TÜRK SOLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRK SOLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2017 Çarşamba

Anayasa dayatması ve polemiği Seçim Geçersizdir,

Anayasa dayatması ve polemiği Seçim Geçersizdir,




Yekta Güngör Özden
24.09.2007/SALI

Seçim tartışmaları sürerken, iç ve dış önemli sorunlar çözümlenmeyi beklerken siyasal iktidarın siparişiyle hazırlandığı anlaşılan Anayasa Taslağı demokrasiyle bağdaşmayan biçimde yeni kavgalara yol açacak niteliktedir. Medyadaki malûmların, döneklerin ve şakşakçıların us ve bilimdışı sunumlarıyla benimsetilmek istenen taslak iktidarın sonuçsuz kalan Cumhurbaşkanı seçimine kızgınlığıyla 21 Ekim’de halkoylaması yapılacak olan 13. değişiklikten sonra geniş kapsamlı 14. değişikliktir. Kapsamlı değişiklik ve yeni baştan anayasa yapımı kurucu meclislerin ya da çok geniş kesimli uzlaşmayla doğal yetkilisi yasama organının işidir. Basına sızan ve sızdırılan bölümleriyle yanlı kimi hukukçuların hazırladığı taslak iktidar partisinin belirgin Atatürk, Atatürk ilkeleri (özellikle lâiklik, milliyetçilik), hukukun üstünlüğü karşıtlığıyla siyasal simge durumuna getirilen sıkmabaşa ve dinci açılımlara yatkınlığın belgesi durumundadır. Yurdumuzun kurtuluşu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu hafife alınmış, “Mucize” sayılan Türk Devrimi’nin temelini oluşturduğu Atatürk ilkeleri tümüyle uygulanmış da sakıncaları görülmüş gibi sapkın görüşlerle Anayasa’dan çıkarılmaları önerilmiştir. Kimi medya militanları yoluyla kişiler anayasaya bağlanacak yerde anayasa kişilere bağlanmaya çalışılmakta, önerilen içeriğiyle benimsenmesi için gerçekdışı anlatımlarla iktidar şakşakçılığı yapılmaktadır. Hiç gereği yokken ilkelerden, temel doğrultudan arındırılmaya girişilmiş, hukuksal gerekler gözardı edilerek dayatmaya kalkışılmıştır. Yürürlükteki Anayasa kurallarına göre yapılması gereken değişiklik ya da yenileme, değiştirilmesi önerilemez kuralları da içine alarak sakıncalı biçimde genişletilmiştir. Anayasa tasarısı hazırlaması olanaksız Hükûmet ile teklif vermesi olanaksız siyasal parti (iktidar partisi AKP) hazırlattıkları metni önlerine alarak karar vermeye, toplumu yönlendirmeye, bir tür kabûlü için şimdiden dayatmaya başlamışlardır. Anayasa değişikliğini ancak milletvekilleri nitelikli çoğunlukla önerebilir. Anayasa’nın değişmesini istemek her yurttaşın hakkı olmakla birlikte değişinceye kadar özenle uymak da görevidir. 1982 Anayasası’nın geçirdiği kapsamlı değişikliklere karşın değişmesi gereken başka kuralları da vardır. Ama yeni önerilen biçim, lâik cumhuriyeti kâğıt üzerinde ve sözde bırakıp uygulamada yıkmaya yönelik AKP Anayasası sayılacak yapıdadır. Yabancılara açık, kendi insanına kapalı çabalar ve kabulü için zorlamalarla bir darbe anayasası niteliğindedir. Özellikle ilkeleri çıkarıp zorunlu değişiklikleri savsaklaması, dinci açılımlara olanak verip kapı açmasıyla.

Bir AKP, Recep Tayyip ya da türban anayasası denilecek özel amaçlı hazırlıkları bırakıp öncelikle muhalefet partileri ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, üniversitelerle hukukçularla görüşüp uzlaşarak kurucu meclis için Anayasa değişikliği yapılmalı, sonra da en çağdaş, en doyurucu anayasası Türk Ulusu’na kazandırmalıyız. Metin açıklanınca ayrıntıda eleştireceğiz.

Atatürk ilkelerini, lâikliği, eğitim-öğretimin çağdaşlığını, Devrim Yasalarını, hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, kolluk güçlerinin yansızlığını, kötüye kullanılan milletvekili dokunulmazlığını, Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarının sahiplerine geri verilmesini, medya tekelinin önlenmesini, silâhlı kuvvetlerin konumunu, özgürlüklerin güvenceye bağlanmasını, parlamenter sisteme aykırı Cumhurbaşkanı yetkilerini, Anayasa Mahkemesi’nin etkinliğini, bağımsızlığın ve ulusal egemenliğin vazgeçilmezliğini bırakıp başkanlık sistemine dönüşüme kapı açmanın hiçbir anlamı yoktur.

Değişiklikler yürürlükteki anayasaya göre yapılır ve değiştirilmesi önerilemez kurallara ilişilemez. Kurucu Meclis tam birliktelikle düzenleyebilir. AB gözdağı, ABD baskısıyla cumhuriyetimiz karartılamaz, Sevr gündeme getirilemez, Lozan’dan ödün verilemez. Türkiye’yi Türkiye yapan anlayıştan ve ilkelerden asla dönülemez. Olmasaydı neler olur, ne olurduk, düşünmek yeter.

Kendi bilgisizlik, düzeysizlik ve kişiliksizliklerini yansıtan kışkırtıcı ve kavgacı yazılarla iktidar goygoyculuğu yapanlara aldırılmamalıdır. Kimi gerzek ve gevezenin savunduğu sonraki cumhuriyetler asla olmayacak, Türkiye Cumhuriyeti sonsuza değin bağımsız yaşayacak, irtica ve ihanet rüzgârları bir yaprak koparamayacaktır. Diktayı, demokrasi diye savunan ulus devlet karşıtı medyatik amigolar yüzsüzlükleriyle başbaşa kalacaklardır. “Sivil Anayasa” diyerek 1921, 1923, 1924, 1961, hattâ 1982 metinlerini suçlayıp sıkmabaş anayasasına alkış tutan aymazlar “ normalleşme ” sözüyle kendi anormalliklerini açıklıyor. Lâiklik ve çağdaşlığa ters düşen olumsuzluklarda üç maymunu oynayan utanma duygusunu yitirmiş kimileriyle devekuşu tutumundaki bilmişler iktidar yanaşmalığına soyunmuşlardır. “AB için Çankaya mazeretiniz kalmadı” diyen AB’cilerin konuşmaları iktidarın suçu Çankaya’ya yükleyip engelleme yaptığı savunmasına sığındığını göstermektedir. Geriye dönüş ve ödün asla reform olamaz. Kemalizmi (Atatürkçülük) istemeyen, silâhlı kuvvetlerden rahatsız olan Batı’yı sevindirecek değişiklikler Türkiye’nin yararına olamaz. Çankaya bunları önlemişse iyi etmiştir. Atamalarda vekâletlerin asıllığa çevrilmesi yeni dönemde kadrolaşmanın yoğunlaştığının kanıtıdır. Karşıdevrimciler ağlarını örmektedir. Tehlike açıktır.

Başka Olumsuzluklar

Kimi devlet kurumlarında “Kendilerine yemek çıkarmak üzere oruç tutmayanların çizelgesi” isteniyor. Çizelgelerin düzenlenip yerine ulaştırıldığının ertesi günü “Onarım nedeniyle yemekhane kapatıldığından yemek verilemeyecektir” duyurusu dağıtılıyor. Oruç tutmayanlar not edilmiş oluyor. İşte yürürlükteki Anayasa’ya karşın bir kötü örnek.

Kendisini “Hukuk Duayeni” olarak tanıtan, demeçleri ve fotoğrafı yayımlanınca şişinen, başkalarını bilgisizlik ya da kötü niyetli olmakla suçlayan, eleştirilere katlanamayan, tartışmadan kaçınan kimi sözde, etiket hukukçuları türedi. Medya göstericileri arttı. Anayasa, yönteminden içeriğine değin büyük özen ve ciddiyet isteyen bir belgedir. Yinelemekte yarar var: Ulusal yaşam andıdır.

Solculuğu Atatürk karşıtlığı, Atatürk karşıtlığını, kravat takmamayı, posbıyık bırakmayı da solculuk sayan yapay solcular, etiket solcuları, medya solcuları, göstericiler kol geziyor.

Ödül almak için gerçekdışı konuşmaları tepki toplayan yazar “İslâmcılar demokrasiye daha yakın” buyurmuş. Cirit atacağı ortamı hazırlayan şükranlarını böyle açıklamış olacak. Ayrıca “ Türk Silâhlı Kuvvetleri demokratik tutum içinde değil. Lâikler gücünü Türk Ordusu’nun gücünden alıyor ” demiş. Demek ki ağzından çıkanları kulakları duymuyor, demokrasinin, ordunun ne olduğunu bilmiyor. Lâikliği hiç anlamamış. Yazık.

Medya büyük kesimiyle topluma değil, kendine hizmet ediyor. Anayasa konusunda kimi yeni uyanıyor. Yıllarca söyleyip yazdık, ilgisiz kalmışlardı. Şimdi kıpırdanma başladı. RTÜK’ün sansürü açık. Basın için de benzer bir kuruluş olmadığına şükretsinler. Yoksa kimse gazete okuyamazdı. Numaracı cumhuriyetin tellâllığına soyunan Avrupalı kucağındaki kimi ulus, ulusallık karşıtı medya tetikçisi kendilerinin nankörlükle karşı karşıya getirdiği “Cumhuriyet-demokrasi zıtlaşması”nı Atatürk ilkelerinin suçu gösterip Türkiye’yi Türkiye yapan Türk Devrimi’nin temelini oluşturan bu örnek ilkelerle kurulan cumhuriyetin demokrasiyi amaçladığını, yaşama geçirdiğini, demokrasiyle taçlandırıp sonsuza değin bağımsız yaşamasını özendirdiğini unutuyor, unutturmak istiyor. Kendi kusurlarını lâik Atatürk cumhuriyetini savunan gerçek Atatürkçülere yüklemek telâşı içindeler. Ağabeyleri bu şaşkınların kulaklarını da çekse, doğrusunu da anlatsa dinleyip bildiğini okuyan bu mızmız, hırçın çocuklara gülünüp geçiliyor.

Milli Eğitim Bakanlığı Türkiye Cumhuriyeti İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük kitabında Atatürk’ün 10. Yıl Söylevi’ne yer verilmemesine ses çıkarmadı.

Bir iş adamı bağımsızlığı, özgürlüğü, egemenliği önemsemeyip “önce istikrar” diyerek işlerine gelen çoğunluk diktasına katlandıklarını açıkladı.

Bir gazeteci yeni Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ile Başbakanlık Müsteşarını överek “... iki önemli avantaj” olarak niteledi.

Maliye Bakanlığı, yeni Cumhurbaşkanı aleyhine açılıp reddedilen alacak dâvasına ilişkin kararı temyiz etmedi. Kimi vergileri af, kimi cezaları indirme ayrıcalıkları hukuk yollarını izlememek biçiminde sürüyor.

