Varşova Paktı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Varşova Paktı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak

ABD Seçim Sonuçlarına., Rusya’dan Bakmak


ABD Seçim Sonuçları, Rusyadan Bakmak,
Habibe Özdal
USAK - AVAM
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 




    ABD’de başkanlık seçimi kampanyaları yaklaşık olarak bir yıl sürdüğünden uluslararası aktörlerin uzun süredir takip ettiği seçimler, ABD Başkanı Obama’nın 
bir kez daha seçilmesi ile son buldu. Aslına bakarsanız seçilecek olan kişi ABD Başkanı olunca, konunun ülke sınırlarını aştığı, Ortadoğu’dan Rusya’ya ve 
hatta Asya-Pasifik’e ilişkin bir hal aldığı açık. Rusya’dan bakınca ise seçimlerden sonra tartışmaların odağında doğal olarak “Rusya-ABD” ilişkilerinin olduğu görülüyor. Her ne kadar “reset sonrası dönemde” ikili ilişkileri zor sınavlar beklese de, Moskova’da uzmanlar ilişkilerde önemli bir kırılma öngörmüyor.
     Seçime bir gün kala Rusya’da yayınlanan ve ABD seçimlerine giden süreçte ülkedeki seçim ortamına ilişkin değerlendirmeler sunan bir çalışmaya değinmek gerekiyor. Rusya Merkez Seçim Komitesi’nin görevlendirdiği bazı sivil toplum kuruluşlarının ABD’deki seçim ortamına ilişkin yaptığı çalışmada, ABD’de yapılan seçimlerin ne özgür ne de adil olmayacağı açıklandı. Seçim kampanyaları süresince Obama ve Romney dışındaki adayların medyada yeterince yer almaması ve oy verme hakkına sahip vatandaşların seçim listelerinde bulunmaması gibi nedenlere dayanan söz konusu açıklamaların bulunduğu Rapor[1], 

Kremlin tarafından Rus siyasal sisteminin işleyişine ilişkin ağır eleştirilerde bulunan Beyaz Saray’a bir “karşılık” olarak hazırlanmış gibi görünüyor. 

     Diğer taraftan söz konusu çalışmanın gerek Rusya’da gerekse de uluslararası alanda pek de yankı uyandırmadığı söylenebilir.
Obama’nın yeni Rusya politikası esasında sadece iki ülke arasındaki ilişkileri belirlemeyecek. Zira Rusya ile ilişkiler ABD’nin uluslararası alandaki temel tavrını ve Beyaz Saray’ın Avrasya coğrafyasına ilişkin tercihsel tutumunu belirlerken
Asya-Pasifik bölgesinde Obama’nın ilk döneminde başlatılan inisiyatiflerin devam edip etmeyeceğini ve Ortadoğu bölgesindeki dengeleri de yakından ilgilendiriyor.

    Obama göreve geldiğinde yakın dönem Rus-Amerikan ilişkileri belki de en düşük düzeyde idi. Bush-Putin döneminde oldukça gerilen  ve bu nedenle gerileyen ilişkiler, konjonktürel gelişmelerin zorlaması ve Obama’nın ABD’nin imajını düzeltme çabalarının da etkisiyle “resetlendi”. Esasında seçim süreci boyunca Cumhuriyetçi aday Romney’in en büyük dış politika başarısızlığı olarak sunduğu bu inisiyatif, Rusya ile ABD arasında stratejik silahların sınırlandırılmasını öngören START 2 Anlaşması’nın imzalanmasını, İran’a dördüncü yaptırım kararının BM Güvenlik Konseyi’nden geçmesini, Rusya’nın DTÖ üyelik sürecinin uzun yıllar sonrasında tamamlanmasını ve Afganistan’a giden ve öldürücü olmayan teçhizatların Rusya ve Orta Asya ülkeleri üzerinden gönderilmesini mümkün kılmıştı.

    Yeni dönemde ikili ilişkiler bağlamında neler beklenmeli?

Esasında iki ülke arasındaki ilişkilerin kısa vadede dikkate değer bir değişiklik göstermesi beklenmiyor. Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada 
Çalışmaları Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Viktor Kremenyuk’a göre de “Başkanlık seçimleri sonrasında önemli bir değişiklik olmayacak.

Yeni bir Soğuk Savaş beklentisi içinde olunmamalı”. Uluslararası alanda “reset sonrası dönemde” ilişkileri şekillendirecek örnekler vermek mümkün.
   İran’ın nükleer faaliyetleri konusundaki hassasiyeti devam eden Obama yönetiminin, İran’a yaptırımlar başta olmak üzere Tahran yönetiminin hareket alanını daraltması ve ABD’nin Afganistan’dan çekilmeye hazırlandığı dönemde Rusya ve diğer Orta Asya ülkelerinden sağlanan lojistik desteğin devamının mümkün olması açısından ‘reset’ politikasının sürmesi gerekiyor. Diğer taraftan yeni dönem, ikili ilişkilerin seyrinin inişliçıkışlı olmasına neden olacak değişiklikler de içeriyor.

<  ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “arkada n yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Oba ma’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak. >

İkili ilişkilerdeki en büyük değişim, Obama’nın ilk dönemde muhatabı olan ve Rusya’nın yumuşak yüzünü temsil eden Medvedev’in yerine Rusya’da devlet başkanlığı koltuğunu yine yeni yeniden Putin’in alması oldu. Her ne kadar Putin ve Medvedev büyük bir “uyum” içinde hareket ettiyse de Putin’in tercih ettiği dil ve yöntemler, güçlü lider imajının bir parçası olarak Medvedev’den oldukça farklı. Rus siyasetinde 1992’den bu yana belirleyici nitelikte olan liderin etkisi, yeni dönem Rus-Amerikan ilişkilerinde kendisini zaman zaman söylem düzeyinde gösterecek tir. Ancak Putin’in devlet başkanlığı seçimlerinden önce yayınladığı ve dış politikaya ilişkin yeni vizyonunu açıkladığı makalesinde ABD’ye yönelik politikasında Rusya’ya yabancı yatırımların çekilmesi amacı ve ekonomide ortak projelere imza atılması öne çıkarılmıştı. Bu noktadan hareketle iki ülke arasında gerektiğinde “seçici alanlarda işbirliği” anlayışının devamını görmek de sürpriz olmayacaktır.

     Diğer taraftan Bush-Putin döneminde ikili ilişkileri oldukça zorlayan ve Obama’nın ilk döneminde NATO’ya devredilen füze kalkanı sistemi projesi ve
geçen 20 aylık süreçte bölgesel bir sorun değil, uluslararası sistemin yapısına ilişkin büyük güçlerin bir mücadelesi olduğu açık bir şekilde anlaşılan Suriye krizi gibi uluslararası meseleler önümüzdeki dönemde iki ülke ilişkilerinin önemli sınavları olacak. ABD Başkanlık seçimlerine giden yolda “Arkadan Yönetme” (leading from behind) anlayışı ile öne çıkmamayı tercih eden Obama’nın yeni dönem Suriye politikası oldukça önemli olacak.

     Pek çok bölgesel ve uluslararası gelişmeyi yakından ilgilendiren Rus-Amerikan ilişkilerinde reset sonrası dönemde temel belirleyici ise Obama’nın Rusya’yı -Kremlin’in uzun yıllardır uğraş verdiği şekilde uluslararası alanda “eşit bir aktör” olarak değerlendirip değerlendirmeyeceği nide saklı. Rusya iç siyasetinde Batılı ülkelerin beklediği “dönüşüm” bekleye dursun Rusya’da dış yardım alan STK’ların “yabancı ajan” olarak kayıt yaptırması  zorunluluğu ile Putin, Rus iç siyasetini dış etkilerden olabildiğince korumaya çalışıyor. Söz konusu tabloda Obama’nın yeni Rusya politikası ve  ikili ilişkilerin seyri ayrı bir merak da uyandırıyor.

[1] Rapor tam metni için bknz: 6 Ekim 2012,

      http://www.roiip.ru/news/738.htm.
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl:6 Sayı:21 2013 / 1 


***

14 Mayıs 2020 Perşembe

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 2

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 2





3. AB’nin Balkanlarda Siyasal İstikrara Katkısı 

Kuşkusuz Balkan coğrafyasında siyasal istikrar ve barışa katkı yapan tek aktör AB değildir;

ABD, BM, Türkiye gibi aktörlerin de bu süreçte kayda değer oranda önemli rolleri
bulunmaktadır. Bununla birlikte bölgenin çatışma ortamından çıkarılıp siyasal istikrara ve güvenliğe yönlendirilmesinde ilk planda gözükmeyen ancak ağırlığı hissedilen temel aktör, Avrupa Birliği olmuştur. Tüm Balkan devletleri için tehdit oluşturan fanatik, hegemonyacı karakter taşıyan Sırp milliyetçiliğinin dizginlenmesi, Kosova ihtilafının barışçı bir şekilde sonuçlandırılması, Bosna Hersek’te siyasal istikrarın ve güvenliğin sağlanması, başka şeylere ilave olarak, bölge devletlerine AB perspektifi verilmesi sayesinde gerçekleşmiştir.

   Makedonya, Karadağ ve Sırbistan için adaylık statüsü ve ardından Makedonya harici ülkelerle müzakerelerin başlaması bölgenin kaderini değiştirecek en önemli adımdır. Bu yöndeki gelişmelerin uzak olmayan bir gelecekte Kosova, Bosna Hersek ve Arnavutluk için de söz konusu olması beklenmektedir.

AB günümüzde her ne kadar, Ortak Dış Güvenlik ve Savunma Politikası alanında mesafe kat etmekte zorlanmakta ise de komşuluk politikası, adaylık/tam üyelik perspekifi ile mücavir bölgeleri derin biçimde etkilemekte ve dönüştürmektedir. 2005’den günümüze kendi içerisinde derin sorunlar yaşamış olmasına rağmen bütünleşme hareketinin tam üyelik perspektifi Balkanları kelimenin tam anlamıyla derin biçimde etkilemiş ve bölgenin siyasal istikrar kazanması ve barışa ulaşmasını sağlamıştır.

AB resmi raporlarında ve üye ülkelerde son yıllarda dikkat çeken eğilim şudur: Balkanlar yerine gittikçe artan ölçüde Güneydoğu Avrupa ismi tercih edilmektedir. 

Bu eğilimin gerisinde yatan düşünce Balkan kavramının yarattığı olumsuz izlenimden kaçınma yanında Balkanların Avrupa kıtası içinde yer aldığını vurgulama çabasıdır. Coğrafi bakımdan Avrupa kıtasında yer alan Balkanların bu özelliği ile AB üyeliği arasında irtibat kurulmaktadır.

Balkan ülkelerinden Yunanistan, 1981 yılında o zamanki adıyla AET’ye tam üye olarak katılmıştı. Slovenya, Mayıs 2004’de, Bulgaristan ve Romanya 2007’de, Hırvatistan ise 2013 Temmuz ayında AB’ye tam üye olmuştur.

