Arap-İsrail Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arap-İsrail Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2021 Cuma

Mısır’da 25 Ocak 2011 Devrimi Öncesi Kilise-Devlet İlişkisi BÖLÜM 2

Mısır’da 25 Ocak 2011 Devrimi Öncesi Kilise-Devlet İlişkisi  BÖLÜM 2


Mısır 25 Ocak 2011 Devrimi, Kıpti Ortodoks Kilisesi, Patrik III. Şenuda, Kilise-Devlet İlişkisi, Ayşenur Hazar,Cemal Abdünnâsır,Hüsnü Mübarek,
Enver Sedat,


Patrik III. Şenuda ve Kıpti Ortodoks Kilisesi’nin Artan Sosyo-Politik Rolü 
Patrik III. Şenuda, 9 Mart 1971’de Patrik VI. Kyrillos’un ölümünün ardından yapılan seçimle 14 Kasım 1971’de Kıpti Ortodoks Kilisesinin 117. Patriği 
olarak taç giydi. 25 III. Şenuda’nın neredeyse yarım asır süren Kıpti Ortodoks Kilisesi ruhani liderliği süresince Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek cumhurbaşkanlığı 
yaptı. Ruhani liderliğinin son döneminde 25 Ocak 2011 Devrimi’ne tanıklık eden patrik, devrimden bir yıl sonra 12 Mart 2012 tarihinde vefat etti. Genç yaşta kiliseye katılmış reformist bir Kıpti olan Patrik III. Şenuda, karizmatik kişiliği, politik görüşleri ve otoriter yöneticiliğiyle birçok selefinin aksine kilise-devlet ilişkisinde etkili bir figür olmayı başarmıştır. 26 

Patrik III. Şenuda, 41 yıl süren ruhani liderliği süresince kiliseyi gelenekten kopmadan ve çağın gerekliliklerinin farkında olarak yeniden yapılandırmaya 
çalıştı. Patrik, Kıptilerin kiliseyi haftalık ibadetleri için gittikleri dini bir mekân olarak görmenin ötesinde bir baba mirası ve kimliklerini yeniden tasdik edebilecekleri bir toplanma yeri olarak görmelerini istiyordu. Bu amaçla toplumun her kesimini kiliseye çekmeye yönelik bir program takip etti. Örneğin Pazar ayini, pazar günü kamuda çalışan Kıptiler için cuma günü tekrarlandı ve ev hanımları, öğrenciler, memurlar gibi toplumun her kesiminden kişilerin çalışma saatlerine uygun ayinler düzenlendi. 27 Kiliseyi toplumun merkezi yürütücüsü olarak gören III. Şenuda, manastırları da toplumsallaşmanın temel araçlarından biri olarak görüyordu. Bu sebeple, manastırları okullara dönüştürerek Kıpti kilisesinin manastırcılık geleneğini yeniden canlandırmaya ve Kıptilerin manastırla olan bağlarını güçlendirmeye çalıştı. 28 
III. Şenuda’nın öncelikli amaçlarından biri, Kıpti toplumunu modernleşmenin etkisinden koruyup Kıpti Ortodoks kültürünü modern dönemde yeniden 
canlandırmaktı. Bu sebeple tarihi mekânlar hac ibadetine açılarak Kıpti kültürünün birçok sembolü belirginleştirildi. 29 Ayrıca III. Şenuda, ibadet mekânlarının tamamlayıcısı olabilecek kültürel alanlar oluşturdu ve kilisenin uzun bir geçmişe sahip geleneklerini yeni bir ruh ve vizyonla sürdürülebilir kılmaya çalıştı. 
Bu bağlamda Kıpti dilinin ve Kıpti ayin müziğinin canlandırılmaya çalışılması kilisenin en önemli faaliyetlerinden biriydi. 30 

III. Şenuda, kiliseyi Kıptilerin dini ve dünyevi temsilcisi olarak görmenin yanında kilisenin, cemaatin her tür ihtiyacı ve sorunu ile ilgilenebilecek ve çözüm üretebilecek bir kurum olduğunu savunuyordu. Bir bakıma kiliseyi toplumun koruyucusu ve tedarikçisi olarak gören patrik, kilisenin sorumluluklarını 
Kıpti halkının refahı için sınırsız bir şekilde arttırdı. Bu bağlamda din adamlarının vazifeleri ibadet ve fakirlere yardım gibi geleneksel görevlerle birlikte Kıpti halkının ekonomik ve kültürel gelişimini desteklemeyi de kapsıyordu. Örneğin Halk, Ekümenik ve Sosyal Hizmetler Piskoposluğu, 1974’te ülke genelinde kırsal ve kentsel bölgelerde Toplumu Geliştirme Merkezleri açarak dini eğitim ve okuryazarlık programlarının yanında kadınlara kıyafet dikme gibi aile bütçesine katkıda bulunacakları işler öğretiyordu. Piskoposluk ayrıca 1976’da marangozluk, tesisatçılık, araba ve televizyon tamirciliği gibi işlerin öğretildiği iki merkez ve 1978’e kadar birçok dil merkezi açtı. 31 Kilise bu dönemde kaynak sağlayıcı ve yatırımcı rolünü de üstlenerek 32 

Kıptilerin toplumsal hayattaki pozisyonlarını geliştirmek amacıyla kilise destekli projeler gerçekleştirdi. 

