ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2021 Çarşamba

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 1

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 1 
 

Doğu Akdeniz Sorunu, ABD, Doğu Akdeniz Politikası, Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER, Türkiyenin Seçenekleri, Covid 19 salgını,Sanayi Devrimi, Orta-Doğu, savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları, göçler,

Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER 
 
Temmuz 2020 başında, ABD uzun yıllardır Kıbrıs’taki iki taraf olan KKTC ve GKRY’ye uyguladığı silah ambargosu politikasını tek taraflı değiştirerek GKRY’ne silah satışına izin vermiş ve GKRY Rum Milli Muhafız Ordusunu Doğu Akdeniz’de “İstikrarı” sağlama gerekçesiyle askeri eğitim ve talim programına dâhil ederek, savaş kapasitesini artıracağını duyurmuştur. 
    Hâlihazırda Dünyanın en büyük toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunu olan pandemi bu hızla artarak devam ederse belki de uluslararası güvenlik sorunu da haline gelecektir. Yeni tip Corona (Covid 19) salgınından sonra Dünya gündemini meşgul eden ikinci en önemli uluslararası sorun “Doğu Akdeniz Sorunu” olmuştur. Bu kapsamda; Doğu Blokunun çöküşü ve iki kutuplu sistemin yıkılışı ile dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD’ in, stratejik ve siyasi öneminin yanı sıra Kıbrıs adasının doğusunda zengin doğalgaz, batısında ise petrol rezervlerinin bulunması ile ekonomik önemi de çok artan bu bölgeye ilgisi çok artmış ve çoğu unsurunu henüz bilemediğimiz yeni bir proaktif stratejiyi uygulamaya koymuştur. Bunun en 
belirgin örneği, GKRY’ ye silah ambargosuna son vermesi ve ordusunu askeri eğitim programına dâhil etmesi olmuştur. 

Öncelikle Doğu Akdeniz’in uluslararası ilişkiler açısından hayati önemini tarihi olayları da örnek vererek açıklayalım. Bugün dünya üzerinde en yaygın kullanılan enerji kaynakları petrol ve doğalgazdır. Sanayi Devrimi’nin başladığı 1750’lerden 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem olan 1960’lara kadar yaklaşık 200 yıl boyunca dünyada enerji kaynağı olarak “Kömür” kullanılmıştır. 1. ve 2. Dünya Savaşları Kömür ve Demir kaynaklarına sahip olmak için Avrupa’da çıkıp bütün dünyaya yayılmıştır. Avrupa’da bir daha savaş çıkmaması için (Never again war) 1950 de Hür Batı Avrupa’da dünya üzerindeki ilk devletler-üstü (Supra-National) nitelikli uluslararası daha doğrusu ulus-üstü örgüt olan AKÇT (Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu) kurulmuştur. AKÇT’nin kuruluşundan sonra; Yüzyıl Savaşları, Otuz Yıl savaşları, Yedi Yıl Savaşları ile 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın çıktığı ve en yıkıcı şekilde cereyan ettiği Avrupa kıtasında bir daha savaş çıkmamıştır. 1960’lardan itibaren savaşlar enerji olarak çevreyi, kömüre göre daha az kirleten, daha çok enerji üreten; daha verimli ve ekonomik olan petrol yataklarının denetimini sağlamak için yapılmaya başlamıştır. Artık dünyadaki enerji savaşları kömür yataklarını kontrol için değil; petrol ve doğalgaz rezervleri için yapılmakta dır. Dünyada bugün bilinen enerji rezervlerinin (Petrol ve doğalgaz) % 75’i (son 7-8 yıl içinde Doğu Akdeniz’de keşfedilen yataklar hariç) Orta-Doğu Bölgesinde bulunmaktadır. 
Bu yüzden Orta-Doğu’ da savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları ve göçler sürekli devam etmektedir. 
Soğuk Savaş döneminde iki süper güç Orta-Doğu’ya hâkim olmak ve enerji kaynakları üzerinde hegemonya kurmak istiyordu. Başta ABD; Başkan D. Eisenhower’ın 5 Ocak 1957'de, kendi adıyla bilinen ünlü “Eisenhower Doktrini’ni açıklaması ve ABD Kongresi’nin de Mart 1957’de bu stratejiyi onaylayarak, ABD Başkanına bu doktrin ile Orta Doğu ülkelerine askerî ve ekonomik yardım yapılması için yetki vermesi ile ABD Orta-Doğu’da SSCB’ye karşı büyük bir üstünlük sağladı. Eisenhower Doktrini kapsamında yapılacak yardımların amacı; Orta Doğu'da komünizmin ve Sovyet etkisinin yayılmasını önlemekti. ABD; başta İsrail olmak üzere yönetimlerinde Kral, Emir gibi mutlak monarşik hanedanların bulunduğu Suudi Arabistan, Orta-Doğu’ da savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları ve göçler gibi Arap ülkeleri ile kurduğu açık ve gizli ittifaklarla SSCB’ ni Orta-Doğu’da zayıf ve etkisiz bir konuma getirerek; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşmasına göre Osmanlı’nın Orta-Doğu topraklarını paylaşarak bölgeye egemen olan İngiltere ve Fransa, 1956 Süveyş Krizinden sonra bölgeyi terk etmek zorunda kalmasıyla ortaya çıkan güç boşluğunu (vakum) doldurmuş olmuştur. O tarihten bugüne kadar ABD’nin Orta-Doğu’daki etkisi nispeten azalsa ve ABD’ ye kafa tutan, çok sayıda asker ve teçhizat zayiatı ile yüz milyarlarca dolar ekonomik kayıplara neden olan karşı koymalar, gayri nizami harp ve terörist saldırılar olsa bile ABD’nin Orta-Doğu’daki hegemonyası devam etmektedir. 