Avrupa Birliği’nin Balkanlar yönelik temel stratejisi şudur: Bölge ülkelerinin tam üyeliğe özendirilmesini ve koşulları sağlamaları halinde üye olmalarını öngörmektedir.42  1990’lı yıllarda AB’nin Balkanlara ilgisi temelde kriz yönetimi ve Yugoslavya’nın dağılması sonrasında bölge ülkelerinin yeniden yapılanması üzerinde yoğunlaşmakta idi. 1999 yılında AB’nin Balkanlara bakışı daha da netleşti. 1999 yılında AB tarafından İstikrar ve İşbirliği Süreci başlatıldı. Kısa bir süre sonra da bu işbirliğinin örgütsel yapısını oluşturacak olan İstikrar Paktı kuruldu. 2000 yılında Fiera’da toplanan Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet
Başkanları zirvesinde Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı’na üye olan Balkan devletleri AB’ye aday ilan edildi. 43  

   2003 yılında toplanan Selanik Zirvesinde ise bu karar teyit edilmiştir.
Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Balkan coğrafyasını derinden etkileyen siyasal eğilim hegemonyacı ve mikro milliyetçilik akımları olmuştur. Bölgede çatışmalara son veren antlaşma, 1995 yılı sonunda Dayton’da imzalanmış, uluslararası toplum bölgede güvenlik tesisi için BM tarafından oluşturulan barış gücüne (UNPROFOR) destek vermiştir. AB’nin Batı Balkanlara yönelik politikası 1999 yılında İstikrar ve İşbirliği Süreci ile ortaya çıkmaya başlamıştır. 

  Bu projenin amacı Batı Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği ile tedrici olarak
yakınlaşmasını sağlamak ve tam üyeliğe giden yolu aralamaktır. 

Bu politika çerçevesinde ikili düzeyde ortaklık anlaşması karakteri taşıyan anlaşmaların  yanında mali yardım, siyasal diyalog, ticari ilişkiler ve bölgesel işbirliği amaçlanmıştır.
İstikrar ve İşbirliği süreci çerçevesinde imzalanan anlaşmalar, 1990’lı yıllarda eski Varşova Paktı üyesi devletlerle imzalanan Avrupa Anlaşmalarına benzemektedir. Bu antlaşma ile devletlerden ortak demokratik değerlere, insan hakları ve hukuk devletine uyum sağlamaları öngörülmektedir. AB ile aday ülke arasında işleyen sürecin karar organı İstikrar ve İşbirliği Konseyi adını almakta ve bu organ sürecin uygulamalarını denetlemektedir. İstikrar ve İşbirliği Konseyi’ne aynı ismi taşıyan komiteler destek vermektedir. İstikrar ve İşbirliği
Parlamenterler Komitesi bu işbirliği çerçevesinde ulusal parlamentolarla Avrupa
Parlamentosu arasında irtibat sağlamaktadır. 44

Halen AB ile İstikrar ve İşbirliği Anlaşması antlaşması imzalayan devletler Makedonya, Arnavutluk, Karadağ ve Sırbistan’dır. İstikrar ve İşbirliği üyesi olan Hırvatistan, 2013 Temmuz ayında AB’ye katılmıştır. Bosna Hersek ile imzalanan antlaşma ise henüz yürürlüğe girmemiştir. Sürece Kosova Cumhuriyetini de dahil etme çalışmaları devam etmektedir. Ne var ki, değişik sebeplerle 5 AB üyesi devletin (Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, Romanya, Slovakya ve İspanya) Kosova’yı tanımamış olmaları bu konuda ilerleme sağlamasını zorlaştırmaktadır.

İstikrar ve İşbirliği süreci, bölge devletlerini potansiyel aday kabul etmektedir. Bu çerçevede gelecekte tam üye olacak ülkelerin yerine getirmeleri gereken asgari yükümlülükleri belirlemektedir.45 

Balkan ülkelerinin tam üyelik hedefine yönelmeleri ancak Kopenhag Kriterlerine uyum sağlamaları  halinde mümkün olabilecektir. 

Aday ülkelerden tedricen Topluluk müktesebatını iç hukukuna aktarmaları talep edilmektedir. 

AB’den ortaklık statüsü alan aday devletlerin bu alanda kaydettiği gelişmeler ise İlerleme Raporları  ile sıkı biçimde takip edilmektedir. AB ayrıca aday ve potansiyel aday ülkelerin mali yardım kapısını aralamıştır. 2007 yılından itibaren Balkan ülkelerine mali yardımlar Katılım Öncesi Yardım (IPA) fonundan sağlanmaktadır. Bu çerçevede sağlanan kaynaklar kurumsal gelişme, hukuki
reform, insan hakları, idari ve ekonomik yaptırımlar ve bölgesel düzeyde işbirliği projelerinin finansmanı için tahsis edilmektedir. Batı Balkan ülkeleri ayrıca Erasmus gibi AB programlarına da dahil edilmiştir.

İstikrar ve İşbirliği Paktının bir diğer amacı da bölge ülkelerini ticaret, taşımacılık, enerji, çevre gibi konularda işbirliğine yönlendirmektir. Ayrıca hassasiyet gerektiren savaş suçları, sınır sorunları, mülteciler ve organize suçlarla mücadele de desteklenmektedir.

2008 yılında İstikrar Paktı mekanizması revize edilmiş ve Bölgesel İşbirliği Konseyi adını almıştır. Genel Sekreterliği Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’dadır. Sürecin adı ise Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci olarak değiştirilmiştir. Batı Balkan ülkelerine tanınan vize serbestisi de AB ile ilişkilerin canlanmasına kapı aralamaktadır. 2009 Aralık ayında vize serbestisi Makedonya, Karadağ ve Sırbistan’a, 2010 Kasım ayında ise Arnavutluk ve Bosna Hersek’e tanınmıştır. Haziran 2012’de Kosova Cumhuriyeti ile bu kapsamda diyalog
başlatılmış ve bu ülkeden yasal düzenlemeler yapması istenmiştir. Vize serbestisi uygulamalarında yasal olmayan mülteci başvuruları gibi bazı ihlallerin ortaya çıkması üzerine Komisyon tarafından Batı Balkan ülkeleri için izleme mekanizması kurulmuştur.

   Batı Balkan ülkelerinin AB ile ikili ilişkilerinin fiili durumu ana hatlarıyla şu şekildedir:

Arnavutluk ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği Anlaşması Nisan 2009’da yürürlüğe girmiştir.

Bu gelişmeden birkaç gün sonra Arnavutluk tam üyelik başvurusu yapmıştır. 

   Komisyon tarafından yapılan bir açıklamada bu ülkenin öncelik taşıyan 12 alanda yükümlülüklerini yerine getirmesi halinde tam üyelik müzakerelerinin başlayacağı bildirilmiştir. 

Komisyonun 2012 tarihli ilerleme raporunda bu ülkeye aday statüsü verilmesi önerilmiştir.
Potansiyel aday ülkelerden biri olan Bosna Hersek Cumhuriyeti henüz tam üyelik başvurusu yapmamıştır. Bosna Hersek ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği anlaşması 2008 yılında imzalanmıştır. Ancak anlaşma Bosna Hersek devletinin iç idari yapısından kaynaklanan sebeplerle yürürlüğe girmemiştir. Bununla birlikte anlaşmanın ticarete ilişkin hükümleri ayrı bir düzenleme yapılmak suretiyle uygulamaya konulmuştur. 2012 Temmuz ayında taraflar arasında yüksek düzey temaslarda tam üyelik başvurusu hazırlıkları konuşulmuştur. 

AB, Bosna Hersek Cumhuriyeti bakımından çok önemli olan Dayton antlaşmasını
desteklemektedir. 2011 yılından beri Avrupa Birliğinin Bosna Hersek özel temsilcisi aynı zamanda bu ülkenin Özel Temsilcisi statüsündedir.

2004 yılında AB’ye tam üyelik başvurusunda bulunan Makedonya’ya bir yıl sonra aday ülke statüsü tanınmıştır. Ne var ki, bu ülkenin ismi nedeniyle Yunanistan’ın itirazları ikili ilişkilerde mesafe alınmasını engellemiştir. 2009 yılında Komisyon tam üyelik müzakerelerinin açılmasını tavsiye etmiş ve bu görüş Komisyon’un ilerleme raporlarında da tekrarlanmış ve Parlamento tarafından desteklenmiştir. Ne var ki, Bakanlar Konseyi’nde kararların oybirliği ile alınması nedeniyle Makedonya ile müzakerelere başlanamamıştır.

Yunanistan, ülkenin ismi nedeniyle karar alınmasını engellemektedir.

Kosova, AB’nin potansiyel aday ülkelerinden birisidir. 2008 yılında bağımsızlık ilan etmesinden ardından bu ülkeye tam üyelik perspektifi verilmiştir. Günümüzde AB’nin 28 ülkesinden 23’ü Kosova’yı tanımaktadır. AB tarafından bağımsızlık kararından sonra Kosova’ya Özel Temsilci atanmış ve EULEX (Rule of Law Mission) faaliyete başlamıştır.

   Haziran 2012’de Vize Serbestisi Yol Haritasının açıklanmasından bir yıl sonra bu ülke ile İstikrar ve İşbirliği anlaşması görüşmeleri başlamıştır. Bu ülkenin tam üye olarak AB’ye katılması esasında AB-Sırbistan ilişkileri ile doğrudan ilintilidir.

2006 yılında Sırbistan’dan ayrılmasından iki sene sonra Aralık 2008’de tam üyelik başvurusunda bulunan Karadağ Cumhuriyeti’ne adaylık statüsü 2010 yılında verilmiştir.

Haziran 2012’de bu ülke ile tam üyelik müzakereleri açılmıştır. Karadağ ile imzalanan İstikrar ve İşbirliği Paktı ise Mayıs 2010’da yürürlüğe girmiştir.

Sırbistan ise Aralık 2009’da tam üyelik başvurusunda bulunmuş ve 2012 Mart ayında bu ülkeye adaylık statüsü verilmiştir. Bu kararın ardında Belgrad ve Priştina’nın uzlaşmaya varması yatmaktadır. Sırbistan’ın Kosova ile ilişkilerinin normalleşmesi üzerine Avrupa Konseyi tarafından Haziran 2013’de tam üyelik müzakerelerinin açılması kararı alınmış ve müzakerelere 2014 yılı Ocak ayında başlanmıştır. Sırbistan ile AB arasında İstikrar ve İşbirliği Antlaşması 2008 yılında imzalanmıştır. Ancak Haziran 2010’da onay süreci AB tarafından dondurulmuştur. Bunun temel sebebi Sırbistan yönetimimin o dönemde
Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi ile işbirliği yapmamış olmasıdır. 

Bu krizin aşılmasının ardından ikili ilişkiler normalleşmiş ve Sırbistan’ın tam üyelik yolu açılmıştır.

