Merve Kavakçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Merve Kavakçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ekim 2021 Perşembe

Tutanaksız, Şahitsiz, Şaibeli gizli görüşmeler...

Tutanaksız, Şahitsiz, Şaibeli gizli görüşmeler...






Ne olduysa bu görüşmeden sonra oldu!
Sürü sürü genç Afganlar Türkiye’ye akın akın gelmeye başladılar!
Erdoğan’ın bu görüşmede Biden’la ne konuşduğunu?
Neye anlaştığını bilmiyoruz!
Devlette kaydı bile yok!
Tercümanı Merve Kavakçı’nın kızı!
Kabile devleti ya burası!
#Suçunuz Büyük Kavakçı her yerde onlar

Gönderen: 0raj.p0yraz <orajpoyraz@emaildodo.com>
Date: 14 Ağu 2021 Cmt, 13:41
Subject: Tutanaksız, şahitsiz, şaibeli gizli görüşmeler...
To: <mahiye@gmail.com>

https://groups.google.com/g/turkculer/c/xNw7b17z5yc?pli=1




2000 YIL SONRA ROMA YİNE CAYIR CAYIR YANIYOR… 

Dr. Noyan UMRUK
noyanumruk@hotmail.com
Aug 10 02:55 PM
2000 YIL SONRA ROMA YİNE CAYIR CAYIR YANIYOR…
 
 
 
Dr. Noyan UMRUK
 
 
 
Neron beşinci ve son Roma İmparatoru… M.S. 54-68 seneleri arasındaki 14 senelik! imparatorluğu boyunca Neron Claudius Caesar olarak anılıyor.
 
Babası M.S.40 senesinde ölünce, annesi Aggrippina, amcası ve aynı zamanda imparator olan Claudius ile evlendi. Claudius’un meşrû vârisi oğlu Britlanicus’tu. Ancak Aggrippina İmparatoru ikna ederek, tahtın vârisinin kendi oğlu Neron olmasını sağladı. Britlanicus taraftarlarını işbaşından uzaklaştırdı.
 
Claudius, Aggrippina tarafından zehirlenerek öldürüldü. 17 yaşındaki Neron hükümdar oldu. Annesi ve Neron’un yakınlarından olan Burrus ve filozof Senaka, uzun süre imparatorluğun en etkili kişileri oldular.
 
Neron’un ilk beş hükümdarlık senesi, imparatorluğun altın yılları oldu. Yardımcılarının tavsiyeleri doğrultusunda, vaatlerini tuttu, vergileri azalttı, halk yararına mali reformlara girişti, iç barışı ve sınır emniyetini tesis etti.
 
Ancak bu beş yılın ardından kadim iktidar yorgunluğu ya da şımarıklığı hastalığına kapılarak zevk ve sefahate dalmaya başladı.
 
Sefahat âlemlerinde 2.200.000 sestier (Roma parası) sarf ettiği söylendi. Annesi, danışmanları Burrus ve filozof Seneka bu duruma müdahale edince, onları öldürttü. Öldürttüklerinin arasında karısı, senatörler ve de çok sayıda önemli kişi de vardı.
[cid:13ec5613-336d-4e06-866f-e0ba6349f87d][cid:723a4854-0282-4f68-a9ae-d24120bcb701]
Neron, M.S 64 yılında hayatının en büyük saplantısı olan Roma’yı keyfine göre yeniden inşa etmek, “Yeni Romayı kurmak için”! başlattığı Büyük Roma Yangınını sarayından zevkle seyrederken Roma’nın tamamına yakını kül oldu. Suçu, Hıristiyan ve Yahudilerin üzerine atarak binlerce kişiyi katletti. Bundan sonra halkın önünde şarkı söylemeye, çalgı çalmaya başlayan Neron, nüfuzunu iyice kaybetti.
 
Senato, halk ve ordu, kendisini kundakçılık, katillik ve uygunsuz davranışlarda bulunmakla suçlayarak, başkaldırdı. Kendisine bağlı olanlar Roma’yı kan gölü hâline getirerek ayaklanmayı bastırdılar.
 
67 senesinde, şarkıcılık, müzik, şiir ve binicilik! alanlarındaki kabiliyetlerini ispatlamak üzere Yunanistan’a gitti. Bu davranışı, diğer davranışlarıyla birlikte, onun ruh hastası olduğu şüphelerini iyice kuvvetlendirdi. Bu sırada Britanya, Filistin, Mısır, Afrika’daki sömürge ve koloniler başkaldırınca Roma’ya geri döndü. Ancak, bu sırada ortaya çıkan Galya ve İspanya ayaklanmalarına engel olamadı. Ülkesinde senato ve halk tarafından vatan haini ilan edildi.
 
Tarihçi Suetonius<https://tr.wikipedia.org/wiki/Suetonius>'a göre, Neron yakın arkadaşlarıyla beraber Roma varoşlarındaki Via Salaria'ya kaçtı;[ muhafızlar onu tutuklamaya geldiklerinde o çoktan sekreteri Epaphroditos<https://tr.wikipedia.org/wiki/Epaphroditos>'un yardımıyla kendisini hançerlemişti…
 
“Roma Yeniden yanıyor” …
 
[cid:be6d57d4-e224-451a-b204-364dd8f28ee3][cid:70e65082-caea-4f21-b703-4db20f970666]
 
2000 yıl sonra kafalarına göre “Yenisini” kurmak için, koccaman günah kamburunu gözlerden kaçırmak için “Roma” yeniden yanıyor…
 
Nasıl mı yanıyor?
 
Yeni Osmanlı ham hayalleriyle ülke Ortadoğu bataklığında yakıldı, yakılıyor...
 
Yağma ekonomisiyle dereleri kurutulurken, ülkenin ormanları, zeytinlikleri kentleri yanıyor…
 
Arş-ı alaya varmış yolsuzlukları, hukuksuzluklar, 17-25 Aralık kepazeliği ortalığa dökülmesin diye yanıyor…
 
Dışkısında boncuk olanlar üçer beşer maaş alırken açlık sınırıyla yoksulluk sınırı arasında gidip gelen millet, uçan kuşa bile haraç öderken, daha işin başında 2003 yılında “Nereden buldun???” yasası rafa kaldırılarak, Deniz Feneri, Reza, Malta, Man, SBK vb olayların üzeri kapatılarak, vicdanlar üzerine benzin dökülerek yanıyor…
 
Toplama kampı haline getirilen ülkeyi şimdi de sığınmacı kampına, Avrupa’nın tampon bölgesine dönüştürerek yanıyor…
 
Ülkenin hazinesi tamtakır hale getirildiğinden, yeterli yangın söndürme uçağı, donanımı olmadığından yanıyor…
 
Her türlü doğal felakete, yangınlara karşı hiçbir plan, eğitim, hazırlık olmadığından yanıyor…
 
Tüm ülke, Ege, Akdeniz ve nihayet İstanbul’un akciğerleri Kuzey Ormanları yanıyor…
 
Velhasıl ülkenin en güzel yerlerindeki yangınların söndürülmesi “becerilemediğinden,” yönetilemediğinden yanıyor…
 
İşte böyle; benden sonrası tufan hesabı “Roma” cayır cayır yanıyor…


************

5 Aralık 2019 Perşembe

MİLLET VEKİLİ YEMİNİ.. ÖNCESİ ve SONRASI.. MAL VARLIĞI BEYANI, BÖLÜM 3

MİLLET VEKİLİ YEMİNİ.. ÖNCESİ ve SONRASI.. MAL VARLIĞI BEYANI, BÖLÜM 3





Mal bildirimi ne zaman verilir?

a- Zorunlu haller:

-Kamu görevlilerinin işe girişlerinde (işe giriş için gerekli belgeler arasında yer alır ve bu belge olmadan göreve başlatılmaz),

-Görevlerinin sona ermesi hallerinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde,

-Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde (ek bildirim)
bildirimde bulunulması zorunludur.

Birçok memur görevlerinden ayrılma halinde mal bildirimi zorunluluğuna uymamaktadır. Yine başka kurumlara atanma hallerinde de beyanname vermeyi unutuyorlar ve farkına vardıklarında da başımıza iş açarız endişesiyle genel beyan dönemine kadar seslerini çıkarmamayı tercih ediyorlar.

b - Ek bildirim:

Kamu görevlileri; kendilerinin, eşlerinin ve velayetleri altındaki çocuklarının şahsi mal varlıklarında önemli bir değişiklik olduğunda, değişikliği izleyen bir ay içinde yeni edindikleri mallara ilişkin ek bildirim vermek zorundadırlar. Bildirimde diğer malların yeniden belirtilmesine gerek yoktur.

Önemli değişikliğin anlamı ise; Kendilerine aylık ödenenler, net aylık tutarının beş katından; aylık ödenmeyenler ise Genel İdare Hizmetleri sınıfında birinci derecenin birinci kademesindeki şube müdürüne ödenen net aylığın beş katından fazla değer ve tutarındaki mal varlığındaki artışlar anlaşılmalıdır.

Belirli bir tutarın altında yer alan mal varlıklarındaki artışların beyan zorunluluğu da bulunmamaktadır. Çünkü, Yönetmelikle genel beyan döneminde gayri menkullerin tutarı dikkate alınmaksızın beyan zorunluluğu getirilmişken ek mal beyanında edinilen malın hem mahiyet hem de miktarının birlikte dikkate alınması gerektiğinden net aylık tutarının beş katından az tutardaki mal edinimlerinin beyan zorunluluğu bulunmamaktadır.

Yönetmelik hükmüne bakıldığı takdirde “8 inci maddede gösterilen mahiyet ve miktardaki malın iktisabı” ifadesinde malın mahiyetinin ve miktarının birlikte aranması gerekmekte olduğu görülecektir. Cümledeki VE bağlacı açık bir şekilde bu durumu izah etmektedir. Şayet Yönetmelik maddesinde geçen “mahiyet ve miktardaki malın iktisabı” ifadesi “mahiyet veya miktardaki malın iktisabı” şeklinde ifade edilmiş olsaydı, o zaman gayri menkullerle menkuller ayrı ayrı dikkate alınmalıydı. Ancak, böyle bir ayrıma gidilmediği açıkça görülecektir.

c- Bildirimin yenilenmesi:

Kamu görevlileri, görevlerine devam ettikleri sürelere rastlayan, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar mal bildirimini yenilemek zorundadır.

Mal bildirimleri eski bildirimlerle karşılaştırılıyor mu?

Mal bildirimlerinde yer alan bilgiler, kamu kurumları bilgisayarlarında mevcut bilgilerle bilgisayar ortamında ve gizliliği sağlanacak şekilde karşılaştırılır. Ancak, uygulamada beyannamelerin zarflarında müfettişleri veya muhakkikleri beklediği görülür.

Yapılan karşılaştırma sonucunda gerçeğe aykırı bildirimde bulundukları veya haksız mal edindikleri, kaçırdıkları veya gizledikleri anlaşılanlar hakkında yetkili mercilerce Cumhuriyet başsavcılıklarına suç duyurusunda bulunulur.

Kamu Görevlileri Etik Kurulu mal bildirimlerini gerektiğinde inceleme yetkisine sahiptir. Mal bildirimlerindeki bilgilerin doğruluğunun kontrolü amacıyla ilgili kişi ve kuruluşlar talep edilen bilgileri en geç otuz gün içinde Kurula verirler.

Haksız mal edinme nedir?

Yönetmeliğe göre, mevzuata veya genel ahlaka uygun olarak sağlandığı ispat edilmeyen mallar veya ilgilinin sosyal yaşantısı bakımından geliriyle uygun olduğu kabul edilemeyecek harcamalar şeklinde ortaya çıkan artışlar, mal bildirimine ilişkin Kanun kapsamında haksız mal edinme sayılmaktadır.

Dikkat edin, gayrimenkul ediniminde ek beyan konusunda tartışma var

Bize göre genel beyan dönemi dışında gayrimenkul ediniminde de mal varlığındaki artış tutarı maaşın 5 katı kadar ise ek mal beyannamesi verilmemelidir. Ancak, bu konuyu farklı yorumlayan kurumlar çıkabilir ve ek mal beyanı verme döneminde olduğu gibi tutarı ne olursa olsun ek mal beyanı verilmeliydi denebilme riski olduğu için riske girmeden gayrimenkul ediniminde tutara bakmadan süresinde ek mal beyannamesi verilmesini öneririz.

Burada dikkate edilmesi ve bilinmesi gereken bir husus da birlikte oturulsa dahi velayet altında olmayan çocuklar için yani 18 yaşından büyük çocuklar için hem genel beyan, hem de ek beyan döneminde mal beyannamesi vermeye gerek olmadığıdır.

Kamuda yaşanan canlı bir örnek

Ben Temmuz/2012 de devlet memurluğuna atandım. Memuriyete başlarken istenen evraklarla birlikte Mal Bildirim Beyanında bulundum. Bu beyanımda Şubat/2012 de (memuriyete başlamadan önce) sözleşmesini yaptığım ve peyderpey taksitlerini ödediğim EMİNEVİM sözleşmesini bildirmedim. Çünkü bu bir borçlanma değil, tasarruf şekli olduğu için (çünkü ortada herhangi bir gayrimenkul, tapu vb. bir şey yok) mal bildirim beyanında bildirmedim. Daha sonra buraya ödediğim taksit miktarı maaşımın 5 katına ulaştığında ek mal bildirim beyanı ile Şubat/2013 bildirimde bulundum. Bunun üzerine, beyanlarımda uyumsuzluk olduğu gerekçesiyle, kademe durdurulması cezası verilmesi için hakkımda soruşturma açıldı ve devam ediyor.

Burada bir kaç sorum olacak:

1- Eminevim'le yaptığım sözleşme mal bildiriminde belirtilmesi gereken bir husus muydu? (sonuçta bir tasarruf şekli ve buradan istediğim zaman ödediğim taksit tutarlarını geri alarak ayrılabilirim.

2- Aday memurlar mal bildirimi ve Ek Mal Bildirimi Beyanından ne kadar sorumludurlar.