Bölgede ABD’nin hegemonik üstünlüğüne karşılık SSCB’ de Batı’nın peyki olan mutlakiyetçi kralların sultasından kurtularak sosyalist rejimler benimseyen Arap ülkeleri ile stratejik ilişkilere girerek Orta-Doğu’da “Güç Dengesi”ni sağlama yoluna gitmiştir. İlk olarak, Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah’ın 1920’de İngiltere tarafından Suriye Kralı yapılmasından kısa bir zaman sonra Fransızlar tarafından Şam’dan kovulması ve Suriye’ de Fransız manda idaresi altında Orta-Doğu’ daki mutlak monarşilerle yönetilen, batının uydusu ve emir eri diğer otoriter ve totaliter devletlerin aksine ilk laik ve görece demokratik devlet kurulmuştur. 2. Dünya Savaşında da Fransa’nın 
Nazi Almanyası tarafından işgal edilmesiyle Kuzey Afrika (Mağrip) ve Levant bölgesindeki Suriye ve Lübnan (Maşrık) ülkeleri üzerinde manda kisvesi altındaki Fransız hegemonyasının zayıflamasına ve Savaştan sonra da başta güneydoğu Asya’daki Fransız Hindiçini bölgesi olmak üzere bütün Fransız kolonilerini kaybetmesine neden olmuştur. 

Bu süreçte Suriye, 1946 tarihinde Orta-Doğu’daki ilk laik ve nispeten demokratik bir devlet olarak bağımsızlığını ve tam egemenliğini kazanmıştır. 1950-1960 döneminde İspanya-Portekiz-Hollanda-Belçika-Fransa ve İngiltere’ nin, Afrika, Orta-Doğu ve Asya-Pasifikteki bütün sömürgelerinin birbiri ardına bağımsızlıklarını kazanıp, egemen birer devlet olarak BM’ ye üye olmaları ve “Bağlantısızlık Hareketi” ni kurarak eski sömürgeci devletlere yani “Batı” ya karşı uluslararası arenada örgütlenmeleri üzerine bu yeni bağımsız ama fakir, eğitimsiz ekonomik, sosyal ve siyasi bakımdan geri kalmış ülkelerde hızla Batı karşıtlığı ve Sosyalist fikirler yükselmeye ve yerleşmeye başlamıştır. Bu Batı karşıtı ve sosyalist ideolojiden ilham alan yeni rejimler Orta-Doğu’daki Arap devletlerinde BAAS Partileri bünyesinde kurumsallaşmış ve iktidarları ele geçirmişlerdir. Kelime anlamı ile yeniden diriliş anlamına gelen BAAS’ın Suriye’deki işlevi ise farklı dini, mezhebi unsurları Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve yine buna bağlı olarak seküler yani laik bir anlayış altında kaynaştırmaktı. Dolayısıyla 1950’lerden itibaren Suriye BAAS 
rejimi altında Orta-Doğu’da Fransa ve İngiltere’nin boşalttığı batılı güçlerin yerini dolduran ABD’ ye karşı SSCB’nin yanında yer almış; 70 senedir de önce SSCB, onun yıkılması ile mirasçısı olan Rusya Federasyonunun en büyük müttefiki olmuştur. SSCB Orta-Doğu’da Suriye dışında Mutlak Monarşilerden kurtularak BAAS ve sosyalist rejimlerle yönetilmeye başlayan diğer devletlerle de siyasi, askeri ve ekonomik işbirlikleri yaparak ABD ile Orta- Doğu’ da “Güç” ve “Hegemonya” Savaşına girmiştir. Bu ülkeler; 1952’de Batı yanlısı Kral 
Faruk’u devirerek işbaşına gelen BAAS yanlısı Batı karşıtı General Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı; 1958’de Osmanlı’yı arkadan vuran Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Kral Faysal’ın devrilmesiyle BAAS rejiminin işbaşına geldiği Irak; 1958’ de Fransızların 1 milyon Cezayirliyi katletmesine rağmen verdiği muazzam mücadele ile Fransa’dan bağımsızlığını kazanarak sosyalist bir rejimle yönetilmeye başlayan Cezayir; 1969’da Batı yanlısı Kral İdris’i devirerek İslami kuralların üzerine sosyalist bir rejim kurarak ülkesini hızla kalkındıran Albay Muammer Kaddafi’nin yönetimindeki Libya ve Yaser Arafat liderliğinde İsrail’e karşı işgal altındaki topraklarını kurtarma için silahlı direnişe başlayan sosyalist FKÖ ve Monarşiyle yönetilen Batı yanlısı Kuzey Yemen’le mücadele eden Sosyalist Parti ile idare edilen Güney Yemen (Yemen Demokratik Cumhuriyeti) gelmekteydi. 

