30 Eylül 2018 Pazar

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 4


KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 4



    27 Mart 1960 ihtilalinden yara almadan sıyrılan islami hareket, sınırlarını genişletiyordu. 1951 1959 yılları arasında Adnan Menderes'in başbakanlığı süresince  19 İmam hatip okulu açılmış, buna karşılık İnönü'nün başbakanlığında yalnızca 1962-1963 yıllarında açılan imam hatip okulu sayısı 7'yi bulmuştu.
ABD ve Almanya'dan yardımlar ise sürüyordu. 2 Eylül 1961'de Türkiye'nin 3 milyar 731 milyon liralık dış borcunun 12 taksitte ve yüzde 3 faizle ödenmesi konusunda yapılan anlaşma ile ilgili kanun tasarısı Meclis'te kabul edilirken 24 Ocak 1962'de OECD Beşyıllık planların gerektirdiği finansmanın sağlanması için bir konsorsiyum kuruyordu.
    Milletlerarası Para Fonu ile İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı, Türkiye'nin dış ödemeler açığı için 83,5 milyon dolar tutarında kredi vermeyi kabul etti. 
Bu kredinin 50 milyonunu İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı, kalanını ise Milletlerarası Para Fonu tarafından verilecekti. Aynı tarihlerde Türk-Amerikan sermayesi ile Adapazarı ve İzmit yakınlarında iki lastik fabrikası kurulacağı açıklandı. Bunlar Türk bankaları ve işadamlarıyla " U.S. Rubber Company " tarafından kurulacak 
" U.S. Royal Lastik A.Ş.", diğeri ise yine bir Türk Bankası ile Goodyear tarafından kurulacak olan " Goodyear Lastikleri AŞ" idi. Her iki firmada hisselerin çoğunluğu ABD'ye aitti. 24 Şubat 1962'de Avrupa Para Fonu direktörler meclisi, Türkiye'ye 45 milyon dolarlık kredi açılmasını kabul etti. Bu yardım 1962 yılı dış ödemeler açığının kapatılması için kullanılacaktı. 20 Haziran 1962'de Türkiye ile Almanya arasında sermaye yatırımlarının karşılıklı olarak teşvik ve himayesini öngören antlaşma imzalandı. 

Ve nihayet 31 Temmuz 1962'de "Türkiye'ye Yardım Konsorsiyumu" kuruldu. Konsorsiyumda yer alan ülkelere bakıyoruz: 

ABD, Almanya, Kanada, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya. 25 Eylül 1962'de de Avrupa Ortak Pazar ülkelerinin Bakanlar Kurulu, Türkiye'ye Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD)  Çerçevesi içinde 300 milyon dolar yardım edilmesine karar verdi.

    Bu arada 23 Ağustos 1962'de Almanya'ya çalışmaya gitmek için 78 bininci işçi başvurmuştu. Yalnızca 1 Ekim 1961'den bu yana Amanya'ya gönderilen işçi sayısı 7565'i bulmuştu. Hayat pahalılığı ve işsizlik, çok sayıda işyerinde grevlere ve gösterilere neden oluyordu. DİE Türkiye'nin, hayat pahalılığında dünya ikincisi olduğunu açıklıyordu. 28 Ocak 1962'de Çalışma Bakanı Bülent Ecevit'in başkanlığında toplanan III. Çalışma Meclisi, toplantılarının 13. gününde işçiye grev, işverene de lokavt hakkının verilmesini oybirliğiyle kabul etti. Kabul edilen raporda grev yapılamayacak işyerleri de belirlendi.

Cumhuriyet tarihinde ilk kapsamlı grev, 28 Ocak 1963'de KAVEL Kablo Fabrikası'nda 173 işçinin iş bırakması ile başladı. Bunu öteki sanayi kollarındaki grevler izledi. 

Grevler, henüz yasa çıkmadan başlamıştı. 26 Nisan 1963'de Millet Meclisi'nin birleşiminde 3,5 saat süren görüşmelerden sonra yasa kabul edildi. Grevcileri bir sürpriz beklemekteydi: Grev ve Lokavt birlikte yasallaştırılmıştı. "Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu"nun uygulamaya konduğu 24 Temmuz, “işçi bayramı” ilan edildi. 

1 Mayıs " Bahar Bayramı" ydı artık.

   Yasa neyi değiştirmişti? 14 Kasım 1963 İstanbul'da her türlü grev ve lokavt, Sıkıyönetim Komutanlığı'nın iznine bağlandı. Ocak 1964'de ATAŞ Rafinerisi'nde 16 günden beri devam eden grev, işverenin "Grevden önceki şartları kabul ederseniz çalışın" şeklindeki sözleri üzerine gergin bir havaya girdi. Bakanlar Kurulu yaptığı toplantıda " Milli Güvenliği Bozucu" nitelikte gördüğü grevin bir ay süreyle ertelenmesini kararlaştırdı.
   Bu arada, 27 Mayıs İhtilali'nde öncü rol oynamış olan "genç subaylar", 21 Mayıs 1963 tarihinde ikinci kez ihtilal girişiminde bulundular. 5 Eylül 1963'de Mamak Askeri
Mahkemesi 'nde yargılanan sanıklarından aralarında Talat Aydemir'in de bulunduğu 7'si ölüm cezasına, 29'u da ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. 
31 Ekim 1963'de verilen ölüm cezalarından dördü, Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz ve Erol Dinçer'in cezaları TBMM tarafından onaylandı. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in idamlarını onayladığı Fethi Gürcan 27 Haziran 1964'de, Talat Aydemir 5 Temmuz'da idam edildiler. Bir süre sonra Silahlı Kuvvetler'den " Süvari Sınıfı kaldırıldı.

<  Büyük Türk Milletine,
    Gayesi ve vazifesi milletimizin kurtarıcısı Cumhuriyetimizin koruyucusu büyük Atatürk'ün ilkeleri ile çizdiği yolda yürümek ve milletimizi çağdaş uygarlık seviyesine ulaştıracak refah, huzur ve güvenlik içinde yaşatmak olan Büyük Millet Meclisi ve onun hükümetlerinin, mevcut anayasa ve kanunları hiçe sayarak partizan bir zihniyetle hareket etmeleri neticesinde ekonomik, sosyal ve politik hayatımızı tamamen felce uğratmışlar, millet ve devletimizin bekasını tehlikeye düşürmüşlerdir. Durumu çok yakından ve hassasiyetle izleyen Türk Silahlı Kuvvetleri bu şartlar altında Büyük Milletimizin isteklerine uygun olarak ve bunu milli vazife bilerek idareye el koymak zorunda kalmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Karargahı 20 Mayıs 1963, saat 23:35, Ankara Radyosu [4]
[...] Onlara göre 27 Mayıs hareketi, Türkiye'nin sosyoekonomik sorunlarına, Atatürk devrimlerinin, onun ölümüyle birlikte 1938 yılında rafa kaldırılmsına duyulan tepkiden doğmuş, DP iktidarının diktatörlüğe giden yönetimi bu tepkiyi büyütmüş, ihtilali hızlandırmıştı.
Türkiye, ancak Atatürk'ün tanımladığı tam bağımsızlık ve gelişmişlik düzeyine gelerek kurtulabilirdi. Devrimin amacı bu olmalıydı. İktidarı bir partiden alıp diğerine  teslim etmek devrim olarak nitelendirilemezdi. 
Nesrin Turhan, İhtilalin Süvarisi [8]   >

Ve Avrupa Birliği'ne ilk adım atıldı: 12 Eylül 1963'de "Ortak Pazar Antlaşması" imzalandı.

24 Kasım 1963'de Başbakan İnönü, Kennedy'nin cenaze töreninde bulunmak için ABD'ye gitti. İnönü'nün Amerika'da bulunduğu sırada CHP dışındaki koalisyon ortakları koalisyondan çekilme kararı aldı. İnönü 2 Aralık'ta yurda döndü ve "... Koalisyonun dağıldığı hakkındaki haberi, Amerika'da herkesle beraber duydum..." diyerek istifasını Cumhurbaşkanı'na sundu. İnönü 14 Aralık'ta hükümeti kurmakla tekrar görevlendirildi. 4 Ocak 1964'de İnönü'nün 10. ve son 
kabinesi 175'e karşı 225 oyla güvenoyu aldı. Kabinede 3 Bağımsız Milletvekili bulunuyordu. 12 Mart'ın ardından başbakanlık koltuğuna oturacak olan Ferit MelenMaliye Bakanlığı, Bülent Ecevit ise Çalışma Bakanlığı görevlerine getirildi.

   25 Haziran 1964'de "Türkiye'ye yardım konsorsiyumu" 149 milyon dolar kredi vermeyi kabul etti. 14 Temmuz 1964'de Türkiye Uluslararası Kalkınma Birliği Kredi Antlaşmasına katıldı. 20 Ağustos 1964'de Ankara'da Türkiye ile Fransa arasında " İnsan gücünde işbirliği anlaşması " imzalandı. Anlaşma ile ilk etapta 10 bin Türk işçisi kuzeydeki kömür ocaklarında çalışmak üzere Fransa'ya gidecekti. İş ve İşçi Bulma Kurumu kanalıyla 1961 yılından 1964 yılı Temmuz sonuna kadar çeşitli dış ülkelere 5511'i kadın 80 bin 864 işçi gönderildiği açıklandı. Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, önümüzdeki 3 yıl içinde 300 bin işçinin daha başta Batı Almanya olmak üzere muhtelif Batı Avrupa ülkelerine çalışmaya gideceğini açıkladı.

    Bu arada ülkedeki ekonomik istikrarsızlığın üzerine bir de Kıbrıs sorunu başgöstermişti. 25 Mart 1963'de EOKA'cılar Kıbrıs'ta iki camiye bomba attılar. 
Kıbrıs'ta, Türklere karşı şiddet olayları hızla tırmanıyordu. 30 Kasım 1963'de Kıbrıs Anayasası'nda değişiklik yapılması için Cumhurbaşkanı Makorios Türk Hükümeti'ne muhtıra verdi. Kıbrıs'ta kanlı olaylar artıyordu. 15 Şubat 1964'de Kıbrıs sorununu çözümlemek üzere Londra'da biraraya gelen Türkiye, Yunanistan ve İngiltere çözüm anlaşmasına varamayınca konferans sonuçsuz dağıldı. İngiltere, sorunun çözümü için Birleşmiş Milletler'e başvurdu. 4 Mart 1964'de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Kıbrıs'ta üç ay süre ile görev yapacak Uluslararası Barış Gücü gönderilmesine karar verdi. 10 Nisan 1964'de karasularımız 12 mile çıkarıldı. 300 Yunan uyruklunun işlerini 15 gün içinde tasfiye etmeleri istendi. 30 Yunanlı işadamı da sınırdışı edildi.

   Kanlı olayların durmaması üzerine Türkiye, Kıbrıs'a müdahale kararı aldı. Bu kararın üzerine ABD Başkanı Johnson, 4 Haziran 1964'de İnönü'ye sert bir mektup gönderdi. Tam da bu sırada Türkiye'de ikamet etmekte olan Yunan uyruklulara bazı özel ayrıcalıklar tanıyan ve 1930 yılında imzalanan "İkamet, Ticaret ve Seyrü sefain Anlaşması"nın 16 Eylül 1964 tarihinde sona ermesiyle 5000 Yunan uyruklu sınırdışı edildi.

Bunun öncesinde sınıdışı edilen Yunan uyrukluların sayısı 6800'ü bulmuştu.

Hükümet içinde huzursuzluk, iktidar kavgaları da bitmek bilmiyordu. 22 Kasım 1964'de Çankaya'da Cumhurbaşkanı Gürsel'in başkanlığında toplanan parti liderleri rejimin korunması hususunda anlaşmaya vardı. Ancak siyasi çekişmeler durulmuyordu. 4 Ocak 1964'den beri işbaşında bulunan İnönü hükümeti, 1965 bütçesinin  TBMM'de reddedilmesi üzerine 13 Şubat 1965'de düştü. 20 Şubat 1965 Suat Hayri Ürgüplü'nün başkanlığında AP, CKMP, YTP ve MP'nin katılımıyla oluşan dördüncü koalisyon hükümeti kuruldu. Yeni hükümette AP Genel Başkanı Süleyman Demirel, başbakan yardımcısı olarak görev aldı.

