Prof. Dr. İbrahim Ortaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. İbrahim Ortaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2021 Perşembe

Yaşanan sel ve Yangın felaketlerinin Günah Keçisi iklim değişikliği mi?

Yaşanan sel ve Yangın felaketlerinin Günah Keçisi iklim değişikliği mi? 



Ya Doğanın İşleyişine Uygun Planlama Yapmayan İnsanın Rolü!


Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, 
iortas@cu.edu.tr
iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com üzerinden 
16 Ağustos Pzt 15:34
Yaşanan sel ve Yangın felaketlerinin Günah Keçisi iklim değişikliği mi? 
Ya Doğanın İşleyişine Uygun Planlama Yapmayan İnsanın Rolü!

 


Biz insanlar doğanın efendisi değil, doğanın bir parçasıyız. Bütünlük içinde bir arada yaşamak durumundayız.

Özet

Son günlerde yaşanan afetler bilinmeyen ve beklenmeyen gelişmeler değildir. Suyun denize ulaşacağı dere yatağı daraltılmış ve sıfır noktasına yerleşim yerleri yapılmış. Derelerin gerisindeki dağlardaki doğal bitkiler ve ağaçlar kesilmesi sonucu yağışları tutacak bitki kökleri ve toprak zayıflamıştır. Beklenen iklim etkileri ile birim zamanda yağışların artması ile oluşan suyu tutamayan aşınmış toprak ortamından hızla eğim doğrultusunda denize ulaşmak istemektedir. Karadeniz’in coğrafi yapısı gereği derelerde biriken suların akış yönünde daraltılan dereler ve üzerine kurulan HES, Karedeniz otoyolunun çoğu yerde dağdan denize akan küçük derelerin önünü kapattığı veya daralttığı acıkış kanalları ve tomruk/kereste depolarının yaratığı baraj etkisi ve sonrasından kalıba sığmayan büyük su kütlesinin hızla Bozkurt kasabasına dalışı bütünlüklü olarak suç ve suçlunun kim olduğunu anlatıyor. Nerdeyse bile bile kendimizi afete maruz bırakmışız.  Bu durumda kabahat yağışta mı? Yoksa doğanın yolunun tıkanmasına müsaade eden, yanlış yapılanma ve imarları verenler mı? Milyonlarca yıldır sürekli değişim geçiren dünyanın kendi dinamiği bilimsel bilgi ile biliniyor ve an ve an uzaktan da izlenmektedir. Doğayı kendimize uydurmaya değil, kendimi doğanın yasalarına uygun hale getirmemiz gerektiği anlayışını maalesef öğrenememiş ve benimseyememişiz. Unutmayalım yer yer küçük çaplı barajlar yaparak doğadan yararlanıyoruz anacak doğaya gücümüz yetmez. Önemli olan doğaya uygun yaşamayı öğrenmektir. Coğrafya, jeoloji, ekoloji, tarım-toprak bilinmeden ve de anlaşılmadan kent, tarım ve orman yönetimi sağlanamaz. Yaşanan-yaşanacak ciddi afetler önlenemez.

Ne yazık ki doğayı ve bütünü kavrayacak bir eğitim yapımız yanında toplumsal kültürel bir zihin hazırlığımız da yok görülüyor. İleride yaşanacak iklim değişimlerinin yakıcı etkilerine karşı ne denli hazırlıksız olduğumuz görülüyor.

Özet, yaşanan felaketlerin etkisinin önlenmesi veya minimize edilmesi mümkün. İnsanın doğanın ve bilimin öngörüsüne uygun olmayan, her boş bulduğu alanı arsa sanan, kendince kurguladığı eksik ve doğanın yasalarına uygun olmayan can ve mal kaybına neden olmaktadır.
 
Sel Felaketleri Adeta Geliyorum Demiş 

Son 20 günde Karadeniz’de sel felaketleri, Akdeniz ce Egede orman yangınları çok ciddi can, mal ve doğal yaşamın kayıplarına neden oldu. Önce Rize ve Artvin şimdi Kastamonu, Bartın, Karabük ve Sinop’ta kuvvetli sağanak yağış sonrası yaşanan sel felaketleri, can ve mal kayıpları. Sonra Akdeniz ve Ege kıyılarında günlerce devam eden ve halen yer yer devam eden orman yangınları. Orman yangınları, artan kuraklık sıcak iklim ve kıyılara brikmiş insan nüfusunun oluşturduğu betonlaşmaya bağlı oluşan ısı adacıkları ve çevreye rast gele çevreye bırakılan camsı maddeler. Yine can kaybı, mal kaybı, çok sayıda evcil ve doğadaki canlılar yandı. İki yıldır devam eden korona virüs salgını ile yaşamı felç eden felaketler. 

Bütün yaşanan felaketler birer sonuç ve açıklanabilir nedenleri var tabii. Doğanın kendi işleyişi dünde vardı bugünde var.

Ekoloji gözü ile gelişmeleri analiz eden herkes bu gerçeği çıplaklığı ile görürü. Bir çok ülkede seller oluşuyor, daha büyük orman yangınları da oluyor. Başta Karadeniz’deki yağış sonrası oluşan sellerin çevre ve yaşam üzerine bıraktığı etki tamamen insanın yerleşim yeri seçimi ve doğanın 100, 200 yılık işleyişi dikkate alınmadan yapılan yapılaşmalar neden olduğu günlerdir bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Ancak bizdeki gibi kimse derelerin içine 10 katlı bina yerleştirmiyor. Dere yatağına sıfır giriş katları olan bina yapılıyor. Hangi ekolojik ve yer bilimine dayalı bilgi ile derenin içine kasaba yerleştirilir, derenin üzerine inşa edilmiş HES, ağaçların kesilmesi sonrası tomrukların depolama üniteleri derenin içine yerleştirilmiş. Son birkaç yılıdır Karadeniz’de yaşanan benzer heyelan ve sellerin yaratığı etkilerin tümü yerleşim yeri yapılanması, ormanlık alanların doğasından koparılarak tek yönlü bitkisel üretime dönüştürülmüş olması yanında Karedeniz otoyolunun önünü kapattığı küçük derelerin akış yönünün engellenmesi. Basına yansıyan bütün görüntüler sellerin akışı yolu üzerindeki küçücük, menfez, köprü, suyun akacağı mazgallar selin büyüklüğüne göre planlanmadığı için 

SUÇLU ve GÜNAH KEÇİSİ İKLİM DEĞİŞİMLERİ. 
 
Ancak hepsinden çok seller, yangın ve korona virüs olguları eko sistemin anlaşılmadığını ve ona göre de önlem alınmadığını gösteriyor.
 
Çevre Sorunlarının Bütünlüklü Olarak Kritik Edilmesi Sürdürülebilir Yaşam İçin Kaçınılmaz
Evrenin ve doğanın işleyişini anlamazsak doğru planlama ve strateji geliştiremeyiz. Sanırım ülkemizin sorunu bu bağlamda çok büyük. Bütün yaşananlardan anlaşılıyor ki insan soyu, yaratılan çevresel sorunların tek sorumlusu olarak, hayvanların, doğanın ve toprağın kıymetini belli ölçüde bilse de bu mevcut şartlarda yeterli olamamaktadır. İnsanoğlunun içinde yaşadığı doğayı, toprağı, suyu ve soluduğu havayı daha iyi anlaması gerekmektedir.
Dünyamız dün olduğu gibi bugünde sürekli değişim içinde, bir tarafta ısınıyor, bir tarafta soğuyor ve iklim değişimleri sürekli yaşanıyor. Yarın daha çok iklim değişimleri ve olumsuz etkileri görülecek. Sorun bugünden öngörüde bulunmak ve yarını planlamaktır.
Haberlere bakıldığında her felaket bölgesinde binlerce insan mağdur, onlarca hava aracı, kara aracı, personel gece gündüz yarım etmek için seferber oluyor. Bu kadar uğraş ve çaba doğanın işleyişine uygun olmayan yapıların sorununu çözeceğe benzemiyor. Büyük ekosistem ve işleyiş felsefesi anlaşılmadan insanlığa rahat olmayacak gibi görülüyor. Bu kadar bedel ve masraf bilimsel anlayışa uygun bir şekilde önceden işi bilen bilim kuruluşlarına harcansaydı, işi bilen nitelikli liyakatli insan yetiştirilseydi daha az sorun yaşayacağımız muhakkaktır.
 
İnsan Faaliyetleri ile Ekosistemi Yaşanılamaz Hale Getiriyor!

