YEMEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YEMEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2020 Pazar

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 3

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE,  BÖLÜM 3




Şam Kurtuluş Tugayları-ŞKT (Ahrar El-Şam Tugayları): Esed rejimine 
karşı silahlı mücadele gerçekleştirmek amacıyla kurulmuş olan Şam Kurtuluş Tugayları, Selefi Cihad’ın Suriye’deki önde gelen çatı örgütlerindendir. 
Yayımladığı bildirilerde Özgür Suriye Ordusu’nun yanında savaştığını ancak 
komutasında olmadığını beyan eden ŞKT, tamamen bağımsız hareket etmektedir. 
ŞKT’ye bağlı askerler Suriye’nin genel olarak tüm bölgelerine dağılmış 
durumdadır. Ancak en güçlü oldukları bölge İdlib’dir. Tugay ilk etapta Suriye 
Ordusu ile girdiği çatışmalardan ele geçirdiği silah ve mühimmatlarla mücadelesini yürütmüştür. Şimdi ise Kuveyt başta olmak üzere Körfez ülkelerindeki zenginlerden yardım almaktadır. ŞKT çatısı altında birçok tugay bulunmaktadır. 
Bunlar, Ariha bölgesinde faaliyet gösteren Abbad El-Rahman Tugayı, 
Cebel-i Zaviye bölgesinde mücadele eden Sariyet El-Cebel Tugayı, Hama’da 
yer alan Selahaddin Tugayı, Cunud El-Hak Tugayı ve Furkan Tugayı’dır.20

Şam Kartalları Tugayı (Sukurul Şam Tugayı): Şam Kartalları Tugayı’nın 
Komutanı Cebel El-Zaviyeli Selefi olan Ahmet İsa el-Şeyh’tir. Şam Kartalları 
Tugayı, İdlib bölgesinde Suriye Ordusu’na yönelik bombalı eylemler gerçekleştirmektedir. 

Sukuru El-Şam Tugayı’nın hem fikri hem de altyapı bakımından 
Şam Kurtuluş Tugaylarına benzerliği vardır. Şam Kartalları Tugayı’nın 
merkezi İdlib olmakla birlikte bu grubun İdlib dışında da birlikleri bulunmaktadır. 

Şam Kartalları’na bağlı olarak Halep’te Şüheda Birliği ve Şam’da Ammar 
Bin Yasir Birliği oluşturulmuştur. Tugayın 3 binden fazla savaşçısı vardır. 
Şam Kartalları Tugayı, siyasi ve askeri yardımlarını Kuveyt, Suudi Arabistan 
ve Bahreyn’den almaktadır.21

3. Krizin Bölgesel Etkileri

Suriye’de iç savaş halini alan kriz, ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar doğurmaya 
başlamış, Orta Doğu’da bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa ve nüfuz  mücadelesi ne dönüşmüştür. Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden, Lübnan’ın istikrarını zedeleyen kriz, Körfez ülkelerinin İran kaynaklı kaygılarını artırırken, Tahran’ı Arap dünyasındaki tek müttefikini kaybetme olasılığı ile karşı karşıya bırakmıştır. Esed rejiminin Türkiye topraklarına yönelik kaza olarak değerlendirilen saldırıları, PKK/KCK terör örgütüne ülkenin kuzeyinde hareket alanı açması ve Suriye’nin parçalanma ihtimali Ankara’yı tedirgin etmektedir. 

Esed iktidarının krizi ülke sınırları dışına taşıma gayesiyle Lübnan’daki 
hassas dengeleri bozabilecek kışkırtıcı eylemlere yönelmesi Beyrut’ta endişe 
uyandırmaktadır. İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii jeopolitiği stratejisi doğrultusunda krize Esed rejimi yanında müdahil olması Körfez ülkelerini rahatsız etmiştir. Suriye’nin İran’ın tek müttefiki olması ve Tahran’ın Esed rejimini koşulsuz desteklemeye devam etmesi ise krizi bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa mahkûm etmiştir. Suriye’de çıkmaza giren kriz, Orta Doğu’da 
Esed iktidarının devamı ve sona ermesi yönünde iki yaklaşımın öne çıkmasına 
yol açmış, bu yaklaşımları savunan devletler arasında rekabet doğurmuştur.

Suriye krizinin sona ermesi için Esed rejiminin devamını gerekli gören ve 
Suriye’deki ayaklanmaya terörizm nazarıyla bakan birinci yaklaşımı temelde 
İran desteklemektedir. Esed rejiminin ayakta kalması için siyasi, ekonomik 
ve askeri imkânlarını seferber eden İran, Irak’taki Maliki iktidarını ve 
Hizbullah’ı aynı doğrultuda yönlendirmektedir. Tahran, Suriye’deki silahlı 
isyan hareketini (Esed iktidarı ile birlikte) terörizm olarak nitelemekte ve muhalif unsurlara destek sağlayan devletleri tehdit etmektedir. Kriz sürecinde 
İran’ın tutumunun giderek sertleştiği, muhalefet hareketine destek sağlayan 
ülkelere yönelik örtülü mücadelelere yöneldiği ve Esed rejimine daha güçlü 
destek verdiği gözlemlenmiştir. İran Türkiye’ye karşı PKK/KCK terör örgütünü 
tekrar desteklemeye, üst düzey askeri ve siyasi yetkililerin demeçleri 
aracılığıyla Türkiye’yi tehdit etmeye, Bağdat yönetimini Ankara aleyhinde 
yönlendirmeye, Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki Şii nüfusu da ayaklanmaları 
için tahrik etmeye başlamıştır. Kriz sürecinde Esed rejimine bu denli güçlü ve 
riskli biçimde destek vermesi İran’ın Orta Doğu stratejisinde Suriye’yi merkezi 
bir konuma yerleştirdiğini ve müttefiki Baas iktidarının ayakta kalmasını 
kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirdiğini göstermektedir.

İran, bölgede kurmaya çabaladığı Şii jeopolitiği hattında Nusayri azınlığın denetimindeki Suriye’nin hayati bir aktör olduğunu değerlendirmekte, Şam’da 
Sünni ağırlıklı bir hükümetin iktidara gelmesi durumunda Şii hilali projesinin 
başarısız olacağını öngörmektedir. İranlı karar mercileri, Esed rejiminin devrilmesiyle Tahran’ın İsrail’e karşı başvurabileceği dinamiklerin önemli ölçüde 
zayıflayacağını değerlendirmektedir. Esed iktidarının devrilme ihtimali aynı 
zamanda İran’daki mevcut rejimin beka kaygısını artırmakta, Tahran’da, bölgedeki rejim değişikliklerinde sıranın İran’a geldiği yönünde bir tedirginlik 
hâsıl etmektedir.

İran’ın Suriye’deki krize Esed rejimi lehinde müdahil olması, Tahran’ın Şii 
hilali projesi bağlamında değerlendirilmelidir. Nüfuz alanını Şiilik vasıtasıyla 
genişletmeye çalışan İran, Orta Doğu ülkelerindeki Şii topluluklar üzerinde 
özellikle eğitim yoluyla etki sahibi olmaya çabalamaktadır. Saddam sonrası 
Irak üzerinde nüfuz sahibi olan İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah eksenindeki Şii 
unsurlardan bir stratejik hat meydana getirmeye çalıştığı gözlemlenmektedir. 
Nitekim Suriye krizinde Esed rejimine sağlanan destekte İran-Irak-Hizbullah 
eşgüdümü Şii hattının Tahran’ın yönlendirmesiyle birlikte hareket edebileceğini 
göstermiştir. Nusayri azınlığın denetiminde ve Baas iktidarının tekelindeki 
Suriye bu hatta kritik bir konumda yer almakta, İran’ın Lübnan’daki 
Hizbullah’la bağlantısında koridor işlevi görmektedir. Dolayısıyla, Esed rejiminin 
devrilmesi Tahran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii hilali projesinin 
başarısızlığa uğraması anlamına gelmektedir.

İran’ın Esed rejimine sağladığı destek, Tahran’ın İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikleri muhafaza etme hedefiyle de açıklanabilir. Suriye’nin 
İsrail ve Filistin’e coğrafi yakınlığı bu ülkeyi İran nezdinde değerli kılmaktadır. 
İran, İsrail’e karşı desteklediği Hizbullah’a tedarik ettiği askeri malzemeleri 
Suriye üzerinden Lübnan’a ulaştırmaktadır. Tahran, İsrail’e karşı mücadele 
eden Filistinli unsurlarla Suriye topraklarında irtibat sağlamakta, ABD-
İsrail cephesine karşı “direniş cephesi”ne önderlik etmeye çalışmaktadır. İran 
böylece İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikler elde etmekte, Orta 
Doğu’da İsrail karşıtlığına dayalı dış politika çizgisinden temin ettiği itibarı 
korumaktadır. Esed rejiminin devrilmesi, İran’ın İsrail karşısındaki ve İsrail-
Filistin ihtilafındaki konumunun zayıflaması sonucunu doğurabilir.

Suriye’de Esed iktidarına karşı ortaya çıkan muhalefet hareketi, İran’daki 
mevcut rejimin beka kaygısının nüksetmesine yol açmıştır. Tahran, Suriye 
krizi kullanılarak İran’ın yıpratılmaya çalışıldığını ve nihai hedefin aslında 
İran olduğunu iddia ederek Esed rejiminin geleceğiyle İran’daki rejimin akı
beti arasında bağlantı kurmaktadır. Nükleer programından dolayı uluslararası 
yaptırımlara ve tecride maruz kalan İran, bölgedeki tek müttefiki Suriye’de 
muhtemel bir iktidar değişimini kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirmektedir. 
İran, dış politika ufkuna yön veren “kendisine karşı dış müdahale korkusunun” 
da etkisiyle Esed rejiminin devrilmesinin ardından sıranın kendisine 
gelebileceği yönünde ciddi kaygılar beslemektedir.

Orta Doğu’da İran dışında Lübnan’daki Hizbullah’ın ve Irak’taki Maliki iktidarının 
Esed rejiminin devamını savunan aktörler olduğu gözlemlenmektedir. 
Hizbullah, Suriye’deki muhalefet hareketinin büyük bir komplo olduğunu 
ve Esed iktidarının ülkedeki halk ayaklanmasıyla mücadele ederken aslında 
ABD ve İsrail’e karşı bir savaş yürüttüğünü iddia etmektedir. Hizbullah, Suriye 
krizinde muhalefet hareketine karşı İran’la birlikte Baas rejimine somut 
destek vermektedir. Esed rejimine bağlı paramiliter birliklere eğitim sağlayan 
Hizbullah militanları, rejimle eşgüdüm sağlayarak muhalif unsurların bulunduğu 
hedeflere saldırılar düzenlemiştir.

Irak’taki Maliki iktidarı ise Suriye’deki halkın taleplerinin dikkate alınması 
gerektiğini beyan etmekle birlikte krizin sona ermesine dönük bir dış müdahaleye itiraz etmektedir. Bağdat, Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya aldığı kararda çekimser kalmış, Suriye’ye karşı başlatılan ekonomik yaptırımlara karşı çıkmıştır. İran’ın Suriye’ye silah sevkiyatına da Irak hava sahasını açan 22 Bağdat, Esed rejiminin devamını zımnen desteklemektedir. Maliki iktidarının krizin ilk dönemlerinde Suriye halkının reform taleplerine olumlu bakışı öne çıkarken, daha sonra giderek Esed rejimi yanlısı çizgiye yaklaşmasının İran’ın etkisiyle olduğu değerlendirilmektedir.

Bölgede Suriye krizinin çözümlenmesi için Esed rejiminin son bulması yönündeki ikinci yaklaşımı başta Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere Körfez 
ülkeleri, Arap devletlerinin çoğunluğu ve Türkiye savunmaktadır. İkinci 
yaklaşımı savunan bölge ülkelerinin farklı nedenlerle bu tercihe yöneldiği ve 
Esed rejiminin devrilmesi yönünde değişik düzeylerde destek verdiği belirtilmelidir. 

Suudi Arabistan ve Katar, krizde Esed rejimine nispeten hızlı bir 
şekilde karşı tavır almış, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) aracılığıyla ve Arap 
Birliği nezdinde diplomatik girişimlerde bulunmuş ve muhalefetin silahlandırılmasında önemli rol oynamıştır. Diğer Arap devletleri ise Suriye’deki halk hareketini ve Esed rejiminin devrilmesini desteklemekle birlikte, bu istikamette daha çok diplomatik yöntemlerin işletilmesinden yana tutum geliştirmiştir. Türkiye ise krizin ilk aylarında reform çağrıları yaptıktan sonra Suriye muhalefetinin tanınmasına zemin hazırlamış, Esed rejiminin sona ermesi yönünde irade göstermeye başlamıştır.

İran-Suriye arasında 1979 Devrimi sonrasında gelişen ve 2000’li yıllarda ittifak 
niteliği kazanan ilişkiler başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap devletlerinin 
tepkisini çekmiş, Suriye’nin Arap dünyası ile münasebetleri genel olarak 
soğuk seyretmiştir. Tahran yanlısı dış politikasından ötürü Arap dünyasının 
Şam yönetimine karşı sürdüre geldiği tepkisel tutum, Arap devletlerinin Suriye 
krizindeki tutumunun anlaşılmasında dikkate alınmalıdır. Nükleer programının 
tedirginlik doğurduğu bir dönemde İran’ın Orta Doğu’daki Şii unsurlar üzerinden bölgesel bir nüfuz stratejisine yönelmesi, Arap devletlerinin Esed rejimi aleyhindeki halk hareketine bakışında etkili olmuştur. Esed iktidarına karşı gelişen muhalefet hareketi Arap dünyasında olumlu karşılanmış, Suriye’ deki mevcut rejimin değişmesi gerektiği yönündeki yaklaşım, özellikle Körfez ülkeleri tarafından belirgin biçimde desteklenmiştir. Nitekim Esed rejiminin  devrilmesiyle İran’ın Suriye ve Lübnan üzerindeki nüfuzunun önemli 
ölçüde zayıflayacağı ve Suriye’nin Arap dünyasıyla yakınlaşacağı öngörülmekte dir. Suriye krizi sürecinde Körfez ülkelerinin tutumu iki aşamada değerlendirilebilir. 
Ortak bir tutumun henüz geliştirilmediği birinci aşamada Körfez ülkeleri 
Esed iktidarına reform çağrıları yapmış, krizin çözümüne yönelik destek 
sözleri vermiştir. 2011 yılının Mayıs ayı içinde Suudi Arabistan Kralı, Kuveyt 
Emiri ve Bahreyn Emiri Esed’i bizzat arayarak ülkedeki krizi çözmek için 
destek olacaklarını bildirmişlerdir. İktidarlar tarafından gerçekleştirilen bu 
çağrılarla aynı dönemde El-Cezire ve El-Arabiye gibi Körfez merkezli televizyonlar Suriye’de halkın talep ve beklentilerini dünya kamuoyuna duyurmuştur. 

