Tunus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tunus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2020 Pazar

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 3

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE,  BÖLÜM 3




Şam Kurtuluş Tugayları-ŞKT (Ahrar El-Şam Tugayları): Esed rejimine 
karşı silahlı mücadele gerçekleştirmek amacıyla kurulmuş olan Şam Kurtuluş Tugayları, Selefi Cihad’ın Suriye’deki önde gelen çatı örgütlerindendir. 
Yayımladığı bildirilerde Özgür Suriye Ordusu’nun yanında savaştığını ancak 
komutasında olmadığını beyan eden ŞKT, tamamen bağımsız hareket etmektedir. 
ŞKT’ye bağlı askerler Suriye’nin genel olarak tüm bölgelerine dağılmış 
durumdadır. Ancak en güçlü oldukları bölge İdlib’dir. Tugay ilk etapta Suriye 
Ordusu ile girdiği çatışmalardan ele geçirdiği silah ve mühimmatlarla mücadelesini yürütmüştür. Şimdi ise Kuveyt başta olmak üzere Körfez ülkelerindeki zenginlerden yardım almaktadır. ŞKT çatısı altında birçok tugay bulunmaktadır. 
Bunlar, Ariha bölgesinde faaliyet gösteren Abbad El-Rahman Tugayı, 
Cebel-i Zaviye bölgesinde mücadele eden Sariyet El-Cebel Tugayı, Hama’da 
yer alan Selahaddin Tugayı, Cunud El-Hak Tugayı ve Furkan Tugayı’dır.20

Şam Kartalları Tugayı (Sukurul Şam Tugayı): Şam Kartalları Tugayı’nın 
Komutanı Cebel El-Zaviyeli Selefi olan Ahmet İsa el-Şeyh’tir. Şam Kartalları 
Tugayı, İdlib bölgesinde Suriye Ordusu’na yönelik bombalı eylemler gerçekleştirmektedir. 

Sukuru El-Şam Tugayı’nın hem fikri hem de altyapı bakımından 
Şam Kurtuluş Tugaylarına benzerliği vardır. Şam Kartalları Tugayı’nın 
merkezi İdlib olmakla birlikte bu grubun İdlib dışında da birlikleri bulunmaktadır. 

Şam Kartalları’na bağlı olarak Halep’te Şüheda Birliği ve Şam’da Ammar 
Bin Yasir Birliği oluşturulmuştur. Tugayın 3 binden fazla savaşçısı vardır. 
Şam Kartalları Tugayı, siyasi ve askeri yardımlarını Kuveyt, Suudi Arabistan 
ve Bahreyn’den almaktadır.21

3. Krizin Bölgesel Etkileri

Suriye’de iç savaş halini alan kriz, ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar doğurmaya 
başlamış, Orta Doğu’da bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa ve nüfuz  mücadelesi ne dönüşmüştür. Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden, Lübnan’ın istikrarını zedeleyen kriz, Körfez ülkelerinin İran kaynaklı kaygılarını artırırken, Tahran’ı Arap dünyasındaki tek müttefikini kaybetme olasılığı ile karşı karşıya bırakmıştır. Esed rejiminin Türkiye topraklarına yönelik kaza olarak değerlendirilen saldırıları, PKK/KCK terör örgütüne ülkenin kuzeyinde hareket alanı açması ve Suriye’nin parçalanma ihtimali Ankara’yı tedirgin etmektedir. 

Esed iktidarının krizi ülke sınırları dışına taşıma gayesiyle Lübnan’daki 
hassas dengeleri bozabilecek kışkırtıcı eylemlere yönelmesi Beyrut’ta endişe 
uyandırmaktadır. İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii jeopolitiği stratejisi doğrultusunda krize Esed rejimi yanında müdahil olması Körfez ülkelerini rahatsız etmiştir. Suriye’nin İran’ın tek müttefiki olması ve Tahran’ın Esed rejimini koşulsuz desteklemeye devam etmesi ise krizi bölgesel düzeyde bir anlaşmazlığa mahkûm etmiştir. Suriye’de çıkmaza giren kriz, Orta Doğu’da 
Esed iktidarının devamı ve sona ermesi yönünde iki yaklaşımın öne çıkmasına 
yol açmış, bu yaklaşımları savunan devletler arasında rekabet doğurmuştur.

Suriye krizinin sona ermesi için Esed rejiminin devamını gerekli gören ve 
Suriye’deki ayaklanmaya terörizm nazarıyla bakan birinci yaklaşımı temelde 
İran desteklemektedir. Esed rejiminin ayakta kalması için siyasi, ekonomik 
ve askeri imkânlarını seferber eden İran, Irak’taki Maliki iktidarını ve 
Hizbullah’ı aynı doğrultuda yönlendirmektedir. Tahran, Suriye’deki silahlı 
isyan hareketini (Esed iktidarı ile birlikte) terörizm olarak nitelemekte ve muhalif unsurlara destek sağlayan devletleri tehdit etmektedir. Kriz sürecinde 
İran’ın tutumunun giderek sertleştiği, muhalefet hareketine destek sağlayan 
ülkelere yönelik örtülü mücadelelere yöneldiği ve Esed rejimine daha güçlü 
destek verdiği gözlemlenmiştir. İran Türkiye’ye karşı PKK/KCK terör örgütünü 
tekrar desteklemeye, üst düzey askeri ve siyasi yetkililerin demeçleri 
aracılığıyla Türkiye’yi tehdit etmeye, Bağdat yönetimini Ankara aleyhinde 
yönlendirmeye, Suudi Arabistan ve Bahreyn’deki Şii nüfusu da ayaklanmaları 
için tahrik etmeye başlamıştır. Kriz sürecinde Esed rejimine bu denli güçlü ve 
riskli biçimde destek vermesi İran’ın Orta Doğu stratejisinde Suriye’yi merkezi 
bir konuma yerleştirdiğini ve müttefiki Baas iktidarının ayakta kalmasını 
kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirdiğini göstermektedir.

İran, bölgede kurmaya çabaladığı Şii jeopolitiği hattında Nusayri azınlığın denetimindeki Suriye’nin hayati bir aktör olduğunu değerlendirmekte, Şam’da 
Sünni ağırlıklı bir hükümetin iktidara gelmesi durumunda Şii hilali projesinin 
başarısız olacağını öngörmektedir. İranlı karar mercileri, Esed rejiminin devrilmesiyle Tahran’ın İsrail’e karşı başvurabileceği dinamiklerin önemli ölçüde 
zayıflayacağını değerlendirmektedir. Esed iktidarının devrilme ihtimali aynı 
zamanda İran’daki mevcut rejimin beka kaygısını artırmakta, Tahran’da, bölgedeki rejim değişikliklerinde sıranın İran’a geldiği yönünde bir tedirginlik 
hâsıl etmektedir.

İran’ın Suriye’deki krize Esed rejimi lehinde müdahil olması, Tahran’ın Şii 
hilali projesi bağlamında değerlendirilmelidir. Nüfuz alanını Şiilik vasıtasıyla 
genişletmeye çalışan İran, Orta Doğu ülkelerindeki Şii topluluklar üzerinde 
özellikle eğitim yoluyla etki sahibi olmaya çabalamaktadır. Saddam sonrası 
Irak üzerinde nüfuz sahibi olan İran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah eksenindeki Şii 
unsurlardan bir stratejik hat meydana getirmeye çalıştığı gözlemlenmektedir. 
Nitekim Suriye krizinde Esed rejimine sağlanan destekte İran-Irak-Hizbullah 
eşgüdümü Şii hattının Tahran’ın yönlendirmesiyle birlikte hareket edebileceğini 
göstermiştir. Nusayri azınlığın denetiminde ve Baas iktidarının tekelindeki 
Suriye bu hatta kritik bir konumda yer almakta, İran’ın Lübnan’daki 
Hizbullah’la bağlantısında koridor işlevi görmektedir. Dolayısıyla, Esed rejiminin 
devrilmesi Tahran’ın Bağdat-Şam-Hizbullah hattındaki Şii hilali projesinin 
başarısızlığa uğraması anlamına gelmektedir.

İran’ın Esed rejimine sağladığı destek, Tahran’ın İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikleri muhafaza etme hedefiyle de açıklanabilir. Suriye’nin 
İsrail ve Filistin’e coğrafi yakınlığı bu ülkeyi İran nezdinde değerli kılmaktadır. 
İran, İsrail’e karşı desteklediği Hizbullah’a tedarik ettiği askeri malzemeleri 
Suriye üzerinden Lübnan’a ulaştırmaktadır. Tahran, İsrail’e karşı mücadele 
eden Filistinli unsurlarla Suriye topraklarında irtibat sağlamakta, ABD-
İsrail cephesine karşı “direniş cephesi”ne önderlik etmeye çalışmaktadır. İran 
böylece İsrail’e karşı harekete geçirebileceği dinamikler elde etmekte, Orta 
Doğu’da İsrail karşıtlığına dayalı dış politika çizgisinden temin ettiği itibarı 
korumaktadır. Esed rejiminin devrilmesi, İran’ın İsrail karşısındaki ve İsrail-
Filistin ihtilafındaki konumunun zayıflaması sonucunu doğurabilir.

Suriye’de Esed iktidarına karşı ortaya çıkan muhalefet hareketi, İran’daki 
mevcut rejimin beka kaygısının nüksetmesine yol açmıştır. Tahran, Suriye 
krizi kullanılarak İran’ın yıpratılmaya çalışıldığını ve nihai hedefin aslında 
İran olduğunu iddia ederek Esed rejiminin geleceğiyle İran’daki rejimin akı
beti arasında bağlantı kurmaktadır. Nükleer programından dolayı uluslararası 
yaptırımlara ve tecride maruz kalan İran, bölgedeki tek müttefiki Suriye’de 
muhtemel bir iktidar değişimini kendi rejiminin bekasıyla ilişkilendirmektedir. 
İran, dış politika ufkuna yön veren “kendisine karşı dış müdahale korkusunun” 
da etkisiyle Esed rejiminin devrilmesinin ardından sıranın kendisine 
gelebileceği yönünde ciddi kaygılar beslemektedir.

Orta Doğu’da İran dışında Lübnan’daki Hizbullah’ın ve Irak’taki Maliki iktidarının 
Esed rejiminin devamını savunan aktörler olduğu gözlemlenmektedir. 
Hizbullah, Suriye’deki muhalefet hareketinin büyük bir komplo olduğunu 
ve Esed iktidarının ülkedeki halk ayaklanmasıyla mücadele ederken aslında 
ABD ve İsrail’e karşı bir savaş yürüttüğünü iddia etmektedir. Hizbullah, Suriye 
krizinde muhalefet hareketine karşı İran’la birlikte Baas rejimine somut 
destek vermektedir. Esed rejimine bağlı paramiliter birliklere eğitim sağlayan 
Hizbullah militanları, rejimle eşgüdüm sağlayarak muhalif unsurların bulunduğu 
hedeflere saldırılar düzenlemiştir.

Irak’taki Maliki iktidarı ise Suriye’deki halkın taleplerinin dikkate alınması 
gerektiğini beyan etmekle birlikte krizin sona ermesine dönük bir dış müdahaleye itiraz etmektedir. Bağdat, Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya aldığı kararda çekimser kalmış, Suriye’ye karşı başlatılan ekonomik yaptırımlara karşı çıkmıştır. İran’ın Suriye’ye silah sevkiyatına da Irak hava sahasını açan 22 Bağdat, Esed rejiminin devamını zımnen desteklemektedir. Maliki iktidarının krizin ilk dönemlerinde Suriye halkının reform taleplerine olumlu bakışı öne çıkarken, daha sonra giderek Esed rejimi yanlısı çizgiye yaklaşmasının İran’ın etkisiyle olduğu değerlendirilmektedir.

Bölgede Suriye krizinin çözümlenmesi için Esed rejiminin son bulması yönündeki ikinci yaklaşımı başta Suudi Arabistan ve Katar olmak üzere Körfez 
ülkeleri, Arap devletlerinin çoğunluğu ve Türkiye savunmaktadır. İkinci 
yaklaşımı savunan bölge ülkelerinin farklı nedenlerle bu tercihe yöneldiği ve 
Esed rejiminin devrilmesi yönünde değişik düzeylerde destek verdiği belirtilmelidir. 

Suudi Arabistan ve Katar, krizde Esed rejimine nispeten hızlı bir 
şekilde karşı tavır almış, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) aracılığıyla ve Arap 
Birliği nezdinde diplomatik girişimlerde bulunmuş ve muhalefetin silahlandırılmasında önemli rol oynamıştır. Diğer Arap devletleri ise Suriye’deki halk hareketini ve Esed rejiminin devrilmesini desteklemekle birlikte, bu istikamette daha çok diplomatik yöntemlerin işletilmesinden yana tutum geliştirmiştir. Türkiye ise krizin ilk aylarında reform çağrıları yaptıktan sonra Suriye muhalefetinin tanınmasına zemin hazırlamış, Esed rejiminin sona ermesi yönünde irade göstermeye başlamıştır.