Ekosistemi olumsuz anlamda etkileyen her türlü atık, benzer şekilde orman varlığımızı da tehlikeye atmaktadır. Kentlerden toplanan çöplerin yakın geçmişe kadar ormanlık alanlara rastgele bırakılması, ormanların yakılması sonucu birçok canlının yaşam alanının kaybolması, ormanların ve anızların yakılması hem toprağın hem de üstündeki canlıların yaşama haklarının ihlal edilmesi ile sonuçlanmaktadır. Bununla birlikte toprakların amaç dışı kullanılması sonucunda bu alanların üretimin dışında kalması ve toprak-bitki yönetiminin yanlış yapılması, toprağın aşınmasına sebep olmaktadır. Diğer bir tanım ile erozyon oluşmakta ve bunun sonucunda toprak yok olmaktadır. Kısacası topraklarımız ölmektedir. Ayrıca ölen yalnız toprak değil, ekosistem içinde yer alan diğer canlılar da olumsuz etkilenerek, bulundukları ekolojiden uzaklaşmaktadırlar. Toprağın erozyonla ölümünü durduran ağaçlar, diğer bitkilerin kökleri ve kök bölgesindeki mantarlar, aktinomisetler, bakteriler gibi diğer canlılardır. Bu bağlamda ormanın yani ağacın toprağın erozyonunu önlemedeki rolü ve önemi bilinenin de ötesindedir.
 
Biyo çeşitlilik Kayboluyor, Toplum Sağlığı Tehlike Altında…

2 Ekim 2020 tarihli Cumhuriyet gazetesinin arka sayfasında “Bitkiler Yok Oluşla Karşı Karşıya” başlıklı haberde İngiltere’deki Kraliyet Botanik Bahçesi (RBG, KEW) tarafından yayınlanan rapora dayandırılarak bitki türlerinin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu belirtiliyor. Haberde 42 ülkeden 210 bilim insanın katıldığı toplantıda kayıpların başlıca nedenleri olarak, tarım arazileri oluşturmak için yabani yaşam alanlarının tahrip edilmesi, doğal bitkilerin aşırı hasat edilmesi, inşaat sektörünün gelişimi sonucunda toprakların betonlaştırılması, istilacı türlerin yayılması ve çevre kirliliği gibi faktörler ile iklim değişimlerinin yarattığı etkiler gösterilmektedir.  

Sürekli mono kültür tarım nedeniyle bazı bitkilerde zaman içinde cüceleşme (inbreading (akrabalı yetiştirme)) olduğu tespit edilmiştir. Bunların başında Çukurova’da yetişen mısır bitkisi gelmektedir.

Son yıllarda kimyasallara karşı bazı mikroorganizmaların ve bitkilerin dayanıklılığının arttığı belirtilirken, herbisitlere dayanıklılık sağlayan 183 bitki türü tespit edilmiştir. Bugün itibarı ile mera alanlarımız tarım topraklarına dönüşmesi nedeniyle %40 oranında azalmıştır.
Toplumda bir azınlık oluşturan ancak gücü elinde tutan varlıklı kişi ve ailelere, toplumun çoğunluğunu oluşturan yoksul kişi ve ailelerin sahip olduğundan onlarca-yüzlerce kat daha fazla eğitim, kültür, sağlık, gıda eğlence, dinlence ve başkaca olanaklarının sunulduğu bir ortamın insan onuru tarafından arzulanır bir ortam olmaması gibi, dünya ekosisteminin çoğunluğunu oluşturan bitki örtüsü, hayvan ve doğada bulunan diğer canlılara, dünyada azınlıkta ancak baskın tür olan insanlardan daha az yaşam alanı bırakılması da insan onuru tarafından arzulanır bir ortam değildir.
 
Yaşananların Doğa ve İnsanlık Adına Sorgulanması Gerekiyor.

Suların kirlenmesinin felaket niteliğindeki etkilerinin en önemli örneği, Aral Gölü’nün kurumasıdır. Kazakistan ve Özbekistan sınırı arasında bulunan Asya kıtasının ikinci, dünyanın dördüncü büyük gölü olan Aral gölü yanlış sulama, aşırı sulama nedeniyle eski yüzölçümünün %90'ını kaybetmiş durumdadır. Yanlış yönetimden dolayı kuruma noktasına gelmiş olan Aral gölünün yeniden canlılığı kazandırılmaya çalışılıyor. Amuderya ve Siri Derya nehirlerinin sularının Özbekistan’da pamuk ekim alanlarına yönlendirilmesi ile Aral’a taze su akımı durma noktasına gelmiş, diğer yandan kısa sürede meydana gelen tarım topraklarında tuzlulaşma ile mevcut tarım alanlarında tarım yapılamaz duruma gelinmiştir. Buna ek olarak, yanlış yönetim sonucu gölün kuruması ile göl içindeki su ekosistemi ve ondan geçinen milyonlarca insan da olumsuz şekilde etkilenmiştir. Ayrıca, Türkmenistan’da da toprakların tuzlulaşması ile milyonlarca çiftçi üretim yapamaz hale gelmiştir. Bu ve benzeri çok sayıda insanın yanlış kurgulamaları sonucu oluşmuş faaliyetler sonucu oluşmuş felaketler yaşandı ve yaşanmaktadır.

Yaşar Kemal’in 2007 yılında adının verildiği park üzerine 'doğa' için yazdığı mesajda “Bütün yüreğimle inanıyorum ki doğayı yok etmek suçların en büyüğüdür” ifadesi yer almaktadır.
TEMA vakfının bir zamanlar bir sloganı olan “üstünüze vazife olmayan işlere burnunuzu sokun” ifadesi, son yılarda ne olduysa görülmez ve kullanılmaz olmuştur. Yeryüzünü herkesin koruması ve kollaması için bir bekçi, bir komiser, bir müfettiş gibi davranması gereklidir. Bir bekçi gibi etrafındaki çevresel sorunları tespit edecek şekilde dikkatli olması; korunup korunmadığını izlemek için bir komiser gibi davranması; yapılan yanlışları ve aksaklıkları belirleyip enine boyuna incelemesi ve varsa sorunları ilgili yerlere iletmesi yönünden bir müfettiş gibi davranması gerekmektedir. Bu dünyada, bu doğada yaşıyor isek doğanın ve doğanın sürdürülebilirliğinin korunmasından hepimiz sorumluyuz demektir. Çünkü her ne kadar fark etmesek de doğa hepimize yaşam alanı sağlamaktadır.
 
Çevrenin ve Bilimin Sorunu Felsefi Tartışma ile Aşılabilir.

Felsefe doğası gereği irdeler, analiz eder, soru sorar, cevap arar. Felsefe hiç bir zaman çok önce belirlenmiş ve değişmez olduğu belirtilen görüşleri savunmaz. ’Felsefe devingendir ve doğal çelişkinin içinden çıkan bilgiye bakar.

Çevre ve iklim değişimleri konusunda felsefenin söyleyeceği çok şey bulunmaktadır. İnsanın doğa ile olan ilişkisi bugün hala tartışmaya açık olmakla birlikte, insanın geçmişte yarattıklarının ciddi anlamda sorgulanması gerekmektedir.

İnsan sorgulayan bir canlı olarak kendisini, çevresini ve nerden gelip nereye gittiğini arayan yapısı ile kafası sürekli binlerce soru ve tartışmayla meşguldür. Bu bağlamda çoğu zaman bunca sorunun altında yaşam zor gelebilir. Diğer taraftan sorgulamadan yaşamı olduğu gibi kabullenmek çok daha kolaydır. Çevre ve iklim değişimi sorunları, bireysel ve toplumsal bazda doğadan yana anlayışlar ile ele alınmalıdır. Bu duruma yönelik olarak 1854 yılında ABD başkanı Franklin Pierce’a mektup yazan Squamish kabilesinin reisi kırmızı derili Reis Seattle sorunu ve çözümü olan doğru yaklaşımı tek cümlede özetlemiştir: “Doğa insana ait değil, insan doğaya aittir”. Prof. Dr. Ulu Nutku ise bu durumu; “İnsan doğadan malzeme edinir, fakat bunu yapmakla öyle böbürlenir ki, kendisini doğanın efendisi sayar” şeklinde ifade etmiştir. İnsan doğaya hâkim olduğu algısıyla doğanın yapısını bozmuş ve bozmaya devam etmektedir. Bunun sonucunda, bugün çok daha şiddetli çevresel sorunlar ile karşı karşıya gelinmektedir.

Genel olarak yaşanan felaketlerin altında doğa felsefesinin anlaşılmamış olmamız bütün çıplaklığı ile görülüyor. Biz insanlar doğanın efendisi değil, doğanın bir parçasıyız.  Bilim ve felsefe bu sorunun da felsefe ile çözülebileceğini biliyor ve tartışmaya devam ediyor. Felsefe bu konuda yol göstericimiz, içimizdeki ses olacaktır. Eflatun, erdem ve mutluluğun felsefi bilgiyle gerçekleşeceğine işaret etmiştir. Bütün yaşadığımız sosyal ve çevresel sorunlar ve bu konulardaki bilimsel uğraşıların ancak özgür ortamda tartışılarak aşılabileceği unutulmamalıdır. Varoluşumuzun temel sorularını irdeleyen felsefe aynı zamanda kişiye kazandırdığı kritik düşünme ile bireyin özgürleşmesini de sağlamaktadır. Bu bağlamda doğanın yasalarını analiz etmek için araştırmak ve öğrenmek ayrı, doğanın yaslarını öğrendikten sonra, koşullara uygu yaşam ortamları geliştirmek ayrı. 

