7 Nisan 2018 Cumartesi

Hukuk Devleti İlkesi

Hukuk Devleti İlkesi  


Prof. Dr., Hukukçu  SAMİ SELÇUK,
Cuma, Mart 03, 2017  

“Hukuk devleti” küresindeki mücadele, devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca “az devlet, çok hukuk” formülüyle özetlenebilir. Dar bir ufuktur bu

 Kentsoylu (burjuva) sınıfının ürettiği “hukuk devleti” (Etat de droit) anlayışının boy verdiği Kara Avrupa’sı hukukunu benimseyen ülkelerde, “devlet merkezci” bir yönetim vardır. Nitekim hukuk devleti kavramını Almanya’da “hukuk tabanında duran devlet”, “kendini hukuk üzerine kuran devlet” biçiminde ilkin Kant ortaya atmış; 1798’de Placiding ve 1813’te Welcker bugünkü deyişle “hukuk devleti” (Rechtsstaat) terimini kullandı. Bu düzende devlet her yerde hâzır ve nâzır, Jakoben. Bu ülkelerde yazılı hukuku üreten biricik temel güç devlettir. O yüzden de hukuk hep devletten yana kotarılır, eşitlik ilkesi gözetilmez. Bu yüzden devlet kendi yarattığı hukuk nedeniyle yurttaşlarıyla sürtüşme içinde ve bu hukuku araç kılarak pek çok şeye el atmış durumdadır. Sıkışınca sözgelimi “kamu yararı” gibi peçeli, içeriği ve sınırları belirsiz ve tartışmaya açık kavramlara başvurur. Bir bakıma bu devletlerde hukuk gizemli kılınmış, mistikleştirilmiş siyasallaştırma oyununun bir parçası olmuştur. “Kamu yararı”, “yönetimin takdir hakkı” gibi sınırları ve kapsamı belirsiz kavramlarla beslenen yönetim, hukukta da etkisini göstermiş, “özel hukuk” ve “kamu hukuku” diye katı bir ayrım ortaya çıkmıştır. Bu sistemde toplum ve hukuk, devletin vesayetinde ve edilgindir. Vesayetçi devletin yukarıdan aşağıya doğru düzenlediği makro anlamda, adı anayasa olan bir toplumsal sözleşme vardır. Amaç, devleşen “Leviathan devleti” hukukun sınırlarında tutmaktır. Bu ne ölçüde başarılırsa, Kant’tan, özellikle de demokrat olan, ama özgürlükçü olmayan Rousseau’dan esinlenilen “hukuk devleti”ne, dolayısıyla demokrasiye de ancak o ölçüde ulaşılabilecektir.

Kara Avrupa’sı hukuku

 Bizim hukukumuz ve Anayasamız, “hukuk devleti” ilkesine dayanan Kara Avrupa’sı hukukunun ürünüdür. Bunun en önemli sonuçlarından biri şudur: Bütün Kara Avrupa’sı hukukunu benimseyen ülkelerde olduğu gibi “hukukun ne dediğini söyleyen” (jurisdictio) ve “son sahici (otantik) yorumu yapan tek yüksek yargı organı”na sahip olma ilkesinden de sapılmış ve üç ayrı yargı organı ortaya çıkmış olmasıdır: Anayasa mahkemesi anayasa, yargıtay adliye, danıştay idare hukuku konularında son sözü söyler. Bu görev ayrılığının uygulamaya yansıyan ve yargılamayı geciktiren sonucu da belli: İlk mahkemelerde bir yasa düzgüsünün (norm) anayasaya, bir tüzük düzgüsünün bir yasaya aykırılığı söz konusu olduğunda ilk mahkeme yargıçları konuyu bekletici sorun yapmak, yargılamayı durdurup beklemek zorundadırlar. Kısacası bu ülkelerde hukukun bütünlüğü bir türlü sağlanamamış; sık sık uyuşmazlıklar ortaya çıkmıştır.

Hikmet-i hükümet

 Bu nedenlerle yakından incelendiği zaman Kara Avrupa’sında toplumun devletçi kurallara bağlı, içine kapalı, iktidarın parçalanmamış ve tek olduğu görülür. Bu ülkelerde erkler ayrılığından ne denli söz edilirse edilsin yargı birliği sağlanamamış, yargıyı bağımsız kılma kavgası bir türlü bitmemiştir. İşte bu yüzden Kara Avrupa’sı toplumunda bireylerce İngiliz yargısının ve yargıçlarının ne denli bağımsız, korkusuz oldukları sık sık özlemle dile getirilir.
 Bu sistemin bizde en tipik örneklerinden biri, Batı’da yaklaşık iki yüzyıl önce tarihin dehlizlerine gömülmüş olan Anayasa’nın 129/son. madde ve fıkrasındaki izin kurumudur: “Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen istisnalar dışında, kanunun gösterdiği idarî merciin iznine bağlıdır.”
Özetle toplumcu (sosyal) devlet anlayışıyla bir ölçüde dizginlenen devleti hukukun içine çekme amacı, Kara Avrupa’sı ülkelerinde bugün de sürüyor. Çünkü Jakoben devlet, sıkışınca hukukun bir türlü erişemediği kör, karanlık, görünmez bir kavrama başvuruyor: “Devlet aklı” (hikmet-i hükümet, la raison d’Etat, the reason of State). Devlet aklından, Osmanlıca deyişle hikmeti kendinden menkul “hikmet-i hükümet” kavramından 06.01.1989’da Fransız Yargıtayındaki konuşmasında Başkan Mitterand şöyle yakınıyordu: “Hukuk, adalet hiçbir biçimde hikmet-i hükümet denilen nesneye kurban edilmemeli. Uzun yıllar taşıdığım siyasal sorumluluğum döneminde hikmet-i hükümet diye bir nesneye rastlamadım. Ne zaman hikmet-i hükümetten söz edilmişse, bilmelisiniz ki, bu bir başka şeyi gizlemek için uydurulmuş bir bahanedir”.
Başbakan William Pitt’in dilinde hikmet-i hükümetin karşılığı “devlet zorunluluğu”dur. Mitterand’dan 206 yıl önce 18.11.1783’te Komünler Meclisinde şöyle diyordu: “Zorunluluk, birey özgürlüklerini çiğnemenin özrüdür; zorbaların bahanesi, kölelerin inancıdır.”
Bütün bunlar, Kara Avrupası ülkelerinde devleti, birey zararına dokunulmaz, hatta 1982 Anayasası’nın ilk metninin başlangıç bölümünde kutsal bir nesneye dönüştürmüştür. Toplumun kavgası, bu dokunulmazlığı ve kutsallığı sarsma kavgasıdır.
 Görülüyor ki, “hukuk devleti” küresindeki savaşım (mücadele), devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca “az devlet, çok hukuk” formülüyle özetlenebilir. Dar bir ufuktur bu.

Hukukun egemenliği

 Buna karşılık, “hukukun egemenliği” (rule of law), daha yaygın anlatımla “hukukun üstünlüğü” (suprématie du droit) ilkesinin boy verdiği Anglo- Sakson hukukunun egemen olduğu ülkelerde toplum, sözleşmeci ve uzlaşmacıdır; saydam ve dışa açıktır. Birey ise yarışmacıdır. Girişim gücü, devlette değil, bireyde ve sivil toplum örgütlerindedir. Dolayısıyla devlet, merkezci değildir. Toplum çoğulcu olduğundan erk / iktidar tek değil, parçalıdır. Çok kutuplu kurumlar, kuruluşlar devletin bir kısım temel görevlerini de üstlenmiştir. Çoğulculuk kurumsal parçalanmayı, işbölümünü yaratır, toplum kendi hukukunu kendi üretir. Özetle devletin karşısında özerk bir hukuk vardır. Her şey, üretilen bu hukukun hakemliğinde çözülür. İşte bireyle devlet, bu nedenlerle hukukun karşısında eşit konumdadır. Devlet de, birey de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlıdır. Toplumun ürünü olduğundan başat, egemen güç hukuktur. Devlet gücü ise ikincil plandadır. Kısaca hukuk toplumun, devletin, bireyin üstündedir. Yaşanarak, Sokratik yöntemle öğretilmekte ve uygulanmakta; bu durumuyla somut, ancak esnek ve de devletten göreli olarak bağımsızdır. Toplum, devletin vesayetinde değil, tersine devlet toplumun içindedir. Bu yüzden genellikle yazılı bir anayasaya gerek duyulmaz.

Trump’ı durduran yargı,

Bunun sonuçları ise ortada: Hukuk devletten bağımsız olduğundan yargı da bütün erklerden bağımsız ve çok güçlüdür. Yargı birliği ve hukuk bütünlüğü örselenmemiştir. Çünkü Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ayrımına gidilmemiş, tek bir Yüksek Mahkeme bütün görevleri üstlenmiş; hukukun bütünlüğü sağlanmıştır. Hukukta özel hukuk, kamu hukuku gibi katı kavramlaştırmalara ve ayrımlara başvurulmamış, her boydaki yargıç, her derecedeki mahkeme, bir yasa düzgüsünün anayasal kurallara, bir tüzüğün yasal düzgülere aykırı olup olmadığına karar verebilmektedir. Esasen konu, eninde sonunda tek olan yüksek mahkemenin önüne gidecektir. Bu yüzden Kara Avrupa’sı hukuk sisteminde görüldüğü üzere “bekletici sorun” sorunsalı söz konusu değildir.
 Nitekim bütün dünya bunun çarpıcı bir örneğini Trump kararında kimileyin şaşkınlıkla, ama hayranlıkla gördü: Başkanın kararını bir ilk mahkeme yargıcı durdurabildi, istinaf mahkemesi de o kararı onadı.

Prof. Dr., Hukukçu  SAMİ SELÇUK


https://haberguncel.blogspot.com.tr/2017/03/hukuk-devleti-ilkesi-sami-selcuk.html


****

Partili Başkomutan


Partili Başkomutan 



Sabih Kanadoğlu
Cumartesi, Şubat 04, 2017  

Anayasanın 117/1. maddesi uyarınca, Başkomutanlık TBMM’nin manevi varlığından ayrılamaz ve cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur. Bu sembolik yetki, kuşkusuz devletin başı olmasından ve bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil etmesinden kaynaklanır. Gücünü ise anayasanın 101. maddesinin son fıkrasında yer alan cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisiyle ilişiği kesilir hükmünden ve doğal olarak 103. maddede yer alan yemin metnindeki “görevini tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına büyük Türk milleti ve tarih huzurunda namus ve şerefi üzerine” ant içmesinden almaktadır.

 TBMM tarafından kabul edilen ve halkoylamasına sunulacak olan yasa ile anayasanın 101. maddenin başlığında yer alan “tarafsızlığı” ve “varsa partisiyle ilişiği kesilir” ibareleri yürürlükten kaldırılmakta ve Cumhurbaşkanı’nın ve ileride seçilecek olanın, bir siyasî partinin üyesi ve giderek genel başkanı olması sağlanmaktadır. Cumhurbaşkanının taşıyacağı sıfatla nasıl tarafsız olacağı veya seçilecek olanın bu sıfatla yürürlükte kalan 103. madde uyarınca nasıl ant içeceği ayrıca çözümsüz bir sorundur. Değiştirilen, eklenen veya ilga edilen hükümlerin yürürlüğe girmesi TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birlikte yapılacağı ileri bir tarihe bırakılmış, Türkiye’nin en büyük sorunu varsayılarak “partisiyle ilişiği kesilir” ibaresinin halkoyunda kabul edilmesi halinde yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği kararlaştırılmıştır.

 Anayasa değişikliği yasası halkoylamasının önüne neden ve nasıl geldi. Siyasi iktidarın, 3 Kasım 2002’den itibaren, aynı menzile ulaşmak için bir terör örgütü olan cemaatle işbirliği yaptığı “ne istediniz de vermedik” ikrarı ile doğrulanmaktadır.

 Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, yargıya ve Emniyet’e sızma değil, yerleştirme olduğu, Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Casusluk ve benzeri gibi kumpas davaları, HSYK seçimleri, Yargıtay ve Danıştay ile Anayasa Mahkemesi’ne yapılan seçimler, Emniyet’e yapılan atamalar ve ihraçlarla kanıtlanmıştır. Menzil yoldaşlığındaki ayrışma, Oslo müzakerelerinin açığa çıkarılmasıyla başlamış, özel okullar ve dershaneler olayı, MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağırılması, 17-25 Aralık yolsuzluğunun başka bir amaçla kullanılması ile sonlanmıştır.

 Fethullah Terör Örgütü’nün 15 Temmuz 2016 günü TSK’ye yerleştirilen üyelerinin girişimi ile başlatılan alçakça isyan, TSK’nin büyük bölümünün ve halkın karşı koymasıyla bastırılmıştır. 21 Temmuz 2016’da olağanüstü hal ilan edilmiş, 23 Temmuz’da yayımlanan 667 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname (KHK) ile başlayan süreç 25 Temmuz 2016 günü kabul edilen ve 31.07.2016 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan 115 maddeden oluşan KHK ile devam etmiştir.

