26 Şubat 2021 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 3

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 3


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,


Nitekim, İngiltere başbakanı Lloyd George 1919’da şunları söylemişti: 
“Türkler ulus olmak bir yana bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali bile yoktur... Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır... Türkler, yüzyıllarca Avrupa’da kalmışlar ve Avrupa’nın başına daima dert açmışlardır. 
Hiçbir zaman Avrupalı olamamışlar, Avrupa uygarlığını benimsememişlerdir.” 22 
19 Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, daha önce Almanya’nın Paris’teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştı. 1971-1975 yıllarında “Ortadoğu Masası” şefi olduğu Ebenhausen Vakfı’nın Alman dış istihbarat örgütü BND’ye yakınlığı da bilinmektedir. 

Bugün Avrupa’da sözü dinlenen ve televizyon programlarına katılarak fikri sorulan bir Türkiye uzmanıdır. Bkz: Taner Bacinoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 06.07.1999. 
Fransız başbakanı Clemenceau’da aynı tarihlerde Türklerin yönetimde kabiliyetsiz bir millet olduğunu söylüyor; “Hıristiyanları asıp kesmiş, hâkim olduğu hiçbir yerde medeniyetin yeşermesine izin vermemiş bir ırktır” diyordu.23 Bu tarz düşünce ve zihniyetin bugün modern Avrupa’da hala devam ediyor olması düşündürücü ve ibret vericidir. Çünkü Türkiye’ye ağırlıklı olarak bu tarz algılamalarla bakan ve esasında Türklerin tarihi kimliğinden korkan AB ülkeleri için Türkiye aralarına hiçbir zaman al(a)mayacakları bir yabancı unsur ve güçlenmesi halinde de bir tehdit merkezidir. 

Burada üzerinde durulması gereken temel husus; senaryodaki nihai amacın, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel ilkelerin öne sürülerek süreç içerisinde egemenliğin Kürtlerle daha doğrusu PKK ile paylaşılmasının hedefleniyor olması şüphesidir. Bu noktada; bugün Türkiye başlıca sorun ithal eden bir ülke konumundadır ve sorunların çözümü de dışarıdan dayatılmakta dır.24 
Aslında Kürt Sorunu demek başlı başına bir sorun iken Türkiye’ye dışarıdan dayatılan ve içeride de uzantıları olan ABD ve AB destekli fonlarla da eş zamanlı işleyen, Kürt Sorunu, Ermeni Meselesi ve Ekümeniklik gibi temel saç ayakları olan süreçlerle yıpratılmaya çalışılıyor olmasıdır. 

Yani bu konu da; batılıların tarihi bir alışkanlığı olan önce bir sorun yaratmak, arkasından taviz alarak çözdürmeye çalışmak stratejisinin bir parçası olarak ele alınmalıdır. 

Kürt-Ermeni-Rum İşbirliği 

Tarihsel süreç içinde Türkiye, özellikle terör olaylarının sistematik olarak başlatıldığı 1984 yılından itibaren demokrasi ve insan hakları bağlamında da, uluslararası platformlarda haklı haksız ağır eleştirilere uğramış ve uluslararası ilişkileri olumsuz bir şekilde etkilenmişti.25 Diğer taraftan, Kürtçü gruplar ile Türkiye karşıtı Ermeni gruplar arasındaki işbirliği de 1980’lerin başında kuvvetlenmiş ve takip eden yıllarda gelişerek devam etmişti. Lübnan ve Batı başkentlerinde yapılan ortak toplantılar, ortak hareket tarzını şekillendirmişti. PKK terörü yükselirken Ermeni terörünün ‘uyku dönemi’ne girmesi de bu bağlamda tesadüf değildir.26 Nitekim, ASALA ve PKK temsilcileri 8 Nisan 1980 günü, Lübnan’ın Sayda (Sidon) kentinde, Filistin Kurtuluş Örgütü liderlerinden George Habbaş’a bağlı silahlı gerillaların koruması altında bir araya gelerek Türkiye’ye karşı Ortak Eylem Deklarasyonu yayımladılar27 ve bu doğrultuda hareket ettiler. 
Esasında stratejik açıdan, ASALA ile PKK arasında Marksist-Leninist yapıları, aynı gerekçelerle, aynı amacı paylaşıyor olmaları ve eş söylemler kullanmalarına ilaveten pek çok örtüşen yönleri de bulunmaktadır. Her iki örgüt de aynı yılda ve aynı yerde (1975, Lübnan) kurulmuş, kuruluş yılları ve sonraki aşamalarda aynı ülkelerde üslenmiş (Lübnan, Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, Suriye, Fransa) ve aynı ülkelerin örtülü ya da açık desteğini almışlardı. Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat’ın güdümündeki El Saika gerillaları, Abu Nidal ve George Habbaş üzerinden ASALA’ya aktarılan eğitim, istihbarat ve lojistik desteklerle barınma olanakları, ASALA’nın misyonunu yerine getirerek sahneden çekilmesi üzerine 
Suriye tarafından PKK’ya aktarılmış, bölücü örgütün lideri Öcalan, Şam’da güvence ve koruma altına alınmıştı. Öcalan ve PKK’nın, Lübnan’da Bekaa Vadisi’nde üslendiği yerler daha önce ASALA militanlarının eğitimlerinde kullanılan kamplardı. Bekaa Vadisi’ndeki ASALA kampları, PKK’nın sözde akademilerine dönüşürken, Suriye’de Hamuriah ve Kamışlı kampları da ASALA’dan sonra PKK’ya devredilmiş, Kıbrıs Rum Kesimi’nde Lisarides, Kipriyanu ve son olarak Papadopulas’un koruması altında Trodos Dağlarında eğitimlerini rahatlıkla sürdüren ASALA’nın yerini PKK almış ve nihayet Yunanistan’daki Larissa Kampı, PKK teröristlerinin Avrupa’ya sıçrama tahtası olarak kullanılmıştı.28 
Aralarındaki Türkiye karşıtı bu organik işbirliği, yardımlaşma ve dayanışmanın sayısız örnekleri mevcuttur. 
1990’lı yıllarda ise bu işbirliği ağırlıklı olarak kamuoyunu ve karar mekanizmalarını etkilemeye yönelik olarak çalışacaktır. Ortaklaşa düzenlenen protesto gösterileri, Avrupalı parlamenterlere gönderilen Türkiye karşıtı mektuplar ve diğer lobi faaliyetlerinde Rum-Ermeni-Kürt troykası ekseninde Türkiye karşıtı bloklaşma güçlenmiştir. 
Bu noktada, 1990’ların sonunda ayrılıkçı Kürtçü gruplar ile Türkiye karşıtı Ermeni gruplar arasındaki işbirliğinin en açık dışa vurumu, 1999 yılı yazında Londra’da düzenlenen Kürt ve Ermeni Soykırımı Konferansı olmuştur. Seminer Londra merkezli iki Kürtçü dernek olan Kürdistan’da Barış Kampanyası (Peace in Kurdistan Campaign), Birleşik Kürt Komitesi (United Kurdish Committee) ile British Committee for the Recognition of the Ar-menian Genocide (Ermeni Soykırımının Tanınması İçin İngiliz Komitesi) tarafından finanse edilmiş ve ortaklaşa olarak düzenlenmişti. Seminerin temel amacı, Osmanlı döneminde Ermeniler üzerinde etkisini gösteren sözde ‘soykırım’ politikalarının Cumhuriyet döneminde de devam ettiği ve bunun en son kurbanlarının Kürtler olduğu yönündeki iddialarıdır. 

Seminerde, sözde Ermeni soykırımını, Amerikan Michigan Üniversitesi’nden bir Ermeni akademisyen Ara Sarafian anlatmış, Cumhuriyet döneminde Osmanlı’nın sözde baskıcı, katliam yapıcı politikalarının Kemalist rejim tarafından Kürtlere karşı devam ettirildiği iddia edilmişti. Bunu savunan kişi Bedford’da bulunan bir İngiliz üniversitesi olan De Montford Üniversitesi’nden Desmond Fernandes’ti. Fernandes konuşmasında; ısrarla ‘Türkiye’de Kürt soykırımı’ (The Kurdish Genocide in Turkey) kavramını kullanıyordu.29 

Seminerin daha sonra yazılı hale getirilmiş metinlerinde bu kavramın semineri düzenleyenler tarafından daha sıklıkla kullanıldığı, altı çizilerek vurgulandığı ve bu seminerin bir kampanyanın parçası olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Seminerin katılımcı konumundaki diğer konuklarından ERNK’nın Avrupa Sözcüsü Mizgin Şen, seminer yöneticileri tarafından ‘Kürt Özgürlük Savaşçılarının Avrupa Temsilcisi’ olarak takdim edilmişti. 
Ayrıca, burada Türkiye karşıtı davaları alması ile tanınan İngiliz avukat Gareth Peirce ve diğer Kürtçü ve Türkiye karşıtı grupların temsilcilerinin olması da oldukça dikkat çekicidir. Aslında kamu diplomasisi yöntemlerinin kullanıldığı bu tür girişimlerdeki amacın bir boyutu da; Türkiye karşıtı Ermeni lobisinin iddialarında kendilerinin yalnız olmadığı, diğer halkları katletmenin Türklerin eski ve değişmez bir geleneği olduğunu kanıtlamaya çalışmalarıdır. 

Diğer bir deyişle, sözde Ermeni soykırımı iddialarına, bir de sözde Kürt soykırımı iddiasını ekleyip bu konuda uluslararası kamuoyunda propaganda yapma ve destek bulma gayreti içinde oldukları görülmektedir.30 

Parlamento Kararları Günümüzde Yaşananları Talep Ediyordu AB üyesi ülkelerde yürütülen bu tür faaliyetlerin yanı sıra Türkiye’nin üyesi olmaya çalıştığı AB’nin Parlamentosu ise, insan hakları ve demokrasi konusunu adeta Güneydoğu sorunu ile sınırlandırarak ısrarla Kürt vatandaşlarını, azınlık görmeye ve göstermeye çalışmaktadır. Tümüyle siyasi bir organ olan AP’nin herhangi bir ülkenin insan hakları alanındaki düzenleme ve uygulamalarına ilişkin değerlendirmelerinin hukuki değerinin olmadığı ve sübjektif nitelik taşıdığı iddia edilebilir. 

Ancak bağlayıcılığı olsun olmasın AP, hazırladığı raporlar, düzenlediği toplantılar, oturumlar ve aldığı kararlarla, Türkiye’yi devamlı suretle uluslararası platformlar da sabıkalı göstermeye çalışmakta, Kürtçülerin propagandalarını yapmakta ve diğer kurumları da benzer kararlar almaya zorlamaktadır. 