   12 Mart 1965'de Kozlu, Karadon, Gelik, Kilimli üretim ocaklarında işçilerin madene inmeyerek başlattıkları grev kana bulandı. İlgililerin ocağa inmeleri yolundaki uyarılarını dinlemeyen işçilerle jandarmalar arasında çıkan çatışmada 2 işçi öldü, 12 işçi ile 12 er çeşitli yerlerinden yaralandı. Olaylar üzerine sıkıyönetim ilan edildi.

 30 Mart 1965'de OECD Türkiye'ye 70 milyon dolarlık (630 milyon lira) kredi açmaya karar verdi. Kredinin, Türkiye'nin dış borçlarının ödenmesini kolaylaştırmakta kullanılacağı belirtildi. 4 Mayıs 1965'de OECD, Türkiye'nin bu yıl 5 yıllık kalkınma planının uygulanmasında kullanması için Batı ülkelerinden 335 milyon dolar kredi alacağını açıkladı. 27 Temmuz 1965'de Beş Yıllık Planı "çok mükemmel" bulan Türkiye'ye Yardım Konsorsiyumu 400 milyon dolarlık yardım yapılmasını kararlaştırdı. 

Bu yardımın 200 milyon dolarını ABD verecekti.

1965 genel seçimlerine gidildiğinde Türkiye, son beş yılda bir ihtilal, iki ihtilal girişimi, dört koalisyon hükümeti görmüştü. Bu, henüz başlangıçtı.

1965 GENEL SEÇİMLERİ: "Demokrasi Gelecek, Hesap Sorulacak!"

10 Ekim 1965 genel seçimleri, sonuçları açısından 14 Mayıs 1950 seçimleri kadar ilginç sayılabilir. Meclisteki 450 sandalyeden 240'ı AP'nin olmuş, CHP 1961'deki 
oy sayısını bile koruyamamış, oyların ancak % 29'unu alabilmişti. Ama bunların dışında parlamentoda bir “yenilik” de vardı. Türkiye İşçi Partisi (TİP) oyların %3'ünü alarak 15 milletvekili ile meclise girmişti. 11 Kasım 1965'de birinci Demirel Hükümeti TBMM'de 172 red oyuna karşılık 252 oyla güven oyu aldı.

    1965 - 1970 dönemini, AP'nin “önlenemeyen yükselişi” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. 5 Haziran 1966'da 23 ilde yapılan senato kısmi seçimleri ile 1 ilde yapılan milletvekili seçimini AP açık farkla kazandı. Olaylı geçen ve çıkan kavgalarda 15 kişinin öldüğü, 50 kişinin yaralandığı 2 Haziran 1968 kısmi senato seçimlerinde de AP 38, CHP 13, GP 1, MP 1 senatörlük çıkarmış, ayrıca açık bulunan 5 milletvekilliği için yapılan seçimde AP 5 milletvekilliğini de kazanmıştı.

   Bu sonuçlara Paralel olarak bu dönemde sanayi yatırımlarının hızla arttığına tanık oluyoruz. Tunçbilek Termik Santralı ek tesisleri, Keban Barajının yapımına başlanması, Kütahya Suni Gübre Fabrikası ek tesisleri, Ankara Çimento Fabrikası ek tesisleri, Karadeniz Çimento, Bursa Çimento'nun üretime geçmesi, Netaş'ın kurulması, ilk ticari otomobil “Anadol” un üretimi, Ankara Televizyonu'nun deneme yayınına başlaması, Çinkur A.Ş.'nin kurulması, bu döneme rastlar. (Bunlardan Karadeniz Çimento 1991 yılında Uzan Grubu'na satılmış, Çinkur, 2002'de özelleştirilmiştir.) Öte yandan 1963'de kurulmaya başlanan “ 

Komünizmle Mücadele Dernekleri ”nin sayısının 10'dan,  1968'de 141'e ulaştığını, 1965 - 1971 arasında açılan yeni İmam Hatip okulları sayısının 46 olduğunu görüyoruz. 1968'de seçim sisteminde “ Milli Bakiye ” kaldırılarak daha az sayıda Oy alan Partilerin TBMM'de temsil edilmeleri engellendi. 1965 seçimlerinde oy oranı %3 olan Türkiye İşçi Partisi, 15 milletvekili ile  meclise girmeyi başarmıştı. 1969 genel seçimlerinde oy oranı %2,68 olan TİP, meclise ancak 2 milletvekili ile girebilecekti.

   Rahatsızlığı giderek artan Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, 2 Şubat 1966'da ABD Başkanı Johnson'un " Mavi Kuş " adlı özel uçağı ile tedavi için Amerika'nın Washington  kentine gitti.

   28 Mart 1966'da TBMM Genel Kurulu'nda, Sağlık Kurulunun Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in görevini yapmasına tıbben imkan olmadığı yolundaki raporun okunup onaylanmasından sonra kontenjan senatörü Cevdet Sunay, Cumhurbaşkanlığa seçildi. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, müebbet hapse mahkum üçüncü Cumhurbaşkanı  Celal Bayar'ı 8 Temmuz 1966'da Anayasa'nın 97. maddesine dayanarak affetti. Türkiye'nin dördüncü Cumhurbaşkanı ve 27 Mayıs ihtilalinin lideri Cemal Gürsel, 219 gün  süren komadan sonra Ankara Gülhane Hastanesi'nde 14 Eylül 1966 sabahı saat 6.45'de hayata gözlerini yumdu. 

... ve bitmeyen çilemiz: "Avrupalı" olmak

^^ O günlerdeki bazı gazetelerden alıntılar [9, 10, 11]:

(   7 Aralık 1967

"Ortak Pazar'da bize güçlükler çıkarıldı. Türkiye ile Ortak Pazar ülkeleri Ortaklık Konseyi'nin son toplantısında, Ortak Pazar'a dahil altı ülkenin 
Türkiye'den indirimli gümrük tarifesine tabi 12 yeni kalem ihraç maddesi alması kabul edildi. Ancak Fransa, İtalya ve Hollanda zeytinyağı ihracatımız konusunda Yunanistan'a büyük avantajlar sağlandığı halde aynı avantajın Türkiye'ye sağlanmasını ertelettiler. Bu nedenle zeytinyağının Ortak Pazar üyesi ülkelere ihracı meselesi sonuca bağlanmadı."  ) 
 (  14 Eylül 1969
"Ortak Pazar geçiş dönemi için yeşil ışık yaktı. Ortak Pazar Türkiye Ortaklık Komisyonu, 4 yıllık dönem raporunda Türkiye'nin ekonomik ve ticari durumunu  eleştirdikten sonra komisyonun birleşik oturum çalışmalarında Türkiye'nin Ortak Pazar üyeliğinin ikinci ortaklık dönemine (geçiş dönemi) girmesine karar verildiğini açıkladı."   ) ^^

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 3

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 3


   Adım adım ihtilale doğru28 Nisan 1960'da İstanbul Üniversitesi'nde I. sınıf amfisinde kurulan Tahkikat Komisyonu'na gönderme yapıp, ''Hukukun
bittiği yerde hukuk okunmaz'' şeklinde ateşli bir konuşma yapan hukuk öğrencisi Nuri Yazıcı kürsüden iniyor, binlerce öğrenci arkasından yürüyerek orta bahçeye çıkıyordu. Orta bahçe tıklım tıklım dolu, heykelin önünde İstiklal Marşı söyleyen gençlerin üzerine, polis cipi hışım ile  sürülüyor, eli tabancalı polisler büyük hukukçu İstanbul Üniversitesi  Rektörü Prof. Dr. Sıddık Sami Onar'ı tartaklıyorlar, yerlerde sürüklüyorlar, Beyazıt Meydanı'nda atlı polisler gençleresaldırıyordu. Bu olaylarda Orman Fakültesi  öğrencisi 20 yaşındaki Turan Emeksiz kurşunlara hedef oldu, yaşamını yitirdi. Yüzlerce üniversiteli 
genç yaralandı. 5 Mayıs 1960'da da Ankara, öğrencilerin DP iktidarını protesto gösterilerine sahne oldu.




555 K Olayları (beşinci ayın beşinci günü saat beşte Kızılay'da) olarak tarihe geçen bu gösterilerde göstericiler arasında sivil giyinmiş çok sayıda genç subay da vardı. 
Bu olaylarda Başbakan Adnan Menderes'in yurtdışından dönüşünde aracının yolu kesildi, Adnan Menderes tartaklandı.

14 Mayıs 1960 günü Ankara çevresinden geldikleri anlaşılan çember sakallı, kasabalı görünümlü kalabalıklar Kızılay'a doluşmaya başladı. Böyle bir güruhun gözlerine kestirdikleri gençleri hırpaladığı haberini alınca genç süvari subayları Kızılay'a inerek gençlerin yanında yer aldılar. 21 Mayıs 1960 günü ise Ankara, halkın alkışları arasında Harp Okulu öğrencilerinin DP aleyhine gösterilerine sahne oldu.

Ve DP iktidarı, 27 Mayıs 1960 ihtilali ile son buldu.

27 MAYIS İHTİLALİ: " Ordu - gençlik El Ele!"




27 Mayıs 1960 günü Türk Silahlı Kuvvetleri DP iktidarını devirerek, yönetimi fiilen eline aldı. Cumhuriyet tarihinin en önemli dönemeçleri arasında olan bu olayla 10 yıllık"demokrasi denemesi" son buluyordu. Celal Bayar, Adnan Menderes ve DP ileri gelenleri tutuklandılar. Halk bu olayı sevinçle karşıladı. Orduya sevgi gösterilerinde bulunuldu.
Cemal Gürsel Devlet Başkanlığına getirildi. TBMM'nin yetkileri feshedildi, anayasanın bazı maddeleri geçersiz sayıldı. Onun yerine 12 Haziran 1960'da kurulan Milli Birlik Komitesi (MBK) tüm yetkiyi eline aldı. 38 üyeden oluşan MBK ülkeyi fiilen yönetmeye başladı.




   3 Ağustos 1960'da 235 general ve amiral emekliye sevk edildi. Bu olay 'Eminsular' adıyla anılır. 27 Ekim'de Üniversite öğretim üyelerinin affına ve yer 
değiştirilmelerine dair kanun kabul edildi. Sonradan 147'ler olarak adlandırılacak olan 147 öğretim üyesi görevlerinden uzaklaştırıldı. Günler geçtikçe MBK içinde 
çelişkiler artıyordu. Bu çelişkilerin sonucunda MBK üyesi 14 subay ordudan uzaklaştırılarak, yurtdışına " Müşavirlik " adı altında sürgüne gönderildiler. 14'ler adı verilen bu subaylar arasında Alpaslan Türkeş, Orhan Kabibay, Orhan Erkanlı, Münir Köseoğlu, Mustafa Kaplan, Muzaffer Karan, Şefik Soyuyüce, Fazıl Akkoyunlu, Rıfat Baykal, Dündar Taşer ve Numan Esin gibi isimler vardı.

   14 Ekim 1960'da DP'li yöneticilerin yargılandığı Yassıada mahkemesi başladı. Bu mahkemeler 203 celse sürmüş, 529 sanık, 1063 tanık dinlenmiştir. 
15 kişi ölüm cezası, 31 kişi müebbet hapis, 418 kişi muhtelif cezalar almış, 123 kişi ise beraat etmiştir. MBK, 15 ölüm cezasından 4'ünü onaylamamış, Celal Bayar'ın cezası yaşından dolayı hapse çevrilmiş, Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun idamları ise onaylanmıştır. Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan hakkındaki karar İmralı Adası'nda 16 Eylül 1961'de yerine getirildi. Üçüncü idam mahkûmu devrik Başbakan Adnan Menderes, Yassıada'da intihar girişiminde bulunduysa da kurtarıldı. Hükmün infazı için iyileşmesi beklendi ve ertesi gün, 17 Eylül 1961'de idam edildi. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başbakan idam ediliyordu.

Demokrasiye geçiş ve sivil yönetim konusunda gerek yurtdışından, gerekse yurtiçinde baskılar artmaya başladı. Yeni bir anayasanın oluşturulması ve ülkenin yeniden seçime götürülmesi göreviyle Kurucu Meclis oluşturuldu. Siyasi arena, Kurucu Meclis'in işbaşı yapmasıyla hareketlendi. 11 Şubat 1961'de eski
DP'lilerin kurduğu Adalet Partisi (AP), 13 Şubat 1961'de de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu.