Sonuç

Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra önce Varşova Paktı’nın lağvedilmesi, ardından SSCB’nin dağılması tüm dünyada kimlik siyaseti ve mikro milliyetçiliğin güçlendiği yeni bir dönemin kapısını aralamıştır. Balkanlar bu gelişmeden derinden etkilenen bölgelerin başında gelmektedir. Özellikle Yugoslavya ve Arnavutluk gibi SSCB ile doğrudan bağlantısı olmayan komünist kökenli ülkelerde yaşanan değişim, etnisite, dil, din ve mezhep bakımından
dünyanın en karmaşık bölgesi olan Balkanlarda milliyetçilik çağının geri dönmesini sağlamıştır. 1992 başında Sırp Hırvat çatışması ile başlayan savaş, Bosna Hersek iç savaşı ve Kosova’daki çatışmalarla alanını daha da genişletmiş ve Balkan halklarının etnisite ve kimlik temelli ideolojilere eğilimini güçlendirmiştir.

Balkan coğrafyasında ki milliyetçiliklerin hegemonya, ayrılıkçılık ve irredentizm olarak  adlandırılabilecek ütopyaları siyasal çatışmaların temelini teşkil etmektedir. 

Bölgede normalleşme ve siyasalistikrarın tesisi temelde uluslararası toplumun desteğiile imzalanan  Brioni ve Dayton Antlaşmaları ve Martty Ahtisaari Planı belgelere dayanmaktadır. 

Bölge ülkelerinde BM , NATO ve AB şemsiyesi altında barış gücü görevlerinin yürütülmesi de  önemlidir. Ancak Balkanlarda kalıcı barış ve istikrarı görünmez el olarak AB yumuşak gücü  sağlamıştır. Bölgede en büyük istikrarsızlık unsuru olan Sırp milliyetçiliğinin güç  kaybetmesinde AB perspektifi, tam üyelik hedefinin bölge ülkelerini cezbedecek biçimde  ortaya konulmuş olması önemlidir. AB’nin temel hedefi etnik çatışmaları önlemek, siyasal istikrarsızlık  tan kaynaklanan göçü azaltmak ve Batı Balkan ülkelerini siyasal, hukuki ve  ekonomik değişim yoluyla AB bünyesine dahil etmektir. Balkanlarda kalıcı barış ve istikrara  en büyük katkı da AB’nin bu kapsamda yürüttüğü İstikrar ve İşbirliği Pakt olmuştur. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

29 Ian Bache ve Stephan George, Politics in the European Union, Oxford University Press, London, 2006, pp. 93.-105 
30 Joseph Nye, “Soft Power and European American Affairs”, HardPower,Soft Powerand the Future of Transatlantic Relations,Thomos L. Ilgen (ed), Asghata, London, 2006, p. 25-35 
31 Kroening, Matthew, M. McAdam ve S. Weber (2010), “Taking Soft Power Seriously”, Comparative Strategy, 29:5, s.412-431 
32 Metin için bakınız: 
    http://voicesofdemocracy.umd.edu/fdr-the-four-freedoms-speech-text/ 
33 Özgürlük radyosunun yayınları bazı ülkelerde devam etmektedir..     http://www.rferl.org/ 
34 Joseph Nye, op.cit. s 29-30. 
35 Desmond Dinan, Ever Closer Union-An Introduction to European Integration, Palgrave, London, 2003. S. 508-526 
36 Robert Dover, “The EU’s Foreign, Security and Defence Policies”,The European Union Politics, Michelle Cini (ed), Oxford University Press, New York 2007, s.237-251. 
37 Misha Glenny, Balkans-Nationalism, Warand the Great Powers, Granta Books, London, 1999, s. 545-580 
38 Makedonya ile Yunanistan arasındaki ihtilaf için bakınız. Axes Sotirin Walden, “Greece and New Macedonian State” 
http://dev.ulb.ac.be/cevipol/dossiers_fichiers/waldden-complet.pdf/ 
39 Marie Severosky, “Agenda 2000: A Blueprint for Successful EU Enlargement?, 
    http://aei.pitt.edu/777/1/scop98_1_4.pdf/ 
40 Bu konuda kapsamlı analiz için bakınız. “Heater Grabbe, A Partnership for Accession? The Implications of EU Conditionality for the Central and East European Applicants” 
http://www.esiweb.org/enlargement/wp-content/uploads/2010/01/grabbe_conditionality_99.pdf/ 
41 İrfan Kaya Ülger, Yugoslavya’nınParçalanması, Seçkin Yayınları, Ankara, 2003, s. 140-166. 
42 Corina Stratulat, “EU Enlargement to the Balkans-Shaken not Stirred” 
     http://www.epc.eu/documents/uploads/pub_3892_eu_enlargement_to_the_balkans_-_shaken,_not_stirred.pdf/ 
43 https://www.consilium.europa.eu/uedocs/cms_data/docs/pressdata/en/ec/00200-r1.en0.htm/ 
44 İstikrar Paktı için bakınız. 
    http://www.esteri.it/MAE/EN/Politica_Estera/Aree_Geografiche/Europa/OOII/Patto_di_stabilit_dei_Balcani.htm 
45 Daniel Trenchov, “The Future of the Western Balkans Integration within the EU”, 
    http://www.analyticalmk.com/files/2012/01/04.pdf/ 



***

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 1

BALKANLARDA BARIŞ VE GÜVENLİĞİN TESİSİNDE AB’NİN ROLÜ, BÖLÜM 1 



İrfan Kaya Ülger
* Doç. Dr., Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 


   Bu çalışma Soğuk Savaş sonrasında Eski Yugoslavya’nın dağılması ile birlikte dünyanın en istikrarsız bölgesi haline gelen Balkan Yarımadasında barış ve güvenliğin nasıl tesis edildiğini ve bu süreçte Avrupa Birliğinin katkılarını incelemeyi amaçlamaktadır.

   Esasında bir bölgesel entegrasyon hareketi olan Avrupa Birliği’ni, başka özellikleri yanında bir barış projesi olarak da nitelendirmek mümkündür. Gerçekten de Avrupa kıtasında Eski Yugoslavya coğrafyası istisna tutulacak olursa İkinci Dünya Savaşından günümüze çatışma yaşanmamıştır. Özellikle AB üyesi devletler arasında görüş ayrılıkları ve gerilimler hiçbir şekilde savaşı gündeme getirebilecek düzeyde tırmanmamıştır. Öte yandan bütünleşme
hareketinin esas tetikleyicisinin de Almanya-Fransa anlaşmazlığına çözüm arama olduğunu bu bağlamda hatırlamak gerekir. 1945 yılında savaşın dört galibi tarafından işgal edilen Almanya toprakları, 1949 yılında ikiye bölünmüştü. İngiltere, Fransa ve ABD’nin kontrol ettiği toprakların birleştirilmesiyle Federal Almanya kurulmuş, bu oluşama dahil olmayan SSCB ise kendi işgal bölgesinde Doğu Almanya’yı kurmuştu. Fransa’nın bu süreçte ikna edilmesi, Almanya’nın egemenlik haklarına kavuşması bir uzlaşı sonucu mümkün olmuştur.

Fransa, o dönemde önemli enerji kaynağı olarak kabul edilen ve savaşın devamı için hayati ehemmiyet taşıyan çelik ve kömürün üzerindeki tasarruf hakkının yeni kurulacak Alman hükümetine verilmemesi konusunda ısrarcı olmuştur. Uzun müzakerelerden sonra günümüzdeki Avrupa Birliğinin temelini oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Teşkilatını kuran Paris Antlaşması üzerinde taraflar arasında mutabakat sağlamışlardır.29

    Kuruluşu aşamasında Almanya-Fransa ihtilafına çözüm teşkil eden, bu yönüyle bir barış projesi olarak yola çıkan Avrupa bütünleşme hareketi günümüze kadar kaydettiği ilerleme ile de bunu tescil etmiştir. Üye devletler arasında bugüne kadar savaş yaşanmamıştır. Hatta daha da ileri giderek şunu söylemek mümkündür. Avrupa bütünleşme hareketi içerisinde yer alan
devletlerin yanında komşuları ve siyasi, ekonomik ilişki içerisinde bulundukları devletlerde de barış ve istikrara katkı sağlamaktadır.

    Bu çalışmada Avrupa Birliği’nin Balkanlar üzerindeki etkilerini incelemeyi hedeflemektedir.

Çalışmanın birinci bölümünde Avrupa Birliğinin bir entegrasyon hareketi, bir yumuşak güç olarak değiştirme/dönüştürme fonksiyonu incelenecektir. İkinci bölümde ise Balkan Yarımadasındaki siyasal ihtilaflar ve son bölümde ise bölgede normalleşme, barış ve siyasal istikranın tesisinde Avrupa Birliği’nin rolü ele alınacaktır.

1. Bir Yumuşak Güç Olarak Avrupa Birliği

Etki altına alınacak devletin politikalarını fiziki güç kullanmadan değiştirmeyi hedefleyen her türlü faaliyet yumuşak güç kavramı içerisinde yer almaktadır. Sivil toplum örgütlerinin, hükümetler dışı uluslararası kuruluşların (NGO) faaliyetleri, konferans, gezi, panel gibi faaliyetler, hedef alınan ülke kanaat önderlerine dil eğitimi ve akademik destek vermek gibi çalışmalar Yumuşak Güç faaliyetleridir. Bir ülkede faaliyet gösteren diplomatik temsilciliklerin, kültür merkezlerinin tanıtım/propaganda faaliyetleri, kamuoyunu etkileme ve
yönlendirme amacı taşıyan faaliyetleri, kitle iletişim araçlarında görünürlük ve imaj yaratma çalışmaları da aynı kategori içerisindedir.

Yakın zamana kadar bir ülkenin ulusal gücünün hesaplanmasında silahlı kuvvetler esas alınıyordu. Günümüzde ise ülkenin cebire başvurmadan başkalarının politikasını değiştirme kapasitesi anlamında Yumuşak Güç de ulusal gücün hesaplanmasında dikkate alınmaktadır.

   Yumuşak Gücün etki yaratması için evrensel normlar içermesi, iletişim kanalları ile etkili biçimde kullanılması ve kamuoyunu etkilemesi zorunludur. 

Bu çerçevede Yumuşak Gücün öncelikli hedefleri, medya, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve iş dünyasıdır. Yumuşak güç kullanımında esas amaç ise nüfuz tesis etmektir. 31

Yumuşak Güç kavramının ihtiva ettiklerini daha da somutlaştırmak için yakın geçmişteki bazı olayları hatırlamakta yarar var. İkinci Dünya Savaşından sonra ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in “dört özgürlük” konuşması32, Soğuk Savaş yıllarında Özgürlük Radyosunun 33 kamuoyu etkisi yaratmak için yaptığı yayınlar, Hollywood filmlerinin dünya genelinde Amerikan değerlerinin yaygınlaşmasındaki rolü, yumuşak güç kavramının kültürel/ideolojik
yelpazesini anlamamız bakımından önemlidir. Sert gücün günümüzde de önemini koruduğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte tek başına sert güç ile sonuç almak mümkün değildir. 