Burada sadece birkaçına değinilen kararlarda da görüleceği üzere PKK’nın ve onun siyasi uzantılarının AB’nin parlamentosu tarafından nasıl en üst düzeyde ve yasal kılıflarla koruma altına alındığı, binlerce insanın ölümünden sorumlu bir terör örgütünün taleplerinin, siyasi ve sosyal haklar olarak kabul gördüğü ve Türkiye’ye karşı dayatıldığı ele alınacaktır. Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı, millî kimliğini, bütünlük ve beraberliğini tehdit eden yaklaşımıyla31 aşağıdaki bazı kararlar konumuz açısından dikkat çekici ve günümüzde yaşananlar açısından anlamlıdır. 
AP’nin “Türk Hükümetine, PKK’ya ve diğer Kürt örgütlerine, Kürt konusuna şiddete dayanmayan ve siyasi bir çözüm bulmaları için ellerinden gelen tüm çabayı göstermeleri için çağrıda bulunur; PKK’ya şiddetten kaçınması çağrısını yapar; Türk Hükümetine ve Büyük Millet Meclisine, Güneydoğusundaki sokağa çıkma yasağının kaldırılması ve Kürt kökenli vatandaşlarının, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edildiği, buna saygı gösterildiği güvencesiyle, kendi kültürel kimliklerini açıklamalarına izin verecek yol ve araçları düşünmesi çağrısını yapar” (13.12.1995).32 
Bu karardan sonra devam eden yıllarda alınan kararlarda kullanılan dilin ve isteklerin aşamalı olarak sertleştiği görülecektir. Daha sonraki yıllarda AP’nin bu husustaki bazı kararları kronolojik olarak şöyle sıralanabilir: 
Avrupa Parlamentosu, “Türk vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik için barışçıl yollardan çaba gösterme haklarını tanır... PKK Başkanı tarafından tek taraflı olarak ateşkes ilan edilmesini memnuniyetle karşılar ve bunu 13 Aralık 1995 tarihli çağrısına ilk olumlu adım olarak değerlendirir; Türk Hükümetinin bu davranışı soruna barışçıl bir çözüm bulma doğrultusunda olumlu bir katkı olarak göreceğini umut ettiğini açıklar ve Türkiye’de tüm ilgililere, bu fırsattan yararlanarak Güneydoğu bölgesindeki sorunların şiddete dayanmayan ve siyasal bir çözüm bulma amacıyla ulusal düzeyde bir diyalogu başlatmanın yol ve araçlarını düşünmeleri için çağrıda bulunur” (18.01.1996).33 

Avrupa Parlamentosu bir başka kararında, 

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin Doğusunda son zamanlarda gerçekleştirdiği askeri operasyonlardan ve PKK tarafından 15 Aralık 1995 tarihinde ateşkes ilan edilmiş olmasına rağmen, barışçıl bir çözüm sağlama çabalarını reddetmesinden büyük kaygı duymakta-dır... ...çıkmazı aşmak ve sorunun barışçıl biçimde siyasi bir çözüme doğru gidebilmesi için, ülkenin güneydoğusundaki askeri operasyon ları durdurması ve tüm Kürt örgütlerle görüşmelere başlaması için Türk Hükümeti ne çağrıda bulunur... Yeni hükümetten, düşüncelerini özgürce açıklama ve insan hakları ihlalleri ile çelişen yasalara göre suç işledikleri için hüküm giymiş olan mahkûmların serbest bırakılmalarını sağlayacak biçimde düzenlenmiş bir genel af ilan etmesini ve halen yargılanmakta olanlar aleyhindeki davaların sona erdirilmesi talebini ve özellikle Bayan Leyla Zana ile DEP’in diğer üç üyesinin derhal serbest bırakılması çağrısını yineler... Türk yetkililerinden, Türkiye’deki tüm Kürtlerin haklarını tanımalarını ve yerleri değiştirilen tüm Kürtlerin evlerine dönmelerinin kolaylaştırılmasını ister” (20.06.1996).34 

Avrupa Parlamentosu, 

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin doğusunda kısa bir süre önce sürdürdüğü askeri operasyonlardan ve Kürdistan’daki anlaşmazlığa barışçıl bir çözüm bulma yollarını aramayı reddetmesinden büyük kaygı duymaktadır... Türkiye’nin kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi ciddi bir uluslararası hukuk ihlali olarak değerlendirir ve Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur” (19.09.1996).35 

Avrupa Parlamentosu, 

“Kuzey Irak’ın işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının uluslararası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür... Güneydoğu’daki çelişkinin çözümünün yalnızca siyasal olarak sağlanabileceği görüşünü yeniden vurgular ve Kürt kimliğinin yasal olarak tanınmasını sağlamayı amaçlayan önerileri ve taraflar arasında diyalogu ve görüşmeleri teşvik edecek ulusal ve uluslararası 
girişimleri destekler; ateşkese duyulan ihtiyaca işaret eder ve Türk yetkililerinin, Kürt sorununa görüşmeler yoluyla sağlanacak barışçıl bir çözüm aramaları için çağrıda bulunur” (17.09.1998).36 

Avrupa Parlamentosu, 

“(1) Bay Öcalan’a verilen cezayı lanetler ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini tekrarlar;...(8) 
Türkiye’ye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Bay Öcalan hakkında verilen karar konusunda alacağı herhangi bir karara uyması çağrısında bulunur; (9) 
Bay Öcalan’ın idam edilmesinin Avrupa’da güvenlik ve istikrar açısından önemli etkilerinin olacağına ve Türkiye’nin AB’ne bütünleşme sürecine zarar vereceğine inanır; (10) Kürt halkının siyasal, sosyal ve kültürel haklarını tanıyan bir çözüm bularak Türkiye’deki anlaşmazlığın nedenlerine çözüm bulması konusunda Türk Hükümeti’ne çağrıda bulunur ve bu bağlamda gerekli demokratik reformların 
uygulanması gerektiği görüşünü benimser;...(12) Konsey’e ve üye devletlere, Türkiye’de Kürt sorununa siyasi bir çözümün uygulanabilmesinde yardımcı olmak için gerekli tüm önlemleri almaları çağrısını yineler” (22.7.1999).37 

Avrupa Parlamentosu, 

“(9) Türkiye’deki Kürt sorununa bir çözüm bulma konusunda Türk Hükümeti’nin çabalarının Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları için önemli sonuçları olacağına ve Türkiye’yi Kopenhag kriterlerini yerine getirmeye önemli ölçüde yakınlaştıracağına inanmaktadır ve Kürt toplumuna da davasını barışçıl araçlarla sürdürmesi çağrısını yapar. (10) Bu çerçevede Türk yetkililerine bir kez 
daha Bay Öcalan hakkında verilen ölüm cezasını yerine getirmeme çağrısını yapar ve ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden idam cezaları konusunda mevcut fiili uygulamayı yapmama durumunu Türkiye’de ölüm cezasının resmen kaldırılmasına dönüştürülmesini ister” (6.10.1999). 38 

Avrupa Parlamentosu Genişleme Grubu tarafından 2000 yılı başlarında hazırlanan 
“Türkiye ve Avrupa ile İlişkiler” raporunda şöyle denilmektedir: 
“1998 yılının başında Kürt sığınmacıların bazı AB ülkelerine gelmesi sonrasında, AB Kurumları Türk Hükümetinden Kürt halkına uyguladığı baskılara siyasi bir çözüm bulmasını istedi; Türkiye’den, Kuzey Irak’taki askeri operasyonlarını durdurması istendi. Avrupa Parlamentosu, 15 Ocak 1998 tarihli kararıyla, bu sorunun çözümü için uluslararası düzeyde girişimde bulunması için Avrupa Birliği’ne çağrıda bulundu ve Konsey’e ve üye devletlere de Kürtlere karşı insan hakları ihlalleri sorununu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nda gündeme getirmeleri çağrısını yaptı” (10.02.2000).39 

Bu kararda da görüldüğü gibi Avrupa Parlamentosu, adeta siyasi itici bir güç gibi AB’nin diğer organlarını harekete geçirmek için Konseye ve üye devletlere Kürtlere karşı insan hakları ihlalleri olduğunu iddia etmekte ve bu sorunun başta BM İnsan Hakları Komisyonu’nda gündeme getirme çağrısını yapmaktadır. Böylece olaya uluslararası siyasi boyut kazandırma çabası içindedir. Hâlbuki azınlıklar konusunda bugüne kadar en kapsamlı çalışmaları yaptıran Birleşmiş Milletlere göre, ülkelerin toprak bütünlüğü ve egemenlikleri esas alınmalıdır. Gerek insan hakları, gerekse de azınlıklar konuları bu temel üzerine inşa edilmelidir. Kaldı ki, AGİK Helsinki Sonuç Belgesi’ndeki “Kimlerin azınlık sayılacağına, belgeyi imzalayan devletin kendisi karar verecektir” ilkesi ve egemen devletlerin ülke bütünlüğünü açıkça güvence altına alan yasalar varken; değil sanal azınlıkları yaratılması, millî azınlıklara dahi ülkenin bir bölümünde bağımsız bir devlet kurma hakkı tanınması, egemen devletlerin toprak bütünlüğüne saygı ilkesiyle bağdaşmamaktadır.40 Yani, başta AP olmak üzere insan hakları ve azınlıklar bağlamında AB’nin Türkiye’ye yönelik tutumu ve aldığı kararlar BM’nin temel ilkesi ile de çelişki içindedir. 
Bir başka AP kararında sözde Kürt sorununun demokrasi ve insan hakları bağlamında Kopenhag Kriterleri’yle ilişkilendirilerek bu zemine kaydırıldığı görülmektedir: “Türkiye’nin AB’ne üyeliği görüşüyle bir plan doğrultusunda Kopenhag kriterlerini yerine getirecekse, Kürt sorununun çözüme kavuşturulması  nın hayati önemde olduğunu vurgular” (10.02.2000).41 

Artık teröristleri koruyup kollamaya kadar uzanan tutumuyla42 terör örgütü PKK üyelerinin de katılımıyla Avrupa Parlamentosu çatısı altında düzenlenen toplantıların birinde, yine sözde Kürt sorunu ele alınarak propagandası yapıldı. PKK adına Avrupa sözcüsü Cevdet Ahmet’in, hami rolünde Madam Mitterand ve Yeşiller Milletvekili Ozan Ceyhun’unda katıldığı, AP içinde temsil edilen hemen her gruptan bir temsilcinin bulunduğu toplantıda AB’den dört istekte bulunuldu: “Abdullah Öcalan’ın tutukluluk şartlarının normalleştirilmesi ve iyileştirilmesi; İdam cezasının kaldırılması için Türkiye’ye baskı yapılması; Kürt sorununun bir an önce siyasi çözüme kavuşturulması; Kürt sorununun Türkiye’nin AB’ye katılımı açısından ön koşul olarak gösterilmesi.”43 

Nitekim bu isteklerin tümü bir şekilde işleyen kamu diplomasisi mekanizmaları sonucunda Türkiye tarafından karşılanmaya çalıştırılmaktadır. 
Yine bir başka AP kararında, sanki Türkiye’nin sınırları dışında yaşayan yabancı bir yermiş gibi, resmen ayrımcılık yapılarak şu ilginç ve düşündürücü karar alınmıştır: “Türk yetkililerine, Kürt toplumunun siyasi temsilcileriyle, özellikle de ülkenin Güneydoğusundaki kentlerin belediye başkanlarıyla, diyaloga girmeleri çağrısında bulunur” (15.10.2000).44 
Bu gelişmelere bağlı olarak, AP Parlamenterlerinden Matti Wuori tarafından kaleme alınan ve Genel Kurul tarafından kabul edilen “Dünyada İnsan Hakları 2000 Raporu ve buna bağlı Tavsiye Kararı”nda Türkiye’nin AB üyelik kriterlerini yerine getirilebilmesi için ülkenin güneydoğusunda yaşayan Kürt toplumunu ve azınlıkların siyasi sorunlarına çözüm bulması gerektiği belirtilmiştir.45 

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 2

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 2




Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Kamu Diplomasisi,Yumuşak Güç, Kara Propaganda, Uluslararası, Hakemli, Sosyal Bilimler, Türk Dünyası,  Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,



Avrupa Parlamentosu’nda Kamu Diplomasisinden Kara Propagandaya Bilindiği gibi geleneksel diplomasi, uluslararası bir aktörün, uluslararası ortamı yönetmek ve yönlendirmek için bir başka uluslararası aktörle bağlantılı olmasıyla gerçekleşen girişimi iken; kamu diplomasisinde uluslararası bir aktörün, uluslararası ortamı yönetmek ve yönlendirmek için bir yabancı ülke kamuoyuyla bağlantılı olmasıyla gerçekleşen girişimidir.7 Bu bağlamda günümüzde bu aktör; dünya sahnesindeki bir başka oyuncu, bir devlet, çok uluslu bir şirket, sivil toplum kuruluşu, uluslararası bir kuruluş, hatta terör örgütü veya vatansız paramiliter örgüt 
de olabilir. Nitekim bazı AB kurumları Türkiye’nin terörist olarak gördüklerini dolaylı yollardan üstü kapalı olarak, bazı Avrupalılar ise açıkça özgürlük direnişçileri veya gerilla olarak değerlendirmekte, onları farklı boyutlarda destekleyerek propaganda yaptıkları izlenimi vermektedirler. 