Bu arada ordu içindeki terfi ve tayinlerde hükümetin fazlaca etkin olması, ordu içinde huzursuzluk yaratmaya başladı. 6 Haziran 1961'de ordu içindeki Silahlı Kuvvetler Birliği, ihtilalin lideri Cemal Gürsel'e bir muhtıra verdi. Muhtırada görevden alınan Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel'in göreve iadesi istendi. 
    8 Haziran'da İrfan Tansel Hava Kuvvetleri komutanlığına döndü.
    9 Temmuz 1961'de halk oyuna sunulan yeni anayasa %65 evet, %35 hayır oranıyla kabul edildi. Bu anayasa cumhuriyetin en demokratik ve özgürlükleri genişletenanayasası olarak bilinmektedir.


< 6 Haziran 1961'den itibaren Türkiye yeni bir döneme girmişti. Kutuplar İnönü'nün güdümündeki Çankaya Köşkü ile Harp Okulu'ndaki Aydemir'in Komutanlık Odası arasında geriliyordu. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan'ın beraberlikleri 6 Haziran 1961'de meyvesini verdi ve 8,5 ay fiilen, 1 yılı aşkın bir süre dolaylı olarak, etkileri  ise yaklaşık 20 yıl sürecek ve ancak 12 Eylül 1980 darbesinde ortadan kaldırılacak, "genç subaylar demokrasisi"ni yaşattı Türkiye'ye.
Öner Gürcan [4] >

1961 Anayasasına göre yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu' ndan kuruludur. Millet Meclisi , genel oyla seçilen dört yüz elli milletvekilinden kuruludur. Cumhuriyet Senatosu ise üç çeşit üyeden oluşmuştur.

Yüzelli adet olan birinci grup üyeler halk tarafından seçilir. Onbeş adet olan ikinci grup üyeler ise Cumhurbaşkanınca seçilir. Bu iki grup üyelerin görev süresi altı yıldır.  Ancak Cumhuriyet Senatosu seçimleri altı yılda bir değil, iki yılda bir yapılır. Her seçimde, Cumhuriyet Senatosu üyelerinin üçte biri yenilenir. 
Üçüncü grup üyeleri ise ömür boyu görev yapar. Anayasa bunlara “tabii üyeler” demektedir. Bunlar da kendi içinde iki gruba ayrılır. 
    Bunlardan birincisi 13 Aralık 1960 tarih ve 157 sayılı Kanunun altında adları bulunan Millî Birlik Komitesi başkan ve üyeleridir.
İkincisi ise eski Cumhurbaşkanlarıdır. (Senato, 1982 Anayasası ile kaldırılacaktı.)


<   Cumhuriyetin nitelikleri konusunda 1961 Anayasası, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunundan oldukça farklıdır. 1924
    Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 2'nci maddesinde devletin temel nitelikleri olarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık sayılmıştır. 1961 Anayasası bu altı ilkeden halkçılığı, devletçiliği ve inkılapçılığı kabul etmemiştir. Milliyetçilik ilkesini ise “ Millî Devlet ” olarak değiştirerek kabul etmiştir.
     Anayasa bunların yanında, “insan haklarına dayanan devlet”, “Demokratik Devlet”, “Sosyal Devlet”, “ Hukuk Devleti” gibi yeni temel ilkeler kabul etmiştir. 
Bu ilkelerden hukuk devleti ilkesi gibi bazılarının temelleri eski Anayasalarımızda mevcuttur. Ancak sosyal devlet ilkesi tamamıyla bu Anayasanın bir yeniliği dir.
  Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku [5] 1961 Anayasası, 27 Mayıs askeri harekatının ''beraatı'' dır. Bu anayasa Türk toplumunun binlerce yıllık tarihi içinde yarattığı en ilerici anayasadır. 
Dr. Alev Coşkun,
1961 Kurucu Meclis Üyesi [6] >


  1961 Anayasasının, ancak %65 "evet" ile kabul edilmesi dikkat çekicidir. Bu oran, 1981 anayasasının niteliği ve kabul oranıyla karşılaştırıldığında, iki halk oylamasının  yapıldığı ortamdaki demokratikliğin bir göstergesi olabilir mi diye düşünüyor insan. Ülkenin, 1960 ihtilalinden sonra yaşayacağı genel seçimlere giderken ABD ve Avrupa ile ilişkilerinde fazlaca değişen birşey olmamıştı. ABD'nin Ocak 1961'de yaptığı 43 milyon dolarlık yardımla birlikte 27 Mayıs'tan beri yapılan yardım tutarı 279 milyon doları bulmuştu. 17 Şubat 1961'de Türk ve Alman İş ve İşçi Bulma Kurumları arasında anlaşmaya varıldı. 105 kişilik ilk Türk işçi kafilesi Almanya'da bir inşaat firması tarafından işe alındı. 2 Haziran 1961'de Almanya'nın Türkiye'ye vereceği 200 milyon mark tutarındaki kredi ile ilgili anlaşma imzalandı.

   Ancak ülkenin onurunu kurtarma çabaları da gözden kaçmıyor: 30 Mayıs 1961'de DP iktidarı döneminde yabancı bankalara rehin edilen altınlarımızdan kurtarılan 4 tonluk ilk parti Londra'dan yurda getirildi. Altınlar 1955 - 56 yılları arasında rehin edilmiş, rehindeki toplam 85 ton altının büyük bölümü ABD, İngiltere ve Fransa'da 
bulunuyordu.

1961 GENEL SEÇİMLERİ: İlk koalisyon(lar) dönemi 15 Ekim 1961'de yapılan genel seçimlerde CHP umutluydu. DP'nin 27 Mayıs'ın altında ezilip yokolduğu düşünülüyordu. 
Ama beklenen gerçekleşmedi. Seçimlerde yaklaşık 10,5 milyon oy kullanılmıştı. CHP ancak %36,7 oy alabilmişti. DP'nin yerine kurulan AP ise seçimlerden %34,8 ile  başa baş çıkmıştı. 450 üyeli mecliste CHP 173, AP 158 milletvekiline sahip olmuştu. CHP açısından senato üyeliklerinde durum daha da vahimdi. 

   150 Üyenin 71'ini AP, 36'sını CHP almıştı.

Cumhuriyet tarihinin ilk koalisyon hükümeti, İnönü'nün deyimiyle "Karma Hükümet", CHP ile AP tarafından kuruldu. 26 Ekim 1961'de de Türkiye'nin
dördüncü Cumhurbaşkanlığı'na, ihtilal lideri Cemal Gürsel seçildi. 22 Şubat 1962'de Ankara'da Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir'in başlattığı ayaklanma girişimi, hükümet ve cumhurbaşkanı ile yapılan anlaşma ile sonuçlandı. Ertesi gün, 22 Şubat direnişine katılan genç subaylar emekli edildiler. Harp Okulu öğrencileri de 1 ay zorunlu izne gönderildiler.

   10 Mayıs 1962'de "Asker kişiler tarafından 22-23 Şubat 1962 olayları dolayısıyla veya daha evvel bu olaylara esas teşkil edebilecek mahiyette işlenen fiil ve hareketler için ceza kovuşturması yapılmaması hakkındaki kanun" kabul edildi. Bu kanunla Talat Aydemir ve arkadaşları affedildiler. 22 Mayıs 1962'de CHP ile AP  arasındaki "af" tartışması sertleşti ve 30 Mayıs 1962'de İnönü, AP'nin af ile ilgili tutumu üzerine istifa etti. CHP-AP Koalisyonu çekildi. 
   2 Haziran 1962'de İnönü, yeniden kabineyi kurmakla görevlendirildi. Çok çetin geçen görüşmelerden sonra dönemin ikinci koalisyonu,  CHP-YTP-CKMP Koalisyonu kuruldu. 9.
   İnönü Kabinesi (2. Koalisyon Hükümeti) 134 red, 4 çekimser oya karşın 259 oyla güvenoyu aldı.

  < Seçimler bilindiği gibi sonuçlanınca Milli İrade'nin tam olarak gerçekleşmediği inancına varmıştık. Bu anda Türk Silahlı Kuvvetleri içinde fikir ayrılığı belirmeye başladı. Kanaat o idi ki, memleketin muhtaç olduğu ekonomik ve sosyal reformlar ilmi tarzda değil, gelişigüzel uygulanacak ve siyasi kavgalarla memlekette 27 Mayıs'tan 
öncesine nispetle daha gergin bir hava yaratılacaktı…
Talat Aydemir Ve Talat Aydemir Konuşuyor [7]
22 Şubat 1962 olaylarından hep Talat Aydemir'in başlattığı 22 Şubat İhtilali diye bahsedilir. Oysa 22 Şubat günü yaşananlar, ihtilalci subayların bir oldu bitti ile bulundukları yerden sürülmeleri amacıyla yürütülen ve bizzat İnönü tarafından başlatılan bir karşıdevrimdir.
Öner Gürcan [4] >

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL'E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 2

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL'E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 2























http://www.68liler.org/belgeler/12Eylul_Kitap.pdf

ÖNSÖZ

   12 Eylül askeri darbesinin 25. yıldönümünde bu yazının amacı, Cumhuriyetin ilanından hareket edip zaman içinde bir yolculukla 12 Eylül 1980'e ve oradan
günümüze gelmek, bu kısa yolculukta Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve dış politikasına yönelik alınan kararlar arasında dikkat çekici unsurları vurgulamak.

   Bir ümmetten millet yaratmış, yokluk içindeki bir ülkeyi yeniden kurmuş, halkı yanına alarak Kurtuluş Savaşı ile ülkenin bağımsızlığı için ölümü göze almış,
meydanlarda kazanılan zaferden sonra da aydınlığın ve uygarlığın yolunda savaşmaya devam etmiş büyük devrimci Kemal Atatürk'ün anısı önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum.

Nermin FENMEN (CHE'80)
Ankara, Ağustos 2005

Bir Cumhuriyet kuruluyor

1924 - 1938 yılları arasında TBMM'de yasalaştırılan konulara baktığımızda Cumhuriyet Türkiyesi'nin en büyük düşmanının bağnazlık, en önemli hedefinin ise eğitim, eğitimin de en önemli dayanağının kadın olduğu bilinciyle hareket edilmiş olduğunu görüyoruz.

1924'de Yeni Anayasa (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) kabul edildi. 1928'de Anayasa değişikliği yapılarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti, laik bir devlet haline getirildi. 
1937'de ise TBMM'nin aldığı bir kararla, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na: "Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, devrimcilik" ilkeleri kondu, yani Cumhuriyetin altı oku. Bu ilkelerin pekiştirilmesine yönelik aşamalara göz atalım.




    Eğitimde Seferberlik alanında 1924'de eğitimde birlik sağlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu, 1926'da Milli Eğitim Bakanı Mustafa Nejat tarafından açılan "Köy Muallim Mektepleri"ni, 1928'de "Millet Mektepleri"ni ve yeni Türk Harfleri'nin kabul ve uygulanmasıyla ilgili yasanın yürürlüğe girdiğini görüyoruz. Atatürk'ün emriyle 1931'de Türk Tarih Kurumu, 1932'de Türk Dil Kurumu kuruluyor. (Her iki kurum da 12 Eylül 1980 darbesinin ardından kapatılacaktı).

   Kadının bu süreç içinde yerini almasında cesur adımlar atılıyor. 1926'da kabul edilen Medenî Kanun ile Türk kadını medenî haklara kavuşuyor, çok evlilik yasaklanıyor. Türk kadınına 1933'de köy ihtiyar heyetlerine, 1934'de de milletvekili seçme ve seçilme hakkı veriliyor.

   Cumhuriyet devrimlerinin pekiştirilmesinin önündeki en önemli engel olan bağnazlığın yokedilmesi gerekiyor. 1924'de hilafet kaldırılıyor. Halife ve Hanedan yurtdışına sürülüyor. (Bu kanunun 2, 3, 4 ve 5. maddeleri 15.5.1974 tarih ve 1803 sayılı Genel Af Kanunu ile kaldırılmıştır.) Şer'iye Mahkemeleri kaldırılıyor. 1925'de ise dinin siyasete alet edilmemesi hakkındaki kanun kabul ediliyor, tekke, zaviye ve türbeler kapatılıyor.