Bir örnek olarak zikretmek gerekirse terörizmle mücadelede siyasal desteğin kesilmesini askeri yollarla başarma imkânı sınırlıdır. Daha önemli ve kalıcı olan, kitlelerin düşünce ve algılarında değişiklik sağlanması ve böylece terörle mücadelede halk desteği kazanmaktır. Demokrasi, insan hakları, piyasa ekonomisi gibi kavramların yarattığı çekicilik ve cazibeyi de bu çerçeve içerisinde ele almak gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da ABD gücünün ve etkisinin artmasında çeşitli devletlerdeki üslerde konuşlanan
ABD askeri varlığı ve Marshall Yardımları kadar ve hatta ondan daha fazla ABD kültürünün yaygınlaşması rol oynamıştır.34

2006 yılında Savunma Bakanı D. Rumsfeld, Başkan Bush’un teröre açtığı savaş konusunda şunları söylemişti: “Bu savaşın en kritik çatışmaları Afganistan dağlarında veya Bağdat sokaklarında değil, New York, Londra, Kahire veya başka yerlerdeki televizyon stüdyolarında gerçekleşebilir.”

Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Avrupa Birliği bir Yumuşak Güç müdür?

Maastricht Antlaşmasından sonra Avrupa Birliği adını alan Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketinin başlangıçtan günümüze kayda değer ilerlemeler gerçekleştirdiği bir vakıadır.
Avrupa Birliği’nde iki ana eğilimi vardır. Bunlardan ilki işbirliği alanlarının genişlemesi anlamında derinleşme, öteki de üye sayısının artması, yani genişlemedir. Avrupa Birliği 1980’lerin ortalarından beri uluslararası siyasal sistemde “ekonomik dev, siyasi cüce” olarak tanımlanmaktadır.35 Bu kavramla kastedilen ekonomik bütünleşme alanında kaydedilen ilerlemenin ve gücün uluslararası politikayı çok da fazla etkilemediğidir. Avrupa Birliği, zaman içerisinde askeri güç konumunu güçlendirecek faaliyetlere girişmiştir. 1997 yılında İngiltere ile Fransa’nın St. Malo görüşmelerinde sağladıkları mutabakat üzerine başlatılan ve Acil Müdahale Gücü oluşturulması faaliyetlerini bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. 36


Bununla birlikte, siyasal ve askeri bütünleşme alanlarında üye devletlerin yetki devri konusunda mutabakat sağlayamamış olmaları, AB’nin uluslararası alanda ağırlığının ve yaptırım gücünün bulunmadığı anlamına gelmemektedir. Günümüzde AB, gerek ortak dış ticaret politikası yoluyla, gerek Komisyon ve Dönem Başkanı ülkenin inisiyatifi ile girişilen faaliyetlerle uluslararası siyasal sistemi ve devletleri doğrudan ve derinden etkileyebilmektedir. Çatışma sonrası bir bölgenin normalleşmesi için yürütülen faaliyetlere iştirak, uluslararası insani yardımlar, Avrupa Komşuluk Politikası ve nihayet adaylık/tam üyelik, sınırlı ekonomik işbirliği hedefi ile yürütülen faaliyetlerin başarısı, AB’nin çok etkili
bir Yumuşak Güç olduğunu göstermiştir.

2. Balkanlarda Siyasal İhtilaflar ve AB’nin Tutumu

Avrupa Birliğinin Balkanlara yönelik politikasını analiz etmeden önce kısaca Balkan ülkelerini doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen ihtilaf konuları üzerinde durmak gerekmektedir. Balkan ülkelerinin yakın siyasal geçmişi, İkinci Dünya Savaşından sonra farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Romanya ve Bulgaristan, savaş sonrasında SSCB etkisi altında kalmış ve Varşova Paktı ve COMECON ile bunu tescil etmiştir. Yunanistan ve Türkiye ise Batı ile yakın ilişki içerisindedir. Her iki ülke de 1952 yılında NATO’ya katılmıştır. Arnavutluk’ta yönetimi ele geçiren Enver Hoca, SSCB ile ilişkilerinde sorunlar ortaya çıkınca ülkeyi dünyadan tamamen tecrit etmiştir. 1985 yılında ölümünün ardından    Arnavutlukta    komünizm 7 yıl daha devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra Tito tarafından kurulan Sosyalist Yugoslavya ise hem Arnavutluk’tan hem de SSCB bloğunda yer alanlardan farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir.

Kendine özgü sosyalist modeli ile dikkatleri üzerinde toplayan Yugoslavya bir yandan tek parti idaresi altında başka siyasal görüşlerin temsilini engellemiş, öte yandan Pazar Sosyalizmi adıyla özel mülkiyetin var olduğu piyasa ekonomisi uygulamıştır. Yugoslavya’nın özgün koşulları nedeniyle bu ülkede hegemonyacı, ayrılıkçı ve irredentist milliyetçi eğilimler varlığını hep korumuş, yönetim tarafından kurgulanan Güney Slav (Yugoslav) üst kimliği başarılı olmamıştır.37

Tito döneminde dahi gücünü koruyan milliyetçi eğilimler, Tito sonrası dönemde önce illegal ardından da fiilen ve hukuken örgütlenerek siyasetin içerisinde yer almışlardır. Balkanların kronik sorunu, tatminsiz milliyetçi ütopyalardan kaynaklanan siyasal hareketlerdir. Bu çerçeve dahilinde Sırplar diğer Cumhuriyetlerde yaşayan Sırpları da içine alacak Büyük Sırbistan projesini gündeme getirirken, Hırvatlar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında 4 yıl ayakta
kalan Ustaşa Hırvatistan’ı hedefine yönelmişlerdir. Makedonlar tarihsel coğrafyanın sınırlarını tartışmaya açarken, Kosova’da yaşayan Arnavutlar kendilerine haksızlık yapıldığını ileri sürerek Federe Cumhuriyet taleplerini dile getirmişlerdir. Hiçbir milletin çoğunluk oluşturmadığı Bosna Hersek’te ise yerel Sırplar yaşadıkları toprakların Sırbistan ile birleşmesini talep etmişlerdir. Benzer şekilde Bosnalı Hırvatların ütopyası da Hırvatistan’ın sınırlarının kendi yaşadıkları yerleri de içine alacak şekilde genişlemesidir.

Yugoslavya’nın dağılması sonrasında da bölge halkları/milliyetçilikleri arısındaki
anlaşmazlıklar varlığını devam ettirmiştir. Yunanistan, Makedonya’nın kendi ismiyle uluslararası topluma dahil olmasını engellemiş ve bu ülkenin AB ile ilişkilerini bloke etmiştir.38 

   Kosova’nın 2008 Şubat ayında bağımsız devlet olarak sahneye çıkmasından sonra dahi Batı Balkanlarda ihtilaflar sona ermemiştir. Bir yandan Kosova içinde kalan Sırp bölgeleri, öte yandan Sırp milliyetçilerin Kosova’yı anavatan kabul etmeleri siyasal ihtilafların başında yer almıştır. Bunun dışında Kosova, Arnavutluk ve Makedonya’nın bu ülkelere mücavir bölgelerinde yoğunlaşan yerel Arnavutların birleşmesi projesi sık aralıklarla gündeme gelmiştir. Bosna Hersek’de temelleri Dayton anlaşmasına dayanan siyasal sistemin karmaşık yapısı bu ülkenin karar alma sürecini tıkamıştır. Bosnalı Sırpların irredentist
eğilimleri nedeniyle sık sık başvurdukları veto/blokaj siysasal sistemin sağlıklı yürümesini kilitlemiştir.

Günümüzde Balkan ülkelerinin bir bölümü AB’ye tam üye olarak katılmıştır. Bazıları adaylık/müzakere sürecinde, bakiye kalanlar ise potansiyel aday statüsündedir. Balkan ülkelerinden AB’ye ilk katılan Yunanistan olmuştur. Yunanistan aynı zamanda 15 Temmuz 1959’da o dönemdeki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na katılmak için ilk başvuruyu yapan ülkedir. Albaylar Cuntası dönemindeki duraklamaların ardından Yunanistan’ın AB yolculuğu 1974 sonrasında hızlanmış ve bu ülke 1 Ocak 1981’de AET’ye tam üye olarak
katılmıştır. Balkanların geriye kalan ülkelerinin Avrupa Birliği ile adaylık/tam üyelik ilişkisi içerisine girmeleri ise ancak 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren gündeme gelmiştir. Bir başka ifadeyle, Avrupa Birliğinin Balkan bölgesine ilgi duyması ve bölgedeki gelişmelerle yakından takip etmesi ancak Soğuk Savaşın sona ermesi sonrasında mümkün olmuştur.

   Lağvedilen Varşova Paktı ve kimi eski SSCB/Yugoslavya ardılı ülkelerle 1990’lı yıllarda imzalanan Avrupa Antlaşmalarının temel amacı, bölünmüş Avrupa kıtasında birliğinin sağlanmasıdır. NATO’ya ilave olarak bu süreçte AB’de önemli rol üstlenmiştir. 39

Nitekim, AB Devlet ve Hükümet Başkanlarının Haziran 1993’de kabul ettiği Kopenhag Kriterleri de esasen Avrupa kıtasında siyasal birliği tesis etme hedefine yönelikti. Söz konusu belge ile tarihlerinde demokrasi ve piyasa ekonomisi deneyimi olmayan ülkelerin hızlı bir şekilde AB üyeliğine hazırlanması için yerine getirilmesi gereken asgari yükümlülükler düzenleniyordu. Buna göre, AB’ye katılmak isteyen ülkelerde çok partili siyasal hayatın vatandaşların tercihleri ile şekillenmesi, insan hakları ve azınlık haklarına saygı gösterilmesi,
hukuk devleti ve son olarak da piyasa ekonomisi asgari koşullar olarak belirlenmişti.40 1990’lı yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri belirli ilerlemeleri kaydetmeleri koşuluyla Avrupa Birliği ile adaylık ve tam üyelik hedefi öngören kapsamlı ve çok taraflı ilişkiler içerisine girdiler.

AB’nin Balkanlara yönelik stratejik vizyonu bu dönemde şekillenmeye başladı. 1990’ların başında Yugoslavya’da patlak veren krizi yönetmede Avrupa Birliği yetersiz kalmıştı. Gerek 1991 Haziran ayından 1992 başına kadar devam eden Sırp Hırvat savaşında, gerek 3.5 yıl süren Bosna Hersek Savaşında gerekse 1998-1999 Kosova çatışmalarında Avrupa Birliği etkili bir varlık gösteremedi. Balkan coğrafyasında çatışmaya dönüşen anlaşmazlıklar temelde Atlantik ötesinden gelen gücün inisiyatif kullanmasıyla çözüme kavuşturulmuştur.41 

   AB’nin Batı Balkanlarda meydana gelen siyasal gelişmelere hazırlıksız yakalanması ve olaylar karşısında yetersiz kalması hiç kuşku yok ki Batı Avrupa bütünleşme hareketinin kapsamı ile de yakından ilgilidir. O döneme kadar temelde ekonomik bütünleşmeye ağırlık ve önem veren AB’nin siyasal gelişmelere ilgi ve alakası aynı ölçüde değildir. Ortak dış ve güvenlik
politikası alanında kaydedilen mesafeye rağmen AB’nin günümüzde bile yekpare ve kararlı bir siyasal aktörlüğünün varlığı tartışmalıdır.