III. Şenuda’nın sosyo-ekonomik alana yönelik programları ve faaliyetleri kilisenin sosyo-politik rolünün de artmasını sağlamıştır. Bununla birlikte III. Şenuda döneminde kilisenin sosyo-politik rolünün artmasında dönemin koşulları ve devletin ilgili alanlardaki yetersizliği de önemli bir etkendi. 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndaki yenilgi Mısır’da büyük bir ideolojik boşluğa neden olmuştu. Nasır’ın Arap Milliyetçiliği gözden düşmüş; Müslümanlar ve Kıptiler arasında dini uyanış bir alternatif olarak yükselmeye başlamıştı. Ayrıca Enver Sedat ile birlikte devlet söylemine hakim olan “İslamileşme” ve radikal İslami grupların Kıptileri hedef alan saldırıları kilisenin koruyucu ve tedarikçi bir rol üstlenmesine katkı sağladı. 33 Devletin sosyo-ekonomik alandaki yetersizliği ise kilisenin bir sivil toplum örgütü gibi faaliyet göstermesine neden oldu. Esasında dini bir kurumun sivil toplum örgütü gibi faaliyette bulunması Mısır’da sık rastlanan bir durumdu. Tahminlere göre Mısır’daki sivil toplum örgütlerinin % 35’inden fazlasını dini örgütler oluşturmaktaydı ve birçok dini kurum kendi öğretilerini teşvik etmenin yanında devletin gerçekleştiremediği sosyal hizmetleri sağlamaktaydı. 34 

Patrik III. Şenuda döneminde kilisenin artan sosyo-politik rolü, Kıptilerin temsilciliği ve idaresinde kilisenin gücünü pekiştirmekle birlikte devletle 
ilişkisinin gerginleşmesine yol açmıştır. Özellikle Enver Sedat döneminde, kilisenin artan sosyo-politik rolünün bir tehdit olarak algılandığı ve kilise-devlet 
ilişkisinin gerginleştiği görülmektedir. 

Enver Sedat Döneminde Kilise-Devlet İlişkisi 

1970-1981 yıllarını kapsayan Enver Sedat döneminde karşılıklı iyi dileklerle başlayan kilise-devlet ilişkisi, Patrik III. Şenuda’nın ev hapsiyle kopma noktasına 
geldi. 
Patrik bir röportajında Enver Sedat ile olan ilişkisini şu şekilde özetlemişti: “Patrik olarak seçildiğim zaman, Sedat’ı ziyaret ettim, beni çok iyi karşıladı ve bana kilisemin tarihini çok iyi bildiğini ve onu eski ihtişamına kavuşturmayı arzuladığını söyledi. Fakat ben bunu yapmaya çalıştığım zaman, bana izin vermedi.” 35 

Sedat döneminde kilise-devlet ilişkisinin kötüleşmesine neden olan öncelikli etkenlerden biri, Patrik III. Şenuda’nın aktivist eğilimleri ve muhalif duruşuydu. 
Bazı araştırmacılara göre III. Şenuda’nın göreve başlamasıyla kilise ve devlet arasındaki millet ortaklığı kesintiye uğramıştır. Çünkü III. Şenuda bu ortaklıktaki en önemli sorumluluklarından biri olan siyasi otoriteye itaat ve desteği yerini getirmemiştir. 36 

Kilise-devlet ilişkisinin gerginleşmesine neden olan bir diğer etken, diaspora Kıptilerinin faaliyetleriydi. Nasır döneminde yurt dışına giden Kıptiler’in 
Sedat döneminde etkinliklerini artırdığı görülmektedir. Yurt dışında yaşayan Kıptiler, Mısır’daki dindaşlarının yaşamlarını yakından takip ederek onların 
hak ve özgürlüklerini korumak için uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmeye ve yaşadıkları ülkelerde gerçekleştirdikleri lobi faaliyetleriyle Mısır’a 37 baskı uygulamaya çalışıyorlardı. Özellikle ABD’de yaşayan Kıptilerin faaliyetleri Mısır’ın yurt dışındaki imajını olumsuz yönde etkiledikleri ve dış devletlerin Mısır’ın iç işlerine karışmasına yol açtıkları gerekçesiyle hükümet tarafından çoğunlukla eleştirilmiştir. Nitekim Sedat’ın 1980’deki ABD ziyareti sırasında diaspora Kıptilerinin Sedat’a yönelik protestoları 38 patriğin görevden alınması öncesi yaşanan en önemli olaylardan biriydi. 

Kilise-devlet ilişkisinin gerginleşmesine neden olan bir diğer etken ise radikal İslami grupların Kıptileri hedef alan şiddet eylemleriydi. 1967 Arap İsrail Savaşı’nın oluşturduğu ideolojik krizi “İslamîleşme” söylemi ile aşmaya çalışan Sedat, bu dönemde İslami gruplara birçok ayrıcalık tanıdı. Nasır döneminde hapse atılmışİslamî gruplara mensup birçok kişiyi 1971-1975 yılları arasında aşamalı olarak serbest bırakan Sedat, sosyalizmin toplumsal yaşamdaki etkinliğini kırmak için İslamcı grupların önünü açtı ve siyasi bir muhalefet oluşturmamaları kaydıyla onları sosyal alana yönelik faaliyetlerinde özgür bıraktı. 39  Fakat Sedat döneminde İslamî hareketin içinden radikal gruplar yükseldi ve siyasi otoritenin yanında Kıptileri de hedef alan şiddet eylemlerinde bulundular. Kıptilere yönelik söylemlerde ve saldırılarda en fazla dikkat çeken grup ise el-Cemaat’ul İslamiyye idi. Nitekim grubun Ekonomi Konseyinin kararlarında Hıristiyanların işletmelerine yönelik operasyonlar düzenlenmesi gerektiği açıkça yer alıyordu. 40   Bu dönemde kilisenin, devletin Kıptileri bu tür saldırılardan korumadığı düşüncesi ile rejimle kendisini karşı karşıya getirecek eylemlerde bulunması kilise-devlet ilişkisinin daha da gerginleşmesine neden olmuştur. 

Sedat döneminde kilise ve devlet arasındaki ilişkinin bozulmasının belki de en önemli nedeni, devletin “İslamîleşme” politikası kapsamında attığı adımların kilise tarafından bir tehdit olarak algılanmasıydı. Örneğin 1977 yılında din değiştirenlerin idamını öngören bir yasa taslağının parlamentoya sunulması üzerine III. Şenuda, 17 Ocak 1977’de bir Kıpti Konferansı düzenleyerek kararı protesto etti. Çünkü yasa taslağının kanunlaşması neticesinde iş imkânları, devlet imtiyazları ve boşanma kolaylığından dolayı Müslümanlığa geçen Hıristiyanların tekrar eski dinlerine dönmeleri imkânsızlaşacaktı. 

