişel Eflak ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. 

<  1971-2000 yılları arasında Suriye Devlet Başkanı olan Hafız Esed Soğuk Savaş yılları boyunca SSCB doğrultusunda bir dış politika benimsemiş; iç politikada da sıkı bir istihbarat rejimi oluşturarak farklı siyasal hareketlerin yaşam alanını yok etmiştir. SDE Analiz  >

Bu süreçte, 1966’da Suriye Savunma Bakanı olan Hafız Esed, özellikle 1969-1970 yılları arasında Baas Partisi’nin sivil ve askeri kanatları arasında 
baş gösteren iktidar mücadelesinde etkin biçimde yer aldı. Bu çatışmayı doruğa çıkaran Ürdün’deki iç savaşa müdahalenin ardından, 13 Kasım 
1970’te kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirdi. Mart 1971’de yapılan halkoylamasıyla devlet başkanı seçildi. 

1971-2000 yılları arasında Suriye Devlet Başkanı olan Hafız Esed Soğuk Savaş yılları boyunca SSCB doğrultusunda bir dış politika benimsemiş; iç 
politikada da sıkı bir istihbarat rejimi oluşturarak farklı siyasal hareketlerin yaşam alanını yok etmiştir. Özellikle 2 Şubat 1982 tarihinde 
gerçekleştirilen ve 20,000 civarında sivil insanın hayatını kaybettiği tahmin edilen Hama Katliamı, Hafız Esed döneminin en tartışmalı ve kanlı 
müdahalesi olarak sonraki yıllarda da sıklıkla hatırlanmıştır. 

Hafız Esed’in 2000 yılında akciğer kanserinden ölümü sonrasında görevi 
geçici olarak, 1971-2000 yılları arasında Devlet Başkan Yardımcılığı görevini 
yürüten Abdülhalim Haddam üstlenmiştir. Bu sırada Suriye anayasasında 

Hafız Esed’in oğlu Beşşar Esed’in seçilmesine engel teşkil eden maddelerde tadilat yapılmış ve Beşşar Esed 2000 yılında yapılan oylama ile 
Suriye Devlet Başkanı olmuştur. 

ABD ile Suriye ilişkileri Beşşar Esed döneminde de gergin olmaya devam 
etmiş; ABD Suriye yönetimini teröre destek vermekle suçlarken Suriye 
Devlet Başkanı Beşşar Esed de çeşitli uluslararası toplantılarda ABD 
aleyhine konuşmalar yapmıştır. 2005 yılında Lübnan’da Refik Hariri suikasti 
Beşşar Esed yönetiminin Batılı devletlerle ilişkilerinin iyice gerginleşmesine 
sebep olmuş ve neticede Suriye BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı 
doğrultusunda Lübnan’daki askerî varlığını sona erdirmiştir. 

Beşşar Esed yönetimindeki Suriye, 2003’teki Irak işgalinden sonra ABD’nin 
işgal tehdidi karşısında özellikle Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek hem 
Batı ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışmış, hem de bölgesel etki alanını 
genişletme gayreti içerisinde olmuştur. Ancak Suriye yönetiminin bu süre 
içerisinde İran’la olan ilişkilerini de geliştirmesi, İran etkisinin bölgeye 
girmesinden endişe eden diğer Arap devletlerinde Suriye’ye yönelik 
çekinceler oluşmasına sebep olmuştur. 


Suriye Siyasî Haritası 

2010 yılı sonu 2011 yılı başında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki otoriter rejimlere yönelik büyük bir öfke patlaması gerçekleşip bu patlama mevcut 
rejimlerin varlıklarını tehdit eder hale dönüşünce, 2011 yılı Ocak ayında Wall Street Journal’a mülakat veren Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed 
bölgede reform ve değişime yönelik ciddi bir talep olduğunu fark ettiğini ve bu talebi karşılamaya yönelik adımlar atacaklarını ifade etti. 

   Mart 2011’de Suriye’de reform talep eden gösteriler başladığında Suriye yönetimi bir yandan çok uzun bir süredir yürürlükte olan reform 
yasasını yürürlükten kaldırırken, diğer taraftan göstericilere yönelik sert tedbirler almak suretiyle protestoları bastırma yolunu tercih etti. 
2011 Haziran-Temmuz ayından itibaren kitle gösterilerinin yoğunluğunda yaşanan artış Suriye yönetiminin de tepkisinin sertleşmesine sebep oldu. 
Suriyeli güvenlik güçleri ağır makineli silahlar ve hatta tanklarla muhalif gösterilerin yoğunlaştığı Hama, İdlib ve Humus gibi kentleri kuşatma 
altına aldı, katliama varan kasıtlı öldürme olayları yaşandı. 