Küreselleşmenin büyük bir ivme kazandığı günümüzde, uluslararası ilişkilerin yeni bir yöntemi olarak kullanılmaya başlayan “kamu diplomasisi” kavramı, devletler ve resmi kurumlar arasında yürütülen klasik diplomasiye alternatif olarak gelişmekte dir. Bu bağlamda yükselen bir trend olan kamu diplomasisi; halklardan halklara, sivil toplum kurumları ve çeşitli toplum kuruluşlarıyla yürütülen faaliyetleri de içermektedir. 
Kültür, sanat, siyaset, ekonomi gibi unsurlar ve ülke halklarının sempatisini kazanmaya yönelik faaliyetler kamu diplomasisinin en önemli vasıtaları 
haline gelmiştir. 
Günümüz uluslararası ilişkilerinde, ulusal çıkarların savunulması artık bildiri, diplomatik üstünlük ve diplomatik muhtıra gibi geleneksel diplomasi yöntemlerinin çok ötesine geçmiş, bilgi, kültür ve iletişim diplomasi de anahtar sözcükler haline gelmiştir. Devletlerin artık sadece diğer hükümetleri veya uluslararası örgütleri değil, yabancı kamuoylarını da hedefleyen politikalar geliştirmek zorunda oldukları bir döneme girilmiştir. 

Bugün pek çok devlet, yabancı kamuoylarının gözünde olumlu imaj yaratmak amacıyla aktif kamu diplomasisi çalışmaları yürütmektedir.8 

Kamu diplomasisinin temelini “yumuşak güç” kavramı oluşturmaktadır. Medya, kültür, sanat, bilim, spor, eğitim gibi konular da yumuşak gücün araçları olarak kullanılmaktadır. Esasında kamu diplomasisi, uygulamaları daha eskiye gitmekle birlikte isim olarak yakın dönemde sıklıkla kullanılmaya başlanmış bir kavramdır. Birbirleriyle ilintili olarak çok hızlı gelişen kitle iletişim araçları ve dünyadaki küreselleşme süreci, 1990 öncesi Soğuk Savaş döneminden çok farklı bir uluslararası sistem ortaya çıkarmıştı. 
Artık sadece devletlerin ve hükümetlerin değil; bunların yanında ulusal ve uluslararası alanda hükümet dışı organizasyonların ve medyanın daha etkin olduğu bir dünya konjonktürü oluşmuştur. 
Bu süreç, eski klasik diplomatik anlayışı da değiştirmiş, farklı aktörlerin olduğu farklı bir diplomasi anlayışı ortaya çıkarmıştır.9 
Dünya siyasi tarihinde 20. asır siyasi, iktisadi, teknolojik ve sosyal gelişmelerin çok hızlı yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Özellikle teknolojik alandaki gelişmeler, buna bağlı olarak, ekonomik ve sosyal hayatı da değiştirmiş, daha önceki asırlarda görülmemiş imkânları insanlığın hizmetine sunmuştur. 
Bu açıdan 20. yüzyıl, çok değişik tanımlamaların yanı sıra iletişim çağı olarak da nitelendirilmiştir. Bu bağlamda, 21. asra girerken en çok kullanılan kavramlardan birinin “küreselleşme” (globalization) olması ve Kürtçülük olaylarında olduğu gibi küresel oyunların Türkiye’ye dayatılması bir rastlantı değildir. 
Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin konuya ilişkin genel tutumunun bir yansıması olarak ele alacağımız şu örnek oldukça düşündürücüdür. 
Mesela; 
bir Karma Parlamento Komisyonu toplantısında söz alan Avrupalı üyeler, Kürt kökenli Türk vatandaşlarını azınlık olarak tanımlayarak Türkiye’deki toplantının gündem maddesinin “Güneydoğu’daki Gelişmeler ve Kürtlerin Kültürel Hakları” olmasını rahatlıkla isteyebilmektedirler. 
Türk parlamenterler ise, bu öneriye o zaman şiddetle karşı çıkmışlardı. Türk parlamenterlerden CHP’li Onur Öymen, tartışmayı şöyle anlatır: 
“Lozan Anlaşması’nın tersine Türkiye’deki Kürtleri azınlık olarak tanımlayıp özel gündem maddesi halinde tartışma talebinizi reddediyoruz deyince, bize ‘Lozan’ı bir kenara bırakın Roma Antlaşması’na bakın’ şeklinde cevap verdiler...”10 Avrupalıların Lozan’ı algılayışlarının tipik bir yansıması olan bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Bu bağlamda yine Avrupa Parlamentosu üyesi bir grup parlamenter, PKK’ya yakınlığıyla bilinen Kürdistan Ulusal Kongresi, KNK, adlı örgütün Avrupa 
temsilciliğini yapan Ahmet Gulabi Dere’nin siyasi ve şahsi kimliğine saygı duyulmasını isteyen bir bildiri yayımlayarak ona destek olabilmektedir. Hakkında 
Interpol tarafından kırmızı bülten çıkarılan Dere’nin, Türk resmi makamları ve Türk medyası tarafından yıldırılmaya çalışıldığı iddia edilmektedir.11 

Avrupa’da bu bildiri yayınlanırken eşgüdümlü olarak aynı günlerde, Türkiye’deki bir Cumhuriyet resepsiyonunda DTP’liler tarafından Türkçe, Kürtçe ve İngilizce hazırlanmış “Demokratik Toplum Partisinin Kürt Sorununa İlişkin Demokratik Çözüm Projesi” adlı broşür milletvekillerine ve bakanlara dağıtılmıştı. Türkiye’nin idari-siyasi yapısında reform yapılmasını isteyen terörist başı Abdullah Öcalan tarafından ortaya atılan ve DTP tarafından dillendirilerek 2. Olağan Kongre’de kabul edilen “Demokratik Özerklik Projesi” Türkiye’nin 20-25 bölgeye ayrılmasını ve her bölgenin kendi sembollerini kullanmasını talep etmekte idi. 

“Avrupa’da çeşitli platformlarda ele alındığı gibi, Türkiye’nin siyasi ve idari yapısında reform yapılması istenen bu projede, önce yeni bir anayasa hazırlanması, Türkiye’nin üniter yapısına saygı gösterilmek şartıyla, yerel ve bölgesel özerk yapıların önünün açılması, resmi dil ve bayrağın bütün Türkiye için geçerli olmakla birlikte, her bölgenin kendine ait sembolleri ve renklerine izin verilmesini öngörüyordu.”12 
Nitekim, bugün itibariyle bu talepler Türkiye’nin iç politikasının temel konularından birini ve seçim sonrası yeniden yapılacak olan anayasa tartışmalarının bir boyutunu oluşturmaktadır. Televizyonlarda, çeşitli basın ve medya kuruluşlarında bu konu farklı boyutlarıyla tartışılmaktadır.13 

Yine kamu diplomasisinin faaliyet alanına giren, sistematik ve eşgüdümlü olarak Kasım 2008’deki Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Dersim Soykırımı” isimli konferansa katılan DTP’liler Türkiye’ye akıl almaz iftiralar atarak sözde demokrasi ve insan hakları adına ülkelerini Avrupalılara şikâyet ettiler. Bunlardan biri olan Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, skandal iddialarda bulundu. Devletin Tunceli’ye yol yapmasının arkasında soykırım niyeti olduğunu belirterek, Atatürk’e de dil uzatıp Atatürk’ün yaşaması halinde soykırım suçlamasıyla yargılanacağını 
iddia etti.14 Aynı konferansta konuşan Bremen Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ronald Münch de “Atatürk yaşasaydı savaş sanığı olarak yargılanması gerekirdi” 15 dedi. 

Buradaki stratejinin bir boyutu da, Türklerin soykırımcı olduğu senaryosunun bir uzantısı olarak, egemenliği altındaki milletleri soykırıma uğrattığı ve Kürtlerin de soykırıma uğradığı uydurma tezini güçlendirmek için gerekli kamuoyu, fikri ve siyasi altyapıyı oluşturmak olarak algılanmaktadır. 
Bu örnekte de görüldüğü üzere, AP’deki konferanslarda hiçbir tarihi ve ilmi gerçeğe dayanmadığı halde, kamu diplomasisi ekseninde Kürtçülerin ve terör örgütünün siyasi temsilcilerinin beyanları doğrultusunda Türkiye’nin eleştirilmesi, art niyetli kişilerin ağırlıkta olması oldukça sık rastlanan bir olgudur. Her ne kadar PKK’nın terör örgütü olduğu gerçeği sonunda AB tarafından resmen kabul edilse de, bu ve benzeri çeşitli uluslararası platformlarda ve bazı kamu diplomasisi uygulamalarında demokrasi, insan hakları, fikir ve düşünce özgürlüğü 
çerçevesinde bir terör örgütü olan PKK’nın uzantıları ve onların siyasi temsilcilerinin görüşlerine itibar edildiği ve onların bakış açılarıyla konunun 
ele alındığı tespit edilmektedir. 

Tarihi ve Sosyo-Psikolojik Boyut
 
Kürtçülük, 18. yüzyılın son çeyreğinde Avrupalıların Kürt-Kurmanç-Zaza aşiret ve oymaklarını keşfetmesi ile başlar. Esasında Avrupalılar için düpedüz siyasi bir keşif olan bu durumun Kürtçülük ideolojisinin şekillenmesinde iki temel amacı vardı. Öncelikle Avrupalıların Kürt, Kurmanç ve Zaza aşiretleri ve oymaklarını “Kürt” adı altında toplayarak, bunlara Türk’ten başka bir ırk oldukları bilincini vermek ve bir millet inşa etmek projesi idi. Bu bağlamda, Kürtleri de Moğolloşma, Macarlaşma ve Bulgarlaşma sürecine sokarak Türklükten koparmak yani yeni bir millet inşa etmek ve daha sonrada Türkiye başta olmak üzere İran, Irak ve Suriye topraklarında kendilerine bağımlı bir Kürdistan devleti kurmaktı. 

Böylece Türkleri içten zayıf düşürerek bölgenin zengin yeraltı kaynaklarını istedikleri gibi sömüreceklerdi.16 

Avrupalılar tarafından devşirilerek Kürtçülük ideolojisi etrafında toplanan kimi çevreler ile aşiret reisleri Osmanlı’nın son dönemleri başta olmak üzere, İstiklâl Harbi’nde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında defalarca isyan ettiler. Varlık kavgası verdiği bir dönemeçte Türk Milleti, bir de Kürtçülerin isyanları ile uğraştı. Ancak Kürtlerin çok büyük bir bölümü, kaderini Türk milletinden ayırmayı reddederek kardeşçe emperyalizme karşı Türk milletinin yanında savaştı. Bu yüzden burada Kürt ile Kürtçülüğü birbirinden kesin çizgilerle ayırmak çok önemlidir. Kürtçüler, Türk milletinin varlığı için bir tehdit iken; Kürtler, Türk milletinin var olma kavgasında her zaman diğer Türk unsurlarla birlikte bu milletin öz evlatları 
olarak ve Türklük dairesi içinde kalarak mücadele etmişler ve emperyalizme karşı birlikte savaşmışlardı. 
İşte Türk Milleti, 1840’ların başından bu yana enerjisinin bir kısmını Batılılar ve Ruslar tarafından senaryolanan ve iç aktörlerce sahneye konulan Kürtçülük meselesine harcamıştır. Osmanlı’nın son dönemleri ve Kurtuluş Savaşı yılları da dâhil olmak üzere Türk Milletinin varlık davasında büyük sıkıntılar yaratan ve Atatürk’ten sonra gerekli tedbirler alınmadığı için kartopu gibi büyüyerek günümüze kadar gelen bu sorun, görüldüğü kadarıyla önümüzdeki yıllarda da gündemi işgal edecek, millet ve devlet olarak ciddi kayıplara neden olacaktır.17 
Olayların tarihi ve sosyo-psikolojik boyutuna baktığımızda, Kürtçülük ideolojisinin temelleri Türklüğün reddine ve Türk düşmanlığına dayanır. 