Kıpti konferansında konuşulan konular bir bildiri şeklinde kayda geçirildi ve yayınlandı. Bu bildiri, kilise inşaatına yönelik sıkıntılar, sosyo-ekonomik 
hayattaki eşitsizlikler, inanç ve ibadet özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, Hıristiyanların siyasi temsil gücü yetersizliği, hizipçi çatışmalar, Hıristiyan 
kültürüne yönelik sansürler gibi Kıpti halkının problemlerine yönelik her konuyu kapsıyordu. 
Patrik yurt dışında yaşayan Kıptiler aracılığıyla bildirideki problemlerden dünya kamuoyunu da haberdar ederek Sedat üzerinde bir baskı oluşturmaya çalıştı. Patrik ayrıca olayları ve yasa taslağını protesto için Kıptileri 5-9 Eylül tarihleri arasında toplu oruç tutmaya çağırdı. Bunun üzerine Sedat, toplumsal kutuplaşmayı önleme amacıyla 15 Eylül 1977’de yasa taslağını geri çektiğini duyurdu; patriği ve El-Ezher şeyhini ziyaret ederek ulusal birliğe vurgu yaptı. 41 Bu bağlamda yaşanan bir diğer gerginlik, şeriatın yasamanın tek kaynağı olarak yasalaştırılması konusu ile ilgiliydi. 1980 yılında yapılan bir referandum ile şeriat, yasamanın temel kaynağı olarak kabul edildi. Bu düzenlemeyi Kıptiler açısından bir tehdit olarak gören patrik, 26 Mart 1980 tarihinde şeriatın Müslüman olmayanlar için bir yasa olamayacağını ve İslam’ın Mısır’da yeni bir milliyetçilik şekli olarak kullanıldığını vurgulayan yeni bir bildiri yayınladı. 42 

Süreç içerisinde kilise ve devletin sertleşen üslupları birçok olayın büyümesine neden olmuştur. Genel olarak her dönemde öncelikli sorunlardan biri olarak görülen kilise inşaatına yönelik kısıtlamalar ve izinsiz kilise inşaatları, kilise ve devleti karşı karşıya getiren birçok olaya yol açtı. Bu konuda ilk büyük sorun 1972 yılında Kharga kentinde yaşandı ve Kıpti kilisesi içerisinde faaliyetlerini sürdüren Kutsal Kitap Derneği 6 Kasım 1972 tarihinde kimliği belirsiz kişiler tarafından ateşe verildi. Hükümet olayların büyümemesi için bir süre kilisenin kapalı tutulmasına karar verdi. Fakat patrik, bir grup din adamını olay yerine göndererek resmi yasağa rağmen kilisede ibadeti sür-dürttü. Bu tavır devlete karşı bir meydan okuma olarak yorumlanırken bu olayın devlet ve kilise arasında bir krize dönüşmesinin asıl sebebi, patrik tarafından devlete karşı büyük bir komplo hazırlandığı söylentileriydi. Güvenlik güçleri tarafından hazırlandığı iddia edilen rapora göre, III. Şenuda Mart 1972 tarihinde Kıpti halkının ileri gelenleriyle İskenderiye’deki Aziz Mark Katedrali’nde bir toplantı düzenlemiş ve ulusal birliğe tehdit oluşturacak açıklamalarda bulunmuştur. 43 

Müslümanlar ve Kıptiler arasında yaşanan hizipçi çatışmalar 44 da, kilise ve devlet arasındaki ilişkiye zarar vermiştir. Özellikle 1980-1981 yılları arasında yaşanan olaylar sonucunda devletin Kıpti halkının haklarını korumadığını, güvenliğini sağlamadığını ve suçluları hak ettikleri şekilde cezalandırmadığını vurgulayan patrik, her yıl devlet erkânının da katılımıyla gerçekleştirilen Paskalya kutlamalarına katılmayacağını bildirdi ve bir manastıra çekildi. 45 

Araştırmacılara göre Sedat’ın kiliseye ve Kıptilere yönelik suçlamaları hizipçi çatışmaları artırmıştır. Buna göre, Kıptileri ülke bütünlüğünü bozmakla 
itham eden Sedat, bir “Kıpti ihaneti” miti geliştirerek kendisini İslam’ın ve Mısır devletinin bütünlüğünün savunucusu olarak göstermeyi amaçlıyordu. 

Sedat’ın 15 Mayıs 1980’deki parlamento konuşmasındaki “Fakat Patriğin anlaması gerekir ki; ben Müslüman bir ülkenin Müslüman bir cumhurbaşkanıyım.” 46 
şeklindeki sözleri de bu bağlamda değerlendirilmektedir. 47 

Nihayetinde kilise ve devlet arasında yükselen çekişme, patriğin Ekim 1981’de 
Vadi Natrun Çölü’nde bulunan Aba-Bishoi manastırına ev hapsine gönderilmesi ile sonuçlandı. 48 Sedat, III. Şenuda’yı ulusal birliği ve barışı tehlikeye sokma, insanları rejime karşı provoke etme, patriklik makamına fazlaca bir siyasi rol biçme, dini siyasi gaye ve çıkarlar için kullanma gibi gerekçelerle suçlayarak 49 patrikliğini onaylayan cumhurbaşkanı yasasının hükümsüz olduğunu açıkladı ve patriğin görevlerini yerine getirmesi için 5 piskopostan oluşan bir patriklik komitesi atadı. 50 Sedat’ın 6 Ekim 1981’de resmigeçit töreni sırasında uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetmesi ile Hüsnü Mübarek yönetiminde yeni bir döneme girildi. 