Soğuk Savaş döneminde Orta-Doğu Bölgesinde iki Süper Güç olan ABD ve SSCB’nin “Güç” ve “Hegemonya” savaşı, bu iki süper gücün bölgede desteklediği gizli ve açık müttefiki olan devletler arasında “Askeri, Siyasi ve Ekonomik Rekabet” ; 1948, 1956, 1967 ve 1973’te dört kez Arap- İsrail Savaşına neden olmuştur. Bu savaşlar da 1973 ve 1979’da iki büyük “Petrol Krizi” ne neden olarak bütün dünya ekonomilerini çok olumsuz şekilde etkilemiştir. 
Soğuk Savaş döneminde bölgedeki iki süper gücün bu rekabeti, soğuk savaş sonrasında mahiyet değiştirerek ve bugüne kadar şiddetini artırarak sürmektedir. SSCB yıkılmış ama onun mirasçısı Rusya Federasyonu, SSCB’nin Orta-Doğu Politikasını aynen devam ettirmiştir. “Brejnev Doktirini” kapsamında Macaristan, Çekoslavakya, Afganistan ve Polonya’ya askeri müdahalede bulunan SSCB’nin aynı saldırgan politikasını bugün Rusya Federasyonu; Suriye, Libya, Yemen, Kıbrıs (GKRY) gibi Orta- Doğu ülkeleri ile Gürcistan ve Azerbaycan gibi Kafkasya, Ukrayna (Doğu Ukrayna ve Kırım) ile Moldovya (Trans-Dinyester) gibi Doğu Avrupa ülkelerinde de uygulamaktadır. 

SSCB ve mirasçısı Rusya Federasyonun bu saldırgan saldırgan politikasına karşı ABD de bölgede askeri varlığını artırarak ve yeni müttefikler kazanarak karşı atağa geçmiştir. 1979 yılının başında ABD ve İngiltere’nin emir subayı olan İran Şahı Rıza Pehlevi devrilmiş ve yerine ABD’yi en büyük şeytan olarak değerlendiren, İran’daki İngiliz ve ABD petrol şirketlerinin işlettiği dünyanın en zengin 3. Petrol rezervlerini millileştirip batılı şirketleri İran’dan kovan Ayetullah Humeyni gelmiş tir. Bu ABD için hem SSCB’nin Basra Körfezine inmesine imkân sağlayacağı için stratejik; hem de dünyanın sayılı petrol ve doğalgaz kaynaklarının ABD’nin kontrolünden çıkması bakımından ekonomik bir darbe olmuştur. 1979 yılının sonunda ise bu kez SSCB Afganistan’ ı işgal ederek Hint Okyanusuna çıkışına vesile olarak ABD’nin stratejik çıkarlarına ağır bir darbe vurmuştur. 
ABD ise 1978 Eylül’ünde Mısır’a büyük ekonomik ve siyasi rüşvetler vererek, SSCB’nin Orta-Doğu’daki en büyük ve en güçlü müttefiki olan Mısır’la İsrail’in, ABD Başkanlarının yazlık konutlarının bulunduğu Camp David kasabasında, Mısır Devlet Başkanı eski sosyalist Enver Sedat’la İsrail Başbakanı Menahem Begin’nin anlaşma yapmalarını sağlamıştır. Mısır ABD’ den nükleer santraller, o zamanki değeriyle 5 milyar dolar para ve İsrail’den de Sina yarımadasını geri almış; karşılığında barış anlaşmasını imzalayarak diğer Arap ülkelerine ihanet ederek İsrail’le savaşa son vermiş ve İsrail’i resmen tanıyan ilk Arap devleti olmuştur. 