Bununla birlikte şu saptama da doğrudur: Avrupa Birliği 1990’lı yıllardan günümüze tam üyeliği özendirmek suretiyle Balkan coğrafyasındaki siyasal ihtilafların ve çatışmaların normalleşmesine katkı sağlamaktadır. Söz konusu katkı konvansiyonel askeri güç kullanımı kadar net ve belirgin değil ise de, yarattığı etki bakımından aynı yahut benzer sonuçlar doğurabilmektedir. Balkan coğrafyasının kadim/kronik sorunları olan hegemonyacı ve mikro milliyetçilikten kaynaklanan yayılmacı ve irredentist eğilimler, AB adaylık süreci ve tam
üyelik hedefinin bölge ülkeleri tarafından benimsenmesiyle geri planda kalmış ve bölge top yekûn normalleşmeye başlamıştır.

2. Cİ BÖLÜM İE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

19 Aralık 2019 Perşembe

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 2

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 2



Bütçe 

Devletlerin sürekli güvenlik arayışı, savaşın doğasından kaynaklanır. Çünkü 
Worrell’in (2011: 50) tespitiyle, tüm savaşları bitireceğine inanılan bir savaş (Birinci Dünya Savaşı) veya belirli bir düşmana karşı elde edilen kesin bir zafer (SSCB’nin çöküşü) başka savaşların hazırlayıcısı olmuştur. Ne var ki devletler, güvenliklerini sağlamak üzere sınırsız kaynaklara sahip değildir ve bu durum, kaynakların etkili ve verimli kullanılmasını zorunlu kılar. Savunma planlama sürecinin amaçlarından biri de budur; kriz, çatışma ya da savaş anında atılacak her bir merminin hem hedefi, hem de maliyeti bir sistematik dahilinde ortaya konulmalıdır. 

Plan ve programların hayata geçirilmesine yönelik ana çerçeveyi çizen savunma 
bütçesi, kaynak planlaması süreci ile ilintilidir. Kaynak planlaması ile ulusal çıkarlar, hedefler ve tehdit algılamaları arasında da sıkı bir ilişki mevcuttur. Davis (1994: 45), savunma harcamalarının algılanan tehdit düzeyi ve yetenekler ile olan ilişkisini ortaya koyduğu çalışmasında, ulusal çıkarların fazla kapsamlı olmadığı ve bu çıkarlara yönelik tehditlerin de düşük seviyede bulunduğu durumlarda, bütçe düzeyinin de düşük seviyede kaldığını belirtir. Çatışmaların maliyeti arttıkça, alınan siyasî ve askerî kararlar ile bu kararların arkasındaki paradigma daha yoğun sorgulanmaktadır. 

Öte yandan, tespit edilen paradigma üzerine inşa edilen güvenlik politikası, beliren tehditlere cevap verecek bütçe esnekliğine sahip olmadığı takdirde Şekil 2.’deki başarı alanının giderek daralması da kaçınılmaz hale gelmektedir. 
Hiçbir harekât sınırsız maliyet özgürlüğüne sahip değildir; öyleyse etkililik 
(efficiency)gelecek öngörülerinin şekillendiği sürecin gerçekçiliğinde aranmalı dır. Aksi halde, oluşturulan senaryoların kapsamadığı gri alanların başka aktörlerce süratle doldurulması sürpriz olmayacaktır. 


Yakın geçmişteki bazı çatışmaların tahminin maliyetlerinin yer aldığı 
Tablo2.’deki veriler, istenen son durum ile kaynaklar arasındaki dengenin önemini vurgulamaktadır. Tabloda gösterilen farklı ölçek ve boyuttaki çatışmalardan sadece dört tanesi (Panama 1989, Irak 1991, Kosova 1999, Afganistan 2001-2003) başlangıçta belirlenen stratejik hedefe ulaşılmasıyla neticelenmiştir. Kaynakların etkili kullanımının kamuoyu desteği ile doğrudan ilişkili olduğu düşünüldüğünde, ekonomik yönden kırılgan yapıya sahip ülkelerde oluşan kamuoyu hassasiyetinin, savunma harcamalarının etkililiğini daha da önemli hale getirmesi beklenir. 

Ekonomik durum, ulusal güvenlik stratejisinin dinamizminin de teminatıdır. 
Bu dinamizmi muhafaza adına, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde askerî harcamaların kısılması, personel sayısının azaltılması gibi niceliksel uygulamalar yoğunluk kazanmıştır. Nicelik üstünlüğünün idamesine yönelik zorluklar, sayısal 
mukayeselerden uzaklaşarak niteliğe yatırım yapmayı dikte etmiş, Türkiye de bu süreci askerî güç dengesini muhafaza etmek koşuluyla tecrübe etmiştir. Konvansiyonel paradigma temeline oturan askerî güç dengesi, karşıt kuvvete denk bir gücün hazır bulundurulmasını esas almış, söz konusu tehdit tabanlı yaklaşım zaman içinde nicelik-teknoloji-insan gücü bağlamında yeniden yorumlanarak yetenek tabanlı anlayışa doğru evrilmeye başlamıştır. 1990’lı yılların ortalarındaki “iki buçuk savaş” stratejisi (Elekdağ, 1996), askerî harcamalara ayrılan payın küçülmesiyle birlikte güncellenmiş ve farklı spektrum daki tehditlerle baş edebilecek yetenekleri kazanma gayretleri yoğunluk kazanmıştır. 

Teknoloji 

Savaş, politik amaçlar için icra edilen, organize bir şiddettir (Gray, 2005: 30). 
Bu şiddet eyleminde kullanılan gücün maksadı, Clausewitz’in ifadesiyle, “düşmana isteklerimizi kabul ettirmektir.” Masadan kimin galip ayrılacağını belirleyen bu bilek güreşi, tarihi süreç içerisinde farklı biçimler almış ve odağın nicelikten niteliğe kaymasıyla birlikte teknolojiyi yeniden keşfetmiştir. 1896 yılındaki İngiltere-Zanzibar Savaşı’nı 45 dakikada sonlandıran ağır bombardımanın yarattığı etkinin benzerini, bugün farklı yöntemlerle oluşturmak mümkündür. Bununla birlikte, Mısır’ın 1000 tank ve 100 bin askerle katıldığı Altı Gün Savaşı’nın ve/veya 1982 Falkland Savaşı gibi 42 gün sürecek uzun soluklu bir mücadelenin gerçekleşme olasılığı varlığını korumakta, üstelik kapsamı (KBRN silahlarının kullanımıyla) genişleyerek daha ürkütücü bir hal alma olasılığı da bulunmaktadır. Büyük yıkımlara yol açabilen nükleer silahlar, geçmişin konvansiyonel savaşlarında operatif ve stratejik hedeflere ulaşma vasıtası olarak düşünülmüştür. Konvansiyonel bir savaşın hasmın sırtını yere getirmeyeceğini değerlendiren ülkeler, KBRN silah ve teknolojilerini caydırıcı bir güç olarak ellerinde tutma eğiliminde olmuşlardır. Bu eğilim varlığını koruduğu müddetçe, tehdidin doğasını tümüyle değiştirebilecek güçtedir. 


Teknolojik üstünlük ile ulusal güvenlik stratejisi ve tehdit algıları arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Yüksek teknolojiye yönelik yatırımlar ve bunların sonucundaki ilerlemeler, konsept ve doktrinleri etkileyerek “nasıl bir savaş?” sorusunun cevabına girdi teşkil etmektedir. Harbin “nasıl” boyutuna ilişkin her türlü tahayyül mevcut imkan ve kabiliyetlerin tesiri altında kaldığından, sahip olunan teknolojik güç gelecek öngörülerini, güvenlik ihtiyacını ve tehdit algılarını da etkilemektedir. Bu kapsamda ulusal güvenlik stratejisinin tespiti ile başlayan planlama faaliyetlerinde önemli yer işgal eden Planlama, Programlama, Bütçeleme ve Uygulama (PPBUS) sürecinde; yeni teknolojilerin kazanımı, modernizasyon, ARGE gibi alanlara ilişkin yol haritaları belirlenir. Ülkenin ekonomik durumu ile orantılı biçimde gelişen teknolojik düzey, özellikle tedarik safhasında kaynakların ne yönde kullanılacağına ilişkin önemli ipucu niteliğindedir. 

Sınırlı kaynaklar, belirsizlik alanlarının mümkün olduğu ölçüde azaltılmasını 
ve başarı alanını genişletecek yatırımlar yapılmasını gerekli kılar. Çünkü gelişen 
teknoloji savaş ihtimalini zayıflat mamakta, aksine şiddet düzeyini artırmaktadır. 
Devletler arası konvansiyonel savaş ihtimalinin halen daha geçerli olduğunu savunan Gray (2005: 178), bu tezini, “yükselen güçlerin, bölgelerinde daha etkili olmak isteyeceğine ve bunun da endişe ve gerginliği besleyeceğine” dayandırır.

Öyleyse sorulması gereken soru, “Gelecekte devletler arası konvansiyonel bir savaş olabileceğine inanıyor muyuz?” yerine, “Gelecekte bu türlü bir savaş olmayacağını varsaymanın maliyetine katlanabilir miyiz?” olmalıdır (Gray, 2005: 187). Tehdit tabanlı planlama yaklaşımının esnekliğe imkan tanımayan katı doğasına alternatif olarak geliştirilen yetenek tabanlı yaklaşım, söz konusu soruya rasyonel bir cevap bulma adına planlamacılara önemli katkılar sağlamaktadır. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların 
çökmesi, dünyadaki dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisi olmuştur. 
Kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve baskın gücü olan 
SSCB’nin de dağılmasıyla birlikte dünyadaki politik dengeler sarsılmış, zamanın 
ABD Başkanı George Bush’un “yeni dünya düzeni” olarak tanımladığı bu yeni 
dönem Fukuyama ve Huntington’ın tezlerinin çarpışmasına da tanıklık etmiştir. 
SSCB’nin sahneden çekilmesiyle, ABD ekonomik, askerî, teknolojik ve siyasî olarak tek kutuplu hale gelen dünyada üstünlüğünü pekiştirme mücadelesi verirken, güçler arasındaki hegemonya savaşı bazen örtülü, bazen açık olarak süregelmiştir. 
Dengelerin değişmesi ve kartların yeniden karılması yine silahlanma ve savaş anlamına gelmiş; bu önü alınamaz tırmanış soyut düşmanlar ve her an saldırı tehlikesi ile yüz yüze bulunan ülkeler ile George Orwell’in “1984” adlı romanını anımsatan tarzda cereyan etmiştir. Küreselleşmenin hız kazanmasıyla birlikte eski korkular, biçim değiştirerek derinleşmiş, ama tamamen kaybolmamıştır. Eski korkulardan en bilineni; büyük ölçekli bir konvansiyonel savaş tehlikesi, günümüz öngörülerindeki yerini, bir korku olarak değilse de korumaktadır. 