Evli ve iki çocuklu olmasına karşın iki ayrı kadınla ilişkisinden birer çocuk sahibi olduğu söylenen bir Belediye Başkanı da heykeli ahlâksız bulduğunu söyleyerek kaldırılması için kampanya başlatıyor.

Yeni Kültür ve Turizm Bakanı da çok sayıda bilim adamının katıldığı akşam yemeğinde alkollü içki servisi yapılmamasını kendisinin menüye karışmadığını söyleyerek savunuyor.

Ya dışarıda?

Hollanda’da Sosyalist Parti’den Senatör seçilen Düzgün Yıldırım’ın üyeliğini geri verme baskısına boyun eğmediği için partisinden çıkarıldığına kimse ses çıkarmıyor. Öte yandan TBMM’deki yemin törenini kürtçüler için izleyen yabancılar da yazılmadı.

AB’nin Kasım ayında açıklayacağı duyurulan İlerleme Raporu’ndaki dayatmalar, TBMM’den geçirilmesi istenen 9. Uyum Paketi’ne de dokunan yok. Oldu bittilerle bir yerlere sürüklenme tehlikesi açık.

Başbakana bakınız

Başbakan üniversitelerle girdiği polemikte dayatmacılığının yeni örneğini verdi. Demokrat olamadığını sergiledi. Bu anlayış ve tutumla kotarılacak Anayasa öncekini de aratacaktır.

Uymak zorunda oldukları Anayasa Mahkemesi kararlarına (Anayasa mad.153/ son), ilgili Danıştay ve Yargıtay kararlarına, katılmak için can attıkları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına karşın sıkmabaşta direnmeyi açıklayan böylece Anayasa’nın 2. maddesini, andı içeren 81. maddesini yadsıyan Başbakanın hukuktan ne anladığı, hukuk devleti yöneticiliğinin ne ölçüde uygun olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bir daha yazık.

Anayasa’da lâiklik ilkesi durdukça Anayasa Mahkemesi kararına karşı ve o kararı geçersiz kılacak Anayasa değişiklikleri de hukuka aykırı olur, geçersiz olur. Ustalıklı anlatımlarla sıkmabaşa geçerlik tanıyan kuralların savunulması güçtür. Çocukları dinciliğe itmek ve kullanmak değil, Anayasa’ya saygıya çağırmak gerekir.

Sıkmabaş dinsel zorunlulukla kullanılsa AKP’li bayan milletvekilleri ve bayan Bakan koltuklarına sıkmabaşla otururlardı. Özgürlükle ilgisi olmayan durum özgürlük savıyla sömürülüyor. Özgürlüğün de ne olduğunu bilmiyorlar. Sınırlanması gereklerini bilmiyorlar. Anayasa hukukunu bilmiyorlar. Anayasa değişikliğinde başlıca hedeflerinin sıkmabaşa serbestlik olduğunu açıklayan Başbakan ülkeye ne kadar zarar verdiğini, hukuku nasıl dışladığını görmediği gibi eğitim koşullarından da habersiz. Hukuk tanımayan Başbakanı kimse tanımaz. Kişisel eğilimler ve tercihler ulusal ve anayasal ilkelerin üstüne çıkamaz, önüne geçemez. Türkiye ne sömürge ne de şeriat ülkesi. Hukuk devleti niteliği bozulamaz. Başörtüsü diyerek herkesi aldatmaya çalışıyorlar. Sıkmabaş olağan başörtüsü değil.

Öneri: ANKA Ajansı yayınları arasında çıkan Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in Komutan ve Evlatları ile Üç Jöntürk’ün Ölümü adlı kitaplarını okurlarımıza salık veriyor, yayıncıyı da yazarı da içtenlikle kutluyoruz.

TÜRKSOLU’nun Notu: Yekta Güngör Özden’in önceki sayımızda yayımlanan “Dinlenirken Dinlerken” başlıklı manzum yazısının 1. sütundaki 25. dizenin son sözcüğü “dilekçiler”, 33. dizenin 3. sözcüğü “Amerika”; 2. sütundaki 38. dizenin 4. sözcüğü “kutuplardaki”; 3. sütundaki 20. dizenin 4. sözcüğü “açar”; 4. sütundaki 36. dizenin 4. sözcüğü “gidemez”, 38. dizenin 2. sözcüğü “bilenler”, 40. dizenin 4. sözcüğü “zar”, 52. dizenin 5. ve 6. sözcükleri “güdenlerin korkusu” olacaktır. Düzeltir, dizgi yanlışlığı için yazarından ve okurlarımızdan özür dileriz.


“Mesture Mümin”in öyküsü...

Eksik etekdir adım, Akıl fıkarasıyım
Kitapda da yazıyor erkeğin yarısıyım
Hergün dayak atsa da, bir mal gibi satsa da
Allah öyle emretmiş ben mümin karısıyım...

Bir ömür karşı gelmez, ne dilerse yaparım
Erkeğime korkuyla Allah gibi taparım 
Kimse görmesin diye her yerimi kaparım 
Her emre uymak gerek ben mümin karısıyım...

Erkek isterse sever, isterse de çık, git der
Bize öyle söylendi bedeli kadın öder 
Hiçbir şey yapamayız böyle yazmışsa kader
Karşı gelmek yakışmaz ben mümin karısıyım...

Her gün yemek hazırlar, hamuru yoğururum
Ne kadar istiyorsa erkeğim, doğururum
Her şeye karar veren, her şeyi bilen odur,
Ne söylerse yaparım ben mümin karısıyım...

Başka kadına gitse, eve kuma getirse 
Üzüntüm, yalnızlığım beni yiyip bitirse 
Gene de razıyım ben eğer rüyama girse
Erkeğimden ayrılmam ben mümin karısıyım...

Yaz günü örtünmekten terleyip bunalsam da 
Başkaları yanında güç durumda kalsam da
Topluma giremeyip her yerden dışlansam da
Katlanmaya razıyım ben mümin karısıyım...

Bu dünya bizim değil kitaplar öyle diyor
Belki de hep bu yüzden kadınlar dayak yiyor
Dertler ne zaman biter, bunu kimse bilmiyor
Bana sabretmek düşer ben mümin karısıyım...
Mesture Mümin

http://turksolu.com.tr/155/ozden155.htm


***

27 Haziran 2017 Salı

Anti Emperyalist Direniş Merkezi BÖLÜM 3


Anti Emperyalist Direniş Merkezi BÖLÜM 3


,,
Ümit Gürtuna:

Misyonunu Cesurca Sürdürüyor ''

Türkiye' de en zor gerçekleştirilen yayıncılığın başında dergicilik gelir. Ülkemizde dergicilik her nedense bir türlü yerine oturamamıştır. Hele on beş günde bir 
yayınlanan dergilerin yaşaması daha zordur.

" Batı'nın değil Türkiye'nin , Sermayenin değil Solun Gazetesi" sloganıyla dergi yerine gazete olduğunu tanımlayan TÜRKSOLU dergicilikten on beş günde bir 
yayınlanan "Gazeteye" geçişin ender örneklerinden. Hem de başarılı olanlarından...

Genç bir kadronun hazırladığı TÜRKSOLU gazetesi yayıncılık teknolojisini kullandığı gibi içerik olarak da önemli mesajlar veriyor. 
Böylece bir misyonu da cesurca sürdürmüş oluyor. 
Bu özellikleriyle de uzun erimli bir savaşıma hazır gözüküyor. 
Başarıların devamı dilerim. >

Dünyaya Açılan Pencere: Anti-Emperyalizm;

TÜRKSOLU’nun milliyetçi politika izlemesi liberallerin (özellikle liberal solun) klasik saldırılarına neden oluyordu. Deniyordu ki; milliyetçilerin gözü dünyanın 
gerçeklerine kapalı. Milliyetçiler içe kapalı bir politika izliyorlar. TÜRKSOLU ise bu saçma ve sığ teze her seferinde dünyanın gerçeğini bunların yüzüne vurarak 
cevaplamayı seçti. TÜRKSOLU’nun Türkiye siyaseti içinde aldığı belirgin ve uzlaşmaz tavrın esası dünya çapındaki mücadeleye bakış açısından kaynaklanıyordu.

Dünyaya gözleri kapalı olanlar Amerikanofiller ve Avrupa hayranlarıdır. Batı haydutluğunun medyadaki paralı askerleri dünyaya at gözlükleri ile bakmaktadır. 
ABD gücüne tapınanlar, Batının mutlak üstünlüğüne inananlar, ezilenlerin her çıkışında şaşkına döndüler. Filistin’de çocukların İsrail tanklarına taşlarla 
saldırmaları bunları deliye döndürüyordu. Amerikan “uygarlığının” simgesi olan ikiz kuleler ve Pentagon saldırıya uğrayınca ne yapacaklarını, ne yazacaklarını 
şaşırdılar. ABD’nin bombalarıyla, özel harekât timleriyle Afganistan’a uygarlık götüreceğini duyunca sevindiler fakat, aradan iki yıl geçtiğinde Ladin hala 
Amerikalıları tehdit etmeye ve yok etmeye devam ediyordu.

Ufukları Batı haydutluğuyla kapalı bu kesimler şimdi ise her gün Irak’ta ölüp ölüp diriliyor. İki gün içinde ABD’nin Irak’ı bitireceğinin hesaplayan bu çevreler 
Irak direnişe başladıktan bir hafta sonrasına kadar köşelerinde ne yazacaklarını şaşırdılar. Türklükle değil dünya vatandaşı olmakla övünen köşe yazarları 
direniş boyunca havadan sudan bahsetmeyi tercih ettiler, ya da her gün başka bir yalan uydurarak bağlılıklarını tazelediler.

Ezilenlerin her direnişi sadece paralı Amerikan askerlerini değil, bizim “enternasyonalist” solcuları da şaşkınlığa uğratıyordu. İkiz kuleler yıkıldığında 
Pentagon askerleri ve Dünya Ticaret Merkezi’nin kan içici spekülatörleri için üzülmeyi tercih edenleri, Filistin’de “hepimiz İsrailliyiz” diye yazacak kadar 
aşağılıklaşanları, Irak’ta Bush’tan çok Saddam’a savaş açmayı solculuk sananları da hep gördük.

Gerek medyadaki paralı askerlerin gerekse diğerlerinin sonuçta dünyanın gerçeklerini görmelerine hiçbir olanakları olmayacağını başından beri vurgulamıştık. 
Bunların hepsi Batıya belli ölçülerde bağlılığın sonuçlarıydı. Böyle bir bağlılık içinde ezilenlerin tavrını anlamaya da, anlatmaya da imkan yoktu.

Buna karşın TÜRKSOLU’nun geçtiğimiz yıl içinde dünya çapında yaşanan gelişmeler içinde aldığı tavır her seferinde büyük yankı uyandırdı. 

TÜRKSOLU’nun bu yöndeki değerlendirmelerinin gerek TÜRKSOLU çizgisine yakın okur kitlemiz arasında, gerekse sağ-sol çeşitli siyasi kesimler içinde 
tartışıldığını gördük. Aslına bakılırsa, dünya çapında ezilenlerden yana aldığımız tereddütsüz ve radikal tavır TÜRKSOLU gazetesinin kimliğinin oluşmasındaki 
en belirleyici tavır oldu. TÜRKSOLU, büyük ölçüde bu tavrımız üzerinden tartışıldı. TÜRKSOLU’nun Türk siyasetinde aldığı tavır, dünya çapındaki mücadelede aldığı tavrın bir yansıması oldu. Bu anlamda kimin daha dünyalı olduğunu şimdi tartışmak gerekiyor.

Amiral Battı

Bu anlamdaki en önemli sayılarımızdan biri şüphesiz ki 11 Eylül’ün birinci yıl dönümünü değerlendirdiğimiz 12. sayı; “Amiral Battı” oldu. “Amiral Battı” da 
11 Eylül saldırılarıyla birlikte ABD hegemonyasının yıkılmakta olduğu bir sürece girildiğini açıklıyorduk. ABD’nin emperyalist zorunluluklardan ötürü asla 
kazanamayacağı bir saldırganlığa girdiğini görüyorduk. ABD’nin Doğu seferi Büyük İskender’in Doğu seferinden farksız olacaktı. ABD’nin yıkılışında ezilen 
ulusların inisiyatifinin ön plana çıkacağını söyledik.

Eylül 2002’de TÜRKSOLU’nda bunları yazdığımızda, değerlendirmeleri abartılı bulanlar, Irak direnişi karşısında şakınlığa uğradılar. Oysa ABD saldırganlığına 
karşı bir vatan savunmasının değerini iyi biliyorduk. Daha saldırı başlamadan Irak direnişi ABD saldırganlığını dünya çapında sarsmış, ABD’nin bugüne kadar 
dayandığı Batı ittifakı ve uluslararası kurumlar içinde büyük çatlamalara sebep olmuştu. ABD’nin Irak’ta olmasa bile Ortadoğu’da büyük bir rezalete ve iflasa 
doğru gittiğini hâlâ vurguluyoruz.

Filistin üzerine yazdıklarmız da aslında bunun belgesidir. İşte Filistin’de 50 yıldan fazla süredir bir işgal sürdürülmektedir. Dünyanın silahlanma bakımından 
en savumasız halkı, ABD destekli en militer devletine 50 yıldır kök söktürmektedir. 

TÜRKSOLU’nun ilk sayısı da Filistin’le başlamaktaydı. O gün Arafat portresini kapağımızda bayraklaştırıp “İntifadaya devam” dediğimizde, “Atatürkçülerin bununla ne ilgisi var” diyenler geçen yıl içinde her gün intifada mantığının doğrulandığını gördüler. Hatta en Batılı eylemler bile kendilerini “küresel intifada” olarak adlandırıyordu. Daha o gün İsrail işgaline karşı “canlı bomba”ları savunduğumuzda şaşkınlığa uğrayanlar, bugün ABD’yi tir tir titreten bu savaşçıların ,Iraklıların da en meşru savunma refleksi olduğunu görmekteler. Oysa yöntem önemli değil TÜRKSOLU’na göre: her koşulda bir şekilde işgalci kovulmalıdır. Emperyalistler dünya yüzeyinde işgalcidir ler. Onların sivili ve askeri yoktur.

Üçüncü Dünya dayanışması ve Che olmak

TÜRKSOLU’nda üçüncü dünya dayanışmasını örneklerine de büyük önem verdik. Filistin’de Arafat’ın, Irak’ta Saddam’ın, Venezüela’da Chavez’in koşulsuz 
destekçisi olduk. Gazete sınırları içinde kalmayarak doğrudan destek gösterilerine ve kampanyalarına da öncülük ettik. Atatürkçülüğün söz konusu olan “ Mazlum Milletler ” olduğunda koşulsuz destek vermek olduğunu anlatmak TÜRKSOLU’nun sistematik yayın yaptığı önemli konulardan biridir.

Geçtiğimiz yılın emperyalist karanlığı içinde Üçüncü Dünya dayanışması yönündeki gelişmeler hep ışık kaynağı oldu. Venezuela’nın devrimcisi Chavez’le 
Saddam’ın, ve Fidel Castro’nun yan yana gelmesi 21. yüzyılın kaderini belirleyecek önemde gelişmelerdir. Paralı asker medya yalnızca Chavez’in devrildiği yönündeki haberlere açıkken, TÜRKSOLU bu yönde dünyaya açılan bir pencere haline geldi.

TÜRKSOLU olarak antiemperyalist tavrımızı, hepimiz Che gibi olalım çağrısıyla, hem bir eylem hem bir yaşam biçimi olarak belirtiyorduk 14. sayıda. 
“Che Emperyalizmle Savaşa Çağırıyor” kapağıyla antiemperyalist mücadeleden neyi anladığımızı açıklıkla ifade ettik. Che elbette ki Türkiye’deki anti-emperyalist mücadele açısından en büyük örneklerden birini teşgil etti hep. Ama biz anti-emperyalizmin en somut anlamının birer Che olmaktan geçtiğini vurgulamayı gerekli görüyoruz. TÜRKSOLU’nun bu yöndeki çağrılarına genç arkadaşlarımızın büyük bir coşkuyla cevap verdiğini de sevinerek gördük.

TÜRKSOLU bir Direniş Merkezidir

Sonuç olarak bir yılı değerlendirdiğimizde, TÜRKSOLU’nun düzenle tüm bağlantılarını koparmış bir direniş merkezi olduğunu görüyoruz. 
Burada gazeteciliğimizin sınırlarından biraz uzaklaşarak bir değerlendirme yapmama da izin verin. TÜRKSOLU’nu çıkartan gençler olarak kendimizden kuşakça hayli büyük olan insanlara gittiğimizde büyük şaşkınlığa uğradık. Kapı kapı satış yapmak, Anadolu’yu dolaşmak bizim üslubumuzdu. Buralarda birçok insanla tanışma fırsatı buluyorduk. Bunların arasında karşısındakinin yaşına bakmadan güvenen ve “siz ne isterseniz onu yaparım”, “TÜRKSOLU hareketine tabiyim” diyecek kadar yüce gönüllü insanlarla karşılaştık.

Bu duygusal bir refleksle açıklanabilir mi? Ortaya çıkan durum şuydu; kuşaklar boyu aynı sorunlarla mücadele etmiş insanlarla karşılaşıyorduk. Aralarında 
dedemiz yaşında olanlar vardı. Ancak bunlar bizleri gördüklerinde Milli Mücadele’ye atılmış gençlik yıllarına dönüyorlardı. Türkiye’nin gerçeğidir bu. Atatürk’ten başlayarak 5 kuşaktır devrimcilik yapılmaktadır Türkiye’de. Bağımsızlık Savaşı’nın ve Türk Devrimi’nin kuşağı, 1960’ın ABD diktatörlüğünü yıkmış kuşağı, 68’in anti-emperyalist kuşağı, 70-80 arasının halktan başka bir kaygısı olmayanlarının kuşağı ve şimdi biz gençler.

TÜRKSOLU’nda bazı şeyleri büyük bir yetkinlikle aktarabiliyorsak, bu işte bu kuşaklar boyu tecrübenin ürünüdür. Başyazarımız Gökçe Fırat’ın bugünlerde 
internette günlük olarak da yayınlanmaya başlayan yazılarını ortaokul öğrencisinden, 60’ların devrimcisine herkes rahatlıkla tartışabiliyorsa, bu TÜRKSOLU geleneğinin yarattığı ideolojik netlikten kaynaklanmaktadır. TÜRKSOLU’nun köşe yazarları olan aydınlarımız ise tüm o medya karanlığı karşısında namuslu, vatansever aydın olmanın örneklerini vermektedirler.

Bu yüzden bu kuşaklar boyu ve evrensel direniş geleneğine bağlı olan TÜRKSOLU anti-emperyalist bir direniş merkezidir.

<  Vahap Erdoğdu: Kurtuluşun Bayrağını Dalgalandırıyor >

TÜRKSOLU yayın yaşamına adımını atarken, " Türk Solu " geleneğini sürdüreceğini söylüyordu.

Neydi "Türk Solu" geleneği ?

Anti-emperyalist, ulusalcı, demokratik ve devrimci gelenek. Bu gelenek, kaynağını tarihte ilk kez emperyalizme karşı Ulusal Kurtuluş Savaşını veren ulusumuzun, Doğunun "mazlum uluslarına" örnek olması gerçeğinden besleniyordu.

Bu gelenek Dünya'nın ve Türkiye'nin o günkü koşullarında 1960'lı yıllara taşındı. Türk Solu başka yayımlarla birlikte bu cephede mevzilenmişti.

O günlerde bir başka ülkenin, Vietnam'ın çocuklarının bedenleri, ABD emperyalizminin "napalm"ları ile kavruluyordu.

Filistinli çocuklar o günlerde de İsrail tanklarına karşı sapan taşlarıyla karşı koyuyordu.
Kastro o gün de emperyalizme meydan okuyordu.

TÜRKSOLU bir yıl önce devrimci geleneğimizin saflarında yerini yeniden alırken Dünya'nın siyasal coğrafyası oldukça değişmişti.

ABD emperyalizmi Dünyanın tek egemeni olarak kalmıştı. Dünya'nın siyasal coğrafyasını yeniden düzenleyerek egemenliğini kalıcı kılmak istiyordu. 
Pentagon'un ABD tekelleriyle birlikte kotardığı planın adı konmuş, hedefi belirlenmişti:
Adı "Medeniyetler Çatışması" idi. Hedefi ise Ortadoğu'nun petrol kaynakları üzerinde yaşayan geri bırakılmış "Mazlum Müslüman" halkları.
Gerçekten de bu bir "medeniyetler çatışması" olacaktı. Varlığını tarihin en acımasız soykırımına dayandıran dört yüz yıllık kovboy medeniyeti ile, altı bin 
yıllık Mezopotamya ve Ortadoğu medeniyetinin çatışması, bir başka anlatımla insanlık tarihinin vahşice yok edilmesi savaşıydı bu.

Yıllardan beri silah tekellerinin en iştahlı pazarı haline getirdikleri Ortadoğu, şimdi medeniyet canavarının kustuğu ateşin çemberinde yeni bir soykırım yaşıyor.

İnsanlık, bu soykırımı dehşet ve çaresizlik içinde seyrederken, ruhlarını dolara satmış bir avuç hain, gözbebekleri kavrulmuş Babil'in çocuklarını "zaferin" 
kanıtı olarak sergiliyorlar.

TÜRKSOLU vatanını " Kiraz ağacı altında kadın memesine " değişecek kadar yozlaşmış bir ideolojik ortam içerisinde, halklarımızın tarihini taçlandıran 
geleneğimizin bayrağını daha da yükselterek geleceğe onurla taşıyor.

Anasının kanlı memesiyle beslenen Bağdat'ın bebesi, misket bombaları ile delik deşik olmuş cesetler arasında insanlığa gülücük dağıtıyor.
Ve Davut' un torunları, Filistinli çocuklar, tanklara karşı hala taş atıyorlar.
TÜRKSOLU daha da pekiştirdiği mevzilerinden kurtuluşun bayrağını sallıyor. >


http://www.turksolu.com.tr/27/kapak27.htm


***


19 Ağustos 2016 Cuma

Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi Bölüm 2




Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi,
 Bölüm 2


Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın tam Zıddıdır



kologlu


Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir. 1909 yılındadır. Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor.
Daha önce Şam’da görev yaptığı ve Arapları iyi taınıdığı için Mustafa Kemal’i gönderiyorlar, resmi görevli olarak. Yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey.




Mustafa Kemal çok özel bir vak’a
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in de İttihatçı olduğu kısa bir dönem var. Tabii daha sonra kopuyor İttihatçılardan. Halbuki İslamcı tarihçiler O’na hep İttihatçı yakıştırması yaparlar. Bu ne kadar doğru?
ORHAN KOLOĞLU: Mustafa Kemal çok özel bir vaka. Enver’i aldığımız zaman, aynı sene doğmuşlar zaten. Enver, tesadüf olarak, çabuk eğitim gördüğü için, çünkü Atatürk’ün aile meseleleri olmuş, Atatürk, Enver’den iki sene sonra mezun olmuş.
Enver mezun olur olmaz Balkanlar’a tayin edilir, Manastır’a. Komitacılarla mücadele eder. Kendini gösterme fırsatı bulur. Atatürk ise iki sene sonra subay olur, Şam’a gönderilir. Şam’da ayaklanma yok ki. Ama Atatürk’ün de Arap ne yapıyor, tetkik etme şansı oluyor.
Enver, mücadelenin içine girer ve İstanbul’u da, yani iktidarı da paylaşmak için kavga edenlerin içine girer. Dolayısıyla Enver’in psikolojisinin çok farklılaşması normaldir. İçinde yaşadığı şey topyekün bir ayaklanma ve Osmanlı’yı parçalama hareketidir. Hâlbuki Şam’a gittiğin zaman ne var? Hiçbir şey yok.
Atatürk’ün çok ilginç bir örneği var. Araplara karşı davranışındaki farklılık. 1918’de Atatürk o cephenin kumandanı Halep’te. Tam yenilmişiz, Araplar yüzünden hem de. Mesela emrinde çalışan bir Arap subay var, 1918 artık, Halep’ten tamamen çekiliyor yukarıya. Atatürk başkumandan. Gelmiş hemen “Paşam” demiş “Ben Trablusşamlıyım. Orada ailem var. İngilizler, Fransızlar geliyorlar. Onlar memleketimi işgal edecekler. Ben ailemi de kurtarmak istiyorum. Bana izin verir misiniz?”
Bozguna uğramış bir ordu kaçarken başkumandana gelip de bunu söyleyen adamı idam ederler. Atatürk şöyle yanıt verir:
“Tabii, haklısın. Git orada aileni ve milletini kurtar. Ama sonra bizimle işbirliği yaparsın bağımsızlık için.”
Demek ki, ilk Şam’a gittiğinden beri bazı şeylere hazırlanmış.
kologlu1İttihatçılık demek olayların sürüklenmesine kapılmaktır
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in 1904-1905 yıllarında yaptığı bir değerlendirme var. ‘Yapmamız gereken, Türk nüfusunun ekseriyette olduğu bölgelerin güvenliğini sağlamak. Çünkü Osmanlı er ya da geç yıkılacak.’ diyor. Bunu söylediği zamana baktığımızda Türk nüfusun ekseriyette olduğu alan bugünkü Makedonya, Kosova, Batı Trakya’dan Selanik’e kadar olan bölge, Bulgaristan’ın güneyi, bugünkü Halep’le Kerkük arasına bir çizgi çizin, kuzeyi Türk nüfusunun çoğunluk olduğu yerler. Bu alanı aslında Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nda savunuyor. Kudüs’ü savunmayalım, Halep’i savunalım diyor. Mustafa Kemal’in böyle bir stratejisi var. Bu strateji niye savunulmadı, savunulsaydı ne olurdu?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılık maalesef olayların peşinde sürüklenmektir. Enver dağa çıkmış, bütün komitacılarla silahlı mücadele veriyor ve birçoğunu da yok ettiği için Osmanlıcı filan görülüyor. Bunu yaparken Meşrutiyet’in ilanını kendisi söylüyor. Bunun üzerine uluslararası bir olay olarak bütün Avrupa basını ve Türk basınında Enver’in resimleri çıkar hürriyet kahramanı diye. Tamamen palavra. Bir imparatorlukta Meşrutiyet’i getiren adam olarak bütün dünyaya ilan edilir. O Enver işte biraz sapıtır. Ondan sonra da zaten Hareket Ordusu da yok, herkes Enver’e bakar olur. Enver İttihatçılığın merkezi haline getirilir. Talat’ın bile önüne geçer.
Atatürk konusunda benim dikkatimi şu çekti. 1909’da Atatürk İttihat ve Terakki’ye giriyor. Mason olmadığı halde o locaya girip yemin ediyor. Eğitim-i Umumi üyesi falan. Önemli bir İttihatçı.
1909 İttihat ve Terakki kongresinde siyasetten orduyu çıkaralım, asker siyaset yapmasın konuşması var. Bu beyin, kafa meselesi. Enver asker olarak meşrutiyeti ilan etmiş, her şeyi yapmış, en öne fırlamış. Libya savaşı başlar. 1911’de İtalyanlar gelmiş. Subaylar gizlice katılıyorlar. Hem Atatürk hem de Enver var, hepsi geliyor. Birdenbire Enver Trablusgarp cephesinin başkomutanı ilan edilir. O dönem binbaşı olan bir adama başkumandanlık verilmesi de bir acayip.
Enver’i maalesef kabul edelim ki bütün dünya sürüklüyor. Balkanlar, Meşrutiyet’in ilanı, Trablusgarp’ta başkumandan, en sonunda da Osmanlı ordusunun başına getiriliyor.
Atatürk’ün yapısının çok acayip olduğunu kabul etmek lazım. Bütün çalışmaları, bilhassa okuduğu kitaplar incelenirse çıldırırsınız. Binlerce kitabı okuyunca ne anlar diyeceksiniz? Dünyadaki bütün tartışmaları takip ediyor ve dünyanın nereye gittiğinin farkında. Demin bahsettiğim Arap subaya söylediği lafa dikkat edin.
TÜRKSOLU: Atatürk, sizin daha önce söylediğiniz Osmanlı aydınından farklı sonuçta.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş. Kabul etmek gerekir ki, Allah vergisi bir şey bu.
TÜRKSOLU: Bir emperyalist ülkenin güdümüne girip ya da ondan maaş alıp, ona bağlanıp, onun sunduğu çerçeveden bakan biri değil de kendi çerçevesinden bakan biri.
ORHAN KOLOĞLU: Kesinlikle. Hatta başka bir şey diyeceğim, ben Trablusgarp’taki savaş üzerine çok çalıştım. Zaten, biliyorsunuz, babam Sadullah Koloğlu Libya’nın ilk başbakanıdır. Biz Türk’üz, ama Libya’da yaşayan Türklerden. Libya bağımsızlığını kazanınca, Türkiye’den rica ediyorlar, devletin de izni ve onayıyla babam Libya’ya gidip bir süre başbakanlık yapıyor. O yüzden Libya benim özel ilgil alanımdır. Trablusgarp Savaşı’nı da doğal olarak iyi bilirim.
Şimdi, orada sadece bahsi geçen adam Enver Paşa’dır. Öbürlerini adam yerine koymazlar. Atatürk, ama mesela, Trablusgarp’taki Alman subaylarına karşıdır.
Trablusgarp’ta Osmanlı ordusundaki Alman subaylar
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. İsim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.). Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Von der Goltz döneminden subaylar. Atatürk ise bu Alman subaylara her daim karşıdır.
TÜRKSOLU: Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusundaki Alman subaylar bilinir ama Trablusgarp’taki direnişte de Osmanlı subayı gibi giyinmiş, kuşanmış, savaşan Alman subaylar var mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki var. Hatta Teşkilat-ı Mahsusa oradan çıkar. Almanlarla bağlantılı, dikkat edin.
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. Bunları isim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.).
TÜRKSOLU: Yıl 1911. Daha Birinci Dünya Savaşı yok, Osmanlı-Alman ittifakı kurulmamış. Ne işleri var Alman subayların Trablusgarp’ta?
ORHAN KOLOĞLU: Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Colman von der Goltz döneminden subaylar.
Atatürk bunları hiçbir şekilde sokmadı içine.
TÜRKSOLU: Yani, diyorsunuz ki, Mustafa Kemal Trablusgarp’ta bile Alman mevcudiyetine karşı çıkıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Her şeyine karşı çıkıyor. Yabancıyla fazla ilişki içerisine girilmesini istemiyor. Bu bir Allah vergisidir. Bir kafa, düşünce meselesidir ama acaba Atatürk’ü Enver Paşa gibi Manastır’da veyahut da dağlarda vuruşmaya çıkarsalardı ne olurdu? Onu bilemiyoruz. Demek ki şartlar gereği önce gidip de Şam’da etrafı görür, gelip de İttihat ve Terakki’ye katılır ama İttihat ve Terakki’nin bütün kadroları belirlenmiştir. Yedek olarak katılıyor. Öne geçemiyor.
kologlu2TÜRKSOLU: Acaba Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki kongresinde ortaya koyduğu strateji izlenseydi ve ordu siyasetten ayrılsaydı, dolayısıyla ordu bölünmeseydi belki Balkan Savaşları’ndaki o büyük hezimeti de yaşamayacaktık.
ORHAN KOLOĞLU: Bu şekilde de yorumlanabilir ama İttihat ve Terakki 1909 yılında iktidara geldi. Aslında Osmanlı ordusunun hepsi İttihat ve Terakki’ye bağlı değil. Padişahın atadığı bütün paşalar İttihat ve Terakki gelince tasfiye edildi. Onların adamları da atıldı. O atılanların hepsi de muhalefet yaptı. Ordunun içinde bölünme var. Atatürk olsaydı o bölünme olmayacak mıydı? Belki olurdu, belki olmazdı tahmin etmek güç. Ama sonuçta ordunun içinde öyle bir tasfiye oluyor ki, padişaha bağlı olanlardan hiç paşa bırakmıyorlar. İşte o zaman ister istemez bir kavga çıkıyor.
Buradaki en akıllı adam Abdülhamid’dir. Hiçbirine onay vermemiştir. Çok şaşılacak bir durum. Hepsini paralarıyla besledi besledi ama sonra hiçbirini kabul etmedi. Başka çaresi yok çünkü. Herkesi oynatıyor, ondan sonra da bütün adamlar kaçarlar. Abdülhamid’den para alanların hepsi yurtdışına kaçtı.
Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi 1911 değil 1909’dur
TÜRKSOLU: Kitaplarınızda da bahsediyorsunuz, Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir.
ORHAN KOLOĞLU: Evet, 1909 yılında. Arapların daha Osmanlı’dan ayrılışının başında Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, düşünün ismi de Karamanlı, İtalya yanlısı. İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor. Böyle bir şey görülmemiştir. Atatürk gidiyor, pazarlık yapıyor, yumuşatıyor, 1909 yılında. Oradan hatta yukarıya da çıkıyor. Yukarıdaki şehirlere de çıkıyor. Ama dikkat edin, müthiş bir şey var. Resmi görevli olarak gidiyor.
TÜRKSOLU: Kim gönderiyor? Hangi iktidar zamanında?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’tan sonra gelen iktidar. Dolayısıyla gayet enteresan. Burada bir şey var. Atatürk’ün yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey. İstiklal Savaşı yaptı diye eleştiriliyor ama aslında Atatürk savaşçı değildir. Enver Paşa ise tam savaşçıdır. Ama belki kader bu. Adamı tutup da illa ki, Balkan dağlarında savaşa gönderirsen savaşçı olur. Sürüklenmiş yani. Bütün dünya birden dünyanın en büyük özgürlükçü adamı diye ilan ederse böyle olur. Atatürk hep düşünür. Ordunun içindeki ayrılışın çözümlenmesi, nasıl çözülecek? Ne demiştir bilmiyoruz ama İttihatçıdır kendisi de. İttihatçılığa dayalı bir çözüm üretmeye çalışmıştır.
Buna şöyle de bakabilirsiniz, İstiklal Savaşı’nı başlattığı dönemdeki taktiği düşününce, adamda taktik var. Karşıtlarını nasıl bertaraf ediyor. Hakikaten adım adım öyle bir götürüyor ki, benim en çok şaşırdığım odur, tam Fransa’yla anlaşma yapar, İnönü, Sakarya, ilk zaferler sonrası, Meclis”te “Köylü efendimizdir” lafını eder. O işte insanı aptala çeviriyor. Köylüden efendi olur mu? Osmanlı’nın tamamen reddettiği bir kesim. Demek ki toplumun tabanıyla bir harekete girişeceği fikri hâkim. Nitekim bütün devrimiyle getirdiği şeyler hep orayla ilgili. Toplumun tabanı gelişsin. Enver’in yaptığının tam zıddı. Meclis falan kuruyor.
Enver’i de şartlar itmiştir. Şartlar dâhilinde değerlendirmek gerekir. Libya’ya gidiyorsun, İtalyanları tamamen durduruyorsun. Başkumandan olmuşsun.
Mustafa Kemal daha başlangıcından itibaren arka planda tutulan bir adam. Ama kendi de giriyor. Şam’dan kendisi gidip İttihat ve Terakki’ye giriyor. Demek ki, kafasında İttihatçılığa bir bağlılık var. Onun bir çözüm olacağını düşünüyor.
Atatürk’ün en büyük farkı yabancılarla hiçbir zaman işbirliğine girmemesidir
TÜRKSOLU: Günümüzde artık İttihatçılık dendiği zaman akla gelen şey, aslında 1913 sonrası İttihatçılık. Ama o dönemde zaten Atatürk çoktan kopmuş onlardan.
ORHAN KOLOĞLU: Doğru. 1913 öncesinde Türkçülük de yok. Ondan sonra da mecburen Türkçülüğe gidiyorlar. Bir de Almanlar kısa bir süre içerisinde Orta Asya’da Ruslara karşı bunları kullanıyorlar. Dikkat edin, Atatürk hiçbir yabancıyla işbirliğine girmiyor. Ne İngiliz, ne Fransız hiçbiriyle. Fransızı yendiği halde ihtiyatlı, uzak duruyor.
Çok yanlış olarak komünist filan derler, ben bunu hem de Azerbaycan’da ve Gürcistan’da katıldığım konferanslarda öğrendim. Orada aldığım bilgilere göre İstiklal Savaşı sırasında bizim ordunun hiçbir silahı yok. Bolşeviklerden silah almak istiyorlar. Bolşevikler şart koşuyorlar bizim gibi olun diye, kabul etmiyor.
Hatta komünist partisi lideri Mustafa Suphi biliyorsunuz Trabzon’da öldürüldü filan. Hiç karıştırma filan yok ama İstiklal Savaşı’mıza gelen para yardımının %82’si Bolşeviklerdendir.
Aslında Bolşeviklerin parası değil, Orta Asya’daki Türkler gönderiyor ama Lenin izin vermezse gelmezdi. Atatürk onun karşılığında kendi komünist partisini kurduruyor. Fevzi Çakmak gibi bir iki güvendiği adamını da başkan yapıyor. Böylelikle kontrol altında tutuyor. Demek ki, çok güzel politik oluşum yeteneği var.
Enver hızla sürüklenmiş. Arkasından o kadar bağrışma var ki. Almanlara fazla bel bağlamış. Atatürk hiçbirine güvenmiyor. Ne Bolşevik’e ne Almana ne İngilize.
TÜRKSOLU: Çünkü hepsinin Osmanlı’yı parçalamak istediğini görüyor. Bir ünlü sözü var ya Birinci Dünya Savaşı’nda “Ya İngiltere bizi parçalayacaktı ya da Almanya bizi sömürecekti” diye.
ORHAN KOLOĞLU: Çok güzel saptıyor. Ondan sonra yaptığı şey, ben ona hayran kaldım, çünkü Arap kaynaklarında çok çalıştım, Şerif Hüseyin’in yaptığı şeyler, Lawrence üzerine. Arap subaya söylediğini düşünün. Bütün Şerif Hüseyin’in ve oğullarının ayaklanmalarını bilen, Faysal tarafından Suriye’den kovulan Atatürk. Ama ne diyor Arap subaya “git aileni kurtar sonra beraber olalım” diyor. Faysal’ın yaptığını da pekala biliyor. Kendisi Cumhurbaşkanı olduktan sonra hem Faysal’ı hem de Ürdün Kralı Abdullah’ı, ikisini birden Ankara’ya çağırıyor. Bu ne muazzam bir politika. Akıl hayal almıyor. Venizelos’a da aynısını yapıyor. Venizelos Nobel’e aday ilan ediyor. Demek ki, bir Allah vergisi zeka.
TÜRKSOLU: Bakıyor ki batıdan İtalyan tehdidi var, Venizelos muzdarip. Güneyden İngiliz tehdidi var. İki kral da bundan muzdarip. Esas büyük tehlikelere karşı onlarla birleşiyor.
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçıların içinden çıkan o Ahrar Fırkası’na geçen albaydan bahsedeyim. İttihatçı adam, biliyorsunuz tam karşı düşünceye geçer, sonra da yurtdışına kaçar. Kürt Şerif Paşa, Aziz Ali var mesela. Libya’da savaşıyor mesela, sonrasına bakarsan aklın şaşar.
Önce İttihatçı sonra Arap milliyetçisi olan Aziz Ali
TÜRKSOLU: Aziz Ali’nin öyküsü Osmanlı aydınının yaşadığı bunalımın çarpıcı bir örneği. Biraz anlatır mısınız?
ORHAN KOLOĞLU: Aziz Ali, Memluk denilen, yıllarca Mısır’ı idare eden Orta Asya, Türk, Çerkez kökenlilerden. Çünkü Mısır’ın halkının büyük kısmı biliyorsunuz Hıristiyan. Bunlar hep üstte kalma mücadelesi veriyorlar. Bunun sebebi okuryazar kesimin çok az olması.
Libya Savaşına katılıyor. Verilen paraları İngiliz’e teslim ediyor, askerlerle beraber. Bu bir İttihatçı subay. Enver’ler falan Balkan Savaşı nedeniyle Libya’dan ayrılınca her şeyi buna teslim ediyorlar. O da tutup İngilizlerin safına geçiyor. Aziz Ali İstanbul’a çağırılıyor ve idama mahkum ediliyor. İngiliz Büyükelçiliğinin araya girmesiyle affediliyor. Gemiye bindirilip Mısır’a gönderiliyor.
Mısır’da büyük törenle Arap milliyetçisi olarak karşılanıyor. İngilizler gene de şüphe ediyorlar, İttihatçılıktan geldiği için milliyetçi bir tarafı var. Arap milliyetçiliği yapar diye. Bunu İspanya’ya sürüyorlar. Oradayken, çok da önemli adam, İran’dan çağırıyorlar bunu, ordumuzu kur diye.
Ondan sonra geri dönüyor ve Arap milliyetçiliğine destek oluyor. İttihatçı diye bahsedilenlerin ne olduklarına şaşırmamak mümkün değil.
Kürt Şerif Paşa bile bir zamanlar İttihatçıydı
TÜRKSOLU: Ünlü Kürtçülerden Kürt Şerif Paşa’nın da İttihatçı bir dönemi var. Kitaplarınızda bahsediyorsunuz.
ORHAN KOLOĞLU: Şerif Paşa İttihatçı subay diye bilinir ama subay değil. Babası Abdülhamidçi bir paşadır. İstanbul’da doğmuş. Ermeni Bogos Nubar Paşa ile birlikte Paris Barış Anlaşması’na Kürtler adına tezkere veren kişidir.
Kürtçü hareketten bahsedilir. Ben kitabımda bir şey belirtmeye çalıştım. Türk dediğiniz zaman Osmanlı’da ne anlaşılır? Aşiretler. Dağlarda çöllerde yaşayan insanlar. Kürtler de budur. Zaten Kürtler tarih boyunca ne devlet olmuşlardır ne de bir şey. Samimi olmak lazım. Çünkü coğrafyaları müsait değildir.
Sadece Abdülhamid değil, bütün ondan evvelki padişahlar da eski bölgenin ileri gelenlerini satın alıp “devletlü” yaparlardı. Ama artık şehirli olmuş. Kürdün hepsi dağlık aşiretidir.
Kürt Şerif Paşa dediğimiz adam ise İstanbul’da doğmuş. Babası Sadrazam olmuş, padişahın en önemli adamıdır. Fransa’ya gidip tahsil yapmış. Ailesinin doğduğu şehri, kasabayı bilmiyor. Zaten oralarda doğmamış, memleketini bilmiyor. Kürtlüğü nedir bunun? Kürtlüğün o zaman yazısı da yok.
Derken Abdülhamid’in tavladığı aile. Bunu alıp Paris’e askeri ataşe yapıyor. Abdülhamid’in bir adamı ataşe yapması ajanlaştırması demektir. Oradan da İsveç’e elçi olarak gönderiliyor. Demek ki ne kadar padişah gözdesi. Orada elçi olarak 12 yıl kalıyor.
Elçilik yaparken İttihatçı Ahmet Rıza’yla temas kuruyor, ona para yardımı yapıyor. Sonradan jurnalleri çıkıyor ki, onları padişaha haber veriyormuş. İttihatçılar iktidara gelince bu sefer de onlardan mebus olmak istiyor. Bu sefer İttihatçılar karşı çıkıyorlar.
O zamanlar İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’ne katılmıyor. Paris’e gidiyor, İttihatçı karşıtlığı yapıyor. Paris’te çıkardığı derginin tamamını taradım. Oradan İttihatçılara saldırınca bu sefer Kürtler onu lider gibi göstermeye başlıyorlar. İttihat Terakki ve Enver adam yolluyor dursun diye. Suikast düzenliyorlar. Paris’te evinde öldürmeye kalkıyorlar. Yaverini vuruyorlar. Ondan sonra tamamen İttihat ve Terakki aleyhtarı oluyor ve Kürtçülüğe asıl o zaman başlıyor.
Bütün o yayımladığı dergide, İttihatçı düşmanı olmasına karşın, 1915 Ermeni Tehcirinden hiç bahis yok. Çünkü o tehcirden önce Ermeniler Van’ı basıp bütün Kürtleri de öldürmüş.
Ermeniler ve Ruslar geliyor, Doğu Anadolu’ya girerlerse kimi öldürürler? Kürtleri öldürürler. Hem bir Kürtçü olarak orada sadece Kürt var diyorsun hem de öldürülenlerden bahsetmiyorsun.
Demek istemiyorum ki, Kürdün de çok iyisi var. Onlarla işbirliği yapanı da olabilir ama adamlar önce Kürt dahil temizlemek istiyorlar. Şerif Paşa’nın dergilerinde Ermeni olayından tek satır yok. Onları söylesene. 1918-19’da bu sefer onlarla beraber bağımsızlık harekâtına başlıyor ama Ermeni’nin aşağıya indiğinin farkında değil.
İttihatçılar Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdı
TÜRKSOLU: İttihatçıların bir duruşları yok mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır yok. İttihatçı dediğin ismi çok güzel, kuruluşu çok güzel. Ben Talat Paşa’ya çok da saygı duyarım ama kurdukları yapı her tarafından çözülen Osmanlı’yı yaratmıştır. Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmışlardır. Atatürk’ün bütün karşıtlığı orada. Dikkat ederseniz Kurtuluş Savaşı’na  İttihatçıların hiçbirini sokmuyor. Haklı. Çünkü hâlâ kafalar eskide. Nereye yanaşacakları belli değil.
TÜRKSOLU: Enver Paşa yıllarca Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşıyor, sonra Bolşevik yanlısı oluyor. Bakü’de kurultaya katılıyor. Daha sonra da Bolşeviklere karşı Basmacı isyanına katılıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Kafa karışıklığı onlarda çok fazla. Bunda aslında İttihatçı kesimi veya İttihatçı grubu, Osmanlı’nın kafa karışıklığının belirme örneğidir. Namık Kemal’ler de İttihatçılıktan padişahçılığa geçiyorlar. İttihatçılıktan çıkıp Kürt milliyetçisi olan, Arap milliyetçisi olanlar var. Demek ki, bir çözüm olarak çok milliyetçi 1830 bildirgesiyle milliyet-i hakime, milliyet-i Rum bir kere bu başlayınca bölünme durdurulamıyor. Bunu toplarım diye Osmanlı mantığı içinde İttihatçı birleştirici yöne bakmak lazım. Çok güzel fikir. İtiraz etmiyorum. Milletleri toplayalım. Osmanlı zaten 30-40 milleti toplamış. Toplamak için bir İttihat lafı çok güzel. Ama Osmanlı’nın artık sonunu getirecek gücü yok. Tam tersine işler daha da kötü oluyor.
Enver Paşa iyi bir kumandan değildi
TÜRKSOLU: Atatürk-Enver karşılaştırmasında ilginç bir durum da Sarıkamış ve Çanakkale farklılığı. Aşağı yukarı aynı dönemde. Birinde Enver komutan, hezimet var. Diğerinde Mustafa Kemal’in büyük bir zaferi.
ORHAN KOLOĞLU: Enver’in bir savaş ustası, cephe kumandanı olmadığı ortada. Enver siyasetin içine bunalıp girmiş. Bütün hayatına dikkat ediniz, nerede savaştı dedik, bir savaşı Libya. Hareket Ordusu’nda yok mesela. Bütün işi siyaset.
Arkasından Libya’da savaşıyor. Libya’daki de kesin bir savaş değil. Çöldesin, İtalyanlara karşı Sunusiler yardım etmiş ve İtalyan sahilde tıkanmış kalmış. Savaşmamış bir adam Trablusgarp direnişinin başkumandanı yapılıyor. Halbuki Enver sadece Derne bölgesinde. Asıl savaş ise Bingazi’de, Tobruk’ta. Savaşla alakası yok. Savaşan adam değil.
Arkasından ne var? Balkan Savaşı için Libya’dan gidiyor. Edirne’yi kurtardı diyorlar. Edirne’yi o kurtarmış değil. Yunanlılarla Bulgarlar birbirine giriyor, Bulgarlar Edirne’den çekiliyor, o gidip alıyor, Edirne’yi kurtardı diyorlar. O kurtarmayla başkumandan oluyor. Kaldı ki kurtarma harekâtını yürüten de o değil. Enver cephelerde hiç yok ama başkumandan ilan edilmiş.
Buna mukabil Mustafa Kemal, cephede askerle beraber yürüyen adam. Çanakkale’de askerin önüne geçiyor. En önde giden adam, vuruluyor. Atatürk’ü Allah kurtardı diyorum.
TÜRKSOLU: Bu ilginç söyleşi ve verdiğiniz değerli bilgiler için teşekkür ediyoruz.
ORHAN KOLOĞLU: Ben teşekkür ederim. Başyazarınız Gökçe Fırat’a da hakkındaki davalar için geçmiş olsun diliyorum. Çıldırdılar resmen, eli kalem tutan herkesi Silivri’ye tıkmak istiyorlar.



Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi BÖLÜM 1



Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile söyleşi,

  BÖLÜM 1


kologlu

Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile İttihatçılar ve İttihatçılık üzerine konuştuk. Röportajı gazetemizin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürü Özgür Erdemgerçekleştirdi.




Mustafa Kemal’den önceki Osmanlı aydınları ya devlet memuru ya da ajandı

Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı karşıtı ittifak
TÜRKSOLU: Yeni bir dünya savaşına doğru gidiliyor ve İttihatçılar Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı’nın kaderini yönetmişlerdi. Verdikleri kararlar neticesinde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Başka çareleri var mıydı, bunları konuşmak gerekiyor.
İttihatçılar üzerinden konuşursak, 1908-1914 arası 6 yıllık dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerinde bir İngiliz-Alman mücadelesi var. Tabii Rusya’nın da ayrı bir ajandası mevcut. Fransa ise tetikte bekliyor. Emperyalistler arası çatışma açısından bakarsak, o günleri nasıl değerlendirebiliriz?
ORHAN KOLOĞLU: 19. yüzyılın ortalarına gittiğimizde, malum Kırım Savaşı, 1854’ler… İngilizler, o dönem Rus’un aşağıya inmesine karşı. Ama 1800’lerin sonlarına doğru yavaş yavaş birleşiyorlar.
1878’de Almanların Osmanlı ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos Antlaşması’na müdahale etmesi ve işgal edilen İstanbul’dan sonra Balkanlar’ın da iade edilmesini sağlamasından sonra Ruslar o zaman politika değiştirerek İngiltere karşıtlığını bırakıp Almanya’ya karşı İngiliz-Fransız ittifakına katılıyor.
kologluroportaj1TÜRKSOLU: O dönem II. Abdülhamid’de de bir Alman hayranlığı var.
ORHAN KOLOĞLU: II. Abdülhamid’in de Almanlardan destek alması, bilhassa ordu için Alman eğitimi başlatması, apayrı bir dönemi başlatıyor.
İlk defa zaten 1878’den itibaren Almanya’da dünya liderliği çalışmaları başlıyor. Almanlar, İngiliz-Fransız-Rus ittifakına karşı müttefik arıyor. II. Abdülhamid’i zaten yanına almış. İtalya, yavaş yavaş Almanya’ya yanaşıyor. Bir de Avusturya, tam Avrupa’nın ortası… Kısacası Rus’a karşı olanlar, Almanlar, İtalyanlar ve Avusturya-Macaristan, birleşiyor. Bu Üçlü İttifak. İngiltere-Fransa-Rusya işbirliği ise, biliyorsunuz Üçlü İtilaf. Yavaş yavaş birbirlerine karşı yarışa giriyorlar.
TÜRKSOLU: Asıl paylaşılmak istenen Osmanlı değil mi?
ORHAN KOLOĞLU: Bilhassa 1908 yılında İngiltere ve Rusya arasında Reval toplantısı var. Bu toplantı hakkında bizim İttihatçılara bilgi ulaştıranlar da İtalyan ve Almanlar. Oradan Osmanlı’nın paylaşılacağı mesajını ulaştırıyorlar. Zaten, Meşrutiyet ilanının üzerine geliyor. Aslında tamamen dünyanın paylaşılması hususunda iki grup arasında da denge farkı var. Avrupa’daki grup, Almanya-Avusturya-İtalya ufak bir grup. İlk defa ortaya çıkıyorlar. Öbürleri de dünyayı zaten paylaşmış olanlar. Rusya bütün Orta Asya’yı almış, İngiltere bütün Afrika’ya ve Amerika’ya hâkim, Fransa da öyle. Dolayısıyla biz tam paylaşma içindeyiz. Bunun içinde İttihatçıları yönlendirecek başka güç yok. Mesela şunu da söyleyeyim, Osmanlı’nın paylaşılma şekline Üçlü İtilaf karar vermiş.
Özellikle de hakikaten II. Abdülhamid politikayı çok iyi öğrenmiştir. Araplar da dâhil ne kadar alıp götürüyorlar, her şeyin çok iyi farkında. Burada ister istemez bir tercih yapmak durumu beliriyor. Bir de ordunun bütün eğitimi 1882’den itibaren hep Almanlara verilmiş. Onlar da yeni beliren kendi Alman İmparatorluklarının çıkarlarına bakıyorlar. Bakarken de kullanacağı adamları, kendi gönüllü gelmiş olanlar içerisinden seçiyor. İçinde gerçekten nereye bakacağını bilen yok.
Osmanlı’da düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor.
kologluroportaj2II. Abdülhamid aydınları satın alarak sustururdu
TÜRKSOLU: O dönemin Osmanlı aydını da bu emperyalist seçeneklerden birini seçmek durumunda kalıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Osmanlı yapısının içindeki düşünür kesimini ele alırsak, şunu belirtmek lazım, çok önemli bilgidir, Osmanlı’nın içinde düşünür kesim dediğin zaten devletin memurlarıdır. Düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor. Dolayısıyla toplumun değişmesi, 15. yüzyıldaki Avrupa’nın Rönesans yapması gibi değil. Daha başlangıçta değişim gelmiş, doğru ama nesiller istiyor. Hiçbiri yok. Dolayısıyla bunlar çok hızlı düşünen kesimler.
Bu kesim içinde hakikaten kabul etmek lazım, çok farklı düşünen bir tek Atatürk var. O apayrı. Tamamen dışında, ama ön plandaki bütün düşünürler hep memurdur. Örneğin Afgani… Arap aydınıdır. Haçlılara karşı Panislam yapalım diye çıkar, ondan sonra gelir II. Abdülhamid’in misafiri olarak İstanbul’da ölür.
Mısır ayaklanmak ister, ayaklanmak istediği zaman da Osmanlı’ya karşı olarak hemen İngiliz’e yanaşır. Demek ki bütün İslam dünyası kendi olumsuzluğunun içinden çıkamıyor. Bunun için de 1908’e geldiğiniz zaman dikkati çeken husus, bütün olayların, yani 1908’deki II. Meşrutiyet ilanını getiren olayların hepsi Balkanlar’da cereyan ediyor. Arabistan’da hazırlıklar var. İngiliz ve Fransızlar hazırlık yapıyor, o ayrı ama tam öne çıkmış gibi değil. Balkanlar’da ise özellikle Rusya’nın da hazırlıkları var.
TÜRKSOLU: Tam Meşrutiyet öncesi, Balkanlar’da da büyük bir emperyalist paylaşım mücadelesi var.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş bir mücadele var. Artık Türk’ü tam olarak dışarıya, Avrupa’dan çıkarma planı var. Bunun içinde tabii İstanbul var. O da hesapta.
Bir de burada kabul etmek lazım ki, hakikaten İstanbul dünyanın en önemli şehirlerinden biri. Tarihe yerleşmiş ve oraya yerleşen de dünyanın üstüne oturmuş sayılmış. Düşünün Osmanlı, Fatih gelip aldığı zaman, Roma şehri dini gücünü kaybeder. Papalık vardır ama Hıristiyanlığın merkezi değildir. İmparatorluğun merkezi ise Konstantinopolis’tir. Bütün hırsları, Haçlı Seferleri bile İstanbul’u almak içindir. Hz. Peygamber bile İstanbul’u almayı hedef gösterir. İstanbul hakikaten dünyanın en önemli şehirlerinden birisidir.
Dini şehir olarak hep Kudüs’ü biliriz. Halbuki, Kudüs için kimsenin mücadele ettiği falan yok. Gerçek mücadele İstanbul üzerinedir. İstanbul varken hepsi ama içerden cemaatleri de oluşturma mekanizması acayip bir şekilde işlemiştir.
kologlukitap1Osmanlı’da ilk Türkçe gazete bile Mısır’da çıktı
TÜRKSOLU: Bunların azınlıklar üzerindeki etkileri nasıl? Meşrutiyetin ilanı için sonuçta Rum, Ermeni, Yahudi, bütün azınlıkların da o Meşrutiyet mücadelesi içinde yeri var. Bu yüzden günümüz Abdülhamidçileri bütün Meşrutiyet’i bir emperyalist tezgah olarak gösterir. İngilizlerin, Almanların, Rusların bir parmağı var mıydı Meşrutiyet’te?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Şöyle almak lazım, şimdi Meşrutiyet’e varmamızın temelinde ne var? Daha 1830’larda Milliyet-i Hakime, Ermeni, Rum diye ayrım yapılması var. Milleti dikkat ediniz, Osmanlı yapısını resmi olarak milletlere bölüyor. Bu çok önemli. 1830’larda bu başlıyorsa, bu 70 senede ne gelişir?
Ne enteresan… Benim ayrı bir çalışmam olduğu için rahat söyleyeceğim, özellikle mesela Araplarda bir şey yoktur. 2007’de İslam Kültür Merkezi’nin yayımladığı Türk-Arap ilişkileri kitabında bir kayıt vardır. Osmanlı’daki Arap nüfusu 20 milyondu ama 200 kişide bir kişi okuryazardı. Arap kendisinin okuryazar olmadığını kabul ediyor. Bunu yazan Kasım adındaki Mısırlı Arap tarihçi. Eski tarihçi değil, günümüzün tarihçisi. 200’de bir.
kologlukitap2Osmanlı’da okuryazar oranı sadece %8-10. Peki, bunlar kim? Devlet memuru. Devlet memuru olduğu için devletlû oluyor. Hatta ne örneğini verdik, çok büyük özgürlükçü sayılan Namık Kemal dahi memur. Demek ki, bir toplumun gerçekten toplu şekilde bütünüyle hazırlanamadığı için tabanın, düşünür olması lazım ama yok. %8’i okuyorsa, köylüm ne biliyor? İmamının, hocasının söylediklerini biliyorlar ki, onlar da köyde hiçbir şey bilmiyorlar.
Böyle bir yapı içinde İttihat ve Terakki Meşrutiyet’i getirmek için harekete geçti. Haklılar, dünyaya uymak gerekiyor. Zaten zorlanıyor da. Burada çok enterasan Abdülhamid döneminde Türkçe basın son derece geç başlar. İstanbul’da Fransızca, Ermenice, Rumca, her türlü basın çıkmaya başlar. Türkçe çok sonradır. Her vilayette Türkçe ve o vilayetin halkının diliyle gazete çıkmaya başlıyor. Demek ki, her bölgenin insanına kendi kimliği, Türkçe-Rumca, Türkçe-Ermenice, Türkçe-Arapça vilayet gazetesi çıkıyor. Ama Türkçe gazete bile İstanbul’da başlamaz, ilk defa Mısır’da başlar. Vekayi-i Mısriyyediye Mehmet Ali Paşa başlatır. Türkçe-Arapça olarak ve Mısır halkına Türkçeyi öğreteceğim diye başlar. Osmanlı dönemi basının tamamını taradığım için rahat söylüyorum, Mısır’da 1828 yılında başlar.
kologlukitap3TÜRKSOLU: İstanbul’da ise 3 sene sonra değil mi, 1831…
ORHAN KOLOĞLU: 1831’deki resmi gazetedir. DevletTakvim-i Vekayi’yi çıkarıyor. Şimdi dikkat edin, Vekayi Mısriyye’ye karşı. Çünkü bir Türk gazete çıkarmış ve gazetenin içinde Araplara Türkçe öğretecek bir gazete var. Bunu Arap kendisi okuyamıyor. Hiçbir kesimiyle oluşmamış bir topluma yenilikler getiriyorsunuz. Ne getirirsiniz? Nitekim o tartışma da başlar.
Derken Mehmet Ali Paşa Fransızlarla işbirliği yapar, 1840’a kadar savaşlar olur. Suriye’yi almaya gider. Kütahya’ya kadar gelir. Avrupa engeller. Bu arada Millet-i Hâkime, Millet-i Yahudi, Millet-i Rum, Millet-i Ermeni kalıpları yerleşir. Şimdi siz 1908’e gelirseniz bu ortamda II. Abdülhamid bunu engeller, sansür getirir, mecburdur. Çünkü çaresi yok.
İngiltere’den Almanya’ya Siyonizm
II. Abdülhamid tabii ki diktatör ama eğer 30 sene diktatörlük yapmasaydı, Osmanlı çok daha önceden yıkılır, dağılırdı. Güçlü bir grup Almanlarla işbirliği içerisinde bulunuyor. Alman imparatoru iki defa ziyaret eder. Ama Almanların da hayali bu sefer dünya liderliğidir.
TÜRKSOLU: Almanlar da sonuçta Osmanlı’yı sömürgeye dönüştürmek istemiyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki. Kontrolüne almak istiyor. Hilafeti de kullanayım diye düşünüyor. Nitekim dikkat edin 1898’de Alman İmparatoru İstanbul’dan sonra Kudüs’e gider. Nerelere sulandığı belli.
TÜRKSOLU: Siyonizmi o dönem en çok destekleyen Almanlar…
ORHAN KOLOĞLU: Herzl Almanlarla başlar ama asıl Yahudiliği savunan İngiltere’dir. Mesela o dönemin ünlü İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli Yahudidir. İngiltere kabul etmek gerekir ki, Yahudileri tam kontrolünde tutuyor.
Bunun için Alman geliyor Ortadoğu’ya, ama tam giremiyor. Bir türlü yerleşemiyor. Bu yüzden Osmanlı devletine giriyor, Alman subaylar Osmanlı ordusunu yeniden yaratıyor.
Öncesinde esas olarak Fransa’dan gelenler vardır. Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Fransız kültürü… II. Abdülhamid ile birlikte bunun yerine Alman kültürü girmeye başlar. Ordu ve devlet içinde Alman eğitimi başlar, Almanların dünyaya hâkimiyet düşüncesine bağlı olarak yönlendirme yapılır.
II. Abdülhamid bağımsızlık isteyen etnik yapıların liderlerini de satın alırdı
TÜRKSOLU: Şöyle bir çelişki de var aslında. Türkiye’de bir fikir hareketi olmadığı için dönemin siyasetçileri büyük devletlere bağlı olma durumunda kalıyor. Mesela II. Abdülhamid döneminin büyük sansürü yerine daha özgürlükçü bir  fikir hayatı olsaydı Türkçülük hareketi 1870’lerde ortaya çıkmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Olabilir. Türk lafı o dönem kesinlikle yasak.
TÜRKSOLU: Osmanlı’nın o dönem şöyle bir sorunu var. Her türlü akım var, Rumculuk, Ermenicilik gibi. Bir Türkçülük yok. Sebebi nedir? II. Abdülhamid bunun önünü açsaydı daha iyi olmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Açamazdı. Açmadı. Bilakis uyutma politikası uygulamıştır. Afgani’yi alıyor, içerde uyutuyor. Çünkü hepsinin ayrılıkçı akımda olduğunu ve hepsinin de dışarıdan yönlendirildiğini düşünüyor.
TÜRKSOLU: Uyutmak için aşiret mektebini kullanıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Aşiret mektebinin yapılmasında özellikle Ermenilerin de etkisi var. Çünkü Ermeniler ve Gürcüler Ruslardan destek alıyorlar. Bunu durdurmanın yolu nereden geçer? Ancak kendi içinde tutarlı bir hareket kurabilirse durdurabilir. II. Abdülhamid her bir cemaatin liderini parayla satın alma yoluna gidiyor. Belki o dönemde zaten yapacak başka bir şey yok. Dikkati çeken, ne dedik, Arapları okuryazar değil. Ama şu da var, Arapça okuryazarı az dedik ama bütün sahildeki Hıristiyan Araplar da Arapça konuşuyor. Avrupa’yla ilişkiden memnun. Ticaret orada, para orada. Dikkat ediniz, İngiltere daha 1700’lerin başında Hindistan’a yerleşir ve Basra Körfezi’ndeki bütün sahil şeridini kontrolüne alır. Buradaki Şeyhlikle anlaşma yapıyor, ben sana para veririm sen bana ticaret yaptırırsın. Ama oradaki malı da alıp Avrupa’ya götürüyor. Bütün Afrika boyunca muazzam bir sistem kurmuş. Bu sayede şıkır şıkır işliyor. Hatta Fransa falan çıldırıyorlar. Arap dünyasını İngiliz’in tam ele geçirmesi böyle bir tezgahtan geçiyor.
Okuryazarlık hikâyesine dönersek, benimkiler gelecekler, nereye? II. Abdülhamid bunları durdurmak için içlerinden parayla adam satın alıyor. Nereye kadar gidebilir? Ama ordunun lüzumunun farkındadır. Almanlar da onu oluşturunca bu sefer ordudan başka mekanizma gelişir. Almanların bu tahrikinin bizim askeri kesimi etkilemesinin rolünü kabul etmek lazım. Bulgaristan, Sırbistan hepsi Rus etkisinde kalmışlar.
Ayaklanmalar, şöyle düşünelim, Enver niye büyük kahraman oldu? Edirne’den çok evvel, Balkanlar’da dağa çıktı, onlarla mücadeleye girdi ve onlarla mücadele ederken Meşrutiyet’i ilan etti. Burada bir kararname var. Biz kendi içimizdeki bir sorunla uğraşıyoruz. Hedefinde kim var? Bulgar, Sırp, Arnavut çeteler var. Bunlarla uğraşıyoruz diyorsun ama arkasında hepsinin Ruslar vs. var. Bunlara karşı kim mücadele etti? Arnavutları filan İtalyanlar ve Avusturyalılar destekliyorlar. Aslında Osmanlı’yı parçalamanın kavgasını veriyorlar.
TÜRKSOLU: O dönem Almanya’nın Osmanlı’yla dostluğu biliniyor ama 1897’de Türk-Yunan savaşında Almanya, Osmanlı’nın tarafını tutmuyor.
ORHAN KOLOĞLU: Görünüşte onlar da İngilizlerle tam hırlaşmak istemiyorlar. O restleşme Reval toplantısına kadar 1908’e kadar dengeli gider.
TÜRKSOLU: Alman dostluğu politikası II. Abdülhamid için bayağı bir hayal kırıklığı oluşturuyor öyleyse
ORHAN KOLOĞLU: Ne Almanı ne İngiliz, Fransız, Rus’u için Osmanlı’nın yaşaması gibi bir şey bahis konusu değil. Dünyada Osmanlı nasıl Asya’ya atılacak, bu tartışılıyor.
TÜRKSOLU: Aslında 1908’de durum Osmanlı için son derece çözümsüz görünüyor. Gücünüz yok, herkes paylaşmak istiyor. Bir Mustafa Kemal çözümü o dönemden mümkün değil miydi?