Bu SSCB için çok büyük bir stratejik yenilgi olmuştur. Enver Sedat’ın kendi ülkesi için fevkalade yararlı ve kazançlı olan bu başarısı diğer Arap ülkelerince hain damgası yemesine ve Arap ülkelerinin Mısır’la diplomatik ve ekonomik ilişkilerini keserek Arap ve İslam dünyasında yalnızlaştırma ve dışlama politikaları izlemelerine yol açmış; iki sene sonra da Enver Sedat bir askeri geçit töreni sırasında kendi askerlerince vurularak öldürülmüş ama yerine yardımcısı tamamen ABD yanlısı Hüsnü Mübarek gelmiş ve Mısır hem ekonomik olarak büyük kazançlar sağlamış hem çok değerli Sina yarımadasını İsrail işgalinden kurtarmış hem de Batı dünyasında büyük siyasi önem ve stratejik güç kazanmıştır. ABD de hem İsrail’ in güney sınırlarının güvenliğini, hem Süveyş kanalının kontrolünü sağlamış hem de SSCB’yi Kızıldeniz ve Süveyş’ten çıkartarak bölgenin tek hâkimi olmuştur. 1979 yılında Afganistan’ ı işgal eden SSCB 10 yıl süren iç savaşta, ABD’nin desteklediği Mücahitler karşısında büyük bir yenilgi alarak 1989’un Şubat’ında geri çekilmek zorunda kalmıştır. Süreç, aynı yılın Kasım ayında Berlin Duvarı yıkılarak, Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin yıkılıp, dağılması ile sonuçlanmıştır. 

SSCB’nin Afganistan’daki yenilgisi ABD’yi Orta-Doğu Bölgesinin doğu sınırının da mutlak hâkimi haline getirmiştir. Bundan birkaç yıl sonra ABD, yıkılan SSCB’nin mirasını devralan Rusya Federasyonu’na karşı çok büyük bir zafer daha kazanarak, Rus yanlısı BAAS partisi ile yönetilen Irak’ın sosyalist devlet başkanı Saddam Hüseyin’ i devirerek kendisini ve ekibini idam etmiş; BAAS Partisinin bütün yöneticilerini de iktidardan uzaklaştırarak hapse atmışlardır. ABD, BAAS rejimi yerine, kendi kontrolünde Kuzey Irak’ta bölgesel Kürt yönetimi; Orta Irak’ta Bağdat çevresinde ABD’den talimat alan Sünni bir Arap yönetimi; güneyde ise Şii olmasına rağmen İran’dan ziyade ABD’ye yakın politikalar izleyen Şia bir Arap yönetimi kurarak, Irak’ın bütün petrol ve doğalgaz kaynaklarına el koymuş, işletmesini ABD petrol şirketlerine vermiştir. Böylece ABD bölgede SSCB’ ye karşı hem ekonomik hem de stratejik olarak muazzam bir üstünlük sağlamıştır. Aynı şekilde 2012 Rus yanlısı Libya lideri Albay Kaddafi, ABD’nin organize ettiği bir iç savaşla devrilerek, işkenceyle öldürülmüş; yerine Irak’ta olduğu gibi üçü de ABD kontrolünde olan Üçlü bir yönetim işbaşına gelmiştir. Devlet tarafından işletilen Libya’nın zengin petrol ve doğalgaz kaynakları da özelleştirilerek Batılı şirketlere peşkeş çekilmiştir. Bu da ABD’nin Rusya’ya karşı Orta-Doğu ve Doğu-Akdeniz’de kazandığı başka bir zafer olmuştur. 

Son sekiz yıl içinde, Orta-Doğu/Doğu Akdeniz Bölgesinde yukarda belirttiğimiz bütün bu olaylardan çok daha önemli sonuçlara neden olacak iki önemli gelişme daha olmuştur. Bu son iki olay Orta-Doğu/ Doğu-Akdeniz Bölgesini dünyanın en önemli ve en tehlikeli bölgesi haline getirerek, belki de yeni tip Corona Virüsü Covid 19’dan sonra dünyanın en büyük sorunu haline gelmiştir. Stratejistler ve Uluslararası İlişkiler uzmanları, İstihbaratçılar ve askeri kurmaylara göre eğer bir 3. Dünya Savaşı çıkarsa bu savaş bu kez Avrupa kıtasında değil Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz Bölgesinde kömür ve demir kaynaklarının kontrolü için değil, petrol ve doğalgaz kaynaklarının kontrolü için çıkacaktır. Bu iki önemli uluslararası 
gelişme de doğrudan Türkiye’nin bekası ile ilgili konulardır. Eğer Türkiye gerekli proaktif stratejileri uygulamaya sokmazsa Türkiye’nin egemenliği, toprak bütünlüğü, ekonomik gelişmesi, Lozan Antlaşmasıyla elde ettiği kazançlar tehlikeye girebilecektir. 