Körfez ülkelerinin Suriye halkının demokratik hak ve özgürlük taleplerine cevap 
verilmesi gerektiği yönündeki çağrısı, Esed rejiminin kitlesel gösterileri silahlı kuvvetle bastırma yoluna gitmesiyle değişmeye başlamıştır. 
İran ve Hizbullah’ın krize Esed rejimi lehinde müdahale etmesi Suriye krizinin 
Körfez ülkeleri tarafından mezhepsel bir mücadele olarak algılanması 
sonucunu doğurmuştur. Suriye ordusunun 31 Temmuz 2011 tarihinde 139 
kişinin ölümüne yol açan Hama saldırısının ardından Körfez ülkeleri Beşşar 
Esed’in iktidarı terk etmesi gerektiğini aleni biçimde zikretmeye başlamıştır.23

2011 yılının Ağustos ayından itibaren Körfez ülkelerinin Suriye krizine yaklaşımında ikinci aşamaya girildiği ifade edilebilir. İkinci aşamada Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirilmiş, Suriye krizinin bir Arap Gücü müdahalesiyle çözülebileceği ve muhalefetin desteklenmesi gerektiği savunulmuştur. Bu dönemde Katar’ın açıkladığı önerilerin Körfez ülkelerinin ortak tavrında etkili olduğu belirtilmelidir. Arap Gücü’nün Suriye’ye gönderilmesini teklif eden Katar, Suriye’de yardımların gerekli yerlere ulaştırılması, güvenli bölge oluşturulması ve taraflar arasında ateşkesin takip edilebilmesi için Arap devletlerinin teşkil edeceği askeri bir görev gücünün elzem olduğunu beyan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’deki insan hakları ihlallerini kınayan ve şiddetin sona erdirilmesi çağrısında bulunan ilk karar tasarısının Rusya ve Çin tarafından veto edilmesinin ardından da Katar, uluslararası topluma Suriye muhalefetine silah desteği vermesi için çağrıda bulunmuştur.24

Körfez ülkeleri, Esed rejiminin sona ermesi gerektiği yönündeki yaklaşımı 
Körfez İşbirliği Konseyi aracılığıyla Arap Birliğine taşımış, diğer Arap ülkeleriyle 
ortak hareket etmeyi hedeflemiştir. Bu girişim neticesinde Arap Birliği 
Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirmiş, Suriye krizini çözüme kavuşturabilecek bir plan hazırlamıştır. Beş maddeden oluşan çözüm planı; taraflar arasında derhal ateşkes ilan edilmesini ve Suriye ordusunun kentlerden 
çekilmesini, tutukluların serbest bırakılmasını, anayasa düzenlemelerini de 
kapsayan siyasi reformların yapılmasını, Esed rejimi ile muhalifler arasında 
ulusal diyalog görüşmelerinin başlatılmasını ve Arap Birliği’nin çözüm planı 
sürecini incelemek üzere Şam’da temsilci bulundurmasını şart koşmuştur. Hazırlanan çözüm planını gündeme alarak 16 Ekim 2011’de Mısır’da toplanan 
Arap dışişleri bakanları, planın uygulanması için Esed iktidarına ilk etapta 15 
gün süre tanımış, Arap Birliği içinde Katar başkanlığında Suriye meselesiyle 
ilgilenecek bir komisyon oluşturulmasını kararlaştırmıştır.25

16 Ekim toplantısının ardından, Arap Birliği’nin tayin ettiği Katar başkanlığındaki 
heyet Beşşar Esed’le bir görüşme gerçekleştirmiş, 30 Ekim’de Suriye, 
Birliğin çözüm planına riayet edeceğini taahhüt etmiştir. 2 Kasım 2011 tarihinde 
ise Arap Birliği ve Suriye’nin imzaladığı anlaşma ile Esed rejimi şiddetin 
sona erdirilmesi, siyasi tutukluların serbest bırakılması ve ordunun kentlerden 
çekilmesini kabul etmiştir. Ancak Esed rejiminin taahhüt ettiği halde çözüm 
planını uygulamaması ve kitlesel muhalefet gösterilerine karşı silahlı kuvvet 
kullanmaya devam etmesi Birliğin politikasını değiştirmiştir. Arap Birliği, 
Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırımları tartışmaya başlamış ve 
12 Kasım 2011 tarihinde Suriye’nin üyeliğini askıya almıştır. Lübnan, Suriye 
ve Yemen’in ret oyu kullandığı, Irak’ın ise çekimser kaldığı oylamada karar, 
lehte kullanılan 18 oy ile kabul edilmiş, 16 Kasım’da yürürlüğe girmiştir.

Arap Birliği, 27 Kasım’da çözüm planına söz verdiği halde riayet etmeyen ve 
Suriye’nin üyeliğinin askıya alınması kararına rağmen işbirliğine yanaşmayan 
Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırım kararı almıştır. Yaptırım kararının ardından Birlik, Suriye’ye Arap gözlemciler gönderilmesi için yeni bir girişim başlatmış, Irak’ın arabuluculuğunda Esed rejimiyle Kahire’de bir protokol imzalamıştır. İmzalanan protokol uyarınca Suriye’ye gönderilen Arap 
gözlemcilerin sadece Esed rejiminin müsaade ettiği bölgelere gidebilmesi ve 
dünya kamuoyuna rejim yanlısı mesajlar vermesi bu girişimden de netice alınmasını engellemiştir. Suudi Arabistan’ın gözlem görevinden finansal desteğini çekmesinin ardından diğer Körfez ülkeleri de Suriye’deki gözlemcilerini 
geri çekmiş, Birliğin gözlemci girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Çözüm planı ve gözlemci girişimi denemelerinin ardından Arap Birliği’nin 
Esed rejimine yönelik tutumu değişmiş, Birlik Suriye muhalefetiyle görüşmeye 
başlamış ve Arap devletlerinde krizin Beşşar Esed’in iktidardan ayrılmasıyla 
çözülebileceği kanaati yaygınlaşmıştır. Nitekim iki girişimde de Esed rejimi çözüm önerilerine sıcak baktığını beyan etse de uygulamaya geçmemiş, 
muhalefet gösterilerini şiddetle bastırmaya devam etmiştir. Esed iktidarı, Arap 
Birliği’nin çözüm girişimleri sırasında önerilere müspet cevap vererek zaman 
kazanmış, Arap devletlerinin muhalefet hareketine sağlayabileceği desteği 
mümkün mertebe geciktirmiştir. Diğer taraftan ise Arap Birliği’nin Suriye 
krizine çözüm getirme arayışları krizin bölgesel düzeyden küresel düzeye 
taşınmasına zemin hazırlamıştır. Suriye krizi böylece Arapların iç meselesi 
olmaktan çıkmış, Birleşmiş Milletler’e intikal etmiştir.

Kriz, 2012 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın gündemine de gelmiştir. 15-16 
Ağustos 2012 tarihlerinde Mekke’de düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 
4. Olağanüstü Zirvesi’nde Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır. 26 Mart 
2013’te Doha’da düzenlenen Arap Birliği zirvesinde ise Suriye’nin koltuğu 
muhalefet hareketine verilmiştir. Bu gelişmenin ardından Suriye Geçici Hükümeti Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. 

Arap devletleri arasında Suriye muhalefetine destekte Körfez ülkelerinin, 
Körfez ülkelerinden de Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıktığı görülmektedir. 
Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıkmasında bu ülkelerin sahip olduğu sermaye 
gücü ve uluslararası düzeyde etkili basın-yayın organlarının belirleyici 
olduğu ifade edilebilir. Mısır’ın Mübarek sonrası dönemdeki siyasi dönüşüm 
süreciyle meşgul olması ve iki ülkenin Körfezdeki Şii-Vehhabi rekabetinde 
taraf olmasının da Riyad ve Doha’yı öne çıkardığı değerlendirilebilir. İki ülke 
gerek Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve Arap Birliği vasıtasıyla gerekse tek 
taraflı girişimlerle Suriye krizine Esed rejimi karşısında müdahil olmuştur. 
Muhalefete finansman tedarikinin yanında doğrudan askeri destek de temin 
ettiği basına yansıyan Suudi Arabistan ve Katar, Suriye’deki değişim sürecinde 
etkili olmayı hedeflemekte, ülkedeki Selefi unsurları güçlendirmeye çalışmaktadır.

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 2

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE,  BÖLÜM 2



Konsey çatısı alında gerçekleştirilen birlikteliğe rağmen Suriye muhalefeti 
içindeki görüş ayrılıkları devam etmiştir. Suriye Ulusal Konseyi’ni teşkil 
eden dini eğilimli gruplar, laikler, liberaller ve Kürtler arasında ortak bir tutum 
sağlanamamış, Konsey’de Müslüman Kardeşler’in çoğunlukta olması eleştirilmiştir. 
Konsey içindeki fikir ayrılıkları ve takip edilecek strateji konusundaki 
yaklaşım farklılıkları Esed iktidarının elini güçlendirmiştir. 
Suriye Ulusal Konseyi liderliğindeki muhalefet hareketi içindeki birlik sorunu ve anlaşmazlıklar, uluslararası toplumda Konsey’in Esed sonrası süreci yönetebileceği izlenimi oluşmasını engellemiştir. Suriye muhalefetinin içerisinde yer alan gruplar Esed iktidarının devrilmesinde izlenecek yöntem konusunda anlaşmazlık yaşamıştır. Suriye Ulusal Konseyi çizgisindeki unsurlar Esed rejiminin dış müdahaleyle sona erdirilmesini hedeflerken, Suriye içerisinde Esed 
yönetimiyle birebir çarpışan muhalifler Baas rejiminin dış müdahale olmadan 
kendi güçleriyle devrilebileceğini öngörmüştür. 

Diğer taraftan yurtdışındaki muhalefetle Suriye halkı arasında bir koordinasyon 
eksikliği yaşanmıştır. Suriye Ulusal Konseyi üyeleri uzun süredir yurtdışında 
bulunduğundan dolayı halk ile doğrudan bağlantı kurmakta ve halkın 
isteklerini anlamakta güçlük çekmiştir. Suriye’de halkın talebi sadece özgürlük 
ve demokrasi ile sınırlı değildir. Halk, özgürlük ve demokrasi talep ettiği 
nispette sosyo-ekonomik şartlarının geliştirilmesini, refah düzeyinin yükseltilmesini beklemektedir. Halk, Esed rejiminin devrilmesiyle ülkedeki devlet kurumlarının yıkılmaması gerektiğine inanmakta, Irak’taki sürecin Suriye’de tekerrür etmesini istememektedir.

Suriye Ulusal Konseyi, Suriye’deki süreçle ilgili dünya kamuoyunu yönlendirme de zayıf kalmıştır. Konsey, halka karşı şiddete başvurmasından dolayı Esed’in iktidarı bırakması gerektiği mesajını uluslararası topluma yeterince ulaştırama mış, Esed rejiminin muhalefet aleyhinde yürüttüğü propagandaya karşılık aynı düzeyde bilgilendirme kampanyası gerçekleştirememiştir. Suriye Ulusal Konseyi başta Türkiye olmak üzere ABD, Avrupa ve Arap ülkeleri tarafından Suriye’nin tek muhalif temsilcisi olarak resmen tanınmış olsa da, Konsey’in Esed sonrası döneme geçiş sürecini yönetebilecek düzeyde etkili olduğunu uluslararası kamuoyuna ifade edemediği gözlemlenmiştir.

Suriye Ulusal Konseyi liderliğindeki muhalefet hareketi içinde ortaya çıkan 
bölünmüşlüğün uluslararası toplumun Suriye krizi ile ilgili net bir tavır alamamasında etkili olduğu ifade edilebilir. Suriye’ye askeri müdahale, insani yardım koridoru, tampon bölge oluşturma ve diğer seçenekler konusunda dünya 
kamuoyundaki mevcut kararsızlık kısmen muhalefet hareketi içindeki birlik 
sorunuyla ilişkilendirilebilir. Nitekim muhalefeti yönlendiren güçlü bir liderin 
olmayışı da dünya kamuoyunun bu kararsızlığını pekiştirmiş, muhalefete bir 
bakıma kuşkuyla bakılmasına yol açmıştır.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 2 Kasım 2012 tarihindeki Hırvatistan 
gezisi sırasında yaptığı açıklamada, Suriye Ulusal Konseyi’nin tek başına 
Suriye’yi temsil etmediğini, Kürtlerin ve Nusayrilerin de temsil edildiği geniş 
katılımlı bir muhalefet yapısı oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir. Clinton 
ülke içinde Esed rejimine karşı savaşan insanları temsil edebilecek daha etkili 
bir muhalefet cephesinin teşkil edilmesi gerektiğini, bu kapsamda Suriye Ulusal 
Konseyi’nin yeniden yapılandırılması gerektiğini beyan etmiştir.

Suriye Ulusal Konseyi böyle bir gündemle 4-7 Kasım 2012 tarihleri arasında 
yeni başkanını ve yönetim kurulunu seçmek ve üye sayısını artırarak temsil 
niteliğini güçlendirmek amacıyla Doha’da bir kongre gerçekleştirmiştir. 
Katar’ın teşebbüsüyle düzenlenen Doha Kongresi’nde ilk aşamada Suriye 
Ulusal Konseyi başkanlığına Hıristiyan asıllı George Sabra seçilmiştir. 
Kongre’de daha sonra Konsey’in kapsamının genişletilmesi ve uluslararası 
toplumun desteğinin daha çok sağlanması hedefi gündeme alınmıştır. Toplantı 
sonucunda muhalefet kendi içinde yaşadığı anlaşmazlıkların ve çekişmelerin 
kısmen de olsa üstesinden gelmiş ve 11 Kasım’da “Suriye Devrimi ve Muhalefet 
Güçleri Ulusal Koalisyonu” adı altında Suriye’deki tüm kesimlerden 
oluşan yeni bir muhalefet çatısı kurulmuştur.9

Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu (SMDK) başkanlığına 
din adamı Ahmed Miaz El-Hatib, başkan yardımcılığına Riyad Seyf ve 
Sehir Atasi getirilmiştir. Koalisyon’da Suriye Ulusal Konseyi dışında Suriyeli 
Türkmenler ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin üçer üye ile temsili sağlanmış 
ve kadınların %15 oranında temsil edilmesi kararlaştırılmıştır. Yeni 
Koalisyon’da ayrıca Suriye’nin on dört vilayetinden yerel temsilcilerin bulunması, iç ve dış muhalefet arasındaki koordinasyon eksikliğinin giderilmesi 
açısından önem arz etmektedir. Koalisyon, Suriye’deki devrim hareketinden 
%33, siyasi oluşumlar ve kitlelerden %45 oranında katılım sağlayarak toplamda 
400 üyeye ulaşmıştır.10

Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu, kuruluşunun ardından 
bir bildiri yayımlamış, Koalisyon’un çatısı altındaki muhalif gruplar arasında 
sağlanan uzlaşmayı dünya kamuoyuna duyurmuştur. Uzlaşma sağlanan 
hususlardan bazıları aşağıda sıralanmıştır.

• Doha toplantısında hazır bulunan Suriye Ulusal Konseyi ve diğer muhalif gruplar Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun teşkil 
edilmesi konusunda anlaşmıştır. Koalisyon’un üyeliği bütün Suriyeli muhalefet gruplarına açıktır.
• Koalisyon, herhangi bir şekilde rejimle diyaloga girmeyecektir.
• Koalisyon, devrimin ortak askeri konseylerini destekleyecektir.
• Koalisyon uluslararası arenada tanındıktan sonra Geçici Suriye Hükümeti’ni kuracaktır.11

Koalisyon, kuruluşunun ardından Türkiye, Körfez ülkeleri, Arap Birliği, 
ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmıştır. 

Koalisyon’un Konsey’in durumuna düşmemesi için önümüzdeki süreçte ülke içinde Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren unsurların güvenini kazanması önem arz etmektedir. Ülke içindeki silahlı unsurların tek çatı altında toplanması ile Suriye muhalefeti, uluslararası toplumun güvenini kazanabilecek ve Batılı ülkelerin desteğini temin edebilecek konuma gelebilir. 
Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Koalisyon Esed sonrası dönem için ortak 
bir politik vizyon üzerinde mutabakata varmazsa yeniden parçalanma riskinden 
kurtulamayacak ve dolayısıyla Koalisyon’un etkili bir muhalefet gerçekleştirmesi 
mümkün olamayacaktır.

Mart 2013’te Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu başkanlığından istifa eden El-Hatib’in yerine George Sabra getirilmiş, Koalisyon 
üyeleri Geçici Hükümeti kurmak için İstanbul’da bir araya gelmiştir. 62 koalisyon üyesinin oy kullandığı seçimlerde Gassan Hito, 35 üyenin oyunu alarak Geçici Hükümetin Başbakanı olmuş, Koalisyon’un sözcüsü ve muhalefetin 
önde gelen isimlerinden Velid Bunni ise dış güçlerin Hito’yu kendilerine dayattığını ifade etmiştir.12 8 Temmuz 2013 tarihinde Gassan Hito görevinden 
istifa ettiğini açıklamış, İstanbul’da tekrar bir araya gelen Koalisyon üyeleri 
Ahmet Asi El-Carba’yı yeni lider olarak seçmiştir.