İran-Suriye arasında 1979 Devrimi sonrasında gelişen ve 2000’li yıllarda ittifak 
niteliği kazanan ilişkiler başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap devletlerinin 
tepkisini çekmiş, Suriye’nin Arap dünyası ile münasebetleri genel olarak 
soğuk seyretmiştir. Tahran yanlısı dış politikasından ötürü Arap dünyasının 
Şam yönetimine karşı sürdüre geldiği tepkisel tutum, Arap devletlerinin Suriye 
krizindeki tutumunun anlaşılmasında dikkate alınmalıdır. Nükleer programının 
tedirginlik doğurduğu bir dönemde İran’ın Orta Doğu’daki Şii unsurlar üzerinden bölgesel bir nüfuz stratejisine yönelmesi, Arap devletlerinin Esed rejimi aleyhindeki halk hareketine bakışında etkili olmuştur. Esed iktidarına karşı gelişen muhalefet hareketi Arap dünyasında olumlu karşılanmış, Suriye’ deki mevcut rejimin değişmesi gerektiği yönündeki yaklaşım, özellikle Körfez ülkeleri tarafından belirgin biçimde desteklenmiştir. Nitekim Esed rejiminin  devrilmesiyle İran’ın Suriye ve Lübnan üzerindeki nüfuzunun önemli 
ölçüde zayıflayacağı ve Suriye’nin Arap dünyasıyla yakınlaşacağı öngörülmekte dir. Suriye krizi sürecinde Körfez ülkelerinin tutumu iki aşamada değerlendirilebilir. 
Ortak bir tutumun henüz geliştirilmediği birinci aşamada Körfez ülkeleri 
Esed iktidarına reform çağrıları yapmış, krizin çözümüne yönelik destek 
sözleri vermiştir. 2011 yılının Mayıs ayı içinde Suudi Arabistan Kralı, Kuveyt 
Emiri ve Bahreyn Emiri Esed’i bizzat arayarak ülkedeki krizi çözmek için 
destek olacaklarını bildirmişlerdir. İktidarlar tarafından gerçekleştirilen bu 
çağrılarla aynı dönemde El-Cezire ve El-Arabiye gibi Körfez merkezli televizyonlar Suriye’de halkın talep ve beklentilerini dünya kamuoyuna duyurmuştur. 

Körfez ülkelerinin Suriye halkının demokratik hak ve özgürlük taleplerine cevap 
verilmesi gerektiği yönündeki çağrısı, Esed rejiminin kitlesel gösterileri silahlı kuvvetle bastırma yoluna gitmesiyle değişmeye başlamıştır. 
İran ve Hizbullah’ın krize Esed rejimi lehinde müdahale etmesi Suriye krizinin 
Körfez ülkeleri tarafından mezhepsel bir mücadele olarak algılanması 
sonucunu doğurmuştur. Suriye ordusunun 31 Temmuz 2011 tarihinde 139 
kişinin ölümüne yol açan Hama saldırısının ardından Körfez ülkeleri Beşşar 
Esed’in iktidarı terk etmesi gerektiğini aleni biçimde zikretmeye başlamıştır.23

2011 yılının Ağustos ayından itibaren Körfez ülkelerinin Suriye krizine yaklaşımında ikinci aşamaya girildiği ifade edilebilir. İkinci aşamada Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirilmiş, Suriye krizinin bir Arap Gücü müdahalesiyle çözülebileceği ve muhalefetin desteklenmesi gerektiği savunulmuştur. Bu dönemde Katar’ın açıkladığı önerilerin Körfez ülkelerinin ortak tavrında etkili olduğu belirtilmelidir. Arap Gücü’nün Suriye’ye gönderilmesini teklif eden Katar, Suriye’de yardımların gerekli yerlere ulaştırılması, güvenli bölge oluşturulması ve taraflar arasında ateşkesin takip edilebilmesi için Arap devletlerinin teşkil edeceği askeri bir görev gücünün elzem olduğunu beyan etmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’deki insan hakları ihlallerini kınayan ve şiddetin sona erdirilmesi çağrısında bulunan ilk karar tasarısının Rusya ve Çin tarafından veto edilmesinin ardından da Katar, uluslararası topluma Suriye muhalefetine silah desteği vermesi için çağrıda bulunmuştur.24

Körfez ülkeleri, Esed rejiminin sona ermesi gerektiği yönündeki yaklaşımı 
Körfez İşbirliği Konseyi aracılığıyla Arap Birliğine taşımış, diğer Arap ülkeleriyle 
ortak hareket etmeyi hedeflemiştir. Bu girişim neticesinde Arap Birliği 
Esed rejimine karşı ortak bir tavır geliştirmiş, Suriye krizini çözüme kavuşturabilecek bir plan hazırlamıştır. Beş maddeden oluşan çözüm planı; taraflar arasında derhal ateşkes ilan edilmesini ve Suriye ordusunun kentlerden 
çekilmesini, tutukluların serbest bırakılmasını, anayasa düzenlemelerini de 
kapsayan siyasi reformların yapılmasını, Esed rejimi ile muhalifler arasında 
ulusal diyalog görüşmelerinin başlatılmasını ve Arap Birliği’nin çözüm planı 
sürecini incelemek üzere Şam’da temsilci bulundurmasını şart koşmuştur. Hazırlanan çözüm planını gündeme alarak 16 Ekim 2011’de Mısır’da toplanan 
Arap dışişleri bakanları, planın uygulanması için Esed iktidarına ilk etapta 15 
gün süre tanımış, Arap Birliği içinde Katar başkanlığında Suriye meselesiyle 
ilgilenecek bir komisyon oluşturulmasını kararlaştırmıştır.25

16 Ekim toplantısının ardından, Arap Birliği’nin tayin ettiği Katar başkanlığındaki 
heyet Beşşar Esed’le bir görüşme gerçekleştirmiş, 30 Ekim’de Suriye, 
Birliğin çözüm planına riayet edeceğini taahhüt etmiştir. 2 Kasım 2011 tarihinde 
ise Arap Birliği ve Suriye’nin imzaladığı anlaşma ile Esed rejimi şiddetin 
sona erdirilmesi, siyasi tutukluların serbest bırakılması ve ordunun kentlerden 
çekilmesini kabul etmiştir. Ancak Esed rejiminin taahhüt ettiği halde çözüm 
planını uygulamaması ve kitlesel muhalefet gösterilerine karşı silahlı kuvvet 
kullanmaya devam etmesi Birliğin politikasını değiştirmiştir. Arap Birliği, 
Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırımları tartışmaya başlamış ve 
12 Kasım 2011 tarihinde Suriye’nin üyeliğini askıya almıştır. Lübnan, Suriye 
ve Yemen’in ret oyu kullandığı, Irak’ın ise çekimser kaldığı oylamada karar, 
lehte kullanılan 18 oy ile kabul edilmiş, 16 Kasım’da yürürlüğe girmiştir.

Arap Birliği, 27 Kasım’da çözüm planına söz verdiği halde riayet etmeyen ve 
Suriye’nin üyeliğinin askıya alınması kararına rağmen işbirliğine yanaşmayan 
Esed rejimine karşı siyasi ve ekonomik yaptırım kararı almıştır. Yaptırım kararının ardından Birlik, Suriye’ye Arap gözlemciler gönderilmesi için yeni bir girişim başlatmış, Irak’ın arabuluculuğunda Esed rejimiyle Kahire’de bir protokol imzalamıştır. İmzalanan protokol uyarınca Suriye’ye gönderilen Arap 
gözlemcilerin sadece Esed rejiminin müsaade ettiği bölgelere gidebilmesi ve 
dünya kamuoyuna rejim yanlısı mesajlar vermesi bu girişimden de netice alınmasını engellemiştir. Suudi Arabistan’ın gözlem görevinden finansal desteğini çekmesinin ardından diğer Körfez ülkeleri de Suriye’deki gözlemcilerini 
geri çekmiş, Birliğin gözlemci girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Çözüm planı ve gözlemci girişimi denemelerinin ardından Arap Birliği’nin 
Esed rejimine yönelik tutumu değişmiş, Birlik Suriye muhalefetiyle görüşmeye 
başlamış ve Arap devletlerinde krizin Beşşar Esed’in iktidardan ayrılmasıyla 
çözülebileceği kanaati yaygınlaşmıştır. Nitekim iki girişimde de Esed rejimi çözüm önerilerine sıcak baktığını beyan etse de uygulamaya geçmemiş, 
muhalefet gösterilerini şiddetle bastırmaya devam etmiştir. Esed iktidarı, Arap 
Birliği’nin çözüm girişimleri sırasında önerilere müspet cevap vererek zaman 
kazanmış, Arap devletlerinin muhalefet hareketine sağlayabileceği desteği 
mümkün mertebe geciktirmiştir. Diğer taraftan ise Arap Birliği’nin Suriye 
krizine çözüm getirme arayışları krizin bölgesel düzeyden küresel düzeye 
taşınmasına zemin hazırlamıştır. Suriye krizi böylece Arapların iç meselesi 
olmaktan çıkmış, Birleşmiş Milletler’e intikal etmiştir.

Kriz, 2012 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı’nın gündemine de gelmiştir. 15-16 
Ağustos 2012 tarihlerinde Mekke’de düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı’nın 
4. Olağanüstü Zirvesi’nde Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır. 26 Mart 
2013’te Doha’da düzenlenen Arap Birliği zirvesinde ise Suriye’nin koltuğu 
muhalefet hareketine verilmiştir. Bu gelişmenin ardından Suriye Geçici Hükümeti Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. 

Arap devletleri arasında Suriye muhalefetine destekte Körfez ülkelerinin, 
Körfez ülkelerinden de Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıktığı görülmektedir. 
Suudi Arabistan ve Katar’ın öne çıkmasında bu ülkelerin sahip olduğu sermaye 
gücü ve uluslararası düzeyde etkili basın-yayın organlarının belirleyici 
olduğu ifade edilebilir. Mısır’ın Mübarek sonrası dönemdeki siyasi dönüşüm 
süreciyle meşgul olması ve iki ülkenin Körfezdeki Şii-Vehhabi rekabetinde 
taraf olmasının da Riyad ve Doha’yı öne çıkardığı değerlendirilebilir. İki ülke 
gerek Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ve Arap Birliği vasıtasıyla gerekse tek 
taraflı girişimlerle Suriye krizine Esed rejimi karşısında müdahil olmuştur. 
Muhalefete finansman tedarikinin yanında doğrudan askeri destek de temin 
ettiği basına yansıyan Suudi Arabistan ve Katar, Suriye’deki değişim sürecinde 
etkili olmayı hedeflemekte, ülkedeki Selefi unsurları güçlendirmeye çalışmaktadır.

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 2

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE,  BÖLÜM 2



Konsey çatısı alında gerçekleştirilen birlikteliğe rağmen Suriye muhalefeti 
içindeki görüş ayrılıkları devam etmiştir. Suriye Ulusal Konseyi’ni teşkil 
eden dini eğilimli gruplar, laikler, liberaller ve Kürtler arasında ortak bir tutum 
sağlanamamış, Konsey’de Müslüman Kardeşler’in çoğunlukta olması eleştirilmiştir. 
Konsey içindeki fikir ayrılıkları ve takip edilecek strateji konusundaki 
yaklaşım farklılıkları Esed iktidarının elini güçlendirmiştir. 
Suriye Ulusal Konseyi liderliğindeki muhalefet hareketi içindeki birlik sorunu ve anlaşmazlıklar, uluslararası toplumda Konsey’in Esed sonrası süreci yönetebileceği izlenimi oluşmasını engellemiştir. Suriye muhalefetinin içerisinde yer alan gruplar Esed iktidarının devrilmesinde izlenecek yöntem konusunda anlaşmazlık yaşamıştır. Suriye Ulusal Konseyi çizgisindeki unsurlar Esed rejiminin dış müdahaleyle sona erdirilmesini hedeflerken, Suriye içerisinde Esed 
yönetimiyle birebir çarpışan muhalifler Baas rejiminin dış müdahale olmadan 
kendi güçleriyle devrilebileceğini öngörmüştür. 

Diğer taraftan yurtdışındaki muhalefetle Suriye halkı arasında bir koordinasyon 
eksikliği yaşanmıştır. Suriye Ulusal Konseyi üyeleri uzun süredir yurtdışında 
bulunduğundan dolayı halk ile doğrudan bağlantı kurmakta ve halkın 
isteklerini anlamakta güçlük çekmiştir. Suriye’de halkın talebi sadece özgürlük 
ve demokrasi ile sınırlı değildir. Halk, özgürlük ve demokrasi talep ettiği 
nispette sosyo-ekonomik şartlarının geliştirilmesini, refah düzeyinin yükseltilmesini beklemektedir. Halk, Esed rejiminin devrilmesiyle ülkedeki devlet kurumlarının yıkılmaması gerektiğine inanmakta, Irak’taki sürecin Suriye’de tekerrür etmesini istememektedir.

Suriye Ulusal Konseyi, Suriye’deki süreçle ilgili dünya kamuoyunu yönlendirme de zayıf kalmıştır. Konsey, halka karşı şiddete başvurmasından dolayı Esed’in iktidarı bırakması gerektiği mesajını uluslararası topluma yeterince ulaştırama mış, Esed rejiminin muhalefet aleyhinde yürüttüğü propagandaya karşılık aynı düzeyde bilgilendirme kampanyası gerçekleştirememiştir. Suriye Ulusal Konseyi başta Türkiye olmak üzere ABD, Avrupa ve Arap ülkeleri tarafından Suriye’nin tek muhalif temsilcisi olarak resmen tanınmış olsa da, Konsey’in Esed sonrası döneme geçiş sürecini yönetebilecek düzeyde etkili olduğunu uluslararası kamuoyuna ifade edemediği gözlemlenmiştir.