Konvansiyonel savaş devrinin geride kaldığı yönündeki yargı, değerler ve algılar 
temelinde biçimlenir. Devletler, gelecek öngörülerini inşa ederken bu değer ve 
algılardan yola çıkarlar. Ulusal güvenlik stratejisi, tehdit değerlendirmeleri, jeopolitik, bütçe ve teknoloji ile bahse konu algılar arasında iki yönlü bir etkileşim söz konusudur. Bu faktörler; bir yandan konvansiyonel savaş öngörülerini ve güvenlik paradigmalarını etkilerken, diğer yandan tarihsel bir süreç içerisinde ve demografik, ekonomik, kültürel etmenler eliyle şekillenen algıların etkisi altında kalırlar. 
Bu nedenle, geleceğin tahayyülü tek bir senaryoya bağlı kalmayan, çok yönlü ve esnek bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Gray’in (2014: 120) haklı tespitiyle, tarih okumalarının gösterdiği şey savaşların önceden kestirilemeyeceği, öyle olsa bile ne türde cereyan edeceğinin kesin olarak bilinemeyeceği gerçeğidir. Bu nedenle savaşlar, önceden yazılmış bir senaryoyu imkansız kalan, ölümcül ve interaktif bir tiyatrodan ibarettir. 

Ulusal güvenlik stratejileri planlamacılar için kılavuz niteliğindedir. Strateji, 
siviller ve askerlerin müşterek resmi ne şekilde gördüğünün somutlaşmış ifadesi 
olarak, gelecek tahayyüllerini ete kemiğe büründürür ve tehdit algısına son şeklini verir. Devletlerin ulusal güvenlik stratejileri incelendiğinde, Soğuk Savaş’ın son bulması ile birlikte giderek zayıflayan konvansiyonel tehdit değerlendirmesinin, planlamacıların tahayyül ufkunu bütünüyle terk etmediği görülmektedir (örn. İngiltere, Hindistan, Almanya). 

Bir diğer belirleyici faktör olarak jeopolitik, stratejiyi ve tehdit değerlen dirme lerini aynı ölçüde etkilemektedir. İki kutuplu yapının dağılmasıyla oluşan güvenlik boşlukları, coğrafya ile güvenlik ilişkisini bir kez daha gündeme taşımıştır. Coğrafya, askerî yeteneklerin tespitinde de önemli rol oynamaktadır. Bu kapsamda örneğin tankların doktrindeki kullanımı ile topografya arasında önemli bir bağıntı vardır. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı ile birlikte konvansiyonel muharebelerin vazgeçilmezi olan tanklar, tehdit paradigmalarındaki değişimden fazlasıyla etkilenmiştir. 

Smith’in tespitiyle (2006: 1-2), tankların tanklarla savaştığı, topçu ve hava 
kuvvetleri ile desteklenen zırhlı birliklerin manevra yaptığı ve tankların belirleyici unsur olduğu en son savaş, Golan Tepeleri ve Sina Çölü’ndeki 1973 Arap-İsrail Savaşı olmuş, o tarihten bu yana binlerce tank üretilmiş ve devletler tarafından satın alınmıştır. Öyle ki 1991 yılına gelinceye dek, NATO’nun 23 bin, Varşova Paktı’nın ise yaklaşık 52 bin tanka sahip olduğu tahmin edilmekteydi. Tanklar, 1991 ve 2003 Irak Savaşında, 2000 yılında Çeçenistan’da kullanılmaya devam etmiş; fakat konvansiyonel doktrinde öngörüldüğü şekliyle, harekâtta belirleyici faktör ve hedefi ele geçiren stratejik ihtiyat olarak kullanımı uzunca zamandır gerçekleşmemiştir. 

Elbette bu, gelecekte olmayacağı anlamına gelmemektedir. 

Günümüzde asimetrik tehditler ve bilhassa terörizmle mücadele, planlamacıların 
gündemini yoğun olarak işgal etmekteyse de, konvansiyonel bir savaş olasılığı 
da göz ardı edilmemelidir. Yüksek maliyetlerinden dolayı böylesi savaşların artık 
gerçekçi olmadığı ve güncelliğini yitirdiği iddiası 11 Eylül saldırıları ile birlikte 
güçlense bile, konvansiyonel savaş konseptinin tarihe karıştığını söylemek ihtiyatlı bir yaklaşım değildir. Uluslararası sistemin değişken dinamikleri, bu savaşları her zaman için mümkün kılmaktadır. 

Askerî planlamacıları bekleyen belirsizlikler; dost ve düşman unsurların, savaşın 
türünün ve zamanının belirlenmesidir. Tüm bu belirsizlikler içinde en zoru zamanlamanın kestirilmesi dir. Dost ve düşman unsurların tanımlanması, diplomasinin görece yavaş gelişen/dönüşen seyri nedeniyle daha kolaydır. Ne tür bir savaş ile karşılaşılacağını belirleyen temel etmen ise, çevresel faktörlerdeki değişim hızı olacaktır. 

(Toft ve Imlay, 2006: 1-2). Öyleyse geleceğe ilişkin öngörüler, bu hıza ayak 
uydurabilecek esneklik ve uyumluluğa sahip olmalıdır. Güvenlik ortamının doğasında var olan belirsizliğin düzeyi, öngörülere ve öngörülerle şekillenen hazırlık seviyelerine doğrudan etki etmektedir. Hazırlıksız yakalanmanın maliyeti ağırdır. Soğuk Savaş döneminde savaşılacak taraf(lar)ın ve dolayısıyla planların belli olması dahi, ABD’nin, Kore ve Vietnam gibi öngörülmemiş krizlerle baş etmek zorunda kalmasını engelleyememiştir. 

Günümüzde bazı savaş türleri, modası geçmiş gibi görünse de bunlar tarih sahnesinden tamamen çekilmemişler dir. Çatışma ortamlarını besleyen ve büyüten koşulların her zaman değişebileceğini hatırdan uzak tutmamak gerekir. Bu değişim gerçekleştiğinde, bugün “eski moda” olarak görülen savaşlar yeniden sahneye çıkabilecektir (Gray, 2005: 36; Biddle, 2004: 6). 

Çünkü gelecekte savaşların ne tür bir biçim alacağı kesin olarak hiçbir zaman bilinemeyecektir. En azından onlarla yüzleşinceye kadar... 

Kaynakça 

2015 National Security Strategy (2015). 
https://www.whitehouse.gov/sites/default/files/docs/2015_national_security_strategy.pdf    Adresinden alınmıştır. 

A Strong Britain in an Age of Uncertainty: The National Security Strategy (2010). 
https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file 
/61936/national-security-strategy.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Ankersen, C. (2014).The Politics of Civil-Military Cooperation: Canada in Bosnia, Kosovo, and Afghanistan, Hampshire: Palgrave Macmillan. 

Art, R. (1997). American Defense Policy, İçinde P. Hays ve diğerleri (Ed.), “To 
What Ends Military Power?”, London: The John Hopkins University Press. 

Biddle, S. (2004). Military Power: Explaining Victory and Defeat in Modern Battle, New Jersey: Princeton University Press. 

Creveld, M. (2005). The Oxford History of Modern War. İçinde C.Townsheld 
(Ed.), Technology and War II: From Nuclear Statement to Terrorism, New York: Oxford University Press. 

Davis, P. (1994). New Challenges for Defense Planning, Rethinking How Much 
is Enough. İçinde P.Davis (Ed.) Planning Under Uncertainty Then and Now: 
Paradigms Lost and Paradigms Emerging, RAND National Defense Research Institute. 

Davis, P.(2002).Analytic Architecture for Capabilities-Based Planning, Mission-
System Analysis, and Transformation, Santa Monica: RAND Corporation. 

Dixit, K.C. (2010). Sub-Conventional Warfare: Requirements, Impact and Way 
Ahead,Journal of Defence Studies, Vol.4, No.1, 120-134. 

Elekdağ, Ş. (1996). 2 ½ War Strategy, Perceptions,Mart-Mayıs 1996. 

French White Paper on Defence and National Security (2013). 
http://www.defense.gouv.fr/english/portail-defense (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Gray, S. (2005). Another Bloody Century,London: Weidenfeld&Nicolson. 

Gray, S. (2014). Strategy & Defence Planning: Meeting the Challenge of Uncertainty, New York: Oxford University Press. 

Heidelberg Institute for International Conflict Research (2015). Conflict Barometer 2014, 
http://www.hiik.de/en/konfliktbarometer/pdf/ConflictBarometer_2014.pdf     (Erişim: 18 Ocak 2015). 

İsen, G. (2004). ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya. İçinde T.Ateş 
(Ed.), Amerikan Birliğinin Irak Yazı-Turası: Gücün Gerçeği mi, Gerçeğin Gücümü?,Ankara: Ümit Yayıncılık. 

Japan National Security Strategy (2013). http://www.cas.go.jp/jp/ 
siryou/131217anzenhoshou/nss-e.pdf (Erişim: 22 Ocak 2015). 

Jervis, R. (1984). Strategy and Nuclear Deterrence. İçinde S.Miller (Ed.), Deterrence and Perception, New Jersey: Princeton University Press. 

Kaplan, R. (2013).The Revenge of Geography: What the Map Tells Us About Coming Conflicts and the Battle Against Fate, New York: Random House. 

Knight, A. (2008). Civil-Military Cooperation in Post-Conflict Operations: Emerging Theory and Practice. İçinde C.Ankersen (Ed.), Civil-Military Cooperation and Human Security, Abingdon: Routledge. 

Moskos, C. (2000). The Postmodern Military: Armed Forces after the Cold War. 
İçinde C.Moskos, J.A.Williams, D.R.Segal (Ed.), Armed Forces after the Cold 
War, New York: Oxford University Press. 

Russia’s National Security Strategy to 2020(2009). http://www.isn.ethz.ch/DigitalLibrary/Publications/Detail/?id=154915 
(Erişim: 20 Ocak 2015). 

Savunma Politikası veTürk Silahlı Kuvvetleri (Beyaz Kitap 93). (1993). Ankara: 
Milli Savunma Bakanlığı. 

Savunma Politikası veTürk Silahlı Kuvvetleri (Beyaz Kitap 2000).(2000). Ankara: Milli Savunma Bakanlığı. 

Schnabel, A. ve Krupanski, M. (2014). Evolving Internal Roles of the Armed Forces: Lessons for Building Partner Capacity, Prism, Vol.4, No.4, 119-137. 

Securing an Open Society: Canada’s National Security Policy (2004). http://publications.
gc.ca/collections/Collection/CP22-77-2004E.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Smith, R. (2006). The Utility of Force: The Art of War in the Modern World, London: Penguin Books. 