   Ve 1932'de cesur bir adım daha atılıyor: Ezan Türkçe okunmaya başlanıyor. Türkçe ezan okunması konusu, Meşrutiyet dönemindeki bazı aydınlar tarafından da  dile getirilmişti.
Ziya Gökalp (1876 - 1924), Vatan başlıklı şiirinde buna değinmektedir: 

"Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur, 
Köylü anlar manasını namazdaki duanın.
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kuran okunur, 
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın. 
Ey Türk oğlu, İşte senin orasıdır Vatanın."

Aynı yıllarda ekonomik yönden ve dış ilişkilerimizde meydanlarda kazanılan tam bağımsızlığın pekiştirilmesine çalışıldığına tanık oluyoruz. 1926'da yerli sanayinin
desteklenmesi amacıyla 'Yerli Kumaştan Elbise Giyilmesine Dair Kanun' yürürlüğe giriyor.

1929'da Anadolu-Bağdat, Mersin, Tarsus, Adana demir yolları ile Haydarpaşa Limanı Devletçe satın alınıyor. 1930'da Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu kabul ediliyor. 1931'de ithalat sınırlamaları sistemine ilişkin kanun ile Gümrük Muhafaza Genel Komutanlığı kurulmasını öngören kanun kabul ediliyor.1933'de Sümerbank, 1935'de Etibank kuruluyor. 1938'de KİT'lerin kurulmasına önayak olan "Sermayesinin Tamamı Devlet Tarafından Verilmek Suretiyle Kurulan İktisadi Teşekküllerin Teşkilatıyla  İdare ve Murakabeleri Hakkındaki Kanun" yayınlanıyor.

Dış ilişkilerde tam bağımsızlık süreci devam ettiriliyor. 1936'da Montreux Boğazlar Sözleşmesi imzalanıyor, Boğazlar tümüyle Türk egemenliğine geçiyor. Aynı yıl Türk Hükümeti, Fransız Hükümeti'ne bir nota vererek Antakya ve İskenderun sancağına bağımsızlık verilmesini istiyor. 1937'de Hatay'ın bağımsızlığı, Milletler Cemiyeti  tarafından kabul ediliyor.

1940 - 1946 dönemi: İlk Ekonomik tavizler;

1940 ile, Cumhuriyetin ilk muhalefet partili seçimlerinin yapıldığı 1946 arasında eğitim seferberliğinin sürdürüldüğünü görüyoruz. 17 Nisan 1940 da Köy Enstitüleri  kuruluyor. 1942'de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü açılıyor. 1946'da Köy Enstitülerinin sayıları 21'e ulaşıyor. Aynı dönemde Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk işçi  hareketlerine, sendikalaşma hareketlerine tanık oluyoruz. 20 Şubat 1947'de işçi ve işveren sendikalarının kurulmasına ilişkin yasa kabul ediliyor.

Ulusal ekonomiye yönelik adımların sürdürülmesi kapsamında 18 Ocak 1940'da yayınlanan Milli Koruma Kanunu'nu görüyoruz. Bu kanun ile Devlet'in ekonomideki ağırlığı daha da sistemleştirilmiş, daha önce TBMM yetkisinde olan KİT'lerin kuruluşu Bakanlar Kurulu'nun yetkisine bırakılmıştır. Böylece, hükümet her türlü alanda,  her türlüticari ve endüstriyel işletme kurma, hatta gerekli gördüğü özel sektör işletmelerine elkoyabilme ve bunları işletme imkanına sahip olmuştur.

Ancak ekonomik durum, savaş yıllarının da etkisiyle iç açıcı olmaktan uzaktı. Devletin, öngördüğü yatırımlar için kaynağa gereksinimi vardı. 
1941'de özellikle gayrimüslim ticaret erbabını hedefleyen "varlık vergisi" kanunu çıkartıldı. Uygulama 1,5 yıl sürdü. Ödeme yapmayanlar çalışma kamplarına gönderildi. 

Halkın tepkisinin yoğunlaşması nedeniyle uygulamadan vazgeçildi. Kaynak yaratma çabalarının yoğunlaştığı bir zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun Kapitülasyonlar döneminden bu yana ekonomik bağımlılığının giderek arttığı ve Kurtuluş Savası öncesinde fiili toprak işgaline dönüşen

Avrupa Devletleri ile ilişkilerin yerini ABD ile ilişkilerin almaya başladığına tanık oluyoruz:

1941'de ABD, 2. Dünya Savaşı süresince "ABD Başkanı'nın uygun göreceği herhangi bir maddi veya manevi karşılık" ile ödenmek koşuluyla ABD'den silah yardımı yapılmasını öngören " Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu "ndan (Lend-Lease Act) Türkiye'nin de yararlanmasına karar veriyor. 23 Şubat 1945'de Türkiye-ABD ikili yatırım antlaşması imzalanıyor. 1946'da Amerika ile askeri yardım antlaşması imzalanıyor, ABD Donanmasına ait Missouri savaş gemisi İstanbul'a geliyor. 
Gemi, Amerika'da ölen elçimiz Münir Ertegün'ün tabutunu taşıyordu. Bu, basit bir ziyaret olmayıp, Türk-ABD ilişkileri için jest olarak algılanır. 
Bu ziyaretin ardından Hükümet, ABD'den 500 milyon dolar kredi istemiştir.

Bu dönemde siyasi arenada hareketlilik gözlüyoruz. 7 Eylül 1944'de başlayan ve aralarında Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan 
ve Alpaslan Türkeş gibi isimlerin bulunduğu "Irkçı-Turancılar Davası"nın 10 sanığı, on yıla kadar çeşitli hapis ve sürgün cezaları alıyor. 148. Maddeye muhalefet ile yargılanan Alparslan Türkeş 9 ay 10 gün hapse mahkûm ediliyor. Karar temyiz ediliyor ve Askerî Temyiz Mahkemesi kararları esastan ve usulden bozuyor, sanıklar 26 Ekim 1945 tarihinde tahliye ediliyor. 4 Aralık 1945'de ise dönemin en tanınmış ve sol eğilimli gazetelerinden "Tan" gazetesi ve matbaası kışkırtma sonucu öğrencilerce basıldığını, gazete ve matbaanın tahrip edildiğine tanık oluyoruz.

    7 Ocak 1946'da Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi isimlerden oluşan bir grup CHP'den ayrılarak, Demokrat Parti'yi kuruyor. Cumhuriyet tarihinin ilk "parti kapatma"  davası da bu döneme rastlar: 23 Mart 1946'da Türk Sosyal Demokrat Partisi kapatılır.

1946 SEÇİMLERİ: Eğitimde ”karşı devrim” süreci başlıyor

    Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partili seçimi, 21 Temmuz 1946'da yapıldı. CHP 396, çiçeği burnunda DP ise 61 milletvekili çıkardı. Eğitim, siyaset, ekonomi  ve dış ilişkiler konularında kronolojik gelişmeler, Cumhuriyet devrimlerinde bir değişim sürecine girdiğimizi gösteriyor. 

    1926'da Köy Öğretmen Okulları'nın açılmasıyla, ardından 1940'da Köy Enstitülerinin kurulmasına ilişkin yasa ile sürdürülen eğitim seferberliğinin 
ardarda yara almaya başladığına tanık oluyoruz: 1947'de aynı yıl içinde önce Köy Enstitüsü öğrencilerinin enstitü yönetiminde söz sahibi olmalarına son veriliyor,  kız ve erkek öğrenciler ayrılıyor, ardından Yüksek Köy Enstitüsü kapatılıyor. 
    Bunlar yerine 1949'da ilk İmam Hatip Kursları açılıyor. Aynı yıl içerisinde din dersleri 4 ve 5. sınıflarda seçmeli okutulmak üzere eğitim öğretim müfredatına konuyor, Ankara Üniversitesi bünyesinde İlahiyat Fakültesi açılıyor. 1 Mart 1950'de türbelerin açılmasına ilişkin yasa kabul ediliyor.




1941'de ABD ile başlayan yakın ilişkilere göz atacak olursak, bu dönem içinde 24 Kasım 1946'da bir ABD filosunun İzmir'e geldiğine, 1947'de Türkiye'nin IBRD 
(International Bank for Reconstruction and Development / Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) veya kısa adı ile Dünya Bankası'na üye olduğuna ve 12 Mart 1947'de Cumhuriyet tarihi içinde ilk ABD yardımının gerçekleştiğine tanık oluyoruz. 2 Mayıs 1947'de de yine İstanbul'a gelen bir ABD filosunun komutanıyla görüşmek için Başbakan İnönü, Ankara'dan İstanbul'a gidiyor. 4 Temmuz 1948'de ABD ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalanıyor, hazır üye olmuşken 8 Ekim 1948'de Dünya Bankası'ndan 50 milyon dolarlık kredi alınmasıiçin girişimde bulunuluyor.

Bu arada Avrupa, boş durmuyordu. 2. Dünya Savaşı'nın dışında kalmak için çabagösterse de Türkiye'nin, ABD ile ittifak halindeki Avrupa devletlerince savaşa çekilmesi, taraf olmaya zorlanması için girişimler sürüyordu. Savaş yıllarının da etkisiyle gençTürkiye Cumhuriyeti'nin yoksulluğu, bu devletler için hala bir koz oluşturuyordu.
Türkiye'nin 3 Nisan 1948'de Avrupa Ekonomik İşbirliği'ne, 5 Mayıs 1949'da da AvrupaKonseyine katıldığını görüyoruz.

1950 GENEL SEÇİMLERİ: “Yeter, Söz Milletin!”

DP, 1950 seçimlerine büyük avantajlarla girdi. Yıllardır süren “Milli Şef” döneminin ardından DP, halk için büyük bir “umut”tu. DP, CHP'nin %39,5 oy oranına karşılık %53 ile daha düne kadar hemen tümü CHP'li milletvekilleriyle dolu olan parlamentoyu ele geçirmişti.

22 Mayıs 1950'de iktidarı resmen devralan DP, aynı gün Celal Bayar'ı cumhurbaşkanlığına çıkarttı. 2 Haziran 1950'de, Adnan Menderes Başbakanlığında oluşan DP hükümetinin ilk işlerinden biri de ordunun üst düzey görevlilerini tümüyle değiştirmek oldu.



   Bu dönemindeki uygulamalara kısa bir yolculuk yapalım: 16 Haziran 1950'de ezan yeniden Arapça okunmaya başlanıyor. 4 Kasım 1951'de ilkokulların ders 
programlarına din dersleri alınıyor.

1951'de aynı yıl içinde Ankara, İstanbul, Aydın, Isparta, Maraş, Konya, ve Kayseri'de imam-hatip okulları açılıyor.

Köy Enstitüleri 1954'de çıkarılan bir yasayla kapatılıyor.

1950 - 1954 dönemi ABD'ye bağımlılaşma sürecinin hızla sürdüğü bir dönem olmuştur. Marshall Planı devreye sokularak 1947'de çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu,1951'de iyice pekiştirilerek aktif hale getirildi. Dünya Bankası'ndan ilk borçlar alındı. 1951'de bir ABD Mühendislik Grubu, İncirlik Hava Üssü'nün inşaatına başladı. ABD HavaKuvvetleri, üssün orta ve ağır bombardıman uçakları için kullanılmasını planlamıştı.

   İncirlik ilk kez, 1958'de ABD'nin Lübnan'a saldırmasında kullanılmıştır. 27 Haziran 1950'de ABD'nin savaşına destek için Kore'ye 4500 asker gönderildi. (Anayasaya göre savaş açma yetkisi ancak TBMM'ye aittir. DP ise, bu kararı Bursa'daki bir kabine toplantısında gizlice almıştır.) Savaşa karşı çıkan Barış Derneği yöneticileri tutuklandı.
Kore Savaşında 1298 şehit verecektik. ABD Senatörü Mac Carthy'nin "komünizmle mücadele dernekleri"nin Türkiye'de ilk kurulmaları bu dönemdedir. Ardından "1951 Tevkifatı" ile yüzlerce aydın, yazar, yurtsever tutuklandı, sürgüne gönderildi. Ve nihayet 18 Şubat 1952'de Türkiye NATO'ya üye oldu.