3- Aday memurların yukarıdaki disiplin cezasını alması durumunda uygulanabilirliği var mıdır? (aday memurların kademe ilerlemesi yapılmıyor.)

4- Ceza almam durumunda memuriyetim in sona erme ihtimali var mıdır. Bütün bunlara karşı ne yapmam gerekir.

Mal beyanı memurların en fazla sıkıntıya düştükleri konulardan birisidir. Kamu kurumunun iyi niyeti veya kötü niyetine göre uygulama değişmektedir. Özellikle de en fazla sıkıntı ek mal beyanında yaşanmaktadır. Birçok memurun Mal Bildiriminde Bulunulması Hakkında Yönetmelik 'te yer alan ince detayları bilmesini beklemek doğru bir yaklaşım değildir.

Bu Yönetmelik detaylı bir şekilde incelenirse belirli bir miktarın altındaki mal varlığındaki artışın ek mal beyanına konu olmayacağı görülecektir.

Yönetmelikteki yukarıda yer verilen hükümler gereğince belirli bir tutarın altında yer alan mal varlıklarının beyan zorunluluğu da bulunmamaktadır. Çünkü, Yönetmelikle genel beyan döneminde gayri menkullerin tutarı dikkate alınmaksızın beyan zorunluluğu getirilmişken ek mal beyanında edinilen malın hem mahiyet hem de miktarının birlikte dikkate alınması gerektiğinden net aylık tutarının beş katından az tutardaki mal edinimlerinin beyan zorunluluğu bulunmamaktadır.

Yönetmelik hükmüne bakıldığı takdirde “ 8 inci maddede gösterilen mahiyet ve miktardaki malın iktisabı” ifadesinde malın mahiyetinin ve miktarının birlikte aranması gerekmekte olduğu görülecektir. Cümledeki VE bağlacı açık bir şekilde bu durumu izah etmektedir. Şayet Yönetmelik maddesinde geçen “mahiyet ve miktardaki malın iktisabı” ifadesi “mahiyet veya miktardaki malın iktisabı” şeklinde ifade edilmiş olsaydı, o zaman gayrimenkullerle menkuller ayrı ayrı dikkate alınmalıydı. Ancak, böyle bir ayrıma gidilmediği açıkça görülecektir.

Süresinde Mal bildiriminde bulunmamaktan ne anlaşılmalıdır?

Yönetmeliğin süresinde mal bildiriminde bulunmama başlıklı 17 maddesinde; “Bu Yönetmelikte belirtilen süreler içinde mal bildiriminde bulunmayanlara, bildirimin verileceği mercilerce yazılı olarak ihtarda bulunulur. Bu ihtar, ilgilisine Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ olunur. İhtarın kendisine tebliğinden itibaren bir ay içinde bildirimde bulunmayanlar hakkında gerekli işlem yapılmak üzere yetkili Cumhuriyet başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Müfettiş ve muhakkikler de, soruşturma ile ilgili olarak verdikleri süre zarfında mal bildiriminde bulunmayan hakkında yetkili Cumhuriyet başsavcısına suç duyurusunda bulunurlar.” hükmüne yer verilmiştir.

Görüleceği üzere, Devletin istihdam ettiği memurlarının peşine hafiye gibi düşmek ve işte seni şimdi yakaladım demek yerine unutma, mevzuatı bilememe veya tereddüt edilen konular gibi durumlarda kurumların veya soruşturmacının gerekli hatırlatmayı yapması ve belirlenen sürede de beyanda bulunulmaması halinde hem disiplin hem de adli yönden gerekli cezai işlemin yapılması gerekmektedir.

   Yönetmeliğin geneline bakıldığı takdirde beyanname verilme sürelerinin açıkça belirtilmiş olmasına rağmen ayrıca ihtarda bulunulma müessesi getirilerek süre verilmesi ve bu süre sonunda da beyanda bulunulmamasının cezalandırılması cihetine gidilmesi cezai işlem uygulamadan önce yapılması gereken önemli bir iyi niyet göstergesi ve durumudur. 

    İlgili Kanun ve Yönetmeliğin birlikte değerlendirilmesi halinde; beyannameler arasında karşılaştırma yapılması zorunluluğu bulunması ve mal varlığındaki artışların izah edilememesi halinde de yaptırım uygulanması önemli bir husustur. Aksi takdirde en tepedeki yöneticiden tutun da en alt unvandaki personele kadar bu yaptırımla karşılaşmayacak personel yoktur.

Uygulamada beyanname vermeyi unutan birçok personelin acaba bize ceza verilir mi diye beyannameyi vermeme yolunu tuttuğu görülmektedir. Bu şekilde beyannameyi zamanında vermeyi unutan personel arasında en yüksek unvandan en aşağı unvana kadar personel bulunmaktadır. İdarelerin personele tuzak kurması düşünülemeyeceğinden unutma ve benzeri nedenlerle zamanında beyanda bulunamayan personele kademe ilerlemesi cezası verilmesi doğru değildir. Nitekim bu konuyla ilgili olarak aşağıda yer verilen 2010 tarihli ve 3 sayılı Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı Teftiş Kurulu Başkanlığının hazırlamış olduğu bir inceleme ve araştırma raporunda bizim görüşlerimizi birebir destekleyen ifadelere yer verilmiştir.

Diğer yandan örnekteki sözleşme gereğince oluşan borç alacak ilişkisinin belirli bir tutarın altında kalması halinde beyan edilmesine gerek yoktur. Bu durumu şöyle de örneklendirebiliriz:

Aylık net maaşı 4000 TL olan bir memur her ay maaşından tasarruf ettiği tutarı herhangi bir finans kurumuna yatırıyor. Bir müddet sonra meblağ çoğalırsa bu tutarı ek beyanla beyan etmek zorunda mıdır? Elbette hayır. Çünkü, bu tutar ani bir artış olmadığı için mal varlığında önemli bir değişiklik değildir ve ek beyana gerek da yoktur.

Ayrıca, idare bunun da beyan edilmesini istiyorsa ilgili memuru uyarır ve beyan edilmesini talep eder. Şayet bir ay içerisinde beyanda bulunulmazsa o zaman adli ve idari süreci başlatır.

    Çarpıcı başka bir örnek

Seçimler Nedeniyle bir genel müdür görevinden istifa etti ve aday adayı oldu. Daha sonra da milletvekili adayı oldu. Ancak, seçilemediği için tekrar görevine 
dönmek istedi. İlgililer baktılar ki göreve tekrar dönmek isteyen genel müdür seçim nedeniyle görevinden ayrıldığı halde bir ay içerisinde beyanname vermemiş. 

    Bu durumda ilgili genel müdür hakkında disiplin işlemleri yapılarak süresinde mal beyanında bulunmadığı için kademe ilerlemesinin durdurulması cezası 
verilerek genel müdür olarak atanması engellenecek mi?

İşte bu örnek dahi konunun nasıl bir boyutunun olduğunu göstermektedir. 

İşte idarelerin masum memurların üzerlerine gitme yerine mevzuatın tanıdığı hakkı yerine getirerek süresinde mal beyanında bulunmayan memura bir aylık süre verilmeli ve sonucuna göre işlem yapılmalıdır. Yazımızın başında yer verilen masum memura ceza verilerek aday memur olduğu için görevine son mu verilmeli yoksa Yönetmelikte yer verilen hüküm işletilerek bir aylık süre mi verilmelidir?

Süresinde mal bildiriminde bulunmama ile İlgili teftiş raporu

Bu konuyla ilgili olarak Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı Teftiş Kurulu Başkanlığınca hazırlanarak Gümrük Müsteşarına sunulan 03.05.2010 tarihli raporda önemli hususlara yer verilerek konu bütün detaylarıyla açıklanmaya çalışılmıştır.

Hazırlanan raporda şu tespitler yer almıştır:

“657 sayılı Yasanın yukarıda belirtilen 125/D-j maddesinde bahsedilen mal bildiriminde bulunulmasını gerektiren durum ve süreler belirlenmiştir.

Durum böyle iken, örneğin mal varlığında 3628 sayılı Yasanın 5. Maddesinde tarif edildiği şekilde önemli bir değişiklik olan memur, buna ilişkin mal bildirimini 
değişiklik olduğu tarihten itibaren bir ay içerisinde vermez veya unutur ya da bu bildirimi süresini geçirdikten sonra verir ise hakkında hangi disiplin cezası 
uygulanmalıdır?

Bu gibi durumlarda gecikmeli olarak mal bildirimi verilse dahi, belirlenen durum ve sürelerde bildiriminde bulunulmadığı gerekçesiyle 657 sayılı Yasanın 125/D- j Maddesi uyarınca kademe ilerlemesinin durdurulması cezası, birçok idarece tereddütsüz olarak uygulanmaktadır. 

Bu nedenle memur, mal varlığında değişiklik olduğundan bir ay içerisinde mal bildirimi vermeyi unutmuş ise telaşa kapılmakta, bir ayı geçirdikten sonra iyi 
niyetli olarak mal bildirimi verse dahi ceza alacağını bildiği için bundan sonra da mal bildirimi verememektedir. Hatta çoğu zaman mal bildirini vermeyi 
unuttuğu amirlerince de bilindiği halde, uygulanacak olan cezanın ağırlığı nedeniyle olay bilmezden gelinmekte, devamlı suçluluk psikolojisi içerisinde olan memurun, disiplin cezası zamanaşımı olan 2 yıl içerisinde idarenin durumu öğrenmek zorunda kalmamasını umut etmekten başka çaresi kalmamaktadır.

Sadece basit bir dikkatsizlik ve ihmalden kaynaklaman bu fiile uygulanan kademe ilerlemesinin durdurulması cezası, kanımızca ağır bir ceza olup, 
fiil ile orantılı değildir ve mal bildirimine ilişkin daha önceki uygulamalar ve yasal düzenlemeler ile uyum göstermemektedir.

2871 sayılı Yasada; olağan olarak mal bildirimi verilmesi gereken durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunulmaz ise hangi idari yolun izleneceği ve 
ilgiliye hangi disiplin cezasının verileceği konusunda 5440 sayılı Yasadan farklı olarak açık bir düzenlemeye ver verilmemiştir. 

  Bu nedenle, 657 sayılı Yasanın 125/D-j maddesinde tanımlanan ve esasen bir inceleme ve soruşturma nedeniyle kendisinden mal bildirimi istendiği halde 
bu bildirim vermeyen veya eksik veren memur hakkında, “belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmadığı”gerekçesiyle uygulanacak olan kademe 
ilerlemesinin durdurulması cezasının, olağan durumlarda mal bildiriminde bulunmadığı anlaşılan memurlara da uygulanıp uygulanmayacağı hususu tartışmalı hale gelmiştir.

Ancak konu ile ilgili olarak mülga 4237 ve 5440 sayılı Yasalar ile halen yürürlükte olan 657 sayılı Yasanın özüne bakıldığında; söz konusu cezaya sadece, 2871 sayılı Yasanın 9 uncu maddesi uyarınca hakkında yapılacak inceleme ve soruşturmaya istinaden kendisinden mal bildiriminde bulunması istenmesine karşın, zorunlu sebepler olmaksızın bu bildirimde bulunmayanların muhatap olacağı anlaşılacaktır. Zira aksi takdirde, basit bir dikkatsizlik nedeniyle mal varlığındaki değişiklikten itibaren bir ay içinde bildirimde bulunmayan ile kendisinden bildirimde bulunması istenmesine rağmen bu süre içerisinde kasten 
bildirimde bulunmayan veya eksik bildirimde bulunana aynı disiplin cezasının uygulanması söz konusu olacaktır. Bu durum, ceza hukukunun temel ilkeleri 
ile de çelişmektedir.

Söz konusu tartışmalı durum, 2871 sayılı Yasayı yürürlükten kaldıran 3628 sayılı Yasada kanaatimizce açıklığa kavuşturulmuştur.

1990 tarihinde yürürlüğe giren 3628 sayılı Yasanın 10. maddesinin birinci fıkrasında; aynı Yasanın 6. maddesinde belirtilen sürelerde, yani inceleme ve 
soruşturmadan kaynaklanmayan olağan durumlarda mal bildiriminde bulunmayana, bildirimlerin verileceği mercilerce ihtarda bulunulacağını, ihtarın kendisine tebliğinden itibaren otuz gün içinde mazeretsiz olarak bildirimde bulunmayana ise üç aya kadar hapis cezası verileceğini belirtmektedir.

10. Maddesinin ikinci fıkrasında, soruşturma ile ilgili olarak verilen süre zarfında mal bildiriminde bulunmayana da üç aydan bir yıla kadar hapis cezası verileceği 
ayrıca düzenlenmiştir. Soruşturma nedeniyle mal bildiriminde bulunması istenenin, bu bildirimi yedi gün içinde vermesi zorunludur.

Buradan da anlaşılacağı üzere; bir ihbar, inceleme veya soruşturmadan kaynaklanmamakla birlikte 6 ncı madde uyarınca mal bildiriminde bulunma yükümlülüğünü yerine getirmediği anlaşılan memur, öncelikle ihtar edilmekte ve 30 günlük ek süre içerisinde bildirimde bulunması istenmektedir. Belirtilen otuz günlük ek süre içerisinde bildirimde bulunan memur hakkında, daha önceden süresi içerisinde mal bildiriminde bulunmadığı gerekçesiyle yapılması gereken başkaca bir işleme ihtiyaç yoktur. Ancak memurun, davranışlarında daha dikkatli olması, ödev ve sorumluluklarını zamanında yerine getirmesi bakımından uyarılmasının önünde herhangi bir engel bulunmamaktadır.

Eğer memur belirtilen otuz günlük ek süre içerisinde kasten bildirimde bulunmaz ise, bu durumda açıkça bir disiplin suçunun işlendiğini ve buna karşılık olarak 
uygulanması gereken disiplin cezasının da 657 sayılı Yasanın 125/D-j maddesi uyarınca kademe ilerlemesinin durdurulması cezası olacağını kabul etmek gerekecektir.