2.1.1. Suriye Kürt Ulusal Konseyi

Esed iktidarı kriz sırasında ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda bulunan Kürt 
nüfusun muhalefet hareketine katılmasını önlemek maksadıyla 7 Nisan 2011 
tarihinde 300 bin civarında kimliksiz Suriyeli Kürt’e vatandaşlık vermiştir. 
Esed rejiminin bu adımı, Suriyeli Kürtlerin halk hareketine katılıp katılmama 
konusunda tereddüt etmesine yol açmış, Kürtler muhalefet içinde yer almak 
konusunda fikir ayrılıkları yaşamıştır. Böyle bir konjonktürde Kürt aktivistler, 
Suriye Ulusal Konseyi’nin Kürtlerin taleplerini göz ardı ettiği gerekçesiyle 
Kürt Ulusal Konseyi adlı farklı bir yapılanmaya gitmiştir. Suriye Kürt Ulusal 
Konseyi, Dr. Abdulhekim Beşar başkanlığında 26 Ekim 2011 tarihinde Erbil’ de Mesud Barzani’nin desteği ile kurulmuştur.13

Kürtler, Esed sonrası Suriye’nin kuzeyinde özerklik ve Kürt milli kimliğinin 
anayasal olarak tanınması taleplerini ileri sürerek Suriye Ulusal Konseyi çatısına 
dâhil olmamıştır. Kürtlerin bu konudaki tutumunun ardında iki temel nedenin yattığı değerlendirilmektedir. Birinci neden, Kürtlerin Suriye Ulusal Konseyi’ne dâhil oldukları takdirde kendilerini uluslararası topluma tanıtmakta 
zorlanacakları ve Konsey içinde Kürt kimliğinin arka planda tutulacağı 
yönündeki kaygılarıdır. İkinci sebep ise Suriyeli Kürtlerin kuzey Irak’taki gibi 
bir özerklik kazanma arzusudur. Ağırlıklı olarak ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan Kürtlerin Suriye nüfusu içindeki oranı %8-10 civarındadır. Kürtler, Nusayrilerden sonra ülkenin en büyük azınlığı konumundadır. Kuzey Irak’taki 
yapıya benzer bir özerklik fikrine sıcak bakan Suriyeli Kürtler, bu nedenlerle 
Suriye Ulusal Konseyi ile aynı çatı altında Esed yönetimine karşı mücadele 
vermeyi kabul etmemiş, Konsey’in toplantılarına katılmamıştır. Dolayısıyla 
Suriye’deki krizin belirsizliği de göz önünde bulundurulduğunda Kürtlerin diğer 
muhalif unsurlarla tek çatı altında toplanması beklenmemektedir.

Bütün bu gelişmeler ışığında Erbil’de Dr. Abdulhekim Beşar başkanlığında kurulan Kürt Ulusal Konseyi’ne Mayıs 2012’de Suriyeli Kürt partiler de katılmaya başlamıştır. Konsey’e ilk etapta katılan Suriyeli Kürt partiler ve liderleri aşağıda sıralanmıştır. 


• Suriye Kürt Demokratik Partisi - Dr. Abdulhekim Beşar
• Kürt Demokratik Partisi - Nasrettin İbrahim
• Suriye Kürt Demokratik Ulusal Partisi - Tahir Safok
• Kürt Demokratik Eşitlik Partisi - Aziz Davud
• Kürt Demokratik İlerleme Partisi - Hamit Derviş
• Kürt Demokratik Birlik Partisi - Şeyh Ali
• Suriye Kürt Birlik Partisi - İsmail Hamu
• Kürt Özgürlük Partisi - Mustafa Osu
• Suriye Kürt Özgürlük Partisi - Mustafa Cuma
• Suriye Demokratik Kürt Partisi - Şeyh Cemal
• Kürt Solcu Partisi - Muhammed Musa
• Kürdistan Birliği Partisi - Abdulbasıt Hamo
• Kürt Demokratik Partisi - Abdurrahman Aluci
• Kürdistan Demokratik Partisi - Yusuf Faysal
• Kürt Demokratik Uzlaşı Partisi - Neşat Muhammed
• Suriye Kürt Solcu Partisi - Salih Cadu14

2003 yılında Suriye’nin kuzeyinde PKK tarafından kurulan PYD, 11 Temmuz 
2012 tarihinde Mesud Barzani liderliğinde kuzey Irak’ın Erbil kentinde toplanan 
Suriyeli Kürt muhalefet partileriyle anlaşarak Kürt Ulusal Konseyi’ne 
katılmıştır. PYD, Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürdistan 
hedefiyle faaliyet gösteren PKK/KCK terör örgütünün Suriye kolu olarak 
hareket etmektedir. Esed yönetimi, Türkiye’nin Suriyeli muhalefete destek 
vermesine karşılık Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda Kürtlerin yoğun olarak 
yaşadığı bölgeleri çatışmaya girmeden PKK/KCK terör örgütü güdümündeki 
PYD’ye bırakmıştır. Terör örgütü Esed rejiminin sağladığı serbestlikle 
PYD’yi Suriye’nin kuzeyinde etkili bir aktöre dönüştürmüş, Halkçı Koruma 
Birlikleri adı altında PYD’nin askeri kanadı statüsünde silahlı bir yapı teşkil 
etmiştir. PYD, PKK/KCK’nın bölgesel hedefleri çerçevesinde Suriye’deki 
Kürtlerin muhalefet saflarına katılmasını engellemeye çalışmış, Esed iktidarına 
karşı gösteri düzenleyen Kürtleri şiddet kullanarak bastırma yoluna gitmiştir. 
Silahlı gücü sayesinde diğer Kürt partilerine göre ülkenin kuzeyinde 
baskın konuma gelen PYD’nin Baas rejimine muhalefet eden Suriyeli Kürt 
aşiret liderlerine de saldırılar düzenlediği basına yansımıştır. 

2.2. Askeri Yapılanma

Suriye’deki halk hareketi, Esed rejimine karşı ilk etapta tamamen silahsız ve 
reformcu bir halk kitlesinin girişimi olarak başlamıştır. Halk Cuma namazlarından sonra “Özgür Suriye” sloganını atarak Esed’in reform yapması için sokaklara dökülmüş, kitlesel gösteriler düzenlemiştir. Ancak Suriyeli göstericiler, Esed rejimine bağlı güvenlik güçlerinin şiddetli saldırısına maruz kalınca ve her gün onlarca Suriye vatandaşı hayatını kaybedince Suriye’deki kriz nitelik değiştirmiştir. Ülkedeki halk hareketi başlangıçta sivil nitelikli iken Esed 
rejiminin şiddete tevessül etmesiyle muhalefet silahlı mücadeleye girişmiştir. 
Esed’in halkın taleplerine kulak vermeyip reform adı altında sadece yasal çerçevede bazı adımlarla yetinmesi, siyasi otoritenin Baas Partisi’nin tekelinden 
çıkması için somut bir düzenlemeye gidilmemesi krizin tırmanmasına yol açmıştır. 
Neticede kriz ülke çapına yayılan bir sıcak çatışmaya dönüşmüş ve iç 
savaş halini almıştır.

Suriye’de Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren ve savaşçı sayısı bakımından çeşitlilik arz eden onlarca grup ortaya çıkmıştır. Baas iktidarına karşı demokrasi ve özgürlük hedefiyle başlayan halk hareketi silahlanma safhasında dini, etnik ve ideolojik olarak bölünmeye başlamıştır. Kriz süresinde bölgeler arasındaki kopukluk da farklı kentlerde farklı silahlı grupların birbirinden bağımsız olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Her silahlı grubun isminde Şam, Halep, Hama, İdlib vs.. geçmesi Suriye muhalefetindeki parçalanmışlığı gözler önüne sermektedir. Bu parçalanmışlık, Esed sonrası Suriye’de etnikdini ve mezhepsel bölünmüşlüğün yanında bölgeler arasında da bir çatışma doğurma ihtimalini canlı tutmaktadır.

Suriye’de halk hareketi başladıktan dört ay sonra muhalefet silahlı güç kullanma 
seçeneğine yönelmiş, bu yönde teşkilatlanmaya başlamıştır. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa eden Riyad El-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından 29 Temmuz 2011 tarihinde kurulmuştur.15 ÖSO, Esed rejimini silahlı kuvvet kullanarak devirmek hedefiyle ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla tesis edilmiştir. Kuruluş evresini yurtdışında tamamlayan ÖSO, 22  Eylül 2012 tarihinde karargâhını Suriye’deki kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamıştır. 2012 yılının sonlarına doğru ÖSO, askeri kanadı tek bir komuta sisteminde toplamak, Esed sonrası dönemde düzenli orduya geçişi mümkün kılmak ve muhalefete yapılan silah yardımlarının tek kanaldan teminini sağlamak için daha profesyonel bir teşkilatlanma geliştirmeye başlamıştır. ÖSO bu kapsamda 8 Aralık 2012 tarihinde Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak seçmiştir. ÖSO bünyesinde hâlihazırda 100 binden fazla asker olduğu tahmin edilmektedir

Suriye krizi sürecinde muhalefet hareketinin silahlı mücadele aşamasına erken 
geçtiği ve ÖSO’nun kuruluşunda acele edildiği ifade edilebilir. ÖSO’nun 
erken kurulması Esed rejimine karşı gelişen uluslararası tepkinin nispeten hafiflemesine neden olmuş, iç savaşın ülkede yol açtığı zararın muhalefet hareketiyle de ilişkilendirilmesinin önünü açmış ve muhalefetin silahlı mücadelede zayıf kalması sonucunu doğurmuştur.

Suriye halkının barışçıl gösterilerinin daha uzun süre devam etmesi durumunda 
Esed rejiminin halka karşı şiddete başvurması, uluslararası toplumun tepkisini 
daha fazla çekebilirdi. Ancak ÖSO’nun kuruluşu Suriye’deki süreci, ayaklanan halka şiddet uygulayan iktidar krizinden iki taraf arasında silahlı çatışmanın cereyan ettiği bir iç savaşa dönüştürmüştür. Suriye’de ÖSO’nun kuruluşundan itibaren eşit olmasa da birbiriyle mücadele eden iki taraftan bahsedilebilir ve çatışmanın iç savaşa dönüşmesinin uluslararası insani müdahale imkânını zayıflattığı öne sürülebilir.

ÖSO’nun kurulması ülkedeki yıkım ve ölümlerden muhalefet hareketinin de 
sorumlu olduğu yönünde bir algı oluşmasına sebep olmuş, Esed rejiminin 
işlediği insanlık suçları nispeten gölgede kalmıştır. Suriye’de iktidara bağlı 
güvenlik güçleri tarafından işlenen ve BM İnsan Hakları Konseyi tarafından 
tespit edilen insanlık suçları gündemden düşmüş, Esed rejimi ve destekçilerinin 
ÖSO aleyhindeki propagandası uluslararası kamuoyunda muhalefete kuşkuyla 
bakılmasına zemin hazırlamıştır.

ÖSO’nun erken kurulması ortak hareket etme konusunda silahlı muhaliflerin 
zorluk yaşamasına neden olmuştur. Tek çatı altında birleşemeyen silahlı muhalifler arasında koordinasyon eksikliği bulunduğu için Esed rejimine karşı 
etkin bir mücadele verilememiş, Suriye ordusuna karşı koordineli saldırılar 
gerçekleştirilememiştir. ÖSO, tank ve savaş uçaklarını etkisiz hale getirebilecek 
ağır silah sistemlerine sahip olmadığı için denetimini ele geçirdiği bölgeleri 
muhafaza etmekte güçlük çekmiştir.

Öte yandan, ÖSO’nun Suriye topraklarında Esed rejimine karşı verdiği silahlı 
mücadelenin yanında adam kaçırıp fidye isteme gibi muhalefet hareketinin 
hedefiyle ilgili olmayan eylemlere yöneldiği görülmüştür. ÖSO’nun bu tür 
eylemlere başvurması süreç içinde Suriye’deki halkın mücadelesine gölge düşürebilir. 

Kaçırma eylemleri muhalefet hareketinin halk nezdindeki itibarını zedeleyebilir. ÖSO’nun kaçırma eylemlerinde özellikle Şii mezhebine mensup kişileri tercih etmesi ülkedeki mezhepsel kutuplaşmayı artırabilir. Suriye muhalefeti kendi içinde bölünmüşse de ÖSO’da ideolojik, dini ve siyasi ayrışmaların önlenmesinde fayda vardır. Suriye muhalefeti arasında olası bir silahlı çatışma Esed rejiminin elini kuvvetlendirecektir.

Muhalefet hareketinin silahlandığı süreçte Suriye’nin çeşitli bölgelerinde etnik 
ve mezhepsel unsurlar ÖSO’dan bağımsız olarak farklı silahlı birlikler 
oluşturmuştur.16 Etnik kimliğin veya dini eğilimin belirgin olduğu bu birlikler 
ÖSO’ya bağlı olmadıklarını beyan etmekte ancak Esed rejimine karşı ÖSO 
ile birlikte mücadele etmektedir. Şam ve çevresindeki bölgelerde faaliyet gösteren Ensar El-Rasul birliği, Humus’ta Faruk Tugayları, Der Ez-zur Devrim 
Konseyi ve Suriyeli Kürtlerden oluşan Sukur El-Kurd Tugayı bu birliklerden 
bazılarıdır.17

Muhalefetin silahlanmasıyla Suriye’deki Türkmenler de silahlı birlikler oluşturmuş, Sultan Abdülhamit ve Fatih Sultan Mehmet isimli birlikleri teşkil ederek Esed rejimine karşı ÖSO ile birlikte hareket etmiştir. Halep’te Ali Beşir 
komutasında kurulan Sultan Abdülhamit ve Fatih Sultan Mehmet isimli iki 
birlikte yaklaşık 2 bin milis olduğu tahmin edilmektedir.18 Suriye’deki Türkmen 
tugayları (Zahir Beypars Tugayı, Türkmen Şehitleri Tugayı, Türkmen Kılıçları Tugayı, Şükrü Kuvvetli Tugayı, Allah’ın Özgür Adamları Tugayı, Kutuz Tugayı, Hamza Torunları Tugayı, Osman Bin Affan Tugayı, Yusuf Azma Tugayı ve Türkmen Alparslan Tugayı) 22 Eylül 2012 tarihinde Fatihin Torunları birliği çatısı altında birleştiklerini ilan etmiştir.19

Suriye’deki kriz ÖSO’dan bağımsız olarak dini eğilimli silahlı birlikler de ortaya 
çıkarmıştır. İntikam hissiyle hareket edebilen bu birliklerin Esed rejimine 
bağlı güvenlik güçleriyle mücadele sırasında zaman zaman kaçırma, öldürme 
ve intihar gibi eylemler yaptığı basına yansımaktadır. Bu tür eylemler ÖSO’ya 
mal edilebilmekte ve Suriye muhalefetinin itibarına zarar vermektedir.

Suriye’de ortaya çıkan dini eğilimli silahlı birlikler büyük ölçüde Vehhabi-
Selefi çizgidedir. Bu birliklerin başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez 
ülkeleri tarafından yönlendirildiği ve desteklendiği değerlendirilmektedir. Suriye’deki önemli Selefi silahlı birlikler aşağıda belirtilmektedir.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 1

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE,  BÖLÜM 1





BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE*
Atilla SANDIKLI** 
Ali SEMİN***
* Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir.
** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi
*** BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı


Arap dünyası, 2011 yılından itibaren otoriter iktidar yapılarına karşı gelişen 
halk hareketleriyle birlikte siyasi bir dönüşüm sürecine girmiştir. Arap halkları, 
demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini sokak yürüyüşleriyle 
dile getirmeye, otoriter iktidar yapılarına itiraz etmeye başlamıştır. Tek adam 
ve aile yönetimlerinin tahakkümüne, sıkıyönetim uygulamalarına başkaldıran 
Arap toplumları insan haklarının korunması, siyasi özgürlüklerin sağlanması, 
gelirlerin adil paylaşılması ve işsizliğin giderilmesi için değişim istemektedir. 
Reform taleplerinin seslendirildiği gösteri yürüyüşleri ile başlayan ve bazı ülkelerde silahlı isyan hareketlerine dönüşen Arap uyanışı Tunus, Mısır, Libya 
ve Yemen’de iktidarların devrilmesine yol açmıştır. Yönetimin değişmediği 
Arap ülkelerinde ise halkın taleplerinin ayaklanmaya dönüşmesini engellemek 
maksadıyla iktidarlar, siyasi reformlara ve ekonomik destek seçeneklerine 
yönelmiştir.