1954 GENEL SEÇİMLERİ: “Her Mahallede Bir Milyoner Yaratacağız!”

2 Mayıs 1954'de yapılan seçimlerde, DP oyların % 57'sini, meclisteki 541 sandalyenin de 503'ünü almıştı. 
İlk icraatlerden biri 30 Haziran 1954'de Seçim Kanunu'nda yapılan değişiklikle propaganda yapma özgürlüğünü, iktidar partisi lehine bozmak oldu. 
30 Haziran 1954'te Demokrat Partiye oy vermeyen Kırşehir ili, ilçe haline getirilerek cezalandırıldı. (1930 yılında CHP de, Silifke ilini Serbest Fırkaya oy verdiği için ilçe haline getirmiştir. Dolayısıyla bu uygulamanın eski örneği de vardır.)

6 Eylül 1955'de "Yunanlılar Atatürk'ün Selanik'teki evini yaktı"  kışkırtmasıyla tarihe 6-7 Eylül Olayları olarak geçecek katliamda İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde azınlıklara ait yerler, özellikle de Rumların oturdukları semtler yakılıp yıkıldı. Malları yağmalandı. 3 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Bu gelişmelerin ardından sıkıyönetim ilan edildi, yüzlerce ilerici, demokrat, aydın tutuklandı. (27 Mayıs İhtilali sonrası, olayların DP tarafından tertiplendiği iddiasıyla Yassıada Mahkemesi tarafından yargılanan yöneticiler çeşitli cezalara çarptırılmıştır.)



Takip eden yıllarda sayıları hızla artan İmam Hatip okullarına ek olarak 1956'da orta okullara din dersi konması süreci eklendi. 1960'da islam enstitüleri açıldı.
Dış politikada tavizler sürmekteydi: 1956'da İngiltere, Fransa ve İsrail Mısır'ı işgal ettiğinde Türkiye, Nasır'a karşı işgalci ülkelerin yanında yer alıyor, 
Cezayir'in 1957-58'de Fransız sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı desteklenmediği gibi Cezayir'in bağımsızlığı konusunda Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada da çekimser kalıyordu.

1957 GENEL SEÇİMLERİ: “30 Yıl Sonra Türkiye Küçük Amerika Olacak!”

   27 Ekim 1957'de yapılan seçimlerde CHP oy oranını artırmış, DP'nin %48 oy oranına karşılık %41'i yakalamıştı. DP'nin kendi dışındaki siyasi güçleri tasfiye etme çabası artık açık saldırı haline gelmeye başladı. Bu uygulamalardan biri de 1958 yılında "Vatan Cephesi" adıyla yapılan uygulamadır. CHP'nin karşısındaki kişileri "vatansever" gören buanlayış çerçevesinde radyolarda isim listeleri yayınlanmaya başlandı.

18 Nisan 1960'da "Tahkikat Komisyonları" kuruldu. Tahkikat Komisyonları gazetelere ve matbaalara el koymak yetkisine sahipti. Ayrıca Komisyonlar, kararlarına karşı çıkankişileri hiçbir yargılamaya tabi tutmadan tutuklayıp 3 yıla kadar alıkoymak gibi çok tehlikeli yetkilerle donatılmıştı. TBMM'de iktidar milletvekillerine olağanüstü yetkilerveren bu komisyonların kurulması üzerine İsmet İnönü, DP'liler için ünlü sözü, "Sizi ben bile kurtaramam"ı sarfetmiştir.

    Bu arada 30 Ekim 1959'da sessiz sedasız, Anadolu topraklarında bir füze üssü kurulması kabul edildi. ABD, Türkiye'ye ilk nükleer başlıkların Şubat 1959 yılında konuşlandırıldığını belirtiyor. Bu gelişmelerden hiç haberi olmayan Türk kamuoyu, Türk topraklarında nükleer başlıklı Jüpiter füzelerinin yerleştirildiğini ancak Ekim 1962'de kopan ve dünyayı nükleer felaket eşiğine getiren Küba Füze Krizi ile öğrenmiştir. (Zamanında Akhisar füze üssünün montajında çalışmış olan George L. Smith'in anı ve fotoğrafları, "İbrahim 2" Jupiter füzelerinin 1961'de kurulduğunu belgelemektedir [3].)




3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

29 Eylül 2018 Cumartesi

KURTULUŞTAN 12 EYLÜL'E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 1




KURTULUŞTAN 12 EYLÜL'E YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ BÖLÜM 1


YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ

ÖZEL NOTUM; 
BU YAZI DİZİSİNİ SONUNA KADAR TÜM BÖLÜMLERİNİ OKUYUNUZ GENÇLERİMİZE SİYASİ TARİHİMİZİ ANLATINIZ..ZİRA 50 SENE ÖNCEKİ SİYASİ TARİHİMİZ MEKAN VE KİŞİ ADLARI FARKLI BUGÜN AYNEN YAŞIYORUZ.. BU YAZIYI HAZIRLAYAN SİYASİ TARİHİMİZE IŞIK TUTAN SAYIN NERMİN FENMEN HANIM EFENDİYE SAYGILARIMI SUNARIM.. OKUYUCU SİZ DOSTLARIMA DA  SAYGIYLA.. TANER ÇELİK..
   Geçtiğimiz Eylül ayında sevgili hocamız Nermin Fenmen “ Kurtuluştan 12 Eylül'e Yakın Tarihimize Kısa Bir Bakış ” Başlığıyla pdf formatında bir kitap yayımladı. 
Bu kitabı daha iyi anlayabilmek ve yakın tarihimizdeki bazı konuları bir kez daha irdelemek için izinsiz gösteri olarak hocamızla bir e-söyleşi hazırladık. 
Kitaba şu bağlantı ile ulaşabilirsiniz: 

http://www.odtumd.org.tr/calismagr/yayin/bulten/12Eylul_Kitap.pdf

       İzinsiz Gösteri: Türkiye yakın tarihine ilişkin hem akademisyenlerin hem de bağımsız araştırmacıların ve gazetecilerin pek çok kitabı var. Neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı duydunuz? Kitabınızı diğer çalışmalarla karşılaştırabilir misiniz?
Nermin Fenmen: Öncelikle çalışmama "kitap" sözcüğünü layık gördüğünüz için teşekkür ederim. ODTÜ Mezunları Derneği aylık yayın organı ODTÜ'lüler Bülteni için Yayın Kurulu olarak bir süredir uygulamakta olduğumuz "ayın konusu", 2005 Eylül sayısı için "12 Eylül" olarak belirlenmişti. Bu kapsamda oluşturulacak yazılarda 12 Eylül'ü özellikle genç arkadaşlarımıza daha iyi anlatabilmek ve "12 Eylül geldi, teröre son verdi" yanılgısına karşı "12 Eylül'e nasıl gelindi, bu darbe neye hizmet ediyordu, sonuçları nerelere gitti" şeklindeki bir yaklaşım hedeflenmişti.
Ben Türkiye'yi 12 Eylül'e getiren koşullara ilişkin bir derleme yapma görevini üstlendim. Bunun çerçevesinin çizilmesinde görüşüne başvurduğum kişiler arasında Sn. Ömer Gürcan ve Sn.Tuncay Çelen, "tarih içinde belli dönemlerin fotoğrafını çek, bunları ardarda getir, yazı yorumdan çok bilgilendirme yazısı olsun" şeklinde bir görüş belirttiler.
Aslında ne yalan söyleyeyim, buluşmamızda onlardan birer yazı alırım, kendim de bu yazılarda daha ayrıntılı işlenebilecek bir-iki noktayı saptayarak kendi yazımda bunlara değinirim diye düşünmüştüm. Oysa kapsam benim düşündüğümün çok ötesine geçmişti. "Sen yaparsın, kaynak istersen yardımcı oluruz" dediler ve beni gönderdiler. Sonuçta ortaya çıkan bu derlemenin fikir babaları Ömer Gürcan ve Tuncay Çelen'dir, destekleri için burada kendilerine bir kez daha teşekkür ediyorum.
Sorunuzda belirttiğiniz gibi yakın tarihimize ilişkin sayısız kaynak var. Yazmaya başladığımda aklımda önceleri 1960'ların sonundan 1980'e gelmek vardı. Ancak "yokluk içinde yedi düveli yenmiş" bir halkın günümüzde "yedi göbeğine kadar emperyalizme teslim olmuş" konuma nasıl geldiği, yakın tarihimizde atılan her adımdan nelerin yanlışlık ya da yanılgı, nelerin hıyanet olduğunu gözler önüne sermenin, bunu yaparken de kendi yorumumdan çok olayları sıralamayı, okuyucunun yorumu kendi çıkarabilmesinin daha önemli olduğunu düşündüm ve Kurtuluş'tan 12 Eylül'e bu çerçevede olayları sıralamaya, neden ve sonuç ilişkisini okuyucunun keşfetmesini sağlayacak bir belge oluşturmaya karar verdim
İ.G: Türkiye'de işçi hareketlerinin 1940'larda başladığını söylüyorsunuz oysa Osmanlı'nın son dönemlerinden bu yana özellikle tütün işçilerinin eylemleri ve grevleri devam etmiş. Nazım Hikmet'in Şeyh Bedrettin Destanının yazdığı 1930'lu yıllar da köylü hareketleri yükselmişti?
N.F: Doğru. "İlk işçi hareketlerine, sendikalaşma hareketlerine tanık oluyoruz" derken ifade biçimim çok net değil, daha çok sendikal örgütlenme anlamında işçi hareketlerinin 1940'larda gelişme kaydettiğini ifade etmek istedim. İşçiler lehinde siyasi baskıların yoğunlaştığı bu yıllarda sendikaların (her ne kadar işveren sendikaları ile birlikte de olsa) yasalaşması sağlanmıştır. İşçi hareketleri, tarım işçilerinin yanısıra artık sanayi işçilerinin de kentlerde etkin olduğunu bu yıllarda görüyoruz.
İ.G: Seçimleri 1946'da CHP kazanmasına rağmen karşı devrim başlıyor bu bir çelişki değil mi?
N.F: Bence Türkiye Cumhuriyeti'nin kaderi, bu çelişkinin ta kendisi ile belirlenmiştir. Aslında Çetin Yetkin, "karşıdevrim 10 Kasım 1938, 09:05'de başlamıştır" demiştir, sonuna kadar katılıyorum. Ancak yine alıntı olarak kullandığım M. Emin Değer'in "Türkiye'nin 1940'larda başlayan, dış ilişkilerdeki yanlışlığın altında emperyalizmin ne olduğunu bilmemek yatmaktadır" sözleri de gerçeği bütün çıplaklığıyla yansıtmaktadır.

Kurtuluş savaşı ve ardından Cumhuriyetin kurulması, eşine az rastlanır bir ulusal bütünlük içinde yapılmıştır. Bunu sağlamayı başaran Mustafa Kemal'i her zaman hayranlıkla anacağım. Özellikle günümüze gelindiğinde 1980'lerden sonra yurtseverliği temel alan solun önce parçalanması, ardından adeta silinmesi, toplumdaki duyarsızlık, tüketim ekonomisine teslimiyetin bu kadar kolay olmaması gerekirdi. Henüz 100 yıl bile dolmadan o yeniyi kurma, yoktan var etmek için elbirliği etme dürtüsü, Mustafa Kemal'in ölümüyle birlikte yokoldu, silindi, gitti. Bu, elbette devrimin kurumsallaşmamış olduğunun bir göstergesi. Mustafa Kemal'in, Cumhuriyetin ilanından öldüğü 1938'e kadar geçen 15 yıl içinde attığı adımları bir düşünün: hilafet kalkıyor, 500 yıllık saltanata son veriliyor. Ardından harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi… Tüm bunlar birer üstyapı kurumu. Altyapının üstyapıyı yaratmasına izin vermek, uzun bir süre alacak. Devrimin tamamlanması için üstyapı ve kültürel zorlamalar var. Zamanında halkın lidere yoğun sevgisi var, toplumsal esneklik var ve bu yapı taşları birbiri ardına toplumun kaygan zeminine gömülüyor. Zeminin kayganlığı belki gözardı ediliyor, belki de bir şans deneniyor o yıllarda. Mustafa Kemal'in ölümü, ardından ne yazık ki bizim biraz doğamızda olduğundan kuşku duyduğum çekişme, birbirini yerme, kıskançlık, iftira… Artık Mustafa Kemal yok, kimin iktidarda olduğu da çok önemli değil, toplumsal çürüme başlayıveriyor hemen.
1946'larda ilk adımları atılan ve 1950'lerde artık geridönülmez bir biçimde gelen karşıdevrimin ayak sesleri, "CHP iktidarı tarafından başlatılmıştır" şeklinde bir yaklaşımı doğru bulmam. Ancak CHP iktidarının, yükselmekte olan DP muhalefetine karşı kimi popülist yaklaşımları, topluma ve belki dış ilişkilerde verdiği "tek parti, tek adam" izlenimini kırarak DP'nin liberal görüntüsüyle sempati toplamasına engel olmak için CHP'nin de gerektiğinde liberal bir tutum içine girebileceğini göstermek uğruna atılan "esnek adımların" aslında emperyalizme verilen geridönüşü olmayan tavizler olduğunu belki de hiç görememişti günün liderleri.,