 Bu KHK, anayasanın 121. maddesinin öngördüğü olağanüstü halin gerekli kıldığı konuların dışına çıkarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) yeni bir oluşum gerçekleştirmiştir. a- Yüksek Askeri Şûranın üyeleri 669 sayılı KHK’nin 45. maddesiyle başbakan, Genelkurmay başkanı, başbakan yardımcıları, Adalet, Dışişleri, İçişleri ve Milli Savunma bakanları ile kuvvet komutanlarından oluşturulmuş, ordu komutanları ve orgeneral, oramiraller şûra dışında bırakılmıştır. Bu KHK, 09.11.2016 gün ve 6756 sayılı yasanın 45. maddesiyle aynen kabul edilmiştir. b- 669 sayılı KHK 36. maddesiyle 1325 sayılı kanuna

 1. Maddesinden sonra gelmek üzere 1A maddesi eklenmiş ve Kara, Deniz ve Hava kuvvetleri komutanları Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmıştır. En önemlisi, cumhurbaşkanı, başbakan gerekli gördüklerinde kuvvet komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabilirler ve bunlara doğrudan emir verebilir, verilen emir, herhangi bir makamdan onay almaksızın derhal yerine getirilir, hükmü 09.11.2016 gün ve 6756 sayılı kanunla aynen kabul edilmiştir. c- 20 Ocak 2017 tarihinde kabul edilen ve 06.01.2017 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 681 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararname ile; 1- 17. maddeyle 926 sayılı TSK Personel Kanunu’nun 34. maddesinin 1 ve 2. fıkraları değiştirilmiş ve subaylığa nasıp Milli Savunma Bakanlığı’nın onayı ile yapılır. Asteğmen, albay rütbeleri arasında rütbe terfileri ilgisine göre İçişleri bakanının veya MSB’nin onayı ile yapılır hükmü getirilmiştir. Astsubayların nasıp ve rütbe terfileri de aynı yasanın 82. maddesinde KHK’nin 26. maddeleriyle yapılan değişiklikle MSB’nin ve ilgisine göre İçişleri bakanının onayına bağlanmıştır. Albaylıktan tuğgeneral-tuğamiral rütbelerine terfiler ile general ve amirallikte bir üst rütbeye terfiler MSB’nin, jandarma ve sahil güvenlik subayları için İçişleri bakanının ve başbakanın imzalayacağı ve cumhurbaşkanının onaylayacağı kararname ile yapılacaktır.

 2- 21. Maddesiyle general-amiral kadrolarının belirlenmesi, rütbe miktarlarının değiştirilmesi, hizmetin bir yıl uzatılması Genelkurmay başkanının görüşü alınarak MSB’nin teklifi üzerine YAŞ’ın 2/3 çoğunlukla vereceği kararla yapılacaktır.

 3- Aynı Maddede kuvvet komutanları ile orgeneral ve oramirallerin atanmaları, görev sürelerinin uzatılması ve gerektiğinde görevden alınmaları veya emekliye sevk edilmeleri MSB’nin ve başbakanın imzalayacağı, cumhurbaşkanının onaylayacağı müşterek kararnameyle yapılacaktır. Cumhurbaşkanı tarafından, TBMM dışından MSB’ye veya İçişleri Bakanlığı’na getirilecek herhangi bir partilinin TSK ile ilişkileri ve yukarıda açıklanan yetkileri ayrı bir vahim durumdur. Sayılan değişikliklerle,

 a- Yüksek Askeri Şûra, askeri bir kurul olmaktan çıkarılmış, siyasi üyelerin çoğunluğu oluşturması sağlanmıştır.

 b- Silahlı Kuvvetler’in, anayasanın 117. maddesi uyarınca komutanı olan Genelkurmay Başkanı’nın yetkileri kısıtlanmış, kuvvet komutanlarıyla olan ilişki ve irtibatı kesilmiştir.

 c- TSK’de olması gereken emir ve komuta zinciri kırılmış, cumhurbaşkanı ve başbakana kuvvet komutanlarına ve bağlılarına doğrudan emir verme yetkisi tanınmış ve herhangi bir makamdan onay alınmadan derhal yerine getirilmesi zorunlu kılınarak Genelkurmay başkanı tamamen devredışı bırakılmıştır.

 d- TSK’nin astsubayından kuvvet komutanlarına kadar nasıp, terfi, atama, görev süresi uzatılması ve görevden alınarak, emekliye ayrılma işlemleri siyasi iktidarın onay ve kararına bağlanmıştır. 669 sayılı KHK, 6756 sayılı yasa ile kabul edilmiş, 681 sayılı KHK ise Anayasa Mahkemesi’nin önceki kararlarını yok sayarak verdiği kararla olağanüstü hal kaldırılsa dahi devamlı ve kalıcı kılınmıştır.

 Bu değişiklikler yetmezmiş gibi halkoyuna sunulan yasanın 16. maddesiyle anayasanın 117/2 maddesinde yer alan  "Milli güvenliğin sağlanmasında ve Silahlı Kuvvetler'in yurt savunmasına hazırlanmasından TBMMM'ye karşı Baknalar Kurulu sorumludur" hükmünden getirilmek istenen sisteme uygun biçimde "Bakanlar Kurulu" ibaresi çıkarılmış ve yerine "Cumhurbaşkanı" ibaresi getirilmiştir.

 Maddede söz edilen sorumluluk siyasi niteliktedir. Cumhurbaşkanının TBMM’ye karşı siyasi sorumluluğu yoktur. Güvenoyu, gensoru ve sözlü soru verilemeyeceğine göre Silahlı Kuvvetler’in milli güvenlik ve yurt savunmasına hazırlanmasının araştırılması, denetlenmesi ve hatta değerlendirilmesi olanağı kalmamıştır. Başbakanlık’ın, Bakanlar Kurulu’nun kaldırılması ve bakanların TBMM’ye karşı sorumluluğu olmayacağı ve bakan sıfatı taşısalar dahi cumhurbaşkanının sekreteri niteliğini taşıyacaklarına göre tek sorumlu, yetkili ve görevli kişi siyasi sorumluluğu bulunmayan cumhurbaşkanı olacaktır. Anayasa değişikliği yasası, halkoyu ile gerçekleşirse Türkiye, parti üyesi veya genel başkanı sıfatı taşıyan cumhurbaşkanını, aynı zamanda ve aynı sıfatlarla başkomutan olarak görecektir. Türkiye siyasetin orduya sokulmasından çok zarar gördü. 105 yıl önce, Rumeli’yi bu nedenle kaybettik, Yüce Atatürk’ün 1909 yılının Eylül- Ekim aylarında yapılan İttihat Terakki Cemiyeti’nin 2. Kongresi’nde yaptığı uyarılar dinlenmedi ve sonuç hüsran oldu. 1924’e kadar zaruretin getirdiği milletvekillerinin aynı zamanda kumandan olabilmesi Atatürk’ün kesin müdahalesi ile sonlandı. Ülkemizin coğrafi, stratejik durumu ve bölgenin içinde olduğu karmaşık kargaşa güçlü bir Silahlı Kuvvetler’e sahip olmasını gerektirmektedir. Geleceğimiz buna bağlıdır. Balkan Harbi’ni ve 15 Temmuz’u unutmayalım. Türkiye’ye, başkancı veya patronlu başkanlık rejimiyle tek adamın ve TSK’ye siyasetin egemen olmaması için ilk koşul yurtseverlerin “partili cumhurbaşkanı ve başkomutan” formülünü içeren anayasa değişikliği yasasına “hayır” demesi olacaktır.

Sabih Kanadoğlu/Cumhuriyet 

https://haberguncel.blogspot.com.tr/2017/02/partili-baskomutan-sabih-kanadoglu.html

**************

SABİH KANADOĞLU NEDEN GÖZALTINA ALINMADI?


SABİH KANADOĞLU NEDEN GÖZALTINA ALINMADI?





Yargıtay Onursal Başsacısı Vural Savaş Odatv'ye konuştu;

08.01.2009


Bilindiği gibi; Ergenekon Soruşturması çerçevesinde dün sabah erken saatlerde yine arama ve gözaltılar yaşandı.
Milli Güvenlik Kurulu Eski Genel Sekreteri Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç, emekli Orgeneral Kemal Yavuz, Susurluk sanığı İbrahim Şahin ve Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün evinde arama yapıldıktan sonra gözaltına alındılar.
Ayrıca Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun Ankara Çayyolu'ndaki evinde arama yapıldı.

Fakat aramadan sonra Sabih Kanadoğlu’nun gözaltına alınmadığı açıklandı.

Odatv.com olarak Kanadoğlu’nun gözaltına alınmayışının nedenlerini Yargıtay Onursal Başsavcısı olan Vural Savaş’a sorduk. Amaç sadece evinde arama yapmak mıydı, yoksa başka bir amaç mı söz konusuydu?

İşte Yargıtay Onursal Başsavcısı Vural Savaş’ın açıklamaları:

“Bütün aydınların, bütün vatansever insanların, bütün medyanın sindirilmesi, söz konusu Tabi arama yapılması Sabih Kanadoğlu hakkında utanç verici bir şeydir. 
Cumhuriyet'e bomba atılmış, Danıştay'a saldırı yapılmış... Efendim, böyle bir talebi kabul edecek hakimlerimiz var. Şu anda ben Yargıtay’da bir cenazeden geliyorum. Bütün Yargıtay üyeleri infial halinde. Nasıl olur da bir başsavcı, evinde bomba yakalanan ne olduğu belirsiz kişilerle aynı kefeye konarak uygulama yapılır?
Şu mesaj verilmek isteniyor İşte ordu komutanı da olsanız, başsavcı da olsanız göz altına da alınabilirsiniz, evinizde aramalar da yapılabilir. Hatta hatta tutuklanabilirsiniz. Yıllarca hapis yatabilirsiniz. Şu anda Türkiye’yi bir korku imparatorluğu haline getirdiler. Şu anda Türkiye artık bir hukuk devleti olmaktan çıkmıştır. Bu Ergenekon soruşturmasıyla yapılan soruşturmalar, Mc Carthy zamanında Amerika’da yapılan uygulamaları geçmiştir. Cumhuriyetimize vatandaşlarımızın sahip çıkmasının tam zamanıdır.

Böyle bakan, böyle iktidar, dış güdümlü basın, üniversite mensupları olan bir ülkede, eğer anayasa değişiklikleri de yapılıp Türkiye’de yasal olarak, ama hukuk dışı bir düzen kurulursa, biz bu insanları bir daha başımızdan atamayız. Eleştiri yasak, konuşma yasak. Ergenekon konuşmalarını benim gibi yasa dışı olduğunu en iyi vurgulayan hukukçulardan biridir, Sabih Kanadoğlu.

Aklı sıra Sabih Bey’e gözdağı verebileceklerini zannediyorlar Sabih Bey de Yargıtay Başsavcılığı yapmış kişi, ben de öyle. Vural Savaş’a da bir göz dağı gibidir. Bunlar bize vız gelir. Bin tane Vural Savaş bu memlekete feda olsun. Zaten serçeden korkan darı ekmez ,fakat tekrar ediyorum artık şu aşikar şekilde ortaya çıkmıştır: Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bu üniversitelerimizdeki, yargıdaki özellikle tasfiye edilmedikten sonra biz, hukuk devleti olarak yaşayamayız. Bu ülkede paramparça olmamızı engelleyemeyiz. Hiçbir şekilde ekonomimiz de düzelmez. Sabih Bey kadar pırıl pırıl yaşamış, hayatı boyunca hiçbir hukuk dışı işlem yapmamış, daima hukuk devletini savunmuş bir insanın, gelmişler evine Fazıl Say’a ait CD'leri götürmüşler. Bir savcı, hakim ne kadar yanlı olursa olsun, hatta Fethullah Gülen’in kendisi hakim olsa, hiçbir delil olmadan bir insanı nasıl göz altında tutacaksınız? Arkasından tutup cezaevine göndermek için de en küçük bir emare lazım. Bu kararlar da itiraza tabi. 
Sabih Kanadoğlu gibi bir kişinin, bütün hayatı göz önünde olan bir şeref bayrağı gibi yaşamış, hiçbir hukuk dışı işe şimdiye kadar karışmamış bir insanın evinde, arama yapma talimatının çıkartılması bile yargının ne hale geldiğinin bir delili. Şu anda hakikaten kısmi bir başarı sağladılar. Kuvvet komutanları dahil, ki onların hepsi antiemperyalist, ulusalcı, Atatürk’ün askerleri olduğunu tüm hayatları boyunca ispat etmiş kişiler, işte bunların ve başsavcının mutlaka göz altına alınması şart değil efendim. Arama yapılması bir felaket. Ne demek? Esas ben size söyleyeyim. Bütün darbeler, ülkemizde de, Ortadoğu’da da, Latin Amerika’da da, Amerika’nın tezgahlanmasıyla yapılmıştır.
Dikkat edin, Ergenekon soruşturmasını destekleyen bütün insanlar, Emperyalist güçlerin uşaklarıdır. Bu ABD Politikalarının, gerek Türkiye’de, gerek bütün dünyada uygulanmasının destekçiliğini yapmış kişilerdir. Bunun darbe önlemekle  hiçbir alakası yok. Esasında Türkiye’de bir karşı devrim tezgahlanıyor. Bir takım devlet görevlileri de maşa olarak kullanılıyor.”

https://odatv.com/sabih-kanadoglu-neden-gozaltina-alinmadi-0801091200.html


***********

CHP'li Muharrem İnce Basın Toplantısı Düzenledi,


CHP'li Muharrem İnce Basın Toplantısı Düzenledi

CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, TBMM'de, " Teröristler sınır kapısı kapattı, özerklik ilan etti " konulu bir basın toplantısı düzenledi.