Arap uyanışı sürecinin 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta üniversite mezunu 
seyyar satıcı Muhammed El-Buazizi’in kendini yakmasıyla başlayan gösteri 
yürüyüşleriyle ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Tunus’ta başlayan gösteriler 
neticesinde Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011 tarihinde 
23 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Mısır halkının Kahire’de 

Tahrir Meydanı’ndaki gösterileriyle 30 sene Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek, 
11 Şubat 2011’de istifa etmiştir. Libya’da Muammer Kaddafi iktidarına karşı 
başlayan halk hareketi silahlı isyana dönüşmüş, NATO öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerinin müdahalesi neticesinde Kaddafi Ekim 2011’de 
devrilmiştir. Yemen’deki halk hareketi Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’i, 
23 Kasım 2011 tarihinde Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) barış planı çerçevesinde Riyad’da yetkilerini devretmeye mecbur bırakmıştır.

Demokratikleşme istikametinde müspet bir gelişme olarak değerlendirildiği 
için çoğunlukla “Arap baharı” ifadesiyle isimlendirilen süreç, Orta Doğu’da 
aynı zamanda istikrarsız bir döneme yol açabilecek dinamikler ortaya çıkarmıştır. 
Dini, mezhepsel ve etnik farklılıklar temelinde beliren bu dinamikler, 
bölgede yeni çatışma alanlarına zemin hazırlarken bölge dışı aktörlerin de 
Orta Doğu’daki gelişmeleri yönlendirebileceği bir konjonktür meydana getirmiştir. 

Tunus ve Mısır’daki olumlu süreçlerin aksine Arap devriminin çıkmaza 
girdiği Suriye krizi bu açıdan kritik bir örnektir. Rusya’nın Akdeniz’deki tek 
askeri üssüne ev sahipliği yapan, İran’ın Arap dünyasındaki tek müttefiki olan 
Suriye’deki süreç Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.

Suriye’de Baas rejimine karşı gelişen halk hareketi, reform talepleri ve kitlesel 
yürüyüşlerle başlamış, iktidarın muhalefeti şiddetle bastırma yoluna gitmesiyle 
silahlı isyana dönüşmüştür. Beşşar Esed iktidarının muhalefet gösterilerini 
bastırma hedefiyle halka karşı şiddete başvurması, yerleşim yerlerini bombalaması 10 binlerce Suriye vatandaşının ölümüne, 100 binlerce vatandaşın 
ise ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ve 
Esed’e bağlı güvenlik güçlerinin mukavemetini nispeten koruması ile de kriz 
bir iç savaş halini almıştır. Dış aktörlerin gerek Esed rejimi gerekse muhalefet 
tarafında müdahil oldukları kriz ülke çapında bir sıcak çatışma alanı doğururken, 
Suriye üzerinde bölgesel ve küresel düzeyde bir nüfuz mücadelesi 
başlatmıştır.

Bu makalede; Suriye krizinin seyri, diğer Arap devletlerindeki değişim süreçlerinden ayrılan yönleri ve sonuçları değerlendirilmekte, Esed rejimine karşı gelişen muhalefet hareketi silahlı gücü ile birlikte incelenmektedir. Raporda 
kriz, bölgesel ve küresel ölçekte ele alınmakta, krizin Türkiye’ye etkileri değerlendirilmekte ve krizin seyrine ilişkin senaryolar geliştirilmektedir.

1. Suriye Krizi

Türkiye, Irak, Ürdün, İsrail ve Lübnan’la sınırı, Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan 
Suriye, Orta Doğu bölgesinde ve Arap dünyasında stratejik bir konuma 
sahiptir. İsrail-Filistin çatışma alanına yakınlığı, Şii jeopolitiği hattında İran-
Irak-Hizbullah irtibatındaki işlevi ve Türkiye ile oldukça uzun bir sınıra sahip 
olması Suriye’yi Tel Aviv, Tahran ve Ankara için önemli kılmaktadır. Türkiye 
ve İsrail’in güvenliği ve İran’ın dış politika hedefleri için hassas bir coğrafi 
konumda yer alan Suriye, Lübnan’daki istikrarı da doğrudan etkileyebilecek 
bir aktör statüsündedir.

Esed yönetimi Arap ülkelerindeki halk hareketlerinin ortaya çıktığı ilk dönemde 
bu değişim rüzgârının Suriye’yi etkileyeceğini hesap etmemiştir. Beşşar 
Esed, 31 Ocak 2011 tarihinde Wall Street Journal gazetesine verdiği röportajda 
Mısır, Tunus ve Yemen’deki protesto gösterilerinin, Orta Doğu’da “yeni 
bir çağa öncülük ettiğini” ve Arap yöneticilerin halkın siyasi ve ekonomik 
isteklerini yerine getirmek için daha fazlasını yapması gerekeceğini ifade etmiştir.

Ancak gösteri ve yürüyüşlerin 2011 yılının Şubat ayında Der’a şehrinde 
başlaması ve 15 Mart’tan itibaren ülkenin diğer bölgelerine yayılması 
Arap uyanışı sürecinin Suriye’yi de etkisi altına aldığını göstermiştir. Esed 
iktidarına bağlı güvenlik güçleri, ilk etapta silahsız kitle gösterileri şeklinde 
ortaya çıkan muhalefet hareketini bastırmak için ateş açmaya başlamış, böylece 
kriz büyümüştür. Güvenlik güçlerinin muhalif gösterileri şiddet ve baskı ile 
engelleme teşebbüsü, ülkedeki halk hareketinin Şam, Halep, Hama ve Humus 
gibi Suriye’nin diğer kentlerine yayılmasına yol açmıştır.

Suriye’de halkı sokaklarda kitlesel yürüyüş eylemleri yapmaya sevk eden temel 
neden, Esed iktidarının reform yapması yönündeki taleplerdi. Suriye halkının 
talep ettiği reformlar dört başlık altında değerlendirilebilir:

• 8 Mart 1963 tarihinden beri ülkede uygulanan olağanüstü halin kaldırılması,
• İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere, çeşitli hükümet kurumlarının sivilleştirilmesi, güvenlik birimlerinin görev alanlarının yeniden tanımlanması, yasama, yürütme ve yargı organlarının yapılandırılması ve yargının bağımsızlaştırılması,

• Bireysel hakların tanımlanması (Suriye kimliği olmayan Kürtlere vatandaşlık 
hakkı tanınması) ve ülkedeki gelir dağılımında adaletin tesis edilmesi,
• Siyasi partiler yasasında değişiklik yapılması ve iktidardaki Baas Partisi’nin 
gücünün sınırlandırılması.2 

Bu talepler karşısında Esed iktidarı, ağırdan alarak da olsa bazı reformlar yapmaya başlamıştır. 29 Mart 2011 tarihinde görevdeki hükümet istifa etmiş, 14 Nisan 2011 tarihinde bir önceki hükümette Tarım Bakanı olan Adil Safer başkanlığında yeni bir hükümet kurulmuştur.3 Şam’da kurulan yeni hükümette 
Dışişleri Bakanı Velid Muallim ve Savunma Bakanı Ali Habib yerini korumuştur. 
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, 16 Nisan’da kurulan yeni hükümetten, 
ülkede 48 yıldan beri uygulanan “olağanüstü hal” durumunun bir hafta içinde kaldırılmasını talep etmiştir.4 Suriye’deki olağanüstü hal durumu Esed’in isteği doğrultusunda yeni hükümet tarafından kaldırılmıştır. Yurttaşlık hakkına sahip olmayan ve büyük çoğunluğu ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan yaklaşık 300 bin Kürt kökenli Suriyeliye kimlik verilmiştir.

Esed yönetimi, muhalefetin reform talepleri üzerine yasal çerçevede bazı düzenlemeler gerçekleştirdiyse de bu reformları hayata geçirmemiş, iktidarının 
devamını sağlayacak tedbirlere yönelmiş ve gösteri yürüyüşlerine şiddetle 
mukabele etmeye devam etmiştir. Mesela, 2014 yılındaki devlet başkanlığı 
seçimleri için adil ve serbest bir seçim vaat eden Esed, diğer taraftan reform 
adı altında gerçekleştirdiği anayasa değişikliği ile iktidarda kalabileceği süreyi 
2028’e kadar uzatmıştır. Esed rejimi, olağanüstü hal uygulamasına son 
verdikten sonra “toplu cezalandırma” yaklaşımıyla muhalefetin güçlü olduğu 
yerleşim yerlerine dönük saldırıları artırmış, 10 binlerce sivilin ölümüne yol 
açmıştır. Vatandaşlık kimliği verilen Kürtler ardından askere alınmış, Kürt 
kökenli Suriyelilerin muhalefet saflarına katılmasını engellemek maksadıyla 
ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda PKK/KCK terör örgütü ve PYD ile işbirliğine 
gidilmiştir. Suriye’de halk hareketi bu nedenle süreç içinde hem hedef 
değiştirmiş hem de farklı bir nitelik kazanmıştır.

Başlangıçta reform isteyen halk kitleleri, iktidarın baskısına maruz kalınca 
Esed iktidarının devrilmesini talep etmeye başlamıştır. Esed iktidarına bağlı 
güvenlik güçlerinin gösterilerin sona ermesi ve muhalefetin bastırılması amacıyla halka karşı silahlı güç kullanması, Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasındaki ilişkilerin kopmasına yol açmıştır. Nitekim gelinen aşamada Suriye halkı Beşşar Esed’in devrilmesini yeterli görmemekte, Esed’in ve katliamlardan sorumlu Baas mensuplarının cezalandırılmasını istemektedir.

Esed iktidarının reform taleplerini dikkate almaması, halk kitlelerinin muhalefetine şiddetle karşılık vermesi Suriye’deki sürecin niteliğini de değiştirmiştir. Esed yönetimine bağlı güvenlik güçlerinin (polis, ordu ve istihbarat) gösterilere şiddetle mukabelede bulunmasıyla muhalif unsurlar silahlı mücadeleye yönelmiştir. 

Kitle yürüyüşleri biçiminde ortaya çıkan muhalefet hareketi böylece 
Baas rejimine karşı silahlı bir ayaklanmaya dönüşmüş ve taraflar arasındaki 
çatışma süreç içinde ülke geneline yayılarak iç savaş halini almıştır. Güvenlik 
güçlerinin muhalefet hareketini bastırmak için uyguladığı şiddet ve müteakiben 
başlayan çatışmalar sonucunda 10 binlerce Suriyeli hayatını kaybetmiş 
ve yaralanmış, 10 milyondan fazla vatandaş yurtiçinde yerlerinden edilmiş ve 
100 binlerce kişi ülkeyi terk etmiştir.

Suriye’de iç savaşa dönüşen kriz ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar ortaya 
çıkarmıştır. Kriz; bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa sebep olmuş, Orta 
Doğu’da Şii-Sünni gerilimine zemin hazırlamış, Suriyeli sığınmacılar sorununu 
doğurmuş, PKK/KCK terör örgütüne farklı bir hareket alanı sağlamış 
ve böylece Türkiye’yi güneyde meşgul edecek bir istikrarsızlık meydana getirmiştir. 

Ulusal ölçekteki çatışmanın bölgesel ve küresel bir anlaşmazlık halini aldığı 
Suriye krizi üç düzeyde değerlendirilebilir. Ulusal düzeyde otoriter Baas yönetimiyle ayaklanan ve silahlanan halk arasında iç savaşa dönüşen bir çatışma vardır. Bölgesel düzeyde, ayaklanan halk lehinde tutum geliştiren ülkelerle Şam’da yönetim değişikliğine karşı çıkarak Esed rejimini destekleyen İran arasında bir nüfuz mücadelesi söz konusudur. Türkiye ve genel olarak Arap 
dünyası, Suriye halkının demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini 
desteklemekte, Baas iktidarı tekelinin son bulması gerektiğini beyan etmektedir. 
Tahran ise Suriye’de Nusayri azınlığın etkili olduğu mevcut iktidarın varlığını sürdürmesi gerektiğini savunmaktadır. İran, Suriye’de Esed iktidarı çözülürse kendi rejiminin tehlikeye girebileceğini, bölgedeki rejim değişikliği dalgasında sıranın kendisine gelebileceğini değerlendirmektedir. Tahran, Esed iktidarının devrilmesiyle Orta Doğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı Şii hilali projesinin de akamete uğrayacağını hesap etmektedir. 

Küresel düzeyde ise demokratikleşme hareketlerini destekleyen aktörlerle 
otoriter yönetimleri destekleyen aktörler arasında bir mücadeleden bahsedilebilir. 
Suriye krizi, Rusya ve Çin’i yakın gelecekte kendi iç işlerine karışılabileceği 
yönünde endişelendirmektedir. Rus ve Çinli karar mercileri, Suriye’de 
bir dış müdahale ile Esed rejiminin devrilmesinden sonra sıranın gelecekte 
kendilerine de gelebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmaktadır. 
BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi bu iki ülkenin Suriye’ye uluslararası müdahaleye mesnet teşkil edebilecek kararları engellemesi ve Rusya’nın iktidar değişimini önlemek için Esed rejimine sağladığı destek böyle bir mücadelenin yansıması olarak değerlendirilebilir. Nitekim otoriter yönetimleri destekleyen aktörlerle demokratik dinamikleri destekleyen aktörler arasındaki ayrışma Suriye’deki krizle sınırlı değildir. Irak’ta otoriterleşme eğilimleri göstermeye başlayan Maliki iktidarının Rusya’ya yaklaşması da küresel düzeydeki bu ayrışmaya örnek verilebilir.

Uluslararası ilişkilerde ülkelere dış müdahale konusunda iki farklı trendin 
ön plana çıktığı, bu trendlerin Suriye krizinin küresel düzeyde bir anlaşmazlık 
haline gelmesinde etkili olduğu ifade edilebilir. Rusya ve Çin gibi ülkeler 
tarafından benimsenen birinci trend, Vestfalyan egemenliği savunmakta, 
devletlerin iç işlerine müdahaleye itiraz etmektedir. Batılı ülkeler tarafından 
geliştirilen ikinci trend ise devletlerin egemenlik ilkesini tanımakla birlikte, 
planlı insan hakları ihlallerinin büyük boyutlara ulaşması durumunda dış müdahalenin gerçekleştirilebileceği görüşünü savunmaktadır Soğuk Savaş sonrası dönemde BM sistemi ve NATO vasıtasıyla Batılı devletlerin öncülüğünde 
çeşitli kriz bölgelerinde gerçekleştirilen dış müdahaleler iki farklı trendin belirginleşmesine yol açmıştır. Suriye krizinde ise iki trend karşı karşıya gelmiş, 
krizi çözüme kavuşturabilecek adımlar konusunda küresel düzeyde tesis 
edilebilecek bir mutabakatı imkânsız kılmıştır. Nitekim bu konu halen Devlet 
Hukukunun tartışmalı konuları arasında yer almaya devam etmektedir.

Kriz nedeniyle Suriyeliler evini terk ederek yurtiçinde farklı bölgelere ve 
yurtdışına (Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a) göç etmek zorunda kalmaktadır. 
Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısı 2012 Ekim ayı içinde Ankara’nın 
“psikolojik sınır” olarak belirlediği 100 bini geçmiş ve katlanarak artmıştır. 
Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısındaki artışa bağlı olarak Suriye’nin 
kuzeyinde bir tampon bölge kurulması böylece daha sık gündeme gelebilir. 
Suriye’deki iç savaşın hâlihazırdaki seyri devam ederse yurtiçinde yerinden 
edilmiş ve yurtdışına çıkan toplam sığınmacıların sayısının yakın zamanda 4 
milyonu geçebileceği tahmin edilmektedir.