Diğer taraftan Avrupa’da da kökleri ırkçılığa dayanan derin bir Türkiye ve Türk düşmanlığı ile karşılarız. Adeta, Türkler Avrupa kültüründen uzaktır, geri ve barbardır, soykırımcıdır, işgalcidir ve azınlıkları ezer, insan haklarına saygı göstermez, egemenliği altındaki toprakları iyi yönetemez tarzı düşünce ve şartlandırılmış algılamalarla18 şekillenen propaganda faaliyetleriyle günümüze kadar gelen tarihsel bir gelenek gibidir. Burada sayısız örneklerinden sadece birkaçına değinilecektir. Mesela; Almanya’nın Doğu Enstitüsü Müdürü Udo Steinbach’in 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine verdiği “İslâm’ın Avrupa İçin Önemi” adlı konferansında: 
“Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Türk Ulusu diye bir ulus yoktur. Olmadığını Türk-Kürt, Müslüman-Laik, Alevi-devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne kadar neden yok etmediler bilinmez.”19 
Banu Avar’la röportaj yapan Uda Steinbach, Türk Milletine yönelik özetle yukarıda verdiğimiz bu düşüncelerini tekrarlarken, “Türk Milleti için uyduruk, toplama bir millet, Atatürk zorlama bir ulus yarattı diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Ben Türkiye sınırları içerisinde birçok etnik azınlığın yaşadığını söylüyorum. O sınırlar içinde, sadece Türklerin yaşadığını da kabul etmiyorum” 20 diyerek savunduğu fikirlerin arkasında duruyordu. 
Yine bu ifadelerin farklı versiyonlarından birini dillendiren ve Türkiye aleyhine propaganda yapan Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangolos Lüxemburg Zirvesi’nden iki ay önce, Ekim 1997’de Türkiye hakkında şunları söylüyordu: “Türk askeri ve diplomatik düzeninin bir bölümü, Ege’deki sınırlarımızın ve egemenlik haklarımızın tartışmalı olduğunu söylemektedir. Bizim bu konuda Türklerle müzakere yapmamız mümkün değildir. 
Hırsızla, katille, ırza geçen tecavüzcüyle görüşmemiz olanaksızdır.” 21 
Esasında kin ve düşmanlığa dayanan bu sözler, Pangalos’la sınırlı kalan kişisel bir değerlendirme değil, Avrupa’da yaygın olan Türk düşmanlığının en kaba ve en ilkel ifadesi olarak ele alınmalıdır. Bu tutum ve sözler ne ilktir, ne de son olacaktır. 


AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 1

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 1


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,


Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ* 
* Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölüm Başkan Yardımcısı, 
emel.poyraz@marmara.edu.tr. 

Türk Dünyası Araştırmaları Sayı: 201 Aralık 2012 

Özet; 
Bu Makalede, Avrupa Birliği ekseninde tarihsel bir derinlikle Türkiye’de yaratılan Kürt sorununun kamu diplomasisi açısından analizi yapılmıştır. 
Konunun Avrupalılar tarafından ele alınışşekli, kamu diplomasilerinde kullanılan insan hakları, demokratikleşme gibi yumuşak güç unsurları ve azınlıklar bağlamında alınan kararlar, özelde Avrupa Parlamentosu’nun tutumu irdelenmiştir. Avrupa Birliği’nin politikalarının şekillenmesinde itici bir rol oynayan ve Türkiye için yaygın olarak iddia edilenin aksine, artık kararlarının tavsiye niteliğinden öte anlamları ve dolaylı yollardan bağlayıcılığı olan Avrupa Parlamentosu’nun konuyla ilgili aldığı bazı kararların günümüze nasıl ışık tuttuğu ve olayların rotasını çizdiği belgeler üzerinden okuyucunun dikkatine sunulmuştur. Avrupa Birliği, Kürt sorununda tarihsel süreç içinde ele alındığında uzun vadeye yayılmış ve sistematik bir kamu diplomasisi stratejisi izlediği görünümü vermektedir. 
Türkiye’ye yönelik talep ve beklentilerini, zamana yayan ve uygun şartların oluşmasını bekleyen Avrupa Birliği için, öncelikli sorunlar konjonktürel olarak farklılaşabilmektedir. Nitekim, Avrupa Birliği için Kürt sorunu da bu bağlamda ele alınmıştır. Tarihi ve bilimsel kanıtlardan anlaşıldığı üzere, siyasi Kürtçülük adım adım ve her türlü vasıta kullanılarak Türkiye’nin iç ve dış politikasının gündemine girmiş ve burada önemli bir yer işgal etmiş bulunmakta dır. 

Giriş 

Küreselleşen günümüz dünya siyaset sahnesinde çeşitli devletler, Avrupa Birliği (AB)’nin de içinde olduğu çeşitli uluslararası/üstü kuruluşlar, farklı biçim ve tarzlarda kamu diplomasisi yapmaktadırlar. Bu uluslararası/üstü aktörler, uluslararası ilişkilerin yeni bir yöntemi olarak kullanılmaya başlayan kamu diplomasisi uygulamaları ile kendi görüş, politika ve tezlerini ulusal ve uluslararası kamuoyuna farklı şekillerde anlatmaktadırlar. Her ülkenin ve uluslararası aktörün kamu diplomasilerinde kullandığı dil, araç ve yöntemler; izledikleri politikalar kadar, sahip oldukları tarihi ve kültürel birikimle de yakından ilgili olarak önemli farklılıklar göstermektedir. Kamu diplomasisinde genel ilke ve kurallar olmakla beraber, her uluslararası aktöre göre değişen ve zengin bir tecrübe alanının doğmasına imkân sağlayan unsurlar da bulunmaktadır. 

Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin kamu diplomasisi hem öncelikleri, hem de kültürel, siyasal ve toplumsal kodları itibariyle NATO’nun veya Çin, İsrail veya Rusya’nın kamu diplomasisi faaliyetlerinden farklıdır. Uluslararası siyasal ve kültürel ilişkilerde, daha eski bir geleneğe sahip olan Avrupa Birliği, kamu diplomasisi içinde de özel bir konuma sahiptir. Esa-sında küreselleşmeyle beraber yükselen bir trend olan kamu diplomasisi Avrupa Birliği’nde ve üye ülkelerinde bütün meselelerin yanında en öncelikli konu olarak ele alınmaktadır. Uluslararası arenada kendini etkin bir ‘yumuşak güç’ soft power olarak konumlandırmaya çalışan Avrupa Birliği, hem Avrupa kamuoylarına hem de Türkiye’nin de içinde bulunduğu Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika gibi yakın komşu bölgelerine yoğun bir şekilde kamu diplomasisi faaliyetleri yürütmektedir.1 

Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin bazı platformları ve kurumları tarafından Türkiye’ye yönelik uygulanan kamu diplomasisinin birtakım önemli yansımaları ve sonuçları olmuştur. Bunlardan en önemlisi ve dikkat çeken husus ise, Türkiye’deki ulusal kesimler tarafından ülkenin milli birlik ve bütünlüğünün Kürt meselesine dayalı olarak etnik bir bölünme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu iddiasıdır. Yine kamu diplomasisinin bir yansıması olarak Türkiye’de Avrupa Birliği, küreselleşme ve dünya vatandaşlığı gibi norm ve değerlerin taşıyıcısı olduğu iddia edilmektedir. 
Ancak, Türkiye’deki yaygın inanışın aksine, Fransa, Almanya, İngiltere başta olmak üzere AB’nin tüm üye devletleri, aynı zamanda kendi toplumsal benliklerini korumanın yapı taşları olan kendilerine özgü kimlik yapılarını asla dışlayamazlar.2 Ayrıca, her üye devlet kendi millet ve azınlık tanımlamasını kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yapar. Bu bağlamda AB, henüz tüm üye devletlerinde geçerli, ortak bir azınlık politikasına sahip olmadığı, hatta azınlık tanımı konusunda bile Birlik içerisinde bir uzlaşmaya varılamadığı halde, başta Avrupa Parlamentosu (AP) olmak üzere AB kurumlarının aldığı bazı kararlar; üniter devlet yapılanmasındaki Cumhuriyet Türkiye’sini, Atatürk’ün ortak tarih ve kültür temelli tanımladığı Türk Ulusunu, başta etnik kökenler olmak üzere “insan hakları” ve “demokrasi” adı altında bölme ve parçalama girişimleriyle dolu olduğu da iddia edilmektedir. 

Ayrıca, Avrupa Parlamentosu’nun Kürtçülere verdiği destek, sadece aldığı kararlar, hazırlattığı raporlarla sınırlı kalmayıp çatısı altında Türkiye aleyhine düzenlenen, farklı boyutlarda Türkiye’ye ve Türklüğe hakaretlere varan Kürt konferanslarına kadar uzandığına da dikkat çekilmektedir. 

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, azınlıklarının belirlenmesinde dini mensubiyeti, esas kriter olarak ele almıştı.3 Lozan Antlaşması ile Türkiye’de yalnızca Ermeni, Rum ve Musevilerin “azınlık” olduğu açıkça belirtilmesine ve taraflarca da kabul edilmesine rağmen, günümüzde çeşitli Avrupa Birliği platformları ve kamu diplomasisi uygulayıcıları, Türk Ulusunu oluşturan etnisiteleri de “azınlık” başlığı altında değerlendirmekte ve bu unsurların insan haklarına sahip olmadıklarına vurgu yapmaktadırlar. Bu tutum, kamu diplomasisi yapan Avrupa Birliği’ndeki bazı kurum ve yetkili çevrelerce özgürlük savaşçıları ve kontrgerilla olarak görülen terör örgütlerini teşvik etme ve destekleme noktasına kadar getirildiği de iddia edilmektedir. 

Bu çalışmada, bu iddiaların ne derece doğru olduğu veya olmadığı belgeler üzerinden incelenecek ve okuyucunun dikkatine sunulacaktır. 

İşte bu makalede; çok karmaşık ve derin ilişkiler sarmalından oluşan konunun sadece bir boyutunu oluşturan Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik uyguladığı kamu diplomasisiyle Türkiye’de yaratılan Kürt sorununun, esasta ise siyasi Kürtçülüğün, özelde AP kararları ekseninde tarihsel süreç içinde nasıl şekillenerek günümüzde yaşanan ve dayatılan olaylara zemin hazırladığı irdelenmiştir. 

AB’nin Genel Tutumu 

Avrupa Birliği, Türkiye’de yaratılan Kürt sorunu konusunda uzun vadeye yayılmış sistematik bir kamu diplomasisi stratejisi mi izlemiştir sorusuna cevap aradığımızda bazı bilimsel ve tarihsel verileri dikkate almak gerekmektedir. Bilindiği gibi; kamu diplomasisi sistematik ve uzun soluklu bir çalışma gerektirmektedir, dolayısıyla sonuçları da ancak uzun vadede görülmektedir. 

Bu bağlamda, Türkiye’ye yönelik talep ve beklentilerini, zamana yayan ve uygun şartların oluşmasını bekleyen AB için, öncelikli konular ve sorunlar konjonktürel olarak farklılaşabilmektedir. 
Bir dönem yabancıların mülk edinmesi, azınlık vakıflarının durumu, Kıbrıs gibi konular ön plana çıkarılırken bazen de Heybeliada Ruhban Okulu ve Ekümeniklik meselesi gibi konularda gündem yaratılarak kamuoyunda yumuşak güç unsurlarıyla, soft power, gerekli alt yapının oluşturulmasına ve şartların olgunlaştırılmasına çalışıldığı görülmektedir. 

Nitekim aynı klasik taktik, Kıbrıs konusunda uygulanmış, diplomatik manevralarla Avrupalılar ve Rumlar açısından başarıya ulaşılmıştır. 
Neticede AB, 1990’lardan itibaren büyük bir ivme kazanan süreçte uyguladığı politikalarla Kıbrıs sorununu Türkiye için artık bir kritere dönüştürdüğünden, 
yakın geleceğin ana konuları olarak ikili ilişkilerde Ermeni iddiaları ve insan hakları bağlamında Kürt sorunu gibi konuları ele alacağı anlaşılmaktadır. Nitekim, AP Liberal Grup Başkanı Graham Watson, 15 Aralık 2006’da yaptığı açıklamada bu gerçeğin altını çizerek aslında Türkiye’yi uyarmaktadır; “Kürt sorunu AB sürecinde çözülecek. Şu anda öncelik Kıbrıs sorununa veriliyor. Türkiye, bu konuda verdiği sözleri yerine getirmelidir. 