Karşı devrimin ayak seslerinden beni en çok etkileyen, 1941'de ABD ile imzalanan "Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu" olmuştur. Düşünün ki 1923'de Avrupa'nın en güçlülerini yenmiş, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş bir ulusun, bundan 17-18 yıl sonra, 1940'larda Avrupa ile ilişkileri hala soğuk ve temkinli. Türkiye, kaynamakta olan Avrupa'da tarafsızlığını koruma çabasında. Tam da bu sırada ABD giriyor devreye. ABD Türkiye'ye silah yardımı yapacak ve bedeli, "ABD Başkanı'nın uygun göreceği herhangi bir maddi veya manevi karşılık" şeklinde belirleniyor. Olay bence burada başlamıştır.
İ.G: Demokrat partinin 6-7 Eylül'ü örgütlemesi temel felsefelerine ters değil mi? En azından tüccar azınlık erbabını kullanabilirlerdi. Bu olaylar belki de iktidarda CHP bile olsa olacaktı, siz ne dersiniz?
N.F: Toplumsal çelişkiler ne kadar derinse, yani işsizlik, açlık ile zenginlik ve gösteriş arasındaki uçurum ne kadar açılmışsa, böyle bir olayı tetiklemek, tetiklendiği anda büyütmek ve çığrından çıkmasını sağlamak o kadar kolaydır. Bu türden olayların tetiklenmesinde amaç, daha büyük bir toplumsal bir patlamanın, kolay bir hedef gösterilerek göreceli olarak daha az zararla bertaraf edilmesidir. Olayların geçtiği 1955'lerde toplumsal muhalefete hedef gösterilmesi gerekiyor. 24 Aralık 1978'in Maraş'ında Alevilerdi hedef gösterilenler. Mart 1980'de Çorum'da "Aleviler cami yaktı" idi çağrıları. 2 Temmuz 1993'de Sivas'ta "din elden gidiyor" dendi. Mekan, zamanlama, hedef ve çaprının içeriği dikkatle, özenle seçiliyor. 6-7 Eylül 1955 olaylarında da "Yunanlılar Atatürk'ün Selanik'teki evini yaktı" kışkırtması kullanılan. Sorun günün koşullarında en rahat tutuşacak, en kolay yayılacak yakıtı bilmek, gerisi bir kıvılcıma kalmış.
Kışkırtmalar neden o yıllara denk gelmiştir sorusunun yanıtlarından birinin, güçleşen ekonomik koşullarda, yükselen toplumsal muhalefet karşısında daha fazla toplumsal baskı, tercihan sıkıyönetim gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Nitekim, olayların ardından ilan edilen sıkıyönetim ile yüzlerce ilerici, aydının tutuklandığına tanık oluyoruz.
Bunun ardından gelen yıllarda DP pervasızlığını ve baskıları alabildiğine artırmış, Türkiye, 1960 ihtilaline doğru koşar adım gitmiştir.
CHP iktidarda olsaydı benzer olaylar yaşanır mıydı, bunu sanmıyorum. Sosyal demokrat iktidarların Türkiye Cumhuriyeti tarihi içindeki yerlerine ve üstlendikleri misyon ile o yıllardaki konjonktür değerlendirildiğinde genellikle subap görevi gördüklerine tanık oluyoruz. Diğer yandan Maraş olayları CHP iktidarında yaşanmıştır. Sivas katliamında sosyal demokratlar iktidar ortağıdır. Ancak DP'nin, yaratmak istediği toplumsal baskıyı, İstanbul gibi büyük bir kentte çıkardığı kargaşa ile sağladığını düşünmek, toplumsal muhalefetin geldiği boyutun, iktidarda kim olsa benzer olaylar olacağını düşünmekten daha kabul edilir geliyor.

İ.G: Günümüzde yaşanan ekonomik ve sosyal sorunların kaynağını sizce nerede bulabiliriz?

N.F: Buna önceki sorunuzda değindim. Altyapı temeli tam oturmadan üstyapı temeltaşlarıyla oynanmış, ancak bunun sürekliliğinin sağlanması için yeterli zaman olmamıştır. Kapıdan kovulan emperyalizmin bacadan girmesine bilerek ya da bilmeyerek izin verilmiştir. Sosyal sorunların temeli daima ekonomiktir. "Yardımlara dayalı ekonomi" giderek 12 Eylül ile birlikte "üretmeden tüketmeye yönelik ekonomi" haline gelmiştir. Günümüze gelindiğinde "Başbakanın pazarlanmasından sorumlu olduğu bir ekonomi" olmuştur artık. Türkiye, 1940'larda ilk tavizlerle başlayan ancak 1950'lerden sonra kartopu etkisi gösteren yozluk, plansızlık ve günü kurtarma anlayışıyla geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir.

İ.G: Her ihtilal sonrasında bu halk sevinç içine giriyor sanki mehdi gelmiş gibi, aklı sonradan başına geliyor. Bunu sivil toplum olamamakla bağlantılandırabilir miyiz?

N.F: Halkın aklı sonradan da olsa başına geliyorsa sorun yoktur, ama bizde geçmişten ders çıkarmak, planlı, temkinli adımlarla yapılan yanlışları yinelememenin ne yazık ki çok eksik olduğunu düşünüyorum. Elimizi taşın altına koymayalım, ama koymaya çalışanlara engel olalım: Bu bence en büyük zaafımız. Sivil toplum olamayışımızın da en büyük nedenini buna bağlıyorum. Sivil toplum olmak, her konuda siyasi baskı aracı olabilmek, elbette iktidarların bu kadar pervasız olmalarına en büyük engeldir. Sivil toplum olsak da bizim yaşadığımız anlamda ihtilaller olur muydu? En azından bu ihtilalleri hazırlayan zemini oluşturmak bu kadar kolay olmazdı diye düşünüyorum. Ancak "sivil toplum" deyince ne anladığımız konusunda dahi sert muhalefetin alabildiğine çok olduğu bir toplumda "sivil toplum" olmak da bana hayal gibi geliyor. Bununla birlikte asla umutsuzluğa kapılmadan mücadelemizi her platformda sürdürmemiz gerektiğine inanıyorum. Mücadelede en önemli silah olarak "bilgilendirme"yi görüyorum. Bizi 12 Eylül'e getiren koşulları derlemeye çalıştığım bu çalışmamda da en önemli hedefim buydu.

İ.G: Türkiye'de toplumsal olayları ve bu olaylara müdahaleleri (Cami Bombalama, Gazetelerde spekülatif haberler vermek, şu son Şemdinli olayları gibi) derin devletin yönlendirdiği hakkında bir şey söylenebilir mi?
N.F: Yukarıda da değinmeye çalıştığım gibi, toplumsal çelişkiler ne kadar fazlaysa toplumun yönlendirilmesi de o kadar kolaydır. Yönlendirmenin kim tarafından yapıldığı değil de hangi amaç için yapıldığının iyi düşünülmesi, ortaya çıkarılması gerekir. "Derin devlet yönlendiriyor" şeklindeki bir saptamayı ben yetersiz buluyorum. Ne amaçlanıyor, bunun tartışılması bence daha önemli.
Din ve ırk istismarı yavaş yavaş güncelliğini yitiriyor. Artık "aleviler cami yaktı" ile halkı galeyana getirmek zor. "Yunanlılar Selanik'te Atatürk'ün evini yaktı" da geçerliliğini yitirdi. Bir süredir Ermeni konusu gündemde tutuluyor, ama halkın çoğunluğu için bu da bir entellektüel tartışma düzleminden öte birşey değil. Yeni kaynaklar gerekiyor.
Halkı canevinden vurmak için toplumsal değerlerin yoğun olduğu kaynakların aslında pek de değerli olmadığını göstermek gerekiyor. Şimdilerde yeni bir kaynak, askerimiz, "memetlerimiz". Halkımız için "memetçik" bir değerdir. Asker üzerine kuşku düşürülüyor. Yıpratılan bir diğer kurum üniversiteler. Bu profesörlere de fazla güven olmadığı ima ediliyor.
Günümüzde iletişim kanallarının, özellikle bilişim teknolojisindeki atılımlarla başdöndürücü hızda gelişmeleri, bu türden, amaca ve hedefe yönelik bilgi çarpıtmalarının hızla yayılmasını sağlıyor. İletişim kaynaklarının büyük bir silah olduğu günlerde yaşıyoruz.

Bu nedenle, bize ulaşan her bilgiyi, bilgi parçacığını kimden geldiğinden çok, ne içerdiğini tartarak kullanmamız gerekiyor. Bilgi bombardımanı sırasında öncelikliyi diğerlerinden ayrımak, analiz etmek ve altında yatan gerekçekeri irdeledikten sonra karşı bilgilendirme stratejimizi kurmak ve gerçekleştirmek, bizim en önemli görevimizdir diye düşünüyorum.
İ.G: 1968 kuşağı Avrupa'da birçok ülkede yönetim kadrolarında bizde ise o dönemin karşı devrimcileri. Ancak ilginç değil mi AKP onlarla bütünleşmek istiyor?
N.F: AKP'nin "onlarla" bütünleşmesi derken Avrupa Birliği'ne girme sürecimizi kastettiğinizi varsayıyorum. Bunun AKP'nin tek başına bir stratejisi olmadığını hepimiz biliyoruz. ABD ve Avrupa Türkiye'yi Avrupa Birliği'nde görmek istiyorlarsa AB'ye gireceğiz, diğer türlü girdik giriyoruz diye oyalanmaya devam edeceğiz. AKP'nin AB ile dirsek temasında geçmişin devrimcileriyle ilişkide olduğunu farkettiğini, bunu onayladığını ya da onaylamadığını sanmıyorum.
İ.G: Ülkemizde ordunun sanayi ve ticaret içinde bulunmasını (OYAK) ve her konuda söz sahibi olmasını Türkiye Tarihinde nereye koyabiliriz?
N.F: Türkiye, militarist bir toplum olagelmiştir. Hiyerarşiyi çabuk benimseriz. Üstümüz karşısında ceketimizi ilikler, üstümüz odadan çıktıktan sonra dedikodusunu yaparız. Yine de bize verilen talimatları uygulamaktan geri kalmayız. Bize uygulanan baskıyı, bir başka vatandaşa uygulamakla kendimiz üzerindeki baskıyı hafifletiriz. Böyle bir toplumsal yapıda ordu daima saygın bir kurum olagelmiştir. Ordu sözsahibi olacaksa onun yan kuruluşları olan ticari kuruluşlar da benzer bir saygınlığı taşıyacaktır. OYAK'ın etkinlik alanlarını genişletmesini, en son da bankacılık sektörüne el atmasını bu şekilde yorumlamak mümkün. Ordunun devlet bütçesinden ayrılan kaynakların yanısıra gereksinim duyduğu kaynakları büyük ölçüde sağlayan, bu ticari kuruluşlardır. Bunların gelişmesinde de "askerdir, batmaz", ya da "askerdir, dürüsttür" unsurlarının küçümsenmeyecek ölçüde rol aldığını düşünüyorum.
İ.G: Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir, kimin söylediğini bilmiyorum bu sözü ancak felsefi olarak bana çok yakın geliyor, siz bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 1980'e kadar olan bölümünü özeti geçmişsiniz, çalışmalarınızın devamı gelecek mi?