ORHAN KOLOĞLU: Şunu söyleyeyim. Dikkat edin II. Abdülhamid bütün basını sansüre alır, II. Abdülhamid döneminde çıkan gazete sayısı bütün ülkede diyelim ki, 100 tanedir ama devlet kontrolünde. Fransızca, İngilizce de var ama kontrol altında. Meşrutiyet’in ilanı ile beraber sayısı 700 olur. Her dilde her toplum kendi özgürlüğü için bağırmaya başlar. Bu bir şeyi anlatıyor. Nasıl hazırlanmışlar… Bir bağrışmadır gider. Zaten o yüzden 31 Mart denilen olay yaşanır. Hareket Ordusu gelir, bu sefer diktatörlük İttihatçılara geçer. Toplumun içi öyle bir hazırlanmış ki, bütün manastırlar ve kiliselerle bütün Amerikan okulları, İzmir’deki, Sivas’taki Protestanlar…
Amerikalıların Sivas gibi bir yerde ne işi var? Ermeni’yi kim götürüyor? Hatta şu var, 1909 sonu Ermeniler Adana’yı bile almaya kalkıp ayaklanıyor. Sadece Ermeni karşıtlığı gibi alınmamalı ama hepsi bunu yapıyor. Arap da yapıyor, Ermeni de, Rum da yapıyor.
31 Mart’ın lideri Derviş Vahdeti İngiliz ajanıdır
TÜRKSOLU: Doğan Avcıoğlunun “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” diye bir kitabı vardır. 31 Mart ayaklanmasını bizzat İngilizlerin desteklediğini söyler. Sizin kitaplarınızda da buna benzer ifadeler var. Biraz bunun üzerinde durabilir misiniz?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’ta olaylara karıştırılan ajanların sayısı çok farklı. Neydi 31 Mart’ta ismi geçen adam? Derviş Vahdeti. Ben gittim Kıbrıs’ta Vahdeti’nin üzerinde çalıştım. Çok acıklı ve karmakarışık bir şey çıktı. O zamanki düşünür takımının ne kadar karmaşık kafalı olduğu ortaya çıktı. Çok saygı duyulan Namık Kemal gidip memur oluyor. Hani devrimciydin? Bu Namık Kemal’i dışlamak anlamında değil. Yapacağı bir şey yok. Ülkenin toplum şartları başka. Tek başına bağırıyor, bağırıyor sonrası açlık.
TÜRKSOLU: O dönemde İngiltere’den, Fransa’dan para alanlar da var yani…
ORHAN KOLOĞLU: Tabii. Dolayısıyla benim toplumum her şeyiyle çürümüş. Vahdeti’yi ele alacak olursak, Vahdeti çok açık bir şekilde İngiliz ajanlığı yapmıştır. Kendi makalelerini buldum. Derken II. Abdülhamid bunu tavlıyor, II. Abdülhamid’in ajanı oluyor. Adamda bir ajan olma hastalığı var. Abdülhamid adına İstanbul’da çalışırken bu sefer emrine girdiği Abdülhamid’in paşasını, istihbaratı yöneten paşayı, Abdülhamid’e jurnalliyor. Abdülhamit’in güvendiği adam falan.
En sonunda Derviş Vahdeti de İttihatçı oldu diye jurnalleniyor ve Diyarbakır’a sürülüyor! Derken Meşrutiyet ilan edilince İttihatçı olarak ortaya çıkıyor. Ben onun yayımladığı derginin, gazetenin tamamını taradım, Volkan gazetesiydi, orada tamamen Panislamizm yapalım diye yazıyor. Yine Abdülhamidçi yani… Bütün Orta Asya’ya Rusya hakim. Bütün İslam dünyasına İngiliz hâkim. Neyin Panislamizmini yapıyorsun? Sarayın kapısına kadar geliyor, Abdülhamid reddediyor.
Onun üzerine Hareket Ordusu geliyor. 100 gazete çıkan bir ülkede 700 gazete ve hepsi de özgürlükçü. Kafalar deliler gibi karışık. Birbirinin aleyhine yazmadıklarını bırakmıyorlar. Üsluplar çok sert gerçekten. Dedikodu düzeyinde yazılar falan.
TÜRKSOLU: O dönem İttihatçıların da kafası karışık. Osmanlıcılıktan Türkçülüğe savrulup duruyorlar. 
ORHAN KOLOĞLU: İttihat ve Terakki sanıldığı gibi Türkçülükle başlamaz. Osmanlı bütünlüğü esastır. İsimdeki ittihat zaten birlik demektir. İttihat ve Terakki birlikte gelişme anlamındadır. Ama bu Hareket Ordusu’yla beraber, başka çaresi yok, ayaklanma çıkmış, Abdülhamid bile reddediyor, düşünün. Yalnız bununla beraber İngiliz yanlısı kesim çok yakın bir şekilde Ahrar Partisi, daha sonraki Hürriyet ve İtilaf Fırkası filan bunlar, İttihat ve Terakki’yi Alman yanlısı ilan ederler. Hâlbuki görünüşte tam olarak öyle değil. Ama ordudan geldikleri için, elbette bir Alman yakınlığı var. Ordudaki öğretmenleri hep Alman subayları çünkü. Tabii, sonra Ordu içindeki 31 Mart yanlılarını ayıklamaya başlayınca Ordu içinde de bir ikilik çıkıyor.
TÜRKSOLU: Sonuç olarak Meşrutiyet’i devrimci bir hareket olarak nitelendiriyor musunuz?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Devrim, bizde ilk adımını 1730’dan önce Lale Devri’nde yapmayı düşünür, Avrupa’dan örnek alarak. Yeniçeriler, o dönem en geriler. 100 sene gecikirler. 1826’da ordu ortadan kaldırılır ama bütün tarihi ordu üzerine kurulu olan devlet için bu büyük bir travma… 1826’dan sonra bir de Mısır çıkıp da bağımsızlık hareketi yapınca ve Arap kesimini de harekete geçirince, Osmanlı’nın sömürgeleşme, çözülme dönemin başlar.
Tarihimizin ilk toplumsal devrimcisi Atatürk’tür
Tarihe baktığınız zaman büyük devletlerin en büyük devlet olması ve batmasının birkaç yüzyıl aldığını görürsünüz. Roma İmparatorluğu, 395’te filan kuruluyor. 400 sene daha ben iddialıyım diyor. Ama 400 sene sonra da yıkılıyor. İstanbul’daki Roma İmparatorluğu, 1206’daki egemenliğe kadar Katolikler gelip işgal eder. Yani yaşamak uzun sürüyor ama çözüm getirme çok daha uzun sürüyor.
Bizim devrim 1730’da yapamamışsın, 1826’da yapmışsın, açıyorsun tamam ama bir düğmeye basınca kapanıyor. Ta kaç sene sürüyor. Dolayısıyla toplumsal devrimci dediğiniz zaman, ilk Atatürk’ü anlamalıyız.
Ben Atatürk’ü sanıldığı gibi 1919’da başlar kabul etmem. 1826’da başlar. 1826’dan itibaren Osmanlı içinde eğitim başlar değil mi? Adım adım gelir Atatürk’ün aldığı eğitimde bütün o geçmişteki çağdaşlaşma hareketi var. Bunun yanında Avrupa muazzam bir hızla gider. Luther’le başlayan değişme 300 sene devam eder, 1789’da Fransız devrimiyle demokrasiye geçer, arkasından demokrasiyi kendi kendilerine bitirirler. Demek ki, değişimi nesiller istiyor. 1908’de Meşrutiyet der demez bütün toplumlar ayrılıyorsa, seninki devrim olmuyor ki.
Şimdi İttihat ve Terakki birlik mesajı veriyor ama birlik olmuyor. Hepsini susturup engelleme yoluna gidiyor. Dikkat ederseniz Türkçülük akımı ne Anadolu’da ne de İstanbul’dan başlar. Orta Asya’dan başlar. Yusuf Akçura’lardan başlar, Ruslara karşı Kırım’dan gelir. Hatta ilk konferanslarını 1906’da Mısır’da yapmışlardır. Çünkü, Abdülhamid buna izin vermemiştir.
TÜRKSOLU: Kim bu ilk Türkçü kongreyi yapanlar?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılar içindeki Türkçü kesim. Hatta öyle ki, daha 1898-99’daMeşveret Cumhuriyet mesajı Kahire’deki Türk gazetesinde yayımlanıyor. Mısır gibi Arapçanın etkin olduğu bir yerde Türk gazetesi çıkıyor. İttihatçı Mizancı Murat, Mısır’dadır. Türkçülük akımı Osmanlı’da yeşeremiyor. O da dışarıdan geliyor.
TÜRKSOLU: Ermenici, Rumcu akımlar var. Her etnik yapı kendi milliyetçi gruplanmasını yapmışlar ama Türkçü yapı Osmanlı’da kurulamıyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Türk dediğimiz köylü demek aslında. Ama dili Türkçe. Devlet Türk ama Türk değil. O dönemde dahi ben rastladım, “ Devleti Ebed Müddet ” kavramı kullanılıyor. Hatta 1920’lerde bile. Hâlâ daha devleti ebed müddet yaşayacak anlayışı vardır. Roma İmparatorluğu’na ne kadar hayran iseler buna da o kadar hayranlar. Dolayısıyla bu adım adım böyle gider. İttihatçılar durdurmaya çalışırlar. Ama kendi içlerindeki bölünme Osmanlı içindeki bölünme sonucu iktidardan uzaklaştırılırlar 1912’de. 1913’te darbeyle gelirler. İşte Türkleşmeleri, Türkçülüğü savunmaya başlamaları o zamandır. 


http://www.turksolu.com.tr/arastirmaci-yazar-orhan-kologlu-ile-soylesi/

***