Doğru teşhis edilmeyen, her yönü ile bütünlüklü anlaşılamayan hiçbir soruna sağlıklı çözüm üretilemez.
 
15 Ağustos 2021,
 Adana

***

Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi.,

Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi.,



Ibrahim Ortaş 
iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com 
5 Ağustos Per 09:28
Alıcı:
Türkiye’nin En Büyük Yangınının Nedenleri ile Ekosistem Biliminin Önemi, Eksikliğinin Sonuçları

Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, 
iortas@cu.edu.tr
 
Aynı durumu yaşamamak için yaşana her olaydan ders çıkarmak gerekir.
 
Son bir haftada Akdeniz ve Ege kıyı şeridinde yaşanan orman yangınları aynı zamanda hepimizin canını da yakıyor. Çoğu zaman her tarafta çaresiz insanların yardım çığlıkları yürekleri dağlıyor. Bir o kadar da toprak ve ormanda yaşayan büyük-küçük canlıların çığlıklarını duyuyorum.  

Ekosistemler birçok iç ve dış faktörün eşzamanlı etkisi altında ve kendi doğal yapısı içinde varlığını sürdürür. Karasal eko sistemlerde en etkili faktörlerin başında ortamdaki bitki, hayvan ve mikroorganizma tür çeşitliliği ve zenginliği gelmektedir. Zaman içinde bu tür çeşitliliği ve zenginliği değişik dış etkiler nedeniyle değişime uğrasa da, binlerce-milyonlarca yıldan günümüze varlıklarını koruyabilmişlerdir.  Değişime/bozulmaya neden olan etmenlerin biri de orman yangınlarıdır. Hatta orman bilimcilere göre, mevcut birçok orman ekosisteminde sürekliliğin sağlanması için yangın sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Hatta Akdeniz makilikleri ile iç içe olan çam ormanlarının sürekliliği için orman yangınlarının olumlu etkilerinin de olduğu belirtilmektedir. Günümüzde tarım ve yerleşim yeri açmak için çoğu orman insanlarca yakıldığı için can ve mal kaybına da neden olmaktadır. Bugün mücadele edilen yangınların ülkemizde yaşanan en büyük, en yıkıcı ve en uzun süreli yangınlar olduğu değerlendirilmektedir.
 
Orman Yangınları % 95 İnsan Kaynaklıdır.

Kıyılarda artan insan nüfusu, sorumsuz kişilerin piknik yerlerinde bıraktıkları cam şişeler, kırılıp atılan camlar ve diğer mercek etkisi yapacak malzemeler, sigara izmaritleri vs. alınmayan veya yönetilmeyen önlemlerden dolayı küçük bir noktada başlayan yangınlar hızla yayılmaktadır.

Ülkenin orman varlığı, mevsim etkisi ve olası risk yönetimine uygun olarak yangına karşı uzun erimli yeterli hazırlık ve planlamaların yapılması gerekirdi. Bulunduğumuz iklim kuşağında yazları yağışların olmaması, sıcaklık artışına bağlı toprak neminin azalması, ortamdaki tek ve çok yıllık bitkilerin kuruması nedeniyle yangınlar daha hızlı ilerlemektedir.  
 
Kontrolü Keçi Otlatılması Önemli Bir Biyolojik Yöntem.

Bir diğer konu keçi otlatılmaması dır. Keçiler ortamdaki otları ve ağaç gövdelerinde gelişen sürgünleri tükettiği için yangının gelişmesini engelliyordu. Ancak bugün keçiler doğadan çok kapalı ağıllarda tutuluyor ve sayıları geçmişe kıyasla azaldı. Ayrıca doğal bitki ve hayvan  çeşitliliği de azaldığı için her etki yeni bir sonuç doğuruyor, oluşan sonuç yeni bir etkiye neden olmaktadır. Otlar geçmişte olduğu gibi keçi, dağ keçisi, geyik, tavşan ve diğer ot tüketen hayvanlar tarafından yeşilken tüketilseydi bu kadar kuru ot gelişmez ve yangınlar da hızla ilerlemezdi. Özetle Yangınla mücadelede kontrolü otlatma da önemli olup diğer birçok yönetim yöntemleri ile yangınlar önlenebilir ve en az hasarla kontrol edilerek söndürülebilirdi.  
 
Doğanın Kendini Yenileme Mekanizmaları Var, Müsaade Edilirse Doğa Kendini Yeniler.

Orman yangınları ile çok önemli miktarlarda atmosfere salınan karbondioksit ve diğer gazlar, iklim ve canlıları da etkilemektedir.  Sanayi Devrimine kadar 280 mg/ L (milyonda bir partikül) olan CO2 salınımı sonrasında,  özellikle de son 100 yılda hızla artarak 417 mg L-1 düzeyine ulaşıp iklim değişimlerinin hızlanmasına neden oldu. Bu sonuca göre CO2’in daha çok tutulması için tüm dünyada ağaç sayısının arttırılması şarttır. Orman ve doğal bitki örtüsünün mikro klima üzerine etkisi olduğu gibi yangın sonrası oluşacak yeni iklim de bitki örtüsünün yapısını belirleyecektir.

Yangın Ekologları Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu ve Prof. Dr. Doğanay Tolunay “Amaç sadece ağaç dikmek olmamalı, ekosistemin korunması için doğanın kendini yenileme kapasitesinin göz önünde bulundurulması gerekir” diyorlar. Ağaçlama yapılacaksa mono kültür olmamalı,   dışarıdan gelecek yeni türler ortama adapte olmazlarsa başka sorunlar da çıkabilir.  Doğanın tüm renklerinin ortamda tekrar buluşmasına müsaade edilmeli. Onun için yanan alanların insandan korunması ve otlatılmanın yasaklanması gerekir. Ağaçlandırmada bölgeye adapte olmuş kızılçam bitkileri aktarılmalı. Aktarmada mikoriza ve doğal toprak ile birlikte aşılanmanın yapılması gereklidir.

Kesinlikte toprağa iş makineleri sokularak işlenmemeli. Yangın sonrası derinlerdeki kökler yeniden gelişebilmekte. Doğanın her zaman kendini koruma mekanizmaları olup kendini koruyacak enstrümanları olmazsa varlığı sürdüremez. Örneğin yangın sonrası yapılan gözlemlere göre, bölgedeki kızılçam gibi bitkilerin kapalı kozalarındaki tohumlar korunmakta ve uygun nem ve sıcaklık koşullarında hızla çimlenerek yeni fidanlar oluşturmaktadırlar. Hatta bazı bitkiler daha gür bir şekilde gelişebilmektedir.

Ormancı arkadaşları dinlediğimde bitki türü, çeşit, boy çap konuları konuşuluyor. Soru toprak- bitki ekosistemi sorunudur. Asıl konu yer yüzeyinin koruyucu tabakası olan toprak ve toprak içindeki en önemli unsur olan organik materyalin ve doğal canlılığın yanmış olmasıdır. Yangın ile oluşan 200-800 0C’lik sıcaklık toprağa belirli bir derinliğe kadar nüfuz ediyor. Her bölge için ayrı ayrı, yangına toprak ve toprak minerallerinin nasıl tepki verdiği araştırılmalıdır. Ve yangın sonrası toprak ve doğal bitki örtüsü ne düzeyde ve ne hızda kendini yeniliyor,  hangi türler kendini daha iyi yeniliyor.
 
Ağaçlandırma Yapılacaksa Ekolojik İlkelere Uygun Olmalıdır.

Genelde yangınlardan sonra yetkililer hemen ağaçlandıracağız türünde iyi niyetli söylemlerde bulunuyorlar. 1995 yılında Gelibolu Şehitliğinde çıkan yangın sonrası hızla ağaçlandırıldı fakat bir süre sonra ağaçların doğal rizosfer ve mikorizası olmadığı için gelişmediği görüldü. Çoğu zaman iyi niyetle başlatılan “ağaç dikme seferberlikleri” beklenen sonucu vermedikleri gibi orman ekosisteminin doğal gelişimine de zarar verebilir. Orman ve toprak ekolojisi bilgisine sahip uzmanlardan görüş almakta yarar var.