Soruşturma nedeniyle istenen mal bildiriminin verilen yedi günlük süre içerisinde kasten verilmemesi halinin de yine aynı şekilde kademe ilerlemesinin  durdurulması cezası ile cezalandırılması uygun olacaktır.

Dikkat edileceği üzere 3628 sayılı Yasa'da, olağan durumlarda verilmesi gereken bildirimin verilmediğinin idarece anlaşılması hali bakımından bir zaman sınırı 
getirilmemiştir. Yani idare bu durumun farkına vardığı andan itibaren memuru ihtar etme ve 30 günlük ek süre içerisinde mal bildiriminde bulunmasını isteme 
hakkına sahiptir. Dolayısıyla kademe ilerlemesinin durdurulması cezası verilebilmesi nin zaman aşımı olan iki yıllık süre, örneğin mal varlığındaki önemli değişikliğin meydana geldiği tarihten değil, eğer ihtaren verilen 30 günlük sürenin sonunda bildirimde bulunulmamış ise bu tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır.

Belirtilen dönemlerde yenileme yapılmamasının; idarece yapılacak karşılaştırmalar sırasında daha önceden verilmiş olan mal bildirimlerinin bir arada görülmesini zorlaştırmak dışında bir sakıncası olamayacağından, örneğin 2010 yılı Şubat ayı sonuna kadar mal bildirimini yenilemeyen memura kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının verilebilmesi de kanaatimizce mümkün görünmemektedir.

Düşüncemize göre hiçbir ayrım yapılmaksızın yenileme dahil günümüzde mal bildirimi verilmeyen her durum için idarece 657 sayılı Yasanın 125/D-j 
maddesi uyarınca kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının uygulanması; öncelikle buna ilişkin, 1965 tarihli Devlet Memurları Kanununda yer alan 
düzenlemede atıfta bulunulan Yasanın, 1990 tarihinde yürürlüğe giren 3628 sayılı Yasa değil 1942 tarihli ve 4237 sayılı Yasa olmasından kaynaklanmaktadır. 

Anılan disiplin cezası 3628 sayılı Yasa değil, 4237 sayılı Yasa hükümlerinin ihlali halinde uygulanmak üzere düzenlenmiştir. Ancak 4237 sayılı Yasanın 1983 
yılında yürürlükten kalkması ve yerine gelen diğer yasalarda durumu açıklayan düzenlemelere yer verilmemiş olması, bahsedilen yanlış uygulamanın günümüze kadar gelmesinde en etkili faktör olmuştur.

Sonuç olarak; mal bildirimi verilmemesi halinde uygulanacak disiplin cezalarının, açıklamaya çalıştığımız kriterler dikkate alınarak belirlenmesi durumunda, 
hem 1942 yılından itibaren ortaya konulmuş olan yasa koyucunun iradesine uygun olarak aynı ve benzer fiillerin aynı ve benzer cezalar ile cezalandırılması 
sağlanmış hem de kanımızca yanlış olan günümüzdeki uygulamanın memurlar üzerindeki olumsuz etkileri giderilmiş olacaktır.”

Görüleceği üzere, mezkur rapor konuyu detaylı bir şekilde özetlemiştir. 
Aksi takdirde kamuda ceza almayacak memur kalmayacaktır. 

Basit ihmaller veya farklı yorumlar nedeniyle memurlara disiplin cezası vermenin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Şayet memur mal varlığındaki artışı izah edemeyecek durumda ise kimsenin söyleyecek bir sözü olamaz. Sonuç olarak memurların geleceğini karartmanın doğru olmadığını ve kimseye bir yararı olmayacağını ifade etmek isteriz. 

Bu konunun sıkıntılarını giderecek kurum ise Devlet Personel Başkanlığıdır. Çıkaracağı bir tebliğle mal beyanıyla ilgili sıkıntılı konuları açıklığa kavuşturarak 
kurumların memur avcılığının önüne geçebilir.

Memurlar.Net - Özel



***


MİLLET VEKİLİ YEMİNİ.. ÖNCESİ ve SONRASI.. MAL VARLIĞI BEYANI, BÖLÜM 2

MİLLET VEKİLİ YEMİNİ.. ÖNCESİ ve SONRASI.. MAL VARLIĞI BEYANI, BÖLÜM 2


ATATÜRK' ün Sivas kongresi Öncesi, Sonrası gelişmelerden alıntılar..


Kongre, 4 Eylül 1919 günü davet sahibi olması sebebiyle Mustafa Kemal Paşa’nın açış konuşmasıyla başladı. Bu konuşma Mustafa Kemal Paşa’nın mevcut siyasi duruma hakimiyetini ortaya koymaktadır. Başkanlığın sırayla üstlenilmesi talebi yapılan oylama sonucunda reddedildi. Divan teşekkülünde Mustafa Kemal Paşa oy birliğiyle başkanlığa Bekir Sami ve Rauf Beyler Başkan yardımcılıklarına seçilirler. 

Daha önce oluşturulan Hazırlık Encümenin (Komisyon) kaleme aldığı ve ittihatçılık suçlamasının önüne geçmek için kongre delegelerinin okumaları teklifiyle bir yemin metni hazırlanmıştı. 

Bu Metinde : 

“Makam-ı celil-i hilafet ve saltanata, islamiyete, devlete, millete ve memlekete 
manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek her türlü ihtirasat-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azm-ü iman ile çalışacağıma ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına çalışmayacağı ma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah” ifadeleri vardı.

 Bu yemin Metnine evvela Mustafa Kemal Paşa karşı çıkar. Metin münakaşa edilerek aşağıdaki şekli alır : 

“Makam-ı celil-i hilafet ve saltanata, İslâmiyete, devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığına binaen kongrenin müzakeresi devamı müddetince ihtirasat-ı şahsiye ve siyasiyeden ve fırkacılık amalinden münezzeh bir azim ve iman ile çalışacağıma ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihyasına  çalışmayacağıma namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billah” 

Bu günki,  YEMİN METNİ.,,

Milletvekillerinin Yemin Metninde ne yazıyor?

   ...Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; 
Hukukun üstünlüğüne, Demokratik ve Lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; 
Toplumun huzur ve refahı, Millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin İnsan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması Ülküsünden ve Anayasa'ya Sadakatten ayrılmayacağıma; Büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.

..... İli Milletvekili...

****

MAL BEYANI..


Mal Beyanına dair tüm detaylar...

Memurların bilmesi gereken bazı konular vardır ki iş işten geçtikten sonra bunları öğrenmenin maliyeti oldukça fazla olabilmektedir. Birçok memurun disiplin cezasına maruz kaldığı konulardan birisi de süresinde verilmeyen mal beyanıdır.

Kamu görevlileri belirli zamanlarda mal bildiriminde bulunmak zorunda olup, bildiriminde bulunulması gereken süreler, hangi malların beyana tabi olduğu ve hangi tutardaki mal varlığındaki artış ve azalışların bildirime konu edileceği hususlarında tereddütler yaşanmakta ve birçok memurun geleceği basit hatalardan dolayı kararabilmekte dir. Genel beyan döneminde kurumlar memurlara bazı hatırlatmalarda bulunmakla birlikte, ek mal beyanıyla ilgili olarak memurların ne zaman ve hangi durumlarda ek mal beyanı vereceğini bilememesi ve gözden kaçırması halinde de alacağı disiplin cezası nedeniyle geleceği kararabilmekte dir. Yaklaşık 3 milyonluk bir kitleyi ilgilendiren bu konuyu biraz daha derinleştirecek ve memurların sıkıntı yaşamaması için bazı önerilerde bulunacağız.

Mal beyanında bulunmanın hukuki dayanağı

Mal Beyanında bulunmanın hukuki dayanağı, 3628 sayılı “Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu” ile bu Kanuna dayanılarak çıkarılan Mal Bildiriminde Bulunulması Hakkında Yönetmeliktir.

Bu çerçevede, Rüşvet ve yolsuzluklarla mücadele amacıyla hazırlanan Kanun; kapsamında yer alan kişilerin mal bildiriminde bulunmasını, bildirimlerin yenilenmesini, mal edinmelerin denetimiyle, haksız mal edinme veya gerçeğe aykırı bildirimde bulunma hallerinde uygulanacak yaptırımları düzenlemiştir. Kanunun uygulanmasını göstermek amacıyla yürürlüğe konulan Yönetmelik ise mal beyanıyla ilgili detay bilgileri içermektedir.

Kanun, mal bildiriminde bulunması gerekenleri tek tek saymış ve kamu kurum ve kuruluşlarında işçi sayılmayan kamu çalışanlarının da mal bildiriminde bulunacağını hüküm altına almıştır.

Kimler mal bildiriminde bulunmak zorundadır?

Aşağıda sayılanlar mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar:

a) Her türlü seçimle iş başına gelen kamu görevlileri ve dışarıdan atanan Bakanlar Kurulu üyeleri (Muhtarlar ve İhtiyar heyeti üyeleri hariç).

b) Noterler.

c) Türk Hava Kurumunun genel yönetim ve merkez denetleme kurulu üyeleri ile genel merkez teşkilatında ve Türk Kuşu Genel Müdürlüğünde, Türkiye Kızılay Derneğinin merkez kurullarında ve Genel Müdürlük teşkilatında görev alanlar ve bunların şube başkanları.

d) Genel ve katma bütçeli daireler, il özel idareleri, belediyeler ve bunlara bağlı kuruluş veya alt kuruluşlarda, kamu iktisadi teşebbüsleri (iktisadi devlet teşekkülleri ve kamu iktisadi kuruluşları) ile bunlara bağlı müessese, bağlı ortaklık ve işletmelerde, özel kanunlarla veya özel kanunların verdiği yetkiye dayanılarak kurulan ve kamu hizmeti gören kurum ve kuruluşlar ile bunların alt kuruluşlarında veya komisyonlarında aylık, ücret ve ödenek almak suretiyle kamu hizmeti gören memurları, işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri ile yönetim ve denetim kurulu üyeleri.

e) Kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarında görevli olanlar ile bunların yönetim ve denetim kurulu üyeleri (5590 sayılı Kanuna göre kurulan oda ve borsaların oda ve borsa meclisi ile yönetim kurulu üyeleri dahil).

f) Siyasi parti genel başkanları, vakıfların idare organlarında görev alanlar, kooperatiflerin ve birliklerinin başkanları, yönetim kurulu üyeleri ve genel müdürleri, yeminli mali müşavirler, kamuya yararlı dernek yönetici ve deneticileri.

g) Gazete sahibi gerçek kişiler ile gazete sahibi şirketlerin yönetim ve denetim kurulu üyeleri, sorumlu müdürleri, başyazarları ve fıkra yazarları.

h) Özel kanunlarına göre mal bildiriminde bulunmak zorunda olanlar (konfederasyon, sendika ve sendika şubesi başkan ve yöneticileri dahil).


Mal bildirimleri nereye verilir?

Mal Bildiriminin verileceği merciler şunlardır:

a) Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlar Kurulu üyeleri için, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı.

b) Kamu kurum ve kuruluşlarında görevli personel için, özlük işleri ile ilgili birimler.

c) Kurum, teşebbüs, teşekkül ve kuruluşların genel müdürleri ile yönetim ve denetim kurulu üyeleri için, ilgili bakanlıklar.

d) Yüksek mahkemelerin daire başkan ve üyeleri için, ilgili mahkemenin başkanı.

e) Noterler için Adalet Bakanlığı.

f) Diğer kurum ve kuruluşların memur ve hizmetlileri için, atamaya yetkili makamları.

g) Türk Hava Kurumu ile Türkiye Kızılay Derneğinde görev alanlar için, kurum ve dernek genel başkanlığı.

h) Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında görevli olanlar için, kurum başkanlığı; bunların yönetim ve denetim kurulu üyeleri için, ilgili bulundukları bakanlıklar.

i) Görevlerinden ayrılanlar için, bu görevlerinde iken bildirimlerini vermeleri gereken makam veya merci.

j) Siyasi parti genel başkanları için, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı.

k) Kooperatifler ve birliklerinin başkanları, yönetim kurulu üyeleri ve genel müdürleri için, kooperatiflerin ve birliklerinin denetimlerinin yapıldığı kuruluşlar.

l) Yeminli mali müşavirler için, Maliye ve Gümrük Bakanlığı.

m) Türk Hava Kurumunun, Türkiye Kızılay Derneğinin ve kamu yararına sayılan derneklerin genel yönetim ve merkez denetleme kurulu üyeleri için, İçişleri Bakanlığı; bunların şube başkanları için, bulundukları il valilikleri.

n) İl genel meclisi üyeleri için, ilgili valilikler, belediye meclisi üyeleri için, ilgili belediye başkanlıkları, belediye başkanları için, İçişleri Bakanlığı.

o) Mal bildirimi verecek son merciler için, kendi kuruluşlarının özlük işleri ile ilgili makam veya merci.

p) Gazete sahibi gerçek kişiler ile gazete sahibi şirketlerin yönetim ve denetim kurulu üyeleri, sorumlu müdürleri, başyazarları ve fıkra yazarları için, bulundukları yer en büyük mülki amirliği.

r) Vakıfların idare organlarında görev alanlar için, Vakıflar Genel Müdürlüğü.

Hediye ve Hibeleri beyan etmek zorunlu mudur?

Beyanname vermek zorunda olan kamu görevlileri, milletler arası protokol, mücamele veya nezaket kaideleri uyarınca veya diğer herhangi bir sebeple yabancı devletlerden, milletler arası kuruluşlardan, sair milletler arası hukuk tüzel kişiliklerinden, Türk uyruğunda olmayan herhangi bir gerçek veya tüzel kişi veya kuruluştan, aldıkları tarihteki değeri on aylık net asgari ücret toplamını aşan her hediye veya hibe niteliğindeki eşyayı, aldıkları tarihten itibaren bir ay içinde kendi kurumlarına teslim etmek zorundadırlar.

Ancak, yabancı devlet adamları ve milletler arası kuruluş temsilcileri tarafından verilen imzalı hatıra fotoğraflarının çerçeveleri bu madde hükümlerine dahil değildir.