 3 Ağustos 2011 Çarşamba 13:22 

CHP'li İnce Basın Toplantısı Düzenledi  


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a, "Kendini usta zanneden bir çakma usta" diye seslenen CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, "Sınırda bu devletin bayrağını indirdiler Başbakan'ın gıkı çıkmadı. Orada kabadayı Başbakan yok. Başbakan başbakanlığını sadece Çakmak Salonu'nda hatırlıyor. Çakmak Salonu'nda aslan, Hakkari'de kedi olan bir Başbakanla karşı karşıyayız" dedi. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce, TBMM'de, "Teröristler sınır kapısı kapattı, özerklik ilan etti" konulu bir basın toplantısı düzenledi. 

-"KENDİNİ USTA ZANNEDEN ÇAKMA USTA"- 

Türkiye'nin özetinin bir şiirde gizli olduğunu belirten İnce, " Refik Durbaş diyor ya, "Sevda ne yana düşer usta, hicran ne yana.'Kendini usta zanneden bir çakma usta var ya. Ben de ona şöyle diyorum, bayrak ne yana düşer usta, devlet ne yana, bağımsızlık ne yana düşer usta, cumhuriyet, Atatürk ne yana, yüreğimiz acıya ölüm hep bize mi düşer çakma usta diyorum" dedi. 

31 Temmuz Pazar günü Türkiye-İran sınırında Esendere Sınır Kapısı'nda bir milletvekilinin yanındaki bin kişiyle birlikte sınıra bir pankart açtığını ifade eden İnce, "Dediler ki, "Kürdistan özerk bölgesi' ikinci pankart, "Pasaportsuz giriş yasaktır.'Milletvekili de bir açıklama yaptı" dedi. 

-"KABADAYI BAŞBAKAN'IN GIKI ÇIKMADI"- 

Üç gün boyunca hükümetin sesinin çıkmadığını vurgulayan İnce, "O kabadayı Başbakan'ın gıkı çıkmadı. Aslan kesiliyor herkese, profesörlere, generallere, muhalefete, gazetecilere, burada kedi bile değil. Bırak kediyi kağıttan bir kaplan bile değil. Meşenin dalını gösterdi sustu, özerklik ilan ettiler sustu, bayrağımızı indirdiler sustu" dedi. 

-"ÇAKMAK SALONU'NDA ASLAN, Hakkari'DE KEDİ"- 

Sınırda bu devletin bayrağının indirildiğine dikkat çeken İnce, "Başbakan'ın gıkı çıkmadı. Devlet nerede, Hakkari'de devlet yok. Orada kabadayı Başbakan yok. Başbakan başbakanlığını sadece Çakmak Salonu'nda hatırlıyor. Çakmak Salonu'nda aslan, Hakkari'de kedi olan bir başbakanla karşı karşıyayız" dedi. 

-"MASANIN BAŞINA GEÇTİ DİYE KAHRAMAN KESİLİYOR"- 

Başbakan'ı sert sözlerle eleştiren İnce, şöyle dedi: "Türkiye'nin özeti şu; meşenin dalı, KCK'nın sınırı, masanın başı. Masanın başına geçti diye kahraman kesiliyor, gazeteler manşet atıyor helal olsun diye, meşenin dalını unutuyor. Bayrağın indirilmesini unutuyor. Irak'a geldi mi sesini çıkaramıyor, oradaki abisinden mi korkuyor. Birileri ona "bizim çocuklara dokunma mı' dedi. " 

-"TAYYİP'İN COPU GELİYOR"- 

Şu anda bu ülkede 173'ü muvazzaf 250 subayın tutuklu olduğunu hiçbiri hakkında kesinleşmiş yargı kararı olmadığını belirten İnce, YAŞ'ta değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş general, amiral ve albay için AKP Grup Başkanvekili'nin, "Daha iyileri atanacak" dediğini hatırlatarak, şöyle dedi: 

"Bu arkadaş askerliğini ya onbaşı olarak yapmıştır ya da asteğmen. Generalin iyisini bu mu anlıyor, karpuz mu seçiyor. Egemen Bağış karpuzun göbeğini paylaşıyoruz diyor, aklı fikri yemekte, bölmekte, parçalamakta. " 

"Biz bu ülkede askerin süngüsü gitsin istiyoruz" diyen İnce, "Ama askerin süngüsünden kurtulalım derken Tayyip'in copu geliyor" dedi. 

-FOTOĞRAFLARI GÖSTERDİ- 

Basın toplantısında fotoğrafları da gösteren İnce, bu ülkenin sınırında bayrakların indirildiğini, hükümetin buna ses çıkarmadığın söyledi. İnce, şöyle dedi: "Sivilleşmek hepimizin özlemidir. Ama askerin siyasallaşması kötüdür. Ama daha kötüsü sivil iradenin askerleşmesidir. Hitler, Mussolini, Stalin de sivildi. Bunları unutmamak gerekir. " 

-"BU YAŞADIĞIMIZ SÜRECE APO'YA AF SÜRECİ"- 

Yaşanılan sürecin Apo'ya af süreci olduğunu savunan İnce, şöyle dedi: " Bu ülkede yaşadığımız süreç APO'ya af sürecidir, bunu herkes böyle bilsin. Genel af sürecine doğru gidiyoruz. Balyoz tutukluları içeride, Ergenekoncular içeride, şikeciler içeride, taş atan içeride, yumurta atan içeride. Önce bu hazırlıklar tamamlanıyor ki doğrudan APO'ya af çıkarsalar bunu yapamayacaklar, bu süreç budur. " 

-"HERHALDE BİRİLERİ TALİMAT VERMİŞ BUNLARA"- 

Bugün gazetelerde müthiş bir fotoğraf olduğunu kaydeden İnce, "Deniz Feneri'nden gözaltına alınan bir sunucunun havaalanındaki şovunu görmüşsünüzdür. Ona herhalde şu denmiş. "Bizim çocuklar gelin korkmayın siz, hakimler bizden artık. 6 ay yatarsınız, bak Ramazan'ı da içeride geçirirsiniz, sıcaklar da zorlanmazsınız. 6 ay sonra biz sizi çıkartırız' herhalde bu talimat verilmiş bunlara" dedi. İnce şöyle dedi: 

"AKP'nin yargısı var, AKP'nin üniversitesi var, AKP'nin medyası var, AKP'nin patronları var, futbol takımları var, şimdi AKP'nin ordusu da oluyor. Teslim olma süreci yandaşlıktan uşaklığa dönüşmek üzeredir. Türkiye'de kurumlar iktidara yandaşlık ve uşaklık yapıyor. İktidar da birilerine. Onun kim olduğunu hepimiz biliyoruz. " 

-"ERDOĞAN'IN KİŞİSEL EGOLARININ TATMİN YERİ MİDİR?"- 

Çakmak Salonu'nda yapılan Şura toplantısını hatırlatan İnce, şöyle dedi: "Tayyip Erdoğan'ın kişisel egolarının tatmin yeri midir Başbakanlık. Şura toplanıyor, Çakmak Salonu'nda toplantı 1 saat sürüyor, sonra Genelkurmay Başkanvekili ile birlikte konuta gidiyorlar, iki saat toplantı yapıyorlar, . Neyi konuşuyorlar. Fatih Sultan Mehmet'in bile böyle yetkisi yoktu. O savaş kaybettiğinde kellesi gidiyordu. " 

Basına da seslenen İnce, "Bunları söyleyecek yüreğimiz, gücümüz ve cesaretimiz vardır. Medyadan o cesaretin onda birini istiyoruz" dedi. 

-SORULAR- 

Bir basın mensubunun, "YAŞ'ta ilkler yaşandı, sivil otorite görüntüsü veriliyor yorumları yapılıyor, ne diyorsunuz?" sorusuna İnce, şöyle dedi: 

"Sivilleşmeye itirazımız yok, oturma düzenine de itirazımız yok. Çakmak Salonu'nda gösterdiği tavrı Hakkari'de niye göstermiyor. Niye teröristlere kibar oluyor. Niye bu ülkenin bayrağı indirildiğinde sesini çıkaramıyor Başbakan. Yoksa bizim sivilleşme ile ilgili bir sorunumuz yok. " 

-CHP 8 AĞUSTOS'TAKİ DURUŞMAYA KALABALIK BİR HEYETLE GİDECEK- 

"8 Ağustos'taki Balbay ve Haberal'ın duruşmasına gidecek misiniz?" sorusuna İnce, "Ben de gideceğim. 8 Ağustos Pazartesi günü sabah 9. 00-9. 30 gibi orada olacağız. Kalabalık bir heyetle birlikte, milletvekillerimizle birlikte orada olacağız. Onların yanındayız. Kalabalık bir milletvekili grubuyla orada olacağız" dedi. 

Balbay ve Haberal'ın AİHM'e başvurusuyla ilgili soruya da İnce, " 

Partiyle ilgili bir durum değil, bireysel bir başvuru. Partinin başvurusu değil" dedi. 

-ASKERLİĞİN KISALTILMASI- 

"Askerlik süresinin 9 aya indirilmesi gündemde, ne diyorsunuz?" sorusuna İnce, şöyle dedi: 

"Biz seçim öncesinde bunu gündeme getirdik. Başbakan bunu gelin halka soralım demişti. Hatta dalga geçmişti. Dalga geçtiği bir şeyle, herhalde kendisi söylemedi Başbakan Yardımcısına söyletti. Biz bunu söyledik. Halka soralım diyordu, buyursun soralım. " 

"Uzun tutukluluk süresiyle ile ilgili çalışma hangi durumda?" sorusuna ise İnce, "Önümüze öyle bir çalışma gelmiş değil, ayrıntıları bilmiyorum" dedi. Dursun Çiçek'in sözlerinin hatırlatılmasına da İnce, "Bir değerlendirme yapmayayım şu anda" dedi. - 
Ankara 

https://www.haberler.com/chp-li-ince-basbakan-cakmak-salonu-nda-aslan-2908620-haberi/

***

Dün Tuncer Kılınç’ın önerdiğini bugün Erdoğan mı uyguluyor acaba?


Dün Tuncer Kılınç’ın önerdiğini bugün, Erdoğan mı uyguluyor acaba?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 

07 Kasım 2017 Salı,


7 Mart 2002’de İstanbul’da Harp Akademileri’nde kamuya (ve dünyaya) açık bir seminer düzenleniyordu. Bahçeli henüz Ecevit koalisyonunu dağıtma bombasını patlatıp “yeni Türkiye’nin ve AKP’nin yolunu açmamıştı”. Ben sunduğum tebliğ ile Türkiye için; “Batı’ya tek yanlı bağlanma yerine Rusya (ve Asya) ile de ilişkilerini geliştirip bir denge sağlamasını: aksi halde ABD ve AB’nin tek yanlı siyasi, iktisadi ve askeri bağlarla Türkiye’yi Lozan’dan Sevr’e yavaş yavaş götüreceğini” savunmuştum. 

Benim sunumum sonrasında MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç söz alarak, “Erol Manisalı’nın görüşlerine katılıyorum. Türkiye, ABD’yi göz ardı etmeden, Rusya ve İran ile de ilişkilerini geliştirmelidir” demişti. (*) 
7 Mart 2002’de, o tarihte etkili olan MGK’nin genel sekreteri aracılığı ile bu tutumu sergilemesi, içerideki “Batılı” değil “Batıcı” kafadaki çevrelerde şok etkisi yaratmıştı, çok kızgındılar. Ergenekon ve Balyoz’un hazırlıkları yapılıyordu. 
Vay efendim, “ordu Batı’ya karşı çıkıyor, bu ne iştir” diye, bugünkü yandaş basının “asimetrik boyutunda” yaygaraya başladılar. Kılınç ve ben Newsweek’ten Economist’e, Financial Times’tan FAZ’a kadar Batı medyasında hedef olduk. 
7 Mart 2002’de benim sunumum üzerine MGK Genel Sekreteri’nin yaptığı öneriyi Erdoğan bugün uygulamaya çalışmıyor mu? 