Suriye Ulusal Konseyi liderliğindeki muhalefet hareketi içinde ortaya çıkan 
bölünmüşlüğün uluslararası toplumun Suriye krizi ile ilgili net bir tavır alamamasında etkili olduğu ifade edilebilir. Suriye’ye askeri müdahale, insani yardım koridoru, tampon bölge oluşturma ve diğer seçenekler konusunda dünya 
kamuoyundaki mevcut kararsızlık kısmen muhalefet hareketi içindeki birlik 
sorunuyla ilişkilendirilebilir. Nitekim muhalefeti yönlendiren güçlü bir liderin 
olmayışı da dünya kamuoyunun bu kararsızlığını pekiştirmiş, muhalefete bir 
bakıma kuşkuyla bakılmasına yol açmıştır.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton 2 Kasım 2012 tarihindeki Hırvatistan 
gezisi sırasında yaptığı açıklamada, Suriye Ulusal Konseyi’nin tek başına 
Suriye’yi temsil etmediğini, Kürtlerin ve Nusayrilerin de temsil edildiği geniş 
katılımlı bir muhalefet yapısı oluşturulması gerektiğini ifade etmiştir. Clinton 
ülke içinde Esed rejimine karşı savaşan insanları temsil edebilecek daha etkili 
bir muhalefet cephesinin teşkil edilmesi gerektiğini, bu kapsamda Suriye Ulusal 
Konseyi’nin yeniden yapılandırılması gerektiğini beyan etmiştir.

Suriye Ulusal Konseyi böyle bir gündemle 4-7 Kasım 2012 tarihleri arasında 
yeni başkanını ve yönetim kurulunu seçmek ve üye sayısını artırarak temsil 
niteliğini güçlendirmek amacıyla Doha’da bir kongre gerçekleştirmiştir. 
Katar’ın teşebbüsüyle düzenlenen Doha Kongresi’nde ilk aşamada Suriye 
Ulusal Konseyi başkanlığına Hıristiyan asıllı George Sabra seçilmiştir. 
Kongre’de daha sonra Konsey’in kapsamının genişletilmesi ve uluslararası 
toplumun desteğinin daha çok sağlanması hedefi gündeme alınmıştır. Toplantı 
sonucunda muhalefet kendi içinde yaşadığı anlaşmazlıkların ve çekişmelerin 
kısmen de olsa üstesinden gelmiş ve 11 Kasım’da “Suriye Devrimi ve Muhalefet 
Güçleri Ulusal Koalisyonu” adı altında Suriye’deki tüm kesimlerden 
oluşan yeni bir muhalefet çatısı kurulmuştur.9

Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu (SMDK) başkanlığına 
din adamı Ahmed Miaz El-Hatib, başkan yardımcılığına Riyad Seyf ve 
Sehir Atasi getirilmiştir. Koalisyon’da Suriye Ulusal Konseyi dışında Suriyeli 
Türkmenler ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin üçer üye ile temsili sağlanmış 
ve kadınların %15 oranında temsil edilmesi kararlaştırılmıştır. Yeni 
Koalisyon’da ayrıca Suriye’nin on dört vilayetinden yerel temsilcilerin bulunması, iç ve dış muhalefet arasındaki koordinasyon eksikliğinin giderilmesi 
açısından önem arz etmektedir. Koalisyon, Suriye’deki devrim hareketinden 
%33, siyasi oluşumlar ve kitlelerden %45 oranında katılım sağlayarak toplamda 
400 üyeye ulaşmıştır.10

Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu, kuruluşunun ardından 
bir bildiri yayımlamış, Koalisyon’un çatısı altındaki muhalif gruplar arasında 
sağlanan uzlaşmayı dünya kamuoyuna duyurmuştur. Uzlaşma sağlanan 
hususlardan bazıları aşağıda sıralanmıştır.

• Doha toplantısında hazır bulunan Suriye Ulusal Konseyi ve diğer muhalif gruplar Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu’nun teşkil 
edilmesi konusunda anlaşmıştır. Koalisyon’un üyeliği bütün Suriyeli muhalefet gruplarına açıktır.
• Koalisyon, herhangi bir şekilde rejimle diyaloga girmeyecektir.
• Koalisyon, devrimin ortak askeri konseylerini destekleyecektir.
• Koalisyon uluslararası arenada tanındıktan sonra Geçici Suriye Hükümeti’ni kuracaktır.11

Koalisyon, kuruluşunun ardından Türkiye, Körfez ülkeleri, Arap Birliği, 
ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmıştır. 

Koalisyon’un Konsey’in durumuna düşmemesi için önümüzdeki süreçte ülke içinde Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren unsurların güvenini kazanması önem arz etmektedir. Ülke içindeki silahlı unsurların tek çatı altında toplanması ile Suriye muhalefeti, uluslararası toplumun güvenini kazanabilecek ve Batılı ülkelerin desteğini temin edebilecek konuma gelebilir. 
Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Koalisyon Esed sonrası dönem için ortak 
bir politik vizyon üzerinde mutabakata varmazsa yeniden parçalanma riskinden 
kurtulamayacak ve dolayısıyla Koalisyon’un etkili bir muhalefet gerçekleştirmesi 
mümkün olamayacaktır.

Mart 2013’te Suriye Devrimi ve Muhalefet Güçleri Ulusal Koalisyonu başkanlığından istifa eden El-Hatib’in yerine George Sabra getirilmiş, Koalisyon 
üyeleri Geçici Hükümeti kurmak için İstanbul’da bir araya gelmiştir. 62 koalisyon üyesinin oy kullandığı seçimlerde Gassan Hito, 35 üyenin oyunu alarak Geçici Hükümetin Başbakanı olmuş, Koalisyon’un sözcüsü ve muhalefetin 
önde gelen isimlerinden Velid Bunni ise dış güçlerin Hito’yu kendilerine dayattığını ifade etmiştir.12 8 Temmuz 2013 tarihinde Gassan Hito görevinden 
istifa ettiğini açıklamış, İstanbul’da tekrar bir araya gelen Koalisyon üyeleri 
Ahmet Asi El-Carba’yı yeni lider olarak seçmiştir.

2.1.1. Suriye Kürt Ulusal Konseyi

Esed iktidarı kriz sırasında ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda bulunan Kürt 
nüfusun muhalefet hareketine katılmasını önlemek maksadıyla 7 Nisan 2011 
tarihinde 300 bin civarında kimliksiz Suriyeli Kürt’e vatandaşlık vermiştir. 
Esed rejiminin bu adımı, Suriyeli Kürtlerin halk hareketine katılıp katılmama 
konusunda tereddüt etmesine yol açmış, Kürtler muhalefet içinde yer almak 
konusunda fikir ayrılıkları yaşamıştır. Böyle bir konjonktürde Kürt aktivistler, 
Suriye Ulusal Konseyi’nin Kürtlerin taleplerini göz ardı ettiği gerekçesiyle 
Kürt Ulusal Konseyi adlı farklı bir yapılanmaya gitmiştir. Suriye Kürt Ulusal 
Konseyi, Dr. Abdulhekim Beşar başkanlığında 26 Ekim 2011 tarihinde Erbil’ de Mesud Barzani’nin desteği ile kurulmuştur.13

Kürtler, Esed sonrası Suriye’nin kuzeyinde özerklik ve Kürt milli kimliğinin 
anayasal olarak tanınması taleplerini ileri sürerek Suriye Ulusal Konseyi çatısına 
dâhil olmamıştır. Kürtlerin bu konudaki tutumunun ardında iki temel nedenin yattığı değerlendirilmektedir. Birinci neden, Kürtlerin Suriye Ulusal Konseyi’ne dâhil oldukları takdirde kendilerini uluslararası topluma tanıtmakta 
zorlanacakları ve Konsey içinde Kürt kimliğinin arka planda tutulacağı 
yönündeki kaygılarıdır. İkinci sebep ise Suriyeli Kürtlerin kuzey Irak’taki gibi 
bir özerklik kazanma arzusudur. Ağırlıklı olarak ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan Kürtlerin Suriye nüfusu içindeki oranı %8-10 civarındadır. Kürtler, Nusayrilerden sonra ülkenin en büyük azınlığı konumundadır. Kuzey Irak’taki 
yapıya benzer bir özerklik fikrine sıcak bakan Suriyeli Kürtler, bu nedenlerle 
Suriye Ulusal Konseyi ile aynı çatı altında Esed yönetimine karşı mücadele 
vermeyi kabul etmemiş, Konsey’in toplantılarına katılmamıştır. Dolayısıyla 
Suriye’deki krizin belirsizliği de göz önünde bulundurulduğunda Kürtlerin diğer 
muhalif unsurlarla tek çatı altında toplanması beklenmemektedir.

Bütün bu gelişmeler ışığında Erbil’de Dr. Abdulhekim Beşar başkanlığında kurulan Kürt Ulusal Konseyi’ne Mayıs 2012’de Suriyeli Kürt partiler de katılmaya başlamıştır. Konsey’e ilk etapta katılan Suriyeli Kürt partiler ve liderleri aşağıda sıralanmıştır. 


• Suriye Kürt Demokratik Partisi - Dr. Abdulhekim Beşar
• Kürt Demokratik Partisi - Nasrettin İbrahim
• Suriye Kürt Demokratik Ulusal Partisi - Tahir Safok
• Kürt Demokratik Eşitlik Partisi - Aziz Davud
• Kürt Demokratik İlerleme Partisi - Hamit Derviş
• Kürt Demokratik Birlik Partisi - Şeyh Ali
• Suriye Kürt Birlik Partisi - İsmail Hamu
• Kürt Özgürlük Partisi - Mustafa Osu
• Suriye Kürt Özgürlük Partisi - Mustafa Cuma
• Suriye Demokratik Kürt Partisi - Şeyh Cemal
• Kürt Solcu Partisi - Muhammed Musa
• Kürdistan Birliği Partisi - Abdulbasıt Hamo
• Kürt Demokratik Partisi - Abdurrahman Aluci
• Kürdistan Demokratik Partisi - Yusuf Faysal
• Kürt Demokratik Uzlaşı Partisi - Neşat Muhammed
• Suriye Kürt Solcu Partisi - Salih Cadu14

2003 yılında Suriye’nin kuzeyinde PKK tarafından kurulan PYD, 11 Temmuz 
2012 tarihinde Mesud Barzani liderliğinde kuzey Irak’ın Erbil kentinde toplanan 
Suriyeli Kürt muhalefet partileriyle anlaşarak Kürt Ulusal Konseyi’ne 
katılmıştır. PYD, Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürdistan 
hedefiyle faaliyet gösteren PKK/KCK terör örgütünün Suriye kolu olarak 
hareket etmektedir. Esed yönetimi, Türkiye’nin Suriyeli muhalefete destek 
vermesine karşılık Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda Kürtlerin yoğun olarak 
yaşadığı bölgeleri çatışmaya girmeden PKK/KCK terör örgütü güdümündeki 
PYD’ye bırakmıştır. Terör örgütü Esed rejiminin sağladığı serbestlikle 
PYD’yi Suriye’nin kuzeyinde etkili bir aktöre dönüştürmüş, Halkçı Koruma 
Birlikleri adı altında PYD’nin askeri kanadı statüsünde silahlı bir yapı teşkil 
etmiştir. PYD, PKK/KCK’nın bölgesel hedefleri çerçevesinde Suriye’deki 
Kürtlerin muhalefet saflarına katılmasını engellemeye çalışmış, Esed iktidarına 
karşı gösteri düzenleyen Kürtleri şiddet kullanarak bastırma yoluna gitmiştir. 
Silahlı gücü sayesinde diğer Kürt partilerine göre ülkenin kuzeyinde 
baskın konuma gelen PYD’nin Baas rejimine muhalefet eden Suriyeli Kürt 
aşiret liderlerine de saldırılar düzenlediği basına yansımıştır. 

2.2. Askeri Yapılanma

Suriye’deki halk hareketi, Esed rejimine karşı ilk etapta tamamen silahsız ve 
reformcu bir halk kitlesinin girişimi olarak başlamıştır. Halk Cuma namazlarından sonra “Özgür Suriye” sloganını atarak Esed’in reform yapması için sokaklara dökülmüş, kitlesel gösteriler düzenlemiştir. Ancak Suriyeli göstericiler, Esed rejimine bağlı güvenlik güçlerinin şiddetli saldırısına maruz kalınca ve her gün onlarca Suriye vatandaşı hayatını kaybedince Suriye’deki kriz nitelik değiştirmiştir. Ülkedeki halk hareketi başlangıçta sivil nitelikli iken Esed 
rejiminin şiddete tevessül etmesiyle muhalefet silahlı mücadeleye girişmiştir. 
Esed’in halkın taleplerine kulak vermeyip reform adı altında sadece yasal çerçevede bazı adımlarla yetinmesi, siyasi otoritenin Baas Partisi’nin tekelinden 
çıkması için somut bir düzenlemeye gidilmemesi krizin tırmanmasına yol açmıştır. 
Neticede kriz ülke çapına yayılan bir sıcak çatışmaya dönüşmüş ve iç 
savaş halini almıştır.

Suriye’de Esed rejimine karşı silahlı mücadele veren ve savaşçı sayısı bakımından çeşitlilik arz eden onlarca grup ortaya çıkmıştır. Baas iktidarına karşı demokrasi ve özgürlük hedefiyle başlayan halk hareketi silahlanma safhasında dini, etnik ve ideolojik olarak bölünmeye başlamıştır. Kriz süresinde bölgeler arasındaki kopukluk da farklı kentlerde farklı silahlı grupların birbirinden bağımsız olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Her silahlı grubun isminde Şam, Halep, Hama, İdlib vs.. geçmesi Suriye muhalefetindeki parçalanmışlığı gözler önüne sermektedir. Bu parçalanmışlık, Esed sonrası Suriye’de etnikdini ve mezhepsel bölünmüşlüğün yanında bölgeler arasında da bir çatışma doğurma ihtimalini canlı tutmaktadır.