Hüsnü Mübarek Döneminde Kilise-Devlet İlişkisi 

14 Ekim 1981 tarihinde cumhurbaşkanlığı görevine başlayan Hüsnü Mübarek döneminde (1981-2011) kilise-devlet ilişkisi, olağan üstü hal yasalarının 
idaresinde şekillenmiştir. Mübarek göreve geldiği ilk yıllarda ulusal güvenliğe ve kendi idaresine tehdit oluşturabilecek gruplara odaklandı ve patriğin ev hapsinin sonlandırılması cumhurbaşkanlığının 4. yılında gerçekleşti. Patriğin tutukluluğunun Mübarek’in cumhurbaşkanlığının dördüncü yılında sonlandırılması, bu konunun devletin öncelikli gündemini oluşturmadığını göstermektedir.51 

Patrik III. Şenuda’nın dört yıllık mahkûmluğuna karşılık gelen bu süreç, kilisenin Mübarek rejimiyle sürdüreceği ilişki açısından bir kırılma niteliğindedir. 

Çünkü patriğin siyasi otoriteyle onu karşı karşıya getiren çatışmacı üslubunu daha ev hapsindeyken terk ettiği, uzlaşmacı ve diplomatik bir dile büründüğü görülmektedir. Örneğin Mübarek’in ilk ABD ziyaretinde patrik, diaspora Kıptilerinin Mübarek karşıtı gösteriler düzenleyeceklerini öğrendiğinde bir heyet göndererek protestoların iptalini sağladı. 52 Ev hapsinden çıkışının ikinci gününde Aziz Mark Katedrali’nde yaptığı konuşma da patrikteki üslup değişikliğini göstermektedir. “Kilise, devlet ve Müslüman vatandaşlarımız arasındaki sevgiyi, barışı ve uzlaşıyı güçlendirmek için elimden gelenin en iyisini yapmak istiyorum. Biz, tek bedendeki organlar gibiyiz ki o beden Mısır’dır.” 53 Buradan hareketle, güvenlik tehdidinin 
hâkim olduğu siyasi bir ortamda patriğin kendisinin devlet açısından bir tehdit oluşturmadığı yönündeki ikna çabasının Mübarek’in kilisenin ve Kıptilerin koruyuculuğunu üstlendiği bir retorikle karşılık bulduğu söylenebilir. Nitekim Mübarek döneminde kilise düşük bir profil benimseyerek, bir takım hak, imtiyaz ve sorumlulukları kapsayan bir işbirliğine yöneldi. 

Bazı araştırmacılar, kilisenin devletle girdiği bu yeni ittifakı Sedat döneminde bozulan millet ortaklığının yeniden tesisi olarak yorumlamaktadır. 

Buna göre Patrik III. Şenuda tıpkı Nasır dönemindeki selefi VI. Kyrillos gibi düşük bir profile razı gelerek rejimle uzlaştı ve ulusal birlik söylemini benimseyerek 
devlet politikalarının destekçisi oldu. Bunun karşılığında kilise Mübarek tarafından Kıptilerin tek meşru temsilcisi olarak kabul görüp çeşitli imtiyaz ve haklar elde etti. 54 Kıpti kilisesinin siyasi tarihi üzerine çalışmalarını sürdüren Paul S. Rowe ise bu dönemdeki kilise-devlet ilişkisini neo-millet ortaklığı olarak adlandırmaktadır. Neo-millet ortaklığında kilise ve devletin birbirlerine meşruluk kazandırdığını vurgulayan Rowe, devletin liberalleşmesi ya da sivil toplumun güçlenmesi durumunda bu ortaklığının bozulabileceğine işaret etmektedir. 55 

III. Şenuda’nın devletle ilişkisinde benimsediği düşük profil, kilise içerisinde tam tersi bir profilde karşılık buldu. Patrik ev hapsinden döndüğünde öncelikle ev hapsi sürecinde kilise işlerini yürüten komiteyi lağvetti ve kendi idaresindeki Kutsal Sinod’un yetkilerini artırdı. 56 
Ayrıca 1973’te kendisi tarafından yeniden açılan Kıpti Millet Meclisi ile ilgili yeni düzenlemelere giderek kendine bağımlı bir yapı oluşturdu. 
Özellikle meclis üyelerinin seçimi ile ilgili getirdiği kriterler, daha çok orta sınıftan ve kendine bağlı kişilerin seçilmesini sağlıyordu. 
Aslı itibariyle kiliseyi denetler nitelikte bir kurumun kiliseye bağımlı bir hale getirilmesi patriğin gücünü daha da pekiştirdi. 57 
Kilise ve devlet ilişkisinin Sedat döneminin aksine uzlaşma ve işbirliğine varan bir pozisyona evirilmesinde patriğin kendi ve kilisenin selameti açısından gerekli gördüğü üslup değişikliğinin yanında dönemin koşulları, gelişen olaylar ve bir takım aktörlerin de etkisinden söz etmek gerekir. Patrik III. Şenuda’nın kendisinin bu bağlamda vurguladığı ilk husus, Sedat ve Mübarek’in üslubu ve karakterindeki farklılıktır. Bu bağlamda patrik 80. doğum gününde kendisiyle yapılan bir röportajda şu açıklamayı yapmıştır: “Sedat, çabuk sinirlenirdi ve hiddetle kötü kararlar verebilirdi. Bununla birlikte Mübarek, öfkelenmeden önce iki kere düşünür ve onun siniri Sedat’ınki kadar tehlikeli değildir. Sedat, muhaliflerini yok etmeye 
meyilliydi. Fakat Mübarek, onlarla diyaloğa girmeye ve bir şans vermeye meyillidir.” 58 

Bu dönemde kilise ve devlet arasındaki ilişkide tarafları birbirine yaklaştıran belki de en önemli etken, İslamî harekete yönelik ortak tehdit algısıdır. 
Mübarek, Sedat’ın öldürülmesinden sorumlu tuttuğu radikal İslamî grupları kendi yönetimi açısından da bir tehdit olarak gördü ve ulusal güvenlik tehlikesi kapsamında bu gruplara yönelik müdahalelerini iktidarı süresince sürdürdü. Mübarek bu gruplarla girdiği mücadelede, kilise ve Kıptilerin koruyuculuğunu üstlenerek onları yanına çekmeye çalıştı.59 Kıptilerin bu süreçte radikal grupların saldırılarından korunduğu pek söylenemese de rejim kendini bir nevi kötünün iyisi olarak kabullendirebilmişti.60 