Kürt sorununun çözümü üzgünüm ama zaman ister. Göz önünde bulunduruyoruz zamanı geldiğinde daha iyi bir şekilde değerlendirilecek.”4 

Büyük resmi doğru okuyabilmek için üzerinde hassasiyetle durulması gereken önemli bir husus da, Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemidir. 

Türkiye, sahip olduğu coğrafya ve ekonomik kaynaklar sebebiyle, dünya hâkimiyetini sürdürme peşinde koşan odaklar için son derece önemli bir jeopolitik konumdadır. Bilindiği gibi, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren Türkiye’yi bir şekilde kontrol edilebilir hale getirmek için türlü yollar denenmişti. Bu yollardan en çok tercih edileni ise ülke içinde iç karışıklık çıkarmak, kaleyi içerden fethetmek şeklinde tecelli etti. 

Bazı Kürt aşiretleri, dün nasıl Batılı emperyalist devletlerce isyana teşvik edildiyse, bugün de bu iki kardeş unsur karşı karşıya getirilmek istenmektedir. 

Batılıların birbirine zıt gelişen küreselleşme ve yerelleşme (glocalization) politikaları çerçevesinde, Türk Milleti’nin asli unsurlarından olan Kürtlerin 
öncelikle azınlık durumuna düşürülmesi ve ötekileştirilmesi stratejik hedeflendiği iddia edilmektedir. Yaşadıkları coğrafyadan da kaynaklanan sebeplerden dolayı özellikle Kürtler üzerinden uygulanan kamu diplomasisiyle farklı farklı küresel ve bölgesel senaryolara mı konu edilmektedir? Bu bağlamda, bu topraklarda yüzyıllarca birlikte kardeşçe yaşamış, ortak tarihi-kültürü paylaşmış ve sosyolojik olarak kaynaşmış halklar arasında, olmayan bir etnik huzursuzluk yaratılmaya mı çalışılmaktadır? 

Tarihi bir taktikle, eşgüdümlü olarak planlanan senaryolarla Anadolu coğrafyasında da iç karışıklık yaratılıp çıkarılmak istenen huzursuzluk ve kavram kargaşasıyla, daha çok terör ve onun üzerinden geliştirilmek istenen Türk-Kürt düşmanlığı olarak mı kurgulandığı sorgulanması gereken önemli hususlardır. 

Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin azınlıkların korunmasına ilişkin belirgin ve ortak bir politikası olmadığı gibi, konuyla ilgili olarak doğrudan doğruya Birliği temsil edecek net bir bakış açısının olduğunu iddia etmek de oldukça güçtür. Ayrıca, AB’nin daha kendi içinde azınlığı tanımlamada bile zorlanması tutarlı bir politika izlemesinde en önemli etkendir. 1986’dan itibaren, hem AT/AB’nin genel insan hakları politikasının aktifleşmesi, hem de Türkiye’nin üyelik başvurusu nedeniyle AB’nin kamu diplomasisinde yumuşak güç olarak kullandığı insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve azınlıklar gibi kavramlar AT/AB-Türkiye ilişkilerinin en tartışmalı konuları haline getirilmiştir.5 

AT/AB 1985 sonrası dönemde Türkiye’ye karşı bekle gör politikasından uzaklaşmış, reform yapılması gereken konuları özel olarak belirtme ve AB-Türkiye ilişkilerini yumuşak güç araçları olan insan hakları, azınlıklar ve demokratikleşme zeminine kaydırma politikası izlemiştir. AB’nin belirlediği reformlar başta idam cezasının kaldırılması, ceza yasasıyla muhakeme usulü yasasının AB normlarına göre yeniden düzenlenmesi, terörle mücadele yasasının değiştirilmesi, Türk Milletini oluşturan unsurlara başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere etnik ve dini gruplara yönelik ayrıştırıcı-ötekileştiricili bir stratejiyle yeni azınlıklar yaratma çabası, 1982 Anayasası’nın anti-demokratik hükümlerinin iptal edilmesi gibi konuları içeriyordu. Neticede bütün bu talepler Türkiye tarafından ev ödevleri algılamasıyla yerine getirilmeye çalışılmıştır. 

Esasında, insan hakları alanındaki performansla AT/AB-Türkiye ilişkilerinin tarihsel ve kurumsal gelişimi arasındaki bağlantı, üyelik başvurusuna verilen yanıtta, Gümrük Birliği görüşmelerinde ve birçok AB belgesinde açıkça görülmektedir. Konuyu sorgulayıcı bir bakış açısıyla ele aldığımızda; AB’nin insan hakları politikasının kendi içinde tutarsız olduğu, AB ve üye devletlerin, realist taktiklere başvurarak insan hakları ve azınlıklar konusunu başka amaçlar için de kullandıkları nı, konunun şeffaflık ve güvenilebilirliğini gölgeledikleri görülmektedir.6 

Bu noktada, Avrupa Parlamentosu’nun çıkar gruplarına göre yorumladığı insan hakları konusunda aldığı kararlar da oldukça dikkat çekicidir. Kendi kamu 
diplomasi stratejilerinde bütünlüğü olan ve belli bir amaca yönelmiş, Türkiye’de Kürtçülük konusunda olduğu gibi, devamlı bir süreklilik arz eden politikaların bir yansıması olan bu karar ve raporlar, klasik diplomatik kaygılardan uzak ve anlaşılır bir dille kaleme alınmıştı. Dolayısıyla bu çalışmada bu kararlar üzerinde de durulmuştur. 


***

23 Şubat 2021 Salı

Suriye Krizinde Rusya ve Çin i Anlamak..,

Suriye Krizinde Rusya ve Çin i Anlamak..,



Suriye Krizi, Rusya, Çin, Anlamak, Oyun Kurucular, Piyonlar, Model Atlar, Prestijli Vezirler,Oktay Bingöl,Strateji, Güvenlik Konseyi,

    

Merkez Strateji Enstitüsü
30.08.2012
Yazar: (E)Tuğg.Dr.Oktay Bingöl
Suriye Krizinde Rusya ve Çin’i Anlamak: Oyun Kurucular, Piyonlar, Model Atlar, Prestijli Vezirler,

    Suriye krizinde Esad yönetimini destekleyen uluslararası aktörlerin arasında Rusya ve Çin’in ayrı bir önemi bulunmaktadır. 
Bu önem, her iki ülkenin BM Güvenlik Konseyindeki veto haklarına sahip olmalarının yanında; ABD, AB, Arap Birliği ve Türkiye tarafından Suriye yönetimi ne karşı uygulanan ticari ve ekonomik yaptırımların etkilerinin azaltılması bakımından da anlamlıdır. Rusya’nın Çin’den farklı olarak Suriye ile yoğun askeri ilişkileri de söz konusudur. Tarihsel olarak uluslararası konularda genellikle yaklaşım farklılıklarına sahip olan Rusya ve Çin, batının Libya müdahalesinin ardından daha fazla yakınlaşmış ve Suriye krizinde neredeyse müttefik olarak hareket etmektedirler. 
İki ülkenin Suriye krizinde birlikte ve kararlılıkla hareket etmesinin arka planının aydınlatılması; krizin gelişimi ve sonuçlanması ile ilgili olasılıkların 
belirlenmesinde ve Türkiye’nin konumlanmasının uygunluğunun değerlendirilmesinde faydalı olacaktır.


Rusya’nın Suriye ile 1950’lerden başlayan çok yönlü ilişkisi, bu ülkenin Ortadoğu politikasının temel yapı taşlarından birini oluşturmaktadır. 
Yıllar içerisinde Mısır’ın ABD etkisine girmesi, Irak’ın işgali, Kuzey Afrika ülkelerinde yönetim değişiklikleri ve Libya’da Kaddafi rejiminin sona ermesi 
ile Rusya’nın Ortadoğu’da dayanabileceği tek ülke olarak Suriye kalmıştır. 1950’lerde Akdeniz kıyısında Tartus’ta elde edilen deniz üssü, Çar Büyük Petro 
döneminden beri Rusya’nın ulusal hedeflerinden biri olarak kabul edilen “sıcak denizlere inme” arzusunu kısmen de olsa gerçekleştirmiştir. Suriye’de Esad
yönetiminin değişmesi Rusya’nın Ortadoğu’da önemli bir müttefikini ve son kalesini kaybedeceği anlamına gelmektedir. 
Libya’da Kaddafi rejiminin BM kararındaki yetki aşılarak NATO müdahalesiyle değiştirilmesini hoş karşılamayan Rusya, Suriye krizinde başlangıçtan itibaren uluslararası askeri müdahaleye ve BM’de yaptırım kararları alınmasına karşı çıkmaktadır. Rusya, Suriye’yi batıya terk ettiğinde, ABD tarafından Kafkasya’da ve Orta Asya’da daha fazla sıkıştırılacağını, özellikle enerji koridorlarındaki hâkimiyeti nin tehlikeye gireceğini hesap etmektedir. 
Bu bağlamda Suriye krizi, Rusya ve ABD arasındaki Avrasya rekabetinin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Rus liderler, bu aşamada Esad yönetimin tamamen çökmesini ve Rusya’ya dost olmayan bir yönetimin iş başına gelmesini Rusya’nın Ortadoğu’daki prestijine ve Doğu Akdeniz’deki varlığına indirilmiş bir darbe olarak görmektedir.[1] 
Ayrıca Rusya, Suriye’ye yönelik uluslararası askeri bir müdahaleye kendi yakın çevresindeki krizlere örnek teşkil etmemesi için karşı çıkmaktadır. 
Rusya genel olarak radikal İslamcı teröristlerin güç kazanmasından Kuzey Kafkasya’da istikrarsızlığa katkıda bulunacağı nedeniyle endişe etmektedir.
Çin’in Suriye krizinde uyguladığı stratejisi Rusya ile birçok benzerlikler taşımasına rağmen, arka planında Çin’in kendine özgü sorunları ve ABD’den  tehdit algılama ları önemli rol oynamaktadır. Çin, devasa nüfusu ve büyüyen ekonomisi ile dünyanın geri kalanından, özellikle ihtiyaç duyduğu doğal kaynaklara sahip bölgelerden uzak kalamayacağını yıllardır çok iyi kavramış durumdadır. Çin zengin doğalgaz ve petrol kaynaklarına sahip olmasına  rağmen 2000’li yıllardan itibaren her ikisini de büyük oranlarda ithal etmeye başlamıştır. Çin, 2011 rakamlarıyla ABD ve AB’den sonra dünyanın 3’üncü büyük petrol ithalatçısı, 12’inci büyük doğal gaz ithalatçısıdır.[2] 
    Geleceğe yönelik hemen tüm hesaplamalarda 2015-2020 yıllarında Çin’in dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz ithalatçısı olacağı tahmin edilmektedir.[3] Çin ihtiyacının büyük bölümünü Orta doğu’dan ve Afrika’dan karşılamak durumundadır. Çin, ABD tarafından Pasifik’te Japonya,  Güney Kore ve Tayvan ile Güney Asya’da; Nepal’dan Vietnam’a onlarca ülke ile batıda ise Afganistan ve Hindistan ile çevrelenmeye çalışılmaktadır. Güneydoğu Asya ve Pasifik’te ABD ile Çin’in amansız bir rekabeti bulunmaktadır. 
    Çin, ABD ile rekabetinde bölge ülkelerine coğrafi ve kültürel yakınlığı ile bu ülkelerde bulunan Çinli mültecileri avantaj olarak kullanmaya çalışmaktadır. 
ABD ise, kendi ekonomik ve askeri gücüne ilaveten Japonya ve AB’nin bölge ülkelerindeki ticari ve ekonomik konumlanmasından istifade etmeye çalışmakta dır.
ABD, 2010 yılında gözden geçirdiği yeni askeri stratejisiyle önceliğini İran Körfezi ile birlikte Pasifik’e vermiş durumdadır. 

