BUGÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BUGÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Nisan 2018 Cumartesi

Dün Tuncer Kılınç’ın önerdiğini bugün Erdoğan mı uyguluyor acaba?


Dün Tuncer Kılınç’ın önerdiğini bugün, Erdoğan mı uyguluyor acaba?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 

07 Kasım 2017 Salı,


7 Mart 2002’de İstanbul’da Harp Akademileri’nde kamuya (ve dünyaya) açık bir seminer düzenleniyordu. Bahçeli henüz Ecevit koalisyonunu dağıtma bombasını patlatıp “yeni Türkiye’nin ve AKP’nin yolunu açmamıştı”. Ben sunduğum tebliğ ile Türkiye için; “Batı’ya tek yanlı bağlanma yerine Rusya (ve Asya) ile de ilişkilerini geliştirip bir denge sağlamasını: aksi halde ABD ve AB’nin tek yanlı siyasi, iktisadi ve askeri bağlarla Türkiye’yi Lozan’dan Sevr’e yavaş yavaş götüreceğini” savunmuştum. 

Benim sunumum sonrasında MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç söz alarak, “Erol Manisalı’nın görüşlerine katılıyorum. Türkiye, ABD’yi göz ardı etmeden, Rusya ve İran ile de ilişkilerini geliştirmelidir” demişti. (*) 
7 Mart 2002’de, o tarihte etkili olan MGK’nin genel sekreteri aracılığı ile bu tutumu sergilemesi, içerideki “Batılı” değil “Batıcı” kafadaki çevrelerde şok etkisi yaratmıştı, çok kızgındılar. Ergenekon ve Balyoz’un hazırlıkları yapılıyordu. 
Vay efendim, “ordu Batı’ya karşı çıkıyor, bu ne iştir” diye, bugünkü yandaş basının “asimetrik boyutunda” yaygaraya başladılar. Kılınç ve ben Newsweek’ten Economist’e, Financial Times’tan FAZ’a kadar Batı medyasında hedef olduk. 
7 Mart 2002’de benim sunumum üzerine MGK Genel Sekreteri’nin yaptığı öneriyi Erdoğan bugün uygulamaya çalışmıyor mu? 

Bizim farkımız neydi? 

Bugün Ankara’nın 7 Mart 2002’de yapılan önerileri uygulamasının nedenleri ile bizim nedenlerimiz siyahla beyaz gibi farklıdır: 
l Bugün Ankara’nın (ve Erdoğan’ın) bu uygulamaya geçmesinin gerisindeki nedenler şunlardır: yeni siyasal İslamcıların (ve AKP’nin) iktidara gelişinde ABD 90’ların ikinci yarısında büyük destek verdi: açılım politikalarından Gülen-AKP yakınlığına kadar verilen destek ABD’nin FETÖ’yü öz evladı olarak AKP’nin (ve liderinin) üzerine sürmesi ile son buldu ve iş 15 Temmuz ile noktalanmaya çalışıldı. 

AKP yönetimi (ve Erdoğan) bunun üzerine kendisine kazık atan ABD’ye karşı Moskova’ya yönelmek zorunda bırakıldı. Bu sonuç biçimsel olarak “eksen kayması” gibi görünse de özünde, “yerli siyasal İslamın iktidarda kalma savaşıdır”. 
Ankara’dakiler için öncelik, “iktidarda kalmak için olanakları değerlendirmektir” desek yanlış olmaz. 

l 7 Mart 2002’de benim önerdiğim ve MGK Genel Sekreteri’nin seminerde desteklediği oluşum ise çok farklıdır: biz Türkiye’nin tek yanlı Batı bağlarından kurtarılması: Sevr’e sürüklenmemesi için Rusya (ve Asya) ile de siyasi, iktisadi ve askeri ilişkilerini geliştirmesini savunuyorduk; ülkenin ulusal çıkarlarının (ve demokrasinin) ancak bu yolla sağlanabileceğine inanıyorduk. 
l Bizim nedenlerimiz ile bugünkü “zorunlu uygulamaların” arkasındaki nedenler çok farklıdır. 

Değerlendirmelerimizi “büyük resmi” göz ardı ederek, “pratik ve öznel gerekçelerle” yaparsak kendi kendimizi aldatmaktan başka bir şey yapmayız. 
Sol kesimde kimi dostların bu sonuçlara “biraz fırsatçı” yaklaşımları, dün aynen “Batıcıların” yaptığı gibi Türkiye’nin bütünlüğüne fayda getirmez. Hatta kutuplaşmayı körükler.

(*) E. Manisalı “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” sayfa 102-106, Kırmızı Kedi yay. 2017

***

Boza Günleri artık “Kalipsosuz” kaldı. Vefa’lı dost kalipso kralı Metin Ersoy’u da uğurladık. Onu çok özleyeceğiz. 80 yaşında bile Vefa Lisesi’nin boza gününde sahneye çıkıp kalipso yapardı.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/861076/Dun_Tuncer_Kilinc_in_onerdigini_bugun_Erdogan_mi_uyguluyor_acaba_.html

************

13 Kasım 2017 Pazartesi

Abdüllatif Şener'den son durum değerlendirmesi...


Abdüllatif Şener'den son durum değerlendirmesi...



BUGÜN,

Epeydir sesi soluğu çıkmıyordu. Abdüllatif Şener'in son gelişmelere ve yaklaşan yerel seçimlere nasıl baktığını merak ettim.

Telefon sohbetimizden çıkan Şener'in görüşleri satır başlarıyla şöyle: AKP'NİN OY ORANI: AKP'de yıpranma var. AKP'nin oy oranı yüzde 47'nin altlarında geziniyor. Tabii mart sonuna kadar ne olur hep beraber göreceğiz. Ama vatandaş çok sıkıntıda. AKP'den soğuma başladı. Sorun merkez sağda ciddi bir alternatif olmaması. Aslında şu anda yerel seçimlerde bile AKP'nin yüzde 35'e düşmesi mümkün. 

Böyle bir potansiyel var.Ama sorun hâlâ ciddi bir alternatifin olmaması. MELİH GÖKÇEK: Başbakan istemeye istemeye de olsa Gökçek'i aday gösterecek. Göstermezse bölünme olur. AKP Ankara'yı kaybedebilir. Bunu göze alamayacaktır. 