Mal varlığındaki hangi tutardaki artışlarda mal bildirimi verilir?

Kamu görevlilerinin; eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait taşınmaz malları ile kendisine yapılan aylık net ödemenin 5(beş) katından fazla tutarlardaki malları (her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri), mal bildiriminin konusunu teşkil eder. Genel beyan döneminde gayrimenkuller için tutar önemli değildir. 

Bu husus çoğu zaman gözden kaçabilmekte dir.

Beş kat uygulaması kafa karıştırabilmektedir. Bu durumu bir örnekle açıklamak gerekirse; VHKİ kadrosunda görev yapan bir personel net olarak 1.800 TL maaş alıyorsa, 1.800 x 5 = 9.000 TL den fazla mal elde edinmesi ya da borçlanması halinde genel beyan döneminde beyan edilmeli veya genel beyan döneminden sonra da ek mal beyannamesi verme zorunluluğu vardır. Buradan şu ifadeyi rahatlıkla söyleyebiliriz. Memurun net olarak aldığı aylık, ek beyanname verip vermeyeceğini belirleyecektir. Kimi memur 10.000 TL tutarında mal elde ettiği için ek beyanname vermek zorunda olacak kimi memur ise 50.000 TL mal elde ettiği için ek beyanname verecektir. Bütün kamu görevlilerinin bu duruma dikkat etmeleri gerekmektedir.

Kendilerine aylık ödeme yapılmayanlar için ise, genel idare hizmetleri sınıfında birinci derecenin birinci kademesindeki şube müdürüne ödenen her türlü zam ve tazminatlar dahil net aylık tutar, 5 kat hesaplamasında esas alınır. (Maliye Bakanlığı tarafından 2013 yılı için belirlenen aylık tutar 3.058,06 TL'dir.)

Eşlerin kamu görevlisi olması halinde, kim beyanda bulunacak?

Eşlerin her ikisinin de mal bildiriminde bulunması gereken kişiler olmaları halinde, her eş ayrı ayrı mal bildiriminde bulunur ve bildirimlerde eşleri ile velayetleri altındaki çocuklarının mallarını da belirtirler.

Görevleri sebebiyle birden fazla mal bildiriminde bulunması gerekenler ise, sadece asli görevlerinden dolayı bir tek mal bildiriminde bulunurlar.

Hangi mallar beyannamede bildirilir?

Kamu görevlileri kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait mallardan aşağıda belirtilenleri bildirmek zorundadırlar. Memurla birlikte yaşayan ve velayet hakkı sona eren çocukların mal varlıklarını bildirmeye gerek yoktur.

Buna göre;

a-Taşınmaz mallar (Arsa ve Yapı Kooperatif hisseleri dahil),

b-Aylık net gelirlerinin 5 katından (aylık almayanlar ise 2013 yılı Ocak ayı belirlemelerine göre, 3.058,06.-TL'nin 5 katından) fazla değer ve tutardaki (her biri ayrı ayrı 5 kat);

1) Para ve para hükmündeki kıymetli kağıtlar,

2) Hisse senedi ve tahviller,

3) Altın ve mücevherat,

4) Her türlü kara, deniz ve hava taşıt araçları, traktör, biçer-döver, harman makinası ve diğer ziraat makinaları, inşaat ve iş makinaları, hayvanlar, koleksiyon ve ev eşyaları ile diğer taşınır mallar,

5) Haklar,

6) Alacaklar,

7) Borçlar,

8) Gelirler.

Bildirimlerde, Malların bildirim tarihindeki değerleri esas alınır.

Dikkat edileceği üzere, genel beyan döneminde taşınmaz mallar (arsa ve yapı kooperatif hisseleri dahil) için beyan edilecek tutarın önemi yoktur.

MİLLET VEKİLİ YEMİNİ.. ÖNCESİ ve SONRASI.. BÖLÜM 1

MİLLET VEKİLİ YEMİNİ.. ÖNCESİ ve SONRASI.. BÖLÜM 1


1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında Milletvekili Yemini


    Milletvekili yemin törenleri, 20 Ekim 1991 seçimlerine SHP çatısı altında...

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yarın yemin töreni yapılacak.

Milletvekili yemin törenleri, 20 Ekim 1991 seçimlerine SHP çatısı altında giren Leyla Zana'nın, 6 Kasım 1991'de yapılan yemin törenindeki sözlerinden beri "kazasız belasız" atlatılmaya çalışılan TBMM faaliyetleri arasına girmiş bulunuyor. 18 Nisan 1999 seçimlerinde Fazilet Partisi'nden İstanbul Milletvekili seçilen Merve Kavakçı 'nın başörtüsüyle milletvekili yemini etme girişimi üzerine yaşananlar da malum. 

Son olarak, BDP'nin desteklediği bağımsız milletvekilleri Anayasa'daki yemin metninin “şoven” bir anlayışı yansıttığını, bu metne sadık kalmayacaklarını açıkladılar. Bu açıklamalar, beklendiği üzere tartışma yarattı. Örneğin MHP'li Özcan Yeniçeri, 1980 darbesi öncesinde CHP hükümetinde Bayındırlık ve İskan Bakanlığı yapan Şerafettin Elçi'ye "Daha önce de etmediniz mi bu yemini" diye çıkıştı. Elçi, belli ki 1961 Anayasası'ndaki yemin metninin 1982 metni ile aynı olduğunu varsayan Yeniçeri'ye "O zaman halkın mutluluğu için yemin ediyorduk" dedi ve kayda değer bir yanıt alamadı.

Burada, Leyla Zana'nın 6 Kasım 1991'deki yemin törenindeki konuşmasına ilişkin olarak yaygın düşülen bir yanlışa işaret edelim. Zana'nın, ilk kez milletvekili seçildiği 1991 seçimlerinden sonra TBMM'de ettiği yemin Kürtçe değildi. Zana, yemin metnini Türkçe okuduktan sonra Kürtçe "Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum" dedi ve kıyamet ve kıyamet bu bölüm üzerine toptu. Zana’nın bu sözlerinden sonra ne dendiğini anlamamalarına rağmen milletvekillerinin önemli bir bölümü adeta çıldırmış, Leyla Zana ve arkadaşlarının 10 yıl sürecek cezaevi çilesi için geriye sayım başlamıştı...
Neyse, konumuz bu değil, konumuz milletvekili yemininin, cumhuriyetin kuruluşunun ardından bugüne kadar geçirdiği evrim.

1921 Anayasasında yemin yoktu

Toplam 23 maddeden oluşan 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk anayasasıdır. Zira cumhuriyetin ilanı yeni bir anayasa ile yapılmamış, 29 Ekim 1923'te, 1921 Anayasası'nın 1. maddesine "Türkiye Devletinin şekli Hükümeti Cumhuriyettir" ilavesinin yapılmasıyla yetinilmiştir. Kurtuluş Savaşı'nı yönetmek üzere toplanan Meclis'te kabul edilen 1921 Anayasası, olağanüstü gündem nedeniyle klasik metinlerdeki ayrımlara sahip olmayan, bu arada "milletvekili yemini" veya "andı" da içermeyen bir metindi.

'Vallahi sadakatten ayrılmayacağım'

Cumhuriyet döneminde yapılan ilk anayasa 20 Temmuz 1924 tarihini taşıyor. Milletvekili andı, ilk kez 1924'te anayasa metinlerine dahil oldu. Yemin metni, yine “ Teşkilâtı Esasiye Kanunu ” adını taşıyan 1924 Anayasası'nın " Vazifei Teşriiye", yani "Yasama Görevi" başlığını taşıyan ikinci faslında düzenleniyor, özel bir başlık taşımıyordu. 1924 Anayasası'nın milletvekili andını düzenleyen 16. maddesi şöyleydi:

MADDE 16 - Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar:
"Vatan ve Milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kaydü şart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmıyacağıma vallahi."

Arapça "tahlif" kelimesinin " and içirme, yemin ettirme " anlamına geldiğini not ederek devam edelim.

36 yıl yürürlükte kalarak Cumhuriyet tarihinin en uzun ömürlü anayasası olan 1924 Anayasası'ndaki bu yemin metni, 10 Nisan 1928’de bir kelimeden ibaret büyük bir değişiklik geçirdi. İçinden "vallahi" kelimesi çıkarılan metin, bu tarihte şöyle düzenlendi:

MADDE 16 -  Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar:
"Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kaydüşart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmıyacağıma namusum üzerine söz veririm."
Aynı tarihte, "Türkiye Devletinin dini, dini İslamdır" ifadesi ile din işlerini TBMM'nin görevleri arasında sayan hükmün de anayasadan çıkarıldığını not edelim. 

1961: Halkın mutluluğu için…

1924 Anayasası 27 Mayıs 1960 darbesiyle tarihe gömüldü. 1961 Anayasası'nda milletvekili yemini 77. Maddede düzenlendi. "And içme" başlığını taşıyan bu maddede de kısa bir metinle yetinildi. Birlikte okuyalım:

MADDE 77 - Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri görevlerine başlarken şöyle and içerler:

"Devletin Bağımsızlığını, Vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm."

1982'de Anayasası'nın tartışılan metni

Özgürlüklere karşı ideolojisi, " tekçi " saplantısı, bir anayasada bulunması asla gerekmeyen ayrıntılarla bunaltan uzunluğu ve berbat Türkçesiyle cumhuriyet tarihinin en kötü anayasası olan 1982 Anayasası'nın bu özellikleri yemin metninde de gözlenir.
Yürürlükteki anayasamızın "And içme" başlığını taşıyan 81. Maddesi, milletvekili yeminini şöyle belirliyor:

MADDE 81. – Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde and içerler:

“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

Danışma Meclisi: 1961'e bir şeyler ekledik

Görüldüğü üzere, 1924 ile 1961 anayasalarında özetle " Vatana, Millete, Cumhuriyete ve millet egemenliğine Sadakat " sözü ile yetinilen 
milletvekili yeminleri 12 Eylül 1980 darbesini yapanlar tarafından yeterli bulunmadı. 
1982 Anayasasının "Andiçme" başlığını taşıyan 81. Maddesinin gerekçesine ilişkin olarak iki resmi metin bulunuyor. 
Birincisi, anayasa taslağını hazırlayan Danışma Meclisi Anayasa Komisyonu'na, ikincisi darbeci generallerin oluşturduğu Milli Güvenlik Konseyi'ne bağlı Anayasa Komisyonu'na ait olan bu gerekçeleri peş peşe okuyalım. Danışma Meclisi komisyonunun gerekçesi aşağıdaki ifadeleri taşıyor. 

Metni, Türkçe hatalarıyla birlikte aynen aktarıyorum:

"Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyelerinin göreve başlarken yapacakları and 1961 Anayasasının 77'inci maddesindeki esaslar göz önünde tutularak bazı kavramlarla genişletilmiştir. Milletvekillerinin and içmede bunlara da bağlı kalmalarının göreve başlarken uygun olacağı düşünülmüş ve bu nedenle bölünmez bütünlük, toplum huzuru, milli dayanışma, sosyal adalet, insan haklarına ve temel özgürlüklerden yararlanması ülküsü, hukukun üstünlüğü prensibi and metnine dahil edilmiştir."

MGK: Atatürk İlkelerini ekledik

Şimdi de, madde metnine son şeklini veren generallere bağlı Anayasa Komisyonunun gerekçesini okuyalım:

" Danışma Meclisince kabul edilen andiçme kenar başlıklı 89'uncu maddede yer alan 'Atatürk inkılaplarına' sözcükleri Atatürk'ün benimsediği ve uyguladığı ilkelere de yer verilmek ve bu ilkelere bağlı kılınmayı sağlamak amacıyla 'Atatürk ilke ve inkılaplarına' şeklinde değiştirilmek suretiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin göreve başlarken yapacakları andiçmeye daha etkin bir anlam verilmiştir."

59 kelime, 11 bağlaç!

1924  ve 1961 metinlerinden hemen her alanda radikal bir şekilde ayrılan 1982 Anayasası’nda, milletvekili yemininde de “aşırı” bir üslup benimsendi. 
Temeli “söz vermek” gibi bir gönüllü eyleme dayanan and içmede bile toplumu ayrıştıran bir metin karşısındayız. 

Birbirine 11 adet “ve” bağlacı ve 7 virgül ile bağlanmış tam 59 kelimenin doldurulduğu tek cümlelik bu yemin, parlamentoya giren milletin kimi temsilcilerine “zorla” söz verdiren bir metin olarak yarın bir kez daha okunacak. 
O müstesna Türkçesiyle…

İhtimal çok sayıda Milletvekilini tek ayağı üzerine dikerek!.. 

7 Kasım 2016 Pazartesi

28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE - BECEREMEDİNİZ ARTIK BIRAKIN BÖLÜM 5

28 ŞUBAT SÜRECİ ÜZERİNE BÖLÜM 5







BECEREMEDİNİZ ARTIK BIRAKIN

Fethullah Gülen Hareketi ve Darbeler;
Fethullah Gülen ve Hareketinin 28 Şubat dönemindeki tavrı. 


26.03.2012 17:49



28 Şubat darbesinin yıl dönümü dolayısıyla bu ara en çok 28 Şubat’ın darbe olup olmadığı ve çeşitli kesimlerden kişi ve kurumların 28 Şubat dönemindeki duruşları tartışılmaktadır. 

   Şüphesiz her darbenin, hatta her yönetimin en az üç temel sacayağı vardır, olmalıdır. Bu üç sacayağı olmadan egemenlerin kendilerini güvende hissetmesinin mümkün olmadığını tarih bize açıkça gösteriyor. Kur’an bu üç sacayağını Firavun, Karun ve Bel’am’ın şahsında sembolize eder. Firavun yönetimi/gücü/askeri, Karun sermayeyi/parayı/medyayı ve Bel’am resmi dini/resmi dinin yönlendirdiği dini yapıları ve cemaatleri ifade eder.