<  Beşşar Esed yönetimindeki Suriye, 2003’teki Irak işgalinden sonra ABD’nin işgal tehdidi karşısında özellikle Türkiye ile ilişkilerini 
geliştirerek hem Batı ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışmış, hem de bölgesel etki alanını genişletme gayreti içerisinde olmuştur.  SDE Analiz >

Suriye’de gösteriler ve gösterilere sert müdahale devam ederken BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye yönelik karar alabilmek için toplandı ancak Rusya ve Çin’in vetosu sebebiyle BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar alınamadı. Arap Birliği, Avrupa Birliği ve Türkiye, Suriye’ye yönelik yaptırımlarını sertleştirdi. 2011 yılının son aylarında BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ismi Suriye yönetimiyle görüşme imkânının oluşması için öne çıkmaya başladı. BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi olarak Suriye yönetimi ile görüşen Kofi Annan “Annan’ın 6 Madde Planı” olarak bilinen bir barış ve müzakere planı hazırladı. Annan Planı’nın maddeleri şu şekildeydi: 

<  Suriye’de gösteriler ve gösterilere sert müdahale devam ederken BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye yönelik karar alabilmek için toplandı ancak 
Rusya ve Çin’in vetosu sebebiyle BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar alınamadı. SDE Analiz >

1. Suriye halkının istek ve endişelerine cevap verecek Suriye öncülüğünde bir siyasi süreç 
2. Sivillerin korunması için BM gözetiminde her tür silahlı şiddete son verilmesi 

a) Hükümet meskûn alanlara asker sevkini ve silah kullanımını durdurup buralarda bulunan askerleri çekecek 

b) Muhalefet çatışmalara son verme taahhüdünde bulunacak 

3. Tüm taraflar çatışma yaşanan bölgelere insani yardım sevkini sağlayacak ve insani amaçlarla her gün iki saatlik sükûnet dönemleri sağlanacak 
4. Suriye yönetimi keyfi şekilde tutuklanmış kişilerin serbest bırakılması sürecinin hızını ve kapsamını artıracak 
5. Suriye yönetimi ülkede gazeteciler için hareket serbestîsi temin edecek 
6. Suriye yönetimi toplanma ve barışçı şekilde gösteri yapma hakkına saygı gösterecek. 

Suriye yönetimi Kofi Annan tarafından ortaya konulan planı kabul ettiğini 
açıkladı. İstanbul’da 1 Nisan tarihinde gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları 
Toplantısı’ndan sonra ABD, Türkiye gibi ülkeler Kofi Annan’dan planın 
uygulanması için Suriye yönetimine yönelik bir son tarih tayin edilmesini 
talep ettiler. Kofi Annan’ın 10 Nisan olarak açıkladığı ateşkesin sağlanması 
için son tarih Suriye yönetimi tarafından “10 Nisan’dan itibaren 48 saat 
içerisinde” olmak üzere kabul edildi. Suriye yönetimi plana şehir merkezi 
dışında güvenlik güçlerine yönelebilecek saldırılara cevap verme hakkını 
saklı tutarak onay verdiğini açıkladı. 

Annan Planı çerçevesinde Suriye’ye bir uluslararası gözlemci misyonu ulaştı. 
Gözlemci misyonunda görevli olanların sayısı BM tarafından daha sonra 
300’e çıkarıldı. Bu arada Suriye’de 1973’ten beri ilk kez çok partili seçim 
gerçekleştirildi. Yapılan anayasal reformların ardından gerçekleştirilen 
ve muhalifler tarafından boykot edilen ilk seçimden, Suriye sisteminde 
belirleyiciliğini sürdüren Baas Partisi’nin galip çıktığı açıklandı. Uluslararası 
toplum, seçim sonuçlarını gerçekçi bulmadığını açıkladı. 

<  Annan Planı çerçevesinde Suriye’ye bir uluslararası gözlemci misyonu ulaştı. Gözlemci misyonunda görevli olanların sayısı BM tarafından daha sonra 300’e çıkarıldı. Bu arada Suriye’de 1973’ten beri ilk kez çok partili seçim gerçekleştirildi. SDE Analiz  >

BM, Suriye’deki olaylarda bugüne kadar 10000’den fazla sivilin hayatını 
kaybettiğini açıklarken Şam yönetimi 3000’in üzerinde güvenlik görevlisinin 
olaylarda hayatını yitirdiğini duyurmuştur. 


Suriye’ye Ait Bazı Ekonomik Veriler 

Not: Tarihî veriler ulusal ve uluslararası kaynaklar kullanılarak oluşturulmuş; tahminler IHS Global Insight’tan alınmıştır. 




***