The National Security Strategy: Sharing a Common Project (2013). 
https://www.enisa.europa.eu/activities/Resilience-and-CIIP/national-cyber-se-
curity-strategies-ncsss/ES2_NCSS.pdf (Erişim: 27 Ocak 2015). 

Toft, M. ve Imlay T. (2006). The Fog of Peace and War Planning: Military and 
Strategic Planning Under Uncertainty. İçinde T.Imlay ve M.Toft (Ed.), Strategic 
and Military Planning Under the Fog of Peace, New York: Routledge. 

Townshend, C. (2005). The Oxford History of Modern War. İçinde C.Townsheld 
(Ed.), Introduction, New York: Oxford University Press. 

Türkiye’nin Savunma Politikaları ve Silahlı Kuvvetler’in Yapısı (Beyaz Kitap 1987).  (1987). Ankara: Milli Savunma Bakanlığı. 

White Paper 2006 on German Security Policy and the Future of Bundeswehr(2006). 
http://www.london.diplo.de/contentblob/1549496/Daten/78114/ 
German_security_defence_summary.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

White Paper on Defence and the Armed Forces of the Republic of the Bulgaria(2010). 
http://www.mod.bg/en/doc/misc/20101130_WP_EN.pdf 
(Erişim: 04 Ocak 2015). 

Wight, L. (2012). Airpower Dollars and Sense: Retjhinking the Relative Costs of 
Combat,Joint Forces Quarterly,66, 54-61. 

Winters, H., Galloway, G., Reynolds, W.J. ve Ryhne, D. (1998). Battling the Elements: Weather and Terrain in the Conduct of War, Baltimore: John Hopkins University Press. 

Worrell, M. (2011). Why Nations Go to War: A Sociology of Military Conflict, New York: Routledge. Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi 
İlkbahar-Spring 2015, Cilt/2, Sayı/No 6, 23-42 

***

4 Aralık 2019 Çarşamba

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 2

60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 2




1. NATO Düşüncesinin Doğuşu ve Kuruluşu NATO’nun kuruluşuna yönelik ilk düşünceler., 

İkinci Dünya Savaşı sonlarına rastlamaktadır. Savaş’ın sonlarına doğru Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa’nın liderleri önce Yalta’da, savaşın hemen bitiminden sonra da Potsdam’da bir araya gelerek diplomasinin alışılmış usullerine göre Avrupa’da sınırları yeniden düzenlemiş, nüfuz bölgelerini belirlemiş ve Milletler Cemiyeti’ni, Birleşmiş Milletler adı altında yeniden örgütleyerek uzun süreli bir barışın esaslarını oluşturmaya çalışmışlardır. Aslında yapılan iş galip gelenlerin milli menfaatlerini gözetmeye çalışmalarından başka bir şey değildir. 

Zira Almanya’ya karşı savaşı yürütmüş olan Batılı müttefikler ile Sovyetler Birliği arasında Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasının dışında ortak bir çıkar alanı da yoktur. Daha da önemlisi arada kapatılması imkânsız ideolojik farklılıklar da vardır. 

Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin işgal etmiş olduğu ülkelerde Sovyet ordusunun desteğiyle Komünist partiler, demokratik teamüller dışında yöntemler kullanarak iktidarı ele geçirmişlerdir. O yıllarda Sovyetlerin bu fiili genişleme siyaseti karşısında Batılı ülkeler arasında herhangi bir siyasi veya askeri bir dayanışmayı ortaya koyacak bir antlaşma ve örgütlenme yoktur. Barış ve güvenliğin sağlanmasından sorumlu olan Birleşmiş Milletler, Güvenlik 
Konseyi’ndeki Sovyet vetosu nedeniyle karar alamaz durumdadır. Avrupa’daki müttefikler kendilerini korumasız hissetmeye başlamışlardır. Bu nedenle 17 Mart 1948 tarihinde İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg aralarında imzaladıkları “Brüksel Antlaşması” ile muhtemel bir tecavüze karşı kuvvetlerini birleştirmeyi kabul ederek Mareşal Montgomery’nin komutasında ilk müşterek askeri teşkilatı kurmuşlardır. NATO ittifakının başlangıcı olarak kabul edilen bu teşkilat, 1955 yılında Batı Avrupa Birliği adını alacak olan teşkilatın 
da temelini teşkil etmiştir. 

Brüksel Antlaşması ile gerçekleştirilen bu teşebbüs, Batı Avrupa’nın müşterek savunma yolunda attığı ilk adımdır. Antlaşmayı gerçekleştiren bu beş ülkenin yalnız kendi askeri güçleriyle etkili bir savunma sistemi kuramayacakları 
açıktır. Sovyetlerin askeri gücü karşısında kuvvet dengesinin Batı Avrupa lehine dönmesi, ancak ABD’nin ve Kanada’nın savaş yıllarında olduğu gibi bu ittifaka girmeleri ile mümkün olacaktır. ABD’nin kendi iç siyasi engellerini aşması ile böyle bir ittifak gerçekleşmiş ve 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile İttifak, bilinen yaygın adı ile NATO olarak kurulmuştur. Brüksel Antlaşması’na dâhil beş ülkeyle beraber 
müzakere sürecine çağrılan İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz’in de katılımı ile NATO’nun üye sayısı 12’ye ulaşmış, Türkiye ve Yunanistan’ın 1952’de, Almanya’nın 1955’te, İspanya’nın 1982’de İttifaka katılması ile üye sayısı 16 olmuştur. Soğuk Savaş dönemi bu 16 üye ile aşılmıştır. 

2. Soğuk Savaş Döneminde NATO 

NATO, kurulduğu 1949 yılından 1989 yılına kadar geçen 40 sene içinde Avrupa’nın güvenliğini tartışmasız bir şekilde temin etmiştir. Tehdidin mahiyetinin ve büyüklüğünün belli olduğu bu dönemde, savunma stratejileri ve askeri kuvvet yapıları tehdide yönelik olarak tespit ve teşkil edilmiş ve uygulanmıştır. 

Türkiye, Soğuk Savaş döneminde kendisine yönelebilecek silahlı tecavüzlere karşı güvenliğini kendi öz savunması ile birlikte, NATO’nun bir üyesi olarak da sağlamıştır. Her ne kadar bu dönem içinde bir kanat ülkesi olarak Türkiye’nin gerek NATO’ya tahsis ettiği kuvvetler üzerindeki emir-komuta yetkisi, gerekse ülkenin belirli bir bölgesine yönelik mahdut hedefli bir tecavüz vukuunda NATO’nun bütünüyle reaksiyon göstermesi konularında tereddütleri, endişeleri, hatta zaman zaman korkuları oldu ise de 40 yıllık süre içinde ülke güvenliğine 
NATO’nun katkısının büyük olduğu da bir vakıadır. NATO’nun oluşturduğu güvenlikte, genelde en büyük etkenin nükleer dehşet orta-mında ABD’nin sağladığı nükleer şemsiyenin büyük payı olduğunu burada belirtmekte yarar görülmektedir. 

İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, dünya iki süper gücün ortaya çıkışına şahit olmuştur. Sovyetler Birliği’nin ‘süperliği’ 45 sene kadar sürmüş, ABD’ninkinin ise daha ne kadar süreceği belli değildir. 21. yüzyılın tamamında tek kutuplu bir dünyada yaşanmayacağı, daha başka güç odaklarının da ortaya çıkacağı, ancak bu yüzyıl içinde ABD’nin süper güç konumunu bir müddet daha sürdüreceği beklenmektedir. 
Savaş’tan birkaç sene sonra ABD bir süper güç olarak dünya çapında sorumlulukları olduğunun farkına varmış, Kuzey Amerika’da ve Pasifik Okyanusu’na dağılmış adalarda oturarak bu sorumlulukları yerine getiremeyeceğini,  Avrupa’nın hâlâ dünyanın merkezi durumunda olduğunu, Avrupa’da söz sahibi olunmadıkça süper güçlük iddialarının da yeterli dayanaktan yoksun olacağını değerlendirmiştir. 
1950’den sonraki yıllar ABD’nin ekonomik ve askeri gücü ile Avrupa’da itirazsız söz sahibi olduğu yıllardır. Güvenlik ihtiyacının gerektirdiği ağır savunma harcamaları, ABD’nin varlığı ile NATO’nun Avrupalı üyeleri için hafiflemiş, savunmadan kısılan imkânlar sosyal devletin gereklerine harcanabilmiştir. 
Bu arada Türkiye modern harp silah ve araçlarına biraz daha fazla sahip olabilme uğruna ekonomik gücünün çok üstünde bir silahlı kuvveti muhafaza ederek hem NATO’nun insan gücü açığını kapatmış ve hem de kendi teknolojik yetersizliğini bu şekilde telafi etmeye çalışmıştır. 

4 Nisan l949’da Soğuk Savaş ortamında kurulmuş olan NATO’nun kuruluş amacı, 1952-1957 yılları arasında görev yapan NATO Genel Sekreteri Lord Ismay’in söylediği gibi, SSCB’yi dışarıda, ABD’yi içeride ve Almanya’yı aşağıda tutmak olarak ifade edilebilir. Bu bağlamda NATO, kolektif savunma amaçlı bir örgüt olarak kurulmuştur. Bu çerçevede NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. maddesine göre NATO üyelerinden birine yapılan saldırı tümüne yapılmış sayılacak ve karşılık, kolektif olarak verilecektir. Metinde belirtilmemesine 
rağmen bu ilk maddenin temel amacı SSCB’den gelebilecek bir saldırıya karşı üye devletlerin birlikte hareket ederek birbirlerinin güvenliğine katkıda bulunmalarını sağlamaktır. 

NATO içindeki ABD’nin üstün durumu zaman geçtikçe İttifak’ın Batı Avrupalı üyelerini rahatsız etmiştir. Avrupa Birliği fikri son 50 yıl içinde adım adım gerçekleşip “Birleşik Avrupa Devleti” hedefine doğru ilerledikçe Avrupa devletlerinde ABD’nin askeri vesayetinden kurtulma düşüncesi de gelişmeye başlamıştır. Zaten Fransa 1966 yılında İttifak’ın askeri yapısından çekilmiştir. Öte yandan ABD de İttifak içinde yüklendiği ağır ekonomik askeri yükümlülükler den hoşnut olmayıp Batı Avrupalı İttifak üyelerinin daha fazla yükümlülük almasını istemektedir. Zamanın ABD Dışişleri eski Bakanı H. Kissinger bir konuşmasında NATO’yu Doğu Bloku karşısında bir kolu bağlı olarak dövüşmek 
zorunda kalan bir boksöre benzetmiştir. Bağlı kol durumunda olan Batı Avrupalı İttifak üyelerinin de dövüşe katılmasının gerektiği fikri oluşmaya başlamıştır. 