N.F: Olayları ardarda, kronolojik sırada vermek ve yorum yapmaktansa sorunun kaynağını okuyucunun kendinin keşfetmesini sağlamak bana daha kalıcı gelen bir yöntem. Bu yöntem uygulandığında okuyucu yazarı falanca konuda önyargılı olmakla, filanca konuyu çarpıtmış olmakla suçlamak ve bu nedenle konunun özünden uzaklaşmakla zaman yitirmiyor, yorumunu kendi yapıyor, kararını kendi veriyor. İnsanımızı, özellikle gençliği düşünmeye zorlamayı, bu derlememde de en önemli hedef olarak belirlemiştim.
Bu çerçevede yazılarımı, zaman elverdiğince sürdürmeyi arzu ediyorum. Ancak takdir edersiniz ki bu tür bir çalışma, en az 2 ay, bu konuyla yatıp bu konuyla kalkmayı gerektiriyor. Çalışma yaşamımın doğrudan bir parçası olmadığından yeni bir yaz tatili ve yıllık izin dönemini beklemek gerekiyor gibi görünüyor!
İ.G: Çok teşekkür ediyor ve yeni çalışmalarınızı bekliyoruz.

http://www.izinsizgosteri.net/new/?issue=30&page=1&content=192

BU YAZI DİZİSİ 2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR2 Cİ BÖLÜME GİTMEK İÇİNTIKLAYINIZ


***

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma

Suriye’de Bölgesel ve Küresel Stratejik Hesaplaşma

Ali SEMİN 
12 Haziran 2018



Orta Doğu bölgesinin tarihsel arka planına bakıldığında pek çok iç savaşa ve bölgesel-küresel güç mücadeleye sahne olduğu görülmektedir. 
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’dan sonra 1948 yılında başlayan Filistin-İsrail veya Arap-İsrail savaşının ardından 1980-1988 Irak-İran savaşı, Irak’ın 1990 yılının 
Ağustos ayında Kuveyt’i işgali ve 11 Eylül hadisesiyle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin önce Afganistan’ı işgal etmesi, Orta Doğu’nun güç dengelerini değiştirerek bölgemizde yeniden harita ve sınır tartışmalarına yol açmıştır. Bütün bu gelişmelere ilave olarak Orta Doğu’da Aralık 2010’da meydana gelen Arap ülkelerindeki halk gösterileri veya Arap uyanışının bölgede güç boşluğunu ve bölgesel-küresel rekabetlerin de dengesini değiştirmiştir. Arap ülkelerindeki halk gösterileri Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki otoriter yönetimlerin değişmesine yol açarken, aynı zamanda Orta Doğu’da baş gösteren devlet dışı silahlı milis güçleri bölgesel istikrarsızlığı ve kaosu ortamına ciddi zemin hazırlamaktadır. Söz konusu kaos ortamının ve iç savaşın en tepesindeki ülke olan Suriye’de yaşanan olaylar, ülkeyi bölgesel istikrarsızlığın ve terör örgütlerinin alan bulmasında önemli bir konum haline getirmiştir.

Bu bağlamda Orta Doğu’da Arap uyanışının yol açtığı kaotik süreçte Suriye iç savaşı günümüz itibarıyla artık uluslararası çapta önemli bir güvenlik sorunudur. 
2011 yılının Mart ayından bu yana halk gösterileriyle başlayarak iç savaşa dönüşen Suriye krizinin çözümü konusunda gerek Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Arap Birliği gerek uluslararası örgütlerin ve küresel güçlerin girişimlerinde atılan adımların çoğundan herhangi bir somut sonuç alınmamıştır. Suriye krizinin iç savaşa çevirilmesi bölgesel ve küresel güçlerin dış politikasındaki Orta Doğu stratejileri üzerinde ciddi kırılmalara ve dengesizliklere neden olduğu da ifade edilebilir.

Bu yazı STRATEJİST Dergisinin Mayıs 2018 sayısında yayınlanmıştır.

http://www.stratejistdergisi.com/entries/d%C4%B1%C5%9F-politika/suriye-de-b%C3%B6lgesel-ve-k%C3%BCresel-stratejik-hesapla%C5%9Fma

http://www.bilgesam.org/incele/7815/-suriye-de-bolgesel-ve-kuresel-stratejik-hesaplasma/#.W6-fVnszYdU


***

“DIŞ GÜÇLER” BİR KLİŞE Mİ? Amerikan Sert gücünün parasal bileşenin hikayesi



“DIŞ GÜÇLER” BİR KLİŞE Mİ? Amerikan Sert gücünün parasal bileşenin hikayesi


14.09.2018














Finansal araçları diplomasinin zorlayıcı gücü olarak kullanmak, Amerikan dış politikasının sık kullandığı bir yöntemdir. Bazen korumacı ama çoğu zaman yıkıcı olabilen bu araçları Paul Viotti, 2014 yılında kaleme aldığı kitabında “Amerikan Sert Gücünün Parasal bileşeni” olarak tarif etmişti.

Uluslararası ekonomi politik alandaki akademik çalışmaları ile bilinen Johnathan Krishner ise 1996 yılında kaleme aldığı “Kur ve Zorlayıcılık” adlı eserinde ABD’nin özellikle “kur manipülasyonu” aracını, 1911-1968 yılları arasında “finansal zorlayıcı güç” enstrümanı olarak kullandığı 14 farklı operasyon düzenlediğini yazdı.

Bu operasyonların “korumacı” vasfına sahip ve en dikkat çekeni, Japonya’nın Mançurya’yı işgal ettiği ve Çin’e karşı açık bir kur savaşı güttüğü 1931-1941 yılları arasında gerçekleşmişti. İşgalin başladığı 1935’te Washington, Çin’in görevdeki milliyetçi hükümete destek olmak için ABD doları ve İngiliz sterlinine çapalanmış Çin parasını koruma altına aldı. Sonraki altı yıl boyunca Amerika Çin’den 572 milyon ons gümüş satın aldı. Böylelikle Japonya’nın Çin’in ekonomik olarak çöküşüne neden olabilecek açık kur saldırısını engellemek istiyordu. Bu amacına da ulaştı. Ancak Amerikan’ın Çin’den yaptığı bu yoğun satın alma, gümüşün değerini kabul edilebilir sınırların altına çekince, ABD bu korumacı kur manipülasyonunu 1941’de durdurma kararı aldı.

MAKALENİN DEVAMINI DERGİMİZE ABONE OLARAK OKUYA BİLİRSİNİZ...

Selva TOR
Araştırmacı

http://www.stratejistdergisi.com/entries/d%C4%B1%C5%9F-politika/-di%C5%9F-g%C3%BC%C3%A7ler-bi-r-kli-%C5%9Fe-mi---amerikan-sert-g%C3%BCc%C3%BCn%C3%BCn-parasal-bile%C5%9Fenin-hikayesi


***
  

Bir şey devam edemiyorsa, duracaktır; Fransa..

Bir şey devam edemiyorsa, duracaktır; Fransa.. 

,,Prof.Dr.Sait Yılmaz 

26 Eylül 2018 

 Giriş 

 Tarihte iki olay modern Fransız stratejisine şekil verdi. İlki, 1815’de Napolyon’un yenilmesi sonrası İngiltere’nin dünyanın en büyük deniz gücü olarak ortaya çıkması ve Avrupa’nın önde gelen emperyal gücü olmasıdır. 

Bu Fransız donanması veya emperyal gücünü yok etmedi ama önemli ölçüde kısıtladı. İngiltere ile baş edecek bütçesi olmayan Fransa, onunla işbirliği yapacak bir ortak temel bulmaya çalıştı. İkinci önemli olay, 1871’de Fransa’nın Prusya’ya yenilmesi ile Alman Birliği’nin ortaya çıkması oldu. Fransa, sadece büyük bir toprak parçası kaybetmedi, doğu sınırlarındaki önemli ve birleşik güç olma konumunu da yitirdi. Bu dönemden itibaren Fransa’nın stratejik problemi, birleşik bir Almanya’nın varlığı oldu. Fransa’nın Almanya kadar hatta onu aşan askeri gücü vardı ama Fransız stratejisi Almanya’ya karşı ittifaklar yapmak üzerine kurulmuştu. Önce kara gücü sınırlı olan İngiltere ile ittifak yaparak, Almanya’yı denizlerde abluka altına almayı, sonra müttefiki Rusya ile onu iki cephede birden savaşa zorlamayı hedefledi. Ama bu strateji işlemedi çünkü Almanya iki cephede savaşa girmek yerine önce birine saldırmayı seçti. İronik olarak Almanya, iki dünya savaşında da önce Fransa’yı devreden çıkarmayı tercih etti. 

Fransa, Soğuk Savaş döneminde artan Amerikan gücünü, ulusal çıkarlarına özellikle Ortadoğu bölgesindeki ekonomik ve stratejik çıkarlarına tehdit olarak görüyordu. Amerikan gücünün artmasını önlemeyi bir ulusal strateji haline getirmişti. Buna açıkça karşı koyamayacağı için Fransa çıkarlarının yararlanacağı bir ittifak yaratmak üzere “Birleşmiş Avrupa fikrini” ortaya attı. Ancak, bir yandan da Fransa’nın çok dilli, çok kültürlü bir imparatorluğun içine çekilmesinden de korktu. De Gaule’in stratejisi iki katmanlı idi; 

- Avrupa, Amerika karşısında eşit bir güç oluşturacak ve 

- Fransa, psikolojik olarak mahkum olan Almanya’nın işbirliğiyle Avrupa’yı kontrol edecekti. 

Fransa, Charles De Gaulle döneminden beri dünyadaki zayıflayan konumundan endişe duymaktadır. Fransız halkı Fransız Devrimi’nden beri kendini yeniden icat etmiş, 1958’de Charles de Gaulle ile Beşinci Cumhuriyeti yaratmıştı. Francois Mitterand’ın başkanlık dönemi gibi daha pragmatik dönemler de yaşandı. De Gaulle’den sonra gelenler onun çıkar odaklı politikalarını devam ettirdiler ama egemenlik konusunu takıntı yapmadılar. De Gaulle’ün onlara söylediği gibi süper güçlerle Fransa tek başına rekabet edemezdi, ekonomik ve askeri ittifak zorunluydu. Ancak, işler düşünüldüğü gibi gelişmedi ve Fransa, Avrupa için merkezi güç olmaktan çıktı, Almanya yalnız kaldı. Neler oldu, anlatalım. 

De Gaule Fransası.. 

 Charles de Gaulle, Fransa’nın küresel sahnede ABD ve Sovyetler Birliği ile rekabet edemeyeceğini biliyordu. Ama Fransa’yı iki büyük güç arasında bağımsız tutarak, fırsatlar için manevra sahasını geniş tuttu. De Gaule’nin motivasyonun arkasında büyük ölçüde milliyetçilik, biraz da ABD’ye güvensizlik vardı. Amerika’nın garantilerine güvenmiyordu çünkü nükleer silah kullansa da konvansiyonel askeri güç göndermezdi. Eğer Avrupa kendi savunma gücünü geliştirmezse, sonunda Sovyetlerin eline düşerdi. Çünkü iki dünya savaşında 
da olduğu gibi Amerikalılar kendi çıkarlarına uygun olduğunda yani Fransa işgal edildikten ve onca kan aktıktan sonra gelirdi. Bunun için ABD’yi suçlamıyordu, mesele ulusal çıkarlardı ve iki ülkenin çıkarları uyuşmuyordu. Kendi kendine yeterli Avrupa gücünün temeli ise bağımsız bir nükleer kabiliyet olmalıydı. Fransız nükleer gücü, eğer Sovyetler Batı Almanya’yı girer ve Ren nehrinin ötesine geçerse onları caydıracaktı. Arka planda ise ABD’nin hâkim olduğu Avrupa ile Sovyetlerin eline geçen Avrupa arasında kalan Fransa, güvenmediği iki süper güç arasında sıkışacaktı. Sonunda De Gaule, Fransa’yı Avrupa’da 
üçüncü ve bağımsız bir güç olarak tutmaya karar verdi1. 