Dışarıdan mikoriza, N2 fiksasyonu organizmalarının biyolojik habitatlara dikilecek fidanlara aşılanmasının ne denli önemli etkilerinin olacağının bilinmesi ayrıca önemli. Şu anda yangın sonrası steril bir yüzey var ortada. Ağaçlanma yapılacaksa mikoriza olmadan olmaz. Yüksek yapılı orman bitkileri mikorizasız yaşayamıyorlar. En önemlisi bu aşamada buraları yapılandırmaya müsaade etmeden korumak, sonra da akılcı bir takım toprak teknolojisi yöntemleri ile ekosistemi geliştirecek ve koruyacak çalışmalar yapmaktır. Doğaya diğer hayvan varlıkları habitat da aktarılmalı.

Yangın sonrası canlı varlığı ve organik maddesi yandığı için dokulardaki mineral bileşikler yüzeyde kalmış olup kısmen yeni gelecek bitkiler için önemli besin kaynağıdır. Tabii yeni oluşacak bitki topluluklarının organik madde biriktirmesi çok uzun zaman alacaktır. Onun için belirtilen teraslama, sekileme, doğal ortamda yetişmiş tüplü fidan dikimi ve diğer habitat aktarımı toprak teknolojisi mantığı ile geliştirilmelidir.
Yanan alanların yeniden restorasyonu için korunmalı ve etrafı çevrilerek yeniden bitki ekosisteminin yeniden gelişmesine koruyucu önlemlerin alınması gerekir.
 
Ekosistem / Ekoloji Çalışmaları Yapacak Araştırma Merkezi İhtiyacı Oluşmuştur .
 
Ormanları korumanın en iyi ve en ucuz yolu yanmalarını önlemektir. Bu bağlamda ormanların yanmaması, çıkan yangınların hızlı bir şekilde söndürülmesi veya çok hızlı gelişmemesi,  yanan yerlerin de ekolojilerine uygun olarak restore edilmesi, iklim değişimlerinin olası etkileri konularında ülke çapında ciddi, pek çok uzmandan oluşan bilimsel araştırma birimlerine gereksinim bulunmaktadır. Liyakate dayalı, konuyu bilen araştırma birimlerinin konuları bütünlüklü olarak çözüm odaklı değerlendirmeleri ve sonuçlarının yanmış alanlarda uygulanmalarında yarar görülmektedir.

4 Ağustos 2021, 
Adana

***

Rize ve Artvin'de Yaşanan Sel Felaketi ve Can-Mal Kaybı Önlenebilir miydi?

Rize ve Artvin'de Yaşanan Sel Felaketi ve Can-Mal Kaybı Önlenebilir miydi?



Ibrahim Ortas 
iortas@cu.edu.tr googlegroups.com 
26 Temmuz Pzt 05:48
Rize ve Artvin'de Yaşanan Sel Felaketi ve Can-Mal Kaybı Önlenebilir miydi?
Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, 
iortas@cu.edu.tr
 
 
Rize ve Artvin'de yaşanan sel felaketi önlenebilir miydi? Sorusu doğal olarak sorulması gereken bir soru. Ülkemizin en yüksek yağışının düştüğü Doğu Karadeniz'de yağışlarla birlikte yaşanan sel ve heyelan çok ciddi de maddi hasara neden olmakla birlikte zaman zaman ölümlere neden olmaktadır. Rize ve Artvin'de yaşanan sel ve heyelanlar sonucu 6 insanın yaşamını yitirmesine neden olan felaket jeoloji, ekoloji, iklim ve toplum bilimi açısından incelemeye değer niteliktedir. Olay ve sonuçları bilimsel olarak açıklanabilir ve önlenebilir nitelikte olduğu görülüyor.
 
Sellerin Temel Nedenleri

Sellerin temel nedeni; dere yataklarına yapılan yerleşim yerleri, 2B yasası ve imar barışı ile eskiden yapılan binaların tescillenmesi, dereler üzerindeki menfez ve köprülerin geriden gelecek debinin yapısına uygun olmayan mühendislik hatalarıdır.

HES, Maden yatakları ve taş ocaklarında oluşan hafriyatların derelerin içine bırakılması sonucu derelerin su akışı alanının daralmakta ve sınırlanmaktadır. Ani olarak birim zamanda düşen yağışların artması sonucu daralan derelerin gerisinde biriken su kitlesinin bentlere yüklenmesi sonucu yüksek miktarda su derelerin içine yapılan yerleşim yerlerini suyun altında bırakmaktadır. Çay tarımı için orman ve doğal alanların tahrip edilmesi sonucu toprağın su erozyonuna açık hale gelmesi. Karadeniz kıyı şeridinde yıllardır benzer heyelan ve seller meydana getirmektedir. Son birkaç yıldır benzer felaketler yaşandı. Ancak bugün yine aynı görüntüler, yine gözyaşı ve acılar.   
 
Bölgenin Jeolojisi ve Topoğrafik Yapısı Çarpık Yapılanmaya Uygun Değil

Karadeniz’in denize paralel yükselen dağ yapısının jeolojik, hidrojeolojik, jeomorfolojik ve topografı yapısı ile oluşan heyelan ve sonrasında seller ile doğrudan ilişkilidir. Bölgedeki kayaç yapısı çoğunlukla Şeyl (shale) tortul kayaç türü olarak tanımlanan ağırlıklı olarak silt ve kil boyutlu ince çökel öğelerinin birleşmesinden oluşan ve çamur taşıdır. Killi ve siltli zeminler eğer çok fazla yağış alırsa toprak su içeriği artar ve eğer arazi yüksek açılı şevler oluşturuyorsa üsteki doygun toprak tabaksının etkisi ile heyelan oluşabilmektedir. Aşırı yağışlar, kar kütleri altında ve depremler sonrası sık sık heyelanlar Şeyl tortul kayaçlarının olduğu bölgelerde meydana gelir.  Bu tür jeolojik yapıların olduğu ve heyelanları tetikleyen mekanizmaların olacağı alanların tespit edilip yerleşim yeri olarak kullanılmaması gerekir.
 
Çay Tarımı ve Toprak-Bitki Yönetimi Yeniden Bilimsel Ölçütlere Göre Yapılmalıdır
Bölgenin jeolojik ve jeomorfolojik yapısının yanında toprak yapısı, bitki örtüsü ve toprak-bitki yönetimi ve arazi planlaması konusunda ciddi sorunlar görülüyor. Heyelan sonrası bölgeden yansıyan görüntülerle birlikte bölgede tek tip çay bitkisinin hakim olduğu alanların altında ve üstünde yerleşim yerlerinin olduğu görülmektedir. % 30-40 eğimli alanların yükseklerine yapılan yerleşim yerleri ve yollar bölgede heyelan için tetikleyici etki yapabilir.
2012 yılında 764 bin dekarda çay tarımı yapılırken 2016 yılında 830 bin dekar alanda çay üretim yapılmaktadır. Tarım orman bakanlığı verilerine göre


Türkiye’de son yıllarda çay üretim alanları %2.4 oranında artmasına karşın toplam üretim artmamıştır. Çay tarımına yeni açılan alanlarda ormanların ve doğal makilik bitkilerin kesilmesi sonucu doğal bitki örtüsü kökleri de yok olmaktadır dolayısı ile toprağı tutacak ciddi bir güç kalmadığı için toprak erozyona açık hale gelerek adeta yaşanan sel felaketlerine davetiye çıkarılmıştır. Doğal bitki örtüsünün tahribatı ile toprağın yerinde tutulmaması ve toprak agregatlaşmasının engellenmesi sağlanmış olmaktadır. Doğanın, ekolojinin yasalarına uygun üretimin yapılmaması durumunda bu tür felaketlerin oluşması kaçınılmaz olacaktır.

Çay bitkisi yetiştiriciliğinde kullanılan Amonyum sülfat ((NH4)²SO4) gübresinin kullanılması ile zamanla toprak pH’sı düştüğü için toprakta agregat oluşamamaktadır. Hal böyle olunca toprak tanelerini bir arada tutacak hiç bir doğal mekanizma sağlanamamaktadır. Birim zamanda yüksek miktarda yağışın düşmesi ile toprak partikülleri yüzey akışına geçmektedir. Kentlerin içinde akan sellere bakıldığında dağların eteklerinde yağışın taşıdığı sedimentler (toprak partikülleri) suyun rengini koyu kahverengileştirmektedir. Bu bağlamda bölgedeki heyelan ve sellerin zararı ile toprak-arazi yönetimi bitki ilişkisi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.
 
Can ve Mal Kaybı Önlenemez miydi?

Evet, konu bilimsel olarak yönetilebilir bir durumdur. Günümüz uzaktan algılama teknolojileri kullanılarak heyelan alanları tespit edilebilir. Yerleşim yerleri ve çarpık kentleşme bilimsel yöntemler ile uygun zeminli alanalar kaydırılabilir.