İslamî hareketin ortak tehdit olarak görülmesinin yanında, Mübarek’in idari anlamda İslam’a yaklaşımı ve mesafesinin kilise açısından bir tehdit olarak 
algılanmaması da kilise-devlet ilişkisinde olumlu bir etkendi. Mübarek’in Sedat gibi İslamî bir söylem benimsememesinin ve özellikle radikal dini gruplara karşı “ılımlı” bir İslam düşüncesini savunmasının kiliseye güven verdiği söylenebilir. Örneğin 2007’de anayasadaki bazı maddelerin değiştirilmesi gündemdeyken 2. maddeye dokunulmaması61 ile ilgili görüşleri sorul-duğunda patrik, çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede İslam’ın anayasal güvence altına alınmasının normal olduğunu belirtti ve anayasa değişikliği ile ilgili referanduma destek verdi.62 Burada 2. madde ile ilgili Sedat döneminde gösterdiği tepki hatırlanmalıdır. 


3. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

19 Aralık 2019 Perşembe

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 2

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 2



Bütçe 

Devletlerin sürekli güvenlik arayışı, savaşın doğasından kaynaklanır. Çünkü 
Worrell’in (2011: 50) tespitiyle, tüm savaşları bitireceğine inanılan bir savaş (Birinci Dünya Savaşı) veya belirli bir düşmana karşı elde edilen kesin bir zafer (SSCB’nin çöküşü) başka savaşların hazırlayıcısı olmuştur. Ne var ki devletler, güvenliklerini sağlamak üzere sınırsız kaynaklara sahip değildir ve bu durum, kaynakların etkili ve verimli kullanılmasını zorunlu kılar. Savunma planlama sürecinin amaçlarından biri de budur; kriz, çatışma ya da savaş anında atılacak her bir merminin hem hedefi, hem de maliyeti bir sistematik dahilinde ortaya konulmalıdır. 

Plan ve programların hayata geçirilmesine yönelik ana çerçeveyi çizen savunma 
bütçesi, kaynak planlaması süreci ile ilintilidir. Kaynak planlaması ile ulusal çıkarlar, hedefler ve tehdit algılamaları arasında da sıkı bir ilişki mevcuttur. Davis (1994: 45), savunma harcamalarının algılanan tehdit düzeyi ve yetenekler ile olan ilişkisini ortaya koyduğu çalışmasında, ulusal çıkarların fazla kapsamlı olmadığı ve bu çıkarlara yönelik tehditlerin de düşük seviyede bulunduğu durumlarda, bütçe düzeyinin de düşük seviyede kaldığını belirtir. Çatışmaların maliyeti arttıkça, alınan siyasî ve askerî kararlar ile bu kararların arkasındaki paradigma daha yoğun sorgulanmaktadır. 

Öte yandan, tespit edilen paradigma üzerine inşa edilen güvenlik politikası, beliren tehditlere cevap verecek bütçe esnekliğine sahip olmadığı takdirde Şekil 2.’deki başarı alanının giderek daralması da kaçınılmaz hale gelmektedir. 
Hiçbir harekât sınırsız maliyet özgürlüğüne sahip değildir; öyleyse etkililik 
(efficiency)gelecek öngörülerinin şekillendiği sürecin gerçekçiliğinde aranmalı dır. Aksi halde, oluşturulan senaryoların kapsamadığı gri alanların başka aktörlerce süratle doldurulması sürpriz olmayacaktır. 


Yakın geçmişteki bazı çatışmaların tahminin maliyetlerinin yer aldığı 
Tablo2.’deki veriler, istenen son durum ile kaynaklar arasındaki dengenin önemini vurgulamaktadır. Tabloda gösterilen farklı ölçek ve boyuttaki çatışmalardan sadece dört tanesi (Panama 1989, Irak 1991, Kosova 1999, Afganistan 2001-2003) başlangıçta belirlenen stratejik hedefe ulaşılmasıyla neticelenmiştir. Kaynakların etkili kullanımının kamuoyu desteği ile doğrudan ilişkili olduğu düşünüldüğünde, ekonomik yönden kırılgan yapıya sahip ülkelerde oluşan kamuoyu hassasiyetinin, savunma harcamalarının etkililiğini daha da önemli hale getirmesi beklenir. 

Ekonomik durum, ulusal güvenlik stratejisinin dinamizminin de teminatıdır. 
Bu dinamizmi muhafaza adına, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde askerî harcamaların kısılması, personel sayısının azaltılması gibi niceliksel uygulamalar yoğunluk kazanmıştır. Nicelik üstünlüğünün idamesine yönelik zorluklar, sayısal 
mukayeselerden uzaklaşarak niteliğe yatırım yapmayı dikte etmiş, Türkiye de bu süreci askerî güç dengesini muhafaza etmek koşuluyla tecrübe etmiştir. Konvansiyonel paradigma temeline oturan askerî güç dengesi, karşıt kuvvete denk bir gücün hazır bulundurulmasını esas almış, söz konusu tehdit tabanlı yaklaşım zaman içinde nicelik-teknoloji-insan gücü bağlamında yeniden yorumlanarak yetenek tabanlı anlayışa doğru evrilmeye başlamıştır. 1990’lı yılların ortalarındaki “iki buçuk savaş” stratejisi (Elekdağ, 1996), askerî harcamalara ayrılan payın küçülmesiyle birlikte güncellenmiş ve farklı spektrum daki tehditlerle baş edebilecek yetenekleri kazanma gayretleri yoğunluk kazanmıştır. 