Bunlardan birincisi, eski eyaletimiz ve en uzun kara sınırımızın bulunduğu komşumuz Suriye’de dokuz yıl önce çıkan iç savaştır. İkincisi ise; eğer çıkarlarımıza dört elle sarılmaz ve aktif bir diplomasinin eşlik edeceği etkili ve düşmanı yok edici bir askeri güç kullanımının yanı sıra başarılı bir psikolojik savaş stratejisi izlemesek milli çıkarlarımızı, milli menfaatlerimizi ve ekonomik bağımsızlığımızı doğrudan etkileyecek şekilde aleyhimize kullanılabilecek olan altı yıl önce Kıbrıs adasının doğusunda deniz yatağında keşfedilerek ABD-İsrail enerji şirketlerince işletilmeye hazır hale gelen Avrupa’ nın 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabileceği hesaplanan çok zengin doğal gaz yatakları ve Kıbrıs adasının batısında yine deniz dibinde keşfedilen zengin petrol yataklarının sahipliği ve kontrolü konusudur. 

Suriye’deki gelişmelere baktığımızda; Devlet Başkanlığını kendisi gibi diktatör olan babası Hafız Esad’dan sanki monarşik hanedanlarla yönetilen ülkelerde olduğu gibi miras olarak devralan Beşer Esad’ın Arap Alevisi (Nusayri) kökenli olduğu görülür. Aleviler Suriye nüfusunun sadece % 12’sini oluşturmalarına rağmen 1960’lardan itibaren Suriye Ordusunu ele geçirmişler; yaptıkları askeri darbe ile de 1970’lerden itibaren Devlet Başkanlığı, Hükümet üyelikleri, Bürokrasi ve uyduruk-sahte seçimlerle de Parlamentoda çoğunluğu elde tutarak elli yıldan fazla bir zamandır % 75 Sünni çoğunluğa tahakküm ve eziyet etmektedirler. Suriye’ deki bu hastalıklı ve adaletsiz siyasi yapıyı ayakta tutan birkaç güç vardır. İşte bu Suriye’ deki 
adaletsiz ve hukuksuz siyasal yapı iç savaşa neden olmuş. Bu iç savaş Türkiye’yi beş milyon düzensiz göçmene bakmak; onlara on milyarlarca dolar kaynak tahsis etmek; güvenlik, asayiş, salgın hastalık, kültürel çatışmalar, hırsızlık, tecavüz gibi birçok iç sorunla uğraşmak zorunda bıraktığı gibi; Rusya ile de askeri uçak düşürmeye, yerel silahlı çatışmalara girmeye, karşılıklı askeri kayıplar verilmesine neden olan ve Türkiye’yi Rusya ve/veya İran’la savaşa sürükleyebilecek uluslar arası sorunlara neden olmaktadır. Yüz yıl önce sıradan bir eyaletimiz olan Suriye; yukarıda detaylı olarak açıkladığımız gibi eski süper güç SSCB’nin devamı Rusya’nın, Orta-Doğu’daki en önemli müttefikidir. 


***


18 Şubat 2021 Perşembe

ABD’nin Karadeniz’de Nüfuz Tesis Etme Girişimi

ABD’nin Karadeniz’de Nüfuz Tesis Etme Girişimi






Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI
Giresun Üniversitesi Öğretim Üyesi
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl: 5 
Sayı: 17 
Kış 2012 


      Amerika Birleşik Devletleri diğer büyük güçler gibi kendi çıkarları doğrultusunda dönem dönem ekonomik, kültürel ve siyasi yayılma siyaseti 
uyguladığı gibi fiilen askeri birliklerle de müdahalelere yönelebilmektedir. ABD’nin bu harekât tarzına ait örnekler yakın tarihte Güneydoğu Asya’da, Afrika’da, bugün ise Afganistan ve Irak’ta görülebilir.
     Karadeniz (1) havzası, dünyanın diğer çatışma bölgelerine yakın olmasına rağmen nispi bir istikrara sahiptir.
Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batılı güçler çeşitli siyasi gelişmeleri gerekçe göstererek Karadeniz havzasında doğrudan veya dolaylı yoldan müdahil olma girişimlerini sürdürmektedir.
Bu çalışmada, ABD ve diğer batılı güçlerin müdahale sahasına dönüşen Afrika, Afganistan ve Irak gibi kriz bölgelerinden örnek verilerek, ABD’nin Karadeniz bölgesine yönelik politikaları incelenecektir. ABD’nin insan hakları, demokrasi ve benzeri gerekçeler üzerinden Karadeniz bölgesine nüfuz etme ve bölgede sürekli varlık tesis etmeye yönelik izlediği siyaset analiz edilecektir.