28 Şubat’a bu açıdan bakıldığında darbecilerin bürokrat, asker, sermaye ve medya ayağının zaten dünden hazır olduğunu görmek mümkün. Bu konuda bir tartışma da yok nitekim. Tartışmanın yoğunlaştığı konu, dini bir yapı olan Fethullah Gülen ve hareketinin 28 Şubat dönemindeki tavrı.

Öncelikle şu tespiti yapmakta yarar görüyoruz. Fethullah Gülen veya onun konumunda olan bir insan, ne yapmalıdır ki, darbenin karşısında veya yanında olduğu anlaşılsın? Bize göre Gülen ya da onun konumunda olan herhangi birileri; verdikleri demeçlerle, yazdıkları yazılarla ve takındıkları tavırlarla saflarını belli ederler. Zira Gülen savcı veya hâkim değil ki darbecileri aklayan ve darbe karşıtlarını mahkûm edip hapse tıkayan bir hüküm versin. General veya paşa değil ki Sincan’da, Taksim’de tankları yürütüp darbe karşıtlarına gözdağı versin ve darbecilere sadakatini ilan etsin. Aynı şekilde yüksek rütbeli bir bürokrat, bakan veya başbakan değil ki darbe kararlarının altına imza atıp tez elden uygulanması için birimlerine göndersin. Fethullah Gülen görüş ve tavırlarıyla bir halk kitlesini yönlendiren, sevk ve idare eden bir din adamıdır. Bu nedenle ancak Fethullah Gülen’in yazılarına, demeçlerine, fetvalarına ve tavırlarına bakarak, darbeden yana mı yoksa darbe karşıtı mı olduğu anlaşılabilir.

Tıpkı medya mensuplarında olduğu gibi. Darbe yanlısı bir medya mensubu darbecinin işini kolaylaştıracak manşetler atar, yazılar yazar ve bu uğurda yalakalıktan, yalandan ve iftiradan da geri durmaz. Bu şekilde darbe yandaşlığını ve darbecilere sadakatini ispat etmiş olur. Kısacası siyasetçiler imzaları veya istifalarıyla, gazeteciler manşetleri ve yazılarıyla, din adamları da fetvaları ve açıklamalarıyla darbenin karşısında veya yanında olduklarını gösterirler. Öyleyse biz de Fethullah Gülen ve hareketinin 28 Şubat darbesine karşı tutumunu incelemeye, irdelemeye ve tartışmaya çalışacağız. Bunu yaparken de Gülen ve hareketine ne iftira atacağız ne de onları kayırıp söylediklerini görmezden geleceğiz. Kendi açıklamalarından yola çıkarak fotoğrafı netleştirmeye çalışacağız. Düsturumuz da şu ayetler olacaktır:

“Ey müminler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa suresi 4/135).

“Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz sizi ona karşı adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide suresi 5/8).

Gülen ve hareketinin 28 Şubat duruşu ile ilgili birkaç görüşten söz etmek mümkün.


***

1- Fethullah Gülen hareketine mensup veya yakın kimseler Gülen’in 28 Şubat darbesi dâhil hiçbir darbeyi desteklemediğini, darbelere olumlu bakmadığını; aksine bütün darbelere karşı olduğunu, hatta 28 Şubat darbesinin en mağduru olduğunu söylemektedir.

Söz gelimi Gülen hareketine mensup biri, Gülen’in Erbakan hükümetinin karşısında durduğunu zımnen kabul edip durumu kurtarmak için hikmet arama ve tevil etme yoluna giderek zalimin zulmünü hafifletmek için Erbakan’a karşı durduğunu ifade ediyor:

“Hocaefendi’nin o günlerde verdiği bir röportajda, Erbakan’ın artık bırakması gerektiği yönündeki sözlerini kullanarak, sanki Fethullah Gülen 28 Şubatçılarla işbirliği yapmış gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar… Gülen’in o günkü tavrı, zalimlere karşı mücadele için zaman ve zemin şartları oluşuncaya kadar bir taktik olarak değerlendirilebilir.” (http://www.samanyoluhaber.com/yazar/abdullah-abdulkadiroglu/Fethullah-Gulen-uzerinden-28-Subati-sulandirma-operasyonu/736933/#ixzz1nwyfytKF)

Ali Ünal ise 03.07.2006 tarihli köşesinde Fethullah Gülen’in her türlü darbeye karşı olduğu iddiasını şu sözlerle dillendiriyor:

“Demokrasi sınavından yüz akıyla çıkmışçasına soruyorlar: 28 Şubat’ta ordu yanlısı bir tavır takınan Gülen, neden şimdi Şemdinli ve birbiri peşi sıra patlak veren çeteler hadisesinde özgürlükçü bir tavır ortaya koyuyor? Oysa bu iki tavır arasında Hocaefendi açısından hiçbir çelişkinin olmadığı apaçık. Darbelere her zaman karşı olmuş bulunan Hocaefendi, 28 Şubat’ta mevcut hükümetin darbe sebebi teşkil edeceğini gördüğü için, muhtemel bir darbenin önlenmesi maksadıyla hükümetin çekilmesini istedi. O, darbelere her zaman karşı oldu ama orduya karşı olmadı ve hiçbir zaman Atabeyler, Sauna ve yargının mahkûm ettiği Şemdinli tipi oluşumlara da destek vermedi. 28 Şubat’ta mevcut hükümetin hangi maksatla çekilmesini istemişse, şimdi de aynı maksatla çetelere karşı çıkıyor.”(Ali Ünal, Zaman Gazetesi, 03.07.2006, http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=299766 )

Zaman Gazetesi yazarı Bülent Korucu savunmayı bir adım daha ileri taşıyarak 28 Şubat darbesinin asıl hedefinin Gülen ve hareketi olduğunu ifade ediyor:

“… Sürecin bence birinci hedefi Hocaefendi ve camiasıydı…” 

(http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1253435)

Aslında Ekrem Dumanlı da 05.03.2012 tarihli yazısında bir darbenin gerçekleşebilmesi için belli sacayaklarına ihtiyaç olduğunu vurguluyor, ancak sadece asker ve medya ayağını dile getiriyor:

“Darbelerin faturasını sadece askerlere çıkarmak haksızlıktır… Sultan Abdülaziz’in şahadetinden beri bütün darbelerde dış destek söz konusudur mesela… Askerden çok askerci birtakım adamların kışkırtmaları her darbe çalışmasının temel motivasyon unsurlarından biridir. Tabii ki bir de medya! Hepsi de medya desteğiyle gerçekleştirildi. Hiçbir darbe yoktur ki medya desteği olamadan teşebbüs edilebilsin. Darbe dönemlerindeki asker-medya ilişkisinin en keskin örnekleriyle gün yüzüne çıktığı, en pervasız hadise 28 Şubat’tır.” (http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1254672)

Tabi Ekrem Dumanlı, darbelere medya desteğinin şart olduğunu söylerken kendi medyalarının bütün darbelerden yana tavır takındığını atlıyor. Bununla da yetinmiyor. Fethullah Gülen’in 28 Şubat’ın en mağduru olduğunu iddia ediyor. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Sözümüzün havada kalmaması için detaya inmeden peş peşe birkaç örnek vereceğiz. Ardından konuyu kapsamlı bir şekilde ele alacağız.

- 12 Eylül darbesinden 15 ay önce Sızıntı dergisinin 5. sayısında “Asker” isimli makalesinde Fethullah Gülen, hem askere övgüler yağdırıyor hem darbeye davetiye çıkarıyor hem de askere selam çakarak şu sözlerle bitiriyor yazısını: “Tuğa selam, sancağa selam ve onu tutan yüce başa binlerce selam…” (Yüce başın, darbenin komutanı Kenan Evren olduğunu hatırlatmak isteriz!)

- Darbenin bir ay sonrasında ise yine Sızıntı dergisinin Ekim sayısında “Son Karakol” adlı makalesinde darbeye alkış tutuyor ve darbecileri imdada yetişmiş Hızır’a benzeterek “…Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” diyerek darbeye biatını ilan ediyor.





- Zaman Gazetesi, 28 Şubat darbe konseyinin seçti(rdi)ği darbe hükümetini “Hayırlı Olsun” manşetiyle karşılıyor ve daha birinci günden hayra(!) yoruyor:



- Hüseyin Gülerce, 29 Şubat 2000 tarihli köşesinde 28 Şubat’ın her anlamda hayırlı olduğunu utanmadan ve çekinmeden deklare ediyor:

“Şimdi biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir hengâmede 28 Şubat her iki bakımdan da yararlı oldu.

Hem içte ve dışta rahatlama sağlayacak olumlu değişimi hızlandırdı, hem de samimi, mazbut büyük İslami çoğunluk ile İslam adını lekeleyen, kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı.

Hem ‘Siyasal İslam’ diyenlerin gözü açıldı, hem milletimizin gözü açıldı…28 Şubat’ın bir faydası daha oldu.

‘İslami kesim’in mantalitesi ve ufukları değişti… ‘İslami kesim’ artık şunu anladı. Din, siyasete alet edilmemeli… Hoşgörü olmadan bir yere varılamaz. Fürüatlara takılarak tebliğde imrendirici olunamaz. 28 Şubat sürecine bir de bu açıdan bakılmalı.” (http://arsiv.zaman.com.tr/2000/02/29/yazarlar/11.html)

Hüseyin Gülerce’nin bu sözleri üzerine biz de aşağıya 2002 Kasım seçimlerinden sadece bir hafta önce Zaman Gazetesi’nin dini ve ahlaki açıdan yayımlamakta beis görmediği, CHP’nin İslam’a hakaret dolu reklamını aşağıya alıntılıyoruz. Bu ibretlik resme bakarak; ‘İslam’ın adını lekeleyen’in kim olduğunu, dini hem siyasetlerine hem çıkarlarına hem de korkularına kimin alet ettiğini, ‘hoşgörülü’ olayım derken kimin dinle adeta alay edip ‘horgördüğü’nü, ‘furuata’ takılmamaktan kastın ‘dini ölçüleri hiçe saymak mı olduğunu?’ okuyucular kendileri takdir etsin.





“Çağdışı yönetim”den, “yüzünü geriye çevirmek”ten ve “geriye dönmek”ten kastın İslam olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Adama sormazlar mı: Ey Zaman Gazetesi yetkilileri, siz bu reklamı hangi İslami, insani, vicdani ilkeye dayanarak yayımladınız. Sizin kendinize, kendi tabanınıza bile saygınız yok mu? Siz bu reklamı tersinden herhangi bir kartel medyasında yayımlatabilir misiniz? Yoksa size “Yok kardeşim, biz daha ölmedik, o kadar da olmaz, bizim ‘laiklik’ diye bir ilkemiz var; bu ilkemizi çiğneyemeyiz.” denir ve geri mi çevrilirsiniz? İşte sayın Gülerce ‘furuat’ ilkesi(zliği), adamı bu hale getirir.

2- İslamcı olmayanlar arasında birkaç elin parmağını geçmeyecek sayıda az bir kesim ise Fethullah Gülen’in 28 Şubat’a alkış tuttuğunu ifade etmektedir. Gülay Göktürk ve Ruşen Çakır gibi.

3- İslamcı kesimin geneline gelince. Aslında Fethullah Gülen ve hareketinin darbecilerle aynı safta durduğuna, sadece kendilerini ve yapılarını kurtarmanın derdinde olduklarına, bunun için de ne yapmak gerekiyorsa yaptıklarına, kime sığınmak gerekiyorsa sığındıklarına ve bu uğurda hiçbir insani ve İslami ilkeyi umursamadıklarına inanıyorlar. Fakat bunu dillendirmiyorlar. Ya çekindikleri için dillendirmiyorlar ya da tıpkı Gülen hareketinin darbe dönemlerinde güttüğü mantığı güdüyorlar. Ortak düşman var, konjonktür gereği, maslahat icabı vs.

Oysa biz; söz konusu kim olursa olsun vicdandan, dürüstlükten ve adaletten şaşmamak gerektiğini düşünüyoruz. İster en yakınlarımız aleyhinde olsun isterse düşmanlarımız lehinde olsun. Bir Müslüman olarak ölçümüz yukarıdaki ayetler olmalı.

Biz bu makalede daha çok birinci gruba yönelik olarak Fethullah Gülen’in 28 Şubat darbesine karşı tutumu ile genel olarak darbecilere ve askere bakışını ele alıp tartışacağız.

28 ŞUBAT DARBESİ VE FETHULLAH GÜLEN

28 Şubat Kararları Ne Darbedir Ne de Muhtıra, Bilakis Tavsiyenamedir

Son birkaç yılda 28 Şubat söz konusu olduğunda Gülen medyası konjonktüre uygun olarak “28 Şubat postmodern darbesi”, “28 Şubat darbesi” veya “28 Şubat askeri müdahalesi” kavramlarını kullanmakta beis görmemektedir. Oysa Fethullah Gülen, 28 Şubat sonrası kendisiyle yapılan röportajlarda 28 Şubat kararlarına değil darbe, muhtıra dahi denemeyeceğini açık ve net bir şekilde ifade ediyor. 28 Şubat’ın en fazla bir tavsiyename olduğunu söyledikten sonra bunun ‘Milli Güvenlik Kurulu Sosyal Mutabakat Metni’ şeklinde algılanması gerektiğinin ısrarla altını çizip 28 Şubat’a muhtıra demenin askeri suçlamak olacağını vurguluyor:

“…Dış yapısı itibariyle kararlara bakılınca bir muhtıra şeklinde de yorumlayabilir bazıları. Ben şahsen öyle yorumlamak istemiyorum. Öyle yorumlamamak için de bazı sebepler var. Bunun kitaplardaki yerini aramaktan ziyade 12 Mart muhtırasına muhatap olan insanlardan biri olarak yaşadım, gördüm. Muhtıra muhtıraydı. Doğrudan doğruya devletin dışında, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dışında, Bakanlar kurulunun dışında, devlete tavsiye şeklinde değil, doğrudan doğruya bazı şeyler gönderdiler ki, devlet tecrübesi olan Cumhurbaşkanı devleti devretti. Bu millet, avam halk bile muhtıranın ne olduğunu gördü.