CHP'NİN ÇARŞAF AÇILIMI: Baykal'ın partiye çarşaflı alması sadece kendi tabanını kızdırmaya yaradı. Muhafazakar kesimden oy falan getirmez. Çünkü istikrarlı değil. Daha önceki yaklaşımlarına uymuyor. Tabii, muhafazakar kesimdeki CHP'ye bakışı yine de yumuşatacaktır ama asla oya dönüşmez... 
MERKEZ SAĞ OLUŞUM: Daha önceden de ilan ettiğim gibi, yerel seçimlerden sonra nisanda partiyi kuracağım. AKP'nin 2009'un sonunu göreceğini sanmıyorum.Yerel seçimlerde iktidar avantajıyla durumunu koruyabilir ama daha sonra ekonomik krizin de etkisiyle asıl çöküş başlayacaktır. AKP'den kaçanların CHP'ye gitmesi de MHP'ye gitmesi de sınırlı olacaktır. Bu yüzden merkez sağı toparlayacak bir örgütlenme peşindeyim.

 Melih Gökçek sorunsalı...

Okadar açık ki... Başbakan, Gökçek konusunda kıvranıyor... Kararını veremediği için değil, verdiği kararı açıklayamadığı için... Düşünsenize, Gökçek kadar "kişisel popularitesi" olmayan Topbaş'ı çoktan İstanbul'da aday ilan etti, İstanbul'a göre daha az önemli Ankara'yı hâlâ bekletiyor. Bence bekletmesinin en önemli nedeni, ikinci kez Gökçek'e karşı aday adayı olan Turgut Altınok'a "Bak direkt seçimimi Gökçek'ten yana yapmadım, temayül yoklamalarına baktım, örgüte, yöneticilere danıştım, torbadan sen çıkmadın" diyebilmek... 
Yoksa Erdoğan çoktan istemeye istemeye kararını verdi. "Gökçek'i karşımıza alırsak, oyumuz azalır" görüşü hâlâ ağır basıyor. Yani Gökçek'i değil ama getireceği oyu istiyor. Bu durum aslında Erdoğan gibi kuvvetli bir siyasi kişilik için resmen "dram"dır... Gökçek, Erdoğan'ın AKP içinde "gücünden çekindiği tek siyasetçi" haline gelmiştir. Biraz da bu yüzden duraklıyor, bekleterek gücünü hissettiriyor. Erdoğan, Gökçek'i tekrar aday gösterir göstermez ama verdiği "düşünme molası" artık Erdoğan-Gökçek ilişkilerinde "sonun başlangıcı"dır. İsterseniz "sonun başlangıcı" nı biraz açalım... 

Erdoğan kurduğu AKP'yle ilk seçimlerine soyunurken, Gökçek de parti kurmaya çalışıyordu. Erdoğan hakkında dediğini bırakmadı. "Erdoğan'ı asla Başbakan yapmazlar" propagandasıyla sırtını askere bile dayamaya çalıştı. Eski söylenenler hâlâ kayıtlarda duruyor... Zaten Erdoğan da Gökçek de bunları biliyor... Sonuçta "win-win" yaparak barıştılar. Erdoğan, Gökçek'in kişisel oy potansiyeline teslim oldu. Gökçek de Erdoğan'ın Türkiye genelindeki gücüne... 

Bugün gelinen nokta da, "win-win" dengesi bozulmadı. Çünkü denge bozulursa, Ankara'da hem AKP hem de Gökçek kaybedebilir... Böyle "karşılıklı siyasi çıkara dayalı dostluğa" ise ikisinin de uzun süre dayanması mümkün değil. Erdoğan şunu iyi biliyor. Gökçek bugün aday gösterilmezse nasıl hemen savaş açabilirse, aynı Gökçek tekrar aday gösterilmesine rağmen yarın AKP'nin erimeye başladığını gördüğünde yine "içindeki eskiden kalma siyasi liderlik hesapları"yla gemiyi ilk terk eden olabilir. Kısacası, her ne karar verirse versin, Erdoğan bundan sonra Gökçek'i zor tutar. 
Gökçek'i son dakika sürpriziyle aday göstermezse, tek nedeni olacaktır: "Aralarındaki hep ertelenen hesaplaşmayı yarına bırakmadan, bugün kendisi güçlüyken halletmek..." Aslında en doğrusunun Gökçek'i göstermemek olduğunu Erdoğan da biliyor ama...


***

Kriz Tartışmaları

Kriz Tartışmaları


Toktamış Ateş
BUGÜN

Nerdeyse bundan yarım yüzyıl önce; İstanbul İktisat'a kaydımı yaptırırken, amacım kariyer yapmak değil, kaymakam olmaktı.
Yaşar Kemal'in, "Teneke" başlıklı romanını, ya da uzun hikayesini okumuş ve o romandaki kaymakamın kaderine benzer bir kaderi, yaşamaya niyetlenmiştim. Fakat kaderim, bambaşkaymış... Kariyerimi, siyasal bilimler alanında yaptım, fakat iktisattan hiç kopmadım. 

Zaten, kopmam da mümkün değildi. Zira; İktisat'ın, o zamanki programına göre, aslolan konu iktisattı. Programın neredeyse yarısı, iktisatla ilgiliydi. Diğer "disiplin dersleri", neredeyse, ikincil derslerdi. Aynı şey, doktora programı için de, söz konusuydu. 


Zaten, nasıl bir tez yazarsanız yazın; "iktisat doktoru", unvanını alırdınız. Fakat adama bu unvanı vermek için, saatlerce iktisattan sınav yaparlardı. Hem de ne sınav... 

İnsanlar, özellikle "öğrenim çağı", diyebileceğimiz gençlik yıllarında; bazen, öyle bir şeyin farkına varırlar ki; kafalarındaki pek çok soru, aydınlanıverir. (Öğrenim çağı; elbette, insan yaşadıkça devam eder). Pek çok arkadaşım için; anlaması oldukça zor olan, rahmetli hocam, Prof. Dr. İdris Küçükömer'i, kolay anlardım ve ondan çok şey öğrendim. 

Hiç unutmam, bir doktora seminerinde; "kapitalizmde krizi" anlatıyorken, birden, işin "özünü", kavrayıverdim. Hocamın da anlattığı üzere; kriz, "talep kısıtlamasından", kaynaklanıyordu. Talep olduğu sürece, sistem ne yapıp edip üretiyor ve büyümeyi sağlıyordu. Fakat sistemin herhangi bir noktasında çıkan bir talep krizi, bir orman yangını gibi, hızla yayılabiliyor ve büyüyordu. 
Zira, herhangi bir noktada çıkan talep azalması; o noktada, işçi çıkarmalarına ve kriz zillerinin çalmasına, neden oluyordu. Bu durumda; doğal olarak, talep daha da azalıyor ve başka noktalarda da, işçi çıkartmalarına neden oluyordu. Ve böylece kriz, gitgide büyüyordu. Buna çok benzeyen bir analizi; Sayın İlhan Selçuk, "Güzel Amerikalı" başlıklı, gezi izlenimleri kitabında yapmıştı. 
ABD kapitalizmini, çok memeli bir deve benzetmiş ve bu memelerinden emzirdikçe, sorun olmadığını; fakat emzirmezse, ıstıraptan çığlıklar atacağını, kaleme almıştı. 

Kapitalizmde kriz; "reel sektörden", yani üretim sektöründen ziyade, "finans sektöründe" çıkar. Zira; spekülasyonlarla, abartılı bir biçimde büyüyen finans sektöründe, "saadet zinciri", herhangi bir noktada kırıldığı anda, yangın hızla yayılıyor. Güvencesiz bir biçimde mevduat üreten bankalar; borsalarda, gerçek değerinin kat, kat üstünde değer kazandığı varsayılan şirketlerin hisseleri, inanılmaz bir hızla düşer. 

Aynı şey; pek güvence aramaksızın dağıtılan kredilerle ilgili olarak da, gündeme gelebilir. ABD'deki, ünlü "1929 buhranı"; özellikle, "Orta -batıdaki" çiftçilerin, kötü hava koşulları nedeniyle, kredi borçlarını ödeyememeleri ve bu küçük bankaların da, merkezi bankalara borçlarını ödeyememeleri, nedeniyle çıkmıştı. 

ABD'nin son buhranı da, gayrimenkul kredilerindeki hesapsızlıktan ortaya çıktı. Ve ekonominin diğer alanlarına sıçradı. ABD'de kriz başladığı anda, Türkiye'de kriz söylenti ve "ağlaşmaları" (!)başladı. Başta, Sayın Başbakan olmak üzere; hükümet yetkililerinin, bu konudaki iyimser yaklaşımları, durumu kurtarmaya yetmedi. Zira, muhtemel bir krizden kârlı çıkmak isteyenler vardı ve bunlar, iletişim organlarında etkiliydiler. 

AKP'li yetkililer; krizin, Türkiye'yi "teğet geçeceği", tahmin ederken güvendikleri şey; bankacılık sisteminizin, "tedbirli olması" ve 2001 buhranının, unutulmamış olmasına inanmalarıydı Fakat kriz lobisini, bir türlü engelleyemediler. Kriz söylentisi, bir kez ortaya çıktıktan sonra; krizin, gerçekten gelmesini engelleyecek bir güç, yoktur. Bakkala borcunu ödemek istemeyen delikanlıya kadar herkes, "kriz var" sözünü, dile getirmeye başladı.

"Kriz var" bahanesi, senedini ödemek istemeyen iş adamından; çekinin karşılığını, bankaya yatırmayan tüccara kadar, herkesin ağzında artık. İşçi çıkarmak isteyen fabrikatör de, "krize" sığınıyor; fabrikasını kapatmak, ya da başka yere taşımak isteyen, işadamı da. Yani bu kriz olasılığı, kısa vadede, pek çok insanın yaşamını kolaylaştırıyor! Peki, ya uzun vadede ne olacak?... 
 IMF ile anlaşılmasını, ısrarla öneren kimi çevrelerin; uluslar arası ekonomik çevrelerde, ağır zararlara uğradığı ve IMF'nin, yeşil ışık yakmasının artıracağı kredibilitenin; böyle zararları, bir ölçüde hafifleteceğine dair söylentiler varsa da, bunlara hiç girmiyorum.. Yakında, kokusu çıkar... 

***


Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mıyız?

Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mıyız?



BUGÜN
Erhan Başyurt

Türkiye'nin terörle mücadelesi ilginç gelişmelere sahne oluyor.
Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, PKK'ya silah bırakma çağrısı yapmaya hazırlandıklarını açıkladı. 

Türk Dışişleri, MİT ve Irak Bölgesel Yönetimi'nin PKK'yı Kandil'den indirmek ve silah bıraktırmak için üçlü bir plan üzerinde çalıştığını da böylece doğrulamış oldu.

 Taraf gazetesi dün PKK'nın tek taraflı ateşkes sürecini bahara kadar uzattığını yazdı. 
Terör örgütü, TSK'dan ağır darbe aldığı her dönem ve neredeyse her kış "ateşkes" ilan ediyor. Yine taktik mi yapıyorlar süreç içinde göreceğiz. 
Önemli olan, Türkiye'nin bu güne kadar, PKK'ya son darbeyi indirecek siyasi ve sosyal hamleleri bir türlü yapamaması. 

"Kazıma Operasyonu" sonrası 1993'te, Öcalan'ın ele geçirilmesi ile 1999'da yakalanan fırsatlar hep kaçırıldı. 
Irak'ta merkezi ve bölgesel hükümetin, PKK'nın varlığına karşı olduğu bu dönemde, yeni bir fırsat söz konusu. 
Bakalım, bu kez kalıcı çözüm bulunabilecek mi? 
Prof. Dr. Ümit Özdağ, "Türk Ordusu'nun PKK Operasyonları" isimli kitabında, 1993'te yaşananlara dair çok çarpıcı iddialara yer veriyor. 
Ekim 1992'de Talabani ve Barzani kuvvetleri ile başlatılan ve "Kazıma Operasyonu" adı verilen harekatta "Teslim olan 3 bin PKK'lının teslim alınmadığı" iddiasına günlerdir gazetemizde yer verdik. 

Kuzey Iraklı bir Gazetecinin gündeme getirdiği iddiayı, " Teslim olmaları " yönüyle dönemin komutanları da doğruluyor. 

Ancak en çarpıcı bilgileri kitabında Prof. Dr. Özdağ veriyor: 
"KDP ve KYB'ye Dohuk'ta teslim olan 500 ve Hakurk'ta teslim olan 1.000 PKK'lı terörist, iç taraflara çekilerek Kuzey Irak'ın daha güneyine taşınmış ve dış denetimi Iraklı peşmergelerce sağlanan kamplara yerleştirilmişti. 

100'ü kadın olmak üzere toplam 1300 PKK mensubu da Irak-İran sınırı boyundaki Zeli Kampı'na götürülmüştü." 
Dikkat edilirse, Kuzey Iraklı gazeteci Rabwar Kerim'in söylediği rakamlarla Prof. Özdağ'ın tespitleri uyuşuyor. 

Söz konusu dönemde "teslim olma" görüşmelerini yürüten Osman Öcalan da, sadece Zeli Kampı'nda 1.450 kişi olduklarını BUGÜN'e açıklamıştı. 

Demek ki, teslim olmuş PKK'lıları "teslim almadığımız" veya "alamadığımız" açık bir gerçek... 

Özdağ, 1993 Nisan'ında Abdullah Öcalan'ın sürekli ateşkes için isteklerini 6 maddede topluyor: 
-Genel af ilan edilsin. 
-Askeri faaliyetler durdurulsun. 
-OHAL kaldırılsın. 
-Korucu sistemi lağvedilsin. 
-Siyasi örgütlenme hakkı tanınsın. 
-Köye dönüş sağlansın. 

Milli Güvenlik Kurulu, 24 Mayıs 1993 tarihli toplantısında "Güneydoğu Anadolu'da iç barış ve istikrarın sürekliliği için, toplumsal hoşgörüye uygun olarak..." kapsamlı bir affı da içeren adımlar atılması "tavsiye" kararı alıyor.
 Ve 25 Mayıs'ta, Türkiye'yi derinden sarsan 33 askerimizin şehit edildiği katliam gerçekleşiyor. 

Her şey rafa kalkıyor. TSK, terör örgütünü top-yekûn yok etme planını devreye sokuyor.

 O döneme kadar toplam 6 bin olan terör kurbanı sayısı da, katlanarak artıyor. 
Türkiye, bugün yeni bir kalıcı çözüm arayışında. 
Şartlar, 1993 ya da 1999'a göre çok daha elverişli. 
TESEV'in yeni yayınladığı "Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler", ekonomik, sosyal ve siyasal adımlara dair kapsamlı çözümler sunuyor. 
Önemli olan gerçeklerle yüzleşmeye ne kadar hazır olduğumuz ve 2009'u da kaçan fırsatlara eklememek için ne kadar cesur adımlar atabileceğimizdir... 


***


28 Mart 2015 Cumartesi

"Bugün, Şunu Sormak Zorunda değil miyim"



"Bugün, şunu sormak zorunda değil miyim"


Soner Yalçın

Cemaat tezgahı  karşısında durarak biz gazetecileri-yazarları-düşün insanlarını Silivri zindanlarında hiç yalnız bırakmayan Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel CHP İzmir 2. Bölge’den önseçime girerken, benim gibi gazetecileri-yazarları kovan Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu niye kontenjandan milletvekili yapılıyor?

İlhan Cihaner İstanbul 3. Bölge’den önseçime girerken, Sezgin Tanrıkulu neden kontenjandan milletvekili oluyor? Mesele genel başkan yardımcısı olması değil herhalde. Yoksa, genel başkan yardımcısı Veli Ağababa aslanlar gibi gidip Malatya’dan niye önseçime girsin?

Bu paraşütçüler neyin “çekirdek kadrosu”?
Ey CHP üyesi kardeşim…
CHP’yi, bu lekeden kurtarmalısın.
CHP’yi, siyaseti para kazanmanın aleti haline getirenlerin elinden kurtarmalısın.
CHP’yi, her yerde olup aslında hiçbir yerde olmayan  inançsız-kaypak siyasetçilerin elinden kurtarmalısın.
CHP’yi, genlerindeki devrimci özünden/kimliğinden döndürmek isteyenlerin elinden kurtarmalısın.
CHP’yi, bu şişmiş, hantallaşmış düzeni değiştirme heyecanını, arzusunu taşımayanların elinden kurtarmalısın.
CHP’yi,  gücünü kapalı kapılar ardındaki kirli entrikalardan alanların elinden kurtarmalısın.
CHP’yi, sizin demokratik muhakemenize güvenmeyen ve partiyi tepeden yönetmeyi hedefleyenlerin elinden kurtarmalısın…

6 Aralık 2014 Cumartesi

ADANA MUTABAKATI VE TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİNDE BUGÜN



ADANA MUTABAKATI VE TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİNDE  BUGÜN,





ADANA MUTABAKATI VE BUGÜN
Türkiye’de son aylarda Suriye’deki muhalif toplumsal hareketlere yönelik artan baskılar ve devlet güçlerinin isyancılara yönelik yaptığı katliamlar nedeniyle bu ülkeye yönelik tepkilerin giderek yükseldiği ve hatta bir askeri müdahalenin konuşulduğu günlerde, Türkiye’ye şimdilerde bu ülkeye müdahale hakkını verdiği iddia edilen[1] 1998 tarihli Adana Mutabakatı’nın nasıl bir ortamda gerçekleştiğini hatırlamakta fayda var.
1998 yılı Türkiye’de terör olaylarının yine yükselişe geçtiği ve toplumsal öfkenin üst düzeye ulaştığı bir yıldı. 28 Şubat sürecinin ardından muğlâk bir dönemden geçen ve ordunun ön plana çıktığı Türkiye’de sinirler; hem siyasal gerginlikler, hem de PKK terörünün yol açtığı milliyetçi öfke nedeniyle hatırlanacağı üzere üst noktadaydı. Suriye’nin PKK terör örgütüne uzunca bir süredir destek verdiği de Türk devletince biliniyordu. Böyle bir ortamda, 1998 sonbaharındaki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bu konuda alınan karar gereğince, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye sınırındaki Hatay şehrine giderek burada bu ülkeye yönelik çok sert bir konuşma yapmış ve bu ülkenin teröre destek vermeye devam etmesi halinde Türkiye için bunun bir savaş sebebi sayılacağını söylemişti.[2] Ateş’in bu açıklamasının ardından Türk ve dünya kamuoyunda Suriye ile Türkiye arasında savaş çıkma ihtimalinin arttığına yönelik yayınlar Suriye yönetimini endişelendirmiş ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Suriye ve Türkiye arasında mekik dokuyarak, savaşı önlemek adına arabulucu bir rol üstlenmişti.[3] Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu daha sonra yaptığı bir açıklamada Türkiye’nin o dönemde savaşa tam anlamıyla hazır olmadığını, ancak Türk basınının da çabalarıyla Suriye’nin böyle bir algıya kapılarak geri adım atmak zorunda kaldığını ifade etmişti.[4] Aslında Türk hükümetinin ordunun hazırlanmasından daha büyük bir endişesi, bu savaşı fırsat bilecek Yunanistan’ın batıda bir şeylere kalkışmasıydı.[5] Ayrıca Başbakan Bülent Ecevit terör örgütünün Suriye’den çıkarılması durumunda Irak’ın kuzeyine yerleşebileceği ve bunun Türkiye için daha büyük bir sorun yaratabileceği endişesindeydi.[6] Bunlara ek olarak dönemin Dış İşleri Bakanı merhum İsmail Cem kendi şahsi bağlantıları sayesinde Fransa’nın Türkiye’nin böyle bir müdahalesine ses çıkarmayacağını düşünse de, Arap ülkeleri, Rusya ve Çin’in böyle bir askeri operasyona çok ciddi tepki verebileceğini düşünüyordu.[7] ABD de aslında böyle bir operasyona karşıydı, ABD Başkanı Bill Clinton’ın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yazdığı mektup Türkiye’nin Mübarek’in arabuluculuğunu kabul etmesini telkin ediyordu.[8] Mübarek’in arabuluculuğu sonucunda Suriye geri adım atmak zorunda kalmış ve Türkiye ile Suriye arasında çok ciddi bir gerginlik sonrası Adana Mutabakatı imzalanmıştı. Adana Mutabakatı 20 Ekim 1998’de Türk heyetine başkanlık eden büyükelçi Uğur Ziyal ve Suriye heyetine başkanlık eden Siyasi Güvenlik Başkanı Tümgeneral Adnan Badr El Hassan arasında imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Suriye, Türkiye’nin güvenlik kaygıları konusunda Türkiye’ye bazı sözler vermiş oluyordu.[9] Dönemin Dış İşleri Bakanı İsmail Cem’e göre belki bu anlaşma Suriye’den terör örgütünün hemen tasfiyesi sonucuna yol açmayacaktı ama PKK lideri Öcalan’ın Suriye’de saklanmasının engellenmesi ve iki ülke arasındaki iyi niyetin ortaya konması açısından çok önemliydi.[10] Nitekim bu sürecin devamında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarak bir süre Rusya ve İtalya’da saklanması, daha sonrasında ise Kenya’da Yunanistan büyükelçiliği yakınlarında yakalanması süreçleri yaşanmıştı.[11]
Peki Türkiye’nin 14 yıl önce, üstelik demokrasisini sendeleten 28 Şubat sürecinin hemen ardından medyanın da desteğiyle başarıyla gerçekleştirdiği psikolojik operasyon bugün hangi ölçüde yapılabiliyor ve yapılamıyorsa eksiklikler nedir biraz da bu konu üzerinde duralım. Bunu yapabilmek için öncelikle iki durum arasındaki somut farklılıkları dikkate almamız gerekiyor. Birinci durumda Türkiye kendisine yönelik faaliyetler yapan bir terör örgütüne destek sağlayan komşusu Suriye’ye yönelik ulusal menfaatleri doğrultusunda bir müdahaleye hazırlanıyordu ve eli bu anlamda hukuki ve ahlaki olarak son derece kuvvetliydi. Realizm perspektifiyle hareket eden Türkiye, sert güç kullanma tehdidi ile Suriye’yi caydırmış ve diplomasi ile krizi kan dökülmeden çözmeyi başarmıştı. Bugün ise Türkiye ulusal menfaatlerinden öte ilkesel olarak savunduğu demokrasi ve insan hakları bağlamında (İdealizm) Suriye’deki rejimin katliamlarını kınıyor ve burada akan kanı durdurmak için çeşitli diplomatik girişimlerde bulunuyor. Türkiye’nin eli ahlaki açıdan yine son derece kuvvetli olmasına karşın, Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in vetosu sonrası hukuki olarak henüz bir aşama kaydedilememiş durumda. Bu noktada Türk kamuoyunda, geçen yıllar içerisinde ülkede yaşanan önemli değişim ve dönüşümlere rağmen hala İdealizm perspektifinin yeterince kuvvetlenmediğini ve taban bulamadığını söylemek mümkün. Zira bugün Suriye’de yaşananlar PKK teröründen bile daha vahşi de olsa, Türk kamuoyu kendi vatandaşlarına ve askerlerine zarar gelmediği için aynı ölçüde bir duyarlılık göstermiyor. Bu noktada kamuoyunu etkilemek için hükümetin kaçınmaya çalıştığı bir yöntem olan mezhepsel rekabetin gündeme getirilmesi ise hem Türkiye’nin sosyal barışı, hem de demokratik düzeyi açısından asla başvurulmaması gereken bir yöntem. Hatta Türkiye’nin şu an Suriye’ye yönelik daha aktif politikalar izleyememesinde iktidarın geçmişteki bazı uygulamalarından rahatsız olan farklı inanç grupları ve laiklik hassasiyeti yüksek kesimlerin muhalefetlerinin de etkili olduğunu söylemek mümkün. İktidarın bu açıdan farklı toplumsal kesimlere yeterince güven verememesi ve böylesi bir ortamda 4+4+4 eğitim reformu gibi tartışmalı bir projeyi gündeme getirmesinin ne derece yanlış bir hamle olduğu açıkça ortada.
1998 ile 2012 arasındaki ikinci önemli farklılık kuşkusuz ordunun durumuyla ilgilidir. 1998’de demokrasiye “balans ayarı” niteliğinde olduğu iddia edilen bir müdahalede bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri, içeride ve dışarıda demokrat çevrelerden gelen kimi eleştirilere rağmen gücünün zirvesinde ve savaşma konusunda oldukça azimli bir görüntü çizmekteydi. Bugün ise demokratikleşme sürecinin doğal bir sonucu olarak yaşanan hukuki süreçlerde hoyratça davranılması, tutuklu yargılama usulünün infaza dönüşmesi ve suçluluğu ispat edilen kişiler yerine ordunun bir bütün olarak itibarının zedelenmesi sebebiyle ordunun müdahale konusunda daha isteksiz bir görüntü çizdiğini, dahası içeride ve dışarıda orduya duyulan güvenin oldukça azalmış olduğunu söylemek mümkün. Zaten bu yüzden 1998’i çağrıştırır şekilde 2011 yılı sonlarında Suriye sınırına giderek Türk Silahlı Kuvvetleri birliklerini denetleyen Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu’nun ziyareti ne iç, ne de dış basında beklenen ilgiyi görmedi ve sonuçta da ciddi bir etki yaratamadı.[12] Bu noktada Türk kamuoyuna ek olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de henüz demokrasiyi yayma fikrini, uğrunda savaşılması gereken bir değer olarak görüp görmediği son derece tartışmalı bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda dış politikada etkinliğini arttıran ve bir bölgesel güce evrildiği söylenen Türkiye’nin bu ani ve çok hızlı gelişim süreci, bu gelişimin beraberinde getirdiği sorumlulukların Türkiye kamuoyuna ve kurumlarına yeterince ciddi ve kapsamlı ölçüde anlatılamamasına neden olmuştur.
1998 ve 2012 arasındaki bir diğer önemli fark da PKK ve Kürt meselesinin konum değiştirmesiyle ilgilidir. 1998’de Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin birkaç yıldır zaten ağır kayıplar verdirilen PKK’ya çok ağır bir darbe olacağı ve terör örgütünün bitirilme noktasına getirileceği umulmaktaydı. Günümüzde ise bu durumun oldukça zıttı bir şekilde Suriye’ye yapılacak bir müdahalenin Suriye’de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile birleşmesi muhtemel bir Kürt bölgesinin oluşmasına yol açabileceği ve Arap Baharı’nın Kürt Baharı’na dönüşebileceği endişeleri bulunmaktadır. Bu endişelerin gerçekçi temellerinin olup olmadığı tartışılır olmasına karşın, özellikle Kuzey Irak yönetiminin varlığı ve bağımsızlığa yönelik sinyallerinin, dahası Türkiye’de yıllar içerisinde siyasallaşan ve zemin kazanan Kürt milliyetçiliğinin daha etkili bir konumda olmasının devletin güvenlikçi ve içe kapanmacı reflekslerini güçlendirdiği görülmektedir.
1998 ile 2012 koşulları arasındaki kanımca en büyük fark ise bölgesel durumla ilgilidir. 1998’de Türkiye’nin Suriye’ye girmesi muhtemelen iki ülke arasında bir süre devam edecek ve Türkiye’nin üstünlüğü ile sonuçlanacak bir savaş senaryosunu gündeme getiriyordu. Bugün ise İran’ın nükleer programının sona erdirilmesini bir varoluş meselesi olarak gören İsrail’in endişeleri, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık düşleri ve Kürt meselesinin patlamaya hazır bir bombaya dönüşmesi, Irak’ta ve Lübnan’daki mezhepsel gerginlikler ve tabii ki Rusya ve Çin’in bu bölgesel meseleye gösterdikleri özel ilgi nedeniyle Türkiye’nin yapacağı küçük bir hamle peşi sıra çok büyük yeni hamlelerin ve bölgesel bir savaşın tetikleyicisi olabilir. Bu nedenle Türkiye’nin 1998’den farklı olarak çok daha temkinli ve soğukkanlı hareket etmesi gerekmektedir.
Bu ciddi farklılıklara ek olarak Türkiye’de yıllardır alışık olunmadık şekilde üç dönem üst üste tek parti iktidarı kuran Adalet ve Kalkınma Partisi’ne muhalif kesimlerin iktidar olma şanslarını düşük gördükleri ve bu partinin kendilerine yönelik tutumlarını iyi niyetli bulmadıkları için bu olayda Türkiye’nin 1998’den farklı olarak tek ses veremediği, bunun da Türkiye’nin elini zayıflattığı söylenebilir. Yine 1998’de medyanın çok daha aktif ve etkin bir pozisyon alması durumu karşımıza çıkarken, şimdilerde medyada da oldukça kararsız ve nereye gittiğini bilmeyen bir havanın yansıtılması Türkiye’nin çizgisini belirsiz kılmaktadır.
Tüm bu farklılıklara ve sorunlara karşın, Türkiye’nin 1990’ların sonlarından itibaren demokrasiyi ve insan haklarını bir dış politika normu olarak kabul etmesi (bu konuda da son yıllarda bazı hatalar yapılmıştır – Sudan Devlet Başkanı Ömer El -Beşir’e verilen destek gibi) alkışlanacak bir husustur. Fakat bu hususları kullanarak “insani müdahale” refleksleri geliştirmek için, Türkiye’nin öncelikle kendi zayıf karnı olan siyasal ve sosyoekonomik sorunlarını çözmesi ve kamuoyunu bu yeni strateji doğrultusunda yeniden yapılandırması gerekmektedir. Dahası bölgede İran-İsrail, Sünni-Şii gerginliklerinin zirvede olduğu bir dönemde Türkiye’nin insani endişeleri ve iyi niyetli yaklaşımlarının her zaman için istismar ve heba edilmesi riski bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye her şeye rağmen öncelikle kendi çıkarları doğrultusunda soğukkanlı ve akılcı hareket etmelidir.
Dr. Ozan ÖRMECİ
KAYNAKÇA
- “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.
- Cem, İsmail. 2001. Turkey in the New Century. Mersin: Rustem Bookshop.
- Dündar, Can. 2008. Ben Böyle Veda Etmeliyim “İsmail Cem Kitabı”. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Milliyet, 9-10 Kasım 2007.
- “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi:http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.

[1] Bu konuda bir makale için; “Adana agreement paves legal path for Turkish invention in Syria”, Today’s Zaman, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi:http://www.todayszaman.com/newsDetail_getNewsById.action?newsId=276894.
[2] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 226.
[3] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 227.
[4] Milliyet, 9 Kasım 2010, sayfa 20.
[5] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[6] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[7] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[8] Milliyet, 10 Kasım 2010, sayfa 22.
[9] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 85.
[10] İsmail Cem, Turkey in the New Century, sayfa 86.
[11] Can Dündar, Ben Böyle Veda Etmeliyim, sayfa 228.
[12] Bu ziyaretle ilgili detaylar için; “Suriye’ye 13 yıl sonra anlamlı mesaj!”, Rota Haber, Erişim Tarihi: 11.04.2012, Erişim Adresi: http://www.rotahaber.com/Suriyeye-13-yil-sonra-anlamli-mesaj_226763.html.


..

22 Kasım 2014 Cumartesi

HEPAR BUGÜN MECLİS’TE OLSAYDI, TÜRKİYE’NİN GÜCÜ BAŞKA OLURDU!…

HEPAR BUGÜN MECLİS’TE OLSAYDI, TÜRKİYE’NİN GÜCÜ BAŞKA OLURDU!…

ÖKKEŞ AĞAOĞLU YAZDI…

agaoglu_yazdi
HEPAR BUGÜN MECLİS’TE OLSAYDI, TÜRKİYE’NİN GÜCÜ BAŞKA OLURDU!…
SON günlerde HEPAR’ın farkı yavaş yavaş gündeme oturmaya başladı. Yavaş yavaş diyoruz çünkü, Genel Başkan Osman Pamukoğlu’nun acelecilikten yana olmadığını görüyor ve izliyoruz. Daha doğrusu attığı adımlarda mantık ve kavram karmaşası yaşamamak için, halka olan yaklaşımlarında samimiyetini görüyoruz. Daha dürüst ve daha samimi ortamları partiye kazandırmak için siyasi alanda oldukça ilerlemeler kaydeden Sayın Pamukoğlu’nun, her konuda oldukça başarılı gözüktüğünü görebiliyoruz.
HEPAR’ı CHP’den farklı kılan nedenlerden en önemli olanı ise, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı hataya düşmemesi olmuştur. O hata da, CHP’nin her vesileyle sürekli Atatürk’ü iktidarın karşısına oturtarak güç kazanma yoluna gitmesi olmuştur. Ama HEPAR bunu yapmayarak, daha çok partisinin düşüncelerinin ve siyaset yapmasının inceliklerini ön plana çıkarması bu farkı gözler önüne sermiştir.
Çünkü Atatürk, sadece bir parti olarak anılmaya başlarsa, o zaman Gazi’nin siyasi partilerde ne resmi kalır, ne de izleri. Örneğin, herhangi bir partinin yapacağı kurultay salonunda genel başkanın resminin yanında mutlaka Atatürk de konmaktadır. Ama eğer Kılıçdaroğlu sürekli Atatürk’ü siyasi alanda mütemadiyen zikrederse, işte o zaman, kurultay salonundaki genel başkanın asılı resminin yanına Atatürk resmini dahi koymayabilirler.
Eeeee, bu da suç değil elbette. Ama o resmin oradan kaldırılmasına neden olan siyasi parti ve onun lideri, Atatürk üzerinden yaptığı politikalardan dolayı suçlu olmalıdır.
İşte tam da burada HEPAR Genel Başkanı Pamukoğlu’nun bu konuda siyasi duruşunu incelemekte yarar var. Elbette Pamukoğlu askerdi ama şimdi sivil hayatta siyasete atılmış değerli bir insan. Şu anda siyasi duruşunu her yerde sergilemekte ve farkını göstermekte. Çünkü vatana hizmeti en üstün bir şekilde bitirmiş ve sivil siyasete adımını atmıştır. Hatırlarsanız askerliğe, yeri gelince (peygamberlik mesleği) deriz, ama siyasi arenada askere olan sevgiyi herhangi bir parti liderinin sahiplenmesini kabullenemeyiz.
Nedense Türk siyasetinde böylesine tuhaf bir ilişki yumağı vardır.
İşte bu düşünceyi aşmamızın en güzel yolu, cumhuriyete ve laik parlamenter sisteme sahip çıkmakla olur. Bunun aksi olarak siyasi arenada sürekli Atatürk’ü ön plana çıkararak politika yapmayı değil… Bilakis Atatürk’ün kaldığı yerden devam ederek, O’nun siyasi ve kıvrak zekasını daha da zenginleştirerek politikada halkımıza hizmeti götürmeliyiz…
Tam da burada HEPAR’ın uyguladığı politikanın laik ve cumhuriyetçi yapısıyla öne çıkması olmuştur. Aynı zamanda da Atatürk’ü hiçbir zaman diğer partilerin karşısına çıkarmadan, politikasını yürütmekten yana olduğunu göstermektedir. Bu da HEPAR’ı CHP’den ayıran en önemli özelliklerinden biri olmaktadır.
PAMUKOĞLU, EN BÜYÜK İLGİYİ TERÖRE KARŞI TEDBİRLERDE GÖRECEK. TABİİ DİĞERLERİYLE DE…
Sayın Pamukoğlu, siyaset alanına girerek partisinin izlediği ve görev aldığında da izleyeceği yolları tek tek açıklamaktadır. Örneğin ekonomiyle ilgili yaptığı açıklamalar oldukça detaylıdır. Bakın, bu konuda yapılan bir röportajında bir soruya nasıl cevap vermiştir:
SORU: “Hepar olarak kimlerden oy alıyorsunuz?..”
CEVAP: “Bizim CHP ve DSP’den aldığımız oy sayısı MHP’den aldığımız oylardan fazla. Parti büyüyecek, her geçen gün olaylar ve koşullar bizim partinin lehine… Bölgede savaş davulları çalıyor, savaş baltaları çıktı. Hükümetin yanlış politikaları sonucu durum bu. Ekonomi iyiye gitmez. Bankaların, madenlerin sende değil, boyalı suratla geziyorlar. Yağmur yağarsa birisi suratına su dökerse boyaları dökülecek… Avrupa Birliği çökecek. Bu Napolyon’un projesiydi, O bile yürütemedi. Kaldı ki Avrupa onun avcunun içindeydi. Ülkelerde ulusçuluk olduğu sürece bu olmaz.”
Haksız da değil hani. Bugünkü Avrupa Birliği’nin durumunu hepimiz görmekteyiz. Hemen hemen bütün Avrupalı ülkeler iflas bayrağını çekmek için sıraya girmiş durumda. Tıpkı bugünkü “Arap Baharı”nı yaşayan Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi… Avrupa’da da, iflas etmek için adeta “Batı Baharı” yaşanmakta. Batı’nın bütün getirisi, birlik adına aralarında imzalanan kontratvari ekonomik anlaşmalar olmuştu. Ama bugün görüyoruz ki bu kontrat, birliğe üye olmak isteyen diğer ülkeleri de ürkütmeye başladı.
Bugün Avrupalı bu durumdayken Türkiye hem Kıbrıs için, hem sözde Ermeni meselesi için ve hem de terör için adımlarını atmalı… Terörün finans kaynaklarını kesmenin politikalarını derhal gündeme almalıdır. Yok eğer bugün bu yapıl(a)mazsa, yarın çok geç olabilir. Tabii bunun adına da “Kaçan fırsat” denir.
Avrupa nezdinde bu siyasi fırsatı kaçırmak istemeyenler arasında HEPAR’ı görmekteyiz. Çünkü HEPAR bu atılımları yapmak için sürekli projeler üretmekte ve acil önlemleri de tek tek açıklamaktadır. Zaten bir açıklamasında bu konuya açıklık getiren Pamukoğlu, bakın ne demişti:
“Avrupa Birliği sanal bir örgüttür. Geleceği yoktur. Sebebi ise ulusal çıkarlarla çelişir. Napolyon istemiş, bütün Avrupa yumruğunun altında olmasına rağmen, söylediğim nedenle gerçekleşmeyeceğini hemen anlayıp vazgeçmiştir.
Avrupa demek; Almanya, Fransa ve İngiltere’dir. Diğerleri siyasi, ekonomik ve askeri güç olarak sadece görüntüdür. Bugün İngiltere de tam olarak ve başlı başına Avrupa siyasetine yön veremez.
Kuzey Atlantik Savunma İşbirliği Antlaşması (NATO) askeri olarak anlam taşımamaktadır. Afganistan’a kadar uzanan kollarıyla, sadece bir ticari örgüttür. Çünkü NATO’nun kuruluş amacının bugün muhatabı yoktur.
Avrupa Birliği hiçbir zaman bizi birliğe almayacak. Bazı ülkelerin anayasalarına bile maddeler koydu. Hal böyleyken Türkiye’ye siyasi direktifler yağdırıyor müstemlekeymişiz gibi, heyetler gönderip denetlemeler yaptırıyor.
Örnekleri uzatmayacağım. Ve işte Avrupa Birliği’nin acıklı hali. İşte egemenliğimden taviz vermem diyen İngiltere ve her şeyin hakimi ve patronu Almanya. Onun sağlam rüzgarının altına giren Fransa. Diğerleri mi? ‘Biz ettik, sen etme’ derdine düşenler…”
Ve terör konusunda da oldukça hazırlıklı ve bir o kadar da çıkış yolunu açıklayan düşüncesi şöyle olmuştur:
SORU: “25 yıldan beri bitirilemeyen bir terör söz konusu. Siz 365 günde bitireceğinizi halka taahhüt ediyorsunuz. Nasıl olacak bu?..”
CEVAP: “25 yıldan bu yana bitirilememesinin sebepleri belli. İlk olarak gerçek anlamda bir politik irade hiçbir zaman söz konusu olmadı. Biz yüzde 100 bir irade ortaya koyacağız. İşin ikinci kısmı, teknik kısmıdır. İyi bir istihbaratınız olacak. Ne zaman gelecekler, nasıl gelecekler, bunu önceden haber verecek bir istihbarat sistemini kuracağız. Bu çok önemli. Birde bunların dış uzantıları var tabi ki. Onlara müttefik olmanın şartlarını hatırlatacağız ,tam ve baskın bir diplomasi uygulayacağız. Bu mücadele, klasik orduların yapabileceği bir mücadele tarzı değil…”
Şu açıkça görülmüştür ki HEPAR, Meclis’te olsaydı çok ses getirirdi. Çünkü açıkladığı olaylar ve düşünceler, fikirler üzerine kurulu gerçeklerden oluşmaktadır. Örneğin Avrupa’nın hali… Arap Baharı’nın çaresizliği ve bugünkü Türkiye’nin durumu…
Ortadoğu’nun çıkmaz batağı… Amerika’nın Suriye’ye müdahale etmeden kendini sınırın dışında tutmaya çalışması… Birleşmiş Milletler’in pasif duruma düşmesi… İsrail ile İran’ın düşmanlığı… Bir yerde sınır güvenliğini korumaya çalışan ve bir yerde de Suriye’den kaçan halka yaşam alanı açan Türkiye’nin terör belasıyla karşı karşıya kalması… Bunların hepsi Türkiye sınırlarında hareketlilik tehlikesi arzetmekte…
Bu konular ele alındığında çıkış yolu üreten HEPAR’ın CHP’ye oranla farkı elbette ki var. Sosyal demokrat ve laik cumhuriyeti yaşatma konusunda fikir birliği görülen partilerimizin kendine özgü farklı izlenimleri de var. Ancak terör konusunda bugünkü Türkiye’nin ekonomik derdi de var. Yapılan zamların teröre gitmesindeki en büyük neden, piyasaların halâ canlanamaması… Üretimin azalması… Tarımın dirilemeyişi…
HEPAR’ın hem siyasi ve hem de ekonomi alanda yaptığı söylemler Türkiye’nin görünmeyen… Ama bir o kadar da önemli siyasi detaylarını gözler önüne sermektedir. Dileriz, siyasi ve ekonomik alanda yapılmak istenen çıkış yolları mutlu sonla bitsin. Dileriz HEPAR da bu çıkışı halka çok iyi yansıttığı için Meclis’e girsin.
ÖKKEŞ AĞAOĞLU..