Karadeniz havzası bulunduğu coğrafi konum itibariyle çok önemli stratejik, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahiptir.

Öncelikle bu coğrafya Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’ya yakınlığı nedeniyle enerji, nakil ve ulaşım yolları üzerinde bulunmaktadır. Rusya Federasyonu’nun en önemli ticari ve askeri limanları Karadeniz kıyısında bulunmaktadır. 
Deniz taşımacılığı bakımından Rusya’nın bu limanları ülke ekonomisi bakımından hayati konumda dır. Rusya Batı’nın özellikle Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılarken Karadeniz limanlarını kullanmaktadır.
Ayrıca Orta Asya’nın Batı pazarlarına ulaşmak için kullanabileceği en önemli alternatiflerden biri Karadeniz’dir.
Kafkasya ülkelerinin, özellikle Azerbaycan’ın Batı pazarlarına ulaşmakta en rasyonel alternatifi Karadeniz’dir. Karadeniz’de bulunan mevcut enerji, nakil hatları ve gelecek dönemde yenilerinin yapılması düşüncesi bir gerçeği ortaya koymaktadır.
Bu gerçek, Avrupa’nın enerji ihtiyacını tedarik ve temin için Karadeniz’in vazgeçilmez olduğudur. Soğuk Savaş döneminde Karadeniz havzası Türkiye hariç doğu bloğu ülkelerinin egemenliği altında bulunduğundan genellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hâkimiyeti altındaydı. Rusya’nın yanı sıra o dönem Sovyetler Birliği’nin bir parçası konumunda bulunan Gürcistan ve Varşova Paktı (2) üyeleri olan Romanya ve Bulgaristan Karadeniz ülkesiydi.

Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin nüfuz sahasında yer alan Karadeniz’ de, Sovyetler Birliği’nin ve ardından Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra dengeler Batı lehine değişmiş oldu. Gürcistan bağımsızlığını kazandıktan sonra liderlerinin tercihi neticesinde hızlı bir şekilde Rusya’dan uzaklaştı ve Batı eksenine yaklaştı.
Etnik sorunların ortaya çıkmasıyla kısa süre içinde ülkenin bazı bölgelerinde (3) Tiflis’in hâkimiyeti zedelendi. Daha sonra Rusya’nın Güney Osetya meselesini gerekçe göstererek Gürcistan’a savaş açması bağımsızlığına yeni kavuşan bu küçük ülkeyi önemli sorunlarla baş başa bıraktı. Gürcistan’ın Rusya ile sorunları halen devam etmektedir.
    Romanya ve Bulgaristan da Sovyetlerin dağılmasından sonra kısa zaman içinde Batı eksenine müdahil oldu.
İki ülke de çok kısa sürede NATO’ya (2004), gerekli reformları gerçekleştirerek Avrupa Birliği’ne (2007) katıldı. Romanya ve Bulgaristan’ın NATO’ya üye olması ise özellikle ABD’nin Karadeniz üzerinde nüfuz tesis etme hedefiyle açıklanabilir. Bu iki ülkenin hem AB’ye hem de NATO’ya katılması, Gürcistan ve Azerbaycan’ın da başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerle yakın ilişkiler geliştirmesi Karadeniz’deki dengelerin değişmesine neden olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Karadeniz havzasında daha önceleri Sovyetler Birliği sınırları içerisinde bulunan yeni devletlerin ortaya çıkması ve bağımsızlıklarını kazanması Batı’nın ilgisini çekmiştir. Özellikle Ukrayna,
Beyaz Rusya ve Moldova bu hususta öne çıkmış görünmektedir.

ABD ve Avrupa devletleri bütün olanaklarını kullanarak bu ülkeler üzerinde nüfuz tesis etmeye yönelik girişimlerde bulunmuştur.
Bu girişimler zaman zaman söz konusu ülkelerin iç işlerine müdahil olmak şeklinde de tezahür etmiştir. Bu nüfuz yöntemi özellikle genel seçimler sırasında, parlamento veya başkanlık seçimleri dönemlerinde büyük fonlarla ve kitle iletişim araçlarının imkânlarıyla gerçekleştirilmiştir.