Oysa burada belli ölçüde Milli Güvenlik Kuruluyla, Dâhiliye Vekili ve Hariciyeden insanlar var. Devletin başındaki insan başbakan var. Oturuyorlar bunlar aralarında konuşuyorlar, Türkiye’nin bir krize doğru kaydığını müzakere ediyorlar. Bazı aşılmaz problemler ve ileriye matuf endişe verici bazı şeylerin söz konusu olduğu kararına varılıyor ve sonrasında ortaya bir tavsiyename çıkıyor. Bir tavsiyename diyoruz. Bu tavsiyenameye orda herkes imza atıyor, bir ikisi de sonra atıyor. İmzayı geciktirmede kendi açılarından bir mülahazaları olabilir… Burada tavır koymadan daha ziyade, Jan Jaqoues Rousseou mülahazasıyla yaklaşacak olursak Güvenlik Kurulu İçtimai Mukavelesi denebilirdi. Yakışıksız bir şey oldu ama karşılıklı oturup bazı şeyleri görüşmüşler ve mukaveleye imza atılmış.

Bu mukavelede ele alınan tavsiye kararlarını bu açıdan ben şahsen muhtıra şekliyle algılanmasını telif edemiyorum. Niçin bu işin üzerinde bu yorumlarla duruluyor, askeriye muhtıra verdi diye suçlanıyor? Ben bunu yanlış buluyorum.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)

28 Şubat Kararları İçtihattır ve İçtihat Edenler de Düşüncelerinde Masumdurlar

Yine aynı dönemde MGK kararlarını dayatanların sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini, bu nedenle yaptıklarından dolayı masum olduklarını, hatta bu kararlara içtihat mantığıyla da yaklaşılabileceğini, isabet ettilerse iki sevap etmedilerse bir sevap alacaklarını ifade ediyor Gülen:

“ Soru: MGK kararlarının siyasetteki yeri nedir sizce?

Cevap: … Mesela şimdi onlar da şöyle düşünüyorlarsa, biz burada milli güvenlik, milletimizin güvenliğini şayet koruma mevkiinde bulunuyorsak ister gerçekten öyle olsun ister bizim içtihatlarımıza, algılamalarımıza göre şu gelişmelerde rejim için şayet bir tehlike ise bizim sorumluluğumuz altındadır bunlara müdahale etmek. Müdahale etmediğimiz zaman tarih önünde suçlu oluruz mülahazasıyla hareket ediliyorsa meseleyi böyle algılıyorsa bana göre onlar masumdurlar. Eğer işin içinde bir hata varsa bu içtihat hatasıdır. Hatta fakihlerin mülahazasıyla da yaklaşılabilir, içtihattaki hatalar bir sevap kazandırır, isabet olursa iki sevap kazandırır mülahazası.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)

28 Şubatla Uçurumdan Geriye Dönülmüştür

“Fakat tıpkı bir kangren olmuştu… Buna neşter vurma manasında bir şey yapıldı. Birdenbire böyle kaoslu bir durumdan, nizama, intizama, ahenge geçilmesi elbette pek mümkün değil. Fakat şu anda bir uçurumdan geriye dönülmüştür. Dilerim inşallah, birileri çıkıp içinden zor sıyrıldığımız o fasit dairenin içine milleti bir daha çekmez.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)

Asker Anayasanın Gereğini Yapıyor Üstelik Sivillerden de Daha Demokrattır

Fethullah Gülen, askerlerin anti demokrat olmadıklarını, anayasanın gereğini yaptıklarını, çok mantıklı davrandıklarını, hatta sivillerden daha demokrat olduklarını sözü hiç dolandırmadan apaçık ifade ediyor:

“… Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki antidemokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Biraz evvel arz ettiğim mülahazalar açısından herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde. Fakat çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan…” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)

Asker MGK’da İnsaflı ve Demokratik Bir Tavır Takındı

Aşağıdaki mülakatında görüldüğü gibi Fethullah Gülen 28 Şubat kararlarından sadece bir ay sonra askerin tavrını şiddetle savunuyor. ‘Eğer kötü niyetli olsalardı oturup da meseleyi altı saat boyunca konuşmazlardı, yumruğu masaya vurup bu iş böyle olacak der, çıkarlardı.’ diyor. Bu nedenle askerin çok yumuşak ve insaflı davrandığını, anti demokratik yollara başvurmadığını ısrarla vurguluyor Fethullah Gülen.

“Askeriye gerçi gücü temsil ediyor. Gücün temsil edildiği yerde mantık, muhakeme tam kıvamına da ulaşmayabilir. İsteselerdi orada bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup orada meseleyi altı saat müzakere etmezlerdi.

Demek ki, devlet başkanının huzurunda meseleye çok yumuşak ve insaflıca yaklaştılar. Orada bir kısım tavsiye kararlarını ortaya koydular. Bu süre içinde tatbikini devlete bıraktılar. Yani demokratik yollardan problemler çözülsün istediler. Antidemokratik mücadelelere başvurmayı düşünmediler. Ben bunu böyle algılıyorum.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)

MGK Anayasal Bir Kurumdur ve Anayasanın Gereğini Yapıyor

Gülen; MGK’nın gökten zembille inmediğini, anayasal bir kurum olduğunu, kanun dışı bir iş yapmadığını ve yaptıklarının anayasanın bir gereği olduğunu çok net söylüyor:

“Fakat şurası da bir gerçek ki milli güvenliğin hali hazırdaki konumu anayasal bazı esaslara dayandırılmıştır. Milli Güvenlik Kurulu her şeyi aşarak, kanunları aşarak, parlamentoyu aşarak, anayasayı aşarak kendi kendine o konuma yükselmemiş, oraya gelip oturmamış ve millete karar yağdırmıyor yani, anayasal bir müessesedir. Anayasal bir müessese, anayasanın gerektirdiği yerde kendi konumunun gerektirdiği şeyleri yerine getirmeyi düşünür.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)

Burada daha ilginç olan bir başka nokta ise; 1998’de Fethullah Gülen’in onural başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından kendisine “hoşgörü ödülü” verilmek istenen ancak kendisinin reddettiği dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Fethullah Gülen’in bu demecinden sadece 22 gün önce (25 Mart 1997) MGK kararlarıyla ilgili olarak ilk kez konuştuğunda neredeyse aynı ifadeleri kullanıyordu: “MGK anayasal bir kuruluştur. Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken kararlardır.” Bu bir tesadüf müdür yoksa ağız birliği midir? Takdir okuyucunun!

Askeri Darbeler Kimi Zaman Gereklidir

Fethullah Gülen, Ali Ünal’ın veya diğerlerinin iddia ettiği gibi darbelere karşı olmadığını, darbeleri büsbütün reddetmemek gerektiğini, darbelerin çok da isabetsiz olmadığını yoruma mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Üstelik ülke olarak mevcut iyi halimizi(!) bile 12 Eylül darbesine borçlu olduğumuzu söylemekten çekinmemektedir:

“Ama bazı durumlar olmuştur ki askeri müdahalelerin neşter vurması söz konusu olmayınca belki o kangren bertaraf edilememiş, o kanser aşılamamıştır. Türkiye’yi 12 Mart muhtırasına götüren dönemleri biliyorum. O dönemde gadre uğrayanlardan birisiyim. 12 Eylül dönemini de çok iyi biliyorum. Devlet memuruydum, vazu nasihat ediyordum. Herkes belli bir hevesin zebunu Türkiye’yi bir yerlere çekmek istiyorlardı. Ve çekilmişte olabilirdi 12 Eylül’de. Türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. Ve şimdi biz Asya’daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük Rusya’nın vesayetinde bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askerî müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün bütün isabetsizdir demek doğru değildir ama acaba demokrasi içinde askeri güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? Terörü bertaraf edemez miydi? Bunları geleceğin sosyologları, felsefî tarihçileri değerlendirecek, hükümlerini verecek, yanlış iş yapanları efkar-ı ammede mahkum edecekler. Tarih de mahkûm edecek onları. O bakımdan o hususlara girmek istemiyorum.” 

(İnter Star TV / 6 Temmuz 1995)

‘Asker Muhtıra Verdi’ deyip Askerin Günahına Girmeyin

Fethullah Gülen 28 Şubat’ta askerin muhtıra verdiğini söylemenin askerin günahına girmek olacağını, görünürde böyle bir şey olmadığını, ihtimaller üzerinden ise konuşmamak gerektiğini söylemektedir:

“Fakat insanların müzmeratına (günahına) girerek onları bir şeye mahkûm etmek doğru değildir. Muhtemellere hüküm bina etmek suizan kapısını açar. Ve muhtemellerle mahkûm edilmedik insan kalmaz. Bu açıdan buna muhtıra denmez. Muhtıra bir gücün başka bir tarafta iş yaptırması, birine karşı açıktan açığa bu yapılsın şeklinde tavır koymasıdır.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)

Darbeler Hep Kötü Niyetli Olmamıştır Fakat Darbecilik Bir Uzmanlık Alanıdır

Fethullah Gülen darbelerin her zaman kötü niyetle yapılmadığını, darbenin kimi zaman bir gereklilik olduğunu, fakat herkesin darbe yapma becerisi olmadığını, bunun bir uzmanlık alanı olduğunu, ancak zamanının ve zemininin iyi hesaplanması gerektiğini şu sözlerle ifade ediyor:

“Darbeciler hep su-i niyetli (art niyetli) olmamışlardır. Güzel şeyler olmuştur. Fakat darbede çok önemli kayıplar da olmuştur. Bunların başında demokrasi inkıtaa uğramıştır. Bir sürü tecrübe, birikim heba olmuştur. O ölçüde tecrübe ve birikime sahip olmayan insanlar başkalarından beslenmek, sistemi çürütmek hevesine sahip olmuşlar. Oysa ki bu da bir uzmanlık sahasıdır. O açıdan darbe tam bir çözüm değildir. Darbe, çaresizlikte hekimin neşteri gibi, komplikasyonları da nazar-ı itibara alınarak yapılan bir mualecedir (tedavidir), Arap atasözü vardır. ‘Dağlama en son çaredir.’ Bütün mualeceler kullanılır, en son demir kızdırılır, basarlar. Bu bir yönüyle kader-denk noktasında bir değerlendirmedir. Bu götürebilir de, yerinde bırakabilir de.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)

Askerden Yana Hiç Endişeniz Olmasın

28 Şubat kararlarından bir ay sonra Gülen, Türk milletinin asker millet olduğunu, askerin ve askerliğin bütün benliğimizi kuşattığını, bu nedenle askeri bağrımıza basmamız gerektiğini ve askerden yana hiçbir endişeye kapılmamak gerektiğini şu sözlerle açıklıyor:

“Türk milleti asker bir millettir. O kadar askerle bütünleşmiştir ki, yeri geldiğince Malazgirt’ten Çanakkale’ye, Çanakkale’den Kıbrıs’a uzanan çizgide askerlik vak’ası bütün şuuraltımızı etkilemiştir. Bugün de Güneydoğu’da seve seve canlarını vererek şehid düşen askerlerimiz vardır. Bunlar milletimizin askere olan manevi bağlarının ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Kim ne derse desin asker millet, askerini sever, bağrına basar ve o asker ocağına peygamber ocağı nazarıyla bakar. Kimsenin hiç endişesi olmasın.” (Samanyolu TV / Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle / 29.03.1997)

Asker Hiçbir Zaman Dindarlara Karşı Olmamıştır

Gülen; askerin hiçbir zaman dine ve dindarlara karşı olmadığını, bu konuda askeri oyuna getirmek isteyenlere karşı askerin çok uyanık ve bilinçli olduğunu, kendisinin askere inancının ve güveninin tam olduğunu ve hayatı boyunca askerin dine karşı olmadığını göstermek için çabaladığını açık açık söylemektedir:

“Soru: Orduya sızmaya çalıştığınız iddialarına cevabınız ne olacak?

Cevap: Hayatımda hiçbir zaman orduya ters, ordu aleyhinde ve ordunun kabûllerine aykırı bir faaliyetim olmamış ki, orduyu faaliyetlerime engel görerek, ona sızmaya çalışayım. Asıl, Din’in her türlü tezahürüne karşı çıkıp, lâikliği ve Atatürkçülüğü dinsizlik şeklinde takdim edip, kendi emelleri istikametinde kullanmak isteyenler, ordunun lâiklik ve Atatürkçülük konusundaki hassasiyetini istismarla, onu bu ülkenin dindar ve vatansever evlâdlarına karşı kışkırtmaya çalışıyorlar. Ordu, ilki bizzat ordunun komutanını, genelkurmay başkanını müebbed hapse mahkûm edecek bir cunta hareketi olarak, Cumhuriyet tarihinde üç defa idareye müdahalede bulunmuş, fakat her müdahale sonrasında hiçbir zaman Din ve dindarlar aleyhinde, kendisini Din aleyhinde kışkırtanların istekleri istikametinde bir uygulamada bulunmamıştır. Asıl tehlike, ordu ile bağrından çıktığı milletimizi ve onun mukaddeslerini karşı karşıya getirme çalışmalarındadır. Ordunun bunun şuurunda olduğuna inancım tamdır.” (Aksiyon / 6 Haziran 1998 / Sayı 183)

“Ordumuzu bu milletin varlık ve bekasının her zaman en birinci şartı saymış benim gibi bir insan için, bu tür müessif hadiselerden daha kahredici bir şey olamaz. Ordu, bu milletin dinine, inancına, asli değerlerine karşı gibi gösterilmek istenmektedir. Bu tür çalışmalara karşı zaman zaman düşüncelerimi ifade etmişimdir. Bu müessesenin dinin karşısında olmadığını göstermek ona karşı saygısızlıksa ne diyeceğimi bilemiyorum.” (Show TV / Reha Muhtar’la Ana Haber Bülteni / 22.06.1999)

Ben Kim Oluyorum Ki Orduya Karşı Geleyim

Fethullah Gülen ordu ile arasında bir gerginliğin olmadığını, kendisinin askeri çok sevdiğini, hatta asker olmak istediğini; eğer askerin bir rahatsızlığı söz konusu ise bunun askerden değil kendisinden kaynaklandığını, askerin laiklik ve cumhuriyet noktasında çok hassas olduğunu ve bu nokta da haksız sayılmadığını ifade ediyor:

“Bir kere orduyla aramızda bir gerginlik olduğunu kabul etmiyorum. Ben kim oluyorum ki böyle gaziler evladı şehitler namzedi bir orduyla arasında gerginliğe hak versin. Burada orduya karşı saygı duyuyorum derken de bazıları acaba mülahazası ne diye aklına gelebilir. Ama benim atalarım asker. Edirne’de Bulgara karşı savaşan Şükrü Paşa özbeöz benim dedem. Ailemde hep asker kahramanlıkları duydum. O kahramanlık yanının etkisiyle okuyup asker olayım diye düşünmüşümdür.