Doğal bitki örtüsünün önemi mutlaka önemsenerek yer yer şeritvari ekim sistemleri geliştirilebilir. Çay üretimi için gübreleme programları toprak yapısı ve bitkinin ihtiyacına göre belirlenebilir bu konuda Prof. Dr. Burhan Kaçar,  Prof. Dr. Süleyman Taban hocalar ve arkadaşları çok önemli çalışmalar yaptılar. Çalışma raporlarındaki öneriler ne oranda uygulamaya alındı bilemiyorum.

Arazinin yapısına ve yağışın dağılımıma göre gerekli önlem ve zarar azaltıcı çalışmalar yapılabilir. Eğimli alanlara sekileme, istinat duvarı, drenaj ve doğal bitki örtüsü yanında ağaçlandırma çalışmaları yapılarak toprak yerinde tutularak çay üretimi de yapılabilir, sellerde önlenebilir.

Sorun ve çözüm insan bilgisi ve bilinci ekseninde gelişmektedir. Önemli olan doğayı ve doğanın yasalarını ve bu yasaları ne oradan anladık ve de doğadan ne oranda sürdürülebilir bir eksende yararlanıyoruz sorularını cevaplayıp ona göre hareket etmemiz gerekmektedir. Son iki hafta içinde Karadeniz kıyı şeridinde yağışlar sonrası yaşanan felaketler daha öncede yaşandı. Anlaşılan yaşananlardan ders çıkarıp çözüm önerisi geliştirememişiz. Doğayı anlamadan kendimizi doğanın yaslarının üzerinde yer yüzeyinin hâkimi görür ve istediğimiz yere arsa yapar bina dikeriz. İstediğimiz yeri istediğimiz gibi eker biçeriz dersek olacağı bu ve benzeri manzaralar olur.

23 Temmuz 2021, Erdemli-Mersin
kotanlartr@googlegroups.com
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/WC20210726024314.090B9D%40cu.edu.tr 
Adresini ziyaret edin.
Ibrahim Ortas iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com üzerinden 
26 Temmuz Pzt 05:52
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/WC20210726024628.590B9E%40cu.edu.tr 

Adresini ziyaret edin.

***

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ


Ibrahim Ortas iortas@cu.edu.tr 
googlegroups.com 
14 Haziran Pzt 18:20

MİKRO ORGANİZMALARIN ÖNEMİNİ BİLMEDEN, GELECEĞİMİZ GÜVENDE OLAMAZ
Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 
Çukurova Üniversitesi, iortas@cu.edu.tr
 
Geleceğin en Popüler araştırma alanı ve mesleği mikrobiyoloji olacaktır.
 
Musilaj-Deniz Salgısı Toplumun Büyük Çoğunluğu Tarafından Tam Anlaşılmadı
Bir önceki paylaşımı ma gelen dönütlerden anladığım kadarı ile toplumun büyük çoğunluğu bilimsel olarak müsilajın nasıl oluştuğunu ve ileride olası etkilerini bilmek ve anlamak istiyor. Ancak çoğu kimse bu kelimeyi ilk defa duyuyor. 

Bir önceki yazının (https://www.facebook.com/iortas? form=MY01SV&OCID=MY01SV) amacı daha çok ekoloji biliminin esasları bilinmeden yıllar içinde doğanın bir etkiye karşı oluşturduğu başka bir tepkiyi anlamadan, fiziksel müdahalelerle müsilajı toplamaya kalkmalarını üzülerek yazdım. Bilimin önemi ve önerileri alınmadan yapılacak işlemler ileride daha farklı olumsuzluklar da çıkarabilir.

Çevreden denize deşarj edilen evsel-sanayi atıkları ve gübre, suda bulunan yosunlar (alg)  için önemli besleyici elementler oldukları için bunların aşırı derecede üremesine neden olur. Özellikle diatomlar gibi pek çok yosun türleri, bu zengin besin ortamından yararlanarak kontrolsüz bir şekilde ürerler. Bu yosunlar, ortama yapısındaki salya şeklindeki koloidal madde olan müsilajı salarlar. Ve bu salya, diğer organizmaların gelişimini de engeller. Ancak asıl tehlike, bunların aşırı bakterileri üremesine neden olmalarıdır. Ortamda ne kadar organik madde varsa, bunları ayrıştırmak için o kadar da bakteri oluşur. Dolayısıyla aşırı derecede üreyen yosunlar ve salgıladıkları salya, bakterilerin çoğalması için mükemmel bir besin ortamı oluşturur. Bu bakteriler aerobik, yani oksijen kullanan organizmalar oldukları için, denizsel eko sistemdeki yaşam kaynağı olan oksijeni azaltırlar. Bu da başta balıklar olmak üzere, diğer canlılar için ciddi bir yaşamsal tehdit oluşturur. Hemen belirtelim ki, soluduğumuz oksijenin %30’u karasal bitkilerde, %70 kadarı da denizlerdeki yosun gibi çoğu mikroskobik olan bitkilerden karşılanır. Oksijen üretilmeyince diğer canlılar bundan ciddi zarar görür, deniz biyo-çeşitliliği bozulur, sonuçta ekosistem çökmeye başlar.
 
Bilimsel İlkelere Göre Sorun Çözümü Halen Geliştirilemedi

Biz karada (toprakta) oluşanı, müsilajı konusu ile ilgilenen bilim insanları olarak biliyoruz, ancak denizde oluşanı müsilajın doğrudan insan yaşamına olan negatif etkisi çok bilinmediği için bugüne kadar çok ciddiye alınmadı. Hatta kirli su köpüğü olarak anıldı. Ancak denizin yüzeyini saran köpüğün bir süre sonra keçe gibi her tarafı sardığı ve nerdeyse insanların üzerinde yürüyeceği kadar bir tabakanın oluşması görünür olunca yetkililer ve basının ilgisini çekti. Ayrıca köpüğün yüzeyi kapsaması deniz dibinde oksijenin yetersiz kalması, fotosentez yapan canlıların işlevlerini sonucu denizin diplerinde ayrı bir müsilaj ve kirlilik oluşmaya başlatır. Denizdeki müsilaj kirliliğinin temizlenmesi yine ağırlıklı olarak ortamdaki mikroorganizmalarca sağlanacaktır. Unutmayalım sayısını bilmediğimiz çok farklı mikroorganizma grupları her ortamda bileşikleri ayrıştırarak besinlerini alıyor ve varlıklarını bu şekilde devam ettiriyorlar. Ortamda asfalt, kömür atığı varsa oradaki karbonu ayrıştıran organizmalar çoğalıyor. Başka bir organik madde varsa onu da ayrıştırır. Hatta denilebilir ki her bileşiği ayrıştıran organizmalar farklıdır. Bazı bakteri grupları duruma göre hem aerob (oksijenli solunum) hem de anaerob (oksijensiz) koşullarda yaşayabilmektedirler. 

Bu bağlamda doğanın işleyişinde önemli rolü olan mikro organizmaları mutlaka iyi anlamak ve amaca uygun olarak da yönetmek zorundayız.    
 
Geleceğin Bilimi Mikrobiyoloji Eksenli Olacaktır.

Gelecek artık mikrobiyolojinin olacaktır. Covid-19 ile birlikte yaşamımızın artık pamuk ipliğinden daha ince bir şekilde mikroorganizmaların elinde oluğunu bilerek bugünden mikrobiyolojiye yatırım yapmak gerekir. Covid-19 salgını ile normal mikroskopta bile göremediğimiz korona virüs organizması bir yıldan fazla zamandır bütün insanlığı adeta dize getirdi. Dünyanın işleyişi önemli ölçüde yavaşladı ve yeni bir dünyanın kapılarını bir mikroorganizma açmış oldu. Gerisini hep beraber düşünelim.
 
10 Haziran 2021. Adana
Not: Sayın hocam, birçoğunuzun e-posta adresi bir şekilde makinemdeki adres defterime yerleşmiştir. Amacım kimsenin zamanını almak ve rahatsız etmek değildir. Hepimizin ortak sorununu bir şekilde dile getirmektir. E-posta bu bakımdan düşüncelerimizi kolay paylaşabildiğimiz bir ortam. Ancak peşinen eğer istenmeden e-posta aldıysanız özür dilerim. Eğer geri bildirimde bulunursanız listeden adresinizi hemen çıkarırım.

kotanlartr@googlegroups.com
http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 
https://groups.google.com/d/msgid/kotanlartr/WC20210614152013.2001E0%40cu.edu.tr adresini ziyaret edin.


***

29 Eylül 2021 Çarşamba

ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ

ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ 




13 Mart Cmt 15:24  

 Alıcı: kotanlartr

  ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA ÖLÇÜTLERİ ÜNİVERSİTENİN KALİTESİNİ ARTIRACAK NİTELİKTE OLMALI

Prof. Dr. İbrahim Ortaş, 

iortas@cu.edu.tr

 

Sorun bilim-üniversite ve işleyişinin evrensel ölçekte tanımlanamaması ve doğasına uygun olarak yönetilmemesidir.