Nitekim George Soros’un (4) Ukrayna ve Beyaz Rusya’daki seçim dönemleri esnasında ve sonrasında meydana gelen toplumsal hareketliliklerde yönlendirici rol oynadığı bilinmektedir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD, Karadeniz havzasında nüfuz tesis etmeye yönelik somut girişimlerde bulunmuştur.
Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova arasında oluşturulan GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Teşkilatı, Washington’ın teşvikiyle ortaya çıkmıştır. 1997 yılında kurulan teşkilat ile hedeflenen NATO’nun Karadeniz havzasında etkinliğini artırması ve Rusya’nın nüfuzunun sınırlandırılmasıdır. Teşkilatın adı 1999’da Özbekistan katılımıyla GUUAM olarak değiştiyse de, 2005’te Taşkent’in bu oluşumdan ayrılması ile tekrar GUAM olmuştur. GUAM’ın Şangay İşbirliği Teşkilatı’na alternatif olarak kurulduğu da ileri sürülmektedir.
Bu teşkilatın, bünyesindeki ülkeleri Avrupa-Atlantik kurumlarına yaklaştırdığı gözlemlenmektedir.
ABD, Karadeniz’de etki alanı tesis etme hedefiyle, 2001’den beri Akdeniz’de faal olan NATO’nun Aktif Çaba Harekâtı’nı terörle mücadele gerekçesi ile Karadeniz’e genişletmeye çalışmıştır. Türkiye ve Rusya bu girişime birlikte muhalefet etmiş, Türk yetkililer böyle bir adımın Karadeniz’de gereksiz yere gerilim doğurabileceği ne işaret etmiştir. Türkiye, Karadeniz’de terörle mücadeleyi mevcut oluşumların yürütebileceğini beyan etmiştir. Bu oluşumlar 2001’de teşkil edilen Karadeniz İşbirliği Görev Grubu ve 2004’te faaliyete geçen Karadeniz Uyumu Harekâtı’ dır. Diğer taraftan, 2005 yılında ABD, Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne gözlemci statüsüyle katılmak istemiş, Rusya veto etmiştir.
ABD’nin Trabzon’da bir askeri üs talebinde de bulunduğu, Türkiye’nin ise bu talebe sıcak bakmadığı basına yansımıştır.
ABD’nin Karadeniz havzasında etki kurma çabası Bulgaristan ve Romanya’nın 2004’de NATO’ya üye olması ile hız kazanmıştır.
ABD Bulgaristan’la 2006 yılında bir savunma işbirliği antlaşması imzalamıştır. Romanya ile de balistik füzelere karşı konuşlandırılacak bir savunma kalkanı konusunda işbirliği kararlaştırılmıştır. Bu işbirliği doğrultusunda Romanya’ya 2015 yılında kıyı konuşlu radar sistemi ve kara konuşlu füze bataryaları yerleştirilecek tir. ABD hâlihazırda iki ülkede de askeri üs bulundurmaktadır. Bulgaristan ve Romanya’nın ABD ile gelişen ilişkileri, İsrail’in de bu ülkelerle münasebetlerini güçlendirmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. İsrailli pilotlar Romanya semalarında eğitim uçuşları yapmaya başlamıştır. İki ülkenin hava kuvvetleri ortak tatbikatlar gerçekleştirmektedir.
İsrail, Bulgaristan ile de 2011 yılında bir askeri işbirliği anlaşması imzalamıştır.
Son dönemde Avrupa Birliği de Karadeniz bölgesindeki siyasi nüfuzunu artırmaya yönelik somut girişimlerde bulunmuştur. 
     AB, 2007’de bölge ülkeleriyle çevre, ulaşım ve enerji alanlarında sektörel işbirliği ve ortak projeler hedefiyle Karadeniz Sinerjisi girişimini başlatmıştır. AB, Komşuluk Politikası’nın bir parçası olarak geliştirdiği Karadeniz Sinerjisi ile birlikte AB-Rusya ilişkilerinde ve AB-Türkiye ilişkilerinde yeni bir strateji geliştirmiş, Karadeniz’deki varlığını artırmayı amaçlamıştır. AB; Ukrayna, Moldova, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile imzaladığı Doğu Ortaklığı stratejisi ile de aynı doğrultuda hareket etmektedir. AB ile gümrüksüz ticaret ve vizesiz seyahatin öngörüldüğü bu strateji ile Birlik, Karadeniz havzası üzerindeki ekonomik ve siyasi nüfuzunu artırmaya çalışmaktadır.