1984 yılında ABD’nin Sovyetler Birliği ile uzun menzilli füzelerin sınırlandırılması pazarlığına girmesi ve Yıldız Savaşları Projesi ile Kuzey Amerika’yı koruma girişimleri, İttifakın Batı Avrupalı üyelerini yeni arayışlara sevk etmiş ve Batı Avrupa’nın Güvenlik Mimarisinde yeni bir üslup değişikliğine gidilmiştir.1 

3. Soğuk Savaş Sonrası Tehdit Algılamalarında ve NATO’daki Değişim

1989 yılının sonlarına doğru SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte NATO’yu meşru kılan en önemli nedenlerden biri olan Varşova Paktı ortadan kalkmıştır. Batı Bloku’nun savunma örgütü olan NATO ise Varşova Paktı’nın aksine varlığını devam ettirmiş ve dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden organize olma faaliyetlerine girişmiştir. Varşova Paktı, iki kutuplu dünya düzenin de Doğu Bloku’nun savunma ihtiyacını karşılamaktan öteye gidemeyen ve bir anlamda NATO’ya karşı kurulan savunma işlevli bir örgüt niteliğinde iken NATO, Varşova Paktı’na karşı Batı’nın sadece savunma ihtiyacını karşılamakla sınırlı kalmamıştır. NATO’nun bir savunma örgütü olma özelliği kadar önemli diğer bir özelliği de üye ülkeler arasındaki askeri, siyasi ve sistem içi ilişkileri koruma, geliştirme ve düzenleme işlevlerini yerine getirmeye çalışmasıdır. 

Temmuz 1990’da yapılan NATO Zirvesi’nden başlayarak, NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasına karar verilmiş, Kasım 199l’deki Roma Zirvesi’nde NATO’nun yeni Stratejik Konsepti kabul edilmiştir. Yeniden yapılanmanın Sovyet tehdidinin yerini alan yeni tehdit algılamaları göz önüne alınarak gerçekleştirilmesi ve NATO’nun bundan sonra bu yeni tehditlerle başa çıkmasına katkıda bulunması kararlaştırılmıştır. Ayrıca Soğuk Savaş sonrasındaki gelişmeler, riskler ve belirsizlikler, bir istikrar ve denge unsuruna 
ihtiyaç olduğunu göstermiş ve bunun da NATO ile sağlanabileceğini yaşanan olaylar belirginleştirmiştir. 


Özellikle Balkanlarda, Yugoslavya’nın dağılması sürecindeki soykırıma varan çatışmalar, Avrupa haritasının yeniden belirlenmesinde yaşanan gerginlikler, Sovyet etkisinde olan ülkelerin baskıdan kurtulmaları ile ortaya çıkan belirsiz likler, bu ihtiyacı teyit etmiştir. Çeşitli bölgelerde ortaya çıkan bölgesel problemler NATO’ya, Soğuk Savaş sonrasında da meşruiyet zemini hazırlayacak imkânlar yaratmıştır. 

NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasında, SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinin yanında Sovyet tehdidinin ortadan kalkması sonrasında ortaya çıkan belirsizliklerin ve risklerin önemli bir neden olduğu görülmektedir. Ortaya çıkan yeni duruma göre tehdidin yeniden değerlendirilmesi yapılmış, başta uluslararası terör olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, silah, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı, kitlesel göç hareketleri gibi tehditler yeni tehdit algılamaları olarak belirlenmiştir. 

Bu bağlamda NATO sadece bir kolektif savunma örgütü olmanın yanında, kolektif ve iş birliğine dayalı bir güvenlik örgütü haline de gelmiş 2 ve örgüt, bilinen görev alanının dışına da çıkmaya başlamıştır. Ayrıca, örgütün güvenlik konusunda istikrarı bozabilecek yeni yapılanmalara engel olmak ve kendi yapılanmasının etki alanını arttırarak istikrar sağlamak maksadıyla genişletilmesi ne karar verilmiştir. 

Bu bağlamda önce Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Polonya, daha sonra Romanya, Bulgaristan, Slovenya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya ittifaka katılmıştır. Orta ve Doğu Avrupa’da, Orta Asya’da ve Kafkasya’da ortaklar edinmek amacıyla Barış için Ortaklık (BİO) Projesi hayata geçirilmiştir. 

Bu çerçevede BİO Projesi kapsamındaki ülkeler NATO tarafından hem askeri konularda hem siyasi olarak (örneğin demokratikleşme konusunda) eğitilmeye başlanmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak NATO Zirvelerinde alınan kararlarla İttifakın, alan dışı olarak kabul edilen Afganistan’dan sonra etkin olmasa da Irak için eğitim amaçlı görev alması da kararlaştırılmıştır. Bu bağlamda, Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun siyasi boyutunun önem kazandığı görülmektedir. Son NATO Zirveleri olan sırasıyla Prag, İstanbul, Brüksel Zirveleri, Sofya’daki NATO ülkeleri dışişleri bakanları gayri resmi toplantısı ve Riga Zirvesi’nde alınan kararlarla bu düşünceler güçlendirilmiş, 2008 Bükreş Zirvesi ile bu yöndeki politikalara devam edilmiştir. Sorumluluk sahası konusu da yeni tehdit algılamaları ve kabul edilen misyon çerçevesinde, yazılı olarak belirtilmese de, bütün dünya olarak algılanmaya başlamış ve Birleşmiş Milletler’le (BM) yakın iş birliği konusu güçlenmiştir. Bu bağlamda, Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun siyasi boyutunun önem kazandığı görülmektedir.


NATO’nun yeni misyonu çerçevesinde Rusya Federasyonu (RF) ile olan ilişkilerinde de bir değişim yaşanmıştır. Bu değişime göre önceden 19+1 olarak ifade edilen bir yapıya geçilmiştir. Bu yapıyla RF’nin NATO içinde bir nevi gözlemci olarak yer alması ve karşılıklı güvenin oluşmasına yardımcı olmak üzere NATO Karar Alma Sürecini takip etmesi sağlanmıştır. Daha sonra 2002 yılından itibaren de sistemin içine alınarak “20’li yapı” olarak ifade edilen ve Karar Alma Sürecinde beraber çalışılan, ancak oy ve veto hakkı olmayan bir sistem oluşturulmuştur. 

Bu durum NATO’ya yeni üyelerin katılımıyla 2009’da 26+1=27’li yapı olarak sürdürülmüştür. Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılımıyla bu yapı 28+1=”29’lu yapı” olarak sürdürülecektir. 

Daha sonra olabilecek yeni katılımlar ile yapının sayı olarak ifadesi de artış gösterecektir. 

3. NATO’nun Yeni Tehdit Algılamaları Karşısında Oluşturduğu Yeni Stratejiler ve ABD-NATO İlişkileri 

Tehdit algılamalarındaki bu değişim, sonuçta NATO’ya, ilk kurulduğunda sorumlu olduğu bölgelerin dışından da sorumlu olma ve bu bölgelerde istikrara katkıda bulunma misyonunu da yüklemiştir. Bu yeni durum doğal olarak NATO’nun teknolojik ilerlemesini, yeni sistemleri, yeni konseptleri, doktrinleri, kuvvet yapısını da kapsayan yeniden yapılanmasını beraberinde getirmiştir. Düşüncede, teşkilatlanmada, usul ve yöntemlerde değişiklikler olmuştur. Daha uzun mesafelere süratle intikal edebilen, hareket kabiliyeti yüksek, elastiki, çevik, üstün ateş gücüne sahip, istihbarat imkânları teknolojiyi de kullanarak daha da gelişmiş, haberleşme ve komuta kontrolü çok iyi olan, çoğunlukla özel olarak teçhiz edilmiş ve özel eğitim görmüş; ancak daha küçük yapıda birliklerden oluşan bir yapı öngörülmüştür. 

Yeni stratejilerin oluşumunda, tehdit algılamalarının yanı sıra NATO’nun lideri durumunda olan ABD’nin tutumu da etkili olmuştur. Soğuk Savaş’tan sonra oluşan tek kutuplu dünya düzeninde ABD, her alanda belirleyici rol oynamaya başlamıştır. Bu durum ABD’nin dünyadaki gelişmeleri kontrol edebilme, bir noktada hegemonya yaratabilme isteğinin artmasına sebep teşkil etmiştir. Bu çerçevede ABD’nin NATO üzerindeki etkisi de Soğuk Savaş döneminden daha fazla görülmeye başlamıştır. Sonuçta NATO’nun lideri konumundaki ABD’nin 
geliştirdiği stratejilerle NATO’ya yüklenen yeni misyonlar ve örgütün doğuya doğru genişlemesi politikaları arasında paralellikler oluşmuştur. 

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte 20. yüzyılın başından beri küresel üstünlük sağlamaya çabalayan ABD, uluslararası sistemin en önemli, hatta tek güç merkezi haline gelmiştir.4 
Ancak, ABD doğudan gelen terör ve kitle imha silahlarının yayılması tehdidiyle karşı karşıya kalmış ve ABD’nin hegemonik liderliğini devam ettirebilmesi için bu yeni tehditlerin üstesinden gelmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. 

Bu bağlamda, ABD bu tehditlerin ortaya çıktığı bölgeleri kontrol altına almayı amaçlamakta ve NATO’nun bu bölgelere doğru genişlemesini desteklemektedir. Buna ek olarak, ABD’nin liderlik ettiği NATO’nun genişlemesi, bu genişleme sürecinde NATO’ya giren ve girecek olan her üyenin ABD’nin yanında yer alması, ABD’nin hâkimiyetine ve hegemonik konumuna katkıda bulunmaktadır. Bu yeni durumda NATO genişledikçe ABD’nin gücü artmakta, kendisi ile rekabet etme düşüncesinde olan Avrupa Birliği (AB) genişledikçe karar alma konusunda 
yaşanan sıkıntı arttığından AB’nin gücü azalmaktadır. 

   Ayrıca, hem NATO hem AB üyesi olan eski Sovyet Bloğu ülkeleri güvenlikleri nin sağlanması konusunda ABD’ye güvendiklerinden AB’nin ABD karşıtı politikalar izleme imkânı da, AB’nin bu ülkeleri kapsayacak şekilde genişlemesiyle, azalmaktadır. Bu nedenle ABD, hegemonik konumuna katkıda bulunduğu ve Avrupa’nın doğusundan AB’ye katılan ülkeleri Batı Çıpası içinde tutmaya katkı sağlayacağı için NATO’nun yanında AB’nin genişlemesini de desteklemektedir. 

ABD’nin liderliğini sürdürebilmesi için enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol altına alması da çok önemlidir; zira günümüzde endüstriyel kalkınmanın gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan en önemli ham maddeler arasında petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynakları yer almaktadır. 
Bu çerçevede, ABD’nin kurmak istediği Yeni Dünya Düzeni’nin önündeki en büyük tehdit olan terörün ve kitle imha silahlarının yayılmasının engellenmesi ve enerji kaynakları ile yollarının kontrolünün sağlanması amacıyla ABD “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olarak bilinen projeyi geliştirmiş ve uygulamaya koymuştur.

BOP, ABD’nin dünyayı kontrol edebilme ana politikasının önemli bir ayağı olarak da mütalaa edilebilir. 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***