14 Ekim 2021 Perşembe

ADD Rize Şubesinden Atatürk Anıtına Temizlik Önerisi.

 ADD Rize Şubesinden Atatürk Anıtına Temizlik Önerisi.



Mahiye Morgül 
Rize 30/9/2021


Atatürkçü Düşünce Derneği Rize Şube Başkanı Ömer Toprak tarafından  Çaykur Genel  Müdürü Yusuf  Ziya Alim’e  tarihinde Rizelilerin önemli bir arzusu  resmi başvuruyla iletildi. 29 Eylül 2021 tarihli sözkonusu dilekçe aşağıdaki gibi kaleme alınmıştır.  

Konu: 75.Yıl Atatürk Heykeli Temizliği /Sayı: 2021/17
Sayın Yusuf  Ziya Alim
Çaykur Genel Müdürü

Genel Müdürlüğünüz önünde bulunan 75.Yıl Atatürk Anıtı ve Rölyefinin temizlik ve bakımı hususunda hemşerilerimizin tarafımıza ilettiği şikâyetler ve bizlerin de gözlemleri doğrultusunda, bir duyarsızlık ve özensizliğin olduğunu tspit etmiş bulunmaktayız. “Aslan yattığı yerden belli olur” özdeyişindeki gibi konuya hassasiyet göstereceğinizi umuyoruz. 
 
Kurumunuzda ödenek veya personel gibi eksikleriniz olabilir, bu hususta Rizeli gönüllü hemşerilerimizle birlikte 75.Yıl Atatürk Anıtı ve Rölyefinin temizliğini yapacağımızı bilmenizi isteriz.
Bağımsızlığımızı, Cumhuriyetimizi, çayı ve ÇAYKUR’u borçlu olduğumuz ulu önderimiz Atatürk’ün manevi hatırasına saygı ve vefa konusunda duyarlı olacağınıza inanmak istiyoruz.
“Bilgilerinize saygılarımla” diyerek biten dilekçeyi ADD Yönetim Kurulu adına Şb.Bşk. Ömer Toprak  imzalayarak basına, Siyasi Partilere ve Sivil Toplum Kuruluşlarına dağıtım yapmıştır.

Atatürkçü Düşünce Derneği Atatürk’ün hatırasına saygı hususunda gereken özeni göstermekte, resmi törenlere katılmayı da ihmal etmemektedir. 

Atatürk’ün  Rize’ye gelişinin 98.yıl dönümü münasebetiyle 17 Eylül’de  Valilik meydanın yapılan törende Atatürk anıtına çelenk koymuştu. 

Rize Belediyesi tarafından düzenlenen 17 Eylül töreninde Belediye Bandosu eşliğinde İstiklâl Marşı söylenmiş, ardından Belediye Başkanı Rahmi Metin anlamlı bir konuşma yapmıştı. Resmi kutlamaya askeri ve emniyet kuvvetlerinden katılım olmuş, siyasi partilerden ise sadece CHP çelenk koymuştu. 

Sivil kuruluşlardan ise Atatürkçü Düşünce Derneği ve Eğitim İş Sendikası çelenk koymuştu. 
Atatürk’ün 1924’de şehrimizi ziyaretinin sebebi eğitimdi. Sadece yetiştirilecek teknokrat kadrolar, mühendisler, ustalar değil, açılacak ilk ve orta mekteplerin yerleri burada Mataracı Mehmet Efendinin evinde yapılan yüz yüze görüşmelerle belirlendi, tutanaklara girdi. Anma törenlerinde bu husus genellikle atlanır, dile getirilmez. Örneğin İkizdere ve Potomya’da açılacak mekteplerin belirlenmesi Mataracı Mehmet efendinin evinde kararlaştırılmıştır. 
Kaç sınıflı kaç öğretmenli olacağı, belirlenen merkez köye çevre köylerden ne kadar öğrencinin geleceğine kadar belirlenmiştir. 

Ayrılacak tahsisatın belirlenmesi için zabıtlar da burada tutulmuştur. 

Potomya’da açılacak okulun kalasları için ilk tahsisat hemen çıkartılmış, kütükler kesilerek kurumaya bırakılmışken Potomya’nın Kara Hoca lakaplı Diyanet’ten icazetsiz tefeci imamı burada okul istemediğini, “eğer buranın insanı okursa yoksul kimse kalmaz, ben o zaman tefecilik yapamam” diye düşündüğünü çevresindekilere söylemiştir. Ertesi yıl okul yapımına tam başlanacakken o günlerde çıkan şapka kanunu bahane ederek “Mektep da istemezuk, şepka da istemezuk” diyerek kuru kalasları yaktırarak, arkasından karakolu basarak 17 askerin silahlarını alarak, şapkalarına pisleyerek, bilinen isyanı başlatmıştır.  

Çok yankı yapan bu isyan aslında halkın eğitimsiz bırakılması için başlatılmış gerici isyandı. İsteyen Recep Koyuncu’nun yazdığı kitaptan mahkeme zabıtlarına da ulaşabilir. 

Atatürkçü Düşünce Derneği Rize Şube Başkanı Ömer Toprak,  Atatürk’ün 29 Nisan 1923’de Rize Hemşehriliği teklifini resmen kabul edişinin yıl dönümünü de resmi törenle kutlamak üzere girişimlerde bulunmuştur. Atatürk’ün hemşehri olmayı kabul ettiği diğer illerde hemşehrilik kutlamaları yapılmaktayken haklı olarak bizim de aynı şekilde yıl dönümünde kutlama yapmamız gerektiğini düşünmektedir.   

Mustafa Kemal Atatürk’ün ülkemize ve Rize’mize hizmetlerini  unutturmamak için verdiği uğraştan ötürü Ömer Toprak başkanımızı tebrik ediyorum. 
Bütün bu çabalarından dolayı kendisine desteğimi Zümrüt Rize Gazetesindeki köşemden okurlarımıza duyuruyorum.


Mahiye Morgül 
Rize 30/9/2021

***

Eğitimci Gözüyle

Eğitimci Gözüyle:




30 Ağustos Zafer Bayramı Tebrik Töreni yapılırken canlı yayınlandı, hepimiz izledik. Kameranın karşısındaki duvarda büyük bir insan yüzü vardı, 
çok tuhaftı, dört parça halinde, her bir parçası bir başka insan yüzünden alınmış kolaj yapılmıştı. 
Asimetrik silah diyorum bu tür görsellere, uyumsuzdur, insanın kafasını karıştırır. 
Dikkatinizi çeler, bakmak zorunda kalırsınız, ana konudan uzaklaştırır sizi, ana konuyu bulandırır. 
Böyle uyumsuz resmin işlevi şudur; önünde yapılan etkinliğe değersizleştirme  etkisi yapar.  
Burada hem Zafer Bayramı hem Cumhurbaşkanlığı makamı o kolaj resmin negatif etkisi altında bırakılmıştır. 
Tören hazırlama görevlileri görevlerini doğru yapmamışlardır.
Tıpkı ders kitaplarında yapıldığı gibi oldu. Din Dersi kitapları dahil bütün ders kitaplarında öğrenciler çok sayıda uyumsuz görsele bakmak 
zorunda bırakılmaktadır. Zafer Bayramı Tebrik Törenini izleyen bizler kuralsız (kaotik) bir surata bakmak zorunda bırakıldık.
Törende bir kuralsızlık (kaos, bozukluk) daha vardı; Protokol sırası. Diyanet işleri başkanına verilen sıra değişmişti. 
Bence gizli bir el tüm kuralları değiştiriyor, Devletimizin vidaları gevşetiliyor. Farkında olan da itiraz edemiyor. 
Vaziyetimiz bu. Veliler de ders kitaplarına itiraz edemiyor. 

Mahiye Morgül
3.9.2021/ Rize
kotanlartr@googlegroups.com

***

Afganistan'ın Tacik Oğuz Türkleri

 Afganistan'ın Tacik Oğuz Türkleri 



Mahiye MORGÜL
mahiye@gmail.com
3 Eylül Cum 00:41
kotanlartr

             
Afganistan’ın Tacik Oğuz Türkleri
 
           Bir Afgan müzisyene rastladım internette, 4,5 milyon izleyicisi var, onun şarkıları bana ferahlık verdi. Adı Sharafat Perwani. İzleyici yorumlarından Tacik asıllı olduğunu ve birkaç gün önce yayınlanmış videosuna gelen yorumdan Tacikistan’a geçtiğini anladım.
 
           Farsça halk müziği söylüyor, hem de Rize türküleri. Çok şaşırdım. Bir müzikolog olarak çok ilgimi çekti. Onun videolarını izlemeye ve ona gönderilen yorumları okumaya başladım.  YAR CANO BEGO videosuyla çarpılmışken LALA LALA “Leyla Leyla” ile savruldum.

            Yaar Jano Bego :https://www.youtube.com/watch?v=uw6PU_jkbQs
Lala Lala: https://www.youtube.com/watch?v=1OcNunhvy9c

            Yar Cano’da Artvin koltuk davulu ona eşlik ediyor ve tipik Haldoz horonu ritmini vuruyor. Bir yerinde kemençe sesi geliyor ve “ Çayelinden öteye ” 
ezgisi giriyor. Bir yerinde Trabzon yayla havası “Ehe hey hey…” ler tıpkı Volkan Konak söylüyor. Bir yerinde adeta Lazca telaffuzuyla Kazım Koyuncu söylüyor. 
Bir yerinde Kürtçe söylüyor zannederken Farsça söylediği fark ediliyor. Böyle bir müzik harmanı.

 Şerafet kardeşimiz öyle içten duygulu söylüyor ki tipik bizim Rize sahillerinden bir uşak. İyice meraklandım, Tacikler hakkında İranlı bir akademisyen dostumdan öğrendiklerim geldi aklıma.  Tacik sözcüğü Tatcık demekti. TAT ise, Şaman /Kuman demek, kendini açık etmemek için dilsiz gibi davranan demekti. Bugün ise Farsça konuşan Türk demektir.

Rize’de TATOĞLU soyadı taşıyan aileler var, bağlantısı mutlaka vardır.

Orta Asyanın ortasındaki devlet bugün Tacikistandır. En uzun nehri olan Oğuz (Ceyhun) nehrinin suladığı havzada tarih boyunca Türk Oğuzlu devletleri kuruldu. Milli ekonomisini ve kendi ordusunu kurma geleneği olan Akmenidler, Sasaniler, Şamaniler gibi bilimi rehber alan sosyal ve hatta ilk komünal veya sosyalist devletler bunlardı.  
Yahudi bankerleri öldürterek Spartaküs köle isyanlarını başlatan VI.Mitridate Hubyar Sultan’ın kurduğu Birleşik Oğuz Orduları 48 yıl süren savaştan sonra Sezar’ın ordularına yenik düştükleri zaman, Roma senatosunda haklarında verilen tarihten silme cezasıyla Rize ve diğer Milet şehirlerinden kaçanların gidecekleri yer elbette Oğuz Ata toprakları olan Balasagun olacaktı. Gittikleri yerde “tat” olmak, yani kendilerini saklamak zorunda kalmışlar, Farsça konuşmuşlardır.  Ama müzik yaparken “tat” olmak namümkündür. Bakınız, ben de Farsça söyledim; Farsça na-mümkün, imkânsız demektir.

MÖ.1.yy’da Sezar’ın Roma senatosunda aldığı karar, Başoğuzlu kralı Hubyar Sultan’ın başta Rize olmak üzere Anadolu’daki bütün saraylarını, bilim evlerini,  at ahırlarını, kalelerini yerle bir etmek, bilim adamlarını ve ilaç bilen kadınları yakarak öldürmek, hanedandan kimseyi sağ bırakmamak, hanedan kadınlarını Roma’ya götürüp zincire vurulmuş halde Roma sokakların da teşhir etmekti. Bu ağır cezadan kurtulmak için gittikleri yer Özbekistan, Türkistan, Tacikistan (Soğdia), Afganistan (Bakhtria) gibi Balasagun (Ay-gün Milleti) illeri oldu.
Tacikistan’ın sovyet sistemiyle yönetildiği yakın dönemde Komünist Partisi Sekreterliği yapmış olan Tursun Ulucabeyoğlu ve tarihçi akademisyen Babacan Gafuroğlu gibi tipik Rize isimleri  internette önüme düştü. Hani yani… Üstelik hem “Turkified” Hem de “İsma’ili” taifesinden. (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Tursun_Uljabayev /)
https://en.wikipedia.org/wiki/Bobojon_Ghafurov

Taciklerin Karadeniz türküsü söylüyor olmaları hiç boş değil. Borç köleliğini kaldıran Akmenid (Egemen/Kuman) İmparatoru Horasanlı Kuruş’un torunlarının Buhara’da 1918’de bağımsız sosyalist Hiva (Hilal) Hanlığı kurmaları da boşuna değil.  Üstelik tacında hilal resmedilmiş Darius Oğuz hanedanının kaya mezarları Rize’dedir.

İnternette bir şey daha fark ettim; Tacikistan futbol takımının ambleminde bozkurt resmi var. Benzer amblem Sirkasya kralı Serhaz’ın Samsun sikkesinde ve Atatürk’ün bastırdığı ilk kağıt paramızda var.