Askere karşı bir sevgim var. Bir rahatsızlık varsa o benim bazı tavırlarımdan kaynaklanmış olabilir. Ordu bazı konularda hassastır, duyarlıdır. Onlar da zamanın ve kendi bildiklerinin tesirlerinde bazı yorumlar yapıyorlardır. Onlar laiklik ve cumhuriyet gibi hassas konularda vazifeleri ve sorumlulukları gereği daha fazla hassas olma durumundadır. Bazı manipülasyonlar bu hassasiyete çarpınca böyle şeyler olabiliyor.” (Milliyet / Özcan Ercan’la Röportaj / 5 Nisan 1998)

Cumhurbaşkanı Demirel de Sorumluluğunun Bilincindedir

Görüldüğü gibi Fethullah Gülen MGK’nın üç sacayağından birini oluşturan askerin 28 Şubat’ta hiçbir kabahatinin olmadığını ifade etmekte ve her yaptığını onaylamaktadır. Diğer sacayağını oluşturan ve MGK’ya da başkanlık eden dönemin cumhurbaşkanının da sorumluluğunun bilincinde olduğunu ve ona güvendiğini ifade ederek bütün suçu, günahı ve kabahati diğer sacayağını oluşturan REFAHYOL hükümetine yıkmaktadır:

“… Ben Türk toplumuna tavsiyede bulunma durumunda, konumunda değilim, ama düz bir vatandaş olarak hislerimi ifade etmede de bir beis görmüyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız bu mevzuda kendi sorumluluklarının şuurundadır. Zannediyorum dengeye çok hizmetleri olacaktır.” (Kanal D / Yalçın Doğan’a Verdiği Mülâkat / 16.04.1997)

Darbenin Genelkurmay Başkanı Karadayı’ya Hoşgörü Ödülü

Fethullah Gülen hareketi, kendisini kurtarmak için ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir o dönemde. Darbecilerin gözüne gireceğim, onların hışmından kurtulacağım diye; darbe yapmış silahlı bir yapının başındaki isme hoşgörü (!) ödülü vermeye kalkıyor. Fakat Gülen hareketin onurunu(!), yine darbeci generalin kendisi hoşgörü ödülü teklifini reddederek kurtarıyor:

“Kaya, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’ya, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Yılın Hoşgörü Ödülü’nü vermek istediğini de Çevik Bir’e söyledi. Bu talep de reddedildi.” (Nazlı Ilıcak; Her Taşın Altında “The Cemaat” Mi Var?; sf. 154)

Darbenin Komutanı Almadı Ödülü, O Zaman Başkomutana Verelim

Darbenin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın hoşgörü ödülü teklifini reddetse de Gülen hareketinin o müthiş azmini (!) kırmaya muvaffak olamaz. Madem darbenin komutanı ödülümüzü kabul etmedi, biz de bu ödülü Başkomutana vermezsek namerdiz, derler ve başarılı da olurlar. Başkomutan Demirel, toplantıya katılmakla ve ödülü almakla marjinal (!) düşüncelere bir mesaj vermiş oluyormuş, engin tecrübeleriyle birlik mesajı veriyormuş ve burada sarf ettiği sözler özel anlam taşıyormuş:

“Sayın Cumhurbaşkanı da teşrifleriyle bunun altını çizdi. Kamu vicdanına mutabık davrandı ve milletin sesine tercümanlık yaparak cumhurun reisi olduğunu bir kere daha fiilen gösterdi. ‘Ülkemde yaşayan kim olursa olsun, kuzeylisi, doğulusu, batılısı hangi etnik köken, inanç ve mezhepten olursa olsun hepinizi kucaklıyorum’ sözü marjinal düşüncelere bir cevap niteliği taşıyordu. Engin tecrübeleriyle huzursuzlukları aşmasını bilen Cumhurbaşkanımız uzlaşmaya devletin de taraf olduğunun altını tekrar tekrar çizmiş oldular. Cumhurbaşkanımız, ‘İbret dolu, ders dolu bir geceydi. Bu plaketi ülkenin bölünmez bütünlüğüne, Türk milletinin mutluluğuna verilmiş sayıyorum. Çünkü ben Türk devletini, milletin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum’ sözleri özel bir anlam taşıyordu.” (Zaman Gazetesi; 27.12.1997; http://tr.fgulen.com/content/view/2599/11/)

Koskoca(!) Gülen hareketinin bir kurumu olan koskoca(!) Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından, darbeden yeni çıkmış koskoca(!) Türkiye Cumhuriyeti’nin koskoca(!) Cumhurbaşkanı’na koskoca(!) hoşgörü ödülü verilecekse; bu ödülü elbette ve mutlaka koskoca(!) Fethullah Gülen Hocaefendi(!) verecektir. Bu sözler mealen Zaman Gazetesi ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na ait. Doğrusu bize de sorulsaydı, biz de Fethullah Gülen’den başkasını layık görmezdik böyle bir şerefe(!):

“Demirel’e şükran plaketini Fethullah Gülen Hocaefendi’nin takdim etmesi?

Bir yerde Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanına bir ödül verilecek, bu ödül de uzlaşı ve hoşgörü eksenli olacak ve Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de orada bulunacak. Sayın Cumhurbaşkanına başka kim takdim edebilirdi ki bu ödülü.” (Zaman Gazetesi; 27.12.1997; http://tr.fgulen.com/content/view/2599/11/)

MGK Sekreteri ve Hava Kuvvetleri Komutanı İle Yunanistan’a Atatürk Lisesi

28 Şubat darbesinin en vahşi ve kasvetli yüzünü gösterdiği 1998 yılında İslami çevrelerin kimisine operasyon üstüne operasyon yapılıyor, kimisi çok zorlu şartlarda direnişe ve mücadeleye devam ediyor, kimisi de dağılan parçalarını toplamaya ve ayakta kalmaya çabalıyor. İşte milli görüşçüsünden hak yolcusuna, tarikatçısından radikal İslamcısına kadar bütün İslami kesimlerin yok edilmeye çalışıldığı bir ortamda; Fethullah Gülen, MGK’nın Genel Sekreteri – ki sonradan BÇG’nin beyni konumunda olan Hava Kuvvetleri Komutanı da olacak – ile irtibata geçip Yunanistan’a “Atatürk Lisesi” açmanın derdiyle yanıp tutuşuyor:

“Soru: Yunanistan’da okul meselesi nedir?

Cevap: Konuyu şimdiki Hava Kuvvetleri Komutanımız İlhan Kılıç Paşa biliyor. O zaman MGK Genel Sekreteriydi kendisi. Patrik hazretleriyle bir görüşme yapmam söz konusu olmuştu, kendisinin Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için siyasiler nezdindeki girişimlere destek vermemi isteyeceğini biliyordum. Ortodoks dünyasının din görevlilerinin Türkiye’de eğitim görmeleri vicdanen de, siyaseten de doğruydu bana göre. Karşılık olarak Selanik’te Atatürk adına bir lise açılmasına izin verilmesini sağlamasını istemeyi düşündüm. Bu düşüncemi Kılıç Paşa’ya ilettim, yerinde bulmaları üzerine Patrik Hazretlerine yansıttım. Ama netice alınamadı.” (Radikal / Avni Özgürel’le röportaj / 21 Haziran 1998 / http://tr.fgulen.com/content/view/3742/5/)

Fethullah Gülen’den Çevik Bir’e İçeriği Zillet Dolu Mektup

Bu konunun içeriğine geçmeden önce Yıldıray Oğur’un 05.03.2012 tarihli “28 Şubat’ın Çevik Paşası Bir’in İsrail Aşkı” başlıklı yazısının okunmasını tavsiye ederiz. Tabi Yıldıray Oğur’a da ‘Çevik Bir’le ilgili her şeyi yazdın da neden Gülen’in ona yazdığı mektuba değinmedin?’ diye sormak gerekir. Zira bu mektubu kartel medyasından herhangi biri yazsaydı, hem liberallerin hem de muhafazakâr dindar kesimlerin haklı olarak dilinden hiç düşmezdi. Fakat bu mektubu yazan Fethullah Gülen olunca görmezden geliniyor, görülse bile tevil ediliyor, hayra yoruluyor, taktik deniyor, başka çare yoktu deniyor vs.

Fethullah Gülen daha mektubun girişinde Çevik Bir’e, övgü üst sınırını da aşarak bize göre zilletten başka bir sözcükle ifade edilemeyecek methiyeler diziyor ve Bir’in yüksek hoşgörüsüne (!) şöyle sığınıyor:

“Genel Kurmayımızın çok değerli ikinci Başkanı

Sayın Komutanım

Son günlerde medyamızda yeniden gündeme gelen ve yanlışlıkla ismimle birlikte anılan okullarla ilgili olarak, şu birkaç satırla huzurlarınızı işgal edeceğim için yüksek af ve hoşgörünüze sığınıyorum…

Değerli Komutanım, Kahraman ordumuzun şerefli bir mensubu ve en yüksek rütbede bir komutanı olarak takdir buyuracağınız üzere… ” 

( http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ekim/16/dizi.html )

Mektubun devamında Gülen kurdukları okulların Türkiye Cumhuriyeti’nin laik yapısına aykırı bir faaliyette bulunmadığını, okulların da Türkiye adına lobi faaliyeti yapmaktan başka bir amaç gütmediğini, bu okulların zaten devlete ait olduğunu, fakat yine de istedikleri zaman okulları devlete devredebileceklerini, kendilerinin de ne zaman isterlerse okulları şereflendirip teftiş edebileceklerini çok uysal(!), efendi(!) ve nazik(!) bir üslupla dile getiriyor:

“Tamamen Türk eğitim sistemine bağlı olarak faaliyet gösteren bu okullarda eğer, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik, bağımsız ve sosyal bir hukuk devleti özelliğinin aksine bir faaliyet varsa, devletimizden önce ben, bu okulların açılmasını teşvik etmiş bir olarak kapatılmalarını teşvik ederim… Bununla birlikte, devletimiz, zaten kendisinin olan bu okulları dilediği zaman devralabilir. Kaldı ki, bu okullar zaten devletimizin olduğu için, böyle bir devirden söz etmek bile abestir…

Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama vazifesini deruhte etmiş (üstlenmiş) şanlı ve kahraman ordumuzun seçkin ve şerefli bir mensubu ve Genel Kurmayımız’ın İkinci Başkanı olarak, ne zaman, nerede ve ne şekilde arzu buyurursanız bu okulları şereflendirebilir ve her türlü teftişi yapabilirsiniz… ” (http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ekim/16/dizi.html)

Bu mektubu okuduğunda insan sormadan edemiyor. Biz Çevik Bir’i bir general olarak bilirdik. Ne zamandan beri Milli Eğitim Bakanı, siyasetçi, hükümet temsilcisi veya eğitimden sorumlu bürokrat oldu. Bilen varsa söylesin Allah aşkına. Teslimiyetçi politikalar izleyerek okulları devlete teslim etme girişimi ayrı bir konu. Bize göre de okullar zaten devletin, hem de derin devletin himayesinde gelişmiştir. Nitekim birçok yerde Gülen MİT’in okulları desteklediğini söylüyor. Ayrıca Özal ve Demirel gibi devletin tepesindeki birçok ismin okullara kefil olup destek mektupları yazdıklarını biliyoruz. Fakat tuhaf olan durum şu ki eğitimle ilgili bir meselede Gülen neden Başbakan’a veya Milli Eğitim Bakanı’na değil de Genelkurmay ikinci başkanına, darbenin ve BÇG’nin mimarlarından birine başvuruyor. Nazlı Ilıcak’ın aktardığına göre Çevik Bir de bu teklifi Milli Eğitim Bakanı’na götürmeleri gerektiği cevabını vermiş nitekim:

“O görüşmede Kaya, Bir’e, ‘Gülen’in, okulları, Milli Eğitim Bakanlığı’na devretmeye hazır olduğunu’ söyledi. Çevik Bir, Kaya’ya, ‘Bunun yeri burası değil, Milli Eğitim Bakanlığı’na gideceksiniz’ cevabını verdi.” (Nazlı Ilıcak; Her Taşın Altında “The Cemaat” Mi Var?; sf. 154)

Şimdi “Gülen’in bu davranışı, siyasi muhatapları hiçe sayıp darbecileri gerçek siyasi muhatap kabul etmek ve hatta biat etmek anlamına gelir.” dersek; yanlış mı söylemiş oluruz, iftira mı atmış oluruz? BÇG’nin baş mimarlarından birini ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevine nail olmuş, üstelik şerefli(!) ve seçkin(! )’ olarak bize sunan Fethullah Gülen; nasıl olur da darbe karşıtı ve hatta darbe mağduru olur. Ali Bulaç, Ali Ünal ve diğerleri bizimle alay etmeden buna bir cevap vermeli.

“Madem öyle 28 Şubatın bir mağduru(!) olarak hâlâ ABD’de sürgünde(!) yaşadığı ve 1999’daki Gülen ve hareketine yönelik başlatılan kampanyalara ne demeli?” sorusuna aşağıda detaylı gireceğiz.