Kök Sorun: Üniversitelerde akademik kadroların yetiştirilmesi ve nitelik arayışında işin doğasına uygun ölçütlerin olmamasıdır.

 ÖZET

Son yıllarda üniversiteleri toplum nezdinde değersizleştiren çok sayıda nepotist, kayırmacı, liyakatten uzak atamalar kamuoyuna sıkça yansımaktadır. Üniversitelere alınacak akademik kadroların alınmasında yaşanan bu yaklaşımlar, hatta nerdeyse kişiye özel ilanların veriliş şekli YÖK’ünde dikkatini çekmiş ve zorunlu olarak yönetmenlik değişikliğine gitmiştir.  Ancak sorunun büyüklüğü ve çözümü YÖK’ün belirttiği boyutun çok daha ötesinde ve çok da derindir. Dünyanın ilk 17-20 sıralamasındaki Türkiye bilgi üretme ürettiği bilgiyi teknolojiye dönüştürmeyi halen başaramadı. Bütün uluslararası bilimsel ve insani gelişmişlik göstergelerinde ilk 20. Sırada değil çok daha gerilerde yer almaktadır. Bunun temel nedeni de üniversitelerinde uluslararası ölçekte yeterli nitelikli insanının olmaması, var olanların bir kısmının da beyin göçüne gitmiş olası gösterilebilir.  

Türkiye’nin ekonomik, sosyal yönde gelişmesi için üniversitenin amacına uygun sorunları bilimsel yöntemler ışığında felsefi temelli tartışma ve araştırmalara dayalı yaklaşımla bilginin üretildiği ve yayıldığı güçlü özerk kurumların varlığına bağlıdır. Doğayı, toplumu gözlemek, sorunları ve farklılıkları fark etmek, öneri geliştirmek, araştırma yapmak bulgularını anlamlandırmak kendisini iyi eğitmiş, kültürel birikimi olan analitik düşünce becerisi kazanmış kişiler aracılığı ile sağlanmaktadır. Bir üst bilinç gerektiren insanlar topluluğunun bir araya geldiği üniversite gibi elit ortamın taşıyıcıları olan öğrenci ve öğretim görevlisi, üyesi ve çalışanlarının da işlerinin doğası gereğince alanının yeterlilikleri, kültürel birikimi düşünme beceriler ekseninde seçicilikle belirlenmesi gerekir.

Sorun, YÖK ve Üniversiteler bilim yapabilecek bilgi ve koşullara sahip insanları belirlemeyi sağlayacak ölçütleri geliştirmedi. Çoğu zaman, çoğu üniversite de istemedi.

Sorun bilim-üniversite ve işleyişinin evrensel ölçekte tanımlanamaması ve doğasına uygun olarak yönetilmemesidir.

Kök Soru: Üniversitelerde akademik kadroların yetiştirilmesi ve nitelik arayışında işin doğasına uygun ölçütlerin olmamasıdır.

Türkiye’nin öncelikle “balık yiyen değil, balık tutmasını bilen” yetişmiş insan gücünü yetiştirecek, eğitim kurumlarını özelliklede üniversitelerinin öncelikle uluslararası standartların üzerine çıkaracak şekilde amacı, niteliği ve hedefi belirlenmiş konuma kavuşturulması gerekir. Üniversite ortamına seçicilikle alınacak seçkin akademik kadroların belirlenmesi bir iş kapısı olmasının ötesinde akademik yaşam biçimini benimsemiş, akademik bilgi alt yapısı gelişmiş, analitik düşünme, sorun çözme becerisi ve bilgi üretme yeteneği kazanmış, çalışma isteği ve disiplini olan insanlardan oluşması ölçütlerin dikkate alınması gerekir. İşin özel yetenek ve beceri gerektiği gerçeği ile işi yapacakların yetenek ve alanın yeterlikleri ve sürekli öğrenme becerilerine sahip kişiler arasında belirlenmesi için bilinen üniversite ilkelerinin dikkate alınması gerekiyor.

 Araştırmama görevliliğinde, yetenek, yeterlilik bilgisi yanında dil bilgisi gerekliliği aranması, doktora tezlerinin nitelikli yapılması kaliteli insan yetiştirmek için önemli gereklilikler. Öğretim üyeliğine geçişte, denme dersi ve nitelikli akademik dergilerde yayın yaptığını gösteren yayın dosyaları istenebilir. Doçentlik tezi, denem dersi ve sınav yeniden getirilmeli. Profesörlükte kişinin kuruma ne tür yenilik kazandıracağı, ideaları, hipotezleri ve çalışmalarında oluşan çalışmaları gibi uluslararası ölçekte uygulanan gereklilikler istenebilir.

 Konuya ilişkin geçmişte üniversitelerimizde de uygulanan ve gelişmiş üniversitelerdeki, Araştırma görevliliği, doçent ve profesörlük kadrolarına atamada aranan niteliklere ilişkin derlediğim bilgi ilgi duyanalar için aşağıdadır

 ÖĞRETİM ÜYELİĞİNE YÜKSELTİLME VE ATANMA YÖNETMELİĞİ’NDE YÖK’ÜN YAPTIĞI ZORUNLU DEĞİŞİKLİK VE KAÇINILMAZ ARAŞTIRICI KALİTESİ HAKKINDA ÖNERİLER.

     Son yıllarda üniversiteleri toplum nezdinde değersizleştiren çok sayıda nepotist, kayırmacı, liyakatten uzak atamalar kamuoyuna sıkça yansımaktadır. Üniversitelerde yaşanan bu yaklaşımlar, hatta nerdeyse kişiye özel ilanların veriliş şekli YÖK’ünde dikkatini çekmiş ve zorunlu olarak yönetmenlik değişikliğine gitmiştir.  Resmî Gazete ’de yayımlanan değişiklikle, yönetmeliğin “genel şartları” düzenleyen maddesine “İlana başvuru koşulu olarak adayların lisansüstü tez veya uzmanlık tezi adlarının bir kısmı veya tamamı yazılamayacağı gibi, ilanda sadece belirli bir adayı tanımlayan özel şartlara yer verilemez” cümlesi eklendi. Genelde üniversiteler gibi kurumlarda, özellikli niteliklere sahip kişilerin amaca uygun olarak, kendi alanının en iyileri içinde özenle seçilmesi gerekir. Aday arayışı özerk üniversite marifeti ile ihtiyaç duyulan alan, kadro derecesi belirtilerek Basın İlan Kurumu aracılığı ile ilan edilerek ilgililerin bilgisine sunulur. İlanlarda, aranan öğretim üyesinin çok (kişiye) özel eğitim ve çalışma alanı ayrıntılı bir biçimde tanımlanmadan verilmesine özen gösterilir. Ancak neredeyse “kişinin ayakkabı numarası” yazılı diye basının “tiye” aldığı bazı ilanlarda, bu kadar da olmaz dedirtecek şekilde, alınacak öğretim üyelerinin adı da önceden yazılmıştı, hatta büyük bir skandala imza atılan bu ilanda alınacak adayların isimlerinin yanında çeşitli notlar da alınmıştı. Anlıyoruz ki ilan kurum kültürü ciddiyeti ile dikkatlice hazırlanmamış ve hiç kimse okumadan basın ilana gönderilmiş. Basın ilan ve gazetedeki sorumlular da okumamışlardır ilandaki bilgileri. Sayısız örneklerden sonra, YÖK’ün 9 Mart 2021 tarihli resmî gazetede yayınladığı önemli, ancak yetersiz yönetmenliği çerçevesinde; Araştırma görevlisi ve Öğretim üyesi alımlarında üniversitelerin niteliğine ve saygınlığına zarar vermeyecek, liyakate dayalı nitelikli ölçüte kavuşturacak bir düzenleme gerekiyor. YÖK’ün de rahatsız olduğu, kayırmacılığın giderilmesi ve yapılan düzenleme olumlu, fakat hem yetersiz hem de sorun çok derin.

YÖK’ün yönetmenliğinin de altının doldurulması için ölçüt getirmek gerekir. Tabii öncelikle üniversitenin ne olduğunun temelden bilinmesi, ona göre de ölçütlerinin belirlenmesi ve benimsenmesi gerekir.

Üniversiteler bilimsel yöntemler ışığında araştırmaların yapılıp bilginin üretildiği ve yayıldığı, bilim, felsefe ve her türlü düşüncenin en üst düzeyde kabul görüp özgürce tartışıldığı, öncelikle ülke ve insanlarının karşılaşabilecekleri sorunları önceden fark edip gerekli önlemleri belirleyen, insanların gelişimi ve refahını arttıracak yeni araştırmaları kendine amaç edinen özerk kurumlardır. Üniversite ortamı, ortalama bilgi ve kültür alt yapısı üzerine ulaşmış, felsefi tartışma (bilgi sever) ve analitik düşünmeyi öğrenmiş, araştırma ve sorgulama becerileri gelişmiş, çağının en üst düzeyde yetkinliklerini kavramış, sorumluluk almaya hazır ve sorun çözme metodolojisine sahip nitelikli insanların bir araya geldiği bir ortamdır.