Orta Asya Tacik tarihi dünya tarihinde çok önemli görünüyor. Çünkü Yahudi bankerden borç almadan kendi milli tarımını (ipek ve pamuk) kuran Şamanoğulları adlı ilk sosyalist Türk devleti burada ortaya çıkmıştır. Bence, Babacan Gafurov’un yazdığı Tacik Tarihi kitabı bir an önce Rusça’dan Türkçe’ye çevrilmelidir.

Şimdi iki kere düşünelim. Afganistan’ın önemli nüfusu Tacikler. Tacikistan ile komşu. Şu anda Kabil’den kaçan Tacikler kuzey komşu Tacikistan’a gidiyorlar. 

Fakat maalesef Tacikistan’da IŞİD tuzağına düşme tehlikesi de var, çünkü IŞID’e Irak’ta komutanlık etmiş bir albay (Gülmurat Halimoğlu) Tacik Ordusundan çıkmıştır. Suriye’den çıkan paralı IŞİD askerleri şimdi oralardalar. Suriye’den topraklarımıza geçen o katil sürüsü Kabil’e ve Tacikistan’a hangi yolla götürüldüler, ABD üsleri bunlara uçak tahsis etti mi mesela, sormak lazım.
ABD başkanı Bush ki 2001 yılında “3.bin yılın haçlı seferini başlatıyoruz” demişti. Tarih tekerrür ediyor. Vahşi batının savaş baronları Milat ilan ederek sıfırladıkları Oğuzoğlu tarihini yeniden sıfırlıyorlar, hem de Horasan-İslam gibi sahte isimlerle kurdukları paralı çetelerle.

Tarihte aynı batılı vahşilerden kaçarak Afganistan’da yurt kuran dedelerimizin torunları şimdi akıl almaz tuzaklarla yurtlarından kaçırtılıyorlar. 

Hem de iki ayrı İslam maskeli terör çetesi arasında sıkıştırılıyorlar.

Kızılderili falcıya sordum, “Asya’nın ortasındaki bütün devletleri sulayarak akan Oğuz nehrinden 11 Eylül 2001’de bir İngiliz geçti ” dedi. Daha ne desin?

***

Yaşanan sel ve Yangın felaketlerinin Günah Keçisi iklim değişikliği mi?

Yaşanan sel ve Yangın felaketlerinin Günah Keçisi iklim değişikliği mi? 



Ya Doğanın İşleyişine Uygun Planlama Yapmayan İnsanın Rolü!


Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, 
iortas@cu.edu.tr
iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com üzerinden 
16 Ağustos Pzt 15:34
Yaşanan sel ve Yangın felaketlerinin Günah Keçisi iklim değişikliği mi? 
Ya Doğanın İşleyişine Uygun Planlama Yapmayan İnsanın Rolü!

 


Biz insanlar doğanın efendisi değil, doğanın bir parçasıyız. Bütünlük içinde bir arada yaşamak durumundayız.

Özet

Son günlerde yaşanan afetler bilinmeyen ve beklenmeyen gelişmeler değildir. Suyun denize ulaşacağı dere yatağı daraltılmış ve sıfır noktasına yerleşim yerleri yapılmış. Derelerin gerisindeki dağlardaki doğal bitkiler ve ağaçlar kesilmesi sonucu yağışları tutacak bitki kökleri ve toprak zayıflamıştır. Beklenen iklim etkileri ile birim zamanda yağışların artması ile oluşan suyu tutamayan aşınmış toprak ortamından hızla eğim doğrultusunda denize ulaşmak istemektedir. Karadeniz’in coğrafi yapısı gereği derelerde biriken suların akış yönünde daraltılan dereler ve üzerine kurulan HES, Karedeniz otoyolunun çoğu yerde dağdan denize akan küçük derelerin önünü kapattığı veya daralttığı acıkış kanalları ve tomruk/kereste depolarının yaratığı baraj etkisi ve sonrasından kalıba sığmayan büyük su kütlesinin hızla Bozkurt kasabasına dalışı bütünlüklü olarak suç ve suçlunun kim olduğunu anlatıyor. Nerdeyse bile bile kendimizi afete maruz bırakmışız.  Bu durumda kabahat yağışta mı? Yoksa doğanın yolunun tıkanmasına müsaade eden, yanlış yapılanma ve imarları verenler mı? Milyonlarca yıldır sürekli değişim geçiren dünyanın kendi dinamiği bilimsel bilgi ile biliniyor ve an ve an uzaktan da izlenmektedir. Doğayı kendimize uydurmaya değil, kendimi doğanın yasalarına uygun hale getirmemiz gerektiği anlayışını maalesef öğrenememiş ve benimseyememişiz. Unutmayalım yer yer küçük çaplı barajlar yaparak doğadan yararlanıyoruz anacak doğaya gücümüz yetmez. Önemli olan doğaya uygun yaşamayı öğrenmektir. Coğrafya, jeoloji, ekoloji, tarım-toprak bilinmeden ve de anlaşılmadan kent, tarım ve orman yönetimi sağlanamaz. Yaşanan-yaşanacak ciddi afetler önlenemez.

Ne yazık ki doğayı ve bütünü kavrayacak bir eğitim yapımız yanında toplumsal kültürel bir zihin hazırlığımız da yok görülüyor. İleride yaşanacak iklim değişimlerinin yakıcı etkilerine karşı ne denli hazırlıksız olduğumuz görülüyor.

Özet, yaşanan felaketlerin etkisinin önlenmesi veya minimize edilmesi mümkün. İnsanın doğanın ve bilimin öngörüsüne uygun olmayan, her boş bulduğu alanı arsa sanan, kendince kurguladığı eksik ve doğanın yasalarına uygun olmayan can ve mal kaybına neden olmaktadır.
 
Sel Felaketleri Adeta Geliyorum Demiş 

Son 20 günde Karadeniz’de sel felaketleri, Akdeniz ce Egede orman yangınları çok ciddi can, mal ve doğal yaşamın kayıplarına neden oldu. Önce Rize ve Artvin şimdi Kastamonu, Bartın, Karabük ve Sinop’ta kuvvetli sağanak yağış sonrası yaşanan sel felaketleri, can ve mal kayıpları. Sonra Akdeniz ve Ege kıyılarında günlerce devam eden ve halen yer yer devam eden orman yangınları. Orman yangınları, artan kuraklık sıcak iklim ve kıyılara brikmiş insan nüfusunun oluşturduğu betonlaşmaya bağlı oluşan ısı adacıkları ve çevreye rast gele çevreye bırakılan camsı maddeler. Yine can kaybı, mal kaybı, çok sayıda evcil ve doğadaki canlılar yandı. İki yıldır devam eden korona virüs salgını ile yaşamı felç eden felaketler. 

Bütün yaşanan felaketler birer sonuç ve açıklanabilir nedenleri var tabii. Doğanın kendi işleyişi dünde vardı bugünde var.

Ekoloji gözü ile gelişmeleri analiz eden herkes bu gerçeği çıplaklığı ile görürü. Bir çok ülkede seller oluşuyor, daha büyük orman yangınları da oluyor. Başta Karadeniz’deki yağış sonrası oluşan sellerin çevre ve yaşam üzerine bıraktığı etki tamamen insanın yerleşim yeri seçimi ve doğanın 100, 200 yılık işleyişi dikkate alınmadan yapılan yapılaşmalar neden olduğu günlerdir bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Ancak bizdeki gibi kimse derelerin içine 10 katlı bina yerleştirmiyor. Dere yatağına sıfır giriş katları olan bina yapılıyor. Hangi ekolojik ve yer bilimine dayalı bilgi ile derenin içine kasaba yerleştirilir, derenin üzerine inşa edilmiş HES, ağaçların kesilmesi sonrası tomrukların depolama üniteleri derenin içine yerleştirilmiş. Son birkaç yılıdır Karadeniz’de yaşanan benzer heyelan ve sellerin yaratığı etkilerin tümü yerleşim yeri yapılanması, ormanlık alanların doğasından koparılarak tek yönlü bitkisel üretime dönüştürülmüş olması yanında Karedeniz otoyolunun önünü kapattığı küçük derelerin akış yönünün engellenmesi. Basına yansıyan bütün görüntüler sellerin akışı yolu üzerindeki küçücük, menfez, köprü, suyun akacağı mazgallar selin büyüklüğüne göre planlanmadığı için 

SUÇLU ve GÜNAH KEÇİSİ İKLİM DEĞİŞİMLERİ. 
 
Ancak hepsinden çok seller, yangın ve korona virüs olguları eko sistemin anlaşılmadığını ve ona göre de önlem alınmadığını gösteriyor.
 
Çevre Sorunlarının Bütünlüklü Olarak Kritik Edilmesi Sürdürülebilir Yaşam İçin Kaçınılmaz
Evrenin ve doğanın işleyişini anlamazsak doğru planlama ve strateji geliştiremeyiz. Sanırım ülkemizin sorunu bu bağlamda çok büyük. Bütün yaşananlardan anlaşılıyor ki insan soyu, yaratılan çevresel sorunların tek sorumlusu olarak, hayvanların, doğanın ve toprağın kıymetini belli ölçüde bilse de bu mevcut şartlarda yeterli olamamaktadır. İnsanoğlunun içinde yaşadığı doğayı, toprağı, suyu ve soluduğu havayı daha iyi anlaması gerekmektedir.
Dünyamız dün olduğu gibi bugünde sürekli değişim içinde, bir tarafta ısınıyor, bir tarafta soğuyor ve iklim değişimleri sürekli yaşanıyor. Yarın daha çok iklim değişimleri ve olumsuz etkileri görülecek. Sorun bugünden öngörüde bulunmak ve yarını planlamaktır.
Haberlere bakıldığında her felaket bölgesinde binlerce insan mağdur, onlarca hava aracı, kara aracı, personel gece gündüz yarım etmek için seferber oluyor. Bu kadar uğraş ve çaba doğanın işleyişine uygun olmayan yapıların sorununu çözeceğe benzemiyor. Büyük ekosistem ve işleyiş felsefesi anlaşılmadan insanlığa rahat olmayacak gibi görülüyor. Bu kadar bedel ve masraf bilimsel anlayışa uygun bir şekilde önceden işi bilen bilim kuruluşlarına harcansaydı, işi bilen nitelikli liyakatli insan yetiştirilseydi daha az sorun yaşayacağımız muhakkaktır.
 
İnsan Faaliyetleri ile Ekosistemi Yaşanılamaz Hale Getiriyor!

Ekosistemi olumsuz anlamda etkileyen her türlü atık, benzer şekilde orman varlığımızı da tehlikeye atmaktadır. Kentlerden toplanan çöplerin yakın geçmişe kadar ormanlık alanlara rastgele bırakılması, ormanların yakılması sonucu birçok canlının yaşam alanının kaybolması, ormanların ve anızların yakılması hem toprağın hem de üstündeki canlıların yaşama haklarının ihlal edilmesi ile sonuçlanmaktadır. Bununla birlikte toprakların amaç dışı kullanılması sonucunda bu alanların üretimin dışında kalması ve toprak-bitki yönetiminin yanlış yapılması, toprağın aşınmasına sebep olmaktadır. Diğer bir tanım ile erozyon oluşmakta ve bunun sonucunda toprak yok olmaktadır. Kısacası topraklarımız ölmektedir. Ayrıca ölen yalnız toprak değil, ekosistem içinde yer alan diğer canlılar da olumsuz etkilenerek, bulundukları ekolojiden uzaklaşmaktadırlar. Toprağın erozyonla ölümünü durduran ağaçlar, diğer bitkilerin kökleri ve kök bölgesindeki mantarlar, aktinomisetler, bakteriler gibi diğer canlılardır. Bu bağlamda ormanın yani ağacın toprağın erozyonunu önlemedeki rolü ve önemi bilinenin de ötesindedir.
 
Biyo çeşitlilik Kayboluyor, Toplum Sağlığı Tehlike Altında…

2 Ekim 2020 tarihli Cumhuriyet gazetesinin arka sayfasında “Bitkiler Yok Oluşla Karşı Karşıya” başlıklı haberde İngiltere’deki Kraliyet Botanik Bahçesi (RBG, KEW) tarafından yayınlanan rapora dayandırılarak bitki türlerinin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Haberde 42 ülkeden 210 bilim insanın katıldığı toplantıda kayıpların başlıca nedenleri olarak, tarım arazileri oluşturmak için yabani yaşam alanlarının tahrip edilmesi, doğal bitkilerin aşırı hasat edilmesi, inşaat sektörünün gelişimi sonucunda toprakların betonlaştırılması, istilacı türlerin yayılması ve çevre kirliliği gibi faktörler ile iklim değişimlerinin yarattığı etkiler gösterilmektedir.  

Sürekli mono kültür tarım nedeniyle bazı bitkilerde zaman içinde cüceleşme (inbreading (akrabalı yetiştirme)) olduğu tespit edilmiştir. Bunların başında Çukurova’da yetişen mısır bitkisi gelmektedir.

Son yıllarda kimyasallara karşı bazı mikroorganizmaların ve bitkilerin dayanıklılığının arttığı belirtilirken, herbisitlere dayanıklılık sağlayan 183 bitki türü tespit edilmiştir. Bugün itibarı ile mera alanlarımız tarım topraklarına dönüşmesi nedeniyle %40 oranında azalmıştır.
Toplumda bir azınlık oluşturan ancak gücü elinde tutan varlıklı kişi ve ailelere, toplumun çoğunluğunu oluşturan yoksul kişi ve ailelerin sahip olduğundan onlarca-yüzlerce kat daha fazla eğitim, kültür, sağlık, gıda eğlence, dinlence ve başkaca olanaklarının sunulduğu bir ortamın insan onuru tarafından arzulanır bir ortam olmaması gibi, dünya ekosisteminin çoğunluğunu oluşturan bitki örtüsü, hayvan ve doğada bulunan diğer canlılara, dünyada azınlıkta ancak baskın tür olan insanlardan daha az yaşam alanı bırakılması da insan onuru tarafından arzulanır bir ortam değildir.
 