Gülen Çevik Bir’e olan hürmet, muhabbet ve teslimiyetinde hızını alamamış olacak ki; darbecinin bir mektupla vaktini meşgul ettiği için edepsizlik ettiğini, bunun için özür dilediğini beyan ediyor ve en derin saygılarla yeni yılda da (1998 yılı) Çevik Bir’e sıhhat ve afiyet diliyor:

“Böyle bir mektupla kıymetli vakitlerinizi işgal etme sû-i edebinde (edepsizliğinde) bulunduğum için tekrar özür diler, yeni yılda sıhhat ve afiyet dileklerimle birlikte, en derin saygılarımın kabûlünü arzederim efendim.
Fethullah Gülen” 

(http://yenisafak.com.tr/arsiv/2000/ekim/16/dizi.html)

Susurluk Olayı ile İlgili Gülen: Devletçilik ve Askere Olan Güven Sarsılmamalı

Fethullah Gülen 28 Şubat darbesinin bir ay sonrasında Samanyolu’ndaki mülakatında Susurluk olayına da değiniyor. Gülen devletin bir hatası söz konusuysa üzerine gidilmeli ancak devleti, devletçiliği delmemeli diyor ve askere, güvenlik güçlerine ve meclise olan güveni sarsmamalı, diye ekliyor:

“Susurluk meselesi bir ayıptır. Bunun üzerine gidilmeliydi. Fakat üzerine gidilirken aynı zamanda düşünülmeliydi. Devletin de içtihat hataları içinde bulunan bir hadiseyse, o hadise teşhir masasına yatırıldığında devleti, devletçiliği, devlet mülahazasını da delme söz konusu olabilirdi. Bu meselenin açıktan açığa yürütülmesi iyi bir devletçilik anlayışıyla telif edilebilir miydi?

Bunun temelinde bizim milli birliğimize, milli bütünlüğümüze devlet telakkimize eğer dokunacak bazı şeyler varsa, bu kapı aralanmamalıydı. O kapıdan girilince şayet askere olan güvenimiz sarsılacaksa, güvenlik kuvvetlerine olan güven sarsılacaksa, meclise olan güven sarsılacaksa, insanlara olan güven sarsılacaksa bunun üzerine biraz daha farklı bir yöntemle gidilmeli ve mesele çözülmeliydi.” (Samanyolu TV; 29.03.1997)

Medya Hem Savcı Hem Hâkim Gibi Davranmamalı

Bugün kendisinden olmayan her kişiyi, her davayı, daha işin başında savcıdan, hâkimden ve en önemlisi halktan ve haktan önce mahkûm edip idam sehpasına yerleştiren Gülen hareketi mensupları ve medyası; Susurluk olayında medyanın haddini bilmesi gerektiğini, bir savcı ve hâkim gibi olayların üzerine gidip devletin kurumlarını zedelememesi gerektiğini söylüyordu. Askerin çok vatanperver olduğunu ve onun böyle devleti sarsabilecek bir işe girişebileceğini sanmadığını, bu iddiayı çok basit gördüğünü de eklemeyi ihmal etmiyordu:

“Ta başından itibaren medyanın her şeyi apaçık en ince noktasına kadar deşeleyip, iddianamesine yerleştiren bir savcı gibi bu işin üzerine gitmesine hakkı var mıydı? İyi bir devletçilik mülahazası içinde bu tasvip edilen bir şey midir?

Suçlular ortaya çıkarılmalı ve ceza verilmeliydi. Medya savcı olmamalıydı, hâkim olmamalıydı.

Vatanperver insanların böyle önemsiz basit mülahazalardan dolayı devletin temelini sarsabilecek, devlet mülahazamızı delebilecek teşebbüslere gireceğine ihtimal vermek istemiyorum.” (Samanyolu TV; 29.03.1997)

FETHULLAH GÜLEN’İN REFAH PARTİSİ VE ERBAKAN HAZIMSIZLIĞI

Gülen ve hareketinin 30 yıldır hiç değişmeyen üç temel özelliği vardır: Birinci özelliği açığıyla gizlisiyle, deriniyle derin olmayanıyla devleti, askeri ve devletin tüm kurumlarını kutsaması, yüceltmesi ve onlara karşı teslimiyeti. Yani devletçiliği. İkincisi devletçiliğe paralel olarak hiçbir şekildi insani ve İslami sınırlar içinde değerlendirilmesi mümkün olmayan milliyetçiliği. Üçüncüsü hem Türkiye’deki hem dünyadaki İslami yapılara; özellikle tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi veren direniş örgütlerine ve İslami hareketlere karşı inanılmaz rahatsızlığı, hazımsızlığı, hatta kin ve nefreti. Öyle ki İslamcı hareketlere ve direniş örgütlerine Gülen’in bakışı ve duruşu ile ABD, NATO ve İsrail’in bakışı ve duruşu arasında tam bir paralellik söz konusudur.

Biz burada Fethullah Gülen’in kendi yapısının dışındaki tüm dini yapılara ve şahıslara karşı hazımsızlığını Refah Partisi ve Erbakan örneğinde tartışacağız.

Tam da bu konuda gözden kaçan bir nokta olduğunu düşünüyoruz. Gülen hareketinin en çok palazlandığı dönem; başta milli görüş hareketi ve başörtüsü mağdurları olmak üzere diğer tüm İslamcı yapıların devlet tarafından ezilmeye çalışıldığı döneme denk gelir. Kemalist rejimin ve derin devletin Gülen hareketine yönelik hiçbir girişimi olmamıştır demiyoruz. Ancak Gülen hareketine yönelik yapılan her türlü girişim; yine devletin başka derin unsurları tarafından engellenmiştir. Nitekim somut olarak Gülen hareketi, kayda değer bir zarar görmemiştir. Buradan böyle bir şeyi arzu ettiğimiz anlaşılmamalı. Sadece bir durum tespiti yapıyor ve bir realiteye işaret ediyoruz. Çünkü darbe süreçlerinde Gülen hareketinin izlediği yöntem; “Aman bizi bunlarla karıştırmayın, biz bunlardan farklıyız, biz devlet kutsal görürüz, askere muhabbet ve hürmetimizin sınırı yoktur.” şeklindeydi. Hatta “Egemenler nezdindeki meşruiyetini, kendisinin dışındaki Müslüman yapılar ve şahsiyetler aleyhindeki demeçleriyle sağlamıştır.” dersek, abartmış olmayız. Bu nedenle darbeci zihniyet, Gülen hareketinin önünü açarak diğer İslamcı, dini ve muhafazakâr yapılara karşı kullanmıştır. Bu noktada Ruşen Çakır’ın şu tespitleri kayda değerdir:

Devlet Milli Görüşe ve Diğer İslamcı Yapılara Karşı Gülen Hareketini Destekledi

“Ben Fethullah Gülen’in 28 Şubat’a desteğini ısrarla vurgulayan bir gazeteciyim. Çünkü o tarihte de bunun yanlış olduğunu söylemiş bir insanım. O tarihte de 28 Şubat’a karşı çıktım. Ben tek değilim, benim gibi çok isim var. Bu isimler bugün Gülen’in 28 Şubat’a desteğini eleştirmeye devam ediyorsa çok doğru davranıyorlardır. Ama 28 Şubat’ta Gülen Erbakan’ı eleştirdiğinde işte gerçek Müslüman budur diyenlerin bugün kalkıp Gülen Hareketine 28 Şubatı desteklemiştiniz ne konuşuyorsunuz demesi de ikiyüzlülük…

Gülen ilk çıktığında, Polat Rönesans otelinde ilk iftar yemeğini yaptığında medya dünyası neye uğradığını şaşırmıştı. Korkmuştu, tedirgin olmuştu. Ben o zaman Milliyet’te çalışıyordum. Ufuk Güldemir yöneticiydi. Biz tam sayfa 3 gün yayın yaptık. Daha sonra medyada İslam denilince ne kadar rahatsız olan insan varsa, medya yöneticileri Gülen hakkında övgü dolu yazılar yazdı. Onunla yemekler yiyip, yazılarında yazdılar. Merkez medya birden Gülen hareketini sahiplendi. Neden? Refah Partisi’nin yükselişini engellemek için, başka bir güçle bunu dengelemek için… Hatta önünü açtılar. Arşivler ortada. Refah’a kasetler ile vurulurken; Gülen hareketine anlayış gösterildi. Daha sonra 28 Şubatçılar Gülen’e de sırayı getirince, bir baktık, o güne dek yemek yiyenler, ‘kandırıldık’ diye yazmaya başladı. O meşhur kaset var ya…” (http://www.gazeteciler.com/gundem/gulen-kasedi-medya-mahallesini-karistirdi-48505h.html)

Bu arada şunu da belirtmek gerekir. Derin devletin hepsi birebir aynı kulvarda hareket eden tek tip bir yapı olmayabilir kimi zaman. Nitekim son ayda ortaya çıkan MİT ile emniyet/yargı krizini ve Kürt sorununun çözümüne yönelik güvenlikçi ve müzakereci yaklaşımları da bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Yani 28 Şubat döneminde derin devletin kimi unsurları; Fethullah Gülen ve hareketinin devletçi, milliyetçi, ılımlı ve teslimiyetçi yapısına dahi tahammül edememiş ve fırsatını bulmuşken tasfiye etmek istemiş olabilirler. Ancak bu; derin devletin siyasetiyle, askeriyle, medyasıyla ve yargısıyla Gülen hareketini tasfiye etmek istediği anlamına gelmez. Bu konuya aşağıda daha detaylı ve Gülen taraftarlarında alıntılar yaparak devam edeceğiz.



Fethullah Gülen: Beceremediniz, Artık Bırakın


Yukarıda bir cümleyle değinmiştik. Fethullah Gülen’in 28 Şubat darbesi döneminde Hürriyet Gazetesi’ne yukarıdaki “Beceremediniz Artık Bırakın” manşetini hediye ettiği Refah Partisi aleyhindeki demecini, Samanyolu haberden bir zevat (Nuray Canan Bezirgan ve Kevser Çakır aleyhinde terbiye ve ahlak sınırlarını aşarak, celladına âşık bir mahkum misali kaleme aldığı “Bir Siz Eksiktiniz” başlıklı yazısından dolayı; bu zevatın adını bile yazmak istemiyorum.); Fethullah Gülen’in bu demeci 28 Şubat kararları üzerinden iki ay geçtikten sonra verdiğini söylüyor ve ‘Zaten iş işten geçmiş ve olan olmuştu’ diye ekliyor. Bu nedenle Gülen’in o sözleri zalimlerin (Çevik Bir’in ne kadar zalim olduğu yukarıdaki mektuptan çok iyi anlaşılıyor!) darbesini onaylamak değil, zalimin zulmünü hafifletmek için söylediğini iddia ediyor:

“Hocaefendi’nin o günlerde verdiği bir röportajda, Erbakan’ın artık bırakması gerektiği yönündeki sözlerini kullanarak, sanki Fethullah Gülen 28 Şubatçılarla işbirliği yapmış gibi bir algı oluşturmaya çalışıyorlar. Ancak bu manipülasyonu yaparken, çok önemli bir gerçeği görmezden geliyorlar. Fethullah Gülen’in o sözü, 28 Şubat olup bittikten tam iki ay sonra söylenmiş bir söz.

Hocaefendi 28 Şubat olduktan sonra, inançlı insanlara karşı dozu artarak devam eden zulümleri durdurmak için, bir öngörü olarak, bu gidişatı ülkeye daha fazla zarar vermeyecek şekilde kapatmak gerektiğine işaret etmiştir. Gülen’in o günkü tavrı, zalimlere karşı mücadele için zaman ve zemin şartları oluşuncaya kadar bir taktik olarak değerlendirilebilir.” (http://www.samanyoluhaber.com/yazar/abdullah-abdulkadiroglu/Fethullah-Gulen-uzerinden-28-Subati-sulandirma-operasyonu/736933/#ixzz1oL9I2fw6)


Refah Partisi İktidar Olmamalı


Biz ise bu iddianın boş bir iddia olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki, Fethullah Gülen daha Refah Partisi’nin iktidar olmadığı 1995 yılında bile Refah’ın iktidar olmaması gerektiğini, zira buna hem içeriden hem de dışarıdan tepki olacağını ifade ediyor:

“Yıl 1995. Ankara’da Zaman Gazetesi’nin bürosunda bir grup gazeteci geniş bir salonda yan yana dizilmiş sandalyelere oturuyoruz. Fethullah Gülen o tarihte Zaman’ın Ankara Temsilcisi olan yazar Fehmi Koru ile birlikte içeri giriyor ve sohbet başlıyor.

Refah Partisi’ne karşı açıkça mesafe koyuyor Gülen. Ama mesafe koymasının gerekçesi ilginç: ‘Hem içderiden hem dışarıdan çok büyük baskı gelir, tepki olur, refah Partisi iktidar olmamalı.’ ” (İsmet Berkan; Radikal; 20.06.1999)

Bu içeriden ve dışarıdan rahatsız olanların kim olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Elbette ki içerdekiler kendilerini Kemalist rejimin sahibi ve koruyucusu olarak gören askerler, siyasetçiler, sermayedarlar ile kartel medyası; dışarıdakiler ise emperyalist NATO, İsrail ve ABD ittifakı.

Refah Partisinin Seçimlerden Bir Daha Güçlü Çıkmasını İstemiyorum

“ Seçimlerden RP’nin yine güçlü çıkacağı, eski siyasi şemaya dönüleceği fikrine katılıyor musunuz?

Çok katılmıyorum, katılmak da istemiyorum. Belli yerlerde bu işi planlayanlar arasında tablo çok değişti birdenbire. Bunlara dönülmez. İkinci mesele de, hani Refah oy alabilir mi? Refahlı dostlarımız rencide olabilirler, Refah’ın oyu yine yüzde 15'tir zannediyorum. Hatta o kadar bile yoktur. ‘Mağduren, manzulen bir kenara itildiler. Bu millet mağdurun yanında yerini alarak oy bakımından daha bir zenginleşmiş olarak karşımıza çıkacaklar’ şeklinde düşünmüyorum.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997)

6 CI BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR

****