Bizim farkımız neydi? 

Bugün Ankara’nın 7 Mart 2002’de yapılan önerileri uygulamasının nedenleri ile bizim nedenlerimiz siyahla beyaz gibi farklıdır: 
l Bugün Ankara’nın (ve Erdoğan’ın) bu uygulamaya geçmesinin gerisindeki nedenler şunlardır: yeni siyasal İslamcıların (ve AKP’nin) iktidara gelişinde ABD 90’ların ikinci yarısında büyük destek verdi: açılım politikalarından Gülen-AKP yakınlığına kadar verilen destek ABD’nin FETÖ’yü öz evladı olarak AKP’nin (ve liderinin) üzerine sürmesi ile son buldu ve iş 15 Temmuz ile noktalanmaya çalışıldı. 

AKP yönetimi (ve Erdoğan) bunun üzerine kendisine kazık atan ABD’ye karşı Moskova’ya yönelmek zorunda bırakıldı. Bu sonuç biçimsel olarak “eksen kayması” gibi görünse de özünde, “yerli siyasal İslamın iktidarda kalma savaşıdır”. 
Ankara’dakiler için öncelik, “iktidarda kalmak için olanakları değerlendirmektir” desek yanlış olmaz. 

l 7 Mart 2002’de benim önerdiğim ve MGK Genel Sekreteri’nin seminerde desteklediği oluşum ise çok farklıdır: biz Türkiye’nin tek yanlı Batı bağlarından kurtarılması: Sevr’e sürüklenmemesi için Rusya (ve Asya) ile de siyasi, iktisadi ve askeri ilişkilerini geliştirmesini savunuyorduk; ülkenin ulusal çıkarlarının (ve demokrasinin) ancak bu yolla sağlanabileceğine inanıyorduk. 
l Bizim nedenlerimiz ile bugünkü “zorunlu uygulamaların” arkasındaki nedenler çok farklıdır. 

Değerlendirmelerimizi “büyük resmi” göz ardı ederek, “pratik ve öznel gerekçelerle” yaparsak kendi kendimizi aldatmaktan başka bir şey yapmayız. 
Sol kesimde kimi dostların bu sonuçlara “biraz fırsatçı” yaklaşımları, dün aynen “Batıcıların” yaptığı gibi Türkiye’nin bütünlüğüne fayda getirmez. Hatta kutuplaşmayı körükler.

(*) E. Manisalı “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” sayfa 102-106, Kırmızı Kedi yay. 2017

***

Boza Günleri artık “Kalipsosuz” kaldı. Vefa’lı dost kalipso kralı Metin Ersoy’u da uğurladık. Onu çok özleyeceğiz. 80 yaşında bile Vefa Lisesi’nin boza gününde sahneye çıkıp kalipso yapardı.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/861076/Dun_Tuncer_Kilinc_in_onerdigini_bugun_Erdogan_mi_uyguluyor_acaba_.html

************

Türkiye NATO'dan çıkıp komşularına dönmelidir.,



Türkiye NATO'dan çıkıp komşularına dönmelidir.,

14.09.2007



Türkiye NATO'dan çıkıp komşularına dönmelidir, Bugünkü konjonktüre baktığınız zaman ABD ile olan ilişkilerinizde biz dost bir ülkenin ilişkileri şeklinde bir yansımayı görmüyoruz Türkiye, bulunduğu coğrafya nedeniyle Irak, İran, Suriye, Rusya ve  Kafkas Cumhuriyetleri ile de iyi ilişkiler kurmalıdır Putin, 6 Aralık 2004 tarihinde yaptığı Anıtkabir ziyaretinde 'Atatürk'ün yolundan gidiyoruz' diyerek, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, bazı Türk politikacılarına hatırlatmak ister gibiydi RUSYA, gerek Avrasya coğrafyasında, gerekse Asya kıtasında önemli hamlelerde bulunurken, özellikle Türkiye ile ilişkilerinde de çok dikkatli bir yol izlemeye özen gösterdi. 5-6 Aralık 2004 tarihlerinde Türkiye'ye resmi bir ziyarette bulunan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 6 Aralık 2004 tarihinde yaptığı Anıtkabir ziyaretinde 'Atatürk'ün yolundan gidiyoruz' diyerek, aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini, bazı Türk politikacılarına hatırlatmak ister gibiydi. Rusya ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin 2000'li yıllardaki seyrine baktığımızda ise, karşımıza ilk olarak askeri ilişkilerdeki canlanma dikkatleri çekiyor. Özellikle 2000'li yılların başında Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten emekli Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Rus Genelkurmayı ile kurduğu sıcak ilişki, daha sonra da devam etti. Genelkurmay Başkanları arasında imzalanan anlaşma barışa katkıyı amaçladı14-16 Ocak 2002'de  Türkiye'ye gelen Rusya Genelkurmay Başkanı Anatoli Kvaşnin ile imzalanan askeri işbirliği anlaşması, beklediği yankıyı bulamadı. ABD Genelkurmayı ile imzalanabilecek benzeri bir anlaşma gündeme manşetten girebilecekken, Rusya Genelkurmayı ile yapılan bu anlaşma, gazetelerde dış haberler servisinin hazırladığı küçük bir haber olarak girdi. Ancak iş öyle değildi. 'Askeri Alanda İşbirliği Çerçeve ve Askeri Personel Eğitim İşbirliği Anlaşması', iki Genelkurmay Başkanı arasında imzalandı. İmza töreninde konuşan Orgeneral Kıvrıkoğlu, iki büyük dost ülke silahlı kuvvetleri arasındaki işbirliğini hukuki bir temele oturtmak ve geliştirmek amacıyla, bu anlaşmayı imzalamak üzere bir araya gelmekten mutluluk duyduğunu söyledi. Karşılıklı çıkar ve iyi niyet esaslarına dayanan bu işbirliğinin, iki ülke arasındaki ilişkilere iyi bir ivme kazandıracağına inandığını belirten Orgeneral Kıvrıkoğlu, bu ilişkilerin iki ülke halkının kaynaşmasına ve dünya barışına da katkıda bulunacağını ifade etti. Karadeniz'deki işbirliği önemli'Rusya Federasyonu ve Türkiye arasındaki dostluk ve işbirliğinin bir göstergesi olan bu anlaşmanın, iki ülke silahlı kuvvetlerinin Karadeniz'deki ortak çabalarının, bölge ülkeleri için de güzel bir örnek teşkil edeceğini düşünüyorum. 

Bu işbirliğini imzalanacak diğer anlaşma ve protokoller takip edecektir' diyen Kıvrıkoğlu'ndan sonra söz alan Orgeneral Kvaşnin ise Türk meslektaşının söylediklerine aynen katıldığını belirtti. Türkiye ve Rusya'ya büyük sorumluluk düştüğünü vurgulayan Orgeneral Kvaşnin, 'Çünkü bizler aynı coğrafya içinde yaşıyoruz. İmzalayacağımız anlaşma, hem askeri eğitim, hem de askeri teknik işbirliğimizin geliştirilmesine katkıda bulunacak.' dedi. Söz konusu anlaşma ile iki ülke arasındaki askeri ilişkilerinin hukuki zemininin oluşturulması ve özellikle askeri ilişkilerin muhtelif alanlarda tesisinin geliştirilmesi öngörüldü. 


Bu ziyaret için o dönemlerde 'Dünya dengeleri değişiyor' yorumları dahi yapıldı. Putin ve 10. Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, 25 Haziran 2007’deki Karadeniz  Ekonomik İşbirliği (KEİ) zirvesinde Çırağan’da biraraya gelmiş, ikili ilişkileri ele almışlardı.

Rusya ve İran'la arayış içine girmeli KIVRIKOĞLU Paşa da Rusya'ya bir ziyaret düzenledi. 3 Haziran 2002'de başlayan ziyarette askeri-teknolojik ilişkiler ve işbirliğini güçlendirmenin yolları tartışıldı. İlişkilerin arttığı dönemde, akıllara, dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç'ın açıklamaları geldi. 7 Mart 2002’de Harp Akademileri Komutanlığı'nın 'Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur' konulu sempozyumda, Erol Manisalı konuşmaktadır: 'Hoşlanalım, hoşlanmayalım AB kesinlikle Hıristiyan kulübüdür. AB bizim yararımızadır ancak, pazarı ele geçirecekse, ulusal sanayiyi bitirecekse, bürokrasiyi Brüksel'den yönetecekse, Kıbrıs, Avrupa ordusu, PKK ve Ermeni konularında Türkiye'ye taban tabana zıt koşullar öne sürüp, 'Aksi halde olmaz' derse, 'Beni bölmek istiyor, içine almamak için bütün koşulları öne sürüyor' derim' Söz alan Kılınç Paşa  ayağa kalkar ve ses getiren, şu açıklamayı yapar: 'Öncelikle şahsi görüşlerimi açıkladığımı bilmenizi istiyorum. Manisalı Hoca'nın sözüne katılıyorum. Türkiye'nin yeni arayışlar içinde olması bir ihtiyaç. Bunun da en doğru yöntemi zannediyorum, Rusya ile birlikte, ABD'yi göz ardı etmeksizin mümkünse İran'ı da içerecek şekilde arayış içinde olunması. Türkiye, AB'den hiç yardım görmemiştir. 

AB, Türkiye'yi ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor.' Amerika dostça davranmıyor TUNCER Kılınç Paşa’nın sözleri günlerce tartışılır. Kimisi, Kılınç Paşa'yı yerden yere vururken, kimisi büyük destek verir. Kılınç Paşa'nın yaptığı çalışmalar yavaş yavaş, suç gibi gösterilmeye başlanır, Paşa'nın şebekeler kurmaya çalıştığı bile neredeyse ilan edilir. Peki Paşa'nın 'şahsi görüşlerim' diyerek yansıttığı sözleri gerçekten de kişisel düşünceleri midir, yoksa Türk Silahlı Kuvvetleri içinde de o dönemden itibaren bir AB karşıtlığı söz konusu mudur? 

Tuncer Paşa, o gün 'kişisel düşüncelerini' açıkladığını her sohbette dile getiriyor. Ancak şunu da eklemeyi ihmal etmiyor: 'Görülmesi gereken gerçekleri dile getirdim.' Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın son dönemde, Kara Kuvvetleri Komutanı iken söylediği sözleri de hesaba katarsak, özellikle de Putin'in izlediği politikalar neticesinde iki ülke arasındaki yakınlaşmayı göz önüne getirirsek, Türk Silahlı Kuvvetleri'nde AB'ye karşı bir duruşun oluştuğu da artık yadsınamaz bir gerçek Samimi değil Tuncer Kılınç Paşa ise bu konuda ısrarlı. İran ve Rusya, hatta buna Çin, Hindistan gibi ülkeleri de katarak Türkiye'nin önünün açılabileceğini dile getiriyor. Ancak Kılınç Paşa en çarpıcı önerisi şöyle: 'NATO'dan çıkalım' Tuncer Kılınç, önerisinin nedenini de şu sözlerle açıklıyor: 'Türkiye öncelikle, stratejik anlamda kimlerle bağı varsa, o bağları çözmesi lazım. 

Sağlam düşünüp, bugünün konjonktüründe, kendi bekası açısından ileriye dönük hangi tehditlerle karşı karşıya kalabilir, bunları yeniden iyi değerlendirebilmek için ayaklarındaki bağı çözmesi lazım. Bu bağlardan bir tanesi NATO'dur. 
Eğer NATO'dan sıyrılırsanız, ABD'nin size bakışının ne kadar doğru olup olmadığının, hayrınıza veya şerrinize olup olmadığının kararını daha kolay verirsiniz. Bugün Amerika, Türkiye'ye zaman zaman stratejik dost diye bakıyor, ama hiçbir zaman dostça davranmıyor.'Türk askerine karşılar Kılınç Paşa, ABD'nin Türkiye'ye dostça davranmadığı gerçeğini, üzerine basa basa söylüyor: 'Bugünkü konjonktüre baktığınız zaman ABD ile olan ilişkilerinizde biz dost bir ülkenin ilişkileri şeklinde bir yansımayı görmüyoruz. Gördüğümüz Irak'ta Kürtlerden yana bir ABD, Türkiye'nin Yunanistan'la olan bir takım ilişkilerinde oraya daha müzahir bir ABD, Kıbrıs'ta Türk askeri istemeyen bir ABD, Ortadoğu'nuin yeniden şekillenmesinde Türkiye'ye bir başka bakan ABD vs. Bütün bunları iyi tahlil edebilmek açısından, dediğim gibi bağlarımızı çözeceğiz.'Eşit mesafede politikalar şart NATO'dan çıktıktan sonra da Türkiye'nin atması gereken adımları  da açıklayan Kılınç Paşa, 'Kimseye bağımlı olmadan' uyarısını da yaparak şu çözüm önerisini getiriyor: 'Türkiye, bulunduğu coğrafya nedeniyle bir defa komşularıyla çok iyi ilişkiler içerisinde olmak mecburiyetindedir. 