Suriye krizinde Esed rejiminin, kuzey ve kuzeydoğudaki Kürt nüfusun muhalefete katılmasını engellemek amacıyla PKK/KCK terör örgütü ve aynı çizgideki PYD ile birlikte hareket etmeye başladığı yönünde basın yayın organlarında haberler yer almaktadır. Kriz başlayınca Esed rejiminin Kürtleri kendi tarafına çekmek maksadıyla PYD’yi kullanmaya başladığı ve PKK/KCK’yı 
kullanarak Türkiye’ye karşı komplo içinde olduğu yönünde duyumlar vardır. 
Türkiye PKK/KCK terör örgütü ve PYD’nin bölgedeki faaliyetlerini teyakkuzla 
takip etmelidir. Ancak Suriye Kürtleri arasında birlik olmadığı, bölünmeler 
ortaya çıktığı ve bütün Kürtlerin PYD’ye sempati duymadığı dikkate alınmalıdır. Türkiye ve Suriye’de sınıra yakın yerleşim birimlerinde yaşayan Kürtler arasında akrabalık bağlarının da olduğu bilinmektedir. Türkiye, bu nedenle PYD konusundaki hassasiyetinin bölgedeki Kürtlerde kaygılara neden olmasına fırsat vermemeli, Suriye Kürtleri ile iyi ilişkiler içinde olmalıdır.

Suriye krizi, krizin sebep olduğu bölgesel ve küresel anlaşmazlık, bölgede 
Şii-Sünni geriliminin belirginleşmesi, sığınmacılar sorunu ve PKK/KCK terör 
örgütünün Orta Doğu’da yeni bir hareket alanına kavuşması Türkiye’nin güneyinde istikrarsızlığa yol açmaktadır. Suriye krizi bu bağlamda Ankara’nın 
Orta Doğu’daki girişimlerini kesintiye uğratabilecek, Türkiye’nin bölgedeki 
artan nüfuzunu sınırlandırabilecek bir çatışma zemini doğurmaktadır.

Suriye’deki halk hareketi, diğer Arap ülkelerindeki başarılı süreçlere nazaran 
kısa sürede olumlu bir sonuca gidememiştir. Tunus ve Mısır’da iktidardaki 
liderlerin devrildiği aylarda Suriye’de kitlesel gösteriler başlamış ancak yaklaşık 
üç yıl geçmesine rağmen Esed rejimi varlığını korumaya devam etmiştir. 
İktidar değişikliğinin gerçekleştiği Arap ülkelerinden farklı olarak Suriye’de 
Esed rejiminin varlığını sürdürmesine imkân tanıyan ve muhalefet hareketinin 
muvaffak olmasını engelleyen bazı şartlar belirleyici olmuştur.

Suriye’de nüfus Tunus, Mısır ve Libya’dan farklı olarak homojen değildir ve 
iktidar büyük bölümünü Nusayri azınlığın oluşturduğu Baas ideolojisine sahip 
geniş bir çıkar grubunun denetimindedir. Suriye’de muhalefet hareketi başlayınca Esed rejimi Bin Ali, Kaddafi ve Mübarek iktidarlarının aksine güçlü bir dış destek almıştır. Suriye’de ortaya çıkan muhalefet zayıf kalmış, kendi içinde birlik sağlayamamış ve silahlanma aşamasına erken geçerek Esed rejiminin elini güçlendirmiştir. Batılı ülkeler Suriye krizinde Libya’dakinden farklı bir tutum sergilemiş, Türkiye krize müdahil oldukça geri çekilmiş, söylemde halk hareketini desteklerken eylemde çekimser kalmıştır.

Suriye’de Beşşar Esed’in mensubu olduğu Nusayriler devletin bütün kurumlarında etkilidir. Ülke nüfusunun %12’sini oluşturduğu tahmin edilen Nusayri azınlık, Baas Partisi aracılığıyla siyasi iktidarı ve bürokrasiyi farklı etnik ve dini unsurlar arasında kurduğu çıkar ilişkileri üzerinden kontrol etmektedir. 
Suriye’de Esed rejiminden çıkar sağlayan geniş bir kitlenin varlığı rejimin 
devrilmesini zorlaştırmış, bu kitle bir varoluş mücadelesi vererek iktidar değişimine karşı direnç göstermiştir.

Suriye’de Nusayri azınlık aynı zamanda ordunun komuta kademesini ve üst 
düzey subay sınıfını oluşturmaktadır. Bu nedenle Suriye’de muhalefet hareketi 
ortaya çıktığında askeri bürokrasideki üst düzey yetkililerin çoğunluğu 
Esed iktidarından ayrılmamıştır. Bazı politikacı, diplomat ve askerler muhalif 
saflarda yer alsa da, muhalefet cephesine katılım düzeyi Esed rejiminin gücünü 
ve etkisini büyük ölçüde kıramamıştır. Ordu komutasının Nusayri subayların 
elinde olması, Esed iktidarına muhalefet hareketine silahlı kuvvetle 
karşılık verme imkânını tanımış ve ordunun saf değiştirme ihtimalini ortadan 
kaldırmıştır. Nusayrilerin Suriye silahlı kuvvetleri üzerindeki hâkimiyeti Şebbihaların (Esed ailesine yakın korumalık yapan silahlı askerler) kısa sürede 
devreye girmesini kolaylaştırmış, Esed rejiminin göstericilere müdahalesini 
hızlandırmıştır.

Esed rejiminin muhalefet hareketine karşı aldığı dış destek, rejimin bugüne 
kadar ayakta kalmasına önemli katkı sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi daimi 
üyesi Rusya, Suriye’de rejim değişikliğine karşı çıkmış, Esed rejimini 
kınayan karar tasarılarını Çin ile birlikte veto etmiştir. Suriye’ye yaptırım ve 
uluslararası müdahaleyi mümkün kılabilecek karar tasarılarının Konsey tarafından kabul edilmesini engelleyen Moskova, Esed rejimine silah ve mühimmat temin etmektedir. 

Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Mısır’da bir gazeteye verdiği röportajda 
konu ile ilgili olarak Moskova-Şam arasındaki silah ticareti anlaşmalarının Sovyet dönemine dayandığını, Rusya’nın bu çerçevede Suriye’ye silah ihraç etmeye devam ettiğini ifade etmiştir. Suriye’ye sadece 2011 yılında 1 milyar dolar değerinde silah satan Rusya, bu satışı Suriye’yi dış tehditlere karşı koruma amacıyla gerçekleştirdiğini beyan etmiştir.5

Rusya’nın yanı sıra Esed rejimine sağlanan dış desteğin önemli kısmının 
İran’dan geldiği gözlemlenmiştir. İran, Suriye’de halk hareketi kitlesel gösteriler  şeklinde ortaya çıktıktan sonra Esed rejiminin yıkılmasını önlemek 
amacıyla tüm imkânlarını seferber etmiştir. Tahran, uluslararası platformlarda 
Suriye’ye dış müdahaleye karşı çıkmış, Suriye krizinin Güvenlik Konseyi’ne 
taşınmasına itiraz etmiştir. Esed iktidarına gösterilerin bastırılmasına yönelik 
profesyonel danışmanlık desteği veren ve istihbarat sistemleri tedarik eden 
İran, Suriye’de çatışmalar başlayınca bu ülkeye askeri teçhizat ve mühimmat 
sağlamaya başlamış, Devrim Muhafızları’nı göndermiştir. İran Devrim 
Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi 16 Eylül 2012 tarihinde yaptığı 
açıklamada Devrim Muhafızlarının ve Kudüs Tugaylarının Esed rejiminin 
ayaklanmayı bastırmasına destek olmak için Suriye’de bulunduğunu teyit etmiştir.
Irak’ta Maliki iktidarı da Esed rejiminin varlığını sürdürmesine destek 
sağlamış, Arap Birliği’nin Suriye aleyhinde aldığı yaptırım kararlarını uygulamamıştır.


Muhalefetin zayıf kalması, muhalif unsurlar arasındaki birlik sorunu ve Özgür 
Suriye Ordusu’nun (ÖSO) erken kurulması, Suriye’deki halk hareketinin 
muvaffak olmasını engellemiştir. Suriye muhalefeti gerek ülke içinde gerekse 
uluslararası düzeyde Esed rejiminin ardından iktidarı devralabilecek kabiliyette 
olduğunu göstermekte yetersiz kalmıştır. Suriye Ulusal Konseyi bünyesinde 
devam eden görüş ayrılıkları Konsey’in temsil niteliğinin nispeten zayıf  kalması na neden olmuştur. Suriye Kürtleri Konsey’e tamamen dâhil edilememiştir. 

Diğer taraftan Özgür Suriye Ordusu’nun erken kurulması ironik biçimde 
Esed rejiminin elini güçlendirmiş, rejim muhalefet aleyhinde propaganda 
malzemesine kavuşmuştur. Muhalif unsurların silahlı mücadele aşamasına 
birlik ve koordinasyon tesis etmeden ve gerekli ağır silahları tedarik etmeden 
geçmesi dağınık ve birbirinden kopuk silahlı gruplar ortaya çıkarmış, Esed rejimine karşı hedeflenen askeri üstünlük sağlanamamıştır. Diğer taraftan Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması uluslararası toplumun sorumluluğunu azaltmış, Esed rejimine karşı insani müdahalenin önünü dolaylı olarak tıkamıştır.

Batılı ülkelerin tutumu da Suriye’deki halk hareketinin netice alamamasında 
etkilidir. Süreç içinde Türkiye Suriye krizine müdahil oldukça Batı geri çekilmiştir. Libya’daki krizde halkına ateş açan Kaddafi iktidarına müdahalede oldukça hızlı hareket eden bazı batılı devletler Suriye krizinde sadece Esed rejimi aleyhindeki söylemlerle yetinmiştir. Bu devletlerin Suriye krizinin sürüncemede 
bırakılması yönünde irade gösterdiği gözlemlenmiştir. Özellikle Türkiye’nin Orta Doğu’da artan etkinliğinden rahatsız olan bazı batılı devletlerin Suriye krizinin uzamasını hedeflediği, böylece krizin Türkiye’yi yıpratmaya devam etmesini istediği değerlendirilebilir.

2. Suriye Muhalefetinin Yapısı

Suriye krizinde Esed rejiminin gösteri yürüyüşlerini silahlı kuvvet kullanarak 
bastırmaya çalışması, muhalefet hareketinin uluslararası düzeyde tanınmasına 
zemin hazırlamıştır. Uluslararası destek sayesinde muhalefet hareketi Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmaya, muhalif unsurlar da tek çatı altında birleşmeye başlamıştır.

Suriyeli muhalif grupların bir araya getirilmesine dönük sürdürülen çalışmalar 
kapsamında “Suriye Halkının Dostları” ismi ile uluslararası bir grup teşkil 
edilmiştir. Grup, Beşşar Esed’in iktidardan ayrılmasını sağlamak için uluslararası 
kamuoyunu harekete geçirebilmek amacıyla kurulmuştur. Seksenden fazla ülkeden oluşan Suriye Halkının Dostları grubu bugüne dek dört kez toplanmıştır.

Grubun ilk toplantısı 24 Şubat 2012 tarihinde Tunus’ta gerçekleştirilmiştir. 

Toplantıdan “İnsani Yardım Forumu” oluşturulması yönünde bir karar çıkmıştır. 
Grubun ikinci toplantısı 1 Nisan 2012’de İstanbul’da yapılmıştır. İstanbul 
toplantısının ardından açıklanan bildirinin 10. maddesinde Suriye Halkının 
Dostları grubu, Suriye Ulusal Konseyi’ni bütün Suriyelilerin meşru temsilcisi 
ve Suriyeli muhalif grupların altında toplandığı çatı örgüt olarak tanıdığını 
beyan etmiştir. Grubun üçüncü toplantısı 19 Nisan 2012 tarihinde Paris’te 
gerçekleştirilmiştir. 6 Temmuz 2012 tarihinde dördüncü kez tekrar Paris’te 
toplanan grup, beşinci toplantısını 2013 yılının Şubat ayında Roma’da düzenlemiştir. 

Suriye Halkının Dostları toplantıları Suriye krizinde küresel düzeyde devam 
eden anlaşmazlığı göstermiştir. Rusya ve Çin toplantılara katılmamıştır. 6 
Temmuz 2012’de Paris’te gerçekleştirilen dördüncü toplantıda dönemin ABD 
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Suriye’ye yaptırım kararı alınması için BM 
Güvenlik Konseyi’ne çağrı yapmış, Esed rejimine destek vermeye devam 
eden Rusya ve Çin’in üzerinde baskı kurulması gerektiğini ifade etmiştir. 
Clinton, Suriye krizindeki sorumluluklarından dolayı Rusya ve Çin’in bedel 
ödemesi gerektiğini beyan etmiştir.7

2.1. Siyasi Yapılanma

Suriye krizinde muhalefet ilk kez 1 Haziran 2011 tarihinde Antalya’da 
“Suriye’de Değişim Konferansı”nda bir araya gelmiştir. Daha sonra 23 Ağustos 
2011 tarihinde Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) ilk çekirdeği İstanbul’da 
teşkil edilmiştir. 310 üyeli olarak tasarlanan Konsey, Suriye halkının isteklerini 
yerine getirerek Esed rejimini devirmek, daha sonra tüm Suriye halkını 
temsil eden bir yönetim kurma hedefiyle çalışmalarına başlamıştır. 2 Ekim 
2011 tarihinde tekrar İstanbul’da bir araya gelen Suriye muhalefeti Konsey’in 
kuruluşunu ilan etmiştir. Bu toplantı Esed iktidarı aleyhinde gösterilerin başlamasından ancak yedi ay sonra gerçekleştiği için geç kalmış bir girişim olarak görülmüşse de Konsey kısa süre içinde uluslararası ölçekte Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmaya başlamıştır. Konsey’in ilk Başkanı Burhan Galyon, 17 Mayıs 2012 tarihinde istifa edince yerine Abdulbasit Seyda seçilmiştir. 

Suriye Ulusal Konseyi’nin çatısı altında yer alan muhalif oluşumlar:

• Müslüman Kardeşler ve Destekçileri
• Şam Deklarasyonu
• Suriye Yerel Koordinasyon Komiteleri
• Suriye Yüksek Devrim Konseyi
• Bağımsız Liberaller Kitlesi
• Seküler ve Demokratik Suriyeliler Koalisyonu
• Suriye Devrim Genel Komisyonu
• Şam Baharı (Rabii El-Demaşk)
• Ulusalcı Şahsiyetler8

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

26 Kasım 2019 Salı

TÜRKİYE’NİN KÖRFEZ ÜLKELERİ, YEMEN, MISIR, ÜRDÜN VE LÜBNAN POLİTİKASI 2009 BÖLÜM 2

TÜRKİYE’NİN KÖRFEZ ÜLKELERİ, YEMEN, MISIR, ÜRDÜN VE LÜBNAN POLİTİKASI 2009  BÖLÜM 2





Gül ile Katar Emiri el-Sani toplantıdan önce iki ülke arasında işbirliği protokolleri (İşgücü İstihdamının Tanzimine Dair Anlaşmaya Ek Protokol, TRT ve Katar Medya Kurumu Arasında Radyo, Televizyon ve Haber Alanlarında İşbirliğinin Geliştirilmesine Yönelik Mutabakat Muhtırası ile Diplomatik, Hizmet ve Hususi Pasaport Hamilleri için Vizenin Karşılıklı Olarak Kaldırılmasına Dair Mutabakat 
Muhtırası) imzalanmıştır. Türkiye’nin Katar’la doğalgaz hattı konusunda görüş birliğine varılmasının ardından Katar’ın Nabucco için ek bir tedarikçi olabileceği yorumları yapılmaya başlanmıştır. Toplantıda ayrıca iki ülkenin kamu yayıncılığı yapan kurumları arasında işbirliği ve vize muafiyetinin sağlanması hususunda üç ayrı protokol imzalanmıştır.41 29 Eylülde Bakanlar Kurulu kararı ile Katar 
ve Türkiye arasında karşılıklı olarak vizelerin kaldırılması kararı alınmış, bu karar 19 Ekimde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 

Türkiye ile Kuveyt arasında 2009’daki ilk temas 25 Şubat’ta Kuveyt milli günü resepsiyonu münasebetiyle Devlet Bakanı ve Başbakan yardımcısı Cemil Çiçek’in Kuveyt’e gitmesidir. 27 Nisanda Türkiye’deki bir fuarda iki ülke hükümetleri arasında askeri işbirliğine dair bir mutabakat muhtırası imzalanmış, muhtıraya Kuveyt Genel Kurmay Başkanı Korgeneral Fahd el-Emir ile Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ imza koymuştur.42 İmzaların atılmasının ardından açıklanan bilgi notunda ”anlaşma kapsamında öncelikle silahlı kuvvetler arasında işbirliği ve savunma sanayi olmak üzere farklı alanlarda askeri ilişkiler geliştirileceği ve çeşitlendirileceği” belirtilmiştir. İki ülkenin 2009 yılındaki en önemli teması ise Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 21 Aralıkta Kuveyt’i ziyaret etmesiydi. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, milletvekilleri ve işadamları da ziyarete katıldı. 
Ziyarette Kuveyt Emiri Şeyh el-Sabah el-Ahmed el-Cabir el-Sabah, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e Kuveyt Yüksek Devlet Nişanı vererek 
ziyarete verdikleri önemi göstermek istemiştir. 12 yıl aradan sonra Türkiye’den Kuveyt’e cumhurbaşkanlığı düzeyinde ilk olma niteliğini taşıyan bu ziyarette öne çıkan alanlardan biri ekonomik ve ticari konularda karşılıklı işbirliğinin ve yatırımların artırılması olmuştur. Ticari alanda öne çıkan ise enerji alanındaki işbirliği potansiyelidir. Öyle ki Kuveyt dünya petrol rezervlerinin %9’una sahip bir ülke olarak dış ihraç gelirlerinin %90-95’ini petrolden elde etmektedir. Türkiye de hem Kuveyt’teki inşaat sektöründe önemli bir yer edinmek istemekte hem de enerji alanında ikili projelerin ve işbirliklerinin geliştirilmesini amaçlamaktadır. Bu anlamda Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyarette ekonomik ilişkileri ön plana çıkarmasının önemi daha iyi anlaşılmaktadır. 