ABD’nin Afganistan’daki varlığı, Hindistan ile iyi ilişkileri ve Orta Asya ülkelerine sızma çabaları Rusya gibi Çin’i de tedirgin etmektedir. 
Çin ve ABD arasında Afrika’da da yarı açık bir mücadele devam etmektedir. Sudan ile Çin arasındaki iyi ilişkiler ile ABD’nin dünyayı sorumluluk bölgelerine ayırarak, kontrol için tahsis ettiği bölge komutanlıklarından 7’ncisi olan Afrika Komutanlığını 2008’de aktive etmesinin önemli bir nedenini iki ülkenin Afrika mücadelesinde aramak gerekmektedir.
Bu bağlamda Çin, Esad yönetiminin devrilmesinin ve İran’ın zayıflamasının Ortadoğu’nun kendine kapatılmasına, Pasifik’te ve Avrasya’da daha zor 
durumda kalmasına neden olacağını hesaplamaktadır.
Bu yönde bir gelişme Çin’in açık denizlere çıkış yollarını ve dolayısıyla ihtiyaç duyduğu kaynaklara ulaşma kapasitesini önemli ölçüde sınırlayacaktır. 
Çin bu hesapların farkında olarak, Suriye’ye elinden gelen tüm desteği verip, İran’ın zayıflamasına engel olmaya çalışmaktadır. 

En azından ABD’nin Suriye ve İran’da batağın içine saplanıp Pasifikten bir süre daha uzak kalmasını amaçlamaktadır.

    Avrasya ve Pasifik’in iki büyük gücü Rusya ve Çin, 2000’lerin siyasi ve ekonomik olarak sıkıntılı yıllarında Irak ve Afganistan batağına saplanmış 
olan ABD’nin baskısını ve rekabetini daha az hissederek sorunlarını çözmeye çalışmışlar, büyük hamleler yaparak konumlarını güçlendirmişlerdir.
Rusya ve Çin, 2020 yılında askeri, ekonomik ve teknolojik olarak yeterli kapasiteye ulaşmayı hedeflemekte, ABD’nin bir süre daha kendilerinden uzak 
coğrafyalarda meşgul olmasının hesabını yapmaktadırlar. Bu bağlamda Suriye ABD’yi uğraştıracak yeterince büyük bir kriz olarak görülmektedir. 
    ABD karar vericilerinin gayretlerini ve kaynaklarını Suriye’de harcaması her iki aktörün de stratejik yaklaşımları ile örtüşmektedir. 
Ancak, ABD şimdilik yeni bir batağa saplanmadan “model ortakları” ve “stratejik partnerleri” ile hamleler yapmaya kararlı görülmektedir.
Yukarıda betimlenen bağlam, Suriye’nin ABD ve Batı ile Rusya ve Çin arasında oynanmakta olan yeni bir “büyük oyunun” bir perdesine sahne teşkil ettiği gerçeğine işaret etmektedir. Bu oyunda, oyun kurucular realist bir yaklaşımla gerektiğinde geri adım atarak, taviz vererek veya uzlaşarak yüksek maliyetler den kaçınabilirler. Hamle yapmak için kullandıkları taşlar; sıradan piyonlar, model atlar veya prestijli vezirler olması fark etmeksizin, güdülerin ve bilişsel kapanmanın esiri olarak çoğunlukla oyun dışı kalırlar.

***

18 Şubat 2021 Perşembe

SAVUNMA ve HAVACILIK’TA KÜRESEL LİDER FİRMALARIN TEDARİK ZİNCİRİ’NE BAKIŞI

SAVUNMA ve HAVACILIK’TA KÜRESEL LİDER FİRMALARIN TEDARİK ZİNCİRİ’NE BAKIŞI 



Dünyanın en büyük savunma firmalarının sıralandığı “Defense News Top 100” listesinde ilk 7 sırada bulunan şirketlerden (Tablo-1) 4’ünün “2018 Gartner Supply Chain Top 25: Aerospce&Defense” listesinin zirvesindeki ilk 4 firmayı (Tablo-2) oluşturduğu görülmektedir. 

Bu eşleşmenin bir tesadüf olmadığı, savunma ve havacılıkta zirvede olan firmaların tedarik zinciri mükemmeliyeti konusunda da lider konumunda olduğu görülmektedir. Savunma Sanayiinde küresel lider firmalar Tedarik Zinciri faaliyetlerine büyük önem vermekte, bu konuyu büyümeleri için stratejik bir faaliyet olarak görmektedirler. Dolayısıyla, hali hazırda dünyanın en büyük 100 savunma sanayii firması listesinde 5 şirketi bulunan Türk Savunma Sanayii’nin listedeki şirket sayısının sürekli artırması ve listede kalıcı olabilmesi için Tedarik Zinciri alanında da mükemmel uygulamalara sahip olunması gerektiği sonucu ortaya çıkmaktadır. 

Tablo-1: 2018 Defense News Top 100 

Tablo-2: 2018 Gartner Supply Chain Top 25: A&D 



Havacılık / Uzay ve Savunma (A&D) endüstrisi dünyanın en gelişmiş teknolojik ürünlerini sunma konusunda en önde yer almaktadır. Fakat aynı zamanda diğer tüm endüstriler gibi, bu gelişmiş ürünleri kısıtlı kaynaklarla sunabilmek için küresel olarak birçok firmayla rekabet etmek zorundadır. Bu dinamik, ticari sektörler ve savunma sektörünü benzer şekilde etkilemektedir. 

Tüm sektörler inovatif ürünleri daha hızlı ve daha düşük maliyetle talep eden müşterilere hizmet etmektedir. Savunma müşterileri ise artık geliştirilmesi yıllar süren özelleşmiş sistemlere yüksek fiyatlar ödemek istememektedir. Bunun yerine, yeni yetenekleri daha çevik ve maliyet etkin çözümlerle sağlayan standart platformlar aranmaktadır. Bunun yanında, artan uluslararası gümrük vergileri tehdidi ve küresel ticaret anlaşmaları nın belirsizliği Tedarik Zinciri’ne yapılması planlanan yatırım kararlarını daha da zorlaştırmaktadır. 

Genel olarak, dünyanın en büyük Savunma Sanayii firmaları incelendiğinde bu firmaların Tedarik Zinciri liderleri, stratejik tedarikçilerin maliyetten ziyade inovasyon, kompleksite yönetimi, tedarik çevikliği ve ürün çeşitliliği konularındaki müşteri beklentilerini karşılamaya yönelik potansiyel katkılarının farkındadırlar. 

Bu firmalar aynı zamanda uçtan uca tedarik zinciri süreçlerini geliştirmek için Yalın-Altı Sigma ekiplerini tedarikçilerine de destek olmak üzere kullanmaktadır. Bu liderler, şirketlerinin stratejik hedeflerini en önemli tedarikçileriyle paylaşarak bu hedeflere yönelik yakın işbirlikleri oluşturmaya çalışmaktadırlar. 

Bu firmaların tedarikçi ilişkileri yönetiminin daha etkin yapılması, en büyük stratejik öncelik olarak görülmektedir. Zira program veya ürün maliyetlerinin ortalama %60’ı tedarikçilerinden gelmektedir. Ayrıca bu şirketlerdeki Tedarik Zinciri liderleri başarıyı yakalamak için dijital yeteneklerine ve stratejik tedarik tekniklerine sürekli yatırım yapmaktadırlar. 

Tedarik Zinciri stratejisinden sorumlu olan yöneticilerin, müşteri öncelikleri ile tedarikçi yönetim stratejilerini aynı hedefe yönlendirmek suretiyle inovasyon ve teslimat faaliyetlerini birlikte yürüttüğü görülmektedir. Ayrıca bu yöneticilerin tedarikçi katma değerlerini maksimize etmek adına tedarikçi segmentasyonu ve stratejik tedarik konularına üst düzeyde önem verdiği görülmektedir. 
Bunun dışında genel olarak bu şirketlerde Tedarik Zinciri konusunda aşağıdaki faaliyetlere önem verilmekte ve bu konularda çalışmalar yapılmaktadır: 
_ Yeni dijital teknolojiler kullanılarak elde edilen analitikler sayesinde operasyonel verimliliğin sürekli iyileştirilmesi 
_ Bulut, nesnelerin interneti (IoT), mobil teknolojiler, arttırılmış gerçeklik, (AR) ve yapay zeka (AI) gibi teknolojiler kullanılarak kritik proseslerin birbirine entegre edilmesi ve büyük veri sayesinde öngörüler elde edilmesi 
_ Sürekli artan belirsizliklere ve karmaşık uluslararası ticarete hazırlıklı olmak için yeni organizasyon modelleri ve yeni Tedarik Zinciri teknikleri tasarlayarak kendi Tedarik Zinciri’nin oluşturulması 
_ Kurumsal sosyal sorumluluk (CSR) konusunun Tedarik Zinciri risk yönetimi stratejisinin bir parçası olarak değerlendirilmesi 
_ Silolaşmış fonksiyonlar ve taktiksel yaklaşımlardan kurum stratejileriyle uyumlu, tüm paydaşlarla ortak dilin konuşulduğu inisiyatiflere yönelme 

Bu firmalarda öne çıkan Tedarik Zinciri uygulamalarına kısaca bir göz atmak gerekirse: 

Lockheed Martin 

Tedarik zinciri şirketin uluslararası satışlarını sürekli arttırma hedefine yönelik sürekli geliştirilmektedir. 2017’de %40 artan teslimatlarını yapabilmek amacıyla Tedarik Zinciri faaliyetlerini mükemmelleştirmek için birçok iyileştirme faaliyetini hayata geçirmişlerdir. Bu amaçla üretimlerini hızlandırmak ve maliyetleri azaltmak adına robotik süreç otomasyonu, eklemeli üretim, sanal gerçeklik gibi birçok dijital teknoloji araçları kullanılmaktadır. 

Tedarikçilerine yönelik de, yönetimlerini güçlendirmeleri ve proseslerini sürekli geliştirmeleri konularında yardım etmektedirler. 

Ayrıca Lockheed Martin süreçlerini iyileştirmek için Malcolm Baldrige mükemmellik modelini kullanmakta ve buna yönelik olarak Tedarik Zinciri yönetiminde aşağıdaki prensipleri uygulamaktadır: 

_ Tedarik zincirini iş gücünün genişletilmiş hali olarak görme 
_ Tedarikçi kültürünü değiştirme 
_ İyi uygulamaları tedarikçilere anlatma 
_ İş adımı veya malzemeden kurtulmaya mücevher gözüyle bakma 
_ Taahhüt ve sorumluluk bilincini yayma 
_ Açık ve dürüst çift taraflı iletişim sağlama 
_ Müşteri ile tedarikçileri bir araya getirme 
_ Tedarikçilerle birden çok tedarikçi seviyesinde İşbirliği yaparak sürekli iyileştirme yapma 
_ Sektör kuruluşlarıyla işbirliği yapma 

Boeing 

Tedarikçilerle yakın işbirliği içinde çalışılması şirketin ana tedarik zinciri stratejisidir. 
Bunun yanında şirket Tedarik Zinciri konusunda yenilikçi yaklaşımları hayata geçirmek için sürekli çalışmalar yapmaktadır. 