Teknoloji 

Savaş, politik amaçlar için icra edilen, organize bir şiddettir (Gray, 2005: 30). 
Bu şiddet eyleminde kullanılan gücün maksadı, Clausewitz’in ifadesiyle, “düşmana isteklerimizi kabul ettirmektir.” Masadan kimin galip ayrılacağını belirleyen bu bilek güreşi, tarihi süreç içerisinde farklı biçimler almış ve odağın nicelikten niteliğe kaymasıyla birlikte teknolojiyi yeniden keşfetmiştir. 1896 yılındaki İngiltere-Zanzibar Savaşı’nı 45 dakikada sonlandıran ağır bombardımanın yarattığı etkinin benzerini, bugün farklı yöntemlerle oluşturmak mümkündür. Bununla birlikte, Mısır’ın 1000 tank ve 100 bin askerle katıldığı Altı Gün Savaşı’nın ve/veya 1982 Falkland Savaşı gibi 42 gün sürecek uzun soluklu bir mücadelenin gerçekleşme olasılığı varlığını korumakta, üstelik kapsamı (KBRN silahlarının kullanımıyla) genişleyerek daha ürkütücü bir hal alma olasılığı da bulunmaktadır. Büyük yıkımlara yol açabilen nükleer silahlar, geçmişin konvansiyonel savaşlarında operatif ve stratejik hedeflere ulaşma vasıtası olarak düşünülmüştür. Konvansiyonel bir savaşın hasmın sırtını yere getirmeyeceğini değerlendiren ülkeler, KBRN silah ve teknolojilerini caydırıcı bir güç olarak ellerinde tutma eğiliminde olmuşlardır. Bu eğilim varlığını koruduğu müddetçe, tehdidin doğasını tümüyle değiştirebilecek güçtedir. 


Teknolojik üstünlük ile ulusal güvenlik stratejisi ve tehdit algıları arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Yüksek teknolojiye yönelik yatırımlar ve bunların sonucundaki ilerlemeler, konsept ve doktrinleri etkileyerek “nasıl bir savaş?” sorusunun cevabına girdi teşkil etmektedir. Harbin “nasıl” boyutuna ilişkin her türlü tahayyül mevcut imkan ve kabiliyetlerin tesiri altında kaldığından, sahip olunan teknolojik güç gelecek öngörülerini, güvenlik ihtiyacını ve tehdit algılarını da etkilemektedir. Bu kapsamda ulusal güvenlik stratejisinin tespiti ile başlayan planlama faaliyetlerinde önemli yer işgal eden Planlama, Programlama, Bütçeleme ve Uygulama (PPBUS) sürecinde; yeni teknolojilerin kazanımı, modernizasyon, ARGE gibi alanlara ilişkin yol haritaları belirlenir. Ülkenin ekonomik durumu ile orantılı biçimde gelişen teknolojik düzey, özellikle tedarik safhasında kaynakların ne yönde kullanılacağına ilişkin önemli ipucu niteliğindedir. 

Sınırlı kaynaklar, belirsizlik alanlarının mümkün olduğu ölçüde azaltılmasını 
ve başarı alanını genişletecek yatırımlar yapılmasını gerekli kılar. Çünkü gelişen 
teknoloji savaş ihtimalini zayıflat mamakta, aksine şiddet düzeyini artırmaktadır. 
Devletler arası konvansiyonel savaş ihtimalinin halen daha geçerli olduğunu savunan Gray (2005: 178), bu tezini, “yükselen güçlerin, bölgelerinde daha etkili olmak isteyeceğine ve bunun da endişe ve gerginliği besleyeceğine” dayandırır.

Öyleyse sorulması gereken soru, “Gelecekte devletler arası konvansiyonel bir savaş olabileceğine inanıyor muyuz?” yerine, “Gelecekte bu türlü bir savaş olmayacağını varsaymanın maliyetine katlanabilir miyiz?” olmalıdır (Gray, 2005: 187). Tehdit tabanlı planlama yaklaşımının esnekliğe imkan tanımayan katı doğasına alternatif olarak geliştirilen yetenek tabanlı yaklaşım, söz konusu soruya rasyonel bir cevap bulma adına planlamacılara önemli katkılar sağlamaktadır. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların 
çökmesi, dünyadaki dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisi olmuştur. 
Kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve baskın gücü olan 
SSCB’nin de dağılmasıyla birlikte dünyadaki politik dengeler sarsılmış, zamanın 
ABD Başkanı George Bush’un “yeni dünya düzeni” olarak tanımladığı bu yeni 
dönem Fukuyama ve Huntington’ın tezlerinin çarpışmasına da tanıklık etmiştir. 
SSCB’nin sahneden çekilmesiyle, ABD ekonomik, askerî, teknolojik ve siyasî olarak tek kutuplu hale gelen dünyada üstünlüğünü pekiştirme mücadelesi verirken, güçler arasındaki hegemonya savaşı bazen örtülü, bazen açık olarak süregelmiştir. 
Dengelerin değişmesi ve kartların yeniden karılması yine silahlanma ve savaş anlamına gelmiş; bu önü alınamaz tırmanış soyut düşmanlar ve her an saldırı tehlikesi ile yüz yüze bulunan ülkeler ile George Orwell’in “1984” adlı romanını anımsatan tarzda cereyan etmiştir. Küreselleşmenin hız kazanmasıyla birlikte eski korkular, biçim değiştirerek derinleşmiş, ama tamamen kaybolmamıştır. Eski korkulardan en bilineni; büyük ölçekli bir konvansiyonel savaş tehlikesi, günümüz öngörülerindeki yerini, bir korku olarak değilse de korumaktadır. 

Konvansiyonel savaş devrinin geride kaldığı yönündeki yargı, değerler ve algılar 
temelinde biçimlenir. Devletler, gelecek öngörülerini inşa ederken bu değer ve 
algılardan yola çıkarlar. Ulusal güvenlik stratejisi, tehdit değerlendirmeleri, jeopolitik, bütçe ve teknoloji ile bahse konu algılar arasında iki yönlü bir etkileşim söz konusudur. Bu faktörler; bir yandan konvansiyonel savaş öngörülerini ve güvenlik paradigmalarını etkilerken, diğer yandan tarihsel bir süreç içerisinde ve demografik, ekonomik, kültürel etmenler eliyle şekillenen algıların etkisi altında kalırlar. 
Bu nedenle, geleceğin tahayyülü tek bir senaryoya bağlı kalmayan, çok yönlü ve esnek bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Gray’in (2014: 120) haklı tespitiyle, tarih okumalarının gösterdiği şey savaşların önceden kestirilemeyeceği, öyle olsa bile ne türde cereyan edeceğinin kesin olarak bilinemeyeceği gerçeğidir. Bu nedenle savaşlar, önceden yazılmış bir senaryoyu imkansız kalan, ölümcül ve interaktif bir tiyatrodan ibarettir. 