Üniversiteler, siyasetin kişilerin gönül düşüncelerinde var olduğu bilinen, ancak olay ve olgularda objektif olarak her zaman doğa ve insandan yana taraf tutan evrensel kurumlardır. Bilim insanlığı bu bağlamda bir meslek değil, tüm benliğiyle benimsenmiş özel bir yaşam tarzıdır/ biçimidir.

Bilim insanı, dünyanın her yerinde, bulunduğu konum ve görevi (misyonu) gereği, temelde bilinenlerden ve bilinmeyenlerden yola çıkarak, yeni bilgi ve düşünceleri üretme, ürettiklerini toplum yararına söyleme, yazma ve uygulama hakkına, doğal olarak sahip olan kişidir.  Bilim insanının en önemli özelliği, salt bilgi üretmenin ötesinde, ürettiği bilgiyle ilgili olgu ve olayları tartışma ve yorumlama birikimi ve becerisine sahip olmasıdır.  Bu nedenle, evrensel ölçekte akademik kadrolar oluşurken aşağıdan yukarıya doğru bütün aşamalarda liyakat, bilgi, yaratıcılık, analitik ve eleştirel düşünce becerilerine sahip olma, sorumluluk alma gibi birçok kriter değerlendirilir. Geçmişte yapılan araştırma görevlisi sınavlarında ezbere değil, çok yönlü sınav soruları ile adayın bilgiye ulaşma ve bilgi üretebilme becerisi belirlenmeye çalışılmıştır.  Sonra da sözlü sınav ile kişinin amaç ve hedeflerinin olup olmadığı, analitik düşünme becerisi ölçülürdü. Akademisyen Sınavlarında kişinin alan yeterliliği kadar, sorumluluk alma yeni bir şey söyleme, kuruma yeni bir bakış açısı kazandırması da işin doğası gereği aranmıştır.  

Bu da ancak özerk kurumlarda gerçekleşebilir.

 Bilim İnsanı Seçiminde Nelere Dikkat Edilir?

 Bilim insanı seçiminde kişinin her yönü ile irdelenmesi önem taşımaktadır. Duygusal zekâlı sorun çözebilme becerisi, bilgi düzeyi yanında sosyal ve kültürel birikimi de rol model olması nedeniyle önemsenmektedir.  Üniversiteye alınacak bilim insanı seçiminde insani yönü, kişilerin duyguları ve beklentileri elbette önem taşımaktadır. Ne yazık ki ülkemizde akademik kurum kültürü yerleşmediği ve üniversite bir işyeri gibi görüldüğü için, bilim insanı adayını belirleme sürecinde istenmeyen tartışmalar yaşanmaktadır. Tıpta uzmanlık sınavlarında geçmişte yaşanmış sorunlara çözüm olarak, başta Tıp Fakültelerine merkezi sınav TUS ile uzman alımı çok tartışılmış ve diğer fakültelerde de Lisansüstü ve akademik aşamaya başlamada LES, ALES ağırlık puanı sürece katılmıştır.  Ancak bu sefer de basına yansıyan haberlerde, ÖSYM sınavlarında soruların çalınması sonucu, çok sayıda kişinin hak etmeden başkasının önüne geçtiği belirtiliyor. Hak etmedikleri halde başkasının önüne geçmekle kalınmıyor, aynı şekilde önemli kurumların köşe mevkilerini tutan bu insanların çalıştıkları kurumları da çalıştırmadıkları sıkça vurgulanmaktadır.

Açıkçası işin doğasına uygun doğru kişi belirlemede ne ölçü getirebildik ne de haksızlık yapmamayı öğrenemedik. Bu da bugün yaşadığımız birçok sorunun temelini oluşturmakta, yansıması ise az gelişmiş bir toplum görünümüdür.

Üniversitelerde açılan kadrolara liyakatsiz kişilerin yerleştirildiği ya da adrese teslim kadro ilanları açıldığı gibi iddialar basına çok sık yansımaktadır. Üniversitelerdeki akademik kadrolara torpilli kişilerin alınması üniversite gibi bilgi, analitik ve soyut düşünme yeteneği, çalışma azmi gerektiren kurumlara ciddi zararlar vermektedir. Eğer insan yetiştirecek, her yönü ile nitelik sahibi olması gereken bilim insanınız yetersiz ise, orada ülkenin geleceği için gerekli nitelikli insanların yetiştirilmesi de imkânsız olacaktır.

Üniversite ve Akademik Kadrolar Bilgi ve Liyakati ile Örnek Olmalı ve Güven Duyulmalı

Kamuoyuna yansıyan haberlerde, kadrolara alınan kişilerin akademik kaygılar ve toplumun bilim ve eğitim düzeyini yukarı taşımaktan çok güvenilir bir iş arayışı ve statü arayışına girdikleri görülüyor. O zaman bu anlayışın üniversiteleri iyi üniversite değil, devlet dairesine dönüştürdüğü algısı oluşuyor. Bilim, araştırma, sanat ve eğitimi geliştirip yüceltecek nitelikli insanları daha üst perdeden, işin niteliğine göre seçerek ülkenin nitelikli insan gücü oluşturmamız için ölçüt geliştirmemiz gerekir.

Sıradan halkın çocuklarının cumhuriyetin yarattığı fırsat eşitliği sayesinde, eğitim yolu ile aşağıdan yukarıya doğru yükselmesinin mümkün olduğu güvencesi öğrencilere verilmelidir. Genç akademisyenlerin kadroya alımında, seçimi ve hak ediyorsa, hakkını hiçbir dış etkiye bakılmaksızın alacağı duygusu mutlaka verilmeli. Ona göre öğrenciler lisansta, varsa hedeflerine uygun olarak çalışmalıdırlar. Yoksa başta üniversiteler yaratıcılıktan ve yenilikten uzak birer kuru ağaç görünümüne dönerler ki bunun hiç kimseye faydası olmaz.

 Akademik Kadroların Oluşmasında Üniversite Tahammülleri Ve Liyakatin Önemi

Bölümlerde boşalan akademik kadro veya yeni alınacak öğretim üyesi için ilgili kadro ilanla aranır.  Kimin ve nasıl atanacağı   çok uzun ve kritik incelemelerle,  akademik CV’ler ve sınavlar sonrası, bölüm akademik kurulunun titiz sorgulaması sonucu belirlenir. Açıkçası duygusallık yerine, akıl süzgeci ve bilimin geleceği dikkate alınmaktadır.

Üniversiteler akademisyen seçimini doğru yaparsa eminim ki kendi bölüm başkanını, dekanını ve rektörünü de doğru seçecektir. Bugün yaşanan birçok tartışma da kendiliğinden sona ermiş olur. Üniversitenin dinamikler yerine, işin doğasına ve yetkinliğine uygun olmayan akademik kadrolar ile gideceği yer buradan daha ilerisi olmayacaktır. Son TÜBA 2020 ve YÖK bildirimlerinde de anlaşıldığı gibi, ülkemizin bilimsel verimliliği, akademik başarısı ve uluslararası kredisi düşüktür. Türkiye üniversiteleri nicel büyümesini tamamladı ve kaliteye önem verme yol ayrımında. Artık ciddi akademik ölçütler geliştirme zamanı geldi ve geçiyor. 21. Yy da çağının gerisinde kalmayı istemiyorsa konunun doğasına uygun uluslararası ölçütlere göre yürütülmesi gerekir.

NE YAPILABİLİR?

Lisans Üstü Araştırmacı Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri

Akademik yaşamın en çok öğrenilen ve üretilen dönemini doktora eğitimi sağlamaktadır. Bu dönemde çok yönlü bilimsel metodoloji, bilim tarihi, bilim felsefesi eksenli bir eğitim yanında nitelikli araştırma yapılmaktadır. Asıl olan doktora olup diğer unvanlar bu eğitimde kazanılanların üzerine eklenen bilgi, beceri ve birikimler sayesinde kazanılmaktadır.

Lisansüstü eğitime alınacak adayların belirlenmesinde mevcut ALES sınavı amaca uygun kişinin akademik yeterlilikleri yanında, akademik önceliklerini de belirleyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Ezbere kitap bilgisi değil, kişinin yaratıcılığı, arzu düzeyi, sahiplenme duygusu, algı ve geleceğe bakışı de değerlendirilmelidir.

 Bölümlerin Araştırıma Görevlisi Kadroları Gelecek Planlamaya Göre Belirlenmelidir. Fiks Sınav Tarihleri Seçicilik İlkesi ile Çelişmektedir.