Şirket Exostar isimli sektörel Tedarik Zinciri portalını başarılı şekilde kullanmakta, tüm tedarikçilerini bu portal ile entegre etmektedir. Şirket Tedarik Zinciri konusunda aşağıdaki ana prensiplere göre çalışmalarını sürdürmektedir: 

* Tedarikçiler arasındaki bilgi alışverişini arttırma 
* Tedarikçilerin kendi tedarik ağları içinde uyguladıkları süreçlerin yönetimi 
* Tedarikçilerle, oluşabilecek riskleri paylaşabilecekleri iş ortaklıkları kurma 
* Aksamaların önüne geçmek için tedariğin sürekliliğini sağlama 

    Raytheon Şirket “Supplier Insight” isimli sistemi sayesinde içeriden ve dışarıdan elde edilen tüm verileri entegre ederek tedarikçilerinin performanslarını ve finansal istikrarını takip etmektedir. Yine “Immersive Design Center” isimli 3 boyutlu tasarım altyapısı sayesinde ürünlerinin eş zamanlı olarak tasarımı ve üretimine yönelik mühendislerini, tedarikçilerini ve müşterilerini aynı hedefe yönlendirmektedir. Alım kolaylığı da bir müşteri önceliği olduğundan, şirket buna 
yönelik maliyetlerini sürekli düşürmek için Yalın-Altı Sigma programlarına ağırlık vermektedir. 

Raytheon’ın Yalın-Altı Sigma ve sürekli iyileştirme ekipleri tedarikçilerin tesislerinde de maliyetlerini düşürmek ve tedarik risklerini azaltmak için sürekli projeler yapmaktadır. 

“Enterprise Sourcing and Performance Excellence (ESPX)” programı sayesinde tüm harcamalarını etkin şekilde analiz etmekte ve buna yönelik kararlar almakta dır. Bu sayede, tüm parçalarını uydudan teker teker sipariş etmektense, topluca alım için fırsatlar tespit edilip maliyetler düşürülmektedir. 

Airbus Group 

Airbus dijitalleşme için büyük yatırımlar yapmakta ve bu alanda yeni uygulamaları sürekli hayata geçirmektedir. Tedarik zinciri süreçlerini uçtan uca yönetebilmek için birçok dijital teknolojiyi aktif şekilde kullanmaktadır. Şirket Air Supply isimli tedarikçi platformu üzerinden tüm tedarikçi ilişkilerini ve siparişlerini verimli şekilde yönetmektedir. Şirketin Tedarik zinciri konusunda aşağıdaki ana prensiplere göre çalışmalarını sürdürdüğü görülmektedir: 

* Sürekli daha yüksek dış kaynak kullanımı 
* Risklerin tedarikçilerle paylaşımı 
* Tedarikçilerin en baştan süreçlere dahil edilmesi 
* Tedarikçiler için risk profili çıkarma ve aksiyon planı (kapasite arttırımı vb.) 
* Gözetleme kulesi, risk izleme sistemi 
* Tedarik akademisi (eğitim, kültürel uyum) 

Ebubekir ARSLAN 
Sanayileşme ve Tedarik Direktörlüğü 
ASELSAN A.Ş. 

 
Kaynakça: 
www.gartner.com 

***

YENİ TİP KORONA VİRÜS (COVID-19) VE TEDARİK ZİNCİRİNE ETKİLERİ

YENİ TİP KORONA VİRÜS (COVID-19) VE TEDARİK ZİNCİRİNE ETKİLERİ 


Nevin PİRGAİP 
Sanayileşme ve Tedarik Direktörlüğü 
ASELSAN A.Ş. 
Mart 2020 


2019 yılının son günlerinde hep birlikte yeni bir gündeme uyandık: Korona Virüs (CoV); Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 7 Ocak 2020’de adlandırdığı adıyla Yeni Tip Korona Virüs (Covid-19). 
DSÖ kayıtlarına göre korona virüsler (CoV), soğuk algınlığından Orta Doğu Solunum Sendromu (MERS–CoV) ve Ağır Akut Solunum Sendromu (Severe Acute Respiratory Syndrome, SARS-CoV) gibi daha ciddi hastalıklara neden olan bir virüs ailesidir. Geçmiş yıllarda dünyanın farklı bölgelerinde bu virüs ailesinden hastalıklarla karşılaşılmıştır. Yaşanan son büyük salgın, 2003 yılında karşımıza çıkan ve bir yıldan fazla süren SARS (Severe Acute Respiratory Syndrome) olmuştur. SARS virüsü etkili olduğu süre boyunca toplam 37 ülkede görülmüş, yaklaşık 8500 civarı vaka tespit edilmiştir. Korona virüsle ilgili olarak Dünya Sağlık Örgütü’nün 20.01.2020’de “Uluslararası Kamu Sağlığı Acil Durumu” alarmı ilan etmesi konunun ciddiyetini ortaya koyan ilk sinyallerdendir. Mart 2020 ortaları itibari ile virüs, 118.000’in üzerinde vaka sayısı, 113’ün üzerinde ülkede görülmesi, yayılma alanı ve hızına bakılarak DSÖ tarafından “Pandemic” sınıfına alınmıştır. SARS ile benzer özellikler gösterse de yaklaşık 3 ay gibi kısa bir sürede gelinen nokta, korona virüsün toplumsal ve ekonomik etkilerinin SARS’a 
oranla çok daha fazla olacağının işaretlerini vermiştir. 

Salgının yayıldığı ülke Çin’in dünya ekonomisindeki yeri ve virüsün ortaya çıktığı Wuhan şehri/Hubei eyaletine baktığımızda, konunun boyutları daha net ortaya çıkmaktadır. Çin ekonomisi bugün, ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisidir. 2030 yılı itibarıyla da ilk sırayı alması beklenmektedir. 

Çin çok büyük bir pazar olmasının yanı sıra, aynı zamanda dünyanın en büyük 
teknoloji üretim merkezidir. 
Otomotiv, tekstil, demir çelik, petrokimya, işlenmiş gıda vb. alanlarda, hammadde, ara ürün ve nihai ürün sağlayıcısıdır. Salgının başladığı Wuhan şehri, yüksek teknoloji odaklı üretim yapan, büyük bir endüstri merkezidir. 
Aynı zamanda ticaret yolları açısından da önemli kesişim noktalarındandır. 
Bu bölgede ve Çin’de oluşan her hangi bir aksama (örn: seyahat kısıtlamaları, hassas sınır kontrolleri, vb.) doğrudan küresel ekonomiyi etkileyecek, küresel tedarik zincirinde de aksamalara neden olacaktır. Salgının Güney Kore, İtalya, İran ve diğer ülkelerdeki hızlı gelişimi, artan vaka ve ölüm sayıları bu endişeleri daha da arttırmıştır. 

Mc Kinsey tarafından yayınlanan 05.03.2020 tarihli rapora göre tüm sektörler salgından etkilenmekle beraber, bazı sektörlerde bu etkinin çok daha şiddetli hissedildiği görülmüştür. Bunlar sivil-havacılık, otomotiv, petrol & doğalgaz, perakende, tüketici elektroniği & yarı-iletken ürünler, ilaç & sağlık, turizm & hizmet sektörü olarak belirlenmiştir. Örneğin havacılık sektöründe 70’den fazla 
havayolunun, başta Çin olmak üzere salgının yaygın olarak görüldüğü noktalara uçuş sınırı koyduğunu veya uçuşlarını iptal ettiğini görüyoruz. DHL tarafından yayınlanan bir diğer rapor bu verileri desteklemekte, artan sayıda havayolu şirketinin uçuş iptallerinden dolayı finansal kayıp yaşadığını bildirmektedir. 
Yine bu rapora göre Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği (IATA), havayolu şirketlerinin korona virüs kaynaklı finansal kayıplarının 2020 yılı sonunda, 113 Milyar Amerikan Dolarını bulabileceğini bildirmiştir. 5 Mart 2020 tarihinde İngiliz Havayolu şirketi Flybe, virüs sebebiyle iflas eden ilk havayolu şirketi olmuştur. 
Salgının etkilerinin 2020 Mart ayı ortalarına kadar geldiği aşama baz alınarak; araştırma şirketi 

Gartner, korona virüsün küresel tedarik zincirine etkilerini 5 farklı yönde sıralamıştır: 

1. Hammadde: Salgının başladığı ve yayıldığı bölgelerden gelen hammadde ve işlenmiş ürünlerde eksiklikler, sevkiyatlarda aksamalar görülebilir. 
2. İşgücü: Hastalık veya karantina sebebiyle nitelikli olsun olmasın işgücünde kayıp yaşanabilir. 
Salgın aynı zamanda nitelikli işgücünün idame ettirilememesi riski de taşır. Bu da doğrudan kapasite kullanımını ve ürün çıktısını etkileyecektir. 
3. Kaynak: Seyahat kısıtlaması, yeni iş ve proje bulunması, kaynak yaratılması konusunda da kısıta neden olacaktır. 
4. Lojistik: Tedarik bağlantılarının kapasite ve uygunlukta yaşayacağı sınırlamalar, hammadde dahi olsa bunlara ulaşmada sorun yaratacaktır. Bunun birden fazla sektörde yaşanıyor olması, alternatif rotalar ve yeni ulaşım araçları bulunmasında da sıkıntıya neden olacaktır. 
5. Tüketici: Tüketiciler, virüse maruz kalma ve hastalanma endişesiyle tüketim alışkanlıklarında değişiklik gösterebilirler. Örneğin mağazadan alışveriş yerine, internet üzerinden alışverişe yönelebilir veya harcama yapmaktan kaçınabilirler. 
Korona virüsün tedarik zincirine etkilerini gözlemlemek ve ölçmek için, yine Gartner tarafından kısa, orta ve uzun vadeli zaman dilimlerini içeren bir öneri listesi belirlenmiştir. 

Bunları aşağıdaki şekilde detaylandırabiliriz: 




1. Kısa dönem (1 aylık süreç): Virüsten etkilenen ülkeler ve etkilenme potansiyeli olan tedarik zincirleri için, tedarik zincirinde aksamaları izleme, zararları görme ve reaksiyon vermeye yönelik program oluşturulmalı ve uygulanmalıdır. 
Ülkeler ve bölgelere göre tedarik zinciri bağımlılıkları incelenmelidir. Aynı zamanda, tüketici eğilimlerinin ne yönde olacağı konusu da değerlendirilmelidir. 
Salgın kaynaklı müşteri teslimatlarının aksaması durumunda, bunun finansal etkilerini önlemek için sözleşmelerde geçen ceza şartları, mücbir sebep (force majeure) koşullarının ve istisnalarının ne olduğu araştırılmalıdır. 

İnsan Kaynakları Bölümü ile birlikte çalışılarak, kurum içinde ve bölgede bulunan çalışanlara rehberlik verilmeli, bölgeye seyahat edecek çalışanlar için seyahat politikaları ve koruma koşulları tekrar değerlendirilmelidir. 

2. Orta Dönem (1-3 aylık süreç): Arz-talep dengesi üzerine yoğunlaşılmalı ve süreklilik sağlanmaya çalışılmalıdır. İleride oluşabilecek stok miktarındaki oynamalar göz önüne alınarak “emniyet stoku” oluşturulması devreye sokulmalıdır. Ancak emniyet stoku oluşturulma kararı verilmeden önce, stok yönetimi politikaları ve ilgili süreçler gözden geçirilmelidir. Stokların bir 
kısmını kurumun mevcut emniyet stokları oluşturabileceği gibi, satın almada ölçek ekonomisinden faydalanılması kaynaklı stok da bulunabilir. 

Her krizde olduğu gibi bu kriz de bünyesinde riskler gibi fırsatlar da taşımaktadır. Tedarik faaliyetlerinin aksadığı bu dönem aslında stoklar tekrar ele alma ve değerlendirmek için uygun zaman dilimi olarak öne çıkmaktadır. Bu dönemde; hammadde, yarı işlenmiş mamul ve mamul stokları gözden geçirilmelidir. Mevcut miktarlar ve kriz dönemi koşullarına uyumlanmış revize üretim planı çerçevesinde ürün gruplarının “yeniden sipariş noktası”, diğer bir deyişle mevcut stokların risk kapsamına girme seviyeleri ve süreleri belirlenmelidir. Böylelikle iş sürekliliğinin 
sağlanması noktasında, tüm stoklar gözden geçirilmiş ve ayrıştırılmış olacak, stok fazlasını eritme fırsatı yakalanacaktır. Bu durumda kurumlar, kriz ortamına rağmen stok maliyetlerini düşürerek mali kazanım sağlayacak, aynı zamanda alternatif kaynak bulma sürecinin getirdiği ekstra maliyetten de kaçınmış olacaklardır. 