Suriye’de halk hareketi başladıktan dört ay sonra muhalefet silahlı güç kullanma 
seçeneğine yönelmiş, bu yönde teşkilatlanmaya başlamıştır. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa eden Riyad El-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından 29 Temmuz 2011 tarihinde kurulmuştur.15 ÖSO, Esed rejimini silahlı kuvvet kullanarak devirmek hedefiyle ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla tesis edilmiştir. Kuruluş evresini yurtdışında tamamlayan ÖSO, 22  Eylül 2012 tarihinde karargâhını Suriye’deki kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamıştır. 2012 yılının sonlarına doğru ÖSO, askeri kanadı tek bir komuta sisteminde toplamak, Esed sonrası dönemde düzenli orduya geçişi mümkün kılmak ve muhalefete yapılan silah yardımlarının tek kanaldan teminini sağlamak için daha profesyonel bir teşkilatlanma geliştirmeye başlamıştır. ÖSO bu kapsamda 8 Aralık 2012 tarihinde Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak seçmiştir. ÖSO bünyesinde hâlihazırda 100 binden fazla asker olduğu tahmin edilmektedir

Suriye krizi sürecinde muhalefet hareketinin silahlı mücadele aşamasına erken 
geçtiği ve ÖSO’nun kuruluşunda acele edildiği ifade edilebilir. ÖSO’nun 
erken kurulması Esed rejimine karşı gelişen uluslararası tepkinin nispeten hafiflemesine neden olmuş, iç savaşın ülkede yol açtığı zararın muhalefet hareketiyle de ilişkilendirilmesinin önünü açmış ve muhalefetin silahlı mücadelede zayıf kalması sonucunu doğurmuştur.

Suriye halkının barışçıl gösterilerinin daha uzun süre devam etmesi durumunda 
Esed rejiminin halka karşı şiddete başvurması, uluslararası toplumun tepkisini 
daha fazla çekebilirdi. Ancak ÖSO’nun kuruluşu Suriye’deki süreci, ayaklanan halka şiddet uygulayan iktidar krizinden iki taraf arasında silahlı çatışmanın cereyan ettiği bir iç savaşa dönüştürmüştür. Suriye’de ÖSO’nun kuruluşundan itibaren eşit olmasa da birbiriyle mücadele eden iki taraftan bahsedilebilir ve çatışmanın iç savaşa dönüşmesinin uluslararası insani müdahale imkânını zayıflattığı öne sürülebilir.

ÖSO’nun kurulması ülkedeki yıkım ve ölümlerden muhalefet hareketinin de 
sorumlu olduğu yönünde bir algı oluşmasına sebep olmuş, Esed rejiminin 
işlediği insanlık suçları nispeten gölgede kalmıştır. Suriye’de iktidara bağlı 
güvenlik güçleri tarafından işlenen ve BM İnsan Hakları Konseyi tarafından 
tespit edilen insanlık suçları gündemden düşmüş, Esed rejimi ve destekçilerinin 
ÖSO aleyhindeki propagandası uluslararası kamuoyunda muhalefete kuşkuyla 
bakılmasına zemin hazırlamıştır.

ÖSO’nun erken kurulması ortak hareket etme konusunda silahlı muhaliflerin 
zorluk yaşamasına neden olmuştur. Tek çatı altında birleşemeyen silahlı muhalifler arasında koordinasyon eksikliği bulunduğu için Esed rejimine karşı 
etkin bir mücadele verilememiş, Suriye ordusuna karşı koordineli saldırılar 
gerçekleştirilememiştir. ÖSO, tank ve savaş uçaklarını etkisiz hale getirebilecek 
ağır silah sistemlerine sahip olmadığı için denetimini ele geçirdiği bölgeleri 
muhafaza etmekte güçlük çekmiştir.

Öte yandan, ÖSO’nun Suriye topraklarında Esed rejimine karşı verdiği silahlı 
mücadelenin yanında adam kaçırıp fidye isteme gibi muhalefet hareketinin 
hedefiyle ilgili olmayan eylemlere yöneldiği görülmüştür. ÖSO’nun bu tür 
eylemlere başvurması süreç içinde Suriye’deki halkın mücadelesine gölge düşürebilir. 

Kaçırma eylemleri muhalefet hareketinin halk nezdindeki itibarını zedeleyebilir. ÖSO’nun kaçırma eylemlerinde özellikle Şii mezhebine mensup kişileri tercih etmesi ülkedeki mezhepsel kutuplaşmayı artırabilir. Suriye muhalefeti kendi içinde bölünmüşse de ÖSO’da ideolojik, dini ve siyasi ayrışmaların önlenmesinde fayda vardır. Suriye muhalefeti arasında olası bir silahlı çatışma Esed rejiminin elini kuvvetlendirecektir.

Muhalefet hareketinin silahlandığı süreçte Suriye’nin çeşitli bölgelerinde etnik 
ve mezhepsel unsurlar ÖSO’dan bağımsız olarak farklı silahlı birlikler 
oluşturmuştur.16 Etnik kimliğin veya dini eğilimin belirgin olduğu bu birlikler 
ÖSO’ya bağlı olmadıklarını beyan etmekte ancak Esed rejimine karşı ÖSO 
ile birlikte mücadele etmektedir. Şam ve çevresindeki bölgelerde faaliyet gösteren Ensar El-Rasul birliği, Humus’ta Faruk Tugayları, Der Ez-zur Devrim 
Konseyi ve Suriyeli Kürtlerden oluşan Sukur El-Kurd Tugayı bu birliklerden 
bazılarıdır.17

Muhalefetin silahlanmasıyla Suriye’deki Türkmenler de silahlı birlikler oluşturmuş, Sultan Abdülhamit ve Fatih Sultan Mehmet isimli birlikleri teşkil ederek Esed rejimine karşı ÖSO ile birlikte hareket etmiştir. Halep’te Ali Beşir 
komutasında kurulan Sultan Abdülhamit ve Fatih Sultan Mehmet isimli iki 
birlikte yaklaşık 2 bin milis olduğu tahmin edilmektedir.18 Suriye’deki Türkmen 
tugayları (Zahir Beypars Tugayı, Türkmen Şehitleri Tugayı, Türkmen Kılıçları Tugayı, Şükrü Kuvvetli Tugayı, Allah’ın Özgür Adamları Tugayı, Kutuz Tugayı, Hamza Torunları Tugayı, Osman Bin Affan Tugayı, Yusuf Azma Tugayı ve Türkmen Alparslan Tugayı) 22 Eylül 2012 tarihinde Fatihin Torunları birliği çatısı altında birleştiklerini ilan etmiştir.19

Suriye’deki kriz ÖSO’dan bağımsız olarak dini eğilimli silahlı birlikler de ortaya 
çıkarmıştır. İntikam hissiyle hareket edebilen bu birliklerin Esed rejimine 
bağlı güvenlik güçleriyle mücadele sırasında zaman zaman kaçırma, öldürme 
ve intihar gibi eylemler yaptığı basına yansımaktadır. Bu tür eylemler ÖSO’ya 
mal edilebilmekte ve Suriye muhalefetinin itibarına zarar vermektedir.

Suriye’de ortaya çıkan dini eğilimli silahlı birlikler büyük ölçüde Vehhabi-
Selefi çizgidedir. Bu birliklerin başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez 
ülkeleri tarafından yönlendirildiği ve desteklendiği değerlendirilmektedir. Suriye’deki önemli Selefi silahlı birlikler aşağıda belirtilmektedir.

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 1

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE,  BÖLÜM 1





BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE*
Atilla SANDIKLI** 
Ali SEMİN***
* Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir.
** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi
*** BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı


Arap dünyası, 2011 yılından itibaren otoriter iktidar yapılarına karşı gelişen 
halk hareketleriyle birlikte siyasi bir dönüşüm sürecine girmiştir. Arap halkları, 
demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini sokak yürüyüşleriyle 
dile getirmeye, otoriter iktidar yapılarına itiraz etmeye başlamıştır. Tek adam 
ve aile yönetimlerinin tahakkümüne, sıkıyönetim uygulamalarına başkaldıran 
Arap toplumları insan haklarının korunması, siyasi özgürlüklerin sağlanması, 
gelirlerin adil paylaşılması ve işsizliğin giderilmesi için değişim istemektedir. 
Reform taleplerinin seslendirildiği gösteri yürüyüşleri ile başlayan ve bazı ülkelerde silahlı isyan hareketlerine dönüşen Arap uyanışı Tunus, Mısır, Libya 
ve Yemen’de iktidarların devrilmesine yol açmıştır. Yönetimin değişmediği 
Arap ülkelerinde ise halkın taleplerinin ayaklanmaya dönüşmesini engellemek 
maksadıyla iktidarlar, siyasi reformlara ve ekonomik destek seçeneklerine 
yönelmiştir.

Arap uyanışı sürecinin 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta üniversite mezunu 
seyyar satıcı Muhammed El-Buazizi’in kendini yakmasıyla başlayan gösteri 
yürüyüşleriyle ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Tunus’ta başlayan gösteriler 
neticesinde Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011 tarihinde 
23 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Mısır halkının Kahire’de 

Tahrir Meydanı’ndaki gösterileriyle 30 sene Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek, 
11 Şubat 2011’de istifa etmiştir. Libya’da Muammer Kaddafi iktidarına karşı 
başlayan halk hareketi silahlı isyana dönüşmüş, NATO öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerinin müdahalesi neticesinde Kaddafi Ekim 2011’de 
devrilmiştir. Yemen’deki halk hareketi Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’i, 
23 Kasım 2011 tarihinde Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) barış planı çerçevesinde Riyad’da yetkilerini devretmeye mecbur bırakmıştır.

Demokratikleşme istikametinde müspet bir gelişme olarak değerlendirildiği 
için çoğunlukla “Arap baharı” ifadesiyle isimlendirilen süreç, Orta Doğu’da 
aynı zamanda istikrarsız bir döneme yol açabilecek dinamikler ortaya çıkarmıştır. 
Dini, mezhepsel ve etnik farklılıklar temelinde beliren bu dinamikler, 
bölgede yeni çatışma alanlarına zemin hazırlarken bölge dışı aktörlerin de 
Orta Doğu’daki gelişmeleri yönlendirebileceği bir konjonktür meydana getirmiştir. 

Tunus ve Mısır’daki olumlu süreçlerin aksine Arap devriminin çıkmaza 
girdiği Suriye krizi bu açıdan kritik bir örnektir. Rusya’nın Akdeniz’deki tek 
askeri üssüne ev sahipliği yapan, İran’ın Arap dünyasındaki tek müttefiki olan 
Suriye’deki süreç Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.

Suriye’de Baas rejimine karşı gelişen halk hareketi, reform talepleri ve kitlesel 
yürüyüşlerle başlamış, iktidarın muhalefeti şiddetle bastırma yoluna gitmesiyle 
silahlı isyana dönüşmüştür. Beşşar Esed iktidarının muhalefet gösterilerini 
bastırma hedefiyle halka karşı şiddete başvurması, yerleşim yerlerini bombalaması 10 binlerce Suriye vatandaşının ölümüne, 100 binlerce vatandaşın 
ise ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ve 
Esed’e bağlı güvenlik güçlerinin mukavemetini nispeten koruması ile de kriz 
bir iç savaş halini almıştır. Dış aktörlerin gerek Esed rejimi gerekse muhalefet 
tarafında müdahil oldukları kriz ülke çapında bir sıcak çatışma alanı doğururken, 
Suriye üzerinde bölgesel ve küresel düzeyde bir nüfuz mücadelesi 
başlatmıştır.

Bu makalede; Suriye krizinin seyri, diğer Arap devletlerindeki değişim süreçlerinden ayrılan yönleri ve sonuçları değerlendirilmekte, Esed rejimine karşı gelişen muhalefet hareketi silahlı gücü ile birlikte incelenmektedir. Raporda 
kriz, bölgesel ve küresel ölçekte ele alınmakta, krizin Türkiye’ye etkileri değerlendirilmekte ve krizin seyrine ilişkin senaryolar geliştirilmektedir.

1. Suriye Krizi

Türkiye, Irak, Ürdün, İsrail ve Lübnan’la sınırı, Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan 
Suriye, Orta Doğu bölgesinde ve Arap dünyasında stratejik bir konuma 
sahiptir. İsrail-Filistin çatışma alanına yakınlığı, Şii jeopolitiği hattında İran-
Irak-Hizbullah irtibatındaki işlevi ve Türkiye ile oldukça uzun bir sınıra sahip 
olması Suriye’yi Tel Aviv, Tahran ve Ankara için önemli kılmaktadır. Türkiye 
ve İsrail’in güvenliği ve İran’ın dış politika hedefleri için hassas bir coğrafi 
konumda yer alan Suriye, Lübnan’daki istikrarı da doğrudan etkileyebilecek 
bir aktör statüsündedir.

Esed yönetimi Arap ülkelerindeki halk hareketlerinin ortaya çıktığı ilk dönemde 
bu değişim rüzgârının Suriye’yi etkileyeceğini hesap etmemiştir. Beşşar 
Esed, 31 Ocak 2011 tarihinde Wall Street Journal gazetesine verdiği röportajda 
Mısır, Tunus ve Yemen’deki protesto gösterilerinin, Orta Doğu’da “yeni 
bir çağa öncülük ettiğini” ve Arap yöneticilerin halkın siyasi ve ekonomik 
isteklerini yerine getirmek için daha fazlasını yapması gerekeceğini ifade etmiştir.