Mevcut durumda Ar-Gör kadroları için verilen ilanlarda “uygun adayınız yoksa ve kadroya uygun aday bulunmamıştır” dediğiniz anda bir başka zaman aynı kadroyu kullanamıyorsunuz. Aslında kadro her zaman birimin kadrosu olarak kalmalı, uygun aday bulunduğu zaman kullanılmalıdır. Eğer uygun aday yoksa başka şansınız yok anlayışı mutlaka değişmeli. Bu durumda istenmeyen kişiler Ar-Gör kadrosuna alınmaktadır. Ar-Gör alımı için fiks sınav tarihine esneklik getirilmesi gerekiyor. Birçok sınavda zorunlu olarak, aranan yeterlilikler sağlanmadan, kadromuz yanmasın diye, adayların alındığı sıkça belirtilmektedir. Ar-Gör ilanlarında ilanlar herkese açık genelleştirilmeli. Sınavlar nitelikli yapılmalı, uygun aday belirlenmemişse başak sınavlar yeniden düzenlenebilmelidir. Öneri olarak, ilk kadroya alınmada çıta biraz seçici olarak yüksek tutularak, ALES sınav başarısı 75, yabancı dil bilme düzeyi en az 60 puan şartı aranabilir. Mümkünse dil sınavı test yerine yazılı ve konuşmayı da içermelidir.

 Öğretim Üyeliği Kadrolarına Atama İlkeleri Uluslararası Ölçeklere Yakın Olmalı. İlk Kadro Alımında Aranması Gereken Öneri Ölçütleri Birçok gelişmiş ülkede, doktora sonrası belirli bir süre izlenen potansiyel adaylar daimî kadroya Doçentlik unvanı ile ders veren sıfatı ile kadroya alınır, bizdeki eski Yardımcı Doçent. Bugün öğretim üyesi alımlarında üniversitenin kendi akademik atama kriterlerine göre ilan ve arkasında bir dizi arama faaliyetleri ile seçilerek kadroya alınılır. Her şeyden önce adayın doktora konusu, doktoradan üretilen yayınlar, doktora sonrası post-dok süreci, yayınları, deneyim ve başarılarını yansıtan CV’si belirli komisyonlarca incelenir. Potansiyel adaylar akademik kurul üyeleri ile tanışır, adayın mutlaka çalışmaları ekseninde seminer vermesi istenir. Seminer kişinin ders anlatmanın ötesinde, konuşma kabiliyeti, bilgi düzeyi, bilimsel idealarını belirlemede önemli bir ölçüt oluşturmaktadır. Sonra da seminere katılan öğrenci ve hocaların kararı dikkate alınmaktadır. 11 Ekim 2015 tarihli Hürriyet gazetesinde Tolga Candaş’ın görüştüğü, Nobel Kimya ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar “Hatırlıyorum ABD’de ilk denememde bir öğrenci çocuğunun “Onu ilk gemiye koyup Türkiye’ye geri yollayın” dediğini hatırlatmıştı. Ülkemizde bence uygulamaların yapılması için hiçbir engel bulunmamaktadır. 

Akademik kadroya alınacak kişinin sağlanacak imkânlarla en az bir yıl yurtdışı bir kurumda araştırma yapmış olması, Q1 derecesindeki dergilerde makalesinin olması, uluslararası kongrelerde sözlü sunum yapmış olması akademik kalitenin sağlanması ve artmasına ciddi katkı sağlayacaktır.

 Doçent ve Profesör Kadroları Araştırmacı Alımında Aranacak Ölçüt Önerileri

Doçent kadrolarında belli ölçütlerin olması mutlaka sağlanmalıdır. Avrupa’da halen doktora derecesinden sonra “habilitasyon” adlı bir bilimsel bir araştırma ve tez hazırlanma süreci daha bulunmaktadır. Habilitasyon çalışması doçentlik sınavı karşılığı olarak, Avrupa ve Asya ülkelerinde en yüksek seviyeli akademik sınav olarak uygulanmaktadır.

ABD'nde doçentlik bir bakıma üniversitede akademik özgürlüğü güvence altına alan "tenure", ömür boyu iş garantisi şeklinde de değerlendirilebilen yükselme anlamında değerlendirilmelidir. ABD’de Doçentliğe giden süreç üniversiteden üniversiteye değişmekle birlikte 6 ve 7 yılın sonunda, üniversite kendi ölçütlerine göre doçentlik koşullarını belirler ve yetkin profesörler adayın dosyasının üniversite ölçütlerine uygun olup olmadığını Değerlendirirler.

Ülkemizde merkezi bir sistemle belirlenen yabancı dil bilgisi ve minimum sayıda makale sunan adaylar doçent olmaya hak kazanmaktadır. Bazı üniversiteler kendi kurallarını koymakta, ancak çoğu zaman konu mahkemelere yansımaktadır.

Türkiye’de de mutlaka “habilitasyon”, benzeri geçmişte uygulanan doçentlik tezi, deneme dersi yanında üniversiteler akademik kalite çıtalarına uygun olarak akademik kadrolarını belirlemelidirler...

Profesörlük Kadroları: Doktora ve doçentlik süreçleri nitelikli olmadığı zaman profesörlükte eleştiri konusu olmakta ve değişik sorunlar yaşanıyor. Bazı profesörlerin yetersiz bilgi ve önyargılarla yaptıkları açıklamalar basın ve kamuoyunda ciddi eleştirilmektedir. Bunları engellemek için profesörlük unvanının da daha sıkı elemeler ve ölçütlere dayandırılması düşünülmelidir. Doçentlikten sonra 5 yılını tamamlamış, Üniversiteye ne tür yenilik getireceğini bilmeyen, herhangi bir ideası ve hipotezi olmayan, nitelikli bir dosyası olmayan ve herkese profesörlük kadrosu verilmemeli. Hele araştırma üniversitesi ideasındaki yerleşik üniversitelerin çıtayı artık yükseltmesi, kaliteden taviz vermemesi, üniversitenin topluma güven vermesi bakımından önemlidir. Üniversitenin kurucu fakülteleri ve birimlerin akademik kadro ilkelerini çoktan ölçütlere bağlamış olması beklenir.

Ayrıca akademik kadro başvurularını değerlendirecek jüri üyelerinin belli bir birikimi ve yayınının olması gerekir. “Herhangi bir makale yazmamış, bir tane bile TÜBİTAK projesi yazmamış veya katılmamış kişiler jürilerde görev almamalı. Dünyanın hiçbir yerinde kimse bu kişileri bırakın jüri üyeliği, kadroya bile almaz.

 Akademik Kadroların Göreve Yükseltilmesinde Jüri Üyelerinin Akademik Yeterliliği Aranmalıdır

Öğretim üyesi jürileri ve dosya değerlendirmede 3 değil, en az 6 jüri üyesi (3 üye kendi kurumu, 3 üye yurtiçi Üniversiteler) olmalı.  Üniversitelerden, Liyakate dayalı hak edene hakkı verileceği duygusu yaratılmayıp nepotist yaklaşımlar engellenemezse toplumun güveninin kaybolacağı bilinmelidir.  

 Son olarak, üniversitelerimiz ve bilim kuruluşlarımızın uluslararası konuma ve saygınlığa kavuşması hepimizin dileğidir. O zaman bugün yaşanan pek çok sıkıntı, dekan ve rektör atamaları da çok az konuşulur olacaktır. Ülkemiz üniversitelerinin özerk konumu ile desteklendiği taktirde dünya çapında nitelikli bilim ve araştırma yapacak kadroları üreteceğine olan inancım tamdır. Yeter ki bilim ve üniversite kendi bilim işleyişi doğasına uygun ortam bulabilsin.

 12 Mart 2021, Adana

Not: Sayın hocam, birçoğunuzun e-posta adresi bir şekilde makinemdeki adres defterime yerleşmiştir. Amacım kimsenin zamanını almak ve rahatsız etmek değildir. Hepimizin ortak sorununu bir şekilde dile getirmektir. E-posta bu bakımdan düşüncelerimizi kolay paylaşabildiğimiz bir ortam. Ancak peşinen eğer istenmeden e-posta aldıysanız özür dilerim. Eğer geri bildirimde bulunursanız listeden adresinizi hemen çıkarırım.

 kotanlartr@googlegroups.com

http://groups.google.com.tr/group/kotanlartr?hl=tr?hl=tr 

grubu ziyaret edin

Not:Grupta gönderilen, alınan ya da grup içi yazılardan, iletilerden ve her türlü sunumlardan yazarları ve iletileri gönderenler sorumludur. Grup sahipleri ve yöneticiler kesinlikle sorumlu tutulamaz.

Saygılarımızla

kotanlartr@googlegroups.com


***