Yapılan stok kontrolleri sonucunda tespit edilen potansiyel hammadde ve kapasite eksikliğini izlemek ve yönetebilmek için ise, uyumlu bir risk yönetimi yaklaşımı izlenmeli, bu da iç paydaşlar ve bölge ile bağlantısı bulunan stratejik tedarikçilerle birlikte çalışılarak oluşturulmalıdır. 

Alternatif tedarik kaynakları bulmak ve yeni tedarikçi yaratmak, üretim kapasitesinin düşmemesini, hammadde sorununun yaşanmamasını sağlayacaktır. Ancak karmaşık parçalar için bu süreçlerin ekstra zaman ve maliyet gerektireceği de göz önüne alınmalıdır. 

Mümkünse nakliye/lojistik planlaması tekrar yapılmalı, mümkün olduğunca müşteriye yakın noktalar seçilmelidir. 

3. Uzun Dönem (3 ay ve üzeri): Önleyici eylem planları oluşturmak için, içinde senaryo ve aksiyon planı da bulunan risk yönetimi aksiyon planları oluşturulmalı ve uygulanmalıdır. İlk etapta alternatif kaynak, rota, bölge, stok ve nakit konularında risk potansiyeli yüksek olduğu görülen stratejik ve karmaşık tedariklere yoğunlaşılmalıdır. 

Yeni ürün girişi süreçleri ile birlikte, alternatif ürün ve kaynak yaratabilmek için, tasarım ölçüleri, teknik isterler, yeni ürün girişi (NPI) prosedürleri de gözden geçirilmelidir. 

Aynı zamanda hacim, kalite ve pazardaki değişiklikler de analiz edilmelidir. 
Paydaşların ve tedarikçilerin konu ile ilgili aksiyon planları ve önlemleri de gözden geçirilmeli, böylelikle kriz esnasında alacakları kararlardan ne kadar etkilenile bileceği de değerlendirilmelidir. Korona virüs ve benzeri kriz dönemlerinin tedarik zinciri üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirmek için nasıl bir yol izlenmeli & neler yapılmalıdır? 

Salgınlar; iş dünyasında daha sık karşılaşılan ve öngörülebilir etki, tanımlanabilir gelişim süreci gösteren siber saldırı, politik risk, doğal afet gibi iş aksamalarından farklı özellik göstermektedir. 

Doğrudan insan sağlığını, işgücü ve operasyonları etkilemesi, etki alanının ve yayılma hızının, ne kadar süreceğinin öngörülememesi bunlardan sayılabilir. Bu farklılıklar doğal olarak kendine has çözüm yöntemlerini, doğrudan insan sağlığı söz konusu olduğu için de ekstra önlemleri beraberinde getirmektedir. Salgın durumunda gerek bireysel, gerekse kurumsal anlamda temel koruyucu önlemlerin alınması gerekliliğinin yanı sıra, resmi makamlar ve sağlık kurumları ile yakın temas içerisinde olunması, epidemiyologlardan danışmanlık alınması, güvenilir kaynaklardan bilgi alınarak bilgi kirliliğinin önüne geçilmesi ve durumun anlık olarak izlenmesi, gerek salgın bölgesine seyahat eden, gerekse o bölgede bulunan çalışanlara karşı ön yargı ve ayrımcılığın önüne geçilmesi gibi konular da önem kazanacaktır. 

Kurumlar salgınların bu gibi kendine has özelliklerini de dikkate alarak mevcut risk planlarını gözden geçirmeli ve bunu iş sürekliliği politikaları ile sürdürülebilir, değerlendirilebilir ve ölçülebilir hale getirmelidirler. 

Risk planı dahilinde ilk etapta kriz esnasında görev alacak bir ekip oluşturulmalıdır. Bu ekip acil durumda tüm sorumluluğu alacak, iş planını uygulayacak hızda ve yetkinlikte olmalıdır. Ekip üyelerinin sorumlulukları belirlenmeli, yetki çerçeveleri çizilmelidir. Kriz zamanları hızlı karar almayı ve aynı hızda da uygulamayı gerektirdiği için, organizasyon içi bürokrasi en aza indirilmeli, doğrudan üst 
yönetim ve karar mekanizmaları ile bağlantıda olunmasını sağlayacak iletişim kanalları belirlenmelidir. Ekip içerisinde tedarik, kalite, mühendislik, satış ve operasyon bölümlerinden temsilciler muhakkak bulunmalıdır. Tedarik zincirini korumaya yönelik önlemler ve aksiyon adımları saydığımız bu ekiplerin koordinasyonu ve ortak kararıyla uygulanabilecektir. 

Kriz ekibi riskleri belirlemeli ve derecelendirmeli dir. Virüsün etkileyeceği öngörülen; ham madde, iş gücü, kaynak, lojistik ve tüketici gibi alanlar da dikkate alınarak, tüm riskler incelenmelidir: 
      Ham madde ve işlenmiş ürünlerde eksiklikler, sevkiyatlarda aksamalar görülebilir: 

Bu durumda başta kritik tedarikçiler olmak üzere riskli bölgelerdeki tedarikçilerimizin durumları, salgından ne kadar etkilendikleri, risk & sürdürülebilirlik planları olup olmadığı konusunda bilgi edinilmelidir. Bölgede bulunmayan ancak tedarikçisi bölgede bulunan tedarik kaynaklarımızın salgından ne kadar etkileneceği konusu da bizler için önem kazanmaktadır. Elde edilen tüm bu veriler, stok yönetim ve üretim planlarının kriz dönemi koşullarına göre revize edilmesinde, stok kontrol süreçlerinde, alternatif ürün, yeni tedarik kaynağı ve bölge bulunması, yeni ürünlerin sisteme kazandırılması süreçlerinde öncelik 
sıralaması ve iş süreç adımları oluşturmada dayanak noktamız olacaktır. 

     Hastalık veya karantina sebebiyle nitelikli olsun olmasın iş gücünde kayıp yaşanabilir, nitelikli iş gücünün idame ettirilememesi riski de bulunur. 
Bu doğrultuda, evden çalışma ihtimalinde, kurum olarak bunun için altyapımız uygun mudur kontrol edilmelidir. 
Örneğin, evde çalışabilmek için yeterli sayıda dizüstü bilgisayar var mıdır; evdeki 
çalışanlarla iletişim kanallarımız yeterli midir, internet erişimi sorun yaratacak mıdır, evden kurum veri tabanına giriş yapmak istediğimizde, bilgi güvenliği nasıl sağlanacaktır, siber güvenlik önlemlerimiz yeterli midir, konuları da tartışılmalıdır. Risk görünen noktalarda düzeltici ve önleyici faaliyetler tamamlanmalıdır. 
    Bir diğer konu ise, seyahat sınırlamalarının yeni iş ve proje bulunması, kaynak yaratılması konusunda kısıta neden olmasıdır. Bu da salgın kaynaklı finansal riskleri işaret etmektedir. Finansal riskin sebebi yeni iş ve proje bulunamaması olabileceği gibi, alternatif tedarik, ürün ve kaynak belirleme sürecinin getirdiği ekstra maliyet, ürün teslimatının yapılamaması, müşteriye olan sorumlulukların ve sözleşme koşullarının yerine getirilememesi de olabilir. Bu sebeple, kriz olsun olmasın tek kaynaktan kaçınılması, ürün tasarımı aşamasında alternatif kaynaklar ın tanımlanmış olması, sözleşme imza aşamasında ceza ve mücbir sebep maddelerinin iyi tasarlanmış olması önem kazanmaktadır. Bu kapsamda, müşteri öncelik listesinin oluşturulması, yani hangi müşterilere öncelik verileceğinin de belirlenmesi gerekecektir. Salgın esnasında bunların tekrar gözden geçirilmesi ve sorun yaratabilecek noktaların belirlenmesi, kriz yönetim planında öncelik listesini belirleyen faktörlerden olacaktır. 

    Tedarik bağlantılarının kapasite ve uygunlukta yaşayacağı sınırlamalar, ham madde dahi olsa bunlara ulaşmada sorun yaratacaktır. Aynı zamanda seyahat kısıtlamaları, sınır kontrollerinin hassaslaşması, alternatif rotaları veya farklı ulaşım araçlarının tercih edilmesi konusunu gündeme getirecektir. Ulaşım araçlarının tam kapasite kullanılamaması ekstra navlun veya uzayan teslim süreleri olarak karşımıza çıkabilecektir. 

Bu gelişmelerin birden fazla sektörde yaşanıyor olması, bir sonraki aşamada alternatif rota ve yeni ulaşım araçları bulunmasında da sıkıntıya neden olacaktır. Bu noktada, emniyet stoku ve stok planlaması tekrar gündeme gelecektir. 
    Son olarak konu tüketiciler ve talep riski açısından ele alındığında, virüse maruz kalma ve hastalanma endişesiyle tüketim alışkanlıklarında değişiklik olabileceği öngörülmektedir. 

Örneğin harcama yapmaktan kaçınma eğilimi satışları azaltacak, yeni ürünlerin piyasaya sürümünü geciktirebilecektir. 

Bununla beraber temel tüketim maddelerinde veya medikal ürünlerde aşırı talebe neden olabilecektir. Kriz dönemlerinde bu eğilimin hangi yönde olacağı, kriz kaynağına ve kurumun faaliyet alanına bağlı olarak daha net değerlendirebilir 
ve riskli noktalar belirlenebilir. 

Sonuç: 

Tedarik zincirleri çoklu ve iç içe geçmiş süreçlerden oluşan karmaşık yapılardır. Küresel düzeyde bakıldığında ise, birden fazla tedarik zincirinin, yani birden fazla karmaşık yapının iç içe geçmesi, birindeki değişikliğin diğerini de doğrudan etkilemesidir. Dolayısıyla krizin türüne bağlı olarak gerek bölgesel, gerekse küresel düzeyde tedarik zincirlerine etkiler muhakkak olacaktır. 

Kriz dönemleri, kurumların risk yönetimleri ve sürdürülebilirlik planları çerçevesinde yönetilmelidir. 
Sadece salgın riskinde değil, ambargolar, ticaret savaşları, politik gelişmeler (iç karışıklık, ayaklanma, vb.), siber saldırı gibi risklerde de, kurumlar için bazı temel başlıkların öne çıktığı görülmektedir. 
Bunlar tedarik zincirine ve pazara hakimiyet, tedarikçi ekosisteminin esnekliği, tedarikçi ilişkileri, tedarikçi risk ve kapasite yönetimi olarak sayılabilir. 
Korona virüs, risk yönetim planlarının ve sürdürülebilirlik politikalarının gözden geçirilmesi gerekliliğini, salgının küresel boyutu sebebiyle “en yüksek risk” seviyesinde tanımlanması gerektiğini hatırlatmıştır. Risk ve fırsat planlarının en iyi ve en kötü senaryoları içerecek şekilde kurgulanması, dönemsel olarak gözden geçirilmesi ve güncellenmesi gerekmektedir. Bu sadece kriz dönemlerinde 
değil, kriz sonrası izlenecek yol ve yöntemler konusunda da yol gösterici olacak, risk yönetim kültürünün kurum içinde yerleşmesini, ileride benzer krizlerle karşılaşıldığında daha hızlı hareket edilmesini sağlayacaktır. Böylelikle tedarik zincirleri güçlenecek, tedarik zinciri ile beraber kurumların da kriz dönemlerinden en az hasarla çıkması sağlanabilecektir. 

KAYNAKÇA 

www.who.int/health-topics/coronavirus 
www.who.int/docs/default-source/coronaviruse/situation-reports 
www.gartner.com 
www.mckinsey.com/business-functions/risk/our-insights/covid-19-implications-for-business 
www.resilience360.dhl.com/resilienceinsights/covid-19-outbreak-global-ripple-effect/ 
www.ntv.com.tr 
www.bloomberght.com 
www.grip.gov.tr/depo/saglik-calisanlari/ulusal_pandemi_plani.pdf 
www.tim.org.tr 
www.dergipark.gov.tr/tubid 


***