 NATO ile derin ilişki ve ekonomik entegrasyon De Gaulle’ün fikri değildi. Ekonomik entegrasyonu destekliyordu ama konfederasyon veya federasyon ile Fransa’nın egemenliğinin herhangi bir unsurunu feda etmek istemiyordu. Aynı düşünce ile NATO ile özel ilişkiyi de reddetti çünkü savaş anında bütün güçler başında bir Amerikalı olan Askeri Komite’nin komutasına girecekti. De Gaulle, prensipte NATO’ya karşı değildi ama Fransız birliklerinin bir savaş planına bağlı olarak doğrudan Fransız olmayan bir komutanın komutasına girmesine 
karşı idi. Buna zamanı gelince Fransa kendisi karar vermeli idi. Öte tarafta İngilizler gibi herhangi bir anlaşmaya girmeden de çıkarlarını sağlayabilecek lerini, federasyon olmadan da Avrupa’nın egemen devletlerinin bir araya gelebileceğini düşünüyordu. Federasyon içinde Fransa’nın bir vilayet olmasını istemiyordu. Bir kriz anında çıkarların çatışacağını, entegrasyonun çalışmayacağını düşünüyordu. Bununla beraber, De Gaulle Fransa’nın 
Avrupa’da hakim bir rol oynamasını istiyor ve bunu sadece Almanya ile ittifak yaparak sağlayabileceğini hesaplıyordu. Sovyetler Birliği çözülünce Jacques Chirac ve Nicolas Sarkozy, Gaulle’ün vizyonunun sadece ekonomik bağlarla sürdürülemeyeceğini düşündüler. 

Sosyalist ve ideolojik olarak De Gaulle’ün karşısında olmasına rağmen Hollande, De Gaulle’ün kartını oynamak için Almanya’ya gitti. Çünkü çoğu başkanlar yeni strateji yapmaz, eskisini yeni zamanda sürdürülebilir hale getirmeye çalışırlar. 

 Modern Fransa.. 

 Modern Fransa genetik olarak tarihindeki mutlakiyetçi monarşi, terörist devrim, 19. yüzyılın sosyalist teorisi ve Burbonlardan doğdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası sanayi hızla gelişip, Komünizmle karışmış refahçılık buharlaşınca, anlamsız narsizmi ve tutkuları ile Fransız halkı yanlış zamanda yanlış iş yaparak François Mitterand’ı başkan seçti. Mitterand her tarafa eğilerek bir tür nazik Makvayelci reinkarnasyon yolu çizdi ama sonuç felaket oldu. Pragmatik Fransız politikacısı 19. yüzyıl sosyalizminden ve bir zamanlar heybetli monarşiyi de çökerten ideolojik yıkım merakından kurtulamadı. Mitterand, 14 yılın sonunda zehirli bir 
ilaç olarak “haftada 35 saat çalışma doktrini”ni bıraktı2. Bu yasa, devlet ile pazarlık yapmak ve işçiler üzerinde tahakküm kurmak için sendikaların işine geldi. Fransa’nın temel ekonomik sorunu özel sektörde çok düşük iş garantisi ama Sosyalist hayalin sürdüğü sistemde birini işten atmanın çok masraflı olmasıdır. Fransa, bürokrasinin en üstünden kapıcıya kadar herkesi çıkarını koruyacak ama reform yapmak isteyenle ölümüne savaşacak bir sisteme sahiptir. Bu mantıksız ve yaşayamaz sistem yüzyıllardır Fransa’yı yönetiyor. Fransa otomatik pilotta giden ve uyumaya devam eden bir ülkedir. İş dünyası devletten destek alıyor ve statükoyu koruyor, rekabet ve etkinliği artıracak reform istemiyor. Sendikalar güç ve etkilerini devam ettirmek 
için reforma karşılar. Devlet bürokrasisi kendi varsayımlarını ve önyargılarını değiştirmek isteyenlerle savaşıyorlar. 

 2009’daki büyük kriz ve ardından Avrupa’da başlayan borç krizi Fransa’daki 
ekonomik sorunları su üstüne çıkardı. Hollande hükümeti harcamaları kesmek yerine vergiyi artırmaya devam etti ve kamu sektörünün borcu arttı. Kuzey Afrika ve Sahraaltı Afrika’dan gelen ve banliyölerde yaşayan göçmenler ile ilgili sorunlar büyüdü. Sosyal problemler Marine Le Pen’in liderlik ettiği aşırı sağ Ulusal Cephe’ye olan desteği artırdı. Hollande, ayaklanma çıkmasın diye çenesi kuvvetli Macron’u bakan yapmıştı yani Macron aslında bir halkla ilişkiler stratejisinin aktörü idi. 17 Eylül 2014 tarihinde o zaman Ekonomi Bakanı olan 
Emmanuel Macron; “Fransa hasta, iyi değil. Durumunu teşhis etmek zorundayız” demişti. İşsizlik yüksek, ekonomik büyüme durmuştu. Hükümet, ülkenin batmaması için çalışıyordu. 

OECD rakamlarına göre 2009’dan beri Fransa’da devlet harcamaları en yüksek seviyededir. Son 30 yıldır üretim düşerken hükümetler sosyal patlamayı önlemek için yastık olarak sosyal harcamaları ve geniş sağlık programlarını kulandı. Bunu yapmak için vergiler artırıldı ve sermaye pazarları hafifçe tırpalandı. Zamanla sabit gelirli bir orta sınıf ve işsiz gençler, kadınlar, göçmenler ve vasıfsız işçiler ülkenin toplumsal resmi oldu3. Nüfusun yaşlanan 
kesimi ise emekli aylıklarını, sağlık masraflarını ve sosyal refah faturalarını da artırdı. Ekonomik sistemde ise özel sektörün iş yaratması için birkaç kaynak vardı ama değişime iş kaybı korkusu nedeni ile büyük bir direniş gösterildi. 

Sonuç.. 

Fransa, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri, Avrupa Para Birliği’nin ikinci 
büyüğü ve küresel işlerde etkili bir oyuncudur. Ancak, Fransa bir yol ayırımına geldi ve yanlış kararlar ekonomiyi daha da kötüye götürecek ve Avrupa’nın kalpgahı daha sorunlu hale gelecektir. Fransa’nın beş ana sorunu var4; ekonomi büyümeyi sürdürülebilir halde tutamıyor, büyük ölçüde ülkedeki Müslümanlara atfedilen toplumsal yabancılaşma, (kötü ekonomi ve göçten beslenen) yükselen aşırı sağ, ekonomide Almanya ile rekabet edecek yeni bir Fransız rolü, kötü liderlik ve devlet adamlığı. Fransa, Para Birliği bölgesine kaynak aktaran değil artık ondan para çeken ülke oldu ve yük büyük ölçüde Almanya’ya kaldı5. Fransa, merkez güç olmaktan problem ülke olmaya kayması Avrupa için büyük bir dengesizlik doğurdu. Yalnız kalan Almanya önemli kararları tek başına vermeye başladı ama kararları uygulamada etkili olmadığı görüldü. Fransa reform yapmadıkça Avrupa çevresi ekonomileri de zayıf olacak ve sarsıntılar artarak devam edecek. Özetle Fransa, durma noktasına geldi. Sonuç olarak tıpkı, İngiltere gibi Fransa’nın da artık kirli tarihi ile yüzleşmesi ve büyük güç heveslerinden vazgeçmesi gerekiyor. Çünkü içerideki kaynama rejimi her an esaslı olarak sarsabilir. 19. yüzyıl Fransız devrimcisi Georges Jacques Danton’un tavsiyesi şu idi; “Fethetmek için ihtiyacınız olan; cesaret etmek, hala cesaret etmek ve daima cesaret etmektir.” Modern Fransa için ise Herb Stein kanunu geçerli; “Bir şey devam edemiyorsa, duracaktır.” 

DİPNOTLAR;

1 George Friedman, France's Strategy, Stratfor, (May 15, 2012). 

2 Scott MacDonald, Is France Dying? MC Asset Management Holdings, (September 29, 2014).

3 Timothy Smith, France in Crisis, Cambridge University Press, (2010), 71. 

4 Scott MacDonald, Is France Dying? MC Asset Management Holdings, (September 29, 2014). 

5 Milton Ezrati, Can France Rise Again? Center for the Study of Human Capital, (September 11, 2014). 


***

RUMLARIN GARANTÖRLÜK ALDATMACASI

RUMLARIN GARANTÖRLÜK ALDATMACASI


Rumların garantörlük aldatmacası,
Rum lider Anastasiadis’in “dünya üzerinde Kıbrıs’tan başka hiçbir yerde bağımsız bir devletin garantörleri yok” ile “21. Yüzyılda artık garantörlük yok” cümlesinin 
derinlemesine araştırma yaptıkça yalan ve Kıbrıslı Türkler ile BM’yi aldatmaya yönelik olduğu bir bir ortaya çıkıyor.  

Anastasiadis’in tek bir hedefi var. Kıbrıs adasını önce Rum egemenliği altına sokmak sonra da Yunanistan ile birleştirmek olan Yunanlıların ve Rumların iki asırlık hayalleri “Megali İdea”yı, yani “Büyük Ülkü”yü gerçekleştirmek.

Bunun tek bir yolu var. O da önce;

a) Türkiye’nin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I, İttifak ve Garanti Antlaşması içeriğince uluslararası hukuka göre Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörlüğünün kaldırılması,

b) EK I, Madde 4’e göre adada bulunan “Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri”nin adayı terke zorlanması, 

c) İttifak Anlaşmasına göre Türk Silahlı Kuvvetlerine ait 650 Kişilik Türk Alayı’nın adadan ayrılması,

d) Türkiye ile Kıbrıs adası ile yasal bağının koparılması,

e) Kıbrıs adasının yönetiminin, Rumların nüfus yapısına dayalı olarak çoğunluk iddiası ile ele geçirilmesi ve Kıbrıslı Türklerinin “Kurucu ortak” statüsünden, 
1960 Anayasasında yer “Ermeni, Maronit ve Latinler” benzeri azınlık statüsüne indirgenmesi,

f) Adadaki Türk egemenliğine, varlığına ve kurucu ortaklığına son verdikten sonra Temsilciler Meclisinde 1964 yılında mevcut Kıbrıs Cumhuriyetine el koymak amaçlı, sadece Rum Milletvekillerinin oyları ile kabul edilen “Doctrine of necessity”, yani “Gereklilik doktrini”  benzeri bir uygulama ile sadece Rum milletvekillerinin oyları ile 17 Temmuz 1974 tarihinde darbecilerin Cumhurbaşkanı Nikos Sampson’un yaptığı gibi “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”nin ilan edilmesi, 

g) Son aşama olarak da “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti”nin Yunanistan ile birleştiğini ilan ederek asırlık özlem olan “Enosis”i gerçekleştirmek.  
     
Bunun için Rum lider Anastasiadis, Rumların Cumhurbaşkanı olmasının verdiği siyasi forsu kullanarak, bizleri ve Kıbrıs konusunun çözümü ile ilgili tarafları, hedefinin ilk adımı olarak “Türkiye’nin Garantörlüğü”nün kaldırılması yönünde kandırmaya ve ikna etmeye çalışmakta. Ama her ağzını açtığında da biraz daha yalancılığı ve sahtekarlığı ortaya çıkıyor.     

Mesela, “Dünya üzerinde başka ülkelerin garantörleri yok” diyordu ya, araştırmalarım sonucu Almanya’nın, Japonya’nın ve Suriye’nin garantörlerinin olduğunun gerçeğine ilaveten şimdi de Avusturya’nın da garantörleri olduğu çıktı ortaya.

1959 yılının Şubat ayında önce Zürih’te sonra da Londra’da yapılan Kıbrıs Konferansında, kurulacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörlerinin Türkiye, Yunanistan ve İngiltere olmasının mantığının Avusturya örneğinden alındığı gerçeğini tüm taraflar unutmuşa benziyor.

İlgili arkadaşlar, akademisyenler ve araştırmacılar Zürih Konferansı tutanaklarına göz atarlarsa, Zürih’te taraflarca Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına konması kabul edilen EK I. “Garanti ve İttifak Antlaşması”nın kökeninin Avusturya’nın kuruluş statüsü ve üzerinde mutabakata varılan garantörlük sistemi olduğunu göreceklerdir.  
1955 yılında işgal güçleri Avusturya’dan çekilirken, Avusturya’nın tarafsız bir devlet olması ve garantörlerinin de ABD, Fransa, İngiltere ve SSCB olması kabul edilmiş yapılan uluslararası anlaşma ile. Yalancının mumu yatsıya kadar yanıyor maalesef. 

O yüzden de Cumhurbaşkanımızın ve müzakere heyetimizin, garantörlük konusunda ortaya çıkan bu gerçekleri dikkate almaları gerekiyor. 

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) 
Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi

KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ataatun@gmail.com (Kişisel) , ataatun@csu.edu.tr (Akademik)
http://www.ataatun.org  
Facebook: AtaAtun1