Gül’ün ziyaretinde gündeme gelen konulardan bir diğeri de güvenliktir. 
Türkiye ile Kuveyt’in bölgesel konulara bakışları arasında bir paralellik vardır. Özellikle Irak’taki istikrarsızlıktan ve İran’ın artan bölgesel etkisinden rahatsız olan Kuveyt, Türkiye’nin askeri ve politik desteğini alarak iç ve dış tehditler karşısında caydırıcı bir mekanizma kurmak istemektedir. Buna paralel olarak Kuveyt, 2004’te İstanbul’daki NATO toplantısında kararlaştırılan İstanbul İşbirliği Girişimine katılan ilk Arap ülkesi olmuş ve 2006’da yapılan NATO’nun kamuoyu diplomasisi toplantısına ev sahipliği yapmıştır.43 

Cumhurbaşkanı Gül’ün ziyarette üzerinde durduğu önemli bir konu da Kuveyt’in, KİK dönem başkanlığını yürütmesi dolayısıyla KİK ile dört yıldır gündemde olan serbest ticaret anlaşmasının tamamlanması olmuştur. 

Başbakan Erdoğan’ın Kasım 2006’da Ürdün ziyaretiyle ivme kazanan Türkiye-Ürdün ilişkileri karşılıklı üst düzey ziyaretlerle gelişmeye başlamıştır. Erdoğan’ın bu ziyaretini Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın 9 Ekim 2007’de resmi bir ziyareti izlemiş, bundan bir ay sonra ise Türkiye ile Ürdün arasında Serbest Ticaret Alanı Tesis Ortaklık Anlaşmasına yönelik görüşmeler yapılmıştır. Karşılık ziyaretler 
Ürdün Kralı Abdullah’ın 11 Aralık 2007’de, Dışişleri Bakanı Selahaddin Beşir’in ise 22-23 Şubat 2008’de Türkiye’yi ziyareti ile devam etmiştir. 

Dışişleri Bakanı Beşir’in bu ziyaretinde iki ülke arasında bir Siyasi Danışma Grubu oluşturulmasına ilişkin mutabakat muhtırasının imzalanması ise ilişkiler açısından yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. 10 Eylül 2009’da Dışişleri Bakanı Davutoğlu Ürdün ziyaretinde Ürdün üniversitesinde Türk Dili ve Kültürü Programı açılmasına ilişkin protokolün imza törenine katıldı. Türkiye-Ürdün ilişkileri 
Cumhurbaşkanı Gül’ün 1 Aralık 2009’da Ürdün ziyaretiyle daha da yakınlaşmış tır. Bu ziyarette iki ülke arasında “Serbest Ticaret Alanı Tesis Eden Ortaklık”, “Karşılıklı Olarak Vizelerin Kaldırılmasına Dair” ve “Gümrük Konularında Karşılıklı İdari Yardım” antlaşmaları imzalanmıştır.44

Türkiye-Umman diplomatik ilişkileri, özellikle 2000 sonrası dönemde hareketlenmiştir. Umman Sultanı Kabus bin Said Türkiye’yi en son 1989’da ziyaret etmiş, Türkiye’den ise 1986’da Turgut Özal, 1997’de Süleyman Demirel, 2005’te Başbakan Erdoğan Umman’ı ziyaret etmiştir.45 2008’de ENKA Umman’ın en büyük turizm projesi Blue City’nin 2 milyar dolarlık ilk etap ihalesini kazanmış, ayrıca 

Maskat’ta yapılacak 1,170 milyar dolarlık Maskat uluslararası havalimanının pist ve alt yapı ihalesini Tepe-Akfen-Vie (TAV) inşaat şirketi kazanmıştır.46 Umman ayrıca Türkiye’yi, BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğinde ve Expo 2015 adaylığında destekleyen ülkeler arasında yer almıştır. Umman ile Türkiye’nin dış politika anlayışları arasında benzerlikler vardır. Umman da komşularıyla birçok sınır sorunları olmasına rağmen Türkiye gibi sorunları diplomasi ve iyi ilişkiler yoluyla halletmeye çalışan bir ülkedir. Umman’ın dış politika niteliklerinden 
en önemlisi olan tarafsızlık politikasına göre Umman özellikle bölgedeki Şii-Sünni bloklaşmasında tam bir tarafsızlık politikası izlemektedir. İran nükleer krizi konusunda diğer Körfez ülkelerinden farklı olarak Umman İran’a Türkiye gibi müdahaleye açıkça karşı bir ülkedir.47

Türkiye-Yemen diplomatik münasebetlerini başlatan gelişme 20 Aralık 1986 tarihinde Başbakan Turgut Özal’ın Yemen ziyaretinin ardından 1988’de Sana’da ilk Türkiye büyükelçiliğinin açılmasıdır. Bu tarihten sonra bir ivme yakalayamayan ikili ilişkilerde temaslar 2005 Temmuzunda Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İKÖ’nün toplantısı bünyesindeki Yemen ziyareti ve Yemen Başbakanı Abdülkadir Bajammal’ın Türkiye ziyareti olmuştur. Ekim 2005’te de Başbakan Erdoğan’ın Yemen ziyareti temasların sıklaştığını göstermiştir. Bu ziyaretler silsilesi 2008’de de sürmüş, Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih 25-26 Şubat tarihlerinde Cumhurbaşkanı Gül’ün resmi daveti ile Türkiye’ye gelmiştir. Bu ziyarette 7 Eylül 2005’te Ankara’da imzalanan “Türkiye-Yemen Karma Komitesi Üçüncü Dönem Toplantısı Protokolü” onaylanmış; bu çerçevede ticari, kültürel, sağlık, turizm, enerji alanlarında ortak çalışmalar yapılması kararlaştırılmıştır.48 

2009’da ise Şubat ayında Dışişleri Bakanı Ali Babacan Yemeni ziyaret etmiş, iki günlük bu ziyarette Yemen Dışişleri Bakanı Ebubekir el-Kırbi ile ikili ilişkilerin yanında bölgesel konular görüşülmüştür. Yemen’in, Babacan’ı Osmanlı valisi protokolü ile karşıladığı ziyaretten sonra yapılan basın toplantısında Babacan Yemen’e Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği için verdiği destekten 
dolayı minnettarlığını ifade etmiştir. Bu ziyareti TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın ve bazı milletvekillerinin ziyareti takip etmiştir. 

Toptan ve milletvekilleri bu ziyarette Yemen’deki Türk okulunu ve bilim fuarını gezmiştir. Yemen’de Haziran 2009’da Şii-Zeydilerle hükümet güçleri arasında çıkan çatışmalara Türkiye’nin resmi düzeydeki tepkisi, Yemen’in toprak bütünlüğünün açıkça desteklendiğini ifade eden Dışişleri Bakanlığı açıklamasıdır. 

Mısır’ın uzun süre Arap milliyetçiliğinin öncü ülkesi olması ve Türkiye’nin Osmanlı bakiyesi ülkelerle arasında mesafe koyma çabası dolayısıyla Türkiye ile Mısır arasındaki siyasi ilişkiler uzun süre rekabet ve gerginlik içinde olmuştur. Tarafların karşılıklı ilişkileri geliştirme niyetinin bir sonucu olarak 2007 yılında İstanbul’da Türkiye-Mısır Stratejik Diyalogu Çerçeve Muhtırası imzalanmış ve 
Davutoğlu Mısır’ı “stratejik ortak” olarak nitelemiştir. 2009’da ise Türkiye-Mısır ilişkilerini İsrail-Filistin sorunu çerçevesinde gelişen olaylar belirlemiştir. Mısır’ın Gazze’ye insani yardımın yapıldığı tek sınır kapısı olan Refah Sınır Kapısı’nda kontrolleri sıkılaştırması dolayısıyla gıda maddelerinin girişinin zorlaştığı bir konjonktürde Cumhurbaşkanı Gül 18 Ocak’ta Gazze konusunda yapılacak 
çok-uluslu toplantı için Mısır’ın Şarm el-Şeyh kentine gitmiştir. Burada yaptığı konuşmada bölgede sağlanacak ateşkesin kalıcı olması ve Filistinli grupların birlik içinde hareket etmesi gerektiğini belirtmiştir. 

11 Şubat’ta Türkiye’yi ziyaret eden Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in bu ziyaretinin asıl gündem maddesi Filistin sorunu olmuştur. Mübarek ayrıca Gazze’nin yeniden imarı için 80 civarında ülkenin katılacağını açıkladığı zirve için Türkiye’den destek almaya çalıştı. Ziyaretin gündeminde yine Filistin sorunu odağında bölgede ateşkesin kalıcı hale getirilmesi, Filistinli gruplar arasında uzlaşının sağlanması, Hamas-İsrail arasındaki esir değişimi, Gazze ablukasının kaldırılması, Mısır-Gazze sınır kontrolünün sağlanması konuları da yer almıştır. Türkiye’nin İsrail’in Gazze operasyonu sonrası ortaya koyduğu tepkinin ardından bölgede büyük bir sempati toplamasının Filistin konusunda Mısır’a rakip ya da alternatif olarak anlaşılmaması için de dikkatli bir dil kullanmaya özen göstermiş tir. Bu konuda Mısır’ın Ankara Büyükelçisi Alaaddin el-Hadidi de bir açıklama yaparak bölgede bir Mısır-Türkiye rekabetinden bahseden haberlerin 
yanlış olmasının yanında kasıtlı olarak da çıkarıldığını ifade etmiştir. Ziyarette ikili ilişkilere de değinilmiştir. 

Cumhurbaşkanı Gül iki ülke arasında güvenlik ve siyasi konularda düzenli istişarelerde bulunulduğunu ifade etmiş ve ayrıca, Doğu Akdeniz’de iki önemli ülke olan Mısır ve Türkiye’nin ilişkilerinin stratejik önem kazandığını ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Gül, iki ülke arasındaki ticaret hacminin 2,5 milyar dolar olduğunu ve bunu 5 milyar dolara çıkarmak istediklerini söylemiştir.49 Türkiye’nin Mısır’a yıl içinde yaptığı ziyaretlerin bir diğeri de 2 Eylülde Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından gerçekleştirilmiştir. Mısır Devlet Başkanı Mübarek ve Dışişleri Bakanı Ahmed Ebul Geyt ile görüşen Davutoğlu, mevkidaşı ile yaptığı basın toplantısında ikili ilişkilerin gelişmekte olduğundan ve ticaret hacminin 5 milyar dolara ulaştığından söz etmiştir. Mısır’ın el-Ahram gazetesinde yayımlanan bir makalesinde Davutoğlu, neredeyse her hafta Mısır ile Türkiye arasında komisyonların çalıştığından ve bunlar arasında askeri komisyonların 
da bulunduğundan bahsetmiştir.50 İki günlük ziyarette Cumhurbaşkanından İstihbarat Bakanına ülkenin önemli birçok isimleriyle bir araya gelmiş, aynı zamanda Mısırlı akademisyenler ve gazetecilerle yüz yüze temaslarda bulunarak kamuoyu diplomasisi yapmıştır. 

Mısır’ın ünlü düşünce kuruluşu Ahram Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde yaklaşık iki saatlik bir Türk dış politikası sunumu yapan Davutoğlu, özellikle Osmanlılık vurgusu üzerinde durmuştur.51 

   16 Aralık 2009’da çalışma ziyareti için Türkiye’ye gelen Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile Cumhurbaşkanı Gül bir araya 
gelmiş ve Gül, Mübarek’e iki ülke arasında imzalanan Serbest Ticaret Anlaşmasını hatırlatarak karşılıklı olarak vizelerinde kaldırılması 
önerisinde bulunmuştur. Bu öneriye Kahire’nin sıcak baktığı ancak kendi içinde bir çalışma yapması gerektiği haberlere yansımıştır.52 

Ekonomik İlişkiler

Temmuz 2009’da İstanbul’da gerçekleştirilen Stratejik Diyalog Toplantısında Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında ekonomik işbirliğine ilişkin bir Çerçeve Antlaşması yürürlüğe konmuştur. Buna göre, taraflar arasında ekonomik işbirliği, teknik uzmanlık değişimi, serbest ticaret alanının oluşturulması, ortak yatırım projelerinin geliştirilmesi ve yatırımların kolaylaştırılması kararlaştırıldı. Çerçeve 
Antlaşması ekonomik, teknik, ticari, ulaşım, altyapı ve yatırım gibi birçok alanı kapsamaktadır. Gıda güvenliği ve turizm gibi amaçların gerçekleştirilmesi için de Ekonomik İşbirliği Ortak Komitesi’nin kurulması kararlaştırılmıştır. 13 Nisan 2009’da ULI-Türkiye tarafından İstanbul’da düzenlenen “Türk Gayrimenkul Yatırımları Körfez Sermayesi Buluşması”nda Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin 
Abdülaziz’in kardeşinin şirketi olan PTA’nın Üst Yöneticisi Abdülaziz el-Hassan 2-3 milyar dolarlık bir yatırım firması olduklarını, Türkiye’de yerel firmalarla işbirliği yaparak konut üreteceklerini söylemiştir.53

Şubat ayında Suudi Arabistan’a yaptığı ziyaret sırasında iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilere vurgu yapan Cumhurbaşkanı Gül, 5 milyar dolar civarında olan dış ticaret hacmini birkaç yıl içerisinde 10 milyar dolara çıkarmak istediklerini açıklamıştır.54 Belirlenen ticaret hacminin gerçekleşmesi için büyük ortak projeler başlatılmıştır. Bu çerçevede Türk şirketi TAV, Suudi Arabistan’da havaalanları inşa etmek ve işletmek üzere Suudi el-Raci Holding ile bir sözleşme imzalamıştır. TAV’ın açıklamasına göre el-Raci Holding ile yapılan anlaşma sayesinde Suudi Arabistan’da yap-işlet-devret modeliyle havaalanlarının hayata geçirilmesi, bakım ve onarımı, işletilmesi gibi konular hizmet kapsamına alınmıştır.55 Türkiye’nin Suudi Arabistan açısından bir diğer önemi ise tarıma elverişli arazilerinin çok fazla olmasıdır. Güneydoğu Anadolu Projesi’nin hayata geçirilmeye başlanmasıyla birlikte sınırlı derecede tarım arazisi bulunan Suudi Arabistan, Türkiye’de tarım sektörüyle yakından ilgilenmeye başlamıştır. 