Karadeniz Havzası, enerji kaynaklarına yakınlığının yanı sıra bölgesel kriz merkezlerine de yakın mesafede bulunması bakımından önem arz etmektedir. Etnik gerilimin dinmediği Kafkasya, Karadeniz’in güneydoğu bölgeleriyle iç içedir. Gürcistan’da filli bir parçalanmışlık söz konusudur.

   Kuzey Kafkasya’da Çeçenistan ve Dağıstan sorunlarının ciddiyeti devam etmektedir. Azerbaycan topraklarının başta Karabağ olmak üzere %20’si (5)
Ermenistan işgali altındadır. Bütün bu kriz bölgeleri, Güney ve Kuzey Kafkasya coğrafyasını bir çatışma alanına çevirmiş durumdadır.

Karadeniz güneybatıdan Balkanlar’la iç içedir. Eski Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte Balkanlar’da ortaya çıkan uyuşmazlıklar; etnik çatışmalar, iç savaşlar, etnik temizlik ve soykırımı beraberinde getirmiştir. Balkanlar’da nispi bir barış ortamı sağlanmış ise de bölgedeki hiçbir etnik ve dinsel sorun tamamen çözülmemiştir. Ortaya çıkan yeni devletlerin iç siyasi karışıklıkları, birbirleriyle olan sınır anlaşmazlıkları ve diğer sorunları varlığını devam ettirmektedir.
     Karadeniz, Kafkasya ve Balkanlar’ın yanı sıra dünyanın diğer çatışma bölgelerine de yakın mesafede bulunmaktadır.
İsrail’in Filistin meselesindeki uzlaşmaz tutumu ve bölgesel hegemonya hedefi doğrultusundaki Makyavelist politikaları sebebiyle Orta Doğu’nun kalıcı barış ve huzura ermesinin uzak olduğu söylenebilir.
Öte yandan Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasındaki hâkim konumdaki otoriter iktidarları sarsan, Arap Baharı(6) diye adlandırılan toplumsal hareketlilik ve değişim rüzgârı bölgenin istikrarını ve güvenliğini doğrudan etkilemektedir. Diğer taraftan Irak ve Afganistan işgalleri de Karadeniz havzasını yakından ilgilendirmektedir.
    Zira Irak ve Afganistan Karadeniz’e çok yakın mesafededir. Karadeniz’de meydana gelen gelişmeler; Rusya, Bulgaristan, Ukrayna, Romanya, Beyaz Rusya, Moldova, Ermenistan ve Gürcistan’ı etkilediği kadar Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.
Türkiye, Karadeniz’e 1685 km’lik kıyı şeridiyle bu havzanın en önemli aktörlerinden biri konumundadır.
Karadeniz’in açık denizlere tek ulaşım yolu olan boğazların da sınırları içinde bulunması Türkiye’nin konumunu daha da güçlendirmektedir. Uzun kıyı şeridi boyunca irili ufaklı yüzlerce yerleşim merkezi ve Samsun, Ordu, Giresun ve Trabzon gibi önemli limanların bulunması bu havzayı Türkiye için ekonomik bakımdan oldukça önemli kılmaktadır. Bu nedenle Karadeniz ve havzasında meydana gelebilecek herhangi bir istikrarsızlık ve sıcak çatışma, doğrudan doğruya Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit edebilir.
Türkiye’nin enerji ihtiyacının büyük kısmı Rusya ve Azerbaycan’dan doğrudan, Hazar’ın doğu kıyısından dolaylı yoldan enerji nakil hatları vasıtasıyla Karadeniz havzası üzerinden karşılanmaktadır.

Karadeniz coğrafyası üzerinden Türkiye’ye nakledilen enerji kaynakları Akdeniz limanlarından, boğazlardan ve batı sınırından dünya ve Avrupa piyasalarına taşınmakta, bu vesileyle ülkeye önemli bir döviz girdisi sağlanmaktadır. Diğer taraftan Karadeniz’de deniz taşımacılığının yaygınlaşması Türkiye limanları üzerinden gerçekleşen ticaret açısından oldukça faydalıdır. Mesela, Trabzon limanı komşu İran devleti için çok önemlidir. İran’ın bütün dünyadan ithal ettiği mal ve ihtiyaçlarının önemli bir kısmı Trabzon limanı üzerinden bu ülkeye sevk edilmektedir. 
   Bu liman İran dış ticareti bakımından en önemli alternatiflerden birisidir. Dolayısıyla Karadeniz; Türkiye için olduğu kadar komşularla yürütülen ticari ve ekonomik ilişkiler açısında da önem teşkil etmektedir.
Özetle, ABD Soğuk Savaş sonrası dönemde Karadeniz’de bir etki alanı meydana getirmeye çalışmıştır. 
Bu çabanın 2000’li yıllarