27 Haziran 2017 Salı

Bu İttifak Solu Birleştirmez, Türkiye’yi Böler



Bu İttifak Solu Birleştirmez, Türkiye’yi Böler


Kaya Ataberk
09.02.2004/Sayı:49


Murat Karayalçın ve Fikri Sağlar’ın SHP’sinin, DEHAP’la ittifakı bir seçenek olarak solcu ve ilerici seçmenin önüne konulmaya çalışılıyor. İttifaka SHP ve 
DEHAP’ın yanısıra DEHAP’ın yedek partisi olarak kurulan ÖTP ile EMEP, ÖDP ve SDP gibi hem siyasal duruş, hem de oy oranı olarak marjinal kalan “sol” 
partiler de katıldı. Adı geçen altı partinin genel başkanları 29 Ocak’ta Park Otel’de ortak bir basın açıklaması yaparak seçimlere ittifakla gireceklerini, 
Demokratik Güç birliğini oluşturduklarını açıkladılar.

İttifak haberleri Özgür Gündem, Evrensel gibi bu partilere yakın yayın organlarında her gün manşetlere taşınıyor. Özgürlük, barış, demokrasi kavramlarının bolca kullanıldığı bir söylemle AKP’ye karşı Türkiye’nin sol alternatifinin kurulduğu, böyle bir birlikteliğin ilk defa sağlandığı üzerinden bir propaganda yapılıyor. 
Bu daha önceki benzer “sol” ittifaklarda da yaşanan bir durumdu. Ama DEHAP’ın kuyruğuna takılanlara SHP’nin de katılması işi büyütüyor.

Ancak bu kez biraz daha farklı olarak Doğan medyanın gazeteleri ve şeriatçı gazeteler de konuyu yoğun olarak sayfalarına taşıdılar. Türkiye’yi çok tanımayan bir gözlemci, yaratılan atmosfere bakarak gerçekten de içinde sosyal demokratların, sosyalistlerin yer aldığı güçlü bir sol blokun kurulduğunu, iktidara aday olduğunu ve geniş bir kitle desteği bulduğunu düşünebilir. Tabii ki böyle bir durumun gerçeklerin ne kadar uzağında olduğunu söylemek bile gereksiz. 
Ama yine de bazı noktalara değinmekte fayda var. Bu ittifakta aslında bahsedildiği gibi yeni olan çok fazla bir şey yok. 1980 öncesi sol fraksiyonların 
karikatürleri bir birleşip, bir yeniden bölünerek kendi aralarında oynadıkları oyuna zaten uzun bir zamandır devam ediyorlar. Herhangi bir kitleleri 
olmadığından da Kürtçülüğün peşine takılarak bir şeyler yapmak dışında bir seçenekleri yok. Zaten bu tip ittifakları da her seçimde yapıyorlar.

Diğer taraftan Sağlar ve Karayalçın’ın da benzer bir duruma düştüklerini görüyoruz. Erdal İnönü SHP’sinin Kürt bölücülüğünün o dönemki siyasi temsilcisi olan HEP’i, Leyla Zana’ları TBMM’ye taşıdığı eski senaryonun bir benzerini görüyoruz. “Sol” ittifakın Türkiye açısından yaratacağı sonuçlar da bu noktadan itibaren önem kazanıyor.

29 Ocak’taki basın toplantısında İttifakın esas meselesi “Kürt sorununa demokratik çözüm getirmek” olarak açıklandı. Böylelikle ittifakın ana ekseninin 
Kürtçülük olduğu parti başkanlarının kendi ağzından tescillenmiş oldu. Bir diğer saptamaları da halkın laik-şeriatçı kutuplaşmasına zorla mahkum edildiği 
yönündeydi. AKP ve ABD’ye karşıtlık çok yüzeysel bir şekilde geçiştirilirken Türkiye’yi kuşatan diğer emperyalist güç AB’ye karşı tek bir eleştiri bile göze 
çarpmıyordu. Aksine AB’nin Türkiye’den istedikleri ittifakın programı olarak okundu. Bu söylemlerin AB ve ABD tarafından etnik bölünmenin anahtarı olarak 
kullanıldığı ise bilinen bir gerçek.

İttifak Solun ittifakı değil

TÜRKSOLU olarak ilk çıktığımızdan beri Türkiye’de sol adına hareket eden bu tip oluşumların ne Türkiye’yle ne de solla bir ilgisi olmadığını belirtmiştik. 
Solun temel değerleri anti emperyalizm, özellikle ABD ve AB sömürgeciliğine, dayatmalarına karşı çıkmak, gericilikle mücadele etmek, emperyalist 
müdahaleler karşısında ulus devleti savunmak ve vatan savunmasının en başında yer almaktır. Kürt bölücüleriyle beraber Türk milletine ve ulus devlete 
karşı mücadele eden, ulusal yapıya karşı etnik bölünmenin peşine takılan, gericilikle mücadeleyi gereksiz hatta zararlı gören ve nihai olarak da ne ABD’ye 
ne de AB’ye karşı çıkmayan bir ittifakın solun ittifakı olmadığını ilan etmek gerekli.

Peki ama bu ittifak kimindir ve kimlerin ihtiyaçları için ortaya çıkmıştır?

DEHAP’ı Meşrulaştırma planı

29 Ocak’ta yapılan basın toplantısında “sol” partilerin genel başkanlarının yanında DEHAP’ın Genel Başkanı Tuncer Bakırhan da oturuyordu. Neredeyse 
ittifakın en önemli unsuru konumunda Türkiye’nin ve solun geleceği üzerine söz söylemeye kendinde hak bularak konuştu. Böylelikle yıllardır terör örgütü 
PKK ile yakın ilişkileri dolayısıyla kapatılıp, yeniden farklı isimlerle kurulan, HEP-DEP-HADEP çizgisinin son ürünü, Kürt ırkçısı bir partinin; içinde sol, sosyal 
demokrat, sosyalist unsurların yer aldığı bir ittifakın esas unsuru olduğu bir tablo yaratılmaya çalışıldı. Bu tabloda DEHAP gayet normal bir sol partiymişçesine 
piyasaya sürülüyor. Çizilmeye çalışılan görüntünün PKK’nın siyasallaşma stratejisiyle örtüştüğü ortadadır. Kürt bölücülüğü açısından benzer bir kritik durum, dönemin SHP’si tarafından HEP’in meclise taşınmasında da yaşanmıştı. SHP’nin o dönemdeki hatası Leyla Zana olayı dolayısıyla önemini hâlâ korumakta. 

Yaşananlar sonucu Kürtçülük çok şey kazanırken “ PKK işbirlikçisi sol ” görüntüsünün yaratılması da solun Türk milletinin gözünde marjinalleştirilme sine hizmet etmişti. Ancak bugünkü plan meşrulaşma ve siyasallaşma kaygılarıyla sınırlı değil.

Mersin’i Kürtleştirme planı

Aslında daha da kritik olan nokta DEHAP’ın yerel yönetimler planı. DEHAP güneydoğuda elinde bulunan belediyelere ek olarak Adana, Mersin gibi güçlü 
olduğu büyük merkezlerde, hatta İstanbul’un bazı bölgelerinde belediye başkanlıklarını almaya çalışacak. DEHAP genel başkan yardımcısı Veli Büyükşahin aylar öncesinden hedeflerinin 150’den fazla belediyeyi kazanmak olduğunu açıklamıştı. Bu yönelim AKP hükümetinin yerel yönetimlerle ilgili planladığı düzenlemelerle beraber ele alındığında daha da anlam kazanıyor. Bir çeşit adem-i merkeziyet, özerklik planının yapıldığı açık. Özellikle Adana ve Mersin’de uzun zamandır güneydoğudan yerleştirilenlerle bu illerin nüfus yapısının bilinçli olarak değiştirilmesi tehlikenin büyüklüğünü ortaya çıkartıyor. 

Bu duruma en son olarak Genelkurmay’ın Başbakan’a verdiği brifingde de dikkat çekilmişti.

Fikri Sağlar’ın eski Mersin milletvekili olması ve Mersin’de ciddi bir etkisinin bulunması da ittifakın bu önemli noktasına açıklık getiriyor. SHP ve DEHAP’ın 
Mersin’de güçbirliği sağlaması Sağlar Karayalçın ikilisine çok bir şey kazandırmayabilir ama DEHAP’ın Mersin’de kazanma şansının yükseleceği kesin.

Sol ittifakı dağıtmak için seferber olmalı

Genel duruma baktığımız zaman ÖDP, EMEP ve SDP’nin hiçbir bölgede kayda değer oy alma şansı yok. SHP’nin de daha az marjinal görünmesine rağmen 
bir çıkış yapma ihtimali ufukta görünmüyor. İttifakçıların tüm bu eksileri toplayarak artıya ulaşmaları mümkün değil. Dolayısıyla bu partilerin tümü DEHAP’ın kuyruğuna takılmak durumunda. Ama içlerinde en çok kitleye sahip görünen DEHAP’ın çok oy aldığı güneydoğuda bile bir çok yerde oylarının AKP’ye kayma eğiliminde olduğu görülüyor. İttifakçıların da bu durumun farkında olduklarını kestirmek güç değil. Ama yerine getirilmesi gereken görev DEHAP’a büyük merkezlerde kazanması için koltuk çıkmak, Kürt bölücülüğünü parlatmak, siyasallaştırmak ve meşrulaştırmaksa başarı kriterlerini de ona göre belirlemiş 
olmalılar. Biz de ittifakı değerlendirirken kriterlerimizi bu gerçeklere göre koymalı ve ona göre konumlanmalıyız. AKP’nin kamu yönetimi reform tasarısına 
koşut olarak DEHAP’ın yerel yönetimleri alması, Kürtlük temelinde etnik bölünme planının özerkliğe giden yoldaki aşamasıdır. 

Bu planı engellemek için solcular ve Atatürkçüler ittifakı dağıtmak için seferber olmalıdır.

http://www.turksolu.com.tr/49/ataberk49.htm


***


Solculuk, Milliyetçilik, Kuvayı Milliyecilik,


Solculuk, Milliyetçilik, Kuvayı Milliyecilik,

Özgür Billur
09.02.2004/Sayı:49




İleri 18-19TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz Temmuz ayında çıkan “Türk’ün Ateşle İmtihanı” sayısı, Türk siyasi hayatında en çok tartışılan dergi kapaklarından 
biri olarak tarihe geçti. Günlük gazeteler bu sayıyı manşetten verdiler. Aylardır süren Kızıl Elma tartışmaları, bu sayımızdan sonra başladı.

“Türk’ün Ateşle İmtihanı” özel bir sayıydı. Kendini Atatürkçü ve milliyetçi olarak tanımlayan aydınlarımız, Kuvayı Milliye temelinde bir milli mücadele çağrısı 
yaptılar. Bu aydınların 1980 öncesi farklı siyasi kamplarda olması, ama bugün aynı tespitleri yaparak Kuvayı Milliye çağrısı yapması, Kuvayı Milliye, sol ve 
milliyetçilik kavramları üzerinde yeniden düşünmemizi sağladı. Bu kavramlar Türk siyasetinde belki de içi en çok boşaltılmaya çalışılan ve yanlış kullanılan 
kavramlar.

İleri Dergisi yeni sayısında, son günlerde en çok tartışılan Solculuk, Milliyetçilik ve Kuvayı Milliyecilik konusunu kapağına taşımış. Derginin bu sayısında 
sürekli yazarların dışında Mustafa Erkal, Zeki Hacıibrahimoğlu, Cemal Şener, Şener Üşümezsoy, Halit Kakınç gibi aydınların yazıları dikkat çekiyor.

Hangi Kuvayı Milliye

Türkiye’nin bir Kuvayı Milliye’ye ihtiyacı olduğu tespiti artık birçok çevrede yapılıyor. Bizim bu çağrımız yeni değil. Ancak Kuvayı Milliyeciliğin doğru 
tanımlanmaması öyle komik görüntüler yaratıyor ki, Kuvayı Milliye mahkemelerinde asılan şeriatçılar Kuvayı Milliyeci oluyorlar. Ya da iktidardayken Batının tüm talimatlarına uyan, uyum yasalarını kabul edenlerle, Türk’üm diyemeyen maocular birlikte Kuvayı Milliyecilik oynuyorlar.

İleri Dergisi bu sayısında Türkiye’de sol, sağ, milliyetçilik kavramlarının ne anlama geldiğini tarihsel perspektif içinde ele alarak, Kuvayı Milliye tartışmalarına ufuk açıyor. Yanlış kullanılan kavramlar yerli yerine oturtulurken, Kuvayı Milliye’nin hangi ideolojik temellere oturduğu da ortaya çıkıyor.

Türkiye’de Solun halktan ve soldan kopuşu

TÜRKSOLU yayın hayatına “Komprador Değil, Ulusal Sol” sloganı ile başlamıştı. Güneş Ayas, “Türkiye’de Sol, Marksizm ve Milliyetçilik” yazısında aldığımız 
bu politik tavrın ideolojik köklerini ortaya koyuyor.

Ayas, yazısına Türkiye’deki solun enternasyonalist şablonlar yüzünden kendi milletine ve devletine tavır aldığı tespitini yaparak başlıyor. Dünyada eşi benzeri 
olmayan bir soldur Türkiye’deki. Dünyada ve Türkiye’de tüm teoriyi yeniden yazacak gelişmeler olmuştur. Asya’da, Afrika’da, Amerika’da, yani ezilen dünyadaki sol hareketler milliyetçi devrimler gerçekleştirmiştir. Bunun yanında bu hareketlerden bağımsız olarak ortaya çıkan milliyetçi devrimler de Marksizmle ve solla birleşmiştir. Dünyada sol ile milliyetçilik birleşmiştir. Ancak Türkiye’deki şabloncu sol, bu gerçeği ne teorik ne pratik düzlemde kabul eder.

Örnek verirsiniz, milliyetçi bir devrim olan Küba devriminin iki yıl sonra sosyalizmi benimsediğini ya da Vietnam, Kamboçya gibi ülkelerde komünistlerin milli devletleri kurduğuna ikna edemezsiniz. Türk Devrimi dersiniz, sol bir programla devrim yaptık, ulus-devleti kurduk; kabul etmez. Çünkü Türkiye’deki solun kafası Avrupamerkezcilik tarafından iğdiş edilmiştir.

Sol Ulus-Devleti savunur

Batıda burjuvazi, ulusu kendi pazarını yaratmak için uydurmuştur. Bu tanım Avrupa için doğrudur, ancak Doğuda ulus toplumsal ve tarihsel bir gerçektir. 
Sömürgeciliğe ilk isyanlar milliyetçilik temelinde yükselmiştir. Milliyetçilik, emperyalizme karşı direnişin ideolojisi olmuştur. Sınıf mücadelesi, ezilen dünyada millet temelinde gelişmektedir. Amerika kıtasında 1781’de Tupac Amaru isyanı ile başlayan, Bolivar ve Meksika Devrimi’yle devam eden milliyetçi devrimler toprak devrimi, kamulaştırma gibi sol bir programa sahiptirler.

Sınıf mücadelesinin esası hiçbir zaman işçi sınıfının enternasyonali olmadı. Emperyalizmin sömürgeleştirme saldırısına direnen toplumlar, milliyetçi bir 
mücadele verdiler. Sol bu mücadele içinde gelişti. Marksizm varlığını bu mücadelelere borçludur. Bu hareketler Marksizmi hayatla buluşturmuştur.

Ayas, Lenin’in keşfettiği “ulus” gerçeğini derinleştirirken, ezilen ulusların ancak devlet kurarak ve bu devleti koruyarak var olabileceklerini belirtiyor. 
Böylece Marksist devlet teorisini yeniden ele alarak, devletin hakim sınıfın proletarya üzerindeki baskı aracı olarak tarifi reddediyor. Bunun yanında 
Sovyetler Birliği örneğini vererek, devletlerin de yapay birlikler olamayacağını, ancak milliyet temelinde bir devlet oluşabileceğini anlatıyor.

Emperyalizmin bugünkü hedefinin ulus-devletlerin parçalanması olduğu gerçeğini düşünürsek bu tezlerin haklılığını daha iyi görürüz. Ancak Türkiye’de sol, kutsal kitaplarda(!) yazılanlara iman ettiğinden gerçeklere gözünü kapayarak, sınıf mücadelesini ulus-devletin korunması üzerinden yapmayı bırakın, millet ve devlet düşmanlığı yapmaktadır. Böylece halkla hiçbir bağı kalmamaktadır.

Türk Solu Milliyetçidir

Türkiye’de sol son yirmi yılda yalnızca halktan kopmamıştır, soldan da kopmuştur. Çünkü Türkiye’de sol gelenek milliyetçidir. Türkiye’de 1980 öncesi verdikleri mücadeleyi ikinci kurtuluş savaşı olarak değerlendirmeyen solcu çok azdır.

Kaya Ataberk, “Türk Solu’nda Milliyetçilik ve Sosyalizm” yazısında ulusal sol çizginin köşetaşları üzerinden bir değendirme yapıyor. Ulusal sol teori, 
Sultan Galiyef, Kadro ve Yön hareketleri ile gelişmiş, günümüzde TÜRKSOLU ile devam etmektedir. Bu çizgi Marksizmin şablonlarına karşı bir mücadele içinde 
gelişmektedir.

Marksist şablondan ilk kopuşu Sultan Galiyef gerçekleştirmiştir. Lenin’in “ezen ulus-ezilen ulus” teorisini daha da geliştiren Galiyef, “proleter ulus-burjuva ulus” kavramını üretmiştir. Galiyef teorisini daha da derinleştirerek, proleter ulusların burjuva uluslar üzerinde diktatörlüğünü önermektedir. Galiyef teorisini milletler mücadelesi temeline oturtmuştur ve milli bir sosyalizm tarif etmiştir.

Türkiye’de ulusal sol, 1930’larda Kadro, 1960’larda Yön ile yeni ideolojik açılımlar yapmıştır. Kadro ve Yön, ulusal kurtuluşçudurlar. Kaya Ataberk, yazısında ulusal solun temel kavramlarının (millet, milliyetçilik, sınıf, sosyalizm) Kadro ve Yön’deki gelişim sürecini anlatırken her iki harekete de birer eleştiri getiriyor.

Kadro, emperyalizme ve kapitalizme karşı sosyal milliyetçilik kavramını geliştirirken, bunu sınıfsal bir tahlil olarak ele almaz. Kadro’ya göre, ezilen dünyada sınıflaşma yaşanmamıştır. Ancak sınıflar insan iradesinden bağımsız oluşur ve ezen uluslarla ezilen uluslar arasındaki mücadele dünya çapında ortaya çıkan sınıf mücadelesinin sonucudur. Sınıfsız topluma ulaşmak Ataberk’in dediği gibi ezilen sınıflara dayanarak olur.

Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü ise, üçüncü dünya sosyalizmi ve Türk Devrimi ile ilgili çok önemli değerlendirmeler yapmakla birlikte Marksizmin beş aşamalı 
şablonuna saplandığı için, sosyalizme geçmek için milli bir kapitalizmi önermiştir. Böylece milleti bölen burjuva sınıfına millilik atfedilmiştir. Buradan çıkarılacak ders, ezilen dünyada solun ancak Marksist şablonlardan tamamen sıyrılarak tutarlı bir milliyetçi sol teori geliştireceğidir.

Kuvayı Milliyenin temeli Atatürk milliyetçiliğidir

Kuvayı Milliye çağrısı miliyetçilik temelinde yükselmektedir. Peki ama hangi milliyetçilik? İnan Kahramanoğlu, “Türkiye’de Milliyetçilikler ve Atatürk Milliyetçiliği” başlıklı yazısında Türkiye’de Atatürk milliyetçiliği dışındaki anlayışların yanlışlarını ortaya koyuyor. Bugün milliyetçi çevrelerin sola karşıt, emperyalizme ılımlı yaklaşımlarının altında bu yanlış milliyetçi anlayışlar vardır.

Kahramanoğlu, yazısında milliyetçi ideolojinin en önemli isimlerinden Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Nihal Atsız’ı ele alarak, onların milliyetçilik anlayışları ile Atatürk milliyetçiliğini karşılaştırmış.

Atatürk’ü bu üç isimden ayıran en önemli özellik Batıya karşı takındığı tavırdır. Atatürk’ün milliyetçiliği Batı sömürgeciliğine ve emperyalizmine karşı 
Türk milletinin var olma mücadelesinin adıdır. Batı, Türkleri aşağı görür. Atatürk ise Türklerin köklü bir tarihe sahip olduğunu ve medeni bir millet olduğunu 
ispata çalışır. Ne Gökalp’te, ne de Akçura’da bu tip bir Batı karşıtlığı vardır. Hatta, onlara göre Batı uygardır. Onların teknolojik üstünlüğünü almak gerekir. 
Gökalp, “hars-medeniyet” ayrımı yaparak Batının daha medeni olduğunu ve ancak onu alırsak gelişebileceğimizi iddia etmiştir. Atsız ise, Batının ırk teorisini 
benimseyerek, milliyetçilik adı altında milleti bölen bir fikri savunmuştur.

Atatürk’ün milliyetçiliği hayalci değildir, gerçekleşmeyecek bir Turan peşinde koşmaz. Misak-ı Millicidir. Turan hayalleri vatan ile milleti birbirinden kopardığı 
gibi, milliyetçileri esir Türkleri kurtarmak için(!) Almanya gibi emperyalist devletlerin peşine takmıştır.

Atatürk’ün milliyetçiliği laiktir, milleti bölen dini ve mezhepsel unsurlara izin vermez. Bu sert tavır Gökalp’te de, Akçura’da da görülmez. Atatürk’ün milliyetçiliği 1920’den sonra diğer anlayışların hepsini etkisizleştirmiş ve devletin kuruluş ideolojisi olmuştur. O andan itibaren Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura, Atatürk’ün yanına gelmişlerdir.

1940’larda ortaya çıkan Nihal Atsız ise Kemalizm düşmanlığı yaparak, milliyetçi çevre içinde büyük bir tahrifata yol açmıştır. Atsız aynı zamanda katıksız sol 
düşmanıdır. Rusya başdüşmandır ve NATO müttefikimizdir. ABD’yi ise demokrasinin beşiği olarak görür.

Atatürk milliyetçiliği dışında tüm milliyetçilikler iflas etmiştir. Zaten emperyalizmin hedefinde onu dize getiren Atatürk milliyetçiliği vardır. Milliyetçiler, yanlış milliyetçi anlayışları terkedip Atatürk milliyetçiliğine sarılmalıdırlar.

Milliyetçi tavrı kim aldı

Türkiye’de kimi milliyetçiler, özellikle son günlerde TÜRKSOLU’nun adının sıkça duyulmasından sonra şu propagandaya başladılar: Biz milliyetçiyiz, vatanımızı 
savunuruz. Sol ise Rusçudur, vatansızdır, haindir. Ali Özsoy, “Milliyetçi tavrı kim aldı” yazısında Türkiye’nin yakın tarihinden örnekler vererek bu propagandayı 
çürütüyor.

Türkiye’de sol milliyetçi tavır alırken, kendine milliyetçi diyen gelenek yabancılarla ortak hareket etmiştir. 1940’larda Almanya’nın yanında yer alan milliyetçiler 1950’den sonra ABD’yle birlikte hareket etmişlerdir. Sol içinde sadece küçük bir grup Rus yanlısıdır, ezici çoğunluk tam bağımsız Türkiye için ABD emperyalizmine karşıdır. Sadece ABD emperyalizmi değil, Sovyetlerin Afganistan ve Çekoslovakya’yı işgalinden sonra Rus emperyalizmi de solun düşmanıdır. 

TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar bu konuda en sert tavrı almıştır.

1940’larda Atatürkçü politikalardan vazgeçildiği dönemde Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali gibi solcu aydınlar, Türkiye’nin ABD’nin güdümüne girmesine 
karşı mücadele yürütmüşlerdir. Nazım Hikmet’e vatan şairi denmesi boşuna mıdır? 1968’de devrimci gençler Atatürkçü ve milliyetçi bir başkaldırı ile tam 
bağımsız Türkiye için mücadele etmişlerdi.

Peki, milliyetçiler ne yaptılar? ABD’nin finanse ettiği Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde örgütlendiler ve “Bağımsız Türkiye” diyen gençlere saldırdılar. 
Türkiye’yi bölmek isteyen ABD’ye karşı alınan tavrın ise milliyetçilikle alakası yoktur. 1970’lerde MC hükümetlerinin tek bir milliyetçi uygulaması olmadığı gibi, ABD ile iyi ilişkilere büyük önem vermiştir. 1990’larda hükümet ortağı MHP’nin ABD ve AB’ye aldığı tavır da ortadadır. Türkiye’yi bölmek bir kürt devleti kurmak için çalışan bu emperyalist güçlere tavır alınmadığı gibi, AB’ye onurlu üyelik propagandası yaplmıştır.

Kuvayı Milliye Soldur

En can alıcı noktaya geldik. Kuvayı Milliye hareketinin karakteri sağ mıdır, sol mu? Aslında buna verilecek cevap çok basit: 1919’ların Kuvayı Milliyesi, 
emperyalizme karşı halkçılık programıyla savaşmıştır ve bunun siyasi literatürdeki adı soldur.

Bugün 1919 öncesi koşulları yeniden yaşadığımız düşünülürse, çözüm olarak niçin Kuvayı Milliye’yi önerdiğimizi görebiliriz. O gün olduğu gibi bugün de 
siyaset kurumu halkın iradesini yansıtmıyor ve ülkenin bölünmesine hizmet ediyor. 60 yıllık siyaset mekanizmasının ülkeyi getirdiği nokta bu, bölünme ve 
sömürgeleşme süreci. Bu siyaset kurumunun başında sağcılar var. Erkin Yurdakul, “Neden ille de Solculuk” yazısında sorduğu soruya “Türkiye’yi 60 yıldır 
sağcılar yönetiyor ve bunun için solcuyuz.” diye cevap veriyor.

Kuvayı Milliye’nin sol olduğu ortadayken kimileri bunu saklamak gerektiğini düşünüyor. Yurdakul, bunlara şöyle sesleniyor: “Bugün ulusal siyasette Kuvayı 
Milliye’nin solculuğunu gözlerden gizlemeye çalışanlar, meseleyi dünya gerçeği üzerinde kurduklarında kimden neyi kaçırıracaklar? ABD’nin ve AB’nin Türkiye’ye bakışı ne olacak? Dünyanın sağcıları Kuvayı Milliye Türkiyesine sol diye bakmışlardı, sol diye bakacaklar. Çünkü serbest piyasaya karşı tam bağımsız, kendi kaynaklarını kontrol eden, halkçı rejime tüm dünyada solcu denmektedir.”

Samimi olarak Kuvayı Milliye’yi savunan Türk milliyetçileri, liberalizm ve sağcılığın propagandasından kurtulmalıdırlar. Hem Türkiye’yi Batıya bağlayan 
sermaye, hem Türk devleti savunulamaz.

Kuvayı Milliye, emperyalizme, kapitalizme ve gericiliğe karşıdır. Türk devletini ve milletini savunur. Doğulu ve müslüman kimliğine sahip çıkar ve ezilen 
milletlerle dayanışma içindedir. 

Bunun adı soldur.

 http://www.turksolu.com.tr/49/billur49.htm


***

Atatürk, Saddam ve Atatürkçüler,

Atatürk, Saddam ve Atatürkçüler,


Gökçe Fırat  
08.04.2003/Sayı:27

ABD’nin Psikolojik Savaşı

ABD’nin Ortadoğu’ya saldırısı, tüm dünyada ve Türkiye’de nefretle karşılanıyor. Herkes ABD’den bu saldırıyı durdurmasını istiyor ve tüm dünyada Irak’ta 
ölen masum insanlar için gözyaşı dökülüyor. Bu, savaşın trajedi kısmı. Ve bu trajediye karşı herkes insanca bir tepki ortaya koyuyor.

Ancak bir de savaşın duyguların ötesinde gerçekleşen bölümü var ki esas savaş burada veriliyor. Bu, ABD’nin psikolojik savaşı. Hedef, kalben bu saldırıya karşı 
duranları bile ABD için nötralize etmek. Bunun için kalpleri bir yana bırakan ABD’nin psikolojik savaş makinesi beyinlere hücum ediyor. Emperyalist haydut, 
kalpleri ele geçiremeyeceğini bildiği için beyinleri ele geçirmeye çalışıyor.

ABD psikolojik savaşının bugüne kadarki esas malzemesi demokrasi savunuculuğu oldu. Yani ABD, demokrasi için savaşan bir güçtü. Tüm dünyada da demokrasinin yerleşmesi için savaşıyordu. Dolayısıyla bu savaş, insanlar için bir trajedi olsa bile, insanlık için gerekliydi. ABD, insanların günlük trajedisi 
pahasına da olsa insanlığın geleceğini inşa edecekti. Bu, onların insanlık göreviydi.

Bu propaganda özellikle Batı ülkelerinde etkili oldu. Ortadoğu’nun bu ilkel ülkesine ABD’nin demokrasi getirmesi, bu ülkenin başındaki diktatörü indirmesi, 
herşeyden önce Irak halkının iyiliği içindi. Hem zaten ABD de bu savaşı Irak halkının iyiliği için yapacaktı!

Propaganda son derece yalın ve bir o kadar da çiğdi. Ama elbet bu propagandadan etkilenecek insan da çok olurdu. Nitekim oldu da.

Her balığa uygun bir Amerikan oltası vardır

Ama ABD’nin bu oltasına takılmayan bazı uyanık balıklar çıkabilirdi. İşte o balıklar için de uygun bir olta bulunmalıydı. Bulundu da. ABD Irak’a saldırırken, 
tüm dünya ABD’yi lanetlemeye başladı. Fakat bu lanetleyenler sadece ABD saldırısına değil Saddam’ın zulmüne de karşı olduklarını söylüyorlardı.

Doğru; ABD saldırgandı, haksızdı, ama bu Saddam’ın haklı olduğu anlamına gelmezdi. Hele hele savaş karşıtı gösteriler Saddam’ı güçlendirmemeliydi.

Bu durumu iyi gören ABD Başkanı savaş karşıtı gösterilerin Saddam’ın aklanmasına neden olduğunu o nedenle de zararlı olduğunu belirtiyordu. 
Bush’un bu uyarısını dikkate alan savaş karşıtları da sadece ABD’yi değil aynı zamanda Saddam’ı da hedef almaya başladılar.

Politika bu “düzey”de yapılınca ortaya şöyle bir durum çıkıyordu; bir yanda ABD diğer yanda Saddam, iki zalim; diğer yanda masum Irak halkı. Irak halkı hem 
ABD’den hem Saddam’dan zulüm görüyor.

Şimdi politikanın bu “düzey”i üzerinde durmak lazım.

Çünkü politikayı bu “düzey”de yapanlar, bizim Saddam’a sahip çıkmamızı bir türlü anlayamıyorlar.

Komünist ABD kapitalist Saddam’a karşı

Öncelikle şunu belirtelim. Herkesin dilinde aynı nakarat, diktatör ve zalim Saddam. O zaman hemen soralım; Saddam neden diktatör, neden zalim?

Saddam’ın neden diktatör olduğunu ABD’liler güzel açıklıyor. ABD’liler şunu açıkça söylüyor. Bu adam diktatördür, büyük petrol kaynaklarının üzerine oturmuştur, 
buradan zenginleşmektedir ve halkı fakirken kendisi saraylarda yaşamaktadır.

O halde ortaya şöyle bir şey çıkıyor; ABD’nin komünist yönetimi, Saddam’ın kapitalist sömürüsüne karşı!

Şimdi ABD başkanının söyleyeceğini yazan propaganda uzmanı, sanıyor ki herkes kendi başkanı gibi aptaldır ve bu metne inanır. Ama hiç inandırıcı olmuyor. 
Madem ABD bu kadar komünist ve eşitlikçi, neden Kuveyt’in, Katar’ın, Bahreyn’in, Suudi Arabistan’ın petrol zengini şeyhlerine bırakın sömürüyü demiyor?

Demiyor çünkü onların hepsi Amerikancı, değil mi?

Bak uyanık propagandacı. Bizi aptal başkanınla karıştırma.

İstersen biraz daha kurcalayalım he?

Hem senin başkanın petrol işi yapıyor değil mi? Sadece başkanın değil, savunma bakanın da! Ne tesadüf değil mi? Sakın, Saddam’ın üzerine oturduğu o 
petrol kaynaklarından bir türlü pay alamadığınız için birden komünist olmuş olmayasanız?

Petrol fakiri sosyalist Irak

Gerçekten de böyledir.

Ortadoğu, petrol zengini şeyhlikler ve şeyhlerle dolu bir coğrafya. Dünyanın en zengin insanları sıralamasında bir sürü Ortadoğu şeyhi var. Ama bunların 
hiçbiri ABD’nin hedef listesinde değil.

Ortadoğu’da iki tane petrol fakiri ülke var. Biri Irak diğeri İran. İki ülkenin de önemli bir petrol geliri var. Ama iki ülke de bir türlü o şeyhliklerin ihtişamına 
erişememiş. Ve ikisi de Amerika’ya karşı ve ABD ikisini de düşman ilan etmiş.

O zaman burada duralım ve ortadaki denklemi görelim. ABD’yle iyi geçinen Ortadoğu şeyhlikleri ihtişam içinde yaşarken, ABD ile düşman olan ülkelerde 
öyle bir zenginlik görülmüyor. Ama bunun da nedeni var elbette. Çünkü ABD’ye bağlı şeyhliklerde halk dediğiniz insanlar için hiç bir şey yapılmazken, ABD’ye 
düşman olan bu ülkelerde halk için bir şeyler yapılıyor.

En büyük örnek Irak. Irak’ın büyük petrol geliri var. Daha doğrusu vardı, 91’den beri yok. Bu petrol geliri kime akıyordu. ABD’ye değil çünkü diğer şeyhliklerin 
aksine Irak’ta petrol millidir. Yabancıya para akmaz. ABD işte Irak’a bu yüzden düşmandır.

Ve üstelik Irak’ta sosyalist ekonomi vardır. Petrol geliri halkın, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçları için kullanılır. Ve ABD özellikle bu yüzden Irak’a düşmandır.

Yani ABD’yi Irak karşısında komünist yapan iki neden vardır, Irak’ın petrolünün milli olması ve ülkede sosyalist rejim olması.

Çapı Bush’un beyni kadar politik “düzey”

Şimdi ABD’liler Irak’ın milli petrolünü ve sosyalist ekonomisini bir kenara bırakıp Saddam petrol gelirini yiyor diyorlar. Hem de nasıl? Çok silah alıyormuş! 
Gören de Saddam aldığı uçak ve tanklarla çölde gezmeyi çok seviyor sanacak.

Doğru, Irak, petrol gelirinin önemli bir kısmını silaha yatırıyor. Çünkü ABD gibi milli ve sosyalist rejimlere düşman ülkelerin kendi vatanına saldıracağını biliyor. 
Bu, milli ve sosyalist rejimin korunması için silahlanmadır. İşte ABD’yi hem komünist hem de silahlanma karşıtı yapan budur. Hem milli hem sosyalist bir ülke, bir de elinde güçlü bir silah olursa, bu ABD için tehlikelidir.

Şimdi ABD’nin bu oltasına takılanlar şunu kendilerine sorsun. Irak halkı elbet fakir. Ama bu fakirliğin nedeni Saddam’ın sarayları mı, yoksa milli, sosyalist ve 
silahlanmış bir ülke yaratma çabası mı?

Saddam’ın sarayları diyenlere bir diyeceğimiz yok. Siz Bush tipi bir komünizmin, Bush tipi bir silahlanma karşıtlığının ve Suudi tipi bir şeyhliğin savunucususunuz 
o kadar.

Politikanızın “düzey”i de işte bu kadar: Çapı Bush’un beyni, derinliği Bush’un komünizmi!

Ortadoğu liderleri ağızlarıyla kuş tutsalar demokrat olamazlar

Fakat bu oltaya tam takılmayanları da bekleyen başka bir tehlike vardır. Şimdi Saddam’a yönelik o propagandaya geçelim ama bu arada Saddam’ın, milli, 
sosyalist ve silahlanan bir ülke olduğunu aklımızın bir köşesine yazalım.

Şimdi ABD’liler diyor ki Saddam diktatör, hem de eli kanlı bir diktatör. Neden? Otuz yıldır ülkenin başında.

Bunu ABD’lilerin demesi gayet doğal. Çünkü ABD’liler kural olarak ve gelenek olarak asla doğru söylemezler. Ama ABD’liler söyledikleri yalanları o kadar 
sık tekrarlarlar ki bir süre sonra insanlar bunların gerçekliğini sorgulamayı bırakırlar. İşte Saddam’ın diktatörlüğü de böyle bir propaganda başarısının eseridir.

Fakat bu başarının temeli nedir? Saddam diktatör ama ABD demokrat, peki neden?

Bunun tek bir nedeni vardır. Irak bir Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla Irak’ın demokratik olmasının imkanı yoktur. Bir Ortadoğu ülkesinin lideri ağzıyla kuş 
tutsa demokrat olamaz. Bu sadece Saddam için değil, Suriye ve İran gibi Ortadoğu ülkeleri için de geçerlidir.

Peki bu anti demokrasinin bir temeli var mıdır? Yoktur. Zaten olması da gerekmez. Bakın Ortadoğu’da seçim olan, yönetimlerin seçimle işbaşına geldiği, 
Anayasa’ya bağlı olan bir kaç ülke vardır: Irak, Suriye, İran, Mısır, Filistin. Bunların dışında hiçbir Ortadoğu ülkesinde ne Anayasa ne de seçim vardır. 
Hepsi babadan oğula geçen şeyhliklerle yönetilir. Ama bugüne kadar bunlar için antidemokratiklik suçlaması gelmemiştir. Çünkü bunların hepsi ABD ile dosttur. 
Ama seçim olan tüm ülkeler de ABD ile kavgalıdır. O zaman antidemokratlığın tek ölçütü vardır ABD’ye karşı olmak.

Saddam’a yargısız infaz

Tarihi gerçek şudur: Ortadoğu’da üç ülke, Irak, Mısır ve Suriye, üç arap ülkesi de bir zamanlar şeyhliklerle yönetilirken, buralarda sosyalist devrimler 
gerçekleşmiş. Halkçı anayasalar yapılmıştır. O günden buyana da tüm yönetimler seçimle gelir.

Bunun aksini iddia eden varsa yani bu ülkeler antidemokratik diyecek olanlar bu antidemokrasinin örneklerini göstermelidir. Ama biliyoruz ki bugüne kadar 
ne ABD’liler ne de başkaları bunun örneğini göstermemişlerdir. O halde bu antidemokrasi suçlamasının nesnel bir gerekçesi de yoktur.

Ama bu gerekçesiz iddia ile bir ulus bugün katledilmektedir. Biz Saddam’ın diktatörlüğüne de karşıyız diyecekler biraz elllerini vicdanlarına koysunlar; sizin 
bu yaptığınız yargısız infaz değildir de nedir?

Saddam, Arafat, Atatürk

Irak bize uzak. Orayı bilmiyoruz. Oradan haberimiz yok. İyi de bu, bir ülke hakkında karar vermek için yeterli mi? Bugüne kadar Irak’ı bir gün dahi görmemiş olanlar, Irak yönetimi, Irak tarihi hakkında bir satır okumamış olanlar nasıl oluyor da Irak’ın demokrasi karşıtlığı konusunda böyle ahkam kesebiliyorlar?

Nedeni basit, bu propagandanın hepsi ABD’den geliyor. Propagandanın gerçekle ilgisi yok ama bizim Amerikan ve Avrupa hayranı insanlarımız bunu gerçekmiş 
gibi ele alıyor.

ABD’ye ve Avrupa’ya o kadar güvenenlere hemen iki örnek verelim.

ABD ve Avrupalıların tıpkı Saddam gibi antidemokratlıkla suçladığı başka bir Ortadoğu lideri daha var: Yaser Arafat!

Şimdi şunu cevaplayın bakalım: Arafat da diktatör mü?

Amerikalılara göre evet diktatör. Hem de cani bir diktatör. Terörist bir diktatör. O da 30 yıldır ülkesinin başında ,onun için mi?

Peki buyrun size ikinci örnek: Atatürk.

ABD’liler için biliyorsunuz Atatürk de bir diktatör! O da 1923’ten ‘38’e 15 yıl ülkesinin başında kaldı. Ölene kadar iktidardaydı. Ölmese daha da kalacaktı.

Bakın AB’nin son Türkiye raporu ne diyor: Kemalizm, Türkiye’nin AB’ye girmesine engel!

Neden, çünkü Kemalizm demokrat değil!

Atatürk bir Doğu lideridir

Gördünüz mü, kanıta gerek olmayınca sadece Saddam değil, Arafat da, Atatürk de diktatör olur!

Ama biz Atatürkçüyüz öyle değil mi?

Hem Atatürkçüyüz hem de Saddam’a karşıyız öyle mi?

O halde öncelikle şunu sorgulayalım: Biz nasıl Atatürkçüyüz?

Atatürk tüm dünyada Doğunun güneşi olarak bilinir. Ama bizde Atatürkçüler Atatürk’ü Fransız devriminin Türkiye versiyonu sanır. Hiçbir ABD ve Avrupa ülkesi Atatürk’ü bir Fransız uygulaması olarak görmez ve ona karşı çıkar. Son AB raporunda olduğu gibi onu demokrat olmamakla suçlar.

O halde gerçek şudur: Atatürk bir Doğu lideridir ve Atatürkçülük de bir Doğu uygulamasıdır. Bu nedenle de Amerikalılar da Avrupalılar da Atatürk’ten nefret 
eder, onu yıkmaya çalışır.

Saldırı Saddam’a değil, Atatürk’e!

Doğunun demokrasi standartlarını Batı ile karşılaştırırsak yanılırız. Doğunun demokrasilerinde liderler, tıpkı Atatürk gibi, tıpkı Arafat gibi ölene kadar başta 
kalabilirler, bu demokrasi olmamasının değil demokrasi olduğunun kanıtıdır. Çünkü Doğunun liderleri Batıyla savaşırlar ve bu savaşta halk onları başta görmek ister. Halk istediği için uzun süre başta kalırlar. İstediğiniz kadar seçim yapın bir Atatürk’ün, bir Arafat’ın seçim kaybetmesinin imkanı yoktur.

Batılılar bunu demokrasi yok diye bize yuttururlar. Ve bizim saf Atatürkçülerimiz bu oltaya düşer. Bilmez ki saldırı aslında Saddam’a değil Atatürk’edir. 
Sadece Atatürk’e de değil tüm Doğunun tüm liderlerinedir.

Doğuda lider, halktır. Atatürk’le Türk halkı arasında bir boşluk yoktur. Atatürk’le Türk halkını birbirinden ayırma çabaları hiçbir sonuç vermez. 
Aynı şey Filistin’de de sonuç vermez, Irak’ta da. Bu topraklar, kendi içlerinden liderler çıkartırlar ve onları yıllarca savunurlar.

E bunu Batılılar bir türlü anlayamazlar. Çünkü onların lideri halk içinden çıkmaz. Onların liderleri kapitalist tekeller tarafından seçilir. 
Dolayısıyla onların halkı ile liderleri arasında derin bir boşluk vardır. Bu boşluğu halklarını uyutarak ve satın alarak kapatırlar. 
Bunun adına da demokrasi derler.

Yerseniz!

O halde şu Irak saldırısı bize tek bir şeyi göstermeli: Biz Ortadoğuluyuz.

Atatürk de öyleydi, Atatürkçülük de!

Şimdi Saddam’la Atatürk nasıl yanyana gelir diye soranlar tabloya baksınlar. ABD’nin hedef tahtasında hepsi yanyana.

Biz mi yanılıyoruz, ABD’liler mi?

Atatürkçüler kimin yanında?!

Doğru Saddam bir Atatürk değil. Onu iddia da etmiyoruz. Bizim dediğimiz şey şu, ABD’liler, yani sömürgeciler dün Atatürk’ü bugün de Saddam’ı aynı 
nedenle hedef alıyorlar. Ortadoğulu ve devrimci olduğu için. Batıya karşı çıktığı için. Halkçı ve milliyetçi olduğu için. Kamucu olduğu için.

Ama Atatürk elbette büyük bir dünya lideri. Onun yeri elbet başka. O dünyayı değiştiren bir liderdi. Bugün Saddam, onun değiştirdiği dünyada elinden 
geldiğince birşeyler yapıyor. Ama dün Atatürk’e tahammül edemeyenler bugün de Saddam’a edemiyor.

Sırf Saddam’a da değil. Arafat’a da, Chavez’e de!

Bakın Chavez de bir Castro değil ama ikisi bugün kolkola mücadele ediyor değil mi?

Demek aradaki fark, yanyana olmamayı gerektirmiyormuş!

Eminim bugün Atatürk hayatta olsaydı, Saddam’ın yanında olurdu. Zaten o gün bile bu yönde öneriler yaptı, Irak’la federasyona gitmeyi düşündü.

Peki Atatürkçüler?

Saddam’ın alternafi yok, bunu bilin.

O da bir Ortadoğulu, siz de!

Bugün Saddam’ın alternatifi Irak halkı değil, ABD ve Ortaçağ Kürt aşiretleri!

Siz kimin yanındasınız kardeşim?

Barzani’nin mi, Talabani’nin mi?

Yoksa Türk Ordusu Kuzey Irak’a Giremez diyen Bush’un mu?


http://www.turksolu.com.tr/27/yon27.htm

***

Anti Emperyalist Direniş Merkezi BÖLÜM 3


Anti Emperyalist Direniş Merkezi BÖLÜM 3


,,
Ümit Gürtuna:

Misyonunu Cesurca Sürdürüyor ''

Türkiye' de en zor gerçekleştirilen yayıncılığın başında dergicilik gelir. Ülkemizde dergicilik her nedense bir türlü yerine oturamamıştır. Hele on beş günde bir 
yayınlanan dergilerin yaşaması daha zordur.

" Batı'nın değil Türkiye'nin , Sermayenin değil Solun Gazetesi" sloganıyla dergi yerine gazete olduğunu tanımlayan TÜRKSOLU dergicilikten on beş günde bir 
yayınlanan "Gazeteye" geçişin ender örneklerinden. Hem de başarılı olanlarından...

Genç bir kadronun hazırladığı TÜRKSOLU gazetesi yayıncılık teknolojisini kullandığı gibi içerik olarak da önemli mesajlar veriyor. 
Böylece bir misyonu da cesurca sürdürmüş oluyor. 
Bu özellikleriyle de uzun erimli bir savaşıma hazır gözüküyor. 
Başarıların devamı dilerim. >

Dünyaya Açılan Pencere: Anti-Emperyalizm;

TÜRKSOLU’nun milliyetçi politika izlemesi liberallerin (özellikle liberal solun) klasik saldırılarına neden oluyordu. Deniyordu ki; milliyetçilerin gözü dünyanın 
gerçeklerine kapalı. Milliyetçiler içe kapalı bir politika izliyorlar. TÜRKSOLU ise bu saçma ve sığ teze her seferinde dünyanın gerçeğini bunların yüzüne vurarak 
cevaplamayı seçti. TÜRKSOLU’nun Türkiye siyaseti içinde aldığı belirgin ve uzlaşmaz tavrın esası dünya çapındaki mücadeleye bakış açısından kaynaklanıyordu.

Dünyaya gözleri kapalı olanlar Amerikanofiller ve Avrupa hayranlarıdır. Batı haydutluğunun medyadaki paralı askerleri dünyaya at gözlükleri ile bakmaktadır. 
ABD gücüne tapınanlar, Batının mutlak üstünlüğüne inananlar, ezilenlerin her çıkışında şaşkına döndüler. Filistin’de çocukların İsrail tanklarına taşlarla 
saldırmaları bunları deliye döndürüyordu. Amerikan “uygarlığının” simgesi olan ikiz kuleler ve Pentagon saldırıya uğrayınca ne yapacaklarını, ne yazacaklarını 
şaşırdılar. ABD’nin bombalarıyla, özel harekât timleriyle Afganistan’a uygarlık götüreceğini duyunca sevindiler fakat, aradan iki yıl geçtiğinde Ladin hala 
Amerikalıları tehdit etmeye ve yok etmeye devam ediyordu.

Ufukları Batı haydutluğuyla kapalı bu kesimler şimdi ise her gün Irak’ta ölüp ölüp diriliyor. İki gün içinde ABD’nin Irak’ı bitireceğinin hesaplayan bu çevreler 
Irak direnişe başladıktan bir hafta sonrasına kadar köşelerinde ne yazacaklarını şaşırdılar. Türklükle değil dünya vatandaşı olmakla övünen köşe yazarları 
direniş boyunca havadan sudan bahsetmeyi tercih ettiler, ya da her gün başka bir yalan uydurarak bağlılıklarını tazelediler.

Ezilenlerin her direnişi sadece paralı Amerikan askerlerini değil, bizim “enternasyonalist” solcuları da şaşkınlığa uğratıyordu. İkiz kuleler yıkıldığında 
Pentagon askerleri ve Dünya Ticaret Merkezi’nin kan içici spekülatörleri için üzülmeyi tercih edenleri, Filistin’de “hepimiz İsrailliyiz” diye yazacak kadar 
aşağılıklaşanları, Irak’ta Bush’tan çok Saddam’a savaş açmayı solculuk sananları da hep gördük.

Gerek medyadaki paralı askerlerin gerekse diğerlerinin sonuçta dünyanın gerçeklerini görmelerine hiçbir olanakları olmayacağını başından beri vurgulamıştık. 
Bunların hepsi Batıya belli ölçülerde bağlılığın sonuçlarıydı. Böyle bir bağlılık içinde ezilenlerin tavrını anlamaya da, anlatmaya da imkan yoktu.

Buna karşın TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz yıl içinde dünya çapında yaşanan gelişmeler içinde aldığı tavır her seferinde büyük yankı uyandırdı. 

TÜRKSOLU’nun bu yöndeki değerlendirmelerinin gerek TÜRKSOLU çizgisine yakın okur kitlemiz arasında, gerekse sağ-sol çeşitli siyasi kesimler içinde 
tartışıldığını gördük. Aslına bakılırsa, dünya çapında ezilenlerden yana aldığımız tereddütsüz ve radikal tavır TÜRKSOLU gazetesinin kimliğinin oluşmasındaki 
en belirleyici tavır oldu. TÜRKSOLU, büyük ölçüde bu tavrımız üzerinden tartışıldı. TÜRKSOLU’nun Türk siyasetinde aldığı tavır, dünya çapındaki mücadelede aldığı tavrın bir yansıması oldu. Bu anlamda kimin daha dünyalı olduğunu şimdi tartışmak gerekiyor.

Amiral Battı

Bu anlamdaki en önemli sayılarımızdan biri şüphesiz ki 11 Eylül’ün birinci yıl dönümünü değerlendirdiğimiz 12. sayı; “Amiral Battı” oldu. “Amiral Battı” da 
11 Eylül saldırılarıyla birlikte ABD hegemonyasının yıkılmakta olduğu bir sürece girildiğini açıklıyorduk. ABD’nin emperyalist zorunluluklardan ötürü asla 
kazanamayacağı bir saldırganlığa girdiğini görüyorduk. ABD’nin Doğu seferi Büyük İskender’in Doğu seferinden farksız olacaktı. ABD’nin yıkılışında ezilen 
ulusların inisiyatifinin ön plana çıkacağını söyledik.

Eylül 2002’de TÜRKSOLU’nda bunları yazdığımızda, değerlendirmeleri abartılı bulanlar, Irak direnişi karşısında şakınlığa uğradılar. Oysa ABD saldırganlığına 
karşı bir vatan savunmasının değerini iyi biliyorduk. Daha saldırı başlamadan Irak direnişi ABD saldırganlığını dünya çapında sarsmış, ABD’nin bugüne kadar 
dayandığı Batı ittifakı ve uluslararası kurumlar içinde büyük çatlamalara sebep olmuştu. ABD’nin Irak’ta olmasa bile Ortadoğu’da büyük bir rezalete ve iflasa 
doğru gittiğini hâlâ vurguluyoruz.

Filistin üzerine yazdıklarmız da aslında bunun belgesidir. İşte Filistin’de 50 yıldan fazla süredir bir işgal sürdürülmektedir. Dünyanın silahlanma bakımından 
en savumasız halkı, ABD destekli en militer devletine 50 yıldır kök söktürmektedir. 

TÜRKSOLU’nun ilk sayısı da Filistin’le başlamaktaydı. O gün Arafat portresini kapağımızda bayraklaştırıp “İntifadaya devam” dediğimizde, “Atatürkçülerin bununla ne ilgisi var” diyenler geçen yıl içinde her gün intifada mantığının doğrulandığını gördüler. Hatta en Batılı eylemler bile kendilerini “küresel intifada” olarak adlandırıyordu. Daha o gün İsrail işgaline karşı “canlı bomba”ları savunduğumuzda şaşkınlığa uğrayanlar, bugün ABD’yi tir tir titreten bu savaşçıların ,Iraklıların da en meşru savunma refleksi olduğunu görmekteler. Oysa yöntem önemli değil TÜRKSOLU’na göre: her koşulda bir şekilde işgalci kovulmalıdır. Emperyalistler dünya yüzeyinde işgalcidir ler. Onların sivili ve askeri yoktur.

Üçüncü Dünya dayanışması ve Che olmak

TÜRKSOLU’nda üçüncü dünya dayanışmasını örneklerine de büyük önem verdik. Filistin’de Arafat’ın, Irak’ta Saddam’ın, Venezüela’da Chavez’in koşulsuz 
destekçisi olduk. Gazete sınırları içinde kalmayarak doğrudan destek gösterilerine ve kampanyalarına da öncülük ettik. Atatürkçülüğün söz konusu olan “ Mazlum Milletler ” olduğunda koşulsuz destek vermek olduğunu anlatmak TÜRKSOLU’nun sistematik yayın yaptığı önemli konulardan biridir.

Geçtiğimiz yılın emperyalist karanlığı içinde Üçüncü Dünya dayanışması yönündeki gelişmeler hep ışık kaynağı oldu. Venezuela’nın devrimcisi Chavez’le 
Saddam’ın, ve Fidel Castro’nun yan yana gelmesi 21. yüzyılın kaderini belirleyecek önemde gelişmelerdir. Paralı asker medya yalnızca Chavez’in devrildiği yönündeki haberlere açıkken, TÜRKSOLU bu yönde dünyaya açılan bir pencere haline geldi.

TÜRKSOLU olarak antiemperyalist tavrımızı, hepimiz Che gibi olalım çağrısıyla, hem bir eylem hem bir yaşam biçimi olarak belirtiyorduk 14. sayıda. 
“Che Emperyalizmle Savaşa Çağırıyor” kapağıyla antiemperyalist mücadeleden neyi anladığımızı açıklıkla ifade ettik. Che elbette ki Türkiye’deki anti-emperyalist mücadele açısından en büyük örneklerden birini teşgil etti hep. Ama biz anti-emperyalizmin en somut anlamının birer Che olmaktan geçtiğini vurgulamayı gerekli görüyoruz. TÜRKSOLU’nun bu yöndeki çağrılarına genç arkadaşlarımızın büyük bir coşkuyla cevap verdiğini de sevinerek gördük.

TÜRKSOLU bir Direniş Merkezidir

Sonuç olarak bir yılı değerlendirdiğimizde, TÜRKSOLU’nun düzenle tüm bağlantılarını koparmış bir direniş merkezi olduğunu görüyoruz. 
Burada gazeteciliğimizin sınırlarından biraz uzaklaşarak bir değerlendirme yapmama da izin verin. TÜRKSOLU’nu çıkartan gençler olarak kendimizden kuşakça hayli büyük olan insanlara gittiğimizde büyük şaşkınlığa uğradık. Kapı kapı satış yapmak, Anadolu’yu dolaşmak bizim üslubumuzdu. Buralarda birçok insanla tanışma fırsatı buluyorduk. Bunların arasında karşısındakinin yaşına bakmadan güvenen ve “siz ne isterseniz onu yaparım”, “TÜRKSOLU hareketine tabiyim” diyecek kadar yüce gönüllü insanlarla karşılaştık.

Bu duygusal bir refleksle açıklanabilir mi? Ortaya çıkan durum şuydu; kuşaklar boyu aynı sorunlarla mücadele etmiş insanlarla karşılaşıyorduk. Aralarında 
dedemiz yaşında olanlar vardı. Ancak bunlar bizleri gördüklerinde Milli Mücadele’ye atılmış gençlik yıllarına dönüyorlardı. Türkiye’nin gerçeğidir bu. Atatürk’ten başlayarak 5 kuşaktır devrimcilik yapılmaktadır Türkiye’de. Bağımsızlık Savaşı’nın ve Türk Devrimi’nin kuşağı, 1960’ın ABD diktatörlüğünü yıkmış kuşağı, 68’in anti-emperyalist kuşağı, 70-80 arasının halktan başka bir kaygısı olmayanlarının kuşağı ve şimdi biz gençler.

TÜRKSOLU’nda bazı şeyleri büyük bir yetkinlikle aktarabiliyorsak, bu işte bu kuşaklar boyu tecrübenin ürünüdür. Başyazarımız Gökçe Fırat’ın bugünlerde 
internette günlük olarak da yayınlanmaya başlayan yazılarını ortaokul öğrencisinden, 60’ların devrimcisine herkes rahatlıkla tartışabiliyorsa, bu TÜRKSOLU geleneğinin yarattığı ideolojik netlikten kaynaklanmaktadır. TÜRKSOLU’nun köşe yazarları olan aydınlarımız ise tüm o medya karanlığı karşısında namuslu, vatansever aydın olmanın örneklerini vermektedirler.

Bu yüzden bu kuşaklar boyu ve evrensel direniş geleneğine bağlı olan TÜRKSOLU anti-emperyalist bir direniş merkezidir.

<  Vahap Erdoğdu: Kurtuluşun Bayrağını Dalgalandırıyor >

TÜRKSOLU yayın yaşamına adımını atarken, " Türk Solu " geleneğini sürdüreceğini söylüyordu.

Neydi "Türk Solu" geleneği ?

Anti-emperyalist, ulusalcı, demokratik ve devrimci gelenek. Bu gelenek, kaynağını tarihte ilk kez emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş Savaşını veren ulusumuzun, Doğunun "mazlum uluslarına" örnek olması gerçeğinden besleniyordu.

Bu gelenek Dünya'nın ve Türkiye'nin o günkü koşullarında 1960'lı yıllara taşındı. Türk Solu başka yayımlarla birlikte bu cephede mevzilenmişti.

O günlerde bir başka ülkenin, Vietnam'ın çocuklarının bedenleri, ABD emperyalizminin "napalm"ları ile kavruluyordu.

Filistinli çocuklar o günlerde de İsrail tanklarına karşı sapan taşlarıyla karşı koyuyordu.
Kastro o gün de emperyalizme meydan okuyordu.

TÜRKSOLU bir yıl önce devrimci geleneğimizin saflarında yerini yeniden alırken Dünya'nın siyasal coğrafyası oldukça değişmişti.

ABD emperyalizmi Dünyanın tek egemeni olarak kalmıştı. Dünya'nın siyasal coğrafyasını yeniden düzenleyerek egemenliğini kalıcı kılmak istiyordu. 
Pentagon'un ABD tekelleriyle birlikte kotardığı planın adı konmuş, hedefi belirlenmişti:
Adı "Medeniyetler Çatışması" idi. Hedefi ise Ortadoğu'nun petrol kaynakları üzerinde yaşayan geri bırakılmış "Mazlum Müslüman" halkları.
Gerçekten de bu bir "medeniyetler çatışması" olacaktı. Varlığını tarihin en acımasız soykırımına dayandıran dört yüz yıllık kovboy medeniyeti ile, altı bin 
yıllık Mezopotamya ve Ortadoğu medeniyetinin çatışması, bir başka anlatımla insanlık tarihinin vahşice yok edilmesi savaşıydı bu.

Yıllardan beri silah tekellerinin en iştahlı pazarı haline getirdikleri Ortadoğu, şimdi medeniyet canavarının kustuğu ateşin çemberinde yeni bir soykırım yaşıyor.

İnsanlık, bu soykırımı dehşet ve çaresizlik içinde seyrederken, ruhlarını dolara satmış bir avuç hain, gözbebekleri kavrulmuş Babil'in çocuklarını "zaferin" 
kanıtı olarak sergiliyorlar.

TÜRKSOLU vatanını " Kiraz ağacı altında kadın memesine " değişecek kadar yozlaşmış bir ideolojik ortam içerisinde, halklarımızın tarihini taçlandıran 
geleneğimizin bayrağını daha da yükselterek geleceğe onurla taşıyor.

Anasının kanlı memesiyle beslenen Bağdat'ın bebesi, misket bombaları ile delik deşik olmuş cesetler arasında insanlığa gülücük dağıtıyor.
Ve Davut' un torunları, Filistinli çocuklar, tanklara karşı hala taş atıyorlar.
TÜRKSOLU daha da pekiştirdiği mevzilerinden kurtuluşun bayrağını sallıyor. >


http://www.turksolu.com.tr/27/kapak27.htm


***


Anti Emperyalist Direniş Merkezi BÖLÜM 2



Anti Emperyalist Direniş Merkezi BÖLÜM 2

İlhan Selçuk:Türklükle Evrenselliğin bütünleşmesi

Uygarlıkta en büyük solculuk akılcılık ve bilimciliktir, daha başka deyişle Aydınlanma Devrimi’dir. Kemalizm, Aydınlanma Devrimi’nin Anadolu’daki adıdır; solun Türkçesidir. İnsanlığınm sosyal adalet ilkesini Türkiye’de dile getirmek TÜRKSOLU’nun içeriği olmalı; Türklükle evrenselliğin bütünleşmesi bu yolla 
gerçekleşmeli... 


Bedri Baykam:

Kuvayı Milliye Ruhuyla 68 Eylemciliği birarada,

TÜRKSOLU günümüz Türk gençlerinin Kuvayı Milliye ruhuyla, 68 kuşağının eylemciliğini ve kararlılığını birarayla getiren bir dergi. Genç bir ekibin bu kadar 
özveriyle bu kadar çalışkanlıkla ve pazar şartlarının tüm elverişsizliğine rağmen TÜRKSOLU’nu çıkarmalarız hem sevindirici hem de düşündürücü. 

Bu genç arkadaşların savundukları fikirlerin Cumhuriyet gazetesi ve birkaç istisnai yayın dışında ve yine kendi çıkardıkları İLERİ dergisi günümüz medya 
ortamında yok olması, hiç bulunamaması ülkenin hangi uçlara çekildiğini bizlere gösteriyor. TÜRKSOLU’nun adına uyan bir şekilde devrimci, cumhuriyetçi, 
laik ve demokrat fikirleri tüm işbirlikçilere rağmen inadına bu topluma ulaştırmaya devam edeceğine inanıyorum.


Ataol Behramoğlu:

60’lı yılların Devrimci kuşağının devamı,
Bütün sayılarınızı tam olarak inceleyebildiğimi söyleyemem ama elimden geldiğince takip etmeye çalıştım. Birçoğunu da okudum. Herşeyden önce düzenli biçimde çıkarabildiğiniz için sizi kutlarım. Üniversiteli bir gençlik topluluğunun hem İleri gibi kapsamlı bir dergi hem de TÜRKSOLU gibi bir gazeteyi düzenli olarak çıkarabilmesi tabii ki özveri gerektiriyor, çalışkanlık gerektiriyor, inanç gerektiriyor. Sizde bunların olduğunu biliyorum. Sadece bu dergi değil bunun göstergesi, eylemlerinizle de biliyorum. Üniversite içinde de dışında da... Bu açıdan sizleri kutluyorum. 

Yayınlarınıza tabii ki genel çizgileriyle katılıyorum. Özetleyecek olursak, toplumculuk ve yurtseverlik... İki kavram birbirinden ayrılmaz. Ayrılmamalıdır da... Denebilir ki, birbirinin özdeşidir. Toplumcu içerikten yoksun olan bir yurtseverlik ve yurtseverlik duygusundan yoksun olan bir toplumculuk eksiktir. 
Böyle bir toplumculuk mekanik bir toplumculuk olur. Toplumculuk bilinci eksik olan bir yurtseverlik de bir duygusallık olarak kalmaya mahkumdur. İkisinin 
birleştirilmesi çok önemli. 

Bu anlamda sizin kuşağınız 1960’lardan, hatta 40’lardan, hatta daha öncelerden sürüp gelen ilerici, devrimci gençlik hareketlerinin bir devamı hatta bir 
aşaması oluyor. 

Zaman zaman bazı sekter davranışlarınız olduğunu düşünüyorum. Mesela, Ahmet Altan’la ilgili yaklaşımınızı benimsemedim. Ahmet Altan’ı eleştirip 
eleştirmemek başka bir konu ama bir yazara yönelik eleştirinin daha farklı olması gerekirdi diye düşünüyorum. Taksim’de bir genç kızın “Ahmet Altan’ı omlete çevirdik” diyerek dergi satmasına üzüldüm. Bizim gibi düşünmese de hatta karşı kampta bile olsa bir yazara karşı daha dikkatli olmak gerektiğini düşünüyorum.


Erol Manisalı:
Kemalizmin İçini Dolduruyor,

Kemalizmin içinin doldurulması gereken bir husus olduğunu TÜRKSOLU gibi dergileri okuyarak öğrenme olanağı bulunmaktadır. 
Derginin önemli bir işlevi olduğuna inanıyorum. Özellikle de Özalcılıkla birlikte Batı kapitalizmine tek yanlı bağlanmak istenilen Türkiye’nin gençliği ulusalcı 
politikaları somut bir biçimde görebilmek ve anlayabilmek için söylev bazından çok yaşanan dünyaya indirgenen bir biçimde konuları ele almka durumundadır. 

Ulusalcılıkla, ulusal sanayi arasındaki ilişiki, ulusalcılıkla çiftçinin çıkarı arasındaki ilişki, ulusalcılıkla işçinin çıkarı arasındaki ilişiki ve Kemalizmle ulusalcılık 
arasındaki ilişki bütünleştirildiği zaman Kemalizimin içi doldurulmuş olacak ve Kemalizmin sadece bir söylevler topmlluluğu olmadığı, bugün yaşanan çağdaş 
uygarlığa ulaşmamızın bir aracı olduğu daha iyi anlaşılacaktır. >

< Sunay Akın: Deniz Gezmişlerin devamı!!! >

TÜRKSOLU’nun Okurlarının büyük bir kesiminin genç insanlar olduğunu görüyorum ben. Bu umut verici. Bu gazeteyi üretenlerin de Atatürkçü, devrimci gençler olduğunu biliyorum. Bu da bizler için başka bir umut kaynağı. 

TÜRKSOLU geçtiğimiz bir yılda kendi kendine geliştirdi. Yaptıklarını, yaşadıklarını sorgulayarak bir yılı geride bıraktı. Bu gazetenin çok büyük fedakarlıklarla, 
özveriyle çıkarıldığına, sokak sokak, meydan meydan, ev ev satıldığına ben kendim tanık oldum ve biliyorum. TÜRKSOLU gazetesi yıllar sonra yeniden çıkarak bir geleneğin duruşunu canlandırıdı. Bu gelenek Türk Solunun emperyalizme karşı Kuvayı Milliye’den bugüne gelen direniş geleneğidir. Bağımsızlık, laiklik ve demokrasi için halkın mücadelesine öncülük etmiş bir gelenektir. Herşeyden önce yıllar önce Deniz Gezmiş’lerin çıkarmış olduğu gazetenin 2002 yılında yeniden aynı isimle ve anlayışla canlanması çok önemli bir olaydı. Bu olay Türk Solu geleneğinin de sürekliliğini ortaya koymuştur. 

O yıllardan bugüne Türkiye’de çok şey değişti ama halkımızın boğuştuğu temel sorunlar aynı. Türk Solu geleneğinin geçmişteki duruşu bundan dolayı bugünkü 
TÜRKSOLU’nun yayınına da ışık tuttu. Ancak yine de bugünün kendi özgül koşulları ve Türkiye ve dünyanın hızla gelişen güncel siyaseti içinde halka yön 
gösterebilmek gibi son derece zorlu bir ödevle karşı karşıyaydı TÜRKSOLU. Genç arkadaşlar ve benim de araların da olduğum pek çok aydın, şair, akademisyen 
ve yazar bu gazeteyi bir yıl boyunca başarıyla ayakta tutabildik. Bu görevi yerine getirmeye çalıştık. Emperyalizmin ülkemize ve tüm bölge halklarına yönelik 
saldırılarının yoğunlaştığı bir dönemde kuşkusuz bu önemli bir görevdi.

TÜRKSOLU bir yıl boyunca Türkiye’de siyasi gündemi başarıyla yakalamış ve bir boşluğu doldurmuştur. Yayıncılığın ne kadar zor olduğunu bildiğim için bunun 
büyük bir başarı olduğunu görüyorum. Zaten başarılı olmasaydı 

TÜRKSOLU etkisini artırarak yaşama şansına kavuşamazdı. Daha önümüzdeki yolun çok uzun olduğunu TÜRKSOLU’nu çıkaran arkadaşlar da biliyorlar. 
İnsanoğlu hayatının ilk yılında emekler ve en sonunda ayağa kalkar. TÜRKSOLU da emeklemek dönemini çoktan geçti, şimdi ayakta duruyor ve adımlarını 
atıyor. Bu genç gazetenin zaman içerisinde uzun bir koşuyu başarıyla tamamlayacağını umut ediyorum.


Nail Güreli:

Antiemperyalist Tavrın Önemi

TÜRKSOLU Gazetesi’nin birinci yılını tamamlaması önemli bir olay. Basın alanında bu önemli olayı gerçekleştiren gençleri ve TÜRKSOLU’nun ikinci yılını 
kutluyorum. 
Bağımsız ve özgür basın, demokrasinin vazgeçilmez ön koşuludur. Basında çok seslilik, demokrasinin sağlıklı işlemesini sağlayacak öğelerin başlıcalarından 
biridir. 

TÜRKSOLU, basındaki çok seslilik içinde anlamlı bir yer tutuyor ve dile getirdiği düşüncelerle dikkat çekiyor. TÜRKSOLU’nun etkin ve daha yaygın biçimde, 
bağımsız olarak özgürce yayınını sürdürmesi önem taşıyor. 

TÜRKSOLU’nun ikinci yılına girdiği dönemde, dünya ölçeğinde yaşanan çok önemli olaylar da TÜRKSOLU’nun savunduğu antiemperyalist ve bağımsızlıktan 
yana tavrın önemini artırıyor. Amerikan - İngiliz emperyalizminin Irak’a hak hukuk, insanlık dışı saldırısı üzerinden dünyayı tehdit eden yayılmacılığına, 
zorbalığına, vahşetine karşı direnmek, barıştan ve bağımsızlıktan yana her yurtseverin görevi olmalıdır. 

Bu bağlamda cesur bir tavır içinde yayınını sürdüren TÜRKSOLU’na ikinci yayın yılında da başarılar diliyorum.


Öner Yağcı:

TÜRKSOLU bir kazanç ve kıvançtır

İki yıl boyunca devrimci aydınlarımızla buluşup ülkemizin sorunlarını cesurca tartıştıkları İLERİ dergisindeki başarılı yayınlarıyla dikkat çeken Atatürkçü ve 
devrimci gençlerimizin yarattığı bir atılım olan TÜRKSOLU, ülkemizin gerçeklerinden ve solun birikiminden beslenen devrimci bir tavırla toplumsal yaşamımızın nabzını tutmaya iddialı bir ad ve aday olarak ortaya çıktı. 

TÜRKSOLU'nun, çıkışının birinci yılında aynı coşku ve kararlılıkla, aynı bilinç ve sorumlulukla, aynı onur ve duyarlılıkla, aynı cesaret ve sevdayla 
Mustafa Kemal Atatürk'ün bağımsız ve devrimci Cumhuriyeti'nin yeniden yaratma savaşımını sürdürmesi, ülkemizin aydınlık geleceği için bir kazanç ve 
kıvançtır.  >

Türk Ordusunu Tasfiye Planı

Devrimcilikte ve devrim stratejisinde ısrar etme tutumumuz, siyasi mücadele içinde en ciddi tezahürünü ordu üzerine yazdıklarımızda bulmaktadır. 
2002 yılında Türk ordusuna yönelik bir tasfiye planı uygulandığını görmekteyiz. Bu planın sahipleri Batılı emperyalistlerdir. Siyasi hattını ordu düşmanlığı 
üzerine kurmuş olan sağ-sol siyaset anlayışları emperyalistlerin Türkiye üzerindeki planlarını görememekteler veya gizlemekteler. Ordu düşmanlığı üzerine kurulu politikanın hızla emperyalistlerin kucağına oturduğunu görmekteyiz.

Oysa TÜRKSOLU’nda devrimciliğin temel kriterini antiemperyalist olmak üzerine kurmuştuk. Bu durumda ordu konusundaki emperyalist planlar karşısında 
durmak da devrimci bir görev olmaktadır. 2002 yılı içinde orduyu tasfiye planı çeşitli defalar Türk halkının önüne sürüldü.

AB, Türk ordusunu tasfiye etmek konusunda aceleci ve ısrarlı bir tavır takınmaktadır. 2002 yılı içinde AB sürecine ilişkin kriterlerin en önemlileri arasında Türk ordusunun devlet politikaları üzerindeki belirleyicinin kırılması yer alıyordu. AB tarafından bu yönde orduya çeşitli saldırılar ısrarla sürdürüldü. 
3 Ağustos yasaları ile AB’nin bu tasfiye planı doğrultusunda önemli yol da alınmış oldu.

TÜRKSOLU olarak, iktidarların bu tasfiye planı doğrultusunda Batıyla işbirliği içinde olduğunu teşhir etmeyi önemli bir görev olarak belirlemiştik. 
3 Ağustos yasaları gibi belirgin bir örnek Kıbrıs konusunda yaşandı. AKP iktidarı Kıbrıs’ta doğrudan Kıbrıs Türk halkına ve Türk ordusuna karşı yürütülen 
planların savunuculuğunu yürüttü uzun süre.

ABD ise Türk ordusunu tasfiye planını başka bir yöntemle sürdürmektedir. ABD ile AB’nin Türkiye bakışlarındaki ve çıkarlarındaki ayrılıklarından kaynaklanan 
farklı planlar bizi şaşırtmamalıdır. Sonuçta aynı emperyalist karakter içide Türk milliyetçiliğine ve Kemalizme saldırılmakta, Türk vatanı savunmasız bırakılmak 
istenmektedir.

ABD planları Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt Devleti ile Türkiye’nin de kontrol altında tutulmasını içermektedir. TÜRKSOLU Ekim 2002’deki 15. Sayısında 
“Bugün Irak’ta Yarın Türkiye’de Kukla Kürt Devleti’ne Engel Olalım” kapağıyla ABD’nin Kürt devleti planını gerçekleştirmek için nihai adımlar attığını duyuruyor 
ve bunu engellemek için başta Türk ordusuna çağrıda bulunuyordu. ABD Planının başarısı ise ancak Türk ordusu Kuzey Irak’ın dışında tutulursa başarılı 
olabilecekti.

Ancak üzülerek gördüğümüz bir gerçek de şu oldu: Gerek AB’nin gerekse ABD’nin Türk ordusuna yönelik tasfiye planları henüz kırılabilmiş değil ve planlar 
da önemli, belirleyici başarılar kazandılar. 3 Ağustos yasaları ve ABD’nin Kuzey Irak planındaki gelişmeler bu açıdan kaygı vermektedir. TÜRKSOLU olarak 
darbeye ancak darbeyle karşı çıkılır diyerek 3 Ağustos sürecine müdahale edilmesi gerektiğini savunduk. Ordu bu yasaların geçmesine karşı olduğunu belli etse de izleme tutumunu tercih etti. Kuzey Irak’ta ise durum şimdi bizim Ekim’de yaptığımız çağrıda olduğunudan çok daha tehdit edici boyutta.

