Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Nisan 2020 Pazar

Gökçe Fırat FETO’cu değildir Kemalizm’e sımsıkı bağlıdır,

Gökçe Fırat FETO’cu değildir Kemalizm’e sımsıkı bağlıdır,




Yekta Güngör Özden
26 Eylül 2016

Onbeş yılı aşan tanışmamızdan bu yana tutum ve davranışlarında kişliği ile bana güvern veren, çalışmalarıyla beğenimi kazanan yazar Gökçe Fırat’ın sakıncalı bir durumuna rastlamadım. Güvene, saygıya, başta ATATÜRK, ulusal değerlerimize ve ilkelerimize gösterdiği özenle hep arkadaşları arasında özgün bir yeri olduğunu izledim. Yürürlükteki kurallara aykırı bir eylemine, duruşuna rastlamadım ve böyle bir ortam içinde olduğunu duymadım. İnsanlık ve nezaket gereği kimi yerlerde bulunması, kimileriyle yan yana gelmesi, el sıkışması ve fotoğrafta yer alması, her zaman terbiyeye aykırı bulunacak kaçınılmaz durumlardır. Bu tür birliktelikleri hukuka aykırı bulmanın uygarlıkla ve demokrasiyle ilgisi yoktur. Hele bir yazar için karalama ve suçlama nedeni sayılmasını anlamakta güçlük çekiyorum. Ceza konusu bir olaya kaynak olmadan, böyle bir olaya karışmadan, kanıt olmadan, kimi yakıştırma ve yorumlarla, hele kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu sayılmasını asla doğru bulmuyorum.

 Kaldı ki, Atatürk karşıtlıklarını çekinmeden sergileyenlere yazdıklarıyla karşı çıkmış, FETO’cuları başyazarı olduğu Türk Solu gazetesinde herkesten çok kınayıp eleştirmiştir. Kemalizm’e sımsıkı bağlılığını yansıtan yazı ve konuşmaları ortadadır. Basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken yazılarıyla Ulusal Parti Genel Başkanı olarak siyasal yönelişine ilişkin açıklamaları demokratik gereklere göre değerlendirilmelidir. Sakıncalı bir eylemi, konuşması, yazısı, katılımı kanıtlanmadıkça suçlu gözüyle bakılamaz.
 Gökçe Fırat’ı Fetocu’lukla ya da herhangi bir biçimde onlara yardım, destek, katkı ve katılmayla suçlamanın gerçeklerle bağdaşamayacağı görüşündeyim. Yansız yargının gerçeği saptayacağı umudunu taşıyorum. Tutuklandığını duyunca şaşırdım ve üzüldüm. Aydınlık gelecek diliyorum.

http://www.turksolu.com.tr/gokce-firat-fetocu-degildir-kemalizme-simsiki-baglidir/

***

Gökçe’ye Haksızlık,

Gökçe’ye Haksızlık,




Yekta Güngör Özden
20 Mart 2018


Yargılamalara etki yapacak tutum ve davranışlardan uzak durmak, yurttaşlık bilincinin ve meslek terbiyesinin gereğidir. Bu nedenle duruşmalar evresinde Gökçe Fırat’ın yargılanmasına ilişkin kurala aykırı bir değerlendirmede bulunmaktan kaçındım. Ama hep içim sızlayarak izledim. Şimdi, karar verildiği için, konuşmak olanağına kavuştum. Kararlara saygılıyım. Katılmasam, çok yönlü ve ayrıntılı değerlendirmeyi uygun bulsam bile ölçüyü kaçırmadan eleştirmekten kaçınılmaması görüşündeyim.
 Gerekçeli karar sanıklara tebliğ edilmediği için dayanılan durumları, kanıtları, değerlendirmenin uygunlukla yapılıp yapılmadığını eleştirecek değilim. Karar, gerekçesiyle birlikte açıklandığında bu doğal hakkımızı kullanmayı saklı tutuyorum.
 Gökçe’yi 1999 yılından bu yana tanıyorum. İstediğimiz kadar karşılaşmış, görüşüp konuşmuş olmasak da hakkında kanı belirtecek ölçüde tanıdığımı içtenlikle söyleyebilirim. Önceden birlikte olduğu kimilerinden haklı nedenlerle ayrılınca bağımsız, özgür kişiliğini korumuş, güvenilir yapısıyla anlayışlı ve saygılı tutum ve davranışlarıyla belirgin bir yer edinmiştir. Gençliğinin taşkınlıklarına asla kapılmamış, iyi düşünüp gerçekçi açılımlarla çevresini genişletmiş, arkadaşları arasında özgün bir ortamın odağı olmuştur. Ayrıldığı yerdekiler onu ve arkadaşlarını suçlayıp karalamaktan geri kalmamışlardır. O, doğru bildiği yoldan hiç ayrılmamış, bir parti kurarak genel başkanı olmuş, çıkardıkları Türk Solu gazetesindeki yazıları ve genel tutumuyla hep sempati toplamıştır.
 Duyarlı, tutarlı ve özenli biri olmaya çok önem verdiğim için konuşup görüştüğüm, ilişki kurduğum kişileri de bu yönleriyle seçerim. Gökçe’nin ahlâklı, gerçekçi, tutarlı davranışlarını hep beğeniyle izledim. Beni en çok etkileyen yanı gençleri Atatürk’ü tanıma yanlışlıklarına düşmemesi, O’nu gerçekten ve içtenlikle sevip saymasıdır. Gazetelerinin içerikleri hep bu bağlılığı yansıtan yazılarla doludur. Atatürk ve ilkeleri konusunda bu kadar yoğun yayın yapan başka bir kuruluş yok gibidir.

 Ortam, koşullar insanın istemediği durumları yaşamasına neden olabiliyor. Bir toplantıda ya da bir yerde otururken, ayakta dururken, konuşurken, hattâ yolda yürürken istemediğiniz biri yakınınızda, yanınızda olabiliyor, görülebiliyor. Hattâ kimliklerini, kişiliklerini, bağlantılarını saklayıp sâde bir yurttaş ve öğrencileri olarak sizi ziyaret etmek isteyenler oluyor. Geri çeviremiyorsunuz. Ziyaretlerinden sonra sakıncalı sayılacak bir yerle bağlantıları anlaşılıp saptanıyor. Sizi onlardan gösterip sayarak eleştirenler çıkıyor. Bu ziyaret bir birliktelik durumu olmadığı halde amaçlı-amaçsız yanlış değerlendirmelerle suçlanıyorsunuz. Ben böyle durumları yaşadım. İnsanlığım, nezaketim, anlayışım ve hoşgörüm yanlış değerlendirildi.

 Gökçe’nin de sakıncalı kesimden birisiyle fotoğrafının olması suçlama nedeni sayılıyorsa çok yanlış, çok hâtalı bir yaklaşım vardır demektir. Örneğin kitap fuarlarında yanımıza gelip fotoğraf çektirmek isteyen bay-bayan yurttaşlarımız oluyor. Kabûl etmemek kabalık olacağından “Hayır!” diyemiyorum. Birlikte olduğumuz fotoğrafı amaçlı çektiren, bir yerde kullanan, sakıncalı biriyse bu fotoğraf benim suçlu olmama yeter mi? 

Asla.