Irak, İran, Suriye, Rusya, Kafkas Cumhuriyetleri ile iyi ilişkiler kurulmalı.Tabiî ki tarihiyle, diliyle, kültürüyle bize yakın olan Türk devletleriyle bağımızı ayrı tutuyorum. Dengeleri koruyacak,ulusal çıkarlarımızı ön planda tutacak, başkalarının çıkarlarına hizmet vermeyen bir tutum içerisinde olmak gerek. Yani NATO'dan kopup, ben Rusya'yla çok iç içe bir politika izleyeceğim mantığı da doğru değil. Ama daha bağımsız hareket edebilen, ama yeri geldiği zaman Rusya'nın olanaklarından yararlanabilen, yeri geldiği zaman diğer potansiyel imkanları olanlarla işbirliğinden hiçbir sıkıntı duymayacak bir Türkiye.' Şangay İşbirliği Örgütü'nü hatırlatan Tuncer Kılınç, Türkiye'nin Rusya, Çin ve Türk cumhuriyetlerinin bulunduğu bu yapıya, ilk aşamada gözlemci olarak katılması gerektiğinin altını çizdi. Kılınç, Putin için ise kişilikli  bir dış politika izliyor” diyor 
Kaynak Yeniçağ: Türkiye NATOdan çıkıp komşularına dönmelidir 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiye-natodan-cikip-komsularina-donmelidir-1454h.htm

Türkiye, Rusya ve İran'la ittifak arayışında olmalı,

Türkiye, Rusya ve İran'la ittifak arayışında olmalı,

Yusuf DEMİR 
Nuri Sefa ERDEM,

MGK Genel Sekreteri Orgeneral Kılınç AB'nin Türkiye'yi ilgilendiren sorunlara menfi baktığını belirterek, "Rusya ve İran'ı da içine alacak bir arayış içinde olalım" dedi 

Milli Güvenlik Kurulu (MGK) Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç, Türkiye'nin, Avrupa Birliği'nden (AB) en ufak bir yardım görmediğini belirterek, "Türkiye'nin, Rusya ve İran'ı da içine alacak şekilde bir arayışın içinde olmasında fayda buluyorum" dedi.

İstanbul'da Harp Akademileri Komutanlığı'nca düzenlenen "Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?" konulu sempozyum, dün İstanbul'da başladı. İki gün sürecek olan toplantıya Türkiye'nin eski cumhurbaşkanları Kenan Evren ve Süleyman Demirel'in yanısıra bilimadamları, akademisyenler, diplomatlar ve işadamları katıldı.

Toplantıda konuşmacı olmadığı halde İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Erol Manisalı'nın ardından söz alan Orgeneral Kılınç, söyleyeceklerinin şahsi görüşleri olduğunu belirtti. Türkiye'nin AB'den en ufak bir yardım görmediğini belirterek "Prof. Dr. Erol Manisalı'nın 'Bizi AB'ye almayacaklar' sözüne katılıyorum. AB, Türkiye'nin milli menfaatlerini ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor. Bu nedenle Türkiye başka ülkelerle işbirliği yapmalı. Türkiye'nin mümkünse, Amerika'yı gözardı etmeden Rusya ve İran'ı da içine alacak şekilde bir arayış içerisinde olmasında fayda buluyorum" şeklinde konuştu.

MANİSALI: AB, HIRİSTİYAN KULÜBÜ

"Dünya ve Türkiye" başlıklı ilk otumun en dikkat çekici konuşmasını ise "AB'nin Türkiye'nin bulunduğu coğrafyaya katkıları ve etkileri" adlı bildirisiyle Prof. Manisalı yaptı. "AB, Türkiye'yi hiçbir zaman dışlamayacaktır. Tam üye de yapmayacaktır" diyerek sözlerine başlayan Manisalı, Türkiye'nin AB'ye üye olması halinde Ukrayna ve Beyaz Rusya'nın da üyeliğinin zorunlu olacağını, bunun da AB için intihar anlamına geleceğini ve kendi refahını baltalayacağını ileri sürdü. AB'nin "modern sömürgecilik" yaptığı söyleyen Manisalı, "AB'nin Türkiye'yi içine almasında hiçbir siyasi, ekonomik ya da sosyal mantık yoktur. AB kesinlikle Hıristiyan kulübüdür" diye konuştu.


Ecevit: Böyle bir arayışta değiliz ,

Orgeneral Tuncer Kılınç'ın sözleri başkentte büyük yankı yarattı. Başbakan Bülent Ecevit, "Sayın Orgeneralin şahsi görüşleri olabilir. Amerika ile İran nasıl bir araya getirilebilirse onu bilmiyorum tabi. Kişisel düşünceleri olarak bunu söyledi. Şu sırada AB ile ilişkilerimiz olumlu gidiyor: İleride ciddi sıkıntılar çıkarsa tabi ona göre tedbir alınabilir. Fakat şu sırada öyle bir arayış içinde değiliz" dedi.

DYP lideri Tansu Çiller de, Kılınç'ın sözlerini yorumlarken, Türkiye'nin çok yönlü bir dış politika izlemesi gerektiğini belirtti. İktidarda oldukları yıllarda bunu yapmaya çalıştıklarını anlatan ve bunu yaparken Türkiye'nin AB misyonundan vazgeçmediğini ifade eden Çiller, "Türkiye yapay bir sorunla karşı karşıya bıraktırılıyor" diye konuştu.

MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır ise "Sorumluluğuna müdrik bir Komutan, şahsi görüşlerini açık yüreklilikle söylemiştir. Saygı duymak, takdir etmek lazım. Mutlaka sözlerinin haklı, tutarlı gerekçeleri vardır. Paşa'nın sözlerine cevap verecek değilim ama AB, Türkiye'nin devlet politikasıdır" yorumu yaptı. ANAP İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı, "Sayın Genel Sekreterin şahsi görüşleri olduğuna göre hiçbir şekilde bir kurumun politikasını yansıtmıyor" dedi. SP Grup Başkanvekili Temel Karamollaoğlu "Paşa'nın yaklaşımı çok isabetli bir yaklaşım. Körü körüne AB üyeliği olmaz" diye konuştu.


Dünyada büyük yankı uyandırdı .,

Orgeneral Tuncer Kılınç'ın sözleri Rusya ve İran ile tüm dünya basınında büyük yankı uyandırdı. Anadolu Ajansı'nın haberi dün 14.08'de duyurmasından sonra, 17.44'te İran resmi haber ajansı, Kılınç'ın sözlerinin tam metnini yayınladı. Rus televizyonları da Kılınç'ın konuşmasını "son dakika" haberi olarak altyazıyla duyurdular. Reuters haber ajansı, Kılınç'ın konuşmasının geniş bir çevirisini bütün dünyaya duyurdu. Reuters'in haberinde "Türkiye'deki AB karşıtları Avrupa ülkelerinin üyeliğe engel olmak amacıyla yapay bariyerler yaratıldığını düşünüyor. AB adaylığı konusunda Türkiye'deki saflar kesin çizgilerle belirlenmiş" denildi.

Yusuf DEMİR - Nuri Sefa ERDEM

http://arsiv.sabah.com.tr/2002/03/08/p01.html

***

4 Nisan 2018 Çarşamba

ABD, Fransa'yı da 'dinledi'

ABD, Fransa'yı da 'dinledi' 

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
FİKİR TANKI

ABD, Fransa'yı da 'dinledi' Der Spiegel'in haberine göre NSA, Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın elektronik
haberleşme kanallarını izledi. NSA, ülkenin temel dış politika hedefleri,
özellikle de silah ticareti ve ekonomik istikrar konularına ağırlık verdi.
NSA'nın AB kurumlarındaki casusluk faaliyetleri ortaya çıktığı zaman Fransa buna
sert tepki göstermiş ve Francois Hollande, müttefikler arasında böyle bir
davranışın kabul edilemez olduğunu belirtmişti. Hatta, ABD ile yürütülen
Trans-Atlantik Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerini askıya alabileceklerini
ifade etmişti. Müzakerelerin şimdi zora girebileceği düşünülüyor. Kaynak:
http://www.spiegel.de/international/world/nsa-targeted-french-foreign-ministry-a-919693.html

..

YİNE LAİKLİK,

YİNE LAİKLİK,


YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN
yektagozden@sozcum.com
9 Aralık 2013 



Siyasal yalanların biri de “Türkiye'de sert laiklik uygulandı” sözüdür. İlk kez 
20 Ocak 1921 günlü, 85 no.lu kurtuluş Anayasası'nın 1. maddesiyle gündeme gelen laik anlayış, daha sonra 3 Mart 1924 günlü, 429, 430 ve 431 no.lu yasalarla ulusal yaşamı yönlendirip dokumaya başlamış, 10 Nisan 1928 günlü 1222 no.lu ve 5 Şubat 1937 günlü, 3115 no.lu yasalarla yapılan Anayasa değişiklikleriyle Türkiye Cumhuriyeti'nin özgün nitelikleri arasına girmiştir. Başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerin güvencesi, çağdaş dünya görüşü ve yaşam biçimi, ulusal birliğin dayanağı, barışın ve dostluğun kaynağı olan laiklik, ümmetçi, dinci, mezhepçi, cemaatçi kişilerle kesimlerin ve laikliği anlamayanların tepkisini çekmiştir.

Özellikle cumhuriyete karşı çıkanların, kurucu Mustafa Kemal ve arkadaşlarını 
eleştirmek, karalamak ve suçlamak için seçtikleri sömürü konularının başında 
gelmektedir. Şeriatla yönetilen Müslüman çoğunluklu ülkelerin çektiği acıları, 
yaşadıkları olumsuzlukları, din ve mezhep çatışmalarının tarihteki yerini 
bilmeyenlere amaçlı ve yanlış değerlendirenler laikliği kötülemektedirler.
Ülke, din, toplum özellikleri ve koşulları gözardı edilerek, sözlük anlamındaki 
laikliğin her yerde aynı uygulanacağı yanılgısına düşenler Türkiye'de laikliğin 
sert uygulandığı savında bulunmaktadırlar. Kurtuluş Savaşı sırasındaki 
isyanları, din adına girişilen sapkınlıkları, 1925 Şeyh Sait, 1930 Menemen 
başkaldırısını unutmaktadırlar. Serbest Fırka'nın kendini kapatma nedenini 
gözardı etmektedirler. 1945 çok partili düzene ve 1950 demokrasiye geçişten 
sonraki din sömürüsünün getirdiği sakıncaları, zamanın Başbakanı Adnan 
Menderes'in 5816 no.lu yasanın çıkması için çabalarını bilmezlikten 
gelmektedirler. “Din karşıtlığı ve Jakobenlik” gibi gerçekdışı suçlamalar, 
sömürücülerin yakıştırmasından başka bir şey değildir. Gerçekle hiçbir ilgileri 
yoktur.

Gerçek

Laiklik konusunda hiçbir sert uygulama olmamıştır. Yalanlarla, yakıştırmalarla 
yürütülen suçlama ve karalamalar dinsel bağımlılığın ve dinci militanlığın, 
iktidar yandaşlığının saçmalıklarıdır. Devlet, cumhuriyet karşıtı dinci kalkışma 
ve girişimlere karşı “devlet duruşu”nun gereklerini yapmıştır. Cami yapılmasına, 
mescit açılmasına, camiye gidilmesine Kur'an okunmasına, namaz kılınmasına, oruç tutulmasına, Hacc'a gidilmesine engel olunmamış, dinsel bayramlar düzenli 
biçimde kutlanmış, dinsel gereklerin ve görevlerin yerine getirilmesine güçlük 
çıkarılmamıştır. Laiklik öncelikle inananlar ve inanmayanlar bağlamında tam 
eşitliktir.
Sert uygulama olsaydı gerici dergi ve gazeteler çıkabilir miydi? Adlarını 
vermeyi gereksiz bulduğumuz bağnazlar, yobazlar, sömürücüler, çıkarcılar yetişir miydi? Laiklik karşıtı siyasal partiler peş peşe kurulup iktidara gelebilir 
miydi? Laiklik inanç-din karşıtlığı olsa 430 no.lu yasayla imam hatip okulları, 
ilahiyat fakülteleri benimsenir, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur muydu? Evler 
ve sokaklar özgür bırakılır mıydı? Suudi Arabistan'da olduğu gibi camiye 
gitmeyeni sopalayan din polisi mi var? Günümüzde kim Atatürk kadar dine saygılı?