TÜRKSOLU olarak emperyalist devletlerin ve işbirlikçi siyasetin tasfiye planları karşısında Türk ordusunun savunulmasını vazgeçilmez bir tutum olarak 
görüyoruz. Bu tutum bir devrim yoluna sahip olmak konusunda ısrarcı tutumdur.

Bölücülüğe Karşı TÜRKSOLU

Gerek ABD’nin planları doğrultusundaki Kuzey Irak’ta kukla Kürt Devleti tehlikesi, gerekse de AB planları ile Türkiye’nin içinden kışkırtılan Kürtçülük tehlikelerine 
karşı tüm halk kuvvetlerin uyanık durması gerektiğini savunduk.

Türkiye’de sola sızdırılan bölücülük virüsüyle savaş ise bu konuda TÜRKSOLU’nun üstlendiği önemli görevlerden biri oldu. “Sol”, emperyalizm ve ezilen uluslar arasındaki sınıf mücadelesine dayanan devrimci tahlilden vazgeçtiği için, bölücülüğü bir tehdit olarak algılamadı. Oysa ezilen ulusların tüm mücadelelerine bakıldığında, emperyalistlerin böl-yönet politikalarının, bu uluslar ve bu ulusların devrimci mücadelesi açısından büyük tehdit oluşturduğunu görmek zor değildi. 

Oysa Türkiye’de liberal-Batılı virüs, bölünmeyi ve Sevr gerçeğini bir paronaya olarak gösterdi. TÜRKSOLU olarak hem üçüncü dünya gerçeğini ülkemize aktararak hem de Türkiye üzerindeki planları teşhir ederek emperyalizmin böl-yönet planlarına karşı devrimci tavrı hatırlatmaya çalıştık.

Daha 5. Sayımız “ Paronaya Değil Gerçek: Emperyalizm Böler ” kapağıyla çıkıyordu. Biz bu kapakta, Afrika’dan, Latin Amerika’dan, Güneydoğu Asya’dan örnekleri göstererek bölücülüğün ezilen uluslar açısıdan nasıl bir tehdit oluşturduğunu açıklıyorduk. Daha yeni Endonezya parçalanarak, Doğu Timor ortaya çıkarılmıştı. 
Bir takım solcunun da desteklediği bölünmenin gerçek niteliği Doğu Timor’un bağımsızlık seromonisinde baş köşede ABD Başkanı Clinton’un belirmesiyle 
ortaya çıkmış oldu. Bu kapağı yaparken belli bir kesimi ikna etmek için yoğun çaba harcadık. ve bugün ABD’nin Irak saldırısı ve Türkiye ile ilgili tutumunun 
açığa çıkmasından sonra Türkiye’nin karşılaştığı Sevr ve bölünme tehdidi burjuva medyasının sütunlarına bile girebilmektedir.

Sorun Değil Milli Dava,

Türk siyasetinin ihanete varan bölücülüğünü teşhir etmeyi en önemli görev bildik. Aslında özünde bölücü olan sol değil Türkiye’nin siyaset kurumuydu. 
Bu tesbitin doğruluğunu Kıbrıs’ta hep beraber yaşadık. Vatan diye bir kaygısı olmayan NATO mollası, Kıbrıs’ı ve oradaki vatandaşlarımızı Ruma teslim etmek
 için elinden geleni yaptı. Bunda amaç, Batının iktidara desteğini yaratmak ve milli güvenlik politikalarını zedelemekti. Komprador solun işbirlikçiliğini de bu 
gerici iktidara destek olmak biçiminde Kıbrıs konusunda yaşadık.

TÜRKSOLU vatanseverlik sınavının en önemlisini Kıbrıs’ta verdi. TÜRKSOLU’na “toprak mı önemli insan mı” diye soran liberal zevzeklere önemli olanın vatan 
olduğunu gösterdik. Bu hem topraklarımızın yitirilmesini hem de Türk halkının katliamlara maruz bırakılmasını engellenmek için Kıbrıs’ta aldığımız tutumdu. 

Milli önder Rauf Denktaş’a yönelik her türlü saldırıyı da cevapladık. Kıbrıs’ı bir sorun, Denktaş’ı da çözümün önünde engel olarak göstermek isteyenlere cevabımız 18. Sayıda “ Kıbrıs: Sorun Değil Milli Dava ” kapağıyla oldu.

TÜRKSOLU’nun Milli Dava konusunda yaptığı yayın ve TÜRKSOLU’na bağlı gençlerin her platformda ısrarlı savunma hattı Türk kamuoyunu uyanık tutmada 
önemli bir misyon üstlendi.


<  İsmet Solak: TÜRKSOLU Emperyalizme karşı.., Benliğini Koruyor >

TÜRKSOLU'nu ilk elime aldığımda eskiden çıkan yayınlarla bir paralellik var mı diye baktım. Sonra incelediğimde kendine özgü bir ilkeler demeti içinde 
olduğunu gördüm. Genç anlayışın tarihi gerçeklerle buluşması gibi geldi bana. Bu çok önemliydi. Ondan sonra da her sayısını dikkatle inceledim. Arada kendi 
köşeme de aldım. Türkiye'nin önünde duran ulusal sorunlarda kesin tavır alırken özellikle tam bağımsızlık ilkesinden ve egemenlik ilkesinden hareket ettikleri 
için çok sıcak buluyorum. Arada güldüğüm de oluyor, çünkü öyle arşivleri peş peşe getiriyor ki TÜRKSOLU, bazı medya mensuplarının değişik tarihlerde çıkan 
yazılarından cümleleri alt alta dizdiğinizde, onların nerede, nasıl bağımlı olduklarını açık seçik görebiliyorsunuz. Yani Türkiye'nin içinde yaşayan, orada okumuş, aydın olmuş, eli kalem tutmuş ve köşe sahibi olmuş insanlar, Türkiye'nin çıkarlarına ters ve Türkiye'ye adeta dayatma yaparak bazı düşünceleri halka yayarken TÜRKSOLU "Bunlar tamamen bizim aleyhimize" diyebildi. "Bunlar bizi yanıltıyor, başka yöne çekmek istiyor. Bunlar bizi Atatürk'ün yolundan saptırmak istiyor." diyebildi. Bu nokta da benim için çok ilginçti. Ayrıca Kurtuluş Savaşı'ndan ve sonrası dönemden bazı ulusal stratejilerde tavır koyarak bugünün köklü kuruluşu oldu. 

Atatürk'ü 1930'larda bırakarak bugün Türkiye'nin ne yapacağını bugünün şartlarında değerlendirmek yerine Atatürk'ün eskimediğini, eskiyemeyeceğini, o 
düşünce sisteminin bugünkü koşullarda yorumlanması halinde Türkiye'nin çağdaş uygarlığın üstüne çıkabileceğine inanıyorum. TÜRKSOLU'nda da bu anlayışı görüyorum. Zaten 30'larda donup kalmak yerine, ondan ders alıp bugüne uygulamak gerekiyor. 

Türkiye Cumhuriyeti hiç yoktan kurulmuştu, kurtulmuştu bu vatan. Ondan sonra Atatürk dış politikasında, dış siyasetinde Ege Bölgesi'nde barışı oluşturarak, 
önce kendi vatanında, sonra bölgesinde barışı oluşturarak, ardından dünyaya açılmıştı. Milletler Cemiyeti üyeliği böyle gelmişti. Bu anlarda da asla gidip bir 
yerde başkalarının, yabancıların bekleme odalarında durarak zaman yitirmedi. Hep onlardan teklif geldi çünkü cazibe merkezi O'ydu. Türkiye'nin şimdi yaptığı 
hem Avrupa Birliği'nde hem Birleşmiş Milletler'de veya bir başka uluslar arası örgütlenmede, oraya girebilmek için gidiyor, sıraya giriyor. Hatta sırada bile değil, sırada değilsin diyorlar, o bekliyor. Ağrıma giden nokta bu. Avrupa Birliği'ne girmeyelim demek cehalettir bana göre. Ama Avrupa Birliği'ne her şeyimizi feda ederek girmek çok büyük hatadır. Bir anlamda da kendini yok etmektir. İşte TÜRKSOLU'nda da bu tavrı görüyorum. NATO'ya bakışta böyle, dünyanın değişimi için bugün hızla ilerleyen küreselleşmeye karşı durum da böyle. Küreselleşmenin emperyalizme dönüşme girişimlerinin titizlikle kendi benliğini koruyarak püskürtülebileceğini TÜRKSOLU gayet iyi görüyor. O nedenle kendimle bütünleşmiş hissediyorum. 

Sol artık eski anlamda kavranırsa yanlış olur. Kendi ülkenizin, kendi insanınızın, kendi coğrafyanızın koşullarını öne çıkararak dayanışma ve adalet duygusunu 
bağımsızlık düşüncesiyle pekiştirirseniz kendi solunuzu yani Türk Solu'nu yaratıyorsunuz. İşte TÜRKSOLU da bunu yapıyor. Başarılarınızın devamını diliyorum.


Halil İbrahim Şahin: Türk Kültürüne büyük katkı

TÜRKSOLU Gazetesi, birinci yılını doldurmuştur. Bu süre içinde, Türk insanının kendisinde var olan cevheri ve irfanı en iyi şekilde işleyerek, Türk kültürüne en 
büyük üretimi yapmıştır.

Dünyada yaşanan ve yaşanmakta olan sistemlerin sentezini yaparak, toplumsal demokrasinin ve çağdaşlaşma ideolojisi olan Kemalizm'i; barışın,doğanın, 
insanın hizmetine sunmuştur.

Komünizmin dağılmasıyla tek kutuplu olan dünyamız, ekonomik küreselleşme adı olan emperyalizmle can çekişirken; tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik 
temeline dayalı laik, demokratik, sosyal hukuk devleti niteliklerini içeren cumhuriyetimizin adı olan, sosyalizmin paylaşımını, liberalizmin özgürlüğünü alan Kemalizm; 21. yüzyıla insanlık onuru için örnek ve önder olarak damgasını vurmuştur, vurmaya devam etmektedir.

Her türlü saltanata, devlet ve servet diktatörlüğüne, monarşiye, oligarşiye, teokrasiye, mandacılığa (himayeciliğe) karşı olan Kemalizm; Büyük Türk Ulusunun ulusal eseri olarak dünya insanlığına sağlıklı ve sağlam yön vermekte ve çizmektedir. Çünkü; Kemalizm, insanlık için evrensel değerler bütünüdür. 

Genç arkadaşlarımın ulusalcı çizgide vermiş olduğu basın mücadelesi saygındır ve soyludur. Kendilerini içtenlikle kutluyorum. Şeriat özlemcileri konusunda, 
Kıbrıs davasında, Irak operasyonunda ve milli eğitim kadrolaşmasında vermiş oldukları mücadeleyi insanlık onuru olarak saygı ile karşılıyorum ve kendilerini bu coğrafya halkına adadıkları için övünç duyuyorum. TÜRKSOLU Gazetesinin 1. yılı kutlu olsun. Daha büyük başarılara imza atacaklarına inanıyor, sevgi ve 
saygılar sunuyorum.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***