Ancak gösteri ve yürüyüşlerin 2011 yılının Şubat ayında Der’a şehrinde 
başlaması ve 15 Mart’tan itibaren ülkenin diğer bölgelerine yayılması 
Arap uyanışı sürecinin Suriye’yi de etkisi altına aldığını göstermiştir. Esed 
iktidarına bağlı güvenlik güçleri, ilk etapta silahsız kitle gösterileri şeklinde 
ortaya çıkan muhalefet hareketini bastırmak için ateş açmaya başlamış, böylece 
kriz büyümüştür. Güvenlik güçlerinin muhalif gösterileri şiddet ve baskı ile 
engelleme teşebbüsü, ülkedeki halk hareketinin Şam, Halep, Hama ve Humus 
gibi Suriye’nin diğer kentlerine yayılmasına yol açmıştır.

Suriye’de halkı sokaklarda kitlesel yürüyüş eylemleri yapmaya sevk eden temel 
neden, Esed iktidarının reform yapması yönündeki taleplerdi. Suriye halkının 
talep ettiği reformlar dört başlık altında değerlendirilebilir:

• 8 Mart 1963 tarihinden beri ülkede uygulanan olağanüstü halin kaldırılması,
• İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere, çeşitli hükümet kurumlarının sivilleştirilmesi, güvenlik birimlerinin görev alanlarının yeniden tanımlanması, yasama, yürütme ve yargı organlarının yapılandırılması ve yargının bağımsızlaştırılması,

• Bireysel hakların tanımlanması (Suriye kimliği olmayan Kürtlere vatandaşlık 
hakkı tanınması) ve ülkedeki gelir dağılımında adaletin tesis edilmesi,
• Siyasi partiler yasasında değişiklik yapılması ve iktidardaki Baas Partisi’nin 
gücünün sınırlandırılması.2 

Bu talepler karşısında Esed iktidarı, ağırdan alarak da olsa bazı reformlar yapmaya başlamıştır. 29 Mart 2011 tarihinde görevdeki hükümet istifa etmiş, 14 Nisan 2011 tarihinde bir önceki hükümette Tarım Bakanı olan Adil Safer başkanlığında yeni bir hükümet kurulmuştur.3 Şam’da kurulan yeni hükümette 
Dışişleri Bakanı Velid Muallim ve Savunma Bakanı Ali Habib yerini korumuştur. 
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, 16 Nisan’da kurulan yeni hükümetten, 
ülkede 48 yıldan beri uygulanan “olağanüstü hal” durumunun bir hafta içinde kaldırılmasını talep etmiştir.4 Suriye’deki olağanüstü hal durumu Esed’in isteği doğrultusunda yeni hükümet tarafından kaldırılmıştır. Yurttaşlık hakkına sahip olmayan ve büyük çoğunluğu ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan yaklaşık 300 bin Kürt kökenli Suriyeliye kimlik verilmiştir.

Esed yönetimi, muhalefetin reform talepleri üzerine yasal çerçevede bazı düzenlemeler gerçekleştirdiyse de bu reformları hayata geçirmemiş, iktidarının 
devamını sağlayacak tedbirlere yönelmiş ve gösteri yürüyüşlerine şiddetle 
mukabele etmeye devam etmiştir. Mesela, 2014 yılındaki devlet başkanlığı 
seçimleri için adil ve serbest bir seçim vaat eden Esed, diğer taraftan reform 
adı altında gerçekleştirdiği anayasa değişikliği ile iktidarda kalabileceği süreyi 
2028’e kadar uzatmıştır. Esed rejimi, olağanüstü hal uygulamasına son 
verdikten sonra “toplu cezalandırma” yaklaşımıyla muhalefetin güçlü olduğu 
yerleşim yerlerine dönük saldırıları artırmış, 10 binlerce sivilin ölümüne yol 
açmıştır. Vatandaşlık kimliği verilen Kürtler ardından askere alınmış, Kürt 
kökenli Suriyelilerin muhalefet saflarına katılmasını engellemek maksadıyla 
ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda PKK/KCK terör örgütü ve PYD ile işbirliğine 
gidilmiştir. Suriye’de halk hareketi bu nedenle süreç içinde hem hedef 
değiştirmiş hem de farklı bir nitelik kazanmıştır.

Başlangıçta reform isteyen halk kitleleri, iktidarın baskısına maruz kalınca 
Esed iktidarının devrilmesini talep etmeye başlamıştır. Esed iktidarına bağlı 
güvenlik güçlerinin gösterilerin sona ermesi ve muhalefetin bastırılması amacıyla halka karşı silahlı güç kullanması, Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasındaki ilişkilerin kopmasına yol açmıştır. Nitekim gelinen aşamada Suriye halkı Beşşar Esed’in devrilmesini yeterli görmemekte, Esed’in ve katliamlardan sorumlu Baas mensuplarının cezalandırılmasını istemektedir.

Esed iktidarının reform taleplerini dikkate almaması, halk kitlelerinin muhalefetine şiddetle karşılık vermesi Suriye’deki sürecin niteliğini de değiştirmiştir. Esed yönetimine bağlı güvenlik güçlerinin (polis, ordu ve istihbarat) gösterilere şiddetle mukabelede bulunmasıyla muhalif unsurlar silahlı mücadeleye yönelmiştir. 

Kitle yürüyüşleri biçiminde ortaya çıkan muhalefet hareketi böylece 
Baas rejimine karşı silahlı bir ayaklanmaya dönüşmüş ve taraflar arasındaki 
çatışma süreç içinde ülke geneline yayılarak iç savaş halini almıştır. Güvenlik 
güçlerinin muhalefet hareketini bastırmak için uyguladığı şiddet ve müteakiben 
başlayan çatışmalar sonucunda 10 binlerce Suriyeli hayatını kaybetmiş 
ve yaralanmış, 10 milyondan fazla vatandaş yurtiçinde yerlerinden edilmiş ve 
100 binlerce kişi ülkeyi terk etmiştir.

Suriye’de iç savaşa dönüşen kriz ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar ortaya 
çıkarmıştır. Kriz; bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa sebep olmuş, Orta 
Doğu’da Şii-Sünni gerilimine zemin hazırlamış, Suriyeli sığınmacılar sorununu 
doğurmuş, PKK/KCK terör örgütüne farklı bir hareket alanı sağlamış 
ve böylece Türkiye’yi güneyde meşgul edecek bir istikrarsızlık meydana getirmiştir. 

Ulusal ölçekteki çatışmanın bölgesel ve küresel bir anlaşmazlık halini aldığı 
Suriye krizi üç düzeyde değerlendirilebilir. Ulusal düzeyde otoriter Baas yönetimiyle ayaklanan ve silahlanan halk arasında iç savaşa dönüşen bir çatışma vardır. Bölgesel düzeyde, ayaklanan halk lehinde tutum geliştiren ülkelerle Şam’da yönetim değişikliğine karşı çıkarak Esed rejimini destekleyen İran arasında bir nüfuz mücadelesi söz konusudur. Türkiye ve genel olarak Arap 
dünyası, Suriye halkının demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini 
desteklemekte, Baas iktidarı tekelinin son bulması gerektiğini beyan etmektedir. 
Tahran ise Suriye’de Nusayri azınlığın etkili olduğu mevcut iktidarın varlığını sürdürmesi gerektiğini savunmaktadır. İran, Suriye’de Esed iktidarı çözülürse kendi rejiminin tehlikeye girebileceğini, bölgedeki rejim değişikliği dalgasında sıranın kendisine gelebileceğini değerlendirmektedir. Tahran, Esed iktidarının devrilmesiyle Orta Doğu’da gerçekleştirmeye çalıştığı Şii hilali projesinin de akamete uğrayacağını hesap etmektedir. 

Küresel düzeyde ise demokratikleşme hareketlerini destekleyen aktörlerle 
otoriter yönetimleri destekleyen aktörler arasında bir mücadeleden bahsedilebilir. 
Suriye krizi, Rusya ve Çin’i yakın gelecekte kendi iç işlerine karışılabileceği 
yönünde endişelendirmektedir. Rus ve Çinli karar mercileri, Suriye’de 
bir dış müdahale ile Esed rejiminin devrilmesinden sonra sıranın gelecekte 
kendilerine de gelebileceği ihtimalini göz önünde bulundurmaktadır. 
BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi bu iki ülkenin Suriye’ye uluslararası müdahaleye mesnet teşkil edebilecek kararları engellemesi ve Rusya’nın iktidar değişimini önlemek için Esed rejimine sağladığı destek böyle bir mücadelenin yansıması olarak değerlendirilebilir. Nitekim otoriter yönetimleri destekleyen aktörlerle demokratik dinamikleri destekleyen aktörler arasındaki ayrışma Suriye’deki krizle sınırlı değildir. Irak’ta otoriterleşme eğilimleri göstermeye başlayan Maliki iktidarının Rusya’ya yaklaşması da küresel düzeydeki bu ayrışmaya örnek verilebilir.

Uluslararası ilişkilerde ülkelere dış müdahale konusunda iki farklı trendin 
ön plana çıktığı, bu trendlerin Suriye krizinin küresel düzeyde bir anlaşmazlık 
haline gelmesinde etkili olduğu ifade edilebilir. Rusya ve Çin gibi ülkeler 
tarafından benimsenen birinci trend, Vestfalyan egemenliği savunmakta, 
devletlerin iç işlerine müdahaleye itiraz etmektedir. Batılı ülkeler tarafından 
geliştirilen ikinci trend ise devletlerin egemenlik ilkesini tanımakla birlikte, 
planlı insan hakları ihlallerinin büyük boyutlara ulaşması durumunda dış müdahalenin gerçekleştirilebileceği görüşünü savunmaktadır Soğuk Savaş sonrası dönemde BM sistemi ve NATO vasıtasıyla Batılı devletlerin öncülüğünde 
çeşitli kriz bölgelerinde gerçekleştirilen dış müdahaleler iki farklı trendin belirginleşmesine yol açmıştır. Suriye krizinde ise iki trend karşı karşıya gelmiş, 
krizi çözüme kavuşturabilecek adımlar konusunda küresel düzeyde tesis 
edilebilecek bir mutabakatı imkânsız kılmıştır. Nitekim bu konu halen Devlet 
Hukukunun tartışmalı konuları arasında yer almaya devam etmektedir.

Kriz nedeniyle Suriyeliler evini terk ederek yurtiçinde farklı bölgelere ve 
yurtdışına (Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a) göç etmek zorunda kalmaktadır. 
Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısı 2012 Ekim ayı içinde Ankara’nın 
“psikolojik sınır” olarak belirlediği 100 bini geçmiş ve katlanarak artmıştır. 
Türkiye’ye giriş yapan sığınmacı sayısındaki artışa bağlı olarak Suriye’nin 
kuzeyinde bir tampon bölge kurulması böylece daha sık gündeme gelebilir. 
Suriye’deki iç savaşın hâlihazırdaki seyri devam ederse yurtiçinde yerinden 
edilmiş ve yurtdışına çıkan toplam sığınmacıların sayısının yakın zamanda 4 
milyonu geçebileceği tahmin edilmektedir.

Suriye krizinde Esed rejiminin, kuzey ve kuzeydoğudaki Kürt nüfusun muhalefete katılmasını engellemek amacıyla PKK/KCK terör örgütü ve aynı çizgideki PYD ile birlikte hareket etmeye başladığı yönünde basın yayın organlarında haberler yer almaktadır. Kriz başlayınca Esed rejiminin Kürtleri kendi tarafına çekmek maksadıyla PYD’yi kullanmaya başladığı ve PKK/KCK’yı 
kullanarak Türkiye’ye karşı komplo içinde olduğu yönünde duyumlar vardır. 
Türkiye PKK/KCK terör örgütü ve PYD’nin bölgedeki faaliyetlerini teyakkuzla 
takip etmelidir. Ancak Suriye Kürtleri arasında birlik olmadığı, bölünmeler 
ortaya çıktığı ve bütün Kürtlerin PYD’ye sempati duymadığı dikkate alınmalıdır. Türkiye ve Suriye’de sınıra yakın yerleşim birimlerinde yaşayan Kürtler arasında akrabalık bağlarının da olduğu bilinmektedir. Türkiye, bu nedenle PYD konusundaki hassasiyetinin bölgedeki Kürtlerde kaygılara neden olmasına fırsat vermemeli, Suriye Kürtleri ile iyi ilişkiler içinde olmalıdır.

Suriye krizi, krizin sebep olduğu bölgesel ve küresel anlaşmazlık, bölgede 
Şii-Sünni geriliminin belirginleşmesi, sığınmacılar sorunu ve PKK/KCK terör 
örgütünün Orta Doğu’da yeni bir hareket alanına kavuşması Türkiye’nin güneyinde istikrarsızlığa yol açmaktadır. Suriye krizi bu bağlamda Ankara’nın 
Orta Doğu’daki girişimlerini kesintiye uğratabilecek, Türkiye’nin bölgedeki 
artan nüfuzunu sınırlandırabilecek bir çatışma zemini doğurmaktadır.

Suriye’deki halk hareketi, diğer Arap ülkelerindeki başarılı süreçlere nazaran 
kısa sürede olumlu bir sonuca gidememiştir. Tunus ve Mısır’da iktidardaki 
liderlerin devrildiği aylarda Suriye’de kitlesel gösteriler başlamış ancak yaklaşık 
üç yıl geçmesine rağmen Esed rejimi varlığını korumaya devam etmiştir. 
İktidar değişikliğinin gerçekleştiği Arap ülkelerinden farklı olarak Suriye’de 
Esed rejiminin varlığını sürdürmesine imkân tanıyan ve muhalefet hareketinin 
muvaffak olmasını engelleyen bazı şartlar belirleyici olmuştur.

Suriye’de nüfus Tunus, Mısır ve Libya’dan farklı olarak homojen değildir ve 
iktidar büyük bölümünü Nusayri azınlığın oluşturduğu Baas ideolojisine sahip 
geniş bir çıkar grubunun denetimindedir. Suriye’de muhalefet hareketi başlayınca Esed rejimi Bin Ali, Kaddafi ve Mübarek iktidarlarının aksine güçlü bir dış destek almıştır. Suriye’de ortaya çıkan muhalefet zayıf kalmış, kendi içinde birlik sağlayamamış ve silahlanma aşamasına erken geçerek Esed rejiminin elini güçlendirmiştir. Batılı ülkeler Suriye krizinde Libya’dakinden farklı bir tutum sergilemiş, Türkiye krize müdahil oldukça geri çekilmiş, söylemde halk hareketini desteklerken eylemde çekimser kalmıştır.

Suriye’de Beşşar Esed’in mensubu olduğu Nusayriler devletin bütün kurumlarında etkilidir. Ülke nüfusunun %12’sini oluşturduğu tahmin edilen Nusayri azınlık, Baas Partisi aracılığıyla siyasi iktidarı ve bürokrasiyi farklı etnik ve dini unsurlar arasında kurduğu çıkar ilişkileri üzerinden kontrol etmektedir. 
Suriye’de Esed rejiminden çıkar sağlayan geniş bir kitlenin varlığı rejimin 
devrilmesini zorlaştırmış, bu kitle bir varoluş mücadelesi vererek iktidar değişimine karşı direnç göstermiştir.

Suriye’de Nusayri azınlık aynı zamanda ordunun komuta kademesini ve üst 
düzey subay sınıfını oluşturmaktadır. Bu nedenle Suriye’de muhalefet hareketi 
ortaya çıktığında askeri bürokrasideki üst düzey yetkililerin çoğunluğu 
Esed iktidarından ayrılmamıştır. Bazı politikacı, diplomat ve askerler muhalif 
saflarda yer alsa da, muhalefet cephesine katılım düzeyi Esed rejiminin gücünü 
ve etkisini büyük ölçüde kıramamıştır. Ordu komutasının Nusayri subayların 
elinde olması, Esed iktidarına muhalefet hareketine silahlı kuvvetle 
karşılık verme imkânını tanımış ve ordunun saf değiştirme ihtimalini ortadan 
kaldırmıştır. Nusayrilerin Suriye silahlı kuvvetleri üzerindeki hâkimiyeti Şebbihaların (Esed ailesine yakın korumalık yapan silahlı askerler) kısa sürede 
devreye girmesini kolaylaştırmış, Esed rejiminin göstericilere müdahalesini 
hızlandırmıştır.

Esed rejiminin muhalefet hareketine karşı aldığı dış destek, rejimin bugüne 
kadar ayakta kalmasına önemli katkı sağlamıştır. BM Güvenlik Konseyi daimi 
üyesi Rusya, Suriye’de rejim değişikliğine karşı çıkmış, Esed rejimini 
kınayan karar tasarılarını Çin ile birlikte veto etmiştir. Suriye’ye yaptırım ve 
uluslararası müdahaleyi mümkün kılabilecek karar tasarılarının Konsey tarafından kabul edilmesini engelleyen Moskova, Esed rejimine silah ve mühimmat temin etmektedir. 

Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Mısır’da bir gazeteye verdiği röportajda 
konu ile ilgili olarak Moskova-Şam arasındaki silah ticareti anlaşmalarının Sovyet dönemine dayandığını, Rusya’nın bu çerçevede Suriye’ye silah ihraç etmeye devam ettiğini ifade etmiştir. Suriye’ye sadece 2011 yılında 1 milyar dolar değerinde silah satan Rusya, bu satışı Suriye’yi dış tehditlere karşı koruma amacıyla gerçekleştirdiğini beyan etmiştir.5

Rusya’nın yanı sıra Esed rejimine sağlanan dış desteğin önemli kısmının 
İran’dan geldiği gözlemlenmiştir. İran, Suriye’de halk hareketi kitlesel gösteriler  şeklinde ortaya çıktıktan sonra Esed rejiminin yıkılmasını önlemek 
amacıyla tüm imkânlarını seferber etmiştir. Tahran, uluslararası platformlarda 
Suriye’ye dış müdahaleye karşı çıkmış, Suriye krizinin Güvenlik Konseyi’ne 
taşınmasına itiraz etmiştir. Esed iktidarına gösterilerin bastırılmasına yönelik 
profesyonel danışmanlık desteği veren ve istihbarat sistemleri tedarik eden 
İran, Suriye’de çatışmalar başlayınca bu ülkeye askeri teçhizat ve mühimmat 
sağlamaya başlamış, Devrim Muhafızları’nı göndermiştir. İran Devrim 
Muhafızları Komutanı Muhammed Ali Caferi 16 Eylül 2012 tarihinde yaptığı 
açıklamada Devrim Muhafızlarının ve Kudüs Tugaylarının Esed rejiminin 
ayaklanmayı bastırmasına destek olmak için Suriye’de bulunduğunu teyit etmiştir.
Irak’ta Maliki iktidarı da Esed rejiminin varlığını sürdürmesine destek 
sağlamış, Arap Birliği’nin Suriye aleyhinde aldığı yaptırım kararlarını uygulamamıştır.


Muhalefetin zayıf kalması, muhalif unsurlar arasındaki birlik sorunu ve Özgür 
Suriye Ordusu’nun (ÖSO) erken kurulması, Suriye’deki halk hareketinin 
muvaffak olmasını engellemiştir. Suriye muhalefeti gerek ülke içinde gerekse 
uluslararası düzeyde Esed rejiminin ardından iktidarı devralabilecek kabiliyette 
olduğunu göstermekte yetersiz kalmıştır. Suriye Ulusal Konseyi bünyesinde 
devam eden görüş ayrılıkları Konsey’in temsil niteliğinin nispeten zayıf  kalması na neden olmuştur. Suriye Kürtleri Konsey’e tamamen dâhil edilememiştir. 

Diğer taraftan Özgür Suriye Ordusu’nun erken kurulması ironik biçimde 
Esed rejiminin elini güçlendirmiş, rejim muhalefet aleyhinde propaganda 
malzemesine kavuşmuştur. Muhalif unsurların silahlı mücadele aşamasına 
birlik ve koordinasyon tesis etmeden ve gerekli ağır silahları tedarik etmeden 
geçmesi dağınık ve birbirinden kopuk silahlı gruplar ortaya çıkarmış, Esed rejimine karşı hedeflenen askeri üstünlük sağlanamamıştır. Diğer taraftan Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması uluslararası toplumun sorumluluğunu azaltmış, Esed rejimine karşı insani müdahalenin önünü dolaylı olarak tıkamıştır.

Batılı ülkelerin tutumu da Suriye’deki halk hareketinin netice alamamasında 
etkilidir. Süreç içinde Türkiye Suriye krizine müdahil oldukça Batı geri çekilmiştir. Libya’daki krizde halkına ateş açan Kaddafi iktidarına müdahalede oldukça hızlı hareket eden bazı batılı devletler Suriye krizinde sadece Esed rejimi aleyhindeki söylemlerle yetinmiştir. Bu devletlerin Suriye krizinin sürüncemede 
bırakılması yönünde irade gösterdiği gözlemlenmiştir. Özellikle Türkiye’nin Orta Doğu’da artan etkinliğinden rahatsız olan bazı batılı devletlerin Suriye krizinin uzamasını hedeflediği, böylece krizin Türkiye’yi yıpratmaya devam etmesini istediği değerlendirilebilir.

2. Suriye Muhalefetinin Yapısı

Suriye krizinde Esed rejiminin gösteri yürüyüşlerini silahlı kuvvet kullanarak 
bastırmaya çalışması, muhalefet hareketinin uluslararası düzeyde tanınmasına 
zemin hazırlamıştır. Uluslararası destek sayesinde muhalefet hareketi Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmaya, muhalif unsurlar da tek çatı altında birleşmeye başlamıştır.

Suriyeli muhalif grupların bir araya getirilmesine dönük sürdürülen çalışmalar 
kapsamında “Suriye Halkının Dostları” ismi ile uluslararası bir grup teşkil 
edilmiştir. Grup, Beşşar Esed’in iktidardan ayrılmasını sağlamak için uluslararası 
kamuoyunu harekete geçirebilmek amacıyla kurulmuştur. Seksenden fazla ülkeden oluşan Suriye Halkının Dostları grubu bugüne dek dört kez toplanmıştır.

Grubun ilk toplantısı 24 Şubat 2012 tarihinde Tunus’ta gerçekleştirilmiştir. 

Toplantıdan “İnsani Yardım Forumu” oluşturulması yönünde bir karar çıkmıştır. 
Grubun ikinci toplantısı 1 Nisan 2012’de İstanbul’da yapılmıştır. İstanbul 
toplantısının ardından açıklanan bildirinin 10. maddesinde Suriye Halkının 
Dostları grubu, Suriye Ulusal Konseyi’ni bütün Suriyelilerin meşru temsilcisi 
ve Suriyeli muhalif grupların altında toplandığı çatı örgüt olarak tanıdığını 
beyan etmiştir. Grubun üçüncü toplantısı 19 Nisan 2012 tarihinde Paris’te 
gerçekleştirilmiştir. 6 Temmuz 2012 tarihinde dördüncü kez tekrar Paris’te 
toplanan grup, beşinci toplantısını 2013 yılının Şubat ayında Roma’da düzenlemiştir. 

Suriye Halkının Dostları toplantıları Suriye krizinde küresel düzeyde devam 
eden anlaşmazlığı göstermiştir. Rusya ve Çin toplantılara katılmamıştır. 6 
Temmuz 2012’de Paris’te gerçekleştirilen dördüncü toplantıda dönemin ABD 
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Suriye’ye yaptırım kararı alınması için BM 
Güvenlik Konseyi’ne çağrı yapmış, Esed rejimine destek vermeye devam 
eden Rusya ve Çin’in üzerinde baskı kurulması gerektiğini ifade etmiştir. 
Clinton, Suriye krizindeki sorumluluklarından dolayı Rusya ve Çin’in bedel 
ödemesi gerektiğini beyan etmiştir.7

2.1. Siyasi Yapılanma

Suriye krizinde muhalefet ilk kez 1 Haziran 2011 tarihinde Antalya’da 
“Suriye’de Değişim Konferansı”nda bir araya gelmiştir. Daha sonra 23 Ağustos 
2011 tarihinde Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) ilk çekirdeği İstanbul’da 
teşkil edilmiştir. 310 üyeli olarak tasarlanan Konsey, Suriye halkının isteklerini 
yerine getirerek Esed rejimini devirmek, daha sonra tüm Suriye halkını 
temsil eden bir yönetim kurma hedefiyle çalışmalarına başlamıştır. 2 Ekim 
2011 tarihinde tekrar İstanbul’da bir araya gelen Suriye muhalefeti Konsey’in 
kuruluşunu ilan etmiştir. Bu toplantı Esed iktidarı aleyhinde gösterilerin başlamasından ancak yedi ay sonra gerçekleştiği için geç kalmış bir girişim olarak görülmüşse de Konsey kısa süre içinde uluslararası ölçekte Suriye’nin meşru temsilcisi olarak tanınmaya başlamıştır. Konsey’in ilk Başkanı Burhan Galyon, 17 Mayıs 2012 tarihinde istifa edince yerine Abdulbasit Seyda seçilmiştir. 

Suriye Ulusal Konseyi’nin çatısı altında yer alan muhalif oluşumlar:

• Müslüman Kardeşler ve Destekçileri
• Şam Deklarasyonu
• Suriye Yerel Koordinasyon Komiteleri
• Suriye Yüksek Devrim Konseyi
• Bağımsız Liberaller Kitlesi
• Seküler ve Demokratik Suriyeliler Koalisyonu
• Suriye Devrim Genel Komisyonu
• Şam Baharı (Rabii El-Demaşk)
• Ulusalcı Şahsiyetler8

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

21 Aralık 2019 Cumartesi

DOĞU AKDENİZ ENERJİ REKABETİ. BÖLÜM 3

DOĞU AKDENİZ ENERJİ REKABETİ. BÖLÜM 3





ISRAİL VE KIBRIS’IN ARTAN İNİSİYATİFİ 

< ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin tahminleri ve Türkiye’nin elindeki verilere göre, Doğu Akdeniz’de toplam 15 trilyon metreküplük bir doğalgaz rezervi vardır. Bunun ekonomik boyutu ise 3 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. >

MEB’lerin belirlenmesi anlamında en problemli bölgeyi Kıbrıs Adası teşkil etmektedir. KKTC’nin uluslararası arenadaki tanınırlığı tartışılmakta olduğu için GKRY, Avrupa Birliği’nin (AB) de desteğini alarak 2 Nisan 2004 tarihinde, KKTC ve Türkiye’nin uluslararası hukukta var olan haklarını yok sayarak, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere BM’ye 200 millik bir MEB ilanı gerçekleştirmiştir. 

Mısır, Lübnan ve İsrail ile MEB sınırlandırma anlaşması imzalayan GKRY’nin Lübnan ile imzaladığı anlaşma Türkiye’nin girişimleriyle Lübnan 
iç hukukunda henüz onaylanmamıştır. Ayrıca Lübnan hükümeti 2011 yılında BM Genel Sekreterliği’ne gönderdiği bir mektupta GKRY ile İsrail arasında imzalanan anlaşmanın “Lübnan’ın egemenlik ve ekonomik haklarının ihlali” ve “bölgedeki barış ve güvenliğe” bir tehdit olarak algıladığını ifade etmiştir.24 

GKRY’nin Mısır ile yaptığı anlaşma da uluslararası hukuka göre sorun teşkil etmektedir. 
Bu anlaşmaya göre GKRY ile Mısır arasındaki MEB sınırı, Kıbrıs Adası ile Afrika sahilleri arasında tespit edilen sekiz nokta ile ana karaya sahip 
olan Mısır’ın haklarını törpüler şekilde eşit uzaklık çizgisi esas alınarak belirlenmiştir.25 


KIBRIS ETRAFINDAKİ DENİZ ENERJİ YATAKLARI 
Kaynak: 
http://alternatifpolitika.com/site/dosyalar/arsiv/21-Ekim-2015/2. kedikli_deniz_enerji.pdf 

Türkiye Mısır’ın GKRY ile yaptığı bu anlaşmayı kendi haklarının ihlali olarak görmektedir. 

MEB ilanının ardından GKRY, 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs Adası’nın güneyinde 13 adet petrol arama ruhsat sahası ilan ederek bu sahaları ihale etmiştir. 
İhale edilen sahalardan 12 numaralı sahaya ait haklar, İsrail menşeli Delek Grup ile ABD menşeli Noble Energy şirketi tarafından alınmıştır. 

Rum yönetimi bu anlaşmalarla İsrail’in asgari 12 numaralı parselini de kapsayacak şekilde 4.600 kilometrekare, Lübnan’ın 3.957 kilometrekare ve Mısır’ın ise 21.500 kilometrekare deniz yetki alanını sahiplenmiştir.26 

İsrail’in 20. yüzyılın ortalarından itibaren karadaki topraklarını hukuka aykırı şekilde genişletme uygulamaları, deniz yetki alanlarında da devam etmektedir. İsrail ile GKRY arasında yapılan MEB anlaşması sonrasında İsrail, diğer sahildar devletlerle herhangi bir anlaşma imzalamaksızın, 12 Temmuz 2011 tarihinde MEB sınırlarını gösteren koordinat listesini BM Genel Sekreteri’ne bildirerek MEB ilanında bulunmuştur. 

İsrail’in kendisine ait olduğunu ileri sürdüğü MEB’in Lübnan’ın ilan ettiği MEB’in yaklaşık 9 kilometrelik kısmıyla kesişmesi, iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir. Ayrıca İsrail, Filistin’in bağımsızlığını tanımamakta ısrar ederek Gazze Şeridi’nin MEB’indeki Gazze Marine 1 ve 2 alanlarında tespit edilmiş olan doğalgaz yataklarını kullanabilmek için sürekli olarak Gazze’ye yönelik askerî saldırılar düzenlemektedir.27 

İsrail ile GKRY arasında 17 Aralık 2010 tarihinde imzalanan MEB anlaşması diğer sahildar devletlerle yapılan anlaşmalara göre daha büyük bir önem arz etmektedir. İsrail’in Hayfa’nın yaklaşık olarak 100 kilometre açığında bulunan Dalit, Tamar, Dolfin, Tanin, Şemşon ve en önemli hidrokarbon yataklarının bulunduğu Leviathan sahasında keşfettiği 700 milyar metreküplük doğalgaz rezervi, GKRY ile yaptığı iş birliğinde yeni bir döneme girilmesine sebep olmuştur. 

İsrail’e deniz sahalarındaki hidrokarbon kaynaklarının keşfinde en büyük katkıyı ABD menşeli Noble Energy sağlamaktadır. Şirket, 1998’den bu yana GKRY’nin İsrail MEB’ine komşu Afrodit sahası dâhil altı sahasında hidrokarbon keşfi gerçekleştirmiştir. Noble Energy aynı zamanda İsrail’in Aşdod’da bulunan petrol bölgesinde de %47 oranında hisse sahibidir.28 

ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi’nin tahminleri de dâhil olmak üzere Doğu Akdeniz’e yönelik araştırma sonuçlarına ve Türkiye’nin elindeki verilere göre, bölgede toplam 15 trilyon metreküplük bir doğalgaz rezervi vardır. Bunun ekonomik boyutu ise 3 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. 29 

GKRY’nin Türkiye’nin deniz sahasındaki deniz yetki alanlarını yok sayarak MEB ilan etmesi, Türkiye’nin hidrokarbon yatakları üzerindeki arama ve sondaj haklarını ihlal eder niteliktedir. 


Bunun yanı sıra GKRY’nin İsrail’e arama izni verdiği 13 parselden 5’inin (1, 4, 5, 6, 7 no.lu parseller) Türkiye’nin deniz yetki alanları ile çakışması, 
Türkiye ile İsrail’i karşı karşıya getirmiştir. GKRY’nin İsrail’e verdiği petrol/doğalgaz arama ruhsatının Türkiye’nin deniz yetki alanlarıyla çakışması 
üzerine GKRY protesto edilmiş ve “Türkiye bu alanlarda yabancı şirketlerin izinsiz petrol/doğalgaz arama/sondaj faaliyetlerinde bulunmalarına, 
bundan önce olduğu gibi bundan sonra da hiçbir şekilde müsaade etmeyecek ve kıta sahanlığındaki hak ve menfaatlerini korumak için gerekli her 
türlü tedbiri alacaktır.” açıklamasında bulunulmuştur.30 

  Türkiye ve KKTC’nin tepkilerine rağmen GKRY, 2012 yılının başlarında 2, 3, 9 ve 11. parsellerde yeni ihale  süreçleri başlatmıştır. 

GKRY, Kasım 2012’de bu ikinci ihaleyi de sonuçlandırarak 2 ve 3. parselleri İtalyan ENI ve Güney Koreli KOGAS şirketleri ortaklığına, 9. parseli 
Fransız TOTAL, NOVA-TEC ve Rus GAZPROM’un yan kuruluşu olan GPB Global Resources’a, 11. parseli ise Fransız TOTAL şirketine ihale etmiştir.31 

İsrail’in bölgedeki sismik aramaları 2000 yılından sonra ciddi bir artış göstermiştir. İsrail deniz alanlarında faaliyet gösteren başlıca firmalar; Noble Energy, Israel Oil Company Ltd./ IOCL, Israel Petroleum Co., Pelagic Exploration Co., Avner Oil Ltd. ve Adira Energy Ltd.’dir. Sahada aramayı yapan ve işletecek olan ortaklığın tek başına en büyük hissedarı ABD merkezli Noble Energy şirketi olmakla birlikte, sermayedarlar arasında İsrail şirketleri de önemli pay sahibidirler. 

ABD’nin Jeolojik Araştırmalar Merkezi, Mart 2010’da Leviathan bölgesinde 1,7 milyar varil petrol ve 122 trilyon kübik feet gaz bulunduğuna ilişkin tahminlerini 
açıklamıştır.32 

İsrail ve İsrail’in izni ile ABD’nin bölgede rezerv aradığı hidrokarbon yatakları üzerinde, özellikle Tamar bölgesinde, Rusya da doğalgaz araması yapmak için 
girişimde bulunmuştur. Rusya 26 Şubat 2013 tarihinde Tamar sahasında üretilecek olan doğalgazı sıvılaştırılmış olarak Asya pazarına satmak üzere İsrail’le bir anlaşma yapmıştır.33 İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, GKRY’ye yaptığı resmî ziyaret sonrasında 16 Şubat 2012 tarihinde bir Savunma ve İşbirliği Anlaşması imzalamıştır.34 

Bölgede var olan enerji kaynaklarının çıkarılıp pazara ulaştırılması en önemli konudur. Bu bağlamda, çıkarılan petrol ve doğalgazın pazara ulaştırılması için 
düşünülen alternatifler arasında en az maliyetli ve en güvenilir güzergâhın Türkiye üzerinden geçtiği görülmektedir. 

Bu arzın Avrupa’ya ulaştırılması konusunda Türkiye ile İsrail arasında yakınlaşma kaçınılmaz hale gelmiş ve 2013 yılından itibaren başlayan gizli görüşmeler 
2016’da anlaşma ile sona ermiştir. Arzın pazara ulaştırılması için üç muhtemel yol bulunmaktadır: 

1. GKRY ile Yunanistan arasında bir boru hattı kurulması. Fakat hem mesafenin fazla olması maliyeti yükseltmekte hem de deniz tabanının boru hattı döşemeye 
uygun olmaması bu alternatifi ortadan kaldırmaktadır. 

2. Bölgeden çıkarılacak olan doğalgazın İsrail üzerinden Arap Gazı Boru hattı ile taşınması. Bu alternatif de mesafenin fazla olması ve bölgede devam 
eden çatışmalar sebebiyle ciddi riskler barındırmaktadır. Boru hattının 270 kilometre olması ve 2011’den bu yana Suriye’de devam eden iç savaş, arzın 
pazara ulaştırılmasında ciddi bir güvenlik problemi olarak ortaya çıkmaktadır. 

3. Bölgeden çıkarılacak olan doğalgazın Türkiye üerinden geçecek bir boru hattı ile taşınması. Ortalama denizde 100 kilometre uzunluğu ile en kısa ve rasyonel olarak en ekonomik hat Türkiye üzerinden geçmektedir. İster Suriye-Ürdün kıyı çizgisine paralel uzatılsın isterse Kuzey Kıbrıs üzerinden geçirilsin nihai kavşak noktasının Türkiye olduğu görülmektedir.35 

Burada üzerinde durulması gerek bir diğer önemli konu da son dönemde Rusya’nın İsrail ile olan yakınlaşma çabalarıdır. Bunun en büyük sebebi ise 2007’den beri AB’nin doğalgaz ithalatının %45’ini karşılayan Rusya’nın AB üzerindeki bu tekelini kaybetmek istememesidir. AB ise Rusya’ya olan enerji bağımlılığını en aza indirmek için yeni alternatif yollar aramaktadır. Enerji ihtiyacının %22’sini Rusya’dan karşılayan AB’nin diğer tedarikçileri ise Norveç ve Cezayir’dir. 

AB, Doğu Akdeniz’den gelecek olan doğalgaz ile enerji bağımlılığını asgari düzeye indirmeyi hedeflemektedir. 

OLASI SENARYOLAR 

Doğu Akdeniz’deki yeni zenginlikler bölgedeki ilişkilerin doğasını temelden etkileyecek bir potansiyele sahip görünmektedir. 
Bu kaynaklara kıyıdaş çok sayıda ülke bulunmasına rağmen İsrail’in ön planda olması kuşkusuz bölgedeki jeopolitik dengelerde İsrail’in elini güçlendiren bir 
sonuç doğurabilecektir. Zira enerji konusunda artan inisiyatifi İsrail’in gelirlerini arttıracağından Batılı ülkelere olan bağımlılığı azalacak, bu durum da barış 
sürecini devam ettirmesi yönündeki baskılara karşı direncini yükseltecektir. 

Bununla eş zamanlı olarak Türkiye ile yakınlaşma ve imzalanan yeni enerji nakil anlaşmaları, Doğu Akdeniz’de yeni bir güç denklemi ortaya çıkaracağından bu durum Batılı ülkelerin de dolaylı biçimde desteğini alacaktır. Böylesi bir bölgesel biçimleniş İsrail ile birlikte Türkiye’nin de Ortadoğu’daki ilişkilerini dönüştürme potansiyeline sahiptir. Türk-İsrail yakınlaşması Batılı ülkelerin bölgesel yaklaşımlarında ellerini biraz daha kolaylaştıracağı için, ortaya dolaylı yoldan Ankara’nın masadaki özgül ağırlığını azaltan bir sonuç çıkabilecektir. 

Öte yandan GKRY’nin benzer şekilde potansiyel zenginler arasında bulunması, Kıbrıs’taki barış pazarlıklarında Rumların elini güçlendireceğinden Türkiye’nin 
adadaki politikalarında ciddi bir baskıyla karşılaşması büyük olasılık olarak görünmektedir. AB’nin siyasi desteğini hep yanında bulan Rumların yeni gelen bu ekonomik imkânla Türkiye ve KKTC karşısında kendi tezlerini dayatma siyasetleri de pekişecektir. 

Bölge ülkelerinin olduğu kadar, Türkiye üzerinden petrol ve doğalgazını pazarlayan Irak, Azerbaycan, Türkmenistan ve hatta Rusya gibi ülkelerin 
de Doğu Akdeniz’deki gelişmelere karşı fazlasıyla duyarlı olacağı açıktır. 
Her şeyden önce, Ceyhan Limanı’ndan dünyaya açılan Kafkas ve Kerkük petrolleri için Doğu Akdeniz çok daha hassas bir güzergâh durumuna gelmiştir. 

Bölgedeki herhangi bir gelişme, söz konusu ülkelerde farklı arayışları beraberinde getirebilir.     


-KKTC’nin TPAO’ya Verdiği Ruhsatlar 
Türkiye’nin TPAO’ya Verdiği Ruhsatlar Yunanistan’ın İlan Ettiği Ruhsat Sahaları GKRY Ruhsat Sahaları 

Kaynak: http://alternatifpolitika.com/site/dosyalar/arsiv/21-Ekim-2015/2. kedikli_deniz_enerji.pdf 


Yine, Rusya’nın en önemli müttefiki durumundaki Suriye, aynı bölgede ve söz konusu kaynaklara hemen sınır komşusu olduğundan, buradaki iç savaşın sonucu Doğu Akdeniz’deki enerji güvenliği için çok daha önemli hale gelmiştir. Üstelik bu yeni durum, Rusya’nın bu bölgedeki askerî varlığını da doğrudan ilgilendirmektedir. 

Merkezde İsrail’in olduğu yeni bir enerji koridorunun ortaya çıkıyor olması, bu ülkeye yönelik tehditlerini Lübnan üzerinden sürdüren İran açısından da kabul edilebilir bir durum olmayacaktır. Lübnan’ın deniz üzerindeki haklarını savunma adına ortaya atılacak olan yeni tartışmalar, Beyrut’taki egemenliğini kullanma konusunda Tahran yönetimine yeni manevra alanları kazandıracaktır. 
Bu tartışmalar sürecinde Türkiye ile İran’ın karşı karşıya kalacağı yeni gerilimler oluşabilir. 

Bütün bölgesel denklemin yeniden kurulduğu böylesi bir dönemde, Batılı ülkeler açısından Libya’dan başlayıp Irak’a kadar devam eden istikrarsız kuşak üzerinde ki operasyonlar, çok daha hayati bir hal almıştır. Sınır değişiklikleri ile ilgili tüm senaryolar yeniden masaya yatırılırken, her aktör kendi hesabını bir daha gözden geçirecektir. Bu süreçte Türkiye-AB ilişkileri ve Türkiye-Rusya ilişkileri de oldukça dinamik bir döneme girmiştir. 
Güney Akım ve TANAP ardından bir de Doğu Akdeniz gazının Türkiye üzerinden Avrupa pazarına taşınması ihtimali, iki taraf arasındaki bağımlılık ilişkilerinde yeni bir sayfa açmaya aday görünmektedir. 

SONUÇ 


2000’li yılların ortasından itibaren varlığı ortaya çıkan Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yatakları bölgenin stratejik önemini artırmakla kalmamış, kıyıdaş ülkeler arasındaki ilişkilerin doğasını da değiştirmeye başlamıştır. Dünya doğalgaz arzında yeni bir tedarik kaynağı ortaya çıkarken, mevcut kaynakların pazar paylarını etkileyen bu gelişmeyle birlikte Ortadoğu barışından Türkiye-Avrupa ilişkilerine kadar birçok konu yeni dinamikler üzerinden okunmaya başlanmıştır. 

Ortaya çıkan bu yeni yer altı zenginliğinin en önemli sonuçlarından biri, bölgede işgalci kimliği ile barışın en önemli engeli durumundaki İsrail’in doğalgaz zengini bir ülkeye dönüşecek olmasıdır. 

1948’den itibaren işgal ettiği Filistin toprakları üzerindeki hâkimiyeti halen tartışmalı olan İsrail’in kendisine bu kez deniz üzerinde yeni bir hâkimiyet ve nüfuz alanı açmaya çalışması, önümüzdeki dönemin en önemli konularından olmayı sürdürecektir. 

Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarının en azından bir bölümünün Gazze kıta sahanlığına denk gelmesi, işgalci rejimin Gazze üzerindeki deniz ablukasını da gündeme taşımaktadır. 

Bugüne kadar Gazze’ye yönelik deniz ablukasını kendisinin güvenlik kaygıları üzerine inşa ettiğini kaydeden İsrail’in, mevcut söyleminden farklı motivasyon lara sahip olduğu anlaşılmaktadır. Milyarlarca metreküplük Gazze doğalgazının İsrail tekeline mahkûm edilmesi, bölgenin sadece hukuki statüsünü değil, aynı zamanda insani durumunu da uluslararası gündemin üst sıralarında tutmaya devam edecektir. 
Zira kendi sahip olduğu zenginliklerinden yararlanmasına izin verilmeyen Filistin halkı için Filistin meselesi çok daha karmaşık hale gelecektir. 

Uluslararası hukuk açısından Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yataklarının hangi ülkelere ait olduğu ile ilgili tartışmalar daha uzun süre devam edecek gibi görünmektedir. Bu tartışmalar içinde Türkiye’nin oynayacağı rol, bu enerji kaynaklarını uluslararası pazarlara açmanın ötesinde bölge barışı için kullanılmasını da sağlamak olmalıdır. Özellikle Gazze’ye ait olduğu düşünülen kaynakların çıkarılması ve taşınmasında Türkiye, gazın sahiplerinden 
biri olan Filistinlilerin de söz sahibi olduğu bir mekanizmayı oluşturma gayreti içerisinde olmalıdır. 


SON NOTLAR 

1 Muhittin Ziya Gözler, “Doğu Akdeniz’de Paylaşılamayan Kaynaklar”, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2014/12/17/7927/dogu-akdenizde-paylasilamayan-kaynaklar 

2 World Petroleum Resources Project, Assessment of Undiscovered Oil and Gas Resources of the Levant Basin Province, Eastern Mediterranean, 
Mart 2010, http://pubs.usgs.gov/fs/2010/3027/ 

3 Cihat Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilgi Strateji, Cilt 4, Sayı 6, 2012, s. 11. 

4 http://www.sonsayfa.com/Haberler/Ekonomi/Dogu-Akdenizde-servet-yatiyor-204685.html 

5 F. Taşdemir, Kıbrıs Adası Açıklarında Petrol ve Doğalgaz Arama Faaliyetleri Kapsamında Ortaya Çıkan Krizin Hukuki, Ekonomik ve Siyasi 
Boyutları, Ankara Strateji Enstitüsü, 2012, s. 42. 

6 Umut Kedikli, “Taşkın Deniz, Enerji Kaynakları Mücadelesinde Doğu Akdeniz Havzası ve Deniz Yetki Alanları”, Alternatif Politika, Cilt 7, 
Sayı 3, Ekim 2015, s. 403. 

7 http://www.globalresearch.ca/war-and-natural-gas-the-israeli-invasion-and-gaza-s-offshore-gas-fields/11680 

8 BG Group, “Where We Work: Areas of Palestinian Authority”, http://www.bggroup.com/databook/2014/26/where-we-work/areas-of-pa/ 

9 “The National Recovery and Reconstruction Plan for Gaza,” October 2014, 
http://www.mfa.gov.eg/gazaconference/documents/finalGaza%20ERP%20report%20ENG30092014.pdf 

10 “Arafat says natural gas field great hop efor Palestinian economy,” Associated Press, September 27, 2000, 
http://www.thedossier.info/ articles/ap_arafat-says-natural-gas-field-great-hope-for-palestinian-economy.pdf 

11 Steve Hawkes, Sonia Verma, “BG Group at center of Steve Hawkes and Sonia Verma”, “BG Group at centre of $4bn deal to supply 
Gaza gas to Israel,” The Times, 23 May 2007, 
http://www.thetimes.co.uk/tto/business/industries/naturalresources/article2180799.ece 

12 Simon Henderson, “Natural Gas in the Palestinian Authority: The Potential of the Gaza Marine Offshore Field”, 
http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/natural-gas-in-the-palestinian-authority-the-potential-of-the-gaza-marine-o 

13 6 Office of the Quartet Representative Tony Blair, “Initiative for the Palestinian Economy-Summary Overview,” March 2014, 
http://blair.3cdn.net/a0302ab9e588825b29_1bm6yhjay.pdf, p. 36. 

14 Eran Azran, “Palestinian Become First Customer of Israel’s Leviathan Gas Field”, 
http://www.haaretz.com/israel-news/business/1.567216 

15 Haziran 2013’te Mısır’da Mursi hükümetine yapılan darbeden bu yana Katar, ithal edilen dizel yakıtın çoğunun ana tedarikçisi konumundadır, 
bk. Simon Henderson, “Natural Gas in the Palestinian Authority: The Potential of the Gaza Marine Offshore Field,” The German Marshall 
Fund of the United States, March 2014, 
http://www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/opeds/Henderson20140301-GermanMarshallFund.pdf (20 Temmuz 2016). 

16 “Water and energy Crisis in Gaza: Seeking a multi-stakeholder partnership for solutionz,” UNICEF, May 16, 2014, 
http://www.unicef.org/ oPt/Outcome_document_on_Water_and_Energy_in_Gaza_-_16_May_2014.pdf (20 Temmuz 2016). 

17 Buna benzer olarak mülteci kamplarında birçok özel durum vardır. Mülteci kamplarındaki pek çok kişi elektrik hizmetinin karşılığını ödeme
yi reddetmektedir. Interview with Hani Jhosheh, the Jerusalem District Electricity Company, Jerusalem, June 24, 2014. 

18 Su konusunun çözümünde fırsatlar ve su paylaşımları hakkında daha fazla bilgi için; David B. Brooks and Julie Trottier, An Agreement to 
Share Water Between Israelis and Palestinians: The FoEME Proposal, EcoPeace/Friends of the Earth Middle East (March 2010), 
http://foe-me.org/uploads/13411307571~%5E$%5E~Water_Agreement_FINAL.pdf 

19 İbrahim Kaya, Uluslararası Hukukta Temel Belgeler, Ankara: Seçkin Yay., 2015, s. 296. 

20 Kaya, s. 310. 

21 Sertaç Hami Başeren, Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı, Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yayınları, No. 31, İstanbul, 2010, s. 2; 
    Başeren, “Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi, 8 (14), Ocak 2010, ss. 132-133. 

22 No. 216, 21 Eylül 2011 Türkiye-KKTC Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Dışişleri Bakanlığı Basın Açıklaması, 
http://www.mfa.gov.tr/no_-216_-21-eylul-2011-turkiye-_-kktc-kita-sahanligi-sinirlandirma-anlasmasi-imzalanmasina-iliskin-disisleri-bakanligi-basin-ac_.tr.mfa 

23 Taşdemir, s. 36 

24 G. Lakes, “Lübnan: Bir Hidrokarbon Sektörü Oluşturmaya Yönelik Çabalar,”, Kıbrıs Deniz Hidrokarbonları. Bölgesel Siyaset ve Servet Dağılımı, 
(ed. A. Gürel, H. Faustmann ve G. M. Reichberg) Rapor 2012/1, ss. 1-96. 

25 Ş. Kaya, “Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdeniz’in Hukuki Statüsü ve Türkiye Cumhuriyeti için Stratejik Önemi,” Stratejik 
Araştırmalar Dergisi, Yıl 5, Sayı 9, 2007, ss. 19-55. 

26 C. Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilgesam, 4 (6), 2012, ss. 1-70, 28. 

27 Agreement between the Republic of Cyprus and the Arab Republic of Egypt on the Delimitation of the Exclusive Economic Zone, 17 February 2003, 
http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/TREATIES/EGY-CYP2003EZ.pdf; Delimitation Agreement Cyprus-Lebanon EEZ, January 17, 2007; Delimitation Agreement Cyprus-
Israel, December 17, 2010. 

28 Simon Henderson, “Energy Discoveries in the Eastern Mediterranean: Source of Cooperation or Fuel Tension? The Case of Israel”, The Washington Institute, 
http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/energy-discoveries-in-the-eastern-mediterranean-source-for-cooperation-or-f (30 Haziran 2016). 

29 Taşdemir, s. 41. 

30 http://www.mfa.gov.tr/no_-43_-15-subat-2012_-gkry_nin-actigi-ikinci-uluslararasi-hidrokarbon-arama-ihalesi.tr.mfa 

31 Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, s. 32. 

32 Charles Levinson&Guy Chazan, “Big Gas Find Sparks a Frenzy in Israel”, Wall Street Journal, 30 Aralık 2010, 
http://www.wsj.com/articles/SB10001424052970204204004576049842786766586 

33 http://www.globes.co.il/en/article-russia-wants-share-in-israeli-gas-1001119921 

34 Taşdemir, Kıbrıs Adası Açıklarında..... 

35 Umut Kedikli, Taşkın Deniz, “Enerji Kaynakları Mücadelesinde Doğu Akdeniz Havzası ve Deniz Yetki Alanları”, Alternatif Politika, Cilt 7, Sayı 3, Ekim 2015, s. 413. 

Karagümrük Mh. Kaleboyu Cd. Muhtar Muhittin Sk.No:6 
PK.34091 Fatih / İstanbul - TÜRKİYE 
www.insamer.com info@insamer.com 


ARKA KAPAK NOT;

2000’li yılların ortasından itibaren tespit edilen Doğu Akdeniz’deki doğalgaz yatakları bölgenin stratejik önemini artırmakla kalmamış, kıyıdaş ülkeler 
arasındaki ilişkilerin doğasını da değiştirmeye başlamıştır. Dünya, doğalgaz arzında yeni bir tedarik kaynağına ulaşılırken, mevcut kaynakların pazar paylarını etkileyen bu gelişmeyle birlikte Ortadoğu barışından Türkiye-Avrupa ilişkilerine kadar birçok konu yeni dinamikler üzerinden tekrar okunmaya başlanmıştır. 

Ortaya çıkan bu yeni yer altı zenginliğinin en önemli etkilerinden biri, bölgede işgalci kimliği ile barışın önündeki en büyük engel durumundaki İsrail’in doğalgaz zengini bir ülkeye dönüşecek olmasıdır. 


www.insamer.com 
info@insamer.com 

****