Sert uygulama olsa kurban kesilir, kandiller kutlanır, “Elhamdülillah yüzde 
doksandokuzumuz Müslüman” denilebilir miydi? Cami ve mescit giderleriyle 
görevlilerinin giderlerini devlet karşılar mıydı? Nüfus kayıtlarında din ve 
mezhep açıklığı bulunur, imam nikahına göz yumulur muydu? Din kitapları basılır, günümüzdeki yöneticiler iktidara gelebilir miydi?
Bağnaza ve yobaza laikliği anlatmak boşuna mı dersiniz? Kimi tarikatçılar din 
sömürüsünü görmezlikten gelip laikliği savunmayı “sömürü” diyerek eleştiriyor. 
Günümüz Başbakanı sürekli sıkmabaşlıları kışkırtarak Anayasa Mahkemesi kararına karşı çıkıp sorumluluğunu unutuyor. Devlet sıkmabaşlı oldu.
Cumhuriyeti daha nitelikli, daha çağdaş ve daha insancıl kılan laiklik ilkesini 
Türkiyemize armağan eden Atatürk'e saldıranlar dini anlamayan, inancı sömürerek dini siyasallaştıran, kindar nesil yetiştirmeye amaç edinenler, Türkiye karşıtlarıdır. Toplumda din ve mezhep ile partiler üzerinden ayrışma ve 
kutuplaşma yaratarak bunlardan yararlanmayı düşünen bozuk düşünceliler, halkı susturmaya, sindirmeye ve ezmeye çalışan aymazlardır. Laiklik aklın özgürlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğünün güvencesidir. Laiklik olmayan yerde demokrasi olmaz. Kimse kimseyi kandırmasın. Eşlerinin başını kapattıranlarla eşlerinin başı kapalı olanların yan tutmaları, bağnazlık ve dincilikle konuyu 
değerlendirmeleri önemsenemez.


***

Kuşatılmış Türkiye ve Afrin Harekatı

Kuşatılmış Türkiye ve Afrin Harekatı 


Cahit Armağan Dilek 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
cadilek9011@gmail.com
06 Mart 2018 Salı


Türkiye 20 Ocak 2018'den buyana Afrin'de yürütülen Zeytin Dalı Harekatına odaklanmış durumda. Türkiye'nin seçim sathı mahalline girmiş olmasının etkisiyle iktidarın Afrin'deki sınır ötesi terörle mücadele harekatını "Türkiye savaşta"ymış gibi göstermesi nedeniyle de harekat iç politikada da birinci 
gündem maddesi olmaya devam ediyor, gündemi Afrin'deki gelişmeler belirliyor.

Bu satırların yazarı olarak daha harekat başlamadan çok önce Afrin'de de terör örgütü yapılanması olduğunu, hedef bölge olduğunu söyleyip yazmıştım. 
Ancak yıllardır Suriye kuzeyindeki gelişmelere müdahale edilmemiş olması nedeniyle Suriye kuzeyindeki terör koridorunu engelleme maksadıyla yapılacak 
harekatın hedef önceliklendirmesinin iyi yapılması gerektirdiğini de ifade etmiştim. Bu kapsamda tehdidin ağırlık merkezinin hedef alınması gerektiğini, terör cephesinin uzunluğu da dikkate alındığında terör örgütü PKK/YPG'nin ağırlık merkezinin yani Fırat'ın doğusunun ana, acil ve öncelikli hedef olması 
gerektiğini belirtmiştim.

Siyasi iktidar bir şekilde kendi değerlendirmesi çerçevesinde Afrin'i önceliklendirmiş ve orada harekat başlatılmıştır. Zor, uzun süreli, kırılgan bir 
hal tarzı tercih edildiğini düşünüyorum. Ama hedef önceliklendirmesine katılmasam da Afrin harekatının başlamasıyla birlikte bize düşen görev de Türk 
milletinin bağrından çıkan Türk ordusunun ve ona destek veren Türk jandarması, Türk polisi ve korucularımızın mümkünse kayıpsız olarak ve kendilerine verilen 
talimatlar doğrultusunda harekatı başarılıyla sonuçlandırılmasını desteklemektir, öyle de yapıyoruz. Ancak bunu yaparken de kuşkusuz harekatın 
başarısı için aksaklıklara yönelik uyarılarımızı da yapmaya devam edeceğiz.

İşte Türkiye'nin siyasi, askeri, ekonomik, diplomatik bütün ağırlığını Afrin'e 
odakladığı bir ortamda yapılması gereken bir uyarının da  "tehdidin sadece orada olmadığını,  çevresinde Türkiye'yi kuşatmaya yönelmiş muhtemelen daha büyük tehdit halkalarının bulunduğuna" dikkat çekme olduğunu düşünüyorum. Çünkü bütün kartlarımızı tek bir tehdide yöneltmek, hepsini aynı sepete koymak doğru değildir ve daha büyük sorunlara, tehditlere yol açabilir. Çok detaylı yazılıp tartışılabilecek bu konular burada ana hatlarıyla ifade edilecektir.

Doğu Akdeniz ve Kıbrıs'ta Türkiye dışlanıyor: Kıbrıs'ta KKTC ile GKRY arasında 
yeniden müzakereleri başlatıp KKTC'yi ilhak etmeye yönelik Rum/Yunan 
politikaları arkasına ABD ve AB'yi de almış olarak devam etmektedir. Doğu 
Akdeniz'in zengin enerji kaynaklarını kontrol altına almak üzere Türkiye'yi 
dışlayan mekanizmaların (Yunanistan-GKRY-Mısır, Yunanistan-GKRY-İsrail, 
Yunanistan-GKRY-Lübnan) Doğu Akdeniz'de Türkiye'yi adeta yok sayıp karasularına hapseden münhasır ekonomik bölge girişimleri, bu bölgelerde AB ülkelerinden, ABD'den ve hatta Katar ile S.Arabistan gibi ülkelerin firmalarının sondaj faaliyeti başlattıklarını, aynı ülkelerin savaş gemilerini de bölgeye göndererek sondaj çalışmalarına eskortluk edip Türkiye'ye gözdağı verdiklerini görüyoruz. GKRY'nin Kıbrıs'ta yarattığı sorunları AB'ye mal edip Türkiye ile AB'yi karşı karşıya getirmek istediği de aşikar.

Yunanistan Ege Denizi'ni işgal ediyor: Ege'de Yunanistan'dan kaynaklanan 
sorunlar karmaşıklaşarak varlığını sürdürmektedir. Bunların en başında aidiyeti 
anlaşmalarla Yunanistan'a devredilmemiş 152 civarında ada, adacık ve kayalığın 
fiili Yunan işgalinde olması gelmektedir.  Sadece Kardak kayalıklarında fiilen 
bulunamayan Yunanistan, karasularını ve hava sahasını AB sınırları olarak sunup krizi ve muhtemel bir çatışmayı Türkiye-AB arasında yaşanmasını sağlamaya yöneldiğini görüyoruz.

Ege'de NATO Daimi Deniz Gücü daimi hale geldi: Suriyeli göçmenlerin Avrupa'ya geçişini kontrol altına almak ve engellemek üzere Türkiye ile AB arasındaki anlaşmalar sonrasında NATO'dan talep edilen destek bağlamında 2016 yılı başlarından itibaren Ege denizinde NATO Daimi Deniz Gücü görev yapmaktadır. 

Burada can sıkıcı olan husus bu güçteki yabancı savaş gemilerinin Türk 
karasularında da görev yapma serbestliğinin olmasıdır. Avrupa'ya Suriyeli göç 
konusu büyük ölçüde durmuş olmasına ve Türkiye'nin gerek kalmadı demesine rağmen NATO görevinin devam etmesi anlaşılır değildir.

Karadeniz NATO/ABD denizi oluyor: Önceki yılarda defalarca uyarmamıza rağmen Türkiye'de üzerinde belki de hiç konuşulmayan konulardan biri. ABD'nin sadece Karadeniz'de varlığımız yok oraya da gireceğiz politikası çoktan sır olmaktan çıkmıştır. 2000'li yılların başına geldiğimizde Türkiye'nin liderliğinde 
Karadeniz'e kıyıdaş devletler arasında oluşturulan siyasi ve özellikle askeri 
işbirliği mekanizmalarının ABD'nin NATO Füze Kalkanı Projesi ve Kırım'ın Rusya 
tarafından ilhakı gerekçeleriyle ABD/NATO tarafından Karadeniz çevresindeki 
ülkelerde denizde daha fazla NATO/ABD askeri varlığının yerleştirilmesinin, 
bulundurulmasının bahanesi edilmiştir.  ABD savaş gemileri neredeyse aralıksız 
Karadeniz'de varlık göstermekte, savaş uçakları Karadeniz üzerinde uçmakta, daha önce kendi ülke bayraklarıyla gelen ülkeler artık NATO görev gücü adı altında Karadeniz'de bulunmakta, tatbikatlar yapmaktadır.

Bütün bunlara Rusya'nın sessiz kalması beklenemezdi. Rusya da aynı şekilde 
karşılık verdi, Karadeniz ve çevresinde askeri varlığını artırdı, uzun menzilli 
füze ve savaş uçaklarını konuşlandırdı. Kısaca Karadeniz'de askeri yığınaklanma 
ve silahlanma yarışı başladı. Bu da beraberinde sıcak çatışma olasılığını 
getirdi. Böylece barış ve huzurun sahip olduğu Karadeniz, ABD'nin ben de orada 
olacağım zorlamasıyla bu ortamı kaybetti ve yeni çatışma alanı olarak ortaya 
çıkmaya başladı. Tabi ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mayıs 2016'da “Balkan Ülkeleri Genelkurmay Başkanları Toplantısı“nda yaptığı konuşmada NATO’yu Karadeniz’deki varlığını artırmaya çağırmasının Türkiye açısından ve Türk-Rus ilişkileri açısından büyük talihsizlik olduğunu da ifade edelim.

Rusya üç taraftan Türkiye'yi çevreliyor: Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz 
Karadeniz'de artan NATO/ABD varlığına karşı Rusya'nın Kırım'a yerleştirdiği S400 füzeleri, uzun menzilli savaş uçakları, radar sistemleri, ve Karadeniz filosun kattığı savaş gemileri ve denizaltılar ile Karadeniz'i kontrol etmektedir. 
Ermenistan ile ikili askeri anlaşmaları çerçevesinde o ülkye S-300 füze sistemi 
konuşlandırmıştır. Eylül 2015'te askeri olarak müdahil olduğu Suriye'de S400 
başta olmak üzere en gelişmiş savaş uçaklarını, radar ve istihbarat sistemlerini 
konuşlandırmıştır. Evet Rusya ile Astana süreci kapsamında İdlib ve Afrin'de 
daha önce Fırat Kalkanı harekatında işbirliği yapıyoruz dediğinizi duyar 
gibiyim. Ama bu Rusya'nın bir numaralı tehdit gördüğü ABD liderliğindeki 
NATO'nun üyesi Türkiye'yi Batı ittifakını çatlatmak aralarındaki ikili çoklu 
ilişkileri bozmak için bir manivela olarak kullanmayacağı anlamına gelmiyor. 
Sahadaki gelişmeler aslında bunu teyit eder niteliktedir. Yukarıdaki özet askeri 
konuşlanması da bunu göstermektedir.

Yukarıdaki haritaya bakıldığında aslında Rusya'nın Türkiye'yi kuzey, doğu ve 
güneyden çevrelediğini rahatça görebilirsiniz. Unutmayalım ülkeler arasında 
dostluk yoktur, çıkarlar ve çıkar ortaklıkları vardır.

Güney sınırları boyunca terör koridoru oluştu: 2008 sonrasında başlayan açılım 
politikaları ve müzakere/çözüm sürecinin sonunda yurt içinde yarattığı terör 
sarmalı yanında eş zamanlı olarak sınırlarımızın güneyinde Irak ve Suriye 
kuzeyinde PKK/YPG/PYD terör örgütünü kontrolünde bir terör koridorunun oluştuğu da görüldü. Tehdit büyümeden müdahale edilmemiş olması nedeniyle önce Fırat Kalkanı sonra Zeytin Dalı Harekatıyla kapsamlı harekatlar yapılmak zorunda kalındı. Ancak Fırat'ın doğusundaki daha uzun bir koridora bir etki yapılamadığı anlaşılmaktadır.