Ulusal güvenlik stratejileri planlamacılar için kılavuz niteliğindedir. Strateji, 
siviller ve askerlerin müşterek resmi ne şekilde gördüğünün somutlaşmış ifadesi 
olarak, gelecek tahayyüllerini ete kemiğe büründürür ve tehdit algısına son şeklini verir. Devletlerin ulusal güvenlik stratejileri incelendiğinde, Soğuk Savaş’ın son bulması ile birlikte giderek zayıflayan konvansiyonel tehdit değerlendirmesinin, planlamacıların tahayyül ufkunu bütünüyle terk etmediği görülmektedir (örn. İngiltere, Hindistan, Almanya). 

Bir diğer belirleyici faktör olarak jeopolitik, stratejiyi ve tehdit değerlen dirme lerini aynı ölçüde etkilemektedir. İki kutuplu yapının dağılmasıyla oluşan güvenlik boşlukları, coğrafya ile güvenlik ilişkisini bir kez daha gündeme taşımıştır. Coğrafya, askerî yeteneklerin tespitinde de önemli rol oynamaktadır. Bu kapsamda örneğin tankların doktrindeki kullanımı ile topografya arasında önemli bir bağıntı vardır. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı ile birlikte konvansiyonel muharebelerin vazgeçilmezi olan tanklar, tehdit paradigmalarındaki değişimden fazlasıyla etkilenmiştir. 

Smith’in tespitiyle (2006: 1-2), tankların tanklarla savaştığı, topçu ve hava 
kuvvetleri ile desteklenen zırhlı birliklerin manevra yaptığı ve tankların belirleyici unsur olduğu en son savaş, Golan Tepeleri ve Sina Çölü’ndeki 1973 Arap-İsrail Savaşı olmuş, o tarihten bu yana binlerce tank üretilmiş ve devletler tarafından satın alınmıştır. Öyle ki 1991 yılına gelinceye dek, NATO’nun 23 bin, Varşova Paktı’nın ise yaklaşık 52 bin tanka sahip olduğu tahmin edilmekteydi. Tanklar, 1991 ve 2003 Irak Savaşında, 2000 yılında Çeçenistan’da kullanılmaya devam etmiş; fakat konvansiyonel doktrinde öngörüldüğü şekliyle, harekâtta belirleyici faktör ve hedefi ele geçiren stratejik ihtiyat olarak kullanımı uzunca zamandır gerçekleşmemiştir. 

Elbette bu, gelecekte olmayacağı anlamına gelmemektedir. 

Günümüzde asimetrik tehditler ve bilhassa terörizmle mücadele, planlamacıların 
gündemini yoğun olarak işgal etmekteyse de, konvansiyonel bir savaş olasılığı 
da göz ardı edilmemelidir. Yüksek maliyetlerinden dolayı böylesi savaşların artık 
gerçekçi olmadığı ve güncelliğini yitirdiği iddiası 11 Eylül saldırıları ile birlikte 
güçlense bile, konvansiyonel savaş konseptinin tarihe karıştığını söylemek ihtiyatlı bir yaklaşım değildir. Uluslararası sistemin değişken dinamikleri, bu savaşları her zaman için mümkün kılmaktadır. 

Askerî planlamacıları bekleyen belirsizlikler; dost ve düşman unsurların, savaşın 
türünün ve zamanının belirlenmesidir. Tüm bu belirsizlikler içinde en zoru zamanlamanın kestirilmesi dir. Dost ve düşman unsurların tanımlanması, diplomasinin görece yavaş gelişen/dönüşen seyri nedeniyle daha kolaydır. Ne tür bir savaş ile karşılaşılacağını belirleyen temel etmen ise, çevresel faktörlerdeki değişim hızı olacaktır. 

(Toft ve Imlay, 2006: 1-2). Öyleyse geleceğe ilişkin öngörüler, bu hıza ayak 
uydurabilecek esneklik ve uyumluluğa sahip olmalıdır. Güvenlik ortamının doğasında var olan belirsizliğin düzeyi, öngörülere ve öngörülerle şekillenen hazırlık seviyelerine doğrudan etki etmektedir. Hazırlıksız yakalanmanın maliyeti ağırdır. Soğuk Savaş döneminde savaşılacak taraf(lar)ın ve dolayısıyla planların belli olması dahi, ABD’nin, Kore ve Vietnam gibi öngörülmemiş krizlerle baş etmek zorunda kalmasını engelleyememiştir. 

Günümüzde bazı savaş türleri, modası geçmiş gibi görünse de bunlar tarih sahnesinden tamamen çekilmemişler dir. Çatışma ortamlarını besleyen ve büyüten koşulların her zaman değişebileceğini hatırdan uzak tutmamak gerekir. Bu değişim gerçekleştiğinde, bugün “eski moda” olarak görülen savaşlar yeniden sahneye çıkabilecektir (Gray, 2005: 36; Biddle, 2004: 6). 

Çünkü gelecekte savaşların ne tür bir biçim alacağı kesin olarak hiçbir zaman bilinemeyecektir. En azından onlarla yüzleşinceye kadar... 

Kaynakça 

2015 National Security Strategy (2015). 
https://www.whitehouse.gov/sites/default/files/docs/2015_national_security_strategy.pdf    Adresinden alınmıştır. 