Bu bağlamda, Planet Food World Company (PFWC) adlı özel bir şirket Türkiye’de tarım sektörüne 3 milyar dolarlık bir yatırım yapacağını açıklamıştır. Şirketin Türkiye temsilcisi Mete Mutluoğlu, önümüzdeki 5 yılda 20.000 endüstriyel tarla kuracaklarını, bu tarlaların her birinin 10.000 m2’yi bulacağını belirtmiştir. Bu tarlalarda sebze ve meyvenin yanı sıra balık, kümes hayvanları, koyun ve büyükbaş hayvanların da yetiştirileceğini söyleyen Mutluoğlu, buralarda üretilen ürünlerin öncelikle Suudi Arabistan’ın ihtiyacını karşılamada kullanılacağını, bunun yanı sıra Körfez ülkeleri ve Rusya’ya da ihraç edilebileceğini açıklamıştır. Mutluoğlu ayrıca 5 yılın sonunda elde edilmesi düşünülen cironun da yaklaşık 20 milyar dolar olduğunu ifade etmiştir.56

Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) bünyesinde çalışan Türk-Suudi İş Konseyi’nin 10 Haziran 2009’da İstanbul’da 9. Ortak toplantısını yapması gündeme geldi. Toplantıda yaklaşık 30 Suudi işadamının katılımı söz konusu olacağı ve yaklaşık 80 milyar dolar tutarında dev projelerin görüşüleceği duyurulmuştur.57 

Bu toplantıda Başbakan Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışının ardından gündeme gelen “Türkiye’ye Vefa Girişimi” çerçevesinde Arap Fast Food  piyasası na Türk firmaların girmesi konusunda bir ön mutabakat imzalandı. Buna göre Suudi Arabistan’a 100 simit sarayı yiyecek zincirinin açılması planlanmıştır.58 Turizm sektöründe alternatif arayışlar içinde olan Suudi Arabistanlı yatırımcılar Trabzon’da dağ ve yayla turizmine yönelik olarak bir yayla kent almak istediklerini, Türkiye’de yayla turizmine yatırım yapmaya talip olduklarını belirtmişlerdir.59

Körfezin doğalgaz zengini ülkesi Katar’la Türkiye arasında ekonomik ilişkiler 2009’da artan bir ivme göstermiştir. Türkiye’nin Katar’la doğalgaz boru hattı konusunda görüş birliğine varmasının yanında özel sektörün de faaliyetleri gözlenmektedir. Buna göre Tekfen İnşaat ve Tesisar A.Ş. Katar’da 165 milyon dolarlık bir iş sözleşmesi imzalamıştır.60 

İTO 4 Ekimde Katar’da 1. Türk ihraç ürünleri sergisi açmış ve bu sergi İTO’nun 127 yıllık tarihinde düzenlediği en büyük yurt dışı sergi olarak tarihe geçmiştir. Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın Ekim başında Katar’da yaptığı ziyaretlerin ardından yaptığı açıklamada iki ülke arasında uygulanacak ilk projelerin başında sıvılaştırılmış doğalgaz olduğunu belirtmiş, hatta Katar’dan alınacak gazın diğer ülkelere de transferinin düşünüldüğünü ifade etmiştir.61 Katar Devlet Fonu’nun bir iştiraki olan Katari Diar Türkiye Genel Müdürü Fatih Kara da Türkiye’de 500 milyon dolarlık konut ağırlıklı yatırım planladıklarını söylemiştir.62

Kuveyt ile Türkiye arasında 2009 yılı ekonomik gelişmeleri arasında ilk göze çarpan Kuveyt merkezli havayolu şirketi Jazeera’nin Antalya’ya seferlere başlayacak olmasıdır. Ayrıca MÜSİAD Mardin Şubesi Başkanı Kazım Aksoy’un açıklamalarına göre Kuveytli bir grup işadamıyla Mardin’de 100 milyon dolarlık sanayi yatırımı yapmak noktasında anlaşılmıştır.63

Türkiye’nin Lübnan ile ekonomik ilişkilerinde son zamanlarda ciddi bir hareketlenme yaşanmaktadır. Bunun en önemli göstergelerinden biri 2005 yılında Türk Telekom’un %55’lik hissesinin 6.55 milyar dolara Lübnan ve Suudi Arabistan sermayeli OGER’e satılması olmuştur. Aynı zamanda Türkiye’nin üç GSM operatöründen biri AVEA, Hariri ailesine aittir. Türkiye ile Lübnan arasındaki ekonomik ilişkilerin daha da ilerletilmesi amacıyla Mersin ile Trablus limanları arasında feribot seferlerinin başlatılması için girişimler başlatılmıştır. 

Bakanlar Kurulunun, 21 Nisan 2009’da Ankara’da iki ülke arasında imzalanan “2009-2011 Yıllarını Kapsayan Turistik İşbirliği Anlaşması Uygulama Protokolü” onaylanmıştır. Protokol ile “iki ülke arasındaki mevcut dostane ilişkileri dikkate alarak, turizm alanındaki mevcut ikili bağları geliştirmek ve genişletmek ortak arzusuyla, 18 Eylül 1968’de imzalanan ‘Turistik İşbirliği Anlaşması’nın hükümlerinin uygulanması” amacıyla mutabakata varılmıştır.64

Türkiye ile Mısır arasındaki ekonomik ve ticari ilişkiler düşük düzeyde kalmıştır. Ekonomik işbirliğini geliştirmek amacıyla 2005 yılında iki ülke arasında bir serbest ticaret antlaşması imzalanmıştır. 22 Ocak 2009’da Mısır’a giden Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, bu anlaşmadan sonra iki ülke arasındaki ticaret hacminin 10 kattan fazla arttığını ifade etmiştir. Gezisinde Kahire’deki 10 Ramazan Sanayi Bölgesi’nde Türk işadamları tarafından kurulan Küçükçalık grubuna bağlı Küçükçalık Tekstil Sanayi, EFT tekstil sanayi ve Sabancı grubuna ait Temsa Mısır otobüs firmasını gezmiş, komşularla ürün paylaşımı modeliyle kalkınacaklarını belirtmiştir. Daha sonra yaptığı bir açıklamada Devlet Bakanı Tüzmen, iki haftalık Mısır ve İran temaslarıyla Türkiye’ye toplam 550 milyon dolarlık ihracat kazandırdıklarını vurgulamıştır. 17 Ekim 2009 tarihinde Kahire’de düzenlenen 13. Uluslararası İşadamları Forumunda Türk işadamları 80 iş bağlantısı kurmuştur. 
10 Kasım 2009’da Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu’nun (TUSKON) düzenlediği “Türkiye-Mısır Arasında İşbirliği İçin Yeni Fırsatlar” konulu Türkiye-Mısır iş forumunda konuşan Devlet Bakanı Zafer Çağlayan iki ülke arasındaki mevcut 3,5 milyar dolarlık ticaret hacminin artırılması gerektiğinden bahsetmiştir. Bu forumda konuşan Mısır Sanayi ve Ticaret Bakanı Raşid Muhammed Raşid sağlık, ilaç ve inşaat sektörlerinde faaliyet gösteren iki Mısırlı şirketin 2010’da yatırım için Türkiye’ye geleceğini, miktarın milyar doları bulacağını ve bunun için tüm altyapının oluştuğunu söylemiştir.65 Türk ve Mısırlı işadamlarının temasları 

TUSKON bünyesinde faaliyet gösteren Konya merkezli Anadolu Sanayici ve İşadamları Federasyonu’nun 40 kişilik bir heyetle Mısır’da Mısır’lı işadamlarıyla yaptığı görüşmelerle sürmüştür. Mısır ayrıca 15 Aralıkta başlatacağı turizm kampanyasında Türkiye’ye yönelik ilk kez büyük çaplı bir tanıtım kampanyası hazırlamış ve Türk seyahat acentelerini destekleme kararı almıştır.

Kültürel ve Toplumsal İlişkiler

Arap dünyasının Türkiye’ye bakışı farklılıklar gösteren bir içeriğe sahiptir. Cumhuriyetin kurulması ve halifeliğin ilgasının ardından Arap dünyasının Türkiye’ye bakışını daha çok Türkiye’ye yönelik laiklik eleştirileri şekillendirmiştir. Arap milliyetçiliğinin geliştiği dönemde Türkiye’ye dönük algı, Arapların gelişmesini engelleyen Osmanlı emperyal mirasının eleştirisidir. Soğuk Savaş döneminde Arapların Türkiye’ye bakışı ise bölgede ABD işbirlikçisi retoriği ile ifade bulmuştur.66 1980’lerin sonuna doğru Türkiye’nin GAP projesini 
duyurmasıyla başlayan su sorunu, Suriye’nin konuyu bir pan-Arap meselesi haline getirmesiyle Türk-Arap sorunu olarak ilişkilerin seyrini belirlemiş; ayrıca PKK Türkiye-Suriye ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir parametre olmuştur. Kısaca Türk Arap ilişkilerinin genel karakteri güvensizlik olmuştur. Bu güvensizlik kavramının belirlediği ilişkilerin karakterinde 2003 yılından itibaren gerek 
Arap kamuoyunun gerekse de Arap politika yapıcılarının, fikir dünyasının ve medyanın algısında gözle görülür bir değişiklik olmuştur. 2002’de Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Fas, Lübnan, BAE ve Kuveyt’te yapılan ve Arap kamuoyundaki Türkiye algısını araştıran bir ankette Türkiye ABD, İsrail ve İngiltere’den sonra en olumsuz algıya sahip olan ülke olarak ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz bu imajın en büyük sebebi Türkiye-İsrail ilişkilerine duyulan öfkedir.67 TESEV’in Gazze Savaşı’nın ve Davos olayının hemen ardından Ürdün, Mısır, Filistin, Lübnan, Suudi Arabistan ve Suriye’de yaptığı başka bir ankette ise Türkiye, Suudi Arabistan’dan sonra en olumlu algılanan ülke olmuştur.68 

Bu değişimin ardında yatan nedenleri birkaç maddede toparlamak mümkündür. Öncelikle AK Parti’nin seçim zaferiyle tek başna iktidara gelişi kendi başına bir nedendir. Arap devletlerindeki İslamcıların geneli AK Parti’ye karşı bir yakınlık hissetmekte ve AK Parti’nin 2002 ve 2007 seçim zaferleriyle Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilebilmesini kendileri açısından güvenlerini artıran olaylar olarak görmektedirler. Örneğin Mısır İhvan-ı Müslim hareketinden Mehdi Akif, seçim zaferinin ardından Başbakan Erdoğan’ı tebrik etmiş, AK Parti örneğinden yola çıkarak özgür, adil bir seçim ortamında İslami partilerin anayasal, siyasi ve ekonomik gelişim ve sosyal reform yapmayı başarabilecek kapasiteye sahip olduklarını ifade etmiştir. Mehdi Akif buradan ayrıca İslamcıların Batıyla uzlaşma yolları üzerinde düşünmesi gerektiği sonucunu da çıkarmıştır. 

Arap dünyasından en ilginç örnek ise Fas Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Sekreterinin açıkça Türkiye’deki AK Parti’yi örnek aldıklarını ifade etmiş olmasıdır. 

Arap dünyasından Türkiye’ye yönelen ilginin nedenleri sadece siyasi aktör değişimi değildir. Arap dünyasının en hassas noktalarından olan Filistin meselesinde Türkiye’nin çıkardığı çok daha yüksek ses Arap dünyasının dikkatini çekmiştir. İsrail’in Gazze’ye düzenlediği “dökme kurşun operasyonu” esnasında Türkiye Başbakanının tutumu ve 2009 Davos toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı Peres ile girdiği tartışma sonrası salonu terk etmesi, yani “one minute” vakası duygusal olarak Türkiye Başbakanının popülaritesini Arap dünyasında 
oldukça artırmıştır. Hatta Bardakçı’ya göre “one minute” çıkışı, Cemal Paşa’nın Arap dünyasının önde gelen aydınları ile politikacılarını 1915’te ve 1916’da Beyrut’ta ve Şam’da idam ettirmesinin Araplar nezdindeki psikolojik duvarlarını yıkmıştır. Bu hadiseyle Arapların hafızasından Cemal Paşa’nın adı silinmeye başlamış ve Türkiye bölgede sadece “ismen” değil, “fiilen” de varlığını hissettirmeye başlamıştır.69

Türkiye’nin Araplar nezdinde değerini artıran önemli bir gelişme de 1 Mart 2003’te ABD’nin Irak’a müdahalesi söz konusu olurken Türkiye’ye asker yerleştirilmesine dönük tezkerenin reddedilmesidir. Kısaca başta Filistin olmak üzere Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarındaki değişim Türkiye’ye dönük algılamaları da değiştirmiştir. Bu olumlu havanın somut politikalara yansımaları da olmuştur. Örneğin ders kitaplarını yeniden yazmaya yönelik projeler bazı ülkelerde uygulamaya geçirilmeye başlanmış; Suriye, Lübnan, Ürdün ve Libya ile vizesiz yolculuk imkânı getirilmiştir.70

Türkiye son zamanlarda dış politika uygulamalarında yumuşak gücünü kullanmaya başlamış, bu çerçevede Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine ciddi bir açılımı olmuştur. Özellikle Türk dizilerinin Arap kamuoyunda ilgiyle izlenmesi Türkiye’nin Arap halkı nezdindeki imajını önemli ölçüde olumlu yönde değiştirmiştir. Öyle ki dizilerin çekildiği mekanları ziyaret etmek için Arap turistler İstanbul’a akın etmeye başlamıştır.71 Kuveyt Emiri Sabah ailesinin Türkiye’den gayrimenkul alması, Kuveyt’ten Türkiye’ye gelen turistlerin sayısındaki artış iki halk arasındaki iletişim ve temas imkanlarını artırmaktadır. 

Toplumsal ilişkilerin geliştirilmesini destekler düzeyde akademik birimlerin de oluşturulması için Kuveyt üniversitesinde bir Türkoloji bölümünün açılması girişimleri söz konusu olmuştur.72 Eğitim alanında arasında Mısır’da bir Türk okulunun açılması gibi faaliyetler de vardır. İsmi Selahaddin Uluslararası Türk Okulu olan eğitim kurumuna ilk yıl 600 öğrenci başvurarak oldukça başarılı bir sonuç elde edilmiştir.73 2 Mayıs 2009’da Lübnan’da Türk Kültür Haftası etkinlikleri düzenlenmiştir. 30 Temmuz 2009’da Lübnan’da hükümet kurma krizinin aşılması için Lübnan’da temaslarda bulunan Davutoğlu, 2006’dan bu yana Lübnan’da 50 milyon dolarlık okul ve sağlık alanlarında çeşitli yardımlarda bulunulduğunu, şu ana kadar 37 okulun yapımının bitirildiğini, 2 sağlık ocağının da tamamlanıp teslim edildiğini ifade etmiştir. Davutoğlu ayrıca, öğrenci ve akademisyen değişimi programını da hayata geçireceklerini açıklamıştır.

Sonuç

Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden, özellikle 11 Eylül olaylarından sonra gerçekleşen Afganistan ve Irak işgalleri, Şii İran’ı dengeleyen Sünni Arap Saddam rejiminin yıkılmasıyla bölgedeki dengelerin değişmesi üzerine Ortadoğu ülkelerinin Türkiye’ye bağımlılıklarının artması söz konusu olmuştur. Pro-aktif ve çok boyutlu yapıcı bir dış politika söylemini benimseyen Türkiye’nin yumuşak gücünü de devreye sokarak bölgede etkin olma çabası, Batıya alternatif siyasal ve ekonomik yapıların içine girmesinin de etkisiyle Türkiye, Körfez ülkeleri,  Yemen, Mısır, Ürdün ve Lübnan yetkililerinin nazarında kayda değer bir bölgesel güç konumuna çıkmıştır.

2009 yılındaki gelişmeler de yukarıdaki genel çerçeveye uygun bir biçimde Türkiye’nin Körfez ülkeleri, Yemen, Ürdün, Mısır ve Lübnan ile ilişkilerinin geliştirilmesi doğrultusunda gerçekleşti. Türkiye, sıklaşan karşılıklı üst düzey temaslarla bu ülkelerle ikili ve çok taraflı siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerini geliştirmeye öncelik vermiştir. Türkiye’nin çok-boyutlu, çok-kulvarlı, pro-aktif bölgesel siyasetinin başarıya ulaşması açısından 21. yüzyılın başlangıcıyla birlikte başlatılan iyileşme sürecini devam ettirmek durumundadır. 