Yaşananların Doğa ve İnsanlık Adına Sorgulanması Gerekiyor.

Suların kirlenmesinin felaket niteliğindeki etkilerinin en önemli örneği, Aral Gölü’nün kurumasıdır. Kazakistan ve Özbekistan sınırı arasında bulunan Asya kıtasının ikinci, dünyanın dördüncü büyük gölü olan Aral gölü yanlış sulama, aşırı sulama nedeniyle eski yüzölçümünün %90'ını kaybetmiş durumdadır. Yanlış yönetimden dolayı kuruma noktasına gelmiş olan Aral gölünün yeniden canlılığı kazandırılmaya çalışılıyor. Amuderya ve Siri Derya nehirlerinin sularının Özbekistan’da pamuk ekim alanlarına yönlendirilmesi ile Aral’a taze su akımı durma noktasına gelmiş, diğer yandan kısa sürede meydana gelen tarım topraklarında tuzlulaşma ile mevcut tarım alanlarında tarım yapılamaz duruma gelinmiştir. Buna ek olarak, yanlış yönetim sonucu gölün kuruması ile göl içindeki su ekosistemi ve ondan geçinen milyonlarca insan da olumsuz şekilde etkilenmiştir. Ayrıca, Türkmenistan’da da toprakların tuzlulaşması ile milyonlarca çiftçi üretim yapamaz hale gelmiştir. Bu ve benzeri çok sayıda insanın yanlış kurgulamaları sonucu oluşmuş faaliyetler sonucu oluşmuş felaketler yaşandı ve yaşanmaktadır.

Yaşar Kemal’in 2007 yılında adının verildiği park üzerine 'doğa' için yazdığı mesajda “Bütün yüreğimle inanıyorum ki doğayı yok etmek suçların en büyüğüdür” ifadesi yer almaktadır.
TEMA vakfının bir zamanlar bir sloganı olan “üstünüze vazife olmayan işlere burnunuzu sokun” ifadesi, son yılarda ne olduysa görülmez ve kullanılmaz olmuştur. Yeryüzünü herkesin koruması ve kollaması için bir bekçi, bir komiser, bir müfettiş gibi davranması gereklidir. Bir bekçi gibi etrafındaki çevresel sorunları tespit edecek şekilde dikkatli olması; korunup korunmadığını izlemek için bir komiser gibi davranması; yapılan yanlışları ve aksaklıkları belirleyip enine boyuna incelemesi ve varsa sorunları ilgili yerlere iletmesi yönünden bir müfettiş gibi davranması gerekmektedir. Bu dünyada, bu doğada yaşıyor isek doğanın ve doğanın sürdürülebilirliğinin korunmasından hepimiz sorumluyuz demektir. Çünkü her ne kadar fark etmesek de doğa hepimize yaşam alanı sağlamaktadır.
 
Çevrenin ve Bilimin Sorunu Felsefi Tartışma ile Aşılabilir.

Felsefe doğası gereği irdeler, analiz eder, soru sorar, cevap arar. Felsefe hiç bir zaman çok önce belirlenmiş ve değişmez olduğu belirtilen görüşleri savunmaz. ’Felsefe devingendir ve doğal çelişkinin içinden çıkan bilgiye bakar.

Çevre ve iklim değişimleri konusunda felsefenin söyleyeceği çok şey bulunmaktadır. İnsanın doğa ile olan ilişkisi bugün hala tartışmaya açık olmakla birlikte, insanın geçmişte yarattıklarının ciddi anlamda sorgulanması gerekmektedir.

İnsan sorgulayan bir canlı olarak kendisini, çevresini ve nerden gelip nereye gittiğini arayan yapısı ile kafası sürekli binlerce soru ve tartışmayla meşguldür. Bu bağlamda çoğu zaman bunca sorunun altında yaşam zor gelebilir. Diğer taraftan sorgulamadan yaşamı olduğu gibi kabullenmek çok daha kolaydır. Çevre ve iklim değişimi sorunları, bireysel ve toplumsal bazda doğadan yana anlayışlar ile ele alınmalıdır. Bu duruma yönelik olarak 1854 yılında ABD başkanı Franklin Pierce’a mektup yazan Squamish kabilesinin reisi kırmızı derili Reis Seattle sorunu ve çözümü olan doğru yaklaşımı tek cümlede özetlemiştir: “Doğa insana ait değil, insan doğaya aittir”. Prof. Dr. Ulu Nutku ise bu durumu; “İnsan doğadan malzeme edinir, fakat bunu yapmakla öyle böbürlenir ki, kendisini doğanın efendisi sayar” şeklinde ifade etmiştir. İnsan doğaya hâkim olduğu algısıyla doğanın yapısını bozmuş ve bozmaya devam etmektedir. Bunun sonucunda, bugün çok daha şiddetli çevresel sorunlar ile karşı karşıya gelinmektedir.

Genel olarak yaşanan felaketlerin altında doğa felsefesinin anlaşılmamış olmamız bütün çıplaklığı ile görülüyor. Biz insanlar doğanın efendisi değil, doğanın bir parçasıyız.  Bilim ve felsefe bu sorunun da felsefe ile çözülebileceğini biliyor ve tartışmaya devam ediyor. Felsefe bu konuda yol göstericimiz, içimizdeki ses olacaktır. Eflatun, erdem ve mutluluğun felsefi bilgiyle gerçekleşeceğine işaret etmiştir. Bütün yaşadığımız sosyal ve çevresel sorunlar ve bu konulardaki bilimsel uğraşıların ancak özgür ortamda tartışılarak aşılabileceği unutulmamalıdır. Varoluşumuzun temel sorularını irdeleyen felsefe aynı zamanda kişiye kazandırdığı kritik düşünme ile bireyin özgürleşmesini de sağlamaktadır. Bu bağlamda doğanın yasalarını analiz etmek için araştırmak ve öğrenmek ayrı, doğanın yaslarını öğrendikten sonra, koşullara uygu yaşam ortamları geliştirmek ayrı. 

Doğru teşhis edilmeyen, her yönü ile bütünlüklü anlaşılamayan hiçbir soruna sağlıklı çözüm üretilemez.
 
15 Ağustos 2021,
 Adana

***

Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi.,

Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi.,



Ibrahim Ortaş 
iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com 
5 Ağustos Per 09:28
Alıcı:
Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi, Eksikliğinin Sonuçları

Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, 
iortas@cu.edu.tr
 
Aynı durumu yaşamamak için yaşana her olaydan ders çıkarmak gerekir.
 
Son bir haftada Akdeniz ve Ege kıyı şeridinde yaşanan orman yangınları aynı zamanda hepimizin canını da yakıyor. Çoğu zaman her tarafta çaresiz insanların yardım çığlıkları yürekleri dağlıyor. Bir o kadar da toprak ve ormanda yaşayan büyük-küçük canlıların çığlıklarını duyuyorum.  

Ekosistemler birçok iç ve dış faktörün eşzamanlı etkisi altında ve kendi doğal yapısı içinde varlığını sürdürür. Karasal eko sistemlerde en etkili faktörlerin başında ortamdaki bitki, hayvan ve mikroorganizma tür çeşitliliği ve zenginliği gelmektedir. Zaman içinde bu tür çeşitliliği ve zenginliği değişik dış etkiler nedeniyle değişime uğrasa da, binlerce-milyonlarca yıldan günümüze varlıklarını koruyabilmişlerdir.  Değişime/bozulmaya neden olan etmenlerin biri de orman yangınlarıdır. Hatta orman bilimcilere göre, mevcut birçok orman ekosisteminde sürekliliğin sağlanması için yangın sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Hatta Akdeniz makilikleri ile iç içe olan çam ormanlarının sürekliliği için orman yangınlarının olumlu etkilerinin de olduğu belirtilmektedir. Günümüzde tarım ve yerleşim yeri açmak için çoğu orman insanlarca yakıldığı için can ve mal kaybına da neden olmaktadır. Bugün mücadele edilen yangınların ülkemizde yaşanan en büyük, en yıkıcı ve en uzun süreli yangınlar olduğu değerlendirilmektedir.
 
Orman Yangınları % 95 İnsan Kaynaklıdır.

Kıyılarda artan insan nüfusu, sorumsuz kişilerin piknik yerlerinde bıraktıkları cam şişeler, kırılıp atılan camlar ve diğer mercek etkisi yapacak malzemeler, sigara izmaritleri vs. alınmayan veya yönetilmeyen önlemlerden dolayı küçük bir noktada başlayan yangınlar hızla yayılmaktadır.

Ülkenin orman varlığı, mevsim etkisi ve olası risk yönetimine uygun olarak yangına karşı uzun erimli yeterli hazırlık ve planlamaların yapılması gerekirdi. Bulunduğumuz iklim kuşağında yazları yağışların olmaması, sıcaklık artışına bağlı toprak neminin azalması, ortamdaki tek ve çok yıllık bitkilerin kuruması nedeniyle yangınlar daha hızlı ilerlemektedir.  
 
Kontrolü Keçi Otlatılması Önemli Bir Biyolojik Yöntem.

Bir diğer konu keçi otlatılmaması dır. Keçiler ortamdaki otları ve ağaç gövdelerinde gelişen sürgünleri tükettiği için yangının gelişmesini engelliyordu. Ancak bugün keçiler doğadan çok kapalı ağıllarda tutuluyor ve sayıları geçmişe kıyasla azaldı. Ayrıca doğal bitki ve hayvan  çeşitliliği de azaldığı için her etki yeni bir sonuç doğuruyor, oluşan sonuç yeni bir etkiye neden olmaktadır. Otlar geçmişte olduğu gibi keçi, dağ keçisi, geyik, tavşan ve diğer ot tüketen hayvanlar tarafından yeşilken tüketilseydi bu kadar kuru ot gelişmez ve yangınlar da hızla ilerlemezdi. Özetle Yangınla mücadelede kontrolü otlatma da önemli olup diğer birçok yönetim yöntemleri ile yangınlar önlenebilir ve en az hasarla kontrol edilerek söndürülebilirdi.  
 
Doğanın Kendini Yenileme Mekanizmaları Var, Müsaade Edilirse Doğa Kendini Yeniler.

Orman yangınları ile çok önemli miktarlarda atmosfere salınan karbondioksit ve diğer gazlar, iklim ve canlıları da etkilemektedir.  Sanayi Devrimine kadar 280 mg/ L (milyonda bir partikül) olan CO2 salınımı sonrasında,  özellikle de son 100 yılda hızla artarak 417 mg L-1 düzeyine ulaşıp iklim değişimlerinin hızlanmasına neden oldu. Bu sonuca göre CO2’in daha çok tutulması için tüm dünyada ağaç sayısının arttırılması şarttır. Orman ve doğal bitki örtüsünün mikro klima üzerine etkisi olduğu gibi yangın sonrası oluşacak yeni iklim de bitki örtüsünün yapısını belirleyecektir.

Yangın Ekologları Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu ve Prof. Dr. Doğanay Tolunay “Amaç sadece ağaç dikmek olmamalı, ekosistemin korunması için doğanın kendini yenileme kapasitesinin göz önünde bulundurulması gerekir” diyorlar. Ağaçlama yapılacaksa mono kültür olmamalı,   dışarıdan gelecek yeni türler ortama adapte olmazlarsa başka sorunlar da çıkabilir.  Doğanın tüm renklerinin ortamda tekrar buluşmasına müsaade edilmeli. Onun için yanan alanların insandan korunması ve otlatılmanın yasaklanması gerekir. Ağaçlandırmada bölgeye adapte olmuş kızılçam bitkileri aktarılmalı. Aktarmada mikoriza ve doğal toprak ile birlikte aşılanmanın yapılması gereklidir.

Kesinlikte toprağa iş makineleri sokularak işlenmemeli. Yangın sonrası derinlerdeki kökler yeniden gelişebilmekte. Doğanın her zaman kendini koruma mekanizmaları olup kendini koruyacak enstrümanları olmazsa varlığı sürdüremez. Örneğin yangın sonrası yapılan gözlemlere göre, bölgedeki kızılçam gibi bitkilerin kapalı kozalarındaki tohumlar korunmakta ve uygun nem ve sıcaklık koşullarında hızla çimlenerek yeni fidanlar oluşturmaktadırlar. Hatta bazı bitkiler daha gür bir şekilde gelişebilmektedir.

Ormancı arkadaşları dinlediğimde bitki türü, çeşit, boy çap konuları konuşuluyor. Soru toprak- bitki ekosistemi sorunudur. Asıl konu yer yüzeyinin koruyucu tabakası olan toprak ve toprak içindeki en önemli unsur olan organik materyalin ve doğal canlılığın yanmış olmasıdır. Yangın ile oluşan 200-800 0C’lik sıcaklık toprağa belirli bir derinliğe kadar nüfuz ediyor. Her bölge için ayrı ayrı, yangına toprak ve toprak minerallerinin nasıl tepki verdiği araştırılmalıdır. Ve yangın sonrası toprak ve doğal bitki örtüsü ne düzeyde ve ne hızda kendini yeniliyor,  hangi türler kendini daha iyi yeniliyor.
 