Bu terör koridorunun sonunda Akdeniz'e açılmanın yanısıra kuzeye yani Türkiye'ye doğru genişlemeyi hedeflediğini, Türkiye'nin Ortadoğu ile bağlantısını kestiği gibi Türkiye'yi sınırları içine hapseden, Ortadoğu'daki gelişmelere etki 
edemeyen, terör koridorunu bir ülke konumuna soktuğunu görmemek mümkün değil. Halihazırda Fırat'ın doğusunda ABD  desteğinde PKK devletçiğinin inşa sürecinin devam ettiği görülmektedir. Ayrıca PKK/YPG'nin Irak kuzeyindeki boşluğu doldurmaya yönelik hamleler peşinde olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Güney sınırları boyunca askeri olarak olmasa da Irak ve Suriye'de siyasi nüfuz 
kurarak terör koridoruna paralel bir Şii koridorunun da İran tarafından 
oluşturulmakta olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Terör örgütleri yurt içinde pusuda bekliyor: PKK terör örgütü yurt içinde Temmuz 2015'ten sonra çok büyük zayiatlar aldı, yurt içindeki eylem kabiliyetine önemli oranda darbe vuruldu. Bu 2017 yılıyla birlikte PKK'nın saldırılarında belirgin bir düşüşe yol açtı. Ancak bu durum Türkiye'yi yanıltmamalı. Çözüm sürecinde PKK'nın Türkiye genelinde yığınaklar yaptığı, yapılanmalar oluşturduğu bilinmektedir. Temmuz 2015'ten sonra bunun ne kadarı bertaraf edildi tam bilinmemektedir. Ayrıca PKK terör örgütünün 2014'ten buyana ağırlığı Suriye kuzeyine verdiğini, oluşan konjonktür nedeniyle Suriye kuzeyini öncelikli olarak ele aldıkları, ABD'nin desteğiyle burada PKK açısından önemli ilerlemeler yaptıklarını da görmeliyiz. Dolayısıyla Suriye kuzeyinde kendilerini sağlama alacak PKK/YPG terör örgütünün yeniden Türkiye'ye yönelmeleri mutlaka beklenmelidir. Hele Kandil'in PKK'nın kuruluşunun 40. yılı olan 2018'de Türkiye'de zafere ulaşmayı hedeflediğini gösteren açıklamalarına bakılırsa PKK'nın pusuda beklediğini söylemek hiç de abartı olmayacaktır.

Diğer taraftan aşırı köktendinci selefi dinci IŞİD, El Nusra gibi terör 
örgütlerinin yeniden bir yapılanma, teşkilatlanma içine girdikleri, bu 
örgütlerin Türkiye içinde de benzer hazırlık içinde olduğu yabancı uluslararası 
raporlara tehdit değerlendirmelerine yansımıştır. Yani bu terör örgütleri de 
taşeronluğunu yaptıkları güçlerin talimatını beklemektedirler.

Çok sayıda yabancı asker, savaş uçağı, silah sistemi Türk topraklarında: IŞİD'le 
mücadele kapsamında hükümet TBMM'den aldığı yetkiye dayanarak Türk topraklarını ve askeri üslerini IŞİD karşıtı koalisyon üyelerine yani yabancı ülkelere açtı. ABD ile başlayan bu süreç Temmuz 2015'te açıklanan İncirlik Mutabakatı olarak biliniyor. İncirlik Mutabakatı taraflarca imzalanmamış olup sadece sözlü mutabakat gereğince önce ABD daha sonra başka ülkeler de olmak üzere çok sayıda savaş uçağı, asker, silah (HIMARS gibi) ve istihbarat sistemi (NATO AWACS'ları, füze savunma sistemleri dahil) Türkiye'de konuşlandı. Yabancı savaş uçakları Türkiye'den izin almaya gerek duymadan Suriye'de operasyonlar düzenledi, düzenliyor.

IŞİD karşıtı koalisyonun yayımladığı bilgilere göre 60'dan fazla yabancı ülke 
savaş uçağı, 1.200'den fazla yabancı asker Türkiye'de konuşlanmış durumdadır. 
İşin ilginç tarafı, tabi ki Türkiye tek taraflı kimseye sormadan bunu 
durdurabilir ancak, yabancı asker ve uçakların sayıları ve görev süresinin önü 
açıktır, bir sınırlama gözükmemektedir. Aylardır IŞİD'in artık bittiği 
dillendirilmesine, özellikle ABD uçaklarının PYD/YPG'ye verdiği destekle Suriye 
kuzeyindeki alanlarını genişlettiği bilinmesine rağmen halen İncirlik 
Mutabakatına son verilmemesi, ABD'nin YPG'ye askeri desteğine karşı bir koz 
olarak kullanılmaması, hatta tek bir imada bile bulunulmaması anlaşılır 
değildir. Bu anlaşılmazlık içinde, "Türkiye'deki yabancı askerler bizim 
bilmediğimiz başka bir şey için mi beklemektedir?" sorusu akla gelmektedir.

Sonuç olarak; Yukarıda çizilen resim kuşkusuz Türkiye açısından olumsuzdur, 
ciddi tehlike ve tehditlere işaret etmektedir. Bütün bunlara Türkiye içinde son 
yıullarda iyice artan kutuplaşmayla birlikte iç cephede yaşanan kırılganlık ve 
zayıflama, devlet yönetiminde kurumsal karar sürecinin devre dışı bırakılmasıyla 
devlet yönetiminde yaşanan yönetişim sorunlarını eklemek lazım.

Böyle bir ortamda, Türkiye'nin icra ettiği Afrin harekatı önemlidir, hele 
başarıyla sonuçlandırmak tabi ki çok önemlidir. Burada elde edilecek keskin bir 
başarı Türkiye'nin elini güçlendirecektir. Ancak içinde ve sınırlarının hemen 
dışında Türkiye'yi kuşatan büyük bir tehdit halkası  (üstelik NATO ittifakı 
içinde müttefik oldukları ABD ve Yunanistan gibi, üye olmaya çalıştığı AB, 
Suriye'de kritik işbirliği yaptığı Rusya tarafından) varken iç ve dış politikada 
sadece Afrin'e odaklanmak, Afrin'de zafer elde edilince herşeyin düzeleceğini, 
tehditlerin bertaraf edileceğini düşünmek ve bunu kamuoyuna anlatmak doğru 
değildir.

Yukarıda başlıklar altında ifade edilen tehdit noktalarının her biri ayrı ayrı 
tehdit senaryolardır. Bununla birlikte, Türkiye'yi hedefine almış bu tehdit 
noktalarını yaratan güçler işbirliği yaparak ya da domino etkisiyle tehdit 
noktalarının peşpeşe harekete geçip tehdit kuşağının sıkışarak Türkiye'yi 
hareketsiz bırakması ya da hareket alanının daraltması en büyük tehdit olarak 
karşımızda durmaktadır. Bu nedenle, Türkiye'nin dış politikası, savunması ve 
güvenliği iç politikaya malzeme yapılmadan ve tek bir noktaya odaklanarak değil resmin büyüğü düşünülerek ele alınmalı, Türkiye'nin bekası ve çıkarları esas olmalıdır.

Uzman Hakkında
 Uzmanın Diğer Yazıları

  Kuşatılmış Türkiye ve Afrin Harekatı 
  PKK'nın PYD/YPG Üzerinden Aklanması ve Siyasi Sürece Sokulması 
  Afrin'den Sonrası; Menbic, İdlib, Sünni Bölge, Fırat'ın Doğusu/ABD-PKK 
  Ortaklığı ? 
  Afrin'de Zeytin Dalı Harekatının Muhtemel Sonuçları, Etkileri ve Beklenen 
  Senaryolar 
  Terör Koridorunu Önlemek ve Afrin'le "Stratejik Aldatma"ya Maruz Kalmak 
  Türkiye'nin Yalancı İç/Dış Gündemi ve Suriye'de Yanlış Siyasi/Askeri Hedefleri 
  PKK Devletçiğinde Son Perde; PYD'ye Siyasi Tanıma ve ABD Diplomatik 
  Temsilciliği 
  Türk Hükümetinin Dış Politikasında Son Durum; ABD "in", Rusya "out"  
  Trump'ın Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Türkiye 
  Sünni İslam İttifakı; Kimler Niçin ve Nasıl Kurdu? Türkiye Ne Yapmalı? 
  Suriye'de Yeni Dönem; Putin'in Tam Kontrolünde SOÇİ SÜRECİ 
  NATO'dan Çıkmak ya da Çıkmamak, Esas Mesele Bu Değil! 
  S.Arabistan, Lübnan, İsrail... Irak/Suriye'de IŞİD Bitiyor Derken Şii-Sünni Savaşı Mı? 
  Rakka'da PKK Kontrolü ve Suudi Bakanın Ziyareti Ne Anlama Geliyor? 
  PKKistan'ı Önlemek İçin Kerkük'ten Sonra Sıra Suriye Kuzeyinde 
  PUTİN-ERDOĞAN; Irak ve Suriye Konusunda Gerçekten Mutabakat Var Mı? 
  IKBY Referandumu, Kerkük, Barzani'nin Rus Ruleti ve Garantörlük 
  Barzani’nin Referandumu Erteleme Pazarlığı ve Şartlı Tuzağı 
  İdlib'teki El Nusra (HTŞ) Terörünün Türkiye'ye Yönlendirilmesi ve Pakistanlaşmak 
  ABD'nin Türkiye'de İç Çatışma Öngörüsü ve Suriye'de PKK/YPG'ye Desteği 
  Almanya Türkiye'nin Savunma ve Güvenliğini Mi Hedef Alıyor? 
  ABD Esad'ı Vurmaya Hazırlanıyor!  
  Vekalet Savaşından Asıl Aktörlerin Savaşına; Suriye'de Savaş ve Bölünme Derinleşiyor 
  Irak'ı bölecek son hamle; Barzani bölgesinde ve Kerkük'te bağımsızlık referandumu 
  ABD'nin Yeni IŞİD Stratejisi; Teröristleri Yerinde İmha 
  ABD-PYD: Devlet-Örgüt İlişkisinden Devletten Devlete İlişkiye 
  ABD Peşmerge ve PKK/YPG'yi Profesyonel Orduya Dönüştürüyor  
  Soçi görüşmesi; Türkiye-Rusya ilişkileri gerçekten normalleşti mi, sorunlar aşıldı mı? 
  Sincar ve Karaçok Operasyonunun Etkileri ve Sonuçları; Ne Oldu, Neler Olacak?  
  Obama aldattıysa Trump da aldatıyordur! 
  Tillerson'ın ziyareti; ABD ve Türkiye karşı cephelerdeki iki müttefik! 
  Kerkük Kürdistan'a bağlanırken; Kerkük düşerse Türkiye düşer! 
  Rakka’ya Kim Girecek? Türk Ordusu mu Suudi/Arap (İslam) Ordusu mu? 
  Erdoğan-Trump, Stratejik Ortaklık, El-Bab/Rakka, CIA Bşk.; ABD-Türkiye Nereye? 
  Suriye'de Federal Yapı Masada; Özerk Bölgeler Kuruluyor, Kürtler Kurucu Unsur Oluyor! 
  Suriye bölünürken; Güvenli Bölge, Anayasa Taslağı, Fırat Kalkanı 
  Reina’daki Terör Saldırısının Düşündürdükleri 
  Suriye ve Irak’ın geleceğine Peşmerge ve PKK/YPG’nin “SU” tehdidi 
  Terörle Mücadeledeki Başarısızlıklarımız ve Yapılması Gerekenler 
  ABD ve Rusya Suriye’de “oyunu değiştirirken” Türkiye ne yapmalı? 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2018/03/06/8831/kusatilmis-turkiye-ve-afrin-harekati


  ***

DÜĞÜMLER VE ÇÖZÜMLER,

DÜĞÜMLER VE ÇÖZÜMLER,



“Bozulmayan ne kaldı? Silâhlı Kuvvetlerin başına neler geldiği, bağımsızlığı sözde kalan yargının ne durumlara düştüğü ortada. Eğitimde dinselleşme, demokraside hukuksuzluk, eşitsizlik, değişik baskılar, tutuklamalar, geciken adalet, ayrışma, karşıtlıklar, ekonomide, turizmde, kentleşmede, ahlâkta, siyasette bozulmalar, Atatürk heykellerine saldırılar, ilkelerini yadsımalar, tarikatçılık ve şeriatçılık kalkışmaları, toplumsal barışa ve akademisyenlerle gazetecilere yönelik kıyımlar. Yollar ve köprülerin nelere mal olduğu, neler getirip götürdüğü iyice anlaşılınca değeri biçilir. Kaldıki devlet, elbet bunları yapacaktır.

Aldatıcı, abartılı, dolambaçlı ve ikilemli söylemler, gerçekdışı savunma ve sunumlar, karşı görüşleri karalama ve suçlamayla yanıtlamaya çalışarak övülen düzenleme demokrasinin, hukuk devletinin, özgürlüğün, güvenliğin, adaletin ve lâikliğin getirdiği aydınlığın ölüm fermanı sayılsa yanlış olmaz.”

YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN,


Yekta Güngör Özden’in 68. kitabı…

Türkiye’de Atatürkçülük denilince akla ilk gelen isimlerdendir Yekta Güngör Özden. Hayatı boyunca çizgisinden hiç sapmadığı, Atatürk’ten ve Atatürkçülükten hiç vazgeçmediği ve elbette Atatürk’e ve Atatürkçülüğe en yoğun saldırıların olduğu dönemlerde bile mücadeleden ayrılmadığı için…
Yekta Güngör Özden’in yeni kitabı “Düğümler ve Çözümler” İleri Yayınları’ndan çıktı. Kitap Yekta Bey’in 68. kitabı.
Yekta Güngör Özden’in kitapları için “Artık Atatürkçü bir yayınevi var” sloganıyla yayın hayatını devam ettiren İleri Yayınları kadar uygun bir yayınevi olabilir miydi? Nitekim, Düğümler ve Çözümler, Yekta Bey’in İleri Yayınları’ndan çıkan 18. kitabı.
Düğümler ve Çözümler, Yekta Güngör Özden’in düzenli yazarı olduğu gazete ve dergiler için 2017 yılı içinde kaleme aldığı yazıların derlenmesinden oluşuyor: Sözcü gazetesi yazıları ve İleri ile Maya dergileri…

Türkiye’de hemen her günlük köşe yazarı yazılarını dönem dönem derler. Bu “derleme” kitapların ancak çok küçük bir oranı başarılıdır. Bu da günlük köşe yazılarının ne kadar “ufuk açıcı” ve öngörülü olduğuyla ilgilidir. Gündemin günlük kısır döngülerinde boğulmuş köşe yazılarından yapılan derlemeler, yazarı ne kadar çok okunursa okunsun, bir kitap olarak aslında çok da değerli olmaz. Yekta Güngör Özden’in köşe yazılarından derlenen kitaplar ise, yeri gelir onlarca baskı yapar. Bunun nedeni, sadece Yekta Bey’in kendini okutan kıvrak üslubu ya da zengin Türkçesi değildir elbette. Yekta Bey’in köşe yazıları, sadece bugünü anlatmakla yetinmez, günümüzün, çağımızın sorunlarına en gerçekçi çözümü gösterir: Atatürkçülük.

Düğümler,

Düğümler ve Çözümler, aynı zamanda 2017’nin güzel bir özetidir. Hem Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı “düğüm”leri anlatır hem de onların “çözüm”lerini tartışır.

En önemli “düğüm” Yekta Güngör Özden’e göre Önsöz’de belirttiği gibi şöyledir:
“Sapkınlık durumuna gelen karalama ve suçlamalar bir yana, ulusal yapıyı yıkmaya yönelik taşkınlık ve yıkıcılıklar toplumsal barışı ve ulusal dayanışmayı gölgelemekte ve olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Değerlerimiz, varlıklarımız her gün değişik bir girişim ve kalkışmayla, özellikle inanç sömürüsü ve çıkar tutkusuyla yara almaktadır.”

Türkiye’de çözülemez sanılan “düğüm”lerin en büyük sorumlusu aslında AKP iktidarıdır Yekta Güngör Özden’e göre. “Düğüm”leri “kördüğüm” haline getiren ise 17 Nisan Referandumu’yla getirilen Anayasa değişikliğidir. Referandumun hemen ertesinde bu durumu şöyle açıklar Yekta Güngör Özden:
“Belirgin ve büyük bir hukuksuzluk içinde yapılan halkoylamasının toplumsal yapıda yarardan çok yara açtığı kanısındayız. AKP’lilerin reisleriyle ağalarının bu süreçte ilkelerde, değerlerde, kurumlarda, ulusal yapıda, kişiliklerde neden olduğu yıkımlar (tahribatlar) kendilerinin geleceğini de etkileyecek olumsuzluklardır.”

Ve AKP’nin bir “karne”sini yayınlar:

“Her yerde, her katta, her konuda çözülme ve bozulma sürüyor. ‘Her şeyin cılkı çıktı’ denilecek bir zamanı yaşıyoruz. Panolardan, afişlerden, medya organlarından taşan yalanlarla, aldatıcı sunuşlarla gerçekler çarpıtılıp saptırılmış, devlet olanaklarıyla donanan iktidarcılar her yolu ve her yöntemi deneyerek sonuç almaya çalışmıştır. Yaraşır nitelikten yoksun olanlar yaldızlandı.”
Ve Türkiye’nin en önemli “düğüm”lerinden biri de şöyledir Yekta Güngör Özden için:
“Bir yanda yaşam güçlüğü, işsizlik, adaletsizlik, hukuksuzluk, ayrımcılık, iç ve dış tehlikeler; bir yanda sarayları, kasrı, köşkleriyle Cumhurbaşkanı!”
Kitap boyunca AKP iktidarının yarattığı “düğüm”ler bir bir sıralanır:
– Anayasa değişikliğiyle devletin üniter yapısının hasar görmesi
– Dış politikadaki yanlışlar ve tutarsızlıklar
– AKP’nin laiklik karşıtı hareketleri ve söylemleri
– Artan terör ve Kürt bölücülüğü
– AKP’nin hiç bitmeyen Atatürk ve İnönü düşmanlığı, Cumhuriyet karşıtlığı
– OHAL rejiminin sakıncaları ve demokrasi sorunu
– Hukukun zarar görmesi, mahkemelerin bağımsızlığını yitirmesi
– Türkiye’nin AKP’nin “Tek Parti” yönetimine doğru gitmesi
– Basın özgürlüğünün ortadan kalkması
– Ekonomik yıkım
– Yolsuzluk ve hırsızlıklardan hesap sorulmaması
“Ayırdında mısınız?”
Her birimiz elbette “düğüm”leri yaşıyor, görüyor ve rahatsız oluyoruz. Ancak Yekta Bey kitabında gerçekten de harika özetliyor:
“Ayırdında mısınız, olanların olmayanların? Yıkılanların, yıkımların? Yananların, sönenlerin? Bozulanların, tükenenlerin? Duyuyor musunuz çığlıklarını hastaların, kimsesizlerin, ekmek-aş bekleyenlerin, ocağını yakmakta ve tenceresini doldurup sofrasını kurmakta güçlük çeken anaların yakınmasını? İzleyip düşünüyor musunuz, birbirine eklenen sorunları, hukuksuzluk, adaletsizlik, aykırılık, görevi kötüye kullanma, yolsuzluk, hırsızlık, ayrıcalık, terör ve değişik suçları? İnanç sömürüsünü, kadınlara saldırıları, kaynağı kuşkulu gelirleri, görkemli yaşamları? İç ve dış savaş tehlikelerini?
Görüyor musunuz ilâç, defter, kalem ve giyecekle ayakkabı arayanları? Bağımlıları, dilencileri, mafyaları? Sınav yolsuzluklarını? Eğitimde, Silâhlı Kuvvetler’de, yargıda neler olduğunu? Üniversitelerin ne durumlara düştüğünü? Toplumun bölünmüşlüğünü, karşıtlıkları, ağır partizanlıkları? Doğanın kullanılışını, tarımın ve kentleşmenin dağınıklığını, yoksunluklarını?
Biliyor musunuz Anayasa’da, yasalarda yapılan değişiklikleri, atamaları, görevden almaları? Tarafsızlık andına karşın Cumhurbaşkanı’nın parti üyesi olmasını ve yenilenecek Hakimler Savcılar Kurulu’nun oluşumunu?
Yaşıyor musunuz olanaksızlıktan, yetersizlikten evine eli boş dönen babaların duygu çöküntüsünü? Genç aydınların işsizliğini? Memurun, emeklinin, işçinin yaşam güçlüğünü?
İşçilerin, çiftçilerin, çalışanların çektiklerinin ayırdında mısınız?
Sanatçıların, özellikle yansız bağımsız basın kesiminin katlandıklarını biliyor musunuz?
İlgileniyor musunuz lâik cumhuriyete, kurucularına, ulus, ülke ve devlet yapısına yönelik kötülüklerle? Yadsımayla, yalan-dolanla, olumsuz yaklaşımlarla sürdürülen kalkışma ve girişimlerin amacını kavrıyor musunuz?
Sonuçlarını kestirebiliyor musunuz?
Bağdaştırıyor musunuz, kapkaçla, parayla, güçle, çirkinlikler ve terbiyesizliklerle, utanma arlanma olmadan şımarıklık, arsızlık ve yüzsüzlükle onur, saygı ve nitelikli kişiliğin birlikteliğini?”

Çözümler

“Düğüm”ler her ne kadar kördüğüm haline gelmişse de Yekta Güngör Özden “endişeli” olmakla birlikte asla umutsuz değil. Çünkü Türk milletinin karakterine güveniyor:
“Karamsar ve kötümser olmamamıza karşın siyasal kesimin çoğunun kaynağı ve nedeni olduğu içinden çıkamadığı kötülükleri geleceğimiz yönünden endişe ve üzüntüyle izliyor, yine de ulusumuzun ırasına güveniyorum.”
Ve Türk milletini “çözüm” için göreve çağırırken “Andımız”ı hatırlatıyor:
“Başta, her yönden tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve çağdaşlık olmak üzere amaçlanan uygarlık düzeyini aşmamız için birlik ve çalışmaya gereksinim açıktır. (…)
Atatürk’ün Söylev’inde, kendini genç bilen her Türk yurttaşına emanet ettiği yapıyı koruma andımızı unutmak olanaksızdır.”
Vicdan
Yekta Güngör Özden elbette umutludur. Ancak yakınıp sızlanmayı hiçbir zaman yeterli görmez ve “üstüne düşeni yapmayanlar”ı yeri geldiğinde eleştirmekten de çekinmez:
“Her alanda boy verip günü gün etmeyi, insanlıkla, yurttaşlıkla, yurtseverlikle birleştirebiliyor musunuz? Büyük ATATÜRK’ün emanetine, ilke ve devrimlerine, kazandırdıklarına yaraşır olup olmadığınız konusunda kendinizi zaman zaman yargılıyor musunuz?
Değişik alanlarda ve ortamlarda, değişik nedenlerle bağırıp çağırıyor, başkalarını karalayıp suçluyor, övünme ve böbürlenmeyle atıp tutuyorsunuz. Peki sizler ne yapıyorsunuz? Halkın sorunlarıyla ne ölçüde ilgileniyor, çözümlenip giderilmesine nasıl katkı veriyorsunuz, görevlerinize ne kadar özen gösteriyor ve yetkilerinizi ne biçimde kullanıyorsunuz? Aklınıza geleni, kuralları gözetmeden yaparken kişisel ya da örgütsel amacınız için görevinizi kötüye kullanıp kullanmadığınızı vicdan terazisine vuruyor musunuz?”
Aslında Yekta Güngör Özden’i tek kelimede özetlemek gerekirse “vicdan” denebilir… “Vicdan”lı olduğu için Atatürkçüdür, “vicdan”lı olduğu için hep dik durmuş, Atatürkçülükten ödün vermemiştir.
Ve bu yüzden de herkesi aynı “vicdan”a davet eder. Atatürkçüler görevlerini yapmak için “vicdan”lı olmalıdır. Hukukçular doğru karar vermek istiyorsa “vicdanının sesi”ni dinlemelidir.
Düğümler ve Çözümler’i okurken pek çok soru yankılanıyor ister istemez. En temel soruyu ise Yekta Bey’den aktararak yazımızı bitirelim:
“Bunları ve daha nicelerini okuyup duydukça, karşılaştıkça sormadan edilemiyor: ‘İnsanlık, adamlık, dindarlık, yurtseverlik, namus, onur, ahlak, vicdan nerede? Neler oldu, neden böyle oldu?’ İyi düşünüp çözümler üretmeliyiz. Geleceğimizi karartan durumlardan kurtulamazsak yarınları yaşayamayız.”

http://www.turksolu.com.tr/yekta-gungor-ozdenin-yeni-kitabi-cikti-dugumler-ve-cozumler/

***

İsrail Neden Özür diledi?

İsrail Neden Özür diledi? 

Prof. Dr. Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
FİKİR TANKI
24 Mart 2013 Pazar 20:50


İsrail Neden Özür diledi?

İsrail’in AKP Hükümetini rahatlatmak amacı ile stratejik bir zamanda özür dileyeceğini 11 Temmuz seçimlerinden önce Yeniçağ’da yaptığım bir 
değerlendirmede açıklamıştım. Ben özrün 11 Temmuz seçimlerinden önce geleceğini düşünüyordum. Ancak AKP için çok daha önemli bir zamanda geldi. 
PKK ile mütareke görüşmelerinin yapıldığı, Türk Milletinin yenilmişlik duygusu içinde AKP Hükümetine karşı büyük bir kızgınlık geliştirdiği, terör örgütünün 
Diyarbakır’da bir hezeyanı sergilediği bir dönemde Tel Aviv’den gelen bu özür AKP Hükümeti için can suyu niteliği taşımaktadır. Şimdi AKP Hükümeti, PKK ile 
müzakerelerin üstünü bu özür ile örtecek, halkın dikkati ‘İsrail’den özür dileten başbakan figürüne’ çekilecektir. Böylece PKK karşısındaki mağlubiyet duygusu, 
İsrail karşısındaki sahte bir galibiyet ile örtülecektir. Öte yandan İsrail’in İran’a karşı sert adımlar atma ihtimalinin yükseldiği bir süreçte, ABD’nin Ankara-Tel Aviv yakınlaşmasını istemesi de Amerikan Politikası açısından makul görülmektedir


Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA       
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

http://www.21yyte.org/tr/fikir-tanki/12/israil-neden-ozur-diledi