Batı tarafından giderek daha fazla dışlanan Arap ülkelerinin de giderek Türkiye’ ye daha fazla ihtiyaç duymaları söz konusudur. 2009 yılındaki gelişmeler bu kanaatin teyidi oldu.


Türkiye’nin Körfez Ülkeleri, Yemen, Mısır, Ürdün ve Lübnan Politikası 2009 Kronoloji

3 Ocak Başbakan Erdoğan, İsrail’in Gazze saldırıları konusunda fikir teatisinde bulunmak üzere Riyad’a yaptığı ziyarette Kral Abdullah 
ile bir görüşme yapmıştır.

3 Ocak Dışişleri Bakanı Ali Babacan İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) tarafından Cidde’de düzenlenen toplantıya katıldı.

3 Şubat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Riyad’a gerçekleştirdiği resmi ziyarette Kral Abdullah ile pek çok siyasi ve ekonomik konuda görüş alışverişinde bulundu.

11 Şubat Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan ile İstanbul’da bir araya gelmiştir.

16-18 Şubat Dışişleri Bakanı Ali Babacan Yemen’e resmi bir ziyarette bulunmuştur. Yemen’de Babacan Yemen Dışişleri Bakanı el-Kirbi’yle görüşmelerde bulunmuş ve Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, Başbakan Ali Muhammad Mücavir ile Temsilciler Meclisi Başkanı Yahya Ali el-Rai tarafından kabul edilmiştir.


18-19 Şubat Dışişleri Bakanı Ali Babacan meslektaşı Şeyh Halit’le görüşmelerde bulunmak amacıyla Bahreyn’e bir ziyaret gerçekleştirmiştir.

21-25 Şubat Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, 2009 IDEX Savunma Sanayi Fuarına katılmak üzere Abu Dabi’yi ziyaret etmiştir.

6-7 Nisan BM Medeniyetler İttifakı İkinci Forumu münasebetiyle Bahreyn Dışişleri Bakanı Şeyh Halit, BAE Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Gargaş, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa Türkiye’ye gelmiştir. 

14-15 Nisan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Sağlık Bakanı Recep Akdağ, Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker ile Parlamentolar arası Dostluk Grubu Başkanı Kahramanmaraş Milletvekili Veysi Kaynak’la birlikte Bahreyn’i ziyaret etmiştir. Bahreyn Ulusal Meclisine hitap eden Gül, Türk-Bahreyn iş forumunda bir konuşma yapmıştır. 

21-22 Nisan Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman, Türkiye’ye gelerek 54 yıl aradan sonra Cumhurbaşkanı seviyesinde iki ülke arasındaki ilk ziyareti gerçekleştirmiştir. Ziyaret çerçevesinde iki ülke arasında Gençlik ve Spor Alanında İşbirliği Anlaşması imzalanmıştır. 

30-31 Temmuz Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora’nın daveti üzerine Lübnan’ı ziyaret etmiştir. Bakan yaptığı görüşmelerde, Lübnan’da ulusal birlik hükümeti kurulması yönündeki çabalara verilen desteği vurgulamıştır. 

16-18 Ağustos Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife el-Sani, Cumhurbaşkanı Gül’ün davetine icabetle Türkiye’ye bir çalışma ziyareti gerçekleştirmiştir. Ziyaret çerçevesinde iki ülke arasındaki ilişkiler ve işbirliği imkânları ele alınmış; uluslararası ve bölgesel gelişmeler hakkında görüş teatisinde bulunulmuştur. 

19 Ağustos Ürdün Dışişleri Bakanı Nasser Judeh, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun davetine icabetle Türkiye’yi ziyaret etti. 

11 Eylül Suudi Arabistan’ın Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Nizar Ubeyd Medeni, Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın Cumhurbaşkanı Gül’e mesajını iletmek üzere Türkiye’ye günübirlik bir ziyaret gerçekleştirmiştir.

22-24 Eylül Abdullah Gül’ün, Kral Abdullah Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nin resmi açılış töreni münasebetiyle Cidde, Mekke ve Medine’yi kapsayan Suudi Arabistan ziyareti kapsamında Kral Abdullah’la yaptığı görüşmede iki ülke arasındaki ilişkiler ele alınmıştır.

5-7 Ekim Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Katar’a resmi bir ziyaret gerçekleştirmiş; iki ülke arasında Enerji Alanında İşbirliğine İlişkin bir Mutabakat Muhtırası imzalanmıştır. 

17-21 Kasım Mısır Savunma ve Askeri Üretim Bakanı Mareşal Muhammed Hüseyin Tantawi, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuğu olarak Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ziyaret çerçevesinde Askeri Alanda Eğitim, Teknik ve Bilimsel İşbirliği Mutabakat Muhtırası imzalanmıştır.

30 Kasım Dışişleri Bakanı Davutoğlu Lübnan’a yaptığı resmi ziyaret çerçevesinde Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman, Başbakan Saad Hariri ve Meclis Başkanı Nebih Berri ile görüşmelerde bulunmuştur.

1-3 Aralık Cumhurbaşkanı Gül Ürdün’ü ziyaret etmiş; ziyaret sırasında Serbest Ticaret Anlaşması ve Vize Muafiyeti Anlaşması imzalanmıştır. İki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi mekanizmasının oluşturulması konusunda da anlaşmaya varıldı.

15-16 Aralık Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in Türkiye’yi ziyaretinde, iki ülke arasındaki ilişkilerin her alanda daha da geliştirilmesi imkanları üzerinde durulmuş, uluslararası ve bölgesel gelişmeler ele alınmıştır. 


DİPNOTLAR;

1 Türk dış politikasının kimlik bağlamında bir okuması için bkz. Yücel Bozdağlıoğlu, Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: 
A Constructivist Approach, London: Routledge Press, 2003.
2 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul: Küre Yayınları, 2001.
3 Ahmet Davutoğlu, Alternative Paradigm, Washington: American Press, 1994.
4 William Hale, “Turkey and the Middle East in the ‘New Era’,” Insight Turkey, c. 11, n. 3, 2009, ss. 143-159.
5 Meliha Benli Altunışık, “Worldviews and Turkish Foreign Policy in the Middle East,” New Perspectives on Turkey, n. 40, 2009, ss. 171-194. 
Daha kullanışlı hale getirmek için Altunışık’ın kullandığı bazı kavramlarda değişiklikler yapılmıştır.
6 Yücel Bozdağlıoğlu, “Modernity, Identity and Turkey’s Foreign Policy,” Insight Turkey, c. 10, n. 1, 2008, s. 60-61.
7 Ahmet Sözen, “A Paradigm Shift in Turkish Foreign Policy: Transition and Challenges,” Turkish Studies, c. 11, n. 1, March 2010, s. 103-104.
8 Lenore G. Martin, “Turkey and Gulf Cooperation Council Security,” Turkish Studies, c. 10, n. 1, March 2009, s. 75-76.
9 Martin, “Turkey and Gulf Cooperation Council Security,” s. 76-78.
10 Martin, “Turkey and Gulf Cooperation Council Security,” s. 79.
11 Ali Oğuz Diriöz, “Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi İlişkileri,” Ortadoğu Analiz, c. 1, n. 6, Haziran 2009, s. 80.
12 Veysel Ayhan, “Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik Diyalog,” Ortadoğu Analiz, c. 1, n. 7-8, 
Temmuz-Ağustos 2009, s. 115.
13 Ayhan, “Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi İlişkilerinde Yeni Bir Dönem,” s. 115-116.
14 Ayhan, “Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi İlişkilerinde Yeni Bir Dönem,” s. 116-117.
15 Ayhan, “Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi İlişkilerinde Yeni Bir Dönem,” s. 120-123.
16 Martin, “Turkey and Gulf Cooperation Council Security,” s. 79-80.
17 Martin, “Turkey and Gulf Cooperation Council Security,” s. 84-6.
18 Martin, “Turkey and Gulf Cooperation Council Security,” s. 88.
19 “Turkey, Saudi Arabia increase cooperation”, http://www.neurope.eu, 03.02.2009.
20 Veysel Ayhan, “Başbakan Erdoğan’ın Suudi Arabistan Ziyareti Kapsamında Ankara-Riyad İlişkilerinin Analizi,” 
     http://www.orsam.org.tr, 20 Ocak 2010.
21 “Başbakan Erdoğan Suudi Arabistan’da,” Zaman, 3 Ocak 2009; “Tayyip Erdoğan, Suudi Arabistan’da: ‘Gazze ile Müslüman olduğumuz için değil 
İnsan Olduğumuz İçin İlgileniyoruz,’” 
     http://www.nethaber.com, 19 Ocak 2010.
22 Ayhan, Başbakan Erdoğan’ın Suudi Arabistan…,” 20 Ocak 2010.
23 “Türkiye’nin Arabuluculuk Çabaları Gurur Verici,” Zaman, 17 Mart 2009.
24 “Cumhurbaşkanı Gül Şura Meclisine Hitap Etti,” Zaman, 4 Şubat 2009.
25 Zaman, 22 Eylül 2009.
26 Muhittin Ataman, “Türkiye-Suudi Arabistan İlişkileri: Temkinli İlişkilerden Çok-Taraflı Birlikteliğe,” Ortadoğu Analiz, c. 1, n. 9, Eylül 2009, s. 80.
27 http://www.musiad.org.tr.
28 ............Veysel Ayhan, “Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Lübnan Ziyareti ve Türkiye-Lübnan İlişkileri,” http://www.orsam.org.tr.
29 Davutoğlu, tarafların önemli temsilcilerinden Meclis Başkanı Nebih Berri, seçimi kazanan Gelecek Hareketi lideri ve hükümeti kurmakla görevlendirilen 
Saad Hariri, Hizbullah’ın Parlamento Grubu Başkanı Muhammed Raad ve Dışişleri Bakanı Fevzi Salluh’la görüşmeler yapmıştır. Abdülhamit Bilici, “Türkiye Lübnan Krizi İçin Devrede,” Zaman, 31 Temmuz 2009.
30 Zaman, 18 Şubat 2009.
31 “Çağlayan, Dubai’deki Türk İşadamlarıyla Bir Araya Geldi,” Zaman, 29 Aralık 2009.
32 Zaman, 9 Nisan 2009.
33 “THY İki Yeni Anlaşma İmzaladı,” Zaman, 15 Temmuz 2009.
34 “BAE’nin Ulusal Havayolu Şirketi Etihad, İstanbul Uçuşlarına Başlıyor,” Zaman, 21 Nisan 2009. 
35 “Tüzmen BAE Ticaret Bakanı ile Görüştü,” Zaman, 28 Nisan 2009.
36 Nebahat Tanrıverdi, “Bahreyn’de Seçim Süreci Şii Çoğunluğa Yönelik Tehdit Algılaması,” 
     http://www.orsam.org.tr, 23 Eylül 2010.
37 “Babacan Bahreyn’de,” Zaman, 19 Şubat 2009.
38 “Bahreyn Meclisine Hitap Eden İlk Yabancı Lider Oldu,” Zaman, 15 Nisan 2009.
39 Ali Oğuz Diriöz, “Katar’ın Çok Yönlü Dış Politikası,” Ortadoğu Analiz, c. 1, n. 3, Mart 2009, s. 66.
40 “Katar Başbakanı Thani Başbakanlıkta,” Zaman, 4 Şubat 2009.
41 “Bir Enerji Hamlesi de Katar’la,” Zaman, 18 Ağustos 2009.
42 “Almanya ve Kuveyt İle Anlaşma,” http://www.timeturk.com, 27 Nisan 2009.
43 Veysel Ayhan, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kuveyt Ziyareti,” http://www.orsam.org.tr.
44 Veysel Ayhan, “Ürdün Dış Politikası ve Türkiye ile İlişkileri,” Ortadoğu Analiz, c. 2, n. 13, Ocak 2010, ss. 48-58.
45 Ali Oğuz Diriöz, “Oman’ın Dış Politikası ve Körfez Bölgesindeki Konumu,” Ortadoğu Analiz, c. 1, n. 11, Kasım 2009, s. 76.
46 ...................Rıdvan Kalaycı, “Son Dönemde Oman İç ve Dış Siyasetindeki Temel Gerçekler: Ekonomik Sorunlar ve Pragmatik Dış Politika,” Ortadoğu Analiz, c. 2, n. 17 Mayıs 2010, s. 64.
47 Veysel Ayhan, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Maskat Ziyareti Işığında Türkiye-Oman İlişkileri,” Ortadoğu Analiz, c. 2, n. 17, Mayıs 2010, s. 72.
48 “Yemen İç Savaşı: İktidar Mücadelesi, Bölgesel Etkiler ve Türkiye ile İlişkiler,” Orsam Raporu, 10 Ocak 2010, s. 20.
49 “Gazze İçin Müşterek Çaba İçindeyiz,” Zaman, 12 Şubat 2009. 
50 “Mübarek Davutoğlu’nu Kabul Etti,” Zaman, 2 Eylül 2009. 
51 “Mısır’da Davutoğlu Fırtınası Esti,” Zaman, 4 Eylül 2009.
52 “Gül’den Mısır Liderine Vizeyi Kaldıralım Teklifi,” Zaman, 16 Aralık 2009.
53 “Suudi Prensin Şirketi, Milyar Dolarlık Bütçeyle Geldi, Çantasında Lüks Konut Projeleri Var,” Zaman, 14 Nisan 2009.
54 “19 Yıl Sonra İlk Ziyaret”, Yeni Şafak, 3 Şubat 2009; “Gül Suudi Arabistan’a Gitti”, Zaman, 3 Şubat 2009.
55 “Suudi Devle El Sıkıştı, TAV Arabistan’a Uçuyor”, Zaman, 11 Kasım 2009.
56 “Saudi Arabia-Farm investment in Turkey”, Gulf News, 22 Temmuz 2009
57 “Türk-Suudi İş Konseyinde Dev Projeler Görüşülecek,” Zaman, 5 Haziran 2009.
58 “Simit Sarayları Arabistan’a Uzanıyor,” Zaman, 11 Haziran 2009.
59 “Arap Yatırımcılar Trabzon’da Yayla Kent Almak İstiyor,” Zaman, 18 Kasım 2009.
60 “Tekfen, Katar’da İş Aldı,” Zaman, 2 Haziran 2009.
61 “Katar’dan Doğalgaz Alıp Yurt Dışına Satacağız,” Zaman, 9 Ekim 2009.
62 “Suudi Prensin Şirketi, Milyar Dolarlık Bütçeyle Geldi, Çantasında Lüks Konut Projeleri Var,” Zaman, 14 Nisan 2009.
63 “Kuveytli İşadamları Mardin’e 100 Milyon Dolarlık Yatırım Yapacak,” Zaman, 21 Ağustos 2009.
64 “Lübnan’la Turistik İşbirliği,” http://www.timeturk.com/tr.
65 “Tekstilciyi Kapan Mısır, Sağlığa Yatırım İçin Türkiye’ye Geliyor,” Zaman, 11 Kasım 2009.
66 Meliha Benli Altunışık, “Arap Dünyasında Türkiye Algısı,” TESEV Dış Politika Analiz Serisi, n. 11, İstanbul, Haziran 2010, ss. 7-20.
67 Altunışık, “Arap Dünyasında Türkiye Algısı,”
68 Altunışık, “Arap Dünyasında Türkiye Algısı,”
69 Murat Bardakçı, “‘One Minute’ ve Cemal Paşa,” Habertürk, 9 Haziran 2010.
70 Altunışık, Arap Dünyasında Türkiye…, s. 24.
71 “Türk Dizileri 5 Yıldızlı Havayolu Etihad’ı Türkiye’ye Getirdi,” Zaman, 2 Haziran 2009.
72 Veysel Ayhan, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Kuveyt ziyareti,” http://www.orsam.org.tr.
73 “Mısır’daki Türk Okulu İlk Yılında 600 Öğrenci ile Rekor Kırdı,” Zaman, 10 Ekim 2009.

***