Ağaçlandırma Yapılacaksa Ekolojik İlkelere Uygun Olmalıdır.

Genelde yangınlardan sonra yetkililer hemen ağaçlandıracağız türünde iyi niyetli söylemlerde bulunuyorlar. 1995 yılında Gelibolu Şehitliğinde çıkan yangın sonrası hızla ağaçlandırıldı fakat bir süre sonra ağaçların doğal rizosfer ve mikorizası olmadığı için gelişmediği görüldü. Çoğu zaman iyi niyetle başlatılan “ağaç dikme seferberlikleri” beklenen sonucu vermedikleri gibi orman ekosisteminin doğal gelişimine de zarar verebilir. Orman ve toprak ekolojisi bilgisine sahip uzmanlardan görüş almakta yarar var.

Dışarıdan mikoriza, N2 fiksasyonu organizmalarının biyolojik habitatlara dikilecek fidanlara aşılanmasının ne denli önemli etkilerinin olacağının bilinmesi ayrıca önemli. Şu anda yangın sonrası steril bir yüzey var ortada. Ağaçlanma yapılacaksa mikoriza olmadan olmaz. Yüksek yapılı orman bitkileri mikorizasız yaşayamıyorlar. En önemlisi bu aşamada buraları yapılandırmaya müsaade etmeden korumak, sonra da akılcı bir takım toprak teknolojisi yöntemleri ile ekosistemi geliştirecek ve koruyacak çalışmalar yapmaktır. Doğaya diğer hayvan varlıkları habitat da aktarılmalı.

Yangın sonrası canlı varlığı ve organik maddesi yandığı için dokulardaki mineral bileşikler yüzeyde kalmış olup kısmen yeni gelecek bitkiler için önemli besin kaynağıdır. Tabii yeni oluşacak bitki topluluklarının organik madde biriktirmesi çok uzun zaman alacaktır. Onun için belirtilen teraslama, sekileme, doğal ortamda yetişmiş tüplü fidan dikimi ve diğer habitat aktarımı toprak teknolojisi mantığı ile geliştirilmelidir.
Yanan alanların yeniden restorasyonu için korunmalı ve etrafı çevrilerek yeniden bitki ekosisteminin yeniden gelişmesine koruyucu önlemlerin alınması gerekir.
 
Ekosistem / Ekoloji Çalışmaları Yapacak Araştırma Merkezi İhtiyacı Oluşmuştur .
 
Ormanları korumanın en iyi ve en ucuz yolu yanmalarını önlemektir. Bu bağlamda ormanların yanmaması, çıkan yangınların hızlı bir şekilde söndürülmesi veya çok hızlı gelişmemesi,  yanan yerlerin de ekolojilerine uygun olarak restore edilmesi, iklim değişimlerinin olası etkileri konularında ülke çapında ciddi, pek çok uzmandan oluşan bilimsel araştırma birimlerine gereksinim bulunmaktadır. Liyakate dayalı, konuyu bilen araştırma birimlerinin konuları bütünlüklü olarak çözüm odaklı değerlendirmeleri ve sonuçlarının yanmış alanlarda uygulanmalarında yarar görülmektedir.

4 Ağustos 2021, 
Adana

***

2000 YIL SONRA ROMA YİNE CAYIR CAYIR YANIYOR…

2000 YIL SONRA ROMA YİNE CAYIR CAYIR YANIYOR… 





Dr. Noyan UMRUK
noyanumruk@hotmail.com
Aug 10 02:55 PM
2000 YIL SONRA ROMA YİNE CAYIR CAYIR YANIYOR…

 
Neron beşinci ve son Roma İmparatoru… M.S. 54-68 seneleri arasındaki 14 senelik! imparatorluğu boyunca Neron Claudius Caesar olarak anılıyor.
 
Babası M.S.40 senesinde ölünce, annesi Aggrippina, amcası ve aynı zamanda imparator olan Claudius ile evlendi. Claudius’un meşrû vârisi oğlu Britlanicus’tu. Ancak Aggrippina İmparatoru ikna ederek, tahtın vârisinin kendi oğlu Neron olmasını sağladı. Britlanicus taraftarlarını işbaşından uzaklaştırdı.
 
Claudius, Aggrippina tarafından zehirlenerek öldürüldü. 17 yaşındaki Neron hükümdar oldu. Annesi ve Neron’un yakınlarından olan Burrus ve filozof Senaka, uzun süre imparatorluğun en etkili kişileri oldular.
 
Neron’un ilk beş hükümdarlık senesi, imparatorluğun altın yılları oldu. Yardımcılarının tavsiyeleri doğrultusunda, vaatlerini tuttu, vergileri azalttı, halk yararına mali reformlara girişti, iç barışı ve sınır emniyetini tesis etti.
 
Ancak bu beş yılın ardından kadim iktidar yorgunluğu ya da şımarıklığı hastalığına kapılarak zevk ve sefahate dalmaya başladı.
 
Sefahat âlemlerinde 2.200.000 sestier (Roma parası) sarf ettiği söylendi. Annesi, danışmanları Burrus ve filozof Seneka bu duruma müdahale edince, onları öldürttü. Öldürttüklerinin arasında karısı, senatörler ve de çok sayıda önemli kişi de vardı.

Neron, M.S 64 yılında hayatının en büyük saplantısı olan Roma’yı keyfine göre yeniden inşa etmek, “Yeni Romayı kurmak için”! başlattığı Büyük Roma Yangınını sarayından zevkle seyrederken Roma’nın tamamına yakını kül oldu. Suçu, Hıristiyan ve Yahudilerin üzerine atarak binlerce kişiyi katletti. Bundan sonra halkın önünde şarkı söylemeye, çalgı çalmaya başlayan Neron, nüfuzunu iyice kaybetti.
 
Senato, halk ve ordu, kendisini kundakçılık, katillik ve uygunsuz davranışlarda bulunmakla suçlayarak, başkaldırdı. Kendisine bağlı olanlar Roma’yı kan gölü hâline getirerek ayaklanmayı bastırdılar.
 
67 senesinde, şarkıcılık, müzik, şiir ve binicilik! alanlarındaki kabiliyetlerini ispatlamak üzere Yunanistan’a gitti. Bu davranışı, diğer davranışlarıyla birlikte, onun ruh hastası olduğu şüphelerini iyice kuvvetlendirdi. Bu sırada Britanya, Filistin, Mısır, Afrika’daki sömürge ve koloniler başkaldırınca Roma’ya geri döndü. Ancak, bu sırada ortaya çıkan Galya ve İspanya ayaklanmalarına engel olamadı. Ülkesinde senato ve halk tarafından vatan haini ilan edildi.
 
Tarihçi Suetonius<https://tr.wikipedia.org/wiki/Suetonius>'a göre, Neron yakın arkadaşlarıyla beraber Roma varoşlarındaki Via Salaria'ya kaçtı;[ muhafızlar onu tutuklamaya geldiklerinde o çoktan sekreteri Epaphroditos<https://tr.wikipedia.org/wiki/Epaphroditos>'un yardımıyla kendisini hançerlemişti…
 
“Roma Yeniden yanıyor” …
 

2000 yıl sonra kafalarına göre “Yenisini” kurmak için, koccaman günah kamburunu gözlerden kaçırmak için “Roma” yeniden yanıyor…
 
Nasıl mı yanıyor?
 
Yeni Osmanlı ham hayalleriyle ülke Ortadoğu bataklığında yakıldı, yakılıyor...
 
Yağma ekonomisiyle dereleri kurutulurken, ülkenin ormanları, zeytinlikleri kentleri yanıyor…
 
Arş-ı alaya varmış yolsuzlukları, hukuksuzluklar, 17-25 Aralık kepazeliği ortalığa dökülmesin diye yanıyor…
 
Dışkısında boncuk olanlar üçer beşer maaş alırken açlık sınırıyla yoksulluk sınırı arasında gidip gelen millet, uçan kuşa bile haraç öderken, daha işin başında 2003 yılında “Nereden buldun???” yasası rafa kaldırılarak, Deniz Feneri, Reza, Malta, Man, SBK vb olayların üzeri kapatılarak, vicdanlar üzerine benzin dökülerek yanıyor…
 
Toplama kampı haline getirilen ülkeyi şimdi de sığınmacı kampına, Avrupa’nın tampon bölgesine dönüştürerek yanıyor…
 
Ülkenin hazinesi tamtakır hale getirildiğinden, yeterli yangın söndürme uçağı, donanımı olmadığından yanıyor…
 
Her türlü doğal felakete, yangınlara karşı hiçbir plan, eğitim, hazırlık olmadığından yanıyor…
 
Tüm ülke, Ege, Akdeniz ve nihayet İstanbul’un akciğerleri Kuzey Ormanları yanıyor…
 
Velhasıl ülkenin en güzel yerlerindeki yangınların söndürülmesi “becerilemediğinden,” yönetilemediğinden yanıyor…
 
İşte böyle; benden sonrası tufan hesabı “Roma” cayır cayır yanıyor…

***

Tutanaksız, Şahitsiz, Şaibeli gizli görüşmeler...

Tutanaksız, Şahitsiz, Şaibeli gizli görüşmeler...






Ne olduysa bu görüşmeden sonra oldu!
Sürü sürü genç Afganlar Türkiye’ye akın akın gelmeye başladılar!
Erdoğan’ın bu görüşmede Biden’la ne konuşduğunu?
Neye anlaştığını bilmiyoruz!
Devlette kaydı bile yok!
Tercümanı Merve Kavakçı’nın kızı!
Kabile devleti ya burası!
#Suçunuz Büyük Kavakçı her yerde onlar

Gönderen: 0raj.p0yraz <orajpoyraz@emaildodo.com>
Date: 14 Ağu 2021 Cmt, 13:41
Subject: Tutanaksız, şahitsiz, şaibeli gizli görüşmeler...
To: <mahiye@gmail.com>

https://groups.google.com/g/turkculer/c/xNw7b17z5yc?pli=1




2000 YIL SONRA ROMA YİNE CAYIR CAYIR YANIYOR… 

Dr. Noyan UMRUK
noyanumruk@hotmail.com
Aug 10 02:55 PM
2000 YIL SONRA ROMA YİNE CAYIR CAYIR YANIYOR…
 
 
 
Dr. Noyan UMRUK
 
 
 
Neron beşinci ve son Roma İmparatoru… M.S. 54-68 seneleri arasındaki 14 senelik! imparatorluğu boyunca Neron Claudius Caesar olarak anılıyor.
 
Babası M.S.40 senesinde ölünce, annesi Aggrippina, amcası ve aynı zamanda imparator olan Claudius ile evlendi. Claudius’un meşrû vârisi oğlu Britlanicus’tu. Ancak Aggrippina İmparatoru ikna ederek, tahtın vârisinin kendi oğlu Neron olmasını sağladı. Britlanicus taraftarlarını işbaşından uzaklaştırdı.
 
Claudius, Aggrippina tarafından zehirlenerek öldürüldü. 17 yaşındaki Neron hükümdar oldu. Annesi ve Neron’un yakınlarından olan Burrus ve filozof Senaka, uzun süre imparatorluğun en etkili kişileri oldular.
 
Neron’un ilk beş hükümdarlık senesi, imparatorluğun altın yılları oldu. Yardımcılarının tavsiyeleri doğrultusunda, vaatlerini tuttu, vergileri azalttı, halk yararına mali reformlara girişti, iç barışı ve sınır emniyetini tesis etti.
 
Ancak bu beş yılın ardından kadim iktidar yorgunluğu ya da şımarıklığı hastalığına kapılarak zevk ve sefahate dalmaya başladı.
 
Sefahat âlemlerinde 2.200.000 sestier (Roma parası) sarf ettiği söylendi. Annesi, danışmanları Burrus ve filozof Seneka bu duruma müdahale edince, onları öldürttü. Öldürttüklerinin arasında karısı, senatörler ve de çok sayıda önemli kişi de vardı.
[cid:13ec5613-336d-4e06-866f-e0ba6349f87d][cid:723a4854-0282-4f68-a9ae-d24120bcb701]
Neron, M.S 64 yılında hayatının en büyük saplantısı olan Roma’yı keyfine göre yeniden inşa etmek, “Yeni Romayı kurmak için”! başlattığı Büyük Roma Yangınını sarayından zevkle seyrederken Roma’nın tamamına yakını kül oldu. Suçu, Hıristiyan ve Yahudilerin üzerine atarak binlerce kişiyi katletti. Bundan sonra halkın önünde şarkı söylemeye, çalgı çalmaya başlayan Neron, nüfuzunu iyice kaybetti.
 
Senato, halk ve ordu, kendisini kundakçılık, katillik ve uygunsuz davranışlarda bulunmakla suçlayarak, başkaldırdı. Kendisine bağlı olanlar Roma’yı kan gölü hâline getirerek ayaklanmayı bastırdılar.
 
67 senesinde, şarkıcılık, müzik, şiir ve binicilik! alanlarındaki kabiliyetlerini ispatlamak üzere Yunanistan’a gitti. Bu davranışı, diğer davranışlarıyla birlikte, onun ruh hastası olduğu şüphelerini iyice kuvvetlendirdi. Bu sırada Britanya, Filistin, Mısır, Afrika’daki sömürge ve koloniler başkaldırınca Roma’ya geri döndü. Ancak, bu sırada ortaya çıkan Galya ve İspanya ayaklanmalarına engel olamadı. Ülkesinde senato ve halk tarafından vatan haini ilan edildi.
 