A Strong Britain in an Age of Uncertainty: The National Security Strategy (2010). 
https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file 
/61936/national-security-strategy.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Ankersen, C. (2014).The Politics of Civil-Military Cooperation: Canada in Bosnia, Kosovo, and Afghanistan, Hampshire: Palgrave Macmillan. 

Art, R. (1997). American Defense Policy, İçinde P. Hays ve diğerleri (Ed.), “To 
What Ends Military Power?”, London: The John Hopkins University Press. 

Biddle, S. (2004). Military Power: Explaining Victory and Defeat in Modern Battle, New Jersey: Princeton University Press. 

Creveld, M. (2005). The Oxford History of Modern War. İçinde C.Townsheld 
(Ed.), Technology and War II: From Nuclear Statement to Terrorism, New York: Oxford University Press. 

Davis, P. (1994). New Challenges for Defense Planning, Rethinking How Much 
is Enough. İçinde P.Davis (Ed.) Planning Under Uncertainty Then and Now: 
Paradigms Lost and Paradigms Emerging, RAND National Defense Research Institute. 

Davis, P.(2002).Analytic Architecture for Capabilities-Based Planning, Mission-
System Analysis, and Transformation, Santa Monica: RAND Corporation. 

Dixit, K.C. (2010). Sub-Conventional Warfare: Requirements, Impact and Way 
Ahead,Journal of Defence Studies, Vol.4, No.1, 120-134. 

Elekdağ, Ş. (1996). 2 ½ War Strategy, Perceptions,Mart-Mayıs 1996. 

French White Paper on Defence and National Security (2013). 
http://www.defense.gouv.fr/english/portail-defense (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Gray, S. (2005). Another Bloody Century,London: Weidenfeld&Nicolson. 

Gray, S. (2014). Strategy & Defence Planning: Meeting the Challenge of Uncertainty, New York: Oxford University Press. 

Heidelberg Institute for International Conflict Research (2015). Conflict Barometer 2014, 
http://www.hiik.de/en/konfliktbarometer/pdf/ConflictBarometer_2014.pdf     (Erişim: 18 Ocak 2015). 

İsen, G. (2004). ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya. İçinde T.Ateş 
(Ed.), Amerikan Birliğinin Irak Yazı-Turası: Gücün Gerçeği mi, Gerçeğin Gücümü?,Ankara: Ümit Yayıncılık. 

Japan National Security Strategy (2013). http://www.cas.go.jp/jp/ 
siryou/131217anzenhoshou/nss-e.pdf (Erişim: 22 Ocak 2015). 

Jervis, R. (1984). Strategy and Nuclear Deterrence. İçinde S.Miller (Ed.), Deterrence and Perception, New Jersey: Princeton University Press. 

Kaplan, R. (2013).The Revenge of Geography: What the Map Tells Us About Coming Conflicts and the Battle Against Fate, New York: Random House. 

Knight, A. (2008). Civil-Military Cooperation in Post-Conflict Operations: Emerging Theory and Practice. İçinde C.Ankersen (Ed.), Civil-Military Cooperation and Human Security, Abingdon: Routledge. 

Moskos, C. (2000). The Postmodern Military: Armed Forces after the Cold War. 
İçinde C.Moskos, J.A.Williams, D.R.Segal (Ed.), Armed Forces after the Cold 
War, New York: Oxford University Press. 

Russia’s National Security Strategy to 2020(2009). http://www.isn.ethz.ch/DigitalLibrary/Publications/Detail/?id=154915 
(Erişim: 20 Ocak 2015). 

Savunma Politikası veTürk Silahlı Kuvvetleri (Beyaz Kitap 93). (1993). Ankara: 
Milli Savunma Bakanlığı. 

Savunma Politikası veTürk Silahlı Kuvvetleri (Beyaz Kitap 2000).(2000). Ankara: Milli Savunma Bakanlığı. 

Schnabel, A. ve Krupanski, M. (2014). Evolving Internal Roles of the Armed Forces: Lessons for Building Partner Capacity, Prism, Vol.4, No.4, 119-137. 

Securing an Open Society: Canada’s National Security Policy (2004). http://publications.
gc.ca/collections/Collection/CP22-77-2004E.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Smith, R. (2006). The Utility of Force: The Art of War in the Modern World, London: Penguin Books. 

The National Security Strategy: Sharing a Common Project (2013). 
https://www.enisa.europa.eu/activities/Resilience-and-CIIP/national-cyber-se-
curity-strategies-ncsss/ES2_NCSS.pdf (Erişim: 27 Ocak 2015). 

Toft, M. ve Imlay T. (2006). The Fog of Peace and War Planning: Military and 
Strategic Planning Under Uncertainty. İçinde T.Imlay ve M.Toft (Ed.), Strategic 
and Military Planning Under the Fog of Peace, New York: Routledge. 

Townshend, C. (2005). The Oxford History of Modern War. İçinde C.Townsheld 
(Ed.), Introduction, New York: Oxford University Press. 

Türkiye’nin Savunma Politikaları ve Silahlı Kuvvetler’in Yapısı (Beyaz Kitap 1987).  (1987). Ankara: Milli Savunma Bakanlığı. 

White Paper 2006 on German Security Policy and the Future of Bundeswehr(2006). 
http://www.london.diplo.de/contentblob/1549496/Daten/78114/ 
German_security_defence_summary.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

White Paper on Defence and the Armed Forces of the Republic of the Bulgaria(2010). 
http://www.mod.bg/en/doc/misc/20101130_WP_EN.pdf 
(Erişim: 04 Ocak 2015). 

Wight, L. (2012). Airpower Dollars and Sense: Retjhinking the Relative Costs of 
Combat,Joint Forces Quarterly,66, 54-61. 

Winters, H., Galloway, G., Reynolds, W.J. ve Ryhne, D. (1998). Battling the Elements: Weather and Terrain in the Conduct of War, Baltimore: John Hopkins University Press. 

Worrell, M. (2011). Why Nations Go to War: A Sociology of Military Conflict, New York: Routledge. Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi 
İlkbahar-Spring 2015, Cilt/2, Sayı/No 6, 23-42 

***