 Gökçe’nin gerici ve tutucularla bir tutulmasının hiçbir haklı ve gerçek yanı yoktur. Gökçe, katıksız bir Atatürkçüdür. İnsanları gözden çıkarmak biçiminde uygulamalar, hukuk devleti ve insanlık anlayışıyla bağdaşmaz. Özlenen, beklenen, umulan yalnızca adalettir. Adalet, herkese hakkını veren, tüm haksızlıkları önleyen bir erdem kaynağıdır.

http://www.turksolu.com.tr/gokceye-haksizlik/


***

1 Ekim 2017 Pazar

Hür adam değil "sefil adam"





Hür adam değil "sefil adam"


İngiliz ajanı Said- Nursi
Hür adam değil "sefil adam"

Atatürk'e Fethullahçı saldırı




















Said-i Nursi'nin hayatını konu alan "Hür Adam" isimli film, Atatürk' bir karalama kampanyasının bir parçası olmasının yanı sıra, Cumhuriyet'ten öç almak için 
kurulan gerici komplonun da bir parçasıdır.Bugün, Atatürk cumhuriyetinde iktidarı ele geçiren Kürt-İslamcı güçler, seksen yıllık Cumhuriyet'in bütün dayanaklarını bir bir ortadan kaldırırken, Atatürk ve Cumhuriyet tarihiyle ilgili bütün gerçekleri de yok etme çabasındadırlar.


Said-i Nursi'nin hayatını konu alan "Hür Adam" isimli film, Atatürk'e karşı uzun süredir yürütülen alçakça bir karalama kampanyasının bir parçası olmasının yanı sıra, Cumhuriyet'ten öç almak için kurulan gerici komplonun da bir parçasıdır.
Bugün, Atatürk cumhuriyetinde iktidarı ele geçiren Kürt-İslamcı güçler, seksen yıllık Cumhuriyet'in bütün dayanaklarını bir bir ortadan kaldırırken, Atatürk ve Cumhuriyet tarihiyle ilgili bütün gerçekleri de yok etme çabasındadırlar.
Türk Ordusu'nun terörle mücadele eden komutanlarının uydurma tertiplerle hapislere yollandığı, bölücü örgüt yandaşlarının "özerklik" ve "iki dilli yaşam" talebiyle ayaklanma hazırlığı yaptığı, her türden etnik, bölücü ve gerici talebin açıkça dillendirildiği bir siyasal ortamda, Atatürk karalanmakta, Cumhuriyet tarihi çarpıtılmakta, Türkler aşağılanmaktadır.
"Hür Adam" isimli film işte böylesi bir Türk düşmanı cephenin desteği ile gösterime sokulmaktadır.
Arkasında Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı güçler ve onların işbirlikçileri vardır.
Filmin yapımcısı "pahalı bir bütçe ile çektik ama ben söylemeyi tercih etmiyorum" diyerek bir anlamda bu desteği gizlemeye çalışmıştır.
Kendisi de Fethullah cemaatine bağlı olan yapımcı, filmin çekimi esnasında Said-i Nursi'nin talebelerinin danışmanlık yaptığını söylemiştir.
Film tamamlandığında da Amerika'ya giderek filmi Fethullah'a izletmiş ve onun ikazlarıyla bazı değişiklikler yapmıştır.
Filmi de Fethullah'a ithaf etmiş ancak Fethullah'ın isteği üzerine son anda bundan vazgeçmiştir.
Filmin çekim sürecinde ve yayına girme aşamasında da cemaate ait gazete ve televizyonlarda müthiş bir propaganda kampanyası başlatılmıştır ve bu kampanya bütün hızıyla sürmektedir.
Dolayısıyla, filmin arkasındaki ihanet şebekesinin kimliği açıkça ortadadır.


Said-i Nursi kim, Atatürk'e "posta koymak" kim!













"Hür Adam" filminde Said-i Nursi'nin Atatürk'ün karşısında bacak bacak üstüne atarak oturduğu sahne. Halbuki Atatürk, bu hareketi sineye çekmek bir yana, Said-i Kürdi'yle görüşmeye bile tenezzül bile etmemiştir.




Filmin fragmanında ve gösterime girmesinden önce başlatılan tanıtım kampanyasında özellikle Said-i Nursi'nin Atatürk'e "posta koyması" sahnesi öne çıkarılmıştır.
Cumhuriyet'i yıkmak için uzun süredir pek çok tertip ve komplolara girişen cemaat, bu sahneyle adeta intikam çığlıkları atmakta ve zaferlerini ilan etmektedirler.
Ancak Türk milleti, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı bu Kürt-İslamcıların gerçek yüzlerini çok iyi bilmektedir.
Türk'ün atasına dil uzatma cüretinde bulunan Kürt-İslamcılar kendi soysuz atalarını aklamak için onu Atatürk'le karşı karşıya getirmekte ve uyduruk bir hikâye ile yüceltmeye çalışmaktadırlar.
Said-i Nursi'nin çocuklarının amacı bellidir, ama bu yalanlarla ancak kendilerini kandırabilirler.
Cumhuriyet tarihini okuyan herkes Atatürk ve Said-i Nursi arasında böyle bir karşılaşma olmadığını bilir.
Said-i Nursi, Milli Mücadele sırasında zararlı faaliyetleri tespit edildiği için Ankara'ya getirtilerek uyarılmıştır ama Atatürk'le görüşmesi söz konusu bile olmamıştır.
Çünkü o çapta bir "adam" değildir. O değil "hür adam" olmak, "sefil bir adam"dır, hatta adam bile değildir.
Nitekim kendisine birtakım uyarılarda bulunulmuş ve hemen arkasından da eline bir tren bileti tutuşturularak Van'a gönderilmiştir.
Said-i Nursi, nasıl kendisine "Bediüzzaman" ünvânını layık görerek kendisini yüceltmeye çalıştıysa, bu hikâyeyi uydurarak da müritlerinin gözünde yükselmeye çalışmıştır.
Nitekim döneme ait tarihsel belgelerde de böyle bir görüşme hiçbir şekilde yer almamaktadır.
Bu hikâyenin geçtiği tek yer Said-i Nursi'nin kendi hatıratıdır. Yani kendi uydurmalarıdır!

Türk düşmanı, İngiliz ajanı "Hür Adam"

Fethullahçı uydurmaları bir tarafa bırakıp tarihi gerçeklere gelirsek.
Filmde "Hür Adam" denilerek yüceltilmeye çalışılan Said-i Nursi gerçekte ipleri İngilizlerin elinde olan bir İngiliz ajanıdır.
Bütün hayatı da Atatürk'e, Cumhuriyet'e ve Türklüğe ihanetle geçmiştir.
Said-i Nursi, Bitlis'in Nurs köyünde doğmuş bir Kürt ırkçısıdır.
Zaten uzun yıllar da Said-i Kürdi olarak anılmıştır.
Filmde neredeyse bir "Türk dostu" olarak gösterilmektedir ama gerçekte azılı bir Türk düşmanıdır.
Bütün yazılı eserlerinde "Kürt" ve "Kürdistan" kelimelerini kullanmış ve İngiliz emperyalizminin desteğiyle kurulması planlanan "Bağımsız Kürdistan" projesinin en büyük savunucularından birisi olmuştur.
Said-i Kürdi, "En büyük hayalim" dediği ve tıpkı bugün "iki dilli yaşam" talep eden Kürtçüler gibi, Arapça, Türkçe ve Kürtçe eğitim verecek bir medrese projesini sunduğu Sultan Abdülhamit'ten onay alamamış, akıl sağlığından kuşkuya kapılan Abdülhamit kendisini bir "tımarhane"ye kapattırmıştır.
Yani akıl sağlığı bile yerinde olmayan bir mürtecidir.
Üstelik, bu gerçeğin farkına varan da aynı gerici güruhun "Ulu Hakan" diyerek taptıkları Abdülhamit'tir!
Said-i Kürdi 31 Mart ayaklanmasında "biraderim" dediği ve aynı örgüte mensup olduğu Derviş Vahdeti ile birlikte, arkasına İngiliz emperyalizminin desteğini alarak isyan etmiş, Mustafa Kemal'in Kurmay Başkanı olduğu Hareket Ordusu tarafından yenilgiye uğratılınca da yargılanıp Isparta'ya sürgüne gönderilmiştir.
İşte bu olaydan sonra Said-i Kürdi azılı bir Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı olup çıkmıştır.
Kurtuluş Savaşımıza karşı faaliyet yürüten ve dış güçlerce beslenen Kürt Teali Cemiyeti'nin iki numaralı üyesi olan Said-i Kürdi, "Kürdistan" başta olmak üzere pek çok Kürtçü dergi ve gazetede, bir kısmı da tamamen Kürtçe olarak yazdığı yazılarında, "Ey Selahattin Eyyubi'nin torunları arslan Kürtler uyanın" diyerek Kürtleri ayaklanmaya çağırmıştır.
Yazılarında Kürtlerin ayrı bir millet olduğunun savunan Said-i Kürdi, "Kürtlerin milliyetini kaldırmak, dillerini unutturmak ve onları asimile etmek isteyen güçler bulunduğu"nu söyleyerek Kürtlük mücadelesinde hep en ön saflarda yer almıştır.
Said-i Kürdi, tıpkı fikirleri gibi, Kürtlüğünün bir simgesi olan Kürt giyim ve kuşamını da ömrünün sonuna kadar değiştirmemiştir.
Yaşadığı dönemdeki neredeyse bütün Kürt örgütlerinin en önemli isimlerinden birisi olan Said-i Kürdi, Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti, Kürdistan Teali Cemiyeti ve Kürt Neşr-i Maarif gibi pek çok Kürtçü örgütün de yöneticiliğini yapmıştır.

Said-i Kürdi'nin ihaneti

Said-i Kürdi sadece Türk düşmanı bir Kürtçü değil, Atatürk'e "deccal" diyecek kadar ileri giden bir gericidir aynı zamanda.
Türk milleti 1919'da işgalci güçlere karşı Milli Mücadele'ye girişirken, Said-i Kürdi "İkdam" isimli gazetede, İngilizlere karşı gelinmemesini istemekte, İngiliz emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesi veren Kuvayı Milliyecilere ise "eşkıya" ve "alçak" diyerek saldırmaktadır.
Said-i Kürdi, Cumhuriyet'in ilanından sonra da faaliyetlerini sürdürmüş ve 1925'te İngilizlerle Musul için görüşmeler yaptığımız bir dönemde, Şeyh Sait'le birlikte isyan etmiş ve Türk devleti, İngiliz destekli bu isyanla uğraşırken, Türk yurdu Musul'u masa başında İngilizlere bırakmak zorunda kalmıştır.
Said-i Kürdi'nin "Birader-i azamım" dediği Şeyh Sait ayaklanmasının lideri Molla Sait de, "Bir Türk'ü öldürmek yetmiş gavuru öldürmekten daha sevaptır" diyecek kadar azılı bir Türk düşmanıdır.
Şeyh Sait, ayaklanmanın bedelini asılarak ödemiş, "kardeşi" Said-i Kürdi ise ortalık duruluncaya kadar, mecburen "Kürdi"likten vazgeçip "Nursi" olarak yoluna devam etmiştir. Gericiliğin her zamanki taktiği olan "takiyye"yi uygulamıştır.
Ancak bütün yaşamı boyunca Cumhuriyet'e ve Türklüğe düşmanlık çizgisinden milim sapmamıştır.

Biz bu filmi görmüştük, izlemeyeceğiz!
























Aradan geçen süreçte işbirlikçi iktidarların ve Batılı güçlerin desteği ile palazlanan Said-i Kürdi'nin çocukları, şimdi Atatürk ve Cumhuriyet'ten rövanşı almak için çok büyük bir tertip içine girmişlerdir.
Said-i Kürdi'nin takipçisi cemaatin bugün hem AKP'yi hem de PKK'yı desteklemesi boşuna değildir.
Kürt-İslamcı güçler; Said-i Kürdi ve Şeyh Sait'in çocukları, bugün aynı ihanet cephesinin içinde Atatürkçülere ve Türk milletine savaş açmaktadırlar.
Türk milleti aradan geçen seksen yılın sonunda Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Kürt-İslamcı güçlerin yeni bir ayaklanması ile karşı karşıyadır.
1920'lerde Türk milletini yok etmek için Batılı emperyalistlerin desteği ile ayaklanan Said-i Kürdi'nin çocukları, iktidarı ele geçirmenin verdiği cüretle bir kez daha aynı kanlı ihanet senaryosunu hayata geçirmek niyetindedirler.
Ancak Said-i Kürdi'nin çocukları karşılarında Mustafa Kemal'in çocuklarının bulunduğunu da unutmamalıdırlar.
Biz bu filmi izlemiştik ve aynı senaryonun bir kez daha oynanmasına izin vermeyeceğiz!

http://www.turksolu.com.tr/307/sefiladam307.htm

27 Haziran 2017 Salı

Atatürk, Saddam ve Atatürkçüler,

Atatürk, Saddam ve Atatürkçüler,


Gökçe Fırat  
08.04.2003/Sayı:27

ABD’nin Psikolojik Savaşı

ABD’nin Ortadoğu’ya saldırısı, tüm dünyada ve Türkiye’de nefretle karşılanıyor. Herkes ABD’den bu saldırıyı durdurmasını istiyor ve tüm dünyada Irak’ta 
ölen masum insanlar için gözyaşı dökülüyor. Bu, savaşın trajedi kısmı. Ve bu trajediye karşı herkes insanca bir tepki ortaya koyuyor.

Ancak bir de savaşın duyguların ötesinde gerçekleşen bölümü var ki esas savaş burada veriliyor. Bu, ABD’nin psikolojik savaşı. Hedef, kalben bu saldırıya karşı 
duranları bile ABD için nötralize etmek. Bunun için kalpleri bir yana bırakan ABD’nin psikolojik savaş makinesi beyinlere hücum ediyor. Emperyalist haydut, 
kalpleri ele geçiremeyeceğini bildiği için beyinleri ele geçirmeye çalışıyor.

ABD psikolojik savaşının bugüne kadarki esas malzemesi demokrasi savunuculuğu oldu. Yani ABD, demokrasi için savaşan bir güçtü. Tüm dünyada da demokrasinin yerleşmesi için savaşıyordu. Dolayısıyla bu savaş, insanlar için bir trajedi olsa bile, insanlık için gerekliydi. ABD, insanların günlük trajedisi 
pahasına da olsa insanlığın geleceğini inşa edecekti. Bu, onların insanlık göreviydi.

Bu propaganda özellikle Batı ülkelerinde etkili oldu. Ortadoğu’nun bu ilkel ülkesine ABD’nin demokrasi getirmesi, bu ülkenin başındaki diktatörü indirmesi, 
herşeyden önce Irak halkının iyiliği içindi. Hem zaten ABD de bu savaşı Irak halkının iyiliği için yapacaktı!

Propaganda son derece yalın ve bir o kadar da çiğdi. Ama elbet bu propagandadan etkilenecek insan da çok olurdu. Nitekim oldu da.

Her balığa uygun bir Amerikan oltası vardır

Ama ABD’nin bu oltasına takılmayan bazı uyanık balıklar çıkabilirdi. İşte o balıklar için de uygun bir olta bulunmalıydı. Bulundu da. ABD Irak’a saldırırken, 
tüm dünya ABD’yi lanetlemeye başladı. Fakat bu lanetleyenler sadece ABD saldırısına değil Saddam’ın zulmüne de karşı olduklarını söylüyorlardı.

Doğru; ABD saldırgandı, haksızdı, ama bu Saddam’ın haklı olduğu anlamına gelmezdi. Hele hele savaş karşıtı gösteriler Saddam’ı güçlendirmemeliydi.

Bu durumu iyi gören ABD Başkanı savaş karşıtı gösterilerin Saddam’ın aklanmasına neden olduğunu o nedenle de zararlı olduğunu belirtiyordu. 
Bush’un bu uyarısını dikkate alan savaş karşıtları da sadece ABD’yi değil aynı zamanda Saddam’ı da hedef almaya başladılar.

Politika bu “düzey”de yapılınca ortaya şöyle bir durum çıkıyordu; bir yanda ABD diğer yanda Saddam, iki zalim; diğer yanda masum Irak halkı. Irak halkı hem 
ABD’den hem Saddam’dan zulüm görüyor.

Şimdi politikanın bu “düzey”i üzerinde durmak lazım.

Çünkü politikayı bu “düzey”de yapanlar, bizim Saddam’a sahip çıkmamızı bir türlü anlayamıyorlar.

Komünist ABD kapitalist Saddam’a karşı

Öncelikle şunu belirtelim. Herkesin dilinde aynı nakarat, diktatör ve zalim Saddam. O zaman hemen soralım; Saddam neden diktatör, neden zalim?

Saddam’ın neden diktatör olduğunu ABD’liler güzel açıklıyor. ABD’liler şunu açıkça söylüyor. Bu adam diktatördür, büyük petrol kaynaklarının üzerine oturmuştur, 
buradan zenginleşmektedir ve halkı fakirken kendisi saraylarda yaşamaktadır.

O halde ortaya şöyle bir şey çıkıyor; ABD’nin komünist yönetimi, Saddam’ın kapitalist sömürüsüne karşı!

Şimdi ABD başkanının söyleyeceğini yazan propaganda uzmanı, sanıyor ki herkes kendi başkanı gibi aptaldır ve bu metne inanır. Ama hiç inandırıcı olmuyor. 
Madem ABD bu kadar komünist ve eşitlikçi, neden Kuveyt’in, Katar’ın, Bahreyn’in, Suudi Arabistan’ın petrol zengini şeyhlerine bırakın sömürüyü demiyor?

Demiyor çünkü onların hepsi Amerikancı, değil mi?

Bak uyanık propagandacı. Bizi aptal başkanınla karıştırma.

İstersen biraz daha kurcalayalım he?

Hem senin başkanın petrol işi yapıyor değil mi? Sadece başkanın değil, savunma bakanın da! Ne tesadüf değil mi? Sakın, Saddam’ın üzerine oturduğu o 
petrol kaynaklarından bir türlü pay alamadığınız için birden komünist olmuş olmayasanız?

Petrol fakiri sosyalist Irak

Gerçekten de böyledir.

Ortadoğu, petrol zengini şeyhlikler ve şeyhlerle dolu bir coğrafya. Dünyanın en zengin insanları sıralamasında bir sürü Ortadoğu şeyhi var. Ama bunların 
hiçbiri ABD’nin hedef listesinde değil.

Ortadoğu’da iki tane petrol fakiri ülke var. Biri Irak diğeri İran. İki ülkenin de önemli bir petrol geliri var. Ama iki ülke de bir türlü o şeyhliklerin ihtişamına 
erişememiş. Ve ikisi de Amerika’ya karşı ve ABD ikisini de düşman ilan etmiş.

O zaman burada duralım ve ortadaki denklemi görelim. ABD’yle iyi geçinen Ortadoğu şeyhlikleri ihtişam içinde yaşarken, ABD ile düşman olan ülkelerde 
öyle bir zenginlik görülmüyor. Ama bunun da nedeni var elbette. Çünkü ABD’ye bağlı şeyhliklerde halk dediğiniz insanlar için hiç bir şey yapılmazken, ABD’ye 
düşman olan bu ülkelerde halk için bir şeyler yapılıyor.

En büyük örnek Irak. Irak’ın büyük petrol geliri var. Daha doğrusu vardı, 91’den beri yok. Bu petrol geliri kime akıyordu. ABD’ye değil çünkü diğer şeyhliklerin 
aksine Irak’ta petrol millidir. Yabancıya para akmaz. ABD işte Irak’a bu yüzden düşmandır.

Ve üstelik Irak’ta sosyalist ekonomi vardır. Petrol geliri halkın, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçları için kullanılır. Ve ABD özellikle bu yüzden Irak’a düşmandır.

Yani ABD’yi Irak karşısında komünist yapan iki neden vardır, Irak’ın petrolünün milli olması ve ülkede sosyalist rejim olması.

Çapı Bush’un beyni kadar politik “düzey”

Şimdi ABD’liler Irak’ın milli petrolünü ve sosyalist ekonomisini bir kenara bırakıp Saddam petrol gelirini yiyor diyorlar. Hem de nasıl? Çok silah alıyormuş! 
Gören de Saddam aldığı uçak ve tanklarla çölde gezmeyi çok seviyor sanacak.

Doğru, Irak, petrol gelirinin önemli bir kısmını silaha yatırıyor. Çünkü ABD gibi milli ve sosyalist rejimlere düşman ülkelerin kendi vatanına saldıracağını biliyor. 
Bu, milli ve sosyalist rejimin korunması için silahlanmadır. İşte ABD’yi hem komünist hem de silahlanma karşıtı yapan budur. Hem milli hem sosyalist bir ülke, bir de elinde güçlü bir silah olursa, bu ABD için tehlikelidir.

Şimdi ABD’nin bu oltasına takılanlar şunu kendilerine sorsun. Irak halkı elbet fakir. Ama bu fakirliğin nedeni Saddam’ın sarayları mı, yoksa milli, sosyalist ve 
silahlanmış bir ülke yaratma çabası mı?

Saddam’ın sarayları diyenlere bir diyeceğimiz yok. Siz Bush tipi bir komünizmin, Bush tipi bir silahlanma karşıtlığının ve Suudi tipi bir şeyhliğin savunucususunuz 
o kadar.

Politikanızın “düzey”i de işte bu kadar: Çapı Bush’un beyni, derinliği Bush’un komünizmi!

Ortadoğu liderleri ağızlarıyla kuş tutsalar demokrat olamazlar

Fakat bu oltaya tam takılmayanları da bekleyen başka bir tehlike vardır. Şimdi Saddam’a yönelik o propagandaya geçelim ama bu arada Saddam’ın, milli, 
sosyalist ve silahlanan bir ülke olduğunu aklımızın bir köşesine yazalım.

Şimdi ABD’liler diyor ki Saddam diktatör, hem de eli kanlı bir diktatör. Neden? Otuz yıldır ülkenin başında.

Bunu ABD’lilerin demesi gayet doğal. Çünkü ABD’liler kural olarak ve gelenek olarak asla doğru söylemezler. Ama ABD’liler söyledikleri yalanları o kadar 
sık tekrarlarlar ki bir süre sonra insanlar bunların gerçekliğini sorgulamayı bırakırlar. İşte Saddam’ın diktatörlüğü de böyle bir propaganda başarısının eseridir.

Fakat bu başarının temeli nedir? Saddam diktatör ama ABD demokrat, peki neden?

Bunun tek bir nedeni vardır. Irak bir Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla Irak’ın demokratik olmasının imkanı yoktur. Bir Ortadoğu ülkesinin lideri ağzıyla kuş 
tutsa demokrat olamaz. Bu sadece Saddam için değil, Suriye ve İran gibi Ortadoğu ülkeleri için de geçerlidir.

Peki bu anti demokrasinin bir temeli var mıdır? Yoktur. Zaten olması da gerekmez. Bakın Ortadoğu’da seçim olan, yönetimlerin seçimle işbaşına geldiği, 
Anayasa’ya bağlı olan bir kaç ülke vardır: Irak, Suriye, İran, Mısır, Filistin. Bunların dışında hiçbir Ortadoğu ülkesinde ne Anayasa ne de seçim vardır. 
Hepsi babadan oğula geçen şeyhliklerle yönetilir. Ama bugüne kadar bunlar için antidemokratiklik suçlaması gelmemiştir. Çünkü bunların hepsi ABD ile dosttur. 
Ama seçim olan tüm ülkeler de ABD ile kavgalıdır. O zaman antidemokratlığın tek ölçütü vardır ABD’ye karşı olmak.

Saddam’a yargısız infaz

Tarihi gerçek şudur: Ortadoğu’da üç ülke, Irak, Mısır ve Suriye, üç arap ülkesi de bir zamanlar şeyhliklerle yönetilirken, buralarda sosyalist devrimler 
gerçekleşmiş. Halkçı anayasalar yapılmıştır. O günden buyana da tüm yönetimler seçimle gelir.

Bunun aksini iddia eden varsa yani bu ülkeler antidemokratik diyecek olanlar bu antidemokrasinin örneklerini göstermelidir. Ama biliyoruz ki bugüne kadar 
ne ABD’liler ne de başkaları bunun örneğini göstermemişlerdir. O halde bu antidemokrasi suçlamasının nesnel bir gerekçesi de yoktur.

Ama bu gerekçesiz iddia ile bir ulus bugün katledilmektedir. Biz Saddam’ın diktatörlüğüne de karşıyız diyecekler biraz elllerini vicdanlarına koysunlar; sizin 
bu yaptığınız yargısız infaz değildir de nedir?

Saddam, Arafat, Atatürk

Irak bize uzak. Orayı bilmiyoruz. Oradan haberimiz yok. İyi de bu, bir ülke hakkında karar vermek için yeterli mi? Bugüne kadar Irak’ı bir gün dahi görmemiş olanlar, Irak yönetimi, Irak tarihi hakkında bir satır okumamış olanlar nasıl oluyor da Irak’ın demokrasi karşıtlığı konusunda böyle ahkam kesebiliyorlar?

Nedeni basit, bu propagandanın hepsi ABD’den geliyor. Propagandanın gerçekle ilgisi yok ama bizim Amerikan ve Avrupa hayranı insanlarımız bunu gerçekmiş 
gibi ele alıyor.

ABD’ye ve Avrupa’ya o kadar güvenenlere hemen iki örnek verelim.

ABD ve Avrupalıların tıpkı Saddam gibi antidemokratlıkla suçladığı başka bir Ortadoğu lideri daha var: Yaser Arafat!

Şimdi şunu cevaplayın bakalım: Arafat da diktatör mü?

Amerikalılara göre evet diktatör. Hem de cani bir diktatör. Terörist bir diktatör. O da 30 yıldır ülkesinin başında ,onun için mi?

Peki buyrun size ikinci örnek: Atatürk.

ABD’liler için biliyorsunuz Atatürk de bir diktatör! O da 1923’ten ‘38’e 15 yıl ülkesinin başında kaldı. Ölene kadar iktidardaydı. Ölmese daha da kalacaktı.

Bakın AB’nin son Türkiye raporu ne diyor: Kemalizm, Türkiye’nin AB’ye girmesine engel!

Neden, çünkü Kemalizm demokrat değil!

Atatürk bir Doğu lideridir

Gördünüz mü, kanıta gerek olmayınca sadece Saddam değil, Arafat da, Atatürk de diktatör olur!

Ama biz Atatürkçüyüz öyle değil mi?

Hem Atatürkçüyüz hem de Saddam’a karşıyız öyle mi?

O halde öncelikle şunu sorgulayalım: Biz nasıl Atatürkçüyüz?

Atatürk tüm dünyada Doğunun güneşi olarak bilinir. Ama bizde Atatürkçüler Atatürk’ü Fransız devriminin Türkiye versiyonu sanır. Hiçbir ABD ve Avrupa ülkesi Atatürk’ü bir Fransız uygulaması olarak görmez ve ona karşı çıkar. Son AB raporunda olduğu gibi onu demokrat olmamakla suçlar.

O halde gerçek şudur: Atatürk bir Doğu lideridir ve Atatürkçülük de bir Doğu uygulamasıdır. Bu nedenle de Amerikalılar da Avrupalılar da Atatürk’ten nefret 
eder, onu yıkmaya çalışır.

Saldırı Saddam’a değil, Atatürk’e!

Doğunun demokrasi standartlarını Batı ile karşılaştırırsak yanılırız. Doğunun demokrasilerinde liderler, tıpkı Atatürk gibi, tıpkı Arafat gibi ölene kadar başta 
kalabilirler, bu demokrasi olmamasının değil demokrasi olduğunun kanıtıdır. Çünkü Doğunun liderleri Batıyla savaşırlar ve bu savaşta halk onları başta görmek ister. Halk istediği için uzun süre başta kalırlar. İstediğiniz kadar seçim yapın bir Atatürk’ün, bir Arafat’ın seçim kaybetmesinin imkanı yoktur.

Batılılar bunu demokrasi yok diye bize yuttururlar. Ve bizim saf Atatürkçülerimiz bu oltaya düşer. Bilmez ki saldırı aslında Saddam’a değil Atatürk’edir. 
Sadece Atatürk’e de değil tüm Doğunun tüm liderlerinedir.

Doğuda lider, halktır. Atatürk’le Türk halkı arasında bir boşluk yoktur. Atatürk’le Türk halkını birbirinden ayırma çabaları hiçbir sonuç vermez. 
Aynı şey Filistin’de de sonuç vermez, Irak’ta da. Bu topraklar, kendi içlerinden liderler çıkartırlar ve onları yıllarca savunurlar.

E bunu Batılılar bir türlü anlayamazlar. Çünkü onların lideri halk içinden çıkmaz. Onların liderleri kapitalist tekeller tarafından seçilir. 
Dolayısıyla onların halkı ile liderleri arasında derin bir boşluk vardır. Bu boşluğu halklarını uyutarak ve satın alarak kapatırlar. 
Bunun adına da demokrasi derler.

Yerseniz!

O halde şu Irak saldırısı bize tek bir şeyi göstermeli: Biz Ortadoğuluyuz.

Atatürk de öyleydi, Atatürkçülük de!

Şimdi Saddam’la Atatürk nasıl yanyana gelir diye soranlar tabloya baksınlar. ABD’nin hedef tahtasında hepsi yanyana.

Biz mi yanılıyoruz, ABD’liler mi?

Atatürkçüler kimin yanında?!

Doğru Saddam bir Atatürk değil. Onu iddia da etmiyoruz. Bizim dediğimiz şey şu, ABD’liler, yani sömürgeciler dün Atatürk’ü bugün de Saddam’ı aynı 
nedenle hedef alıyorlar. Ortadoğulu ve devrimci olduğu için. Batıya karşı çıktığı için. Halkçı ve milliyetçi olduğu için. Kamucu olduğu için.

Ama Atatürk elbette büyük bir dünya lideri. Onun yeri elbet başka. O dünyayı değiştiren bir liderdi. Bugün Saddam, onun değiştirdiği dünyada elinden 
geldiğince birşeyler yapıyor. Ama dün Atatürk’e tahammül edemeyenler bugün de Saddam’a edemiyor.

Sırf Saddam’a da değil. Arafat’a da, Chavez’e de!

Bakın Chavez de bir Castro değil ama ikisi bugün kolkola mücadele ediyor değil mi?

Demek aradaki fark, yanyana olmamayı gerektirmiyormuş!

Eminim bugün Atatürk hayatta olsaydı, Saddam’ın yanında olurdu. Zaten o gün bile bu yönde öneriler yaptı, Irak’la federasyona gitmeyi düşündü.

Peki Atatürkçüler?

Saddam’ın alternafi yok, bunu bilin.

O da bir Ortadoğulu, siz de!

Bugün Saddam’ın alternatifi Irak halkı değil, ABD ve Ortaçağ Kürt aşiretleri!

Siz kimin yanındasınız kardeşim?

Barzani’nin mi, Talabani’nin mi?

Yoksa Türk Ordusu Kuzey Irak’a Giremez diyen Bush’un mu?


http://www.turksolu.com.tr/27/yon27.htm

***

25 Mart 2017 Cumartesi

Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Gökçe Fırat


İmparatorluklara ne oldu?,

1500’lü yılların hemen başında, dünya haritası bugünkünden oldukça farklıydı. Dünyanın bir tarafı büyük imparatorluk toprakları ile, çok ufak bir bölümü ise yüzlerce prenslikle kaplanmıştı.
Enteresandır, bugün iki yüz ülkenin yeraldığı dünyada, o zamanlar, bunun ancak %20’si kadar devlet bulunuyordu.
Avrupa prensliklerinin hemen doğusunda, Rus imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu, Çin imparatorluğu, Hint İmparatorluğu, Safevi imparatorluğu; Afrika kıtasında iki büyük imparatorluk Mali ve Songay İmparatorlukları, Amerika kıtasında ise, Aztek ve İnka İmparatorlukları vardı.
Sadece Almanya, Fransa ve İtalya’nın bulunduğu coğrafyada 150 prenslik vardı, toplam prenslik sayısı 500’ü buluyordu. Bugün ise, Avrupa’daki, yüzlerce prenslik yerini 40 ülkeye bırakmış durumda.
Avrupa dışında kalan büyük imparatorlukların yerinde ise Asya’da 68, Afiraka’da 55, Amerika’da 45 devlet kurulmuş durumda.
Avrupa’da ülkeler AB çatısı altında birleşmeye devam ederken, dünyanın geri kalanında sürekli yeni devletler kuruluyor. Son yirmi yılda kurulan devlet sayısı 50!
Hali hazırda kendi ayrı devletini kurmak için mücadele yürüten onlarca ayrılıkçı hareket var. Bir yirmi yıl sonra, yeryüzündeki devlet sayısının 300’ü bulması bekleniyor!

Avrupa’da Birleşme, Geri Kalan Dünyada Bölünme,

Dünyamızın bu tablosunun, tek bir açıklaması olabilir, Avrupa merkezinde başlayan birleşme eğilimi, dünyanın geri kalanına parçalanma olarak yansımıştır.
Bunun doğal bir süreç olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Avrupa dışı dünyada bu kadar ülkenin ortaya çıkışı, ancak Avrupalılarla karşılaşmadan sonra ortaya meydana gelmiştir. Yeryüzündeki devletlerin yarısı ise sadece son yüzyılda kurulmuştur.
Burada ya Avrupalılarla karşılaşan Amerika, Asya ve Afrika halklarının, birden bire uluslaşma ve ayrı devletler kurma gereği duyduklarını iddia edeceğiz, ya da Avrupalıların bu ayrı devletletler kurmayı bizzat yarattığını.

Ulusal Sorunun Ortaya Çıkışı,

Burada, Avrupalılarla karşılaşmanın adını da ortaya koyalım: Sömürgeleşme. Dolayısıyla bugünkü devletlerin yapısı ve oluşumları ancak bu sömürgecilik olgusu ile birlikte analiz edilebilir.
Sömürgeciliğin ortaya çıkışı, Avrupa dışı uluslarda kendini savunmaya ve ulusal hareketlere yol açmıştır.
Milliyetçilik, iddia edildiği gibi Batı Avrupa’da değil, Batı Avrupalılarla karşılaşan, onların sömürgeci saldırısına maruz kalan ezilen dünyada ortaya çıkmıştır.
Milliyetçi tepkiyi ortaya çıkaran Avrupa sömürgeciliğidir, sömürgecilik ilerledikçe, milli kurtuluş hareketleri ortaya çıkar.
Bizim bugün milli sorun, ya da ulusal sorun dediğimiz şey tam da budur: Sömürgeciliğe karşı, ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesi.
Bugün kavramlar oldukça karışmıştır. Kavramları kullananlar oldukça farklı yerlerden olaya bakmaktadırlar. O nedenle bu ulusal sorun kavramının ortaya çıkışı üzerinde özellikle durmak gerekir.
Klasik sol literatürde, ulusal sorun olarak bahsedilen, Avrupa içi bazı ulusların bağımsızlık sorunudur. Bunun en bilinen örneği İrlanda sorunudur. Marks, ulusal sorun olarak İrlandalıların İngiliz imparatorluğu tarafından boyunduruk altında tutulmasını koyar.
Aynı dönem aynı İngiltere’nin Osmanlı ve Hindistan’a karşı mücadelesi, oraları işgal etmesi ise, literatüre kapitalizmin gelişmesi, modernleşme terimleri ile girer.
Tarih ilerleyip, Batı Avrupa sömürgeciliği neredeyse tüm dünyayı paylaştığı zamansa, ortada yine bir ulusal sorun yoktur, sorunun adı, pazar paylaşımıdır, hammadde kaynaklarıdır.

Lenin ve Wilson,

1900’lü yıllarda ise, ulusal sorun yeniden gündeme gelir. Getirenlerden bir bölümü zamanın sosyalistleridir. Lenin, ulusal sorunu sömürge sorunu olarak ortaya koyar, sömürgeciliğe karşı da ulusal kurtuluş hareketlerini ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunur.
Aynı dönemde, aynı sorunu ortaya koyan biri daha vardır: ABD Başkanı Wilson. Wilson’a göre de her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır.
Ancak Wilson’un görüşlerinin iki temel nedeni vardır, birincisi Avrupa zaten dünyayı sömürgeleştirmiştir, dolayısıyla ulusların kaderini tayin hakkı, ABD emperyalizminin Avrupalı sömürgecilere karşı mücadele aracı olacaktır. İkincisi ise, ABD bu sloganla, çok uzak kaldığı ülkeler içinde, kendisine yandaş ‘ulusal’ topluluklar yaratacaktır.
Kısacası hem Avrupa sömürgeciliği engellenecek, hem de ezilen dünya böl-yönet politikası ile ABD’ye açılacaktır.

Yüzyılın Başında Türkiye Örneği,

Bu iki ayrı politikanın, iki ayrı bakış açısının sonuçları birbirinden taban tabana zıt olacaktır. Bunun en güzel örneği Türkiye’dir.

Yüzyılın başında Türkiye emperyalist ülkeler tarafından paylaşılırken, Lenin önderliğindeki Sovyetler, Türkiye’nin emperyalizme karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türk ulusal kurtuluş hareketine destek vermiştir.
Wilson’un ABD’si ise, Türkiye Cumhuriyeti içindeki, Ermeni, Kürt ve Rumların, Türkiye’ye karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türkiye’nin bölünmesini savunmuştur.
Görüldüğü gibi, ulusal meselede iki farklı bakış, bambaşka sonuçlara yol açmaktadır.
Eğer ulusu, ABD Başkanı Wilson gibi, ırka ve etnik kökene dayandırırsanız, ezilen bir ulusun bölünmesini savunursunuz.
Ulusu, aynı topraklar üzerinde yaşayan tüm halk olarak görürseniz, ezilen ulusun emperyalizme karşı birliğini savunursunuz.
Birisi birleştirici ulusçuluktur, diğeri ise ayrılıkçı bölücülük.
Bugün, Türkiye örneği yeniden ortaya serildiği, Sevr yeniden masaya konulduğu için, bu kavramları yeniden incelemenin ve ortaya koymanın büyük önemi var.

Milletin Tarihi,

Ulusçuluk, ulusal kurtuluşçuluk ya da milliyetçilik kavramını biraz daha açıklığa kavuşturalım.
Modern anlamda millet, içinde farklı ‘ırksal’, etnik, dilsel, dinsel kökenlerden halk topluluklarını barındıran, ama tüm bu farklılıkların yüzyıllar içinde, tek bir coğrafyada, birarada yaşayarak, bir medeniyet yaratarak eritildiği, tek bir bütün yaratıldığı halk topluluğuna verilen addır.
Milliyetçilik ise bu milletin, kendi kimliğini, benliğini, geçmişini savunması ve geleceğe yönelik varolma arzusudur.
Dolayısıyla millet ve milliyetçiliği açıklarken, tarih, kültür, medeniyet gibi kavramlar ön plandadır, ırk ve etnisite gibi kavramlar geridedir.
Dahası, millet ve milliyetçilik çok eskiden beri varolan kavramlar olmalarına karşın, ırk ve etnisite, dolayısıyla ırkçılık ve etnikçilik, ancak iki yüz-üç yüzyıllık kavramlardır.
O halde, şu sonuca çok rahatlıkla varabiliriz, insanlar ırk ve etnisite kavramları daha ortada yokken de kendilerini bir millete bağlı olarak tanımlıyorlardı.
Bunun en güzel örneklerinden biri Türk tarihidir. Bilindiği gibi Türk tarihinin yazılı kaynakları bir Türk milletinden, Türk dilinden, Türk kimliğinden bahseder ve bunun korunması çağrısı da yapar. Ama günümüzden 1000 yıl önceki bu kaynaklarda ne ırk ne de etnisite geçer.

Aynı şey mesela Türklerin çok yakın komşusu olan Çinliler için de geçerlidir. Türkler Çinlileri tanımlarken de, Çinliler Türkleri tanımlarken de, tarihe, geçmişe, soya gönderme yaparlar, ama burada da ırka ve etnisiteye gönderme yoktur.,,

Irk Kavramının Ortaya Çıkışı,

Irk kavramının literatüre girişi ise oldukça yakındır. Irkçılığın kurucusu Goibenau teorisini ortaya attığında yıl 1853’tür. Bu ana kadar, hiçbir ulus kendi ulusal kimliğini bir ırka dayandırmıyordu. Bu, bu tarihe kadar ulusların varolmadığı anlamına değil, ulusun öğesi ya da kökeni olarak ırkın olmadığına kanıttır.
Irk teorisinin ortaya atılmasının ikili bir amacı vardır. Birincisi Avrupalı halklar henüz milletleşememişlerdir. Ortak hiç bir yanları da yoktur. Bunları birarada tutmak için bir ırksal köken yaratılır.
Bu, tümüyle uydurmadır çünkü ırka kanıt olacak, ya da ırkları saflıkla ayırdedecek hiçbir ölçüt ortada yoktur. Irk, bu anlamda hayali bir yaratımdır. Avrupalının kimliği de işte bu hayale dayanır. Irk teorisi olmasa ne Batı ne de Batı ulusları olabilirdi.
Irk teorisi ile kendisini kurgulayan ve yaratan Batılı aynı teori ile Avrupa dışı ulusları ırksal olarak geri kategorisine sokmuştur. Böylece ırkçılık doğar; üstün Beyaz ırk, aşağı siyah ve sarı ırklar.
Ama, bugün çoğu insan ırkçılığa açıktan karşı olduğu halde ırkı kabul ederler. Halbuki yüzelli yıl önce ırklar tamelde üç taneydi bugün ise yirmi kadar ırk sayılmaktadır! Kaldı ki ırklar üzerine tüm incelemeler, ırkları birbirinden ayırt edebilecek bir nokta bulamamaktadır.
Dolayısıyla karşı çıkılması, daha doğrusu kabul edilmemesi gereken şey ırk kavramının kendisidir. Kimileri saf ırkın olmadığından safça bahsediyor. Oysa aslında saflık budur; çünkü ırk yoktur.

Soy ve Türk Soyu,

Soy ve soy bağı ise gerçek tarihsel kanıtlardır. İnsanlık, kendisini bir soyla tanımlar ve genellikle soylar da kendisini devam ettirir.
Ama bu soyların da, ne genetik, ne ırki, ne de başka tür otomatik bileşeni yoktur. Soy, milletin unsurundan biridir, Kültürün, geleneğin, değerlerin taşınmasını ifade eder.
Bu bakımdan bir Türk soyundan bahsetmek doğrudur ama bir Türk ırkından bahsetmek yanlıştır.
Bugün Türk soyu, hem Anadolu’daki Türkleri, hem de Orta Asyadaki çeşitli adlardaki ulusları birleştiren bir bağdır. Ama tüm bu halkları birleştiren bir ulusal bağ yoktur.
Bu nedenle yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, hiçbir şekilde ırksal bir iddiada bulunmamışlardır.

Milliyetçilik ve Atatürk,

Örneğin Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Türklerin emperyalizmden kurtuluşu için verilmiştir. Boyunduruk altında olan Türklerdir. Türkün düşmanları ise işgalci emperyalistlerdir.
Kurtuluş Savaşı’na Türkiye’de yaşayan tüm halk katılır, sadece Ermeni, Rum, Yahudi azınlık katılmaz. Bunun anlamı gayet açıktır, bu azınlıkların dışında bu coğrafyada yaşayan herkes Türktür.
Milliyetçiliğin ırkçılıkla hiç ilgisinin olmadığının kanıtını da yine kendi devrimimizde bulabiliriz.
Bilindiği gibi Atatürk Türk tarihine ve bu yöndeki araştırmalara büyük önem verirdi. Onun araştırmalarının Türk tarihinin ne kadar eski olduğunu, bunun yeryüzüne bir kaynak olduğunun araştırılmasını ortaya çıkartmak olduğunu biliyoruz.
Bunun yöntemi ise öncelikle kültürdür. Atatürk’ün tarih araştırması bir kültür araştırmasıdır.
Burada ırka hiçbir gönderme yoktur. Mesela Güneş Dil Teorisi gibi bir teori bile, Türk’ün yaratıcılığını, onun ırksal kökenine değil, diline dayandırır. Dil, ise bilindigi gibi kültürün en önemli taşıyıcı ögesidir.

Batı ırkçılığı Neden Buldu?

Görüldüğü gibi milliyetçilik, kültürle, dille, medeniyetle ilgilenir, oysa ırkçılık başka bir kanaldan araştırılmıştır.
Yeryüzündeki ırk araştırmalarının tümünün arkasında Batılılar vardır. Nedeni ise basittir, Wilson ilkeleri doğrultusunda, her bir ulustan birkaç ulus çıkartmak.
Böylece aynı tarihsel ulusun içinden, farklı ırksal kanıtlarla yeni uluslar yaratılmaya çalışılır.
Örneğin Türkiye’de Kürtlerin Türk milletinden olmadığın ilk kanıtı, Kürtlerin ırksal kökeninin farklı olduğu iddiasına dayanır.
Batılı araştırmacılar, Kürtlerin, Batı Avrupalı Aryan ırka mensup olduğunu, araştırmış, bulmuş ve yayınlamışlardır!
Ama aslında Aryan ırk diye birşey bile yoktur!
Fakat bu teoriye göre bir Kürt ayrılıkçı hareketi yaratılmıştır. Bunun hemen ardından da ayrı bir Kürt dili yaratılması projesine geçilmiştir.

Önce Enternasyonalizm,

Yirminci Yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizme büyük bir darbe indirmiştir. Gerçi güçlü imparatorluklar yıkılmış, ezilen dünya parçalanmıştır, dolayısıyla direnme gücü de düşmüştür. Ama buna rağmen emperyalist hakimiyet de yıkılmıştır.
Bu başarı kesinlikle milliyetçiliğin başarısıdır. Milliyetçi ideoloji, emperyalizme karşı milleti birleştirdiği için başarılı olabilmiştir.
Fakat başarının bu kaynağını sadece ezilen milletler değil emperyalistler de kolayca görmüştür. O halde bu milliyetçiliğin bir panzehirinin olması gerekmektedir.
Bu noktada birkaç adımlık bir plan yürürlüğe konulur.
Öncelikle Batı kapitalizminin yüz yıllık düşmanı Marksizm piyasaya sürülür. Sonuçta Marksizmin enternasyonal ideolojisi, ezilen dünyada milliyetçi iklimin ılımanlaştırılması için önemli bir işlev üstlenir.
O güne kadar koyu milliyetçi ulusal hareketler içinde birden enternasyonalist hareketler ortaya çıkıverir. Bu enternasyonalizm, ezilenlerin emperyalizme millet olarak direnme motivasyonunu kırar, milliyetçi devrimcileri ise ‘hümanizmi’ ile tecrit eder.
Sonuçta 1970’li yıllara gelindiğinde tüm dünya iki koldan milliyetçilikten arındırılır, bir yanda liberal kapitalizm diğer yandan Marksist enternasyonalizm milliyetçiliği siler.

Sonra Etnicilik,

Ama milliyetçiliğin silinmesi yeterli değildi. Sıra Wilson prensiplerinin daha ince bir şekilde uylgulanmasına gelmiştir.
Bu noktada Batı bilimi imdada yetişir. Filoloji, antropoloji, etnografya elele vererek tüm kavramları değiştirirler.
Yüzyıl öncesinin ırk teorilerinin yerini etnisite teorileri alır. Buna göre her milletin içirnde çeşitli etnik kökenler vardır. Bu etniler uyandırılırsa milletler otomatik olarak bölüneceklerdir.
Böyle de yapılır, tüm dünyada BM aracılığıyla etniler desteklenir ve ayaklandırılır.
Etniler dünyasında, milletler bölünürken, milliyetçiler ırkçılıkla suçlanılır ve etnilere özgürlük istenilir. Oysa teorinin kendisi ırkçıdır, etni iddiası milletin kabilesel moleküllerini canlandırır, oysa milliyetçilerin yaptığı bu kabilesel molekülleri birleştirmektir.
Birşeyi zorlarsanız onu bölmek kolaydır. Mesela belli bir ısı altında belli metaller dahi moleküllerine ayrılırlar. Hatta bazı ısıda maddeler hal değiştirirler!
Ama bu, moleküllerine ayrılan maddenin, bir bütün olmadığı, mozaik olduğu anlamına gelmez.
Bugün yaşadığımız dünyada olan şey de budur. Doğal madenler, emperyalist zor yoluyla moleküllerine parçalanmaktadır.
Bunun yolu ise ırkçılıktır, etnikçiliktir. Irkçı ve etnikçi hareketlere baktığımızda, bunların emperyalizmin yanında, ezilen uluslara düşman olduğunu görüyoruz.
Yani yüz yıl öncesinin ulusal kurtuluş mücadeleleri ile bugünün etnik ayrılıkçı hareketlerini birbirine karştırmamak gerekir.
Bir takım ‘hümanist’ argümanlarla, ezilen uluslar bu ayrılıkçılığa ses çıkartmamaya çağrılırlar. Sosyal demokrasinin işlevi bunu sağlamaktır. Bir diğer kanaldan, Marksist sol ise, atnik hareketi ulusal hareketmiş gibi sunarak kafaları karıştırır. Liberal kesim de, ‘demokrasi’ argümanı ile bu işi savunur.
Bu oyuna kanmayan tek kesim olan milliyetçi, milli kurtuluşçu güçler ise, statürkoculukla, totaliterlikle, faşistlikle suçlanır.
Oysa ulusal sorun sömürge sorunudur, antiemperyalisttir, etnik sorun ise emperyalizmin maşalığıdır.
O nedenle etnik sorun ulusal sorun değildir.
Ulusal kurtuluşa evet, etnik bölücülüğe hayır!


***