Tarihçi Suetonius<https://tr.wikipedia.org/wiki/Suetonius>'a göre, Neron yakın arkadaşlarıyla beraber Roma varoşlarındaki Via Salaria'ya kaçtı;[ muhafızlar onu tutuklamaya geldiklerinde o çoktan sekreteri Epaphroditos<https://tr.wikipedia.org/wiki/Epaphroditos>'un yardımıyla kendisini hançerlemişti…
 
“Roma Yeniden yanıyor” …
 
[cid:be6d57d4-e224-451a-b204-364dd8f28ee3][cid:70e65082-caea-4f21-b703-4db20f970666]
 
2000 yıl sonra kafalarına göre “Yenisini” kurmak için, koccaman günah kamburunu gözlerden kaçırmak için “Roma” yeniden yanıyor…
 
Nasıl mı yanıyor?
 
Yeni Osmanlı ham hayalleriyle ülke Ortadoğu bataklığında yakıldı, yakılıyor...
 
Yağma ekonomisiyle dereleri kurutulurken, ülkenin ormanları, zeytinlikleri kentleri yanıyor…
 
Arş-ı alaya varmış yolsuzlukları, hukuksuzluklar, 17-25 Aralık kepazeliği ortalığa dökülmesin diye yanıyor…
 
Dışkısında boncuk olanlar üçer beşer maaş alırken açlık sınırıyla yoksulluk sınırı arasında gidip gelen millet, uçan kuşa bile haraç öderken, daha işin başında 2003 yılında “Nereden buldun???” yasası rafa kaldırılarak, Deniz Feneri, Reza, Malta, Man, SBK vb olayların üzeri kapatılarak, vicdanlar üzerine benzin dökülerek yanıyor…
 
Toplama kampı haline getirilen ülkeyi şimdi de sığınmacı kampına, Avrupa’nın tampon bölgesine dönüştürerek yanıyor…
 
Ülkenin hazinesi tamtakır hale getirildiğinden, yeterli yangın söndürme uçağı, donanımı olmadığından yanıyor…
 
Her türlü doğal felakete, yangınlara karşı hiçbir plan, eğitim, hazırlık olmadığından yanıyor…
 
Tüm ülke, Ege, Akdeniz ve nihayet İstanbul’un akciğerleri Kuzey Ormanları yanıyor…
 
Velhasıl ülkenin en güzel yerlerindeki yangınların söndürülmesi “becerilemediğinden,” yönetilemediğinden yanıyor…
 
İşte böyle; benden sonrası tufan hesabı “Roma” cayır cayır yanıyor…


************

RT Erdoğan sonrası dönem için çatışmalar ve ittifak arayışları

 RT Erdoğan sonrası dönem için çatışmalar ve ittifak arayışları 





Mahiye Morgul <mahiye@gmail.com>
16 Ağustos Pzt 12:08
Alıcı: engin, bcc: kotanlartr

Bu kadar çok bilinmeyenli denklemi çözmeye bende formül yok. 
Tek bildiğim İngiltere'de Gül ile beraber gittikleri kursta ne öğrendiyse Akar'ın onu yapıyor olması muhtemeldir. 
Gül'ün yeniden adaylığı hem de muhalefetin adayı olacağı ısıtılıyor,   Akar destekli olması muhtemeldir.

Sürprizler kapıda, öyle görünüyor.
M.M.

Gönderen: ferruh sezgin <ferruhsezgin@yahoo.com>
Date: 15 Ağu 2021 Paz, 19:44
Subject: Fw: "RT Erdoğan sonrası dönem" için çatışmalar ve ittifak arayışları (video)
To:Cc: fikretturhan@gmail.com 
<fikretturhan@gmail.com>

To: ferruh sezgin <ferruhsezgin@yahoo.com>
Sent: Sunday, August 15, 2021, 01:51:07 PM GMT+3
Subject: 


2021 yılının en önemli videosu Peker-Akar-Anlaşma adlı YouTube videosunu önizle

2021'in en önemli videosu: Peker-Akar-Anlaşma
https://www.youtube.com/watch?v=w3fzPjUY45M

kotanlartr@googlegroups.com
http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr adresinde bu
Grubu ziyaret edin
Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. 
Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.
Saygılarımızla
kotanlartr@googlegroups.com


***


Rize ve Artvin'de Yaşanan Sel Felaketi ve Can-Mal Kaybı Önlenebilir miydi?

Rize ve Artvin'de Yaşanan Sel Felaketi ve Can-Mal Kaybı Önlenebilir miydi?



Ibrahim Ortas 
iortas@cu.edu.tr googlegroups.com 
26 Temmuz Pzt 05:48
Rize ve Artvin'de Yaşanan Sel Felaketi ve Can-Mal Kaybı Önlenebilir miydi?
Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, 
iortas@cu.edu.tr
 
 
Rize ve Artvin'de yaşanan sel felaketi önlenebilir miydi? Sorusu doğal olarak sorulması gereken bir soru. Ülkemizin en yüksek yağışının düştüğü Doğu Karadeniz'de yağışlarla birlikte yaşanan sel ve heyelan çok ciddi de maddi hasara neden olmakla birlikte zaman zaman ölümlere neden olmaktadır. Rize ve Artvin'de yaşanan sel ve heyelanlar sonucu 6 insanın yaşamını yitirmesine neden olan felaket jeoloji, ekoloji, iklim ve toplum bilimi açısından incelemeye değer niteliktedir. Olay ve sonuçları bilimsel olarak açıklanabilir ve önlenebilir nitelikte olduğu görülüyor.
 
Sellerin Temel Nedenleri

Sellerin temel nedeni; dere yataklarına yapılan yerleşim yerleri, 2B yasası ve imar barışı ile eskiden yapılan binaların tescillenmesi, dereler üzerindeki menfez ve köprülerin geriden gelecek debinin yapısına uygun olmayan mühendislik hatalarıdır.

HES, Maden yatakları ve taş ocaklarında oluşan hafriyatların derelerin içine bırakılması sonucu derelerin su akışı alanının daralmakta ve sınırlanmaktadır. Ani olarak birim zamanda düşen yağışların artması sonucu daralan derelerin gerisinde biriken su kitlesinin bentlere yüklenmesi sonucu yüksek miktarda su derelerin içine yapılan yerleşim yerlerini suyun altında bırakmaktadır. Çay tarımı için orman ve doğal alanların tahrip edilmesi sonucu toprağın su erozyonuna açık hale gelmesi. Karadeniz kıyı şeridinde yıllardır benzer heyelan ve seller meydana getirmektedir. Son birkaç yıldır benzer felaketler yaşandı. Ancak bugün yine aynı görüntüler, yine gözyaşı ve acılar.   
 
Bölgenin Jeolojisi ve Topoğrafik Yapısı Çarpık Yapılanmaya Uygun Değil

Karadeniz’in denize paralel yükselen dağ yapısının jeolojik, hidrojeolojik, jeomorfolojik ve topografı yapısı ile oluşan heyelan ve sonrasında seller ile doğrudan ilişkilidir. Bölgedeki kayaç yapısı çoğunlukla Şeyl (shale) tortul kayaç türü olarak tanımlanan ağırlıklı olarak silt ve kil boyutlu ince çökel öğelerinin birleşmesinden oluşan ve çamur taşıdır. Killi ve siltli zeminler eğer çok fazla yağış alırsa toprak su içeriği artar ve eğer arazi yüksek açılı şevler oluşturuyorsa üsteki doygun toprak tabaksının etkisi ile heyelan oluşabilmektedir. Aşırı yağışlar, kar kütleri altında ve depremler sonrası sık sık heyelanlar Şeyl tortul kayaçlarının olduğu bölgelerde meydana gelir.  Bu tür jeolojik yapıların olduğu ve heyelanları tetikleyen mekanizmaların olacağı alanların tespit edilip yerleşim yeri olarak kullanılmaması gerekir.
 
Çay Tarımı ve Toprak-Bitki Yönetimi Yeniden Bilimsel Ölçütlere Göre Yapılmalıdır
Bölgenin jeolojik ve jeomorfolojik yapısının yanında toprak yapısı, bitki örtüsü ve toprak-bitki yönetimi ve arazi planlaması konusunda ciddi sorunlar görülüyor. Heyelan sonrası bölgeden yansıyan görüntülerle birlikte bölgede tek tip çay bitkisinin hakim olduğu alanların altında ve üstünde yerleşim yerlerinin olduğu görülmektedir. % 30-40 eğimli alanların yükseklerine yapılan yerleşim yerleri ve yollar bölgede heyelan için tetikleyici etki yapabilir.
2012 yılında 764 bin dekarda çay tarımı yapılırken 2016 yılında 830 bin dekar alanda çay üretim yapılmaktadır. Tarım orman bakanlığı verilerine göre


Türkiye’de son yıllarda çay üretim alanları %2.4 oranında artmasına karşın toplam üretim artmamıştır. Çay tarımına yeni açılan alanlarda ormanların ve doğal makilik bitkilerin kesilmesi sonucu doğal bitki örtüsü kökleri de yok olmaktadır dolayısı ile toprağı tutacak ciddi bir güç kalmadığı için toprak erozyona açık hale gelerek adeta yaşanan sel felaketlerine davetiye çıkarılmıştır. Doğal bitki örtüsünün tahribatı ile toprağın yerinde tutulmaması ve toprak agregatlaşmasının engellenmesi sağlanmış olmaktadır. Doğanın, ekolojinin yasalarına uygun üretimin yapılmaması durumunda bu tür felaketlerin oluşması kaçınılmaz olacaktır.

Çay bitkisi yetiştiriciliğinde kullanılan Amonyum sülfat ((NH4)²SO4) gübresinin kullanılması ile zamanla toprak pH’sı düştüğü için toprakta agregat oluşamamaktadır. Hal böyle olunca toprak tanelerini bir arada tutacak hiç bir doğal mekanizma sağlanamamaktadır. Birim zamanda yüksek miktarda yağışın düşmesi ile toprak partikülleri yüzey akışına geçmektedir. Kentlerin içinde akan sellere bakıldığında dağların eteklerinde yağışın taşıdığı sedimentler (toprak partikülleri) suyun rengini koyu kahverengileştirmektedir. Bu bağlamda bölgedeki heyelan ve sellerin zararı ile toprak-arazi yönetimi bitki ilişkisi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.
 
Can ve Mal Kaybı Önlenemez miydi?

Evet, konu bilimsel olarak yönetilebilir bir durumdur. Günümüz uzaktan algılama teknolojileri kullanılarak heyelan alanları tespit edilebilir. Yerleşim yerleri ve çarpık kentleşme bilimsel yöntemler ile uygun zeminli alanalar kaydırılabilir.

Doğal bitki örtüsünün önemi mutlaka önemsenerek yer yer şeritvari ekim sistemleri geliştirilebilir. Çay üretimi için gübreleme programları toprak yapısı ve bitkinin ihtiyacına göre belirlenebilir bu konuda Prof. Dr. Burhan Kaçar,  Prof. Dr. Süleyman Taban hocalar ve arkadaşları çok önemli çalışmalar yaptılar. Çalışma raporlarındaki öneriler ne oranda uygulamaya alındı bilemiyorum.

Arazinin yapısına ve yağışın dağılımıma göre gerekli önlem ve zarar azaltıcı çalışmalar yapılabilir. Eğimli alanlara sekileme, istinat duvarı, drenaj ve doğal bitki örtüsü yanında ağaçlandırma çalışmaları yapılarak toprak yerinde tutularak çay üretimi de yapılabilir, sellerde önlenebilir.

Sorun ve çözüm insan bilgisi ve bilinci ekseninde gelişmektedir. Önemli olan doğayı ve doğanın yasalarını ve bu yasaları ne oradan anladık ve de doğadan ne oranda sürdürülebilir bir eksende yararlanıyoruz sorularını cevaplayıp ona göre hareket etmemiz gerekmektedir. Son iki hafta içinde Karadeniz kıyı şeridinde yağışlar sonrası yaşanan felaketler daha öncede yaşandı. Anlaşılan yaşananlardan ders çıkarıp çözüm önerisi geliştirememişiz. Doğayı anlamadan kendimizi doğanın yaslarının üzerinde yer yüzeyinin hâkimi görür ve istediğimiz yere arsa yapar bina dikeriz. İstediğimiz yeri istediğimiz gibi eker biçeriz dersek olacağı bu ve benzeri manzaralar olur.

23 Temmuz 2021, Erdemli-Mersin
kotanlartr@googlegroups.com
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/WC20210726024314.090B9D%40cu.edu.tr 
Adresini ziyaret edin.
Ibrahim Ortas iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com üzerinden 
26 Temmuz Pzt 05:52
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/WC20210726024628.590B9E%40cu.edu.tr 

Adresini ziyaret edin.

***

SÖYLEMEYE DİLİM VARMIYOR AMA; KABAHATİN ÇOĞU SİZDE BE KELOĞLANLAR...

 SÖYLEMEYE DİLİM VARMIYOR AMA; KABAHATİN ÇOĞU SİZDE BE KELOĞLANLAR... 




Dr. Noyan UMRUK
noyanumruk@hotmail.com
Jun 25 12:00PM
SÖYLEMEYE DİLİM VARMIYOR AMA; KABAHATİN ÇOĞU SİZDE BE KELOĞLANLAR... 
Dr. Noyan UMRUK
 
Masal bu ya… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde çok ama çok güzel ülke varmış… 
Bu güzel ülkede ar, namus, haysiyet gibi değerlere çok önem veren onurlu, güzel insanlar yaşarmış… 

Gel zaman git zaman ülkeyi haramiler basmış... Hele bunlar içinde Kırk Haramiler namı ile bir güruh varmış ki, pek yamanmış…
 Sonunda ülke mebzul miktarda irili, ufaklı harami ve milyonlarca gariban keloğlanın yaşadığı bir ülke haline gelmiş…
 
Ahhh… Şu Haramiler…

Haramiler çeşit çeşitmiş… Kırk haramiler, yeşilbaşlı haramiler, sarı haramiler…
 Gel zaman, git zaman bu haramiler âlemin bütün haramilerini de arkalarına alıp, bir hayli keloğlanı da “siz de bizim gibi harami olacaksınız” diye umutlandırarak evlere şenlik bir haramiyi kırk haramilerin başına getirmişler…

 Lakin bu Baş Harami aslında yeşilbaşlı olmasına rağmen, kendine hizmette kusur etmeyen sarı haramileri de pek sever, zaten hidayete ermiş olanlarla, ermiş gözüken dönek keloğlanlara da çaplarına göre yağmadan pay verirmiş.

 Halk arasında “liboş” namı ile anılan Sarı haramiler Baş Haramiye yalakalık yaparlarmış... Çünkü bunlar zaten evvel zaman içinde küplerini doldurmuş olup, şimdi de diğer haramilere sağlanan imkanlardan da sebeplenmeyi, nemalanmayı iyi bilirlermiş…
 Ancak Baş Harami zamanla iyice azgınlaşmış; ihtiyacı kalmayınca bunların altlarını oymaya, mülkün nimetinden mahrum etmeye, itiraz edip, seslerini yükseltirlerse hapse tıkmaya başlamış…

 Derken yeşil haramilerin bir bölümü de kırk haramilerin kontrolündeki ganimetten daha fazla pay talep etmeye, huysuzluk, arsızlık etmeye, baş haramiyle uğraşmaya, giderek onu “halledip” “çeşmenin başına oturmaya” çalışınca Baş Harami küplere binmiş, hışımla saldırıvermiş bunların inlerine, giderek de önüne her çıkana, karşı çıkana …Ortalık iyice karışmış… Güzelim ülke cehenneme dönmüş, yaşanmaz hale gelivermiş…
 Tam kadılar, zabıtalar, seyfiye(askeriye) ve ulemayı dümdüz edip ülkeyi süt liman haline getirilmekte iken, kadim ganimet üleşimi(paylaşım) meselesi ülkeyi kanlı bıçaklı hale getirivermiş.
 
Böylece zaten kanunun, kitabın pek itibar sahibi olmadığı ülkede namusun, vicdanın da esamisi de okunmaz olmuş…
 
Ya Ali Baba ve Keloğlanlar…
 
 Keloğlanlar ise “Açlık” “yoksulluk” sınırı çizgileri arasında yaşar, giderlermiş işte…
Bu keloğlanların da Ali Baba diye bir ak sakallısı varmış… Ali baba aslında sakin, güleç yüzlü bir adammış… Gel zaman, git zaman baş haraminin zulmü en sonunda onu da çileden çıkarmış… “Yetti gaari, ben de bu zulme karşı uzuuun bir yürüyüşe çıkıyorum…” demiş. Zaten sabrı tükenmiş olan Keloğlanlar da onun peşine takılıvermişler…
Derken günlerce süren uzun bir yürüyüşten sonra büyyüüük bir ormana varmışlar…
Ormanda aklın, hayalin alamayacağı büyüklükte gizli bir mağara görmüşler...
O mağara “Kırk Haramilerin, ülkeden, ülkenin ahalisinden tüm çaldıklarını sakladıkları bir mağaraymış…

Bunun üzerine Keloğlanlar hep birlikte “Açıl susam açıl…” diye bağırarak yerleri gökleri inletmişler… Mağaranın kapısı ağııııır ağır hayli uzuuun bir süre sonra açılıvermiş… İçeride ne görmüşler dersiniz? Altın sikkeler, elmaslar, yakutlar, zümrütler, gümüş sikkeler… Kırk haramilerin kendilerinden çaldıkları ne varsa orada… İşte bayram o zaman başlamış keloğlanlar için… Mağaradakilerin topuna el koyup, adaletle paylaşınca…
 
Masal bu ya onlar ermiş muradına, dileriz dünyanın tüm keloğlanları da çıkar kerevetlerine…


***

OK YAYDAN NE ZAMAN ÇIKTI?

OK YAYDAN NE ZAMAN ÇIKTI?







aydinlik-gelecek-hareketi@googlegroups.com
OK YAYDAN NE ZAMAN ÇIKTI? 
Dr. Noyan UMRUK - 
OK YAYDAN NE ZAMAN ÇIKTI? 
Dr. Noyan UMRUK
noyanumruk@hotmail.com

Jun 17 12:33PM
Dr. Noyan UMRUK
 
 
2015 Seçimlerinden hemen önce “millet cambaza bakarken” yurtdışından para girişleri serbest bırakılmıştı. 7 Haziran Seçim sonuçlarının hemen ardından bu kez yurtdışına para çıkışındaki tüm sınırlamalar önemli ölçüde kaldırıldı.
 
SEÇİM SONRASI İLK İŞ
 
Seçim sonuçlarının alınmasının hemen sonrasında alınan kararla, Türk Parasını Koruma Kanunu'nun 32 sayılı maddesinde yapılan değişiklik Resmî Gazete ‘de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Söz konusu değişiklikle, daha önce yasak olan 10 bin dolar ya da 25 bin TL'nin üzerindeki nakit paranın yolcu beraberinde çıkarılmasına izin verildi. Konuyla ilgili düzenlemeye ilişkin şartların Ekonomi Bakanlığı tarafından belirleneceği belirtildi. İlk bakışta, Ekonomi Bakanlığı'nın nakit döviz ve TL çıkışına ilişkin düzenlemeyi sonradan duyuracağı gibi anlaşılsa da aslında bakanlığın bu düzenlemeyi 8 Haziran'da duyurduğu ortaya çıktı.
 
YETKİ, BANKALARDAN ALINIP ÖZEL ŞİRKETLERE VERİLDİ…
 
Ekonomi Bakanlığı'nın 2015/1 sayı numarasıyla 8 Haziran'da yayımlayıp yürürlüğe soktuğu Kıymetli Eşya Lojistiği ve Borsa Kasa Hizmeti ‘ne İlişkin Genelgesi ile Türkiye'den yurtdışına para sokup-çıkarma konusunda ilginç bir adım daha atıldı. Genelge o güne kadar bankalar aracılığıyla yapılan nakit para ve kıymetli maden giriş-çıkışını özel şirketlerin yetkisine bıraktı. Özel şirketlere iki ayrı ruhsat izni şart koşuldu. Ruhsatlardan ilki para ve kıymetli madenlerin serbest bölgelere taşınma ruhsatı (ruhsat bedeli 30 bin dolar) olarak belirlendi. İkincisi ise serbest bölgelerde saklama hizmeti (ruhsat bedeli 50 bin dolar) olarak adlandırıldı…
 
YA SERBEST BÖLGELER…
 
8 Haziran'da yapılan düzenlemeye göre, ayrıca, artık Türkiye'de bulunan serbest bölgeler aracılığıyla da yurtdışına nakit döviz, Türk Lirası, altın ve elmas gibi değerli eşyalar çıkartılamayacak, çıkartılan varlıklar Gümrük Bakanlığı ile Maliye'nin, bir başka deyişle devletin kontrolü dışında sayılacaktı. Ayrıca bankacılık sistemi, yani Merkez Bankası devre dışı bırakıldığı için, çıkartılan para ve varlıkların nereye gittiği de sonradan takip edilemeyecek. Para ve değerli eşyalar Türkiye'deki serbest bölgelere ulaştıktan sonra istenildiği zaman hiçbir bildirim yapılmaksızın yabancı bir ülke gönderilebilecek. Türkiye'ye tekrar sokulması durumunda da bildirimde bulunulmayacaktı.

Buraya kadar Türkiye'de bulunan paranın bankacılık sistemi kullanılmadan serbest bölgelere taşınmasını içeren değişikliğe, mevcut düzenlemeler de eklenince işin renginin bambaşka olduğu ortaya çıktı. Çünkü Türkiye'den serbest bölgelere fiziki olarak götürülen para ve kıymetli madenler, serbest bölgenin kapısından girer girmez Türkiye Cumhuriyeti kanunları dışına çıkmış sayılıyor. Serbest Belgeler 10 Mart 1993'te uygulamaya konan Serbest Bölgeler Uygulama Yönetmeliği'nin 31'inci maddesine göre bir serbest bölgeden ihracat, yani bir malı yurt dışına göndermek Dış Ticaret Rejimi kapsamı dışında gerçekleştirilebiliyor.
Rejim dışı olan serbest bölgeden gemiye yüklenen bir malı Gümrük ve Maliye Bakanlığı'na haber verilmeden istenilen ülkeye gönderilebiliyor. Serbest bölgede tutulan nakit ve kıymetli madenlerin tekrar Türkiye sokulması durumunda ise Gümrük Bakanlığı'na haber verilmesi gerekiyor. Ancak 15 Nisan'da yapılan bir değişiklik, yurt dışından gelen her türlü paranın Türkiye'ye sokulmasında beyan zorunluluğunu kaldırdığı için bu konu da sorun olmaktan çıkmış oldu.
 
21 SERBEST BÖLGE VAR…
 
Vergilendirme ve gümrük açısından Türkiye topraklarının dışında sayılan serbest bölgelerden ilki 1987 yılında Mersin Limanı'nda kurulurken, bugün itibariyle 21 tane var. Serbest bölgeler gümrük dışı bölge sayıldığı için girip çıkan mallar Gümrük Bakanlığı'nın dışında sayılıyor. Ayrıca kurumlar vergisi ve gelir vergisi de alınmıyor. Bu yüzden Maliye'nin denetimi dışında kalıyor.
Türkiye'deki para ve kıymetli eşyaları serbest bölgelere götürüp kayıt dışına çıkarmayla ilgili düzenlemenin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'a bağlı bakanlık tarafından hazırlanmıştı. Resmî Gazete ‘deki karara göre Türk Parasını Koruma Kanunu'ndaki değişiklik Başbakan Yardımcılığı'nın 1 Nisan tarihli yazısı üzerine Bakanlar Kurulu'nun gündemine gelmiş, 31 Mart'ta neredeyse Türkiye'nin tamamında yaşanan, nedeni hala açıklanamayan dev elektrik kesintisinin hemen ardından gönderilerek 14 Nisan'da imzalanmış, seçimin hemen ardından 11 Haziran Perşembe günü Resmî Gazete ‘de yayımlanarak yürürlüğe girmişti…
 
MUHALEFETİN TAVRI:
 
Faik Öztrak bu gelişmelere ilişkin yaptığı yazılı açıklamada şunları belirtmişti:
 “Seçimlerden hemen önce 15 Nisan’da gümrük kapılarından nakit yabancı para girişinde beyan zorunluluğunu kaldırılmış ve seçimlerin hemen ardından da Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Kararname’de değişiklik yapılmıştır. Bu değişikliklerle Türkiye’den dışarı döviz ve Türk Lirası ihracına imkân tanınırken, kişilerin yurtdışına giderken gerek efektif gerekse TL cinsinden yanlarında taşıyabilecekleri para sınırları da gevşetilmiştir... “
 “Müstafi 62. Hükümetin, 11 Haziran 2015 tarihli Resmî Gazete ‘de yayımlanan 32 Sayılı Kararda yaptığı değişikliklerin zamanlaması oldukça manidardır. AKP tam da giderayak yurtdışına para transferleriyle ilgili sınırları neden gevşetmiştir? Yurtdışına dönük para hareketlerinde bankacılık sisteminin devreden çıkartılmaya çalışılıyorsa bunun nedeni nedir?”
 
“GİZEMLİ PARA HAREKETLERİNİN ODAĞI OLDUK”

“Bu düzenlemenin yapıldığı gün açıklanan Nisan ayı ödemeler dengesi rakamları da oldukça dikkat çekicidir. 2015’in ilk dört ayında Türkiye’ye 7 milyar dolar kaynağı belirsiz para girişi olmuştur. Bu, ilk dört aylık dönemler itibariyle, Cumhuriyet tarihinin rekorudur. AKP’nin 13 yıllık iktidar döneminde ülkeye giren kaynağı belirsiz “net” para miktarı ise 36,3 milyar dolardır.

“NEDENLERİ AÇIKLASINLAR”

“Vatandaşlarımızın birinci sınıf demokrasi talebi 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarına yansımıştır. Birinci sınıf demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından birisi de şeffaf ve vatandaşına hesap veren devlettir. Müstafi iktidarın milli iradenin bu talebini doğru okumalı, 32 sayılı kararnamede yaptığı değişikliklerin ve muazzam kaynağı belirsiz para girişleri ve para çıkışlarına olanak sağlanmasının nedenlerini kamuoyu ile derhal paylaşılmalıdır.”
 
Ve tabii bu paylaşım talepleri hiçbir zaman yanıt bulamadı…
 
Kaynak:
 GAZETECİLER Online-Gazetecilerin Özgür Platformu…

 https://www.facebook.com/photo/?fbid=10153088749182982&set=a.10152054492192982&__cft__%5b0%5d=AZWkXp8hcklXqBLC6-mRVD9BYUAsEEQ9upJAF7qasAGr9z_UnGhgao6OfpYOyeg5Oww81jeJ5DOeHXQoygyKPJmPxUzQI0r0cAQlu0FuY93-bd6LxLlZukB20q67K7EJcC1rqBx9eq4OML-58RDzyjrC&__tn__=EHH-R>
 https://www.facebook.com/photo/?fbid=10153088749182982&set=a.10152054492192982&__cft__%5b0%5d=AZWkXp8hcklXqBLC6-mRVD9BYUAsEEQ9upJAF7qasAGr9z_UnGhgao6OfpYOyeg5Oww81jeJ5DOeHXQoygyKPJmPxUzQI0r0cAQlu0FuY93-bd6LxLlZukB20q67K7EJcC1rqBx9eq4OML-58RDzyjrC&__tn__=EHH-R>


***

SÖKE SÖKE

SÖKE SÖKE






Suay Karaman 
suaykaraman1@gmail.com 
28 Haziran Pzt 00:26
Azim ve Karar Sitesindeki yazımı iletiyorum.
https://azimvekarar.net/soke-soke/

SÖKE SÖKE
Suay Karaman

15 Aralık 2020 tarihinde TBMM’de konuşan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İYİ Parti Bursa Milletvekili Ahmet Erozan'ın “Bütçeyi iktisatlı kullanın. Yılın ikinci yarısı alacağız.” sözlerine yanıt verirken; “Ülkede seçim yok. Seçim olsa da iktidarın size verilmeyeceğini biliyorsunuz.” demişti. Bu söylemde muhalefetin seçim kazanamayacağını şimdiden bilmek anlamı mı vardır ya da muhalefet seçimi kazansa bile, AKP’nin iktidarı bırakmayacağı mı bildirilmektedir?
26 Mayıs 2021 Çarşamba günü AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan parti grubunda yaptığı konuşmada, İYİ Parti genel başkanı Meral Akşener'in Rize’nin İkizdere ilçesinde yaptığı esnaf ziyaretinde yaşananları anımsatarak, “Yine dua et ki gelin hanıma çok ileriye gitmeden ders verdiler. İkizdere yetmedi, Çayeli'ne gittin. Orada da gerekeni yaptılar. Daha neler olacak neler...” ifadelerini kullandı. Bu söylem ülkenin içinde bulunduğu durumun daha da kötüye gideceğinin ve iç karışıklıklar çıkartılacağının habercisidir.

24 Haziran 2021 Perşembe günü partisinin 57 milletvekiliyle bir araya gelen AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan, milletvekillerinin iller hakkında anlattığı sorunları dinledi. Bir milletvekilinin, “eskiden, çocuklar çobanlık yapıyordu. Şimdi eğitim zorunlu olduğu için kimse çobanlık yapmıyor. Liseden sonra ben okudum, ‘çobanlık mı yapacağım’ diyorlar” sözlerine Tayyip Erdoğan şöyle yanıt verdi; “Çobanlık kötü bir meslek mi? Bütün peygamberler çobandı. Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden mesulsünüz.” Her şeyin birbirine karıştırıldığı bu ortamda AKP genel başkanına anımsatmak gerekir: seçmen sürü değildir, milletvekili çoban değildir, kendisi de sürü sahibi değildir. Yapılacak seçimlerde seçmen, sürü olmadığını kanıtlamalıdır ve çoban yerine de kendisini gerçek anlamda temsil edecek milletvekilini seçmelidir.

26 Haziran 2021 Cumartesi günü AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan, Kanal İstanbul adını verdikleri ucubenin açılışı olduğu belirtilen Sazlıdere Köprüsü'nün temel atma töreninde yaptığı konuşmada dikkat çeken açıklamalarda bulundu: “Ülkemizin gelişmesi yolunda atılan adımlara bir yenisini ekliyoruz. Bugün Türkiye'nin kalkınma tarihinde yeni bir sayfa açıyoruz. Kanal İstanbul'a acaba bu proje neden gerekliydi? Gecikmeli de olsa bugün bu temeli nasıl atıyoruz? Bu ülkede sizler şu ana kadar Yavuz Sultan Selim Köprüsü'nü yaptık, bugün Kanal İstanbul için nasıl çıldırıyorsanız orada da öyle çıldırdınız. Marmaray'ı yaptık, yine aynı şekilde önümüzü kesmeye çalıştınız. Çılgınlar gibi, ama yaptık. Avrasya Tüneli'ni yaptık. Onun da önünü kesmek istediniz. Osmangazi'yi, İstanbul-İzmir yolunu yaptık, onların da önünü kesmeye çalıştınız. 

Bu hususlarda en küçük bir eksiklik, usulsüzlük olsaydı çoktan ortaya çıkardı. Yatırımcıları tehdit ediyorlar. 'Biz geliyoruz, geldiğimizde size ödeme yapmayacağız, bu yatırımları elinizden alacağız.' Bankaları tehdit ediyorlar, hızlarını alamayıp projeye ilgi duyan ülkeleri tehdit ediyorlar. Bu ne terbiyesizliktir! Devletlerde devamlılık esastır, bunlar devlet terbiyesi de görmediler. Sizler nasıl devlet yönetimine talipsiniz ya? Söke söke sizden bu paraları uluslararası tahkim yoluyla da alırlar. Bunları da öğren. Bunlar tam manasıyla çaylak. 

Devlet yönetimi nedir haberleri yok. Bankalara ödeme yapmazmış... “

   Uluslararası Tahkim Yasası 21 Haziran 2001 tarihinde TBMM’de kabul edilmiş ve 5 Temmuz 2001 tarihinde 24453 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Tahkim Yasası; ulusal varlıkları yağmalamanın uluslararası yeni bir boyutudur. Tahkim; yabancı sermaye ile ortaklık yapmak isteyen yerli sermayenin, Türk hukukunu devre dışı bırakma oyunudur. Tahkim, enayi yöneticiler açısından; yabancı sermayeyi çekmek için, cumhuriyet hukukuna saplanan bir hançerdir. Günü geldiğinde bu yasaya öncülük edenler de, çıkartanlar da yargıdan kaçamayacaklardır.

Birilerine peşkeş çekmek için, rant sağlamak için AKP iktidarının ucube projesi olan Kanal İstanbul, ekonomik, şehircilik, ekolojik, askeri ve stratejik yönleri ile yanlıştır, çevre ve doğa düşmanıdır, tüm bölgenin ekosistemini yok edeceği gibi Marmara Denizi’ni de bitirecek olan bir ihanet projesidir. Bu projeye destek verenler bu işin hukuki ve siyasi sonuçlarına katlanmayı da bileceklerdir. Tayyip Erdoğan’ın “söke söke uluslararası tahkimle alırlar” söylemi, Kanal İstanbul ihalesi üzerinden, sonrasında yapılacak ödemeleri düşündüğünü göstermektedir. 

Belli ki seçimle iktidardan gideceklerini artık kendileri de yavaş yavaş kabul etmektedirler. Devlette devamlılık esastır ama alınan komisyonların da gereği yapılır.

19 yıldır ülkemizin getirildiği durum ortadadır. Ekonomik kriz toplumu delmiş, açlık, işsizlik, yoksulluk yurttaşların belini bükmüş, tarım, hayvancılık, sanayi çökmüş, üretim bitmiş, laik ve bilimsel eğitime son verilmiş, hukuksuzluk alıp başını gitmiş, demokrasi dışı tutum ve davranışlar büyük boyutlara ulaşmış, mühürsüz oylarla rejim değiştirilmiştir. Bu gerçekler açıkça ülkemizin çok kötü yönetildiğinin kanıtıdır. Bunların yanında Ege adalarımız işgal edilmiş, ülkemizin saygınlığına gölge düşürülmüş, yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz peşkeş çekilmiş, ulusal değerlerimiz de özelleştirme adıyla yok edilmektedir. Ancak ne olursa olsun bunları yapanların, onay verenlerin çok iyi bilmesi gerekir ki, bütün bu yapılanların hesabı er ya da geç yargıda “söke söke” görülecektir.   

Azim ve Karar, 28 Haziran 2021.
http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 
Adresinde bu grubu ziyaret edin
Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. 
Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.
Saygılarımızla
kotanlartr@googlegroups.com
https://groups.google.com/g/kotanlartr/c/4xAkFRul3lg/m/pZSyu9hLBQAJ?pli=1


***

SOLDAN BESLENENLER

SOLDAN BESLENENLER






Suay Karaman 
suaykaraman1@gmail.com 
12 Temmuz Pzt 02:29
Azim ve Karar Sitesindeki yazımı iletiyorum.
https://azimvekarar.net/soldan-beslenenler/

SOLDAN BESLENENLER
Suay Karaman

Şarkıcı, besteci, yazar, yorumcu, yönetmen, milletvekili, her yere adaylık sevdalısı ve büyük solculardan sayılan Ömer Zülfü Livaneli, zaman zaman gerçekliği tartışılan olayları ortaya saçar ve kendini gündemde tutmanın yolunu bulmaya çalışır. Livaneli, öncelikle Deniz Baykal ile ilgili 2002 seçimleri sonrasında tanıklık ettiği olayı neden beş yıl sonra, 25 Temmuz 2007 tarihinde yazdığını açıklamalıdır. Üstelik böyle bir olayın gerçekliği bile tartışma konusudur. Livaneli’nin yaptığı bu açıklama ülkemizin güncel ve ivedi sorunlarının ötelenmesine çanak tutulmasını sağlamaktadır. Zaten Livaneli, etik değer yargısının sorgulandığı bir kişiliktir.
Cumhuriyet tarihinin en adaletsiz seçimlerinden biri olan 3 Kasım 2002 seçimleri hakkında tek kelime etmeden, Deniz Baykal üzerinden tartışma açmak, emperyalizme aracılık etmektir. 3 Kasım 2002 seçimlerinde oy pusulalarında Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Genel Başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın adı yazılmıştı. Hâlbuki Recep Tayyip Erdoğan kesinleşmiş hapis cezası dolayısıyla Anayasa’nın 76. maddesine göre milletvekili adayı olamamıştı. Siyasi yasaklıydı ve bu yüzden AKP ile üyelik bağı kalmamıştı, değil genel başkan, parti üyesi bile değildi. Bu olay seçimlerin iptalini gerektirmekteydi.

Bu seçimde Demokratik Halk Partisi (DEHAP), %6,2 oranında oy almıştır ancak seçimden önce dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından, Yüksek Seçim Kurulu'na (YSK) başvurularak, DEHAP'ın örgütlenme koşulunu taşımadığı için seçime girmesine izin verilmemesi istenmiştir. YSK’nin, bu başvuruyu reddetmesi üzerine Sabih Kanadoğlu, DEHAP yöneticileri hakkında, “Sahte evrakla, örgütlenmesini tamamlamış gibi göstererek, 3 Kasım seçimine girildiği’’ iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Bu suç duyurusunu inceleyen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 23 Ocak 2003 tarihinde 27 DEHAP yöneticisi ve kurucu üyesi hakkında, “resmi belgede sahtecilik” yaptıkları iddiasıyla dava açtı. Yapılan bu sahtekârlık sonucunda, seçimin oy dağılımı değişmiştir.

2002 seçimleri sonrasında TBMM’de AKP 363, CHP 178 ve bağımsızlar 9 sandalye ile temsil edilmekteydi. Yapılan anayasa değişikliği sonucunda Tayyip Erdoğan yasaklı olmaktan kurtarılmıştır. YSK, bir köydeki birkaç yüz oyun kaybı nedeniyle Siirt seçimlerini iptal etmiş ve böylece Siirt milletvekili olanların milletvekillikleri düşmüştür. Yasalara göre iptal edilen seçimin aynı aday ve aynı seçmenlerle yapılması gerekmektedir. Ancak YSK, yasalara aykırı olarak aynı seçmenlerle fakat farklı adaylarla seçimin yenilenmesine karar vermiş ve bunun sonucunda Tayyip Erdoğan’ın milletvekili olması sağlanmıştır.

Aslında YSK’nin bu hukuk dışı tutumu ile Tayyip Erdoğan’ın önü açılmıştır. Çünkü zaten 363 milletvekili olan AKP, anayasayı halkoyuna götürmeden değiştirmek için 4 oy daha bulabilirdi. Burada YSK’nin tutumunu görmezden gelerek ve eleştirmeden yapılan yorumlar yanlıştır. Şimdi Zülfü Livaneli, bu olanlara değinmeyip sadece Deniz Baykal üzerinden prim toplayarak, bazılarına şirin gözükmek istemektedir.

Zülfü Livaneli, 1980 yılında Atina'da ayaklarının dibinde Türk Bayrağı yakılırken, bu olayı elleri cebinde seyretmişti. Bayrağının yakılmasını seyreden bir kişinin, bayrağı yakılan bir ülkenin meclisinde milletvekili olması da ilginçtir. Böyle birinin CHP genel başkanları ve sol hakkında ileri geri ve tutarsız konuşma hakkı olmamalıdır. CHP’yi beğenmez ama CHP’li belediyelerin konserleri ve etkinlikleri üzerinden yolunu bulurken de eleştirmekten kaçınmaz. 

21 Haziran 2013 tarihinde Mezitli Belediyesi’nin düzenlediği Güneş Festivali’ne gidip organizasyonu beğenmeyen Livaneli, Mezitli Belediyesi’nin ‘yüzüne tükürülmesini’ istedi ancak konaklama ve yol giderlerinin yanı sıra 60 bin lira+KDV almayı da ihmal etmedi. 

Benzer şekilde Denizli’de engellilerin konserine paranın tamamı gelmediği gerekçesiyle gitmeyen, ama aldığı parayı da geri vermeyen bir kişiliğe sahiptir.

İsrailli gazeteci ve yazar Benny Ziffer 10 Mayıs 2007 tarihinde Zülfü Livaneli ile yaptığı görüşmede “sizce Ermeni soykırımı oldu mu?” diye soruyor. Zülfü Livaneli şöyle yanıtlıyor: “Evet oldu ama Türklerin çoğu soykırım olduğuna inanmıyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, her şeyi susturmak ve silmek gibi bir arzu vardı. Türkler Ermeni trajedisindeki sorumluluğunu kabul etmeli...” Barış güvercini Livaneli, bilinmezlere doğru yol almaktadır.
Kendini solcu sayan Livaneli, 1 Aralık 2003 tarihinde Zaman gazetesindeki söyleşisinde “CHP sol vurgusunu bırakmalı” deyişiyle, leylim ley diyerek, güneş toplayarak solu nasıl çıkarı için kullandığını belli etmiştir. 3 Haziran 1996 tarihinde Milliyet gazetesinde “Bugün Mustafa Kemal yaşıyor olsaydı, Türkiye politikasında nereye otururdu dersiniz?  Suna Pelister çiftliği ile birlikte Atatürk Orman Çiftliği’ni de konuşmaz mıydık?” sözleriyle, Atatürk’ü küçülteceğini sanan Livaneli, liberalizmin avucundaki çakma soldur. Öyle ki 11 Temmuz 2020 tarihinde Yeni Asya Gazetesinde Said Nursi denen haine övgüler düzerek, onu çok zeki ve etkileyici bulmakta sakınca görmemiştir.

Türkiye’nin geleceğinde lider olarak Ekrem İmamoğlu ile Selahattin Demirtaş’ı görmek isteyen ve “ulusal sol diye bir şey olamaz” diyen Livaneli, kendine göre sol ve solcu tarifi yapmaktadır. Ancak emperyalizme ve her türlü sömürüye karşı olmayan, tam bağımsızlık için mücadele etmeyen, eşitlikten yana olmayan, haksızlıklara karşı koymayan, her türlü zulme direnmeyen solcu olarak nitelendirilemez. Böyleleri olsa olsa Zülfü Livaneli gibi emperyalizmin kucağına oturur ve gündem değiştirmekle görevlerini yerine getirir.

Büyük yazarlardan (ç)alıntı yapacaksınız, Kültür Bakanlığı'nın büyük miktarda yardımıyla film çekeceksiniz sonra ‘sol değil’ dediğiniz CHP’den milletvekili olmakta sakınca görmeyip solculuk üzerine sığ ve ülkesinin gerçeklerinden uzağa savrulmuş konuşmalar yapacaksınız. İşte böylelerini belediye başkanı adayı yapanlar ile milletvekili yapan Deniz Baykal’ın da büyük hataları olduğunu bilmek zorundayız. Yapılan büyük hatalar zinciri sonucunda CHP, ilkelerinden uzaklaştırılmış ve savrulmuştur. Kendine “Dersimli Kemal” diyenin genel başkan olmasının yolu açılmıştır. Atatürk düşmanları, bölücüler, tarikatçılar, liboşlar milletvekili yapılmıştır. Atatürk ilke ve devrimlerine, tam bağımsızlığa sırt çevrilmiştir. Bu değişimle birlikte Livaneli gibi soldan beslenen gereksizlerin de ortaya çıkmasının önü açılmıştır.
Tüm Öğretim Elemanları Derneği’nin kurucularından Prof. Dr. Yalçın Küçük, Ömer Zülfü Livaneli’yi şöyle tanımlamıştı: “ Soldan yetişmiş büyük tüccarlardan birisidir.” Ancak yaşadıkça ve gördükçe bu tanım şöyle olmalıdır: “ Soldan beslenen büyük tüccarlardan birisidir.”

Azim ve Karar, 12 Temmuz 2021.

***

ANADOLU'DAN SEMERKANT'A SEMERKANT'TAN ANADOLU'YA KİTABIM YAYINLANDI

           ANADOLU'DAN SEMERKANT'A SEMERKANT'TAN                     ANADOLU'YA KİTABIM YAYINLANDI


Ekrem Hayri Peker 
ekremhayrpeker@gmail.com
6 Haziran Paz 22:55

Merhaba dostlar

ANADOLU'DAN SEMERKANT'A SEMERKANT'TAN ANADOLU'YA kitabım yayınlandı.
Bu çalışmam da çok sevdiğim Özbekistan’ı size tanıtmak istedim. 2005-2008 yılları arasında Özbekistan’da yaşadım. 2013 yılı Kasım ayında tekrar gittim ve gezdim.

Kitabımda Özbekistan'da yaşadıklarımı, gözlemlerimi, Bursa ve Osmanlıyla bağlantılarını yazdım. Emir Sultan'ın, Ali Şir Nevai'nin, Emir Timur'un, ünlü astronom Uluğ Bey'in, Babur Şah'ın, İmam Buhari'nin dolaştığı yollardan geçtim. Buhara'nın, Semerkant'ın, Hokant'ın, Margilan'ın, Fergana'nın, Keles'in tarih kokan havasını soludum.
Semerkant'ta Uluğ Bey'in kurduğu medresede ders veren Kadızade-i Rumi'yi ve Timur'un gözdesi bu şehirde muhteşem yapılara imza atan Lami Çelebi'nin dedesi Ali bin İlyas'ın yaptığı yapıları aradım.

Eski Buhara'nın on iki kapısını gezdim. Birinden Enver Paşa, Hacı Sami Bey ve Türkistanlı yurtseverler son yolculuklarına çıkmışlardı. Türkiye tarafından restore edilen Nakşibendi dergâhı na gittim.

Hokant hanlarının sarayının önündeki parkta "dağlar kızı Reyhan"ı dinledim. Dünyanın en eski şehri, ipek kenti Margilan'ın sokaklarında dolaştım.  Çongara'yı buldum. Onlar, Özbekistan'ın en iyi pirincini üretiyorlar.  

Hiva'nın Unesco tarafından yaşayan kültürel miras olarak ilan edildiğini, dünyanın en eski yaşayan 7 kentinden birisi olduğunu biliyor musunuz?
Bursa ve Anadolu ile bağlarını mektuplar şeklinde yazıya döktüm. Çalışmamı seyyahların anılarıyla daha da zenginleştirdim.
Kitabımın, Özbekistan'a yatırım yapmak isteyen iş adamları, tarih meraklıları ve bölgeye gitmek isteyenler için faydalı olacağına inanıyorum. Kitabımın basımına destek veren dostlarıma teşekkür ederim.

http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 
adresinde bu grubu ziyaret edin

Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.
Saygılarımızla
kotanlartr@googlegroups.com

***

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ


Ibrahim Ortas iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com 
14 Haziran Pzt 18:20

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ
Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, iortas@cu.edu.tr
 
Geleceğin en Popüler araştırma alanı ve mesleği mikrobiyoloji olacaktır.
 
Musilaj-Deniz Salgısı Toplumun Büyük Çoğunluğu Tarafından Tam Anlaşılmadı
Bir önceki paylaşımı ma gelen dönütlerden anladığım kadarı ile toplumun büyük çoğunluğu bilimsel olarak müsilajın nasıl oluştuğunu ve ileride olası etkilerini bilmek ve anlamak istiyor. Ancak çoğu kimse bu kelimeyi ilk defa duyuyor. 

Bir önceki yazının (https://www.facebook.com/iortas? form=MY01SV&OCID=MY01SV) amacı daha çok ekoloji biliminin esasları bilinmeden yıllar içinde doğanın bir etkiye karşı oluşturduğu başka bir tepkiyi anlamadan, fiziksel müdahalelerle müsilajı toplamaya kalkmalarını üzülerek yazdım. Bilimin önemi ve önerileri alınmadan yapılacak işlemler ileride daha farklı olumsuzluklar da çıkarabilir.

Çevreden denize deşarj edilen evsel-sanayi atıkları ve gübre, suda bulunan yosunlar (alg)  için önemli besleyici elementler oldukları için bunların aşırı derecede üremesine neden olur. Özellikle diatomlar gibi pek çok yosun türleri, bu zengin besin ortamından yararlanarak kontrolsüz bir şekilde ürerler. Bu yosunlar, ortama yapısındaki salya şeklindeki koloidal madde olan müsilajı salarlar. Ve bu salya, diğer organizmaların gelişimini de engeller. Ancak asıl tehlike, bunların aşırı bakterileri üremesine neden olmalarıdır. Ortamda ne kadar organik madde varsa, bunları ayrıştırmak için o kadar da bakteri oluşur. Dolayısıyla aşırı derecede üreyen yosunlar ve salgıladıkları salya, bakterilerin çoğalması için mükemmel bir besin ortamı oluşturur. Bu bakteriler aerobik, yani oksijen kullanan organizmalar oldukları için, denizsel eko sistemdeki yaşam kaynağı olan oksijeni azaltırlar. Bu da başta balıklar olmak üzere, diğer canlılar için ciddi bir yaşamsal tehdit oluşturur. Hemen belirtelim ki, soluduğumuz oksijenin %30’u karasal bitkilerde, %70 kadarı da denizlerdeki yosun gibi çoğu mikroskobik olan bitkilerden karşılanır. Oksijen üretilmeyince diğer canlılar bundan ciddi zarar görür, deniz biyo-çeşitliliği bozulur, sonuçta ekosistem çökmeye başlar.
 
Bilimsel İlkelere Göre Sorun Çözümü Halen Geliştirilemedi

Biz karada (toprakta) oluşanı, müsilajı konusu ile ilgilenen bilim insanları olarak biliyoruz, ancak denizde oluşanı müsilajın doğrudan insan yaşamına olan negatif etkisi çok bilinmediği için bugüne kadar çok ciddiye alınmadı. Hatta kirli su köpüğü olarak anıldı. Ancak denizin yüzeyini saran köpüğün bir süre sonra keçe gibi her tarafı sardığı ve nerdeyse insanların üzerinde yürüyeceği kadar bir tabakanın oluşması görünür olunca yetkililer ve basının ilgisini çekti. Ayrıca köpüğün yüzeyi kapsaması deniz dibinde oksijenin yetersiz kalması, fotosentez yapan canlıların işlevlerini sonucu denizin diplerinde ayrı bir müsilaj ve kirlilik oluşmaya başlatır. Denizdeki müsilaj kirliliğinin temizlenmesi yine ağırlıklı olarak ortamdaki mikroorganizmalarca sağlanacaktır. Unutmayalım sayısını bilmediğimiz çok farklı mikroorganizma grupları her ortamda bileşikleri ayrıştırarak besinlerini alıyor ve varlıklarını bu şekilde devam ettiriyorlar. Ortamda asfalt, kömür atığı varsa oradaki karbonu ayrıştıran organizmalar çoğalıyor. Başka bir organik madde varsa onu da ayrıştırır. Hatta denilebilir ki her bileşiği ayrıştıran organizmalar farklıdır. Bazı bakteri grupları duruma göre hem aerob (oksijenli solunum) hem de anaerob (oksijensiz) koşullarda yaşayabilmektedirler. 

Bu bağlamda doğanın işleyişinde önemli rolü olan mikro organizmaları mutlaka iyi anlamak ve amaca uygun olarak da yönetmek zorundayız.    
 
Geleceğin Bilimi Mikrobiyoloji Eksenli Olacaktır.

Gelecek artık mikrobiyolojinin olacaktır. Covid-19 ile birlikte yaşamımızın artık pamuk ipliğinden daha ince bir şekilde mikroorganizmaların elinde oluğunu bilerek bugünden mikrobiyolojiye yatırım yapmak gerekir. Covid-19 salgını ile normal mikroskopta bile göremediğimiz korona virüs organizması bir yıldan fazla zamandır bütün insanlığı adeta dize getirdi. Dünyanın işleyişi önemli ölçüde yavaşladı ve yeni bir dünyanın kapılarını bir mikroorganizma açmış oldu. Gerisini hep beraber düşünelim.
 
10 Haziran 2021. Adana
Not: Sayın hocam, birçoğunuzun e-posta adresi bir şekilde makinemdeki adres defterime yerleşmiştir. Amacım kimsenin zamanını almak ve rahatsız etmek değildir. Hepimizin ortak sorununu bir şekilde dile getirmektir. E-posta bu bakımdan düşüncelerimizi kolay paylaşabildiğimiz bir ortam. Ancak peşinen eğer istenmeden e-posta aldıysanız özür dilerim. Eğer geri bildirimde bulunursanız listeden adresinizi hemen çıkarırım.

kotanlartr@googlegroups.com
http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/WC20210614152013.2001E0%40cu.edu.tr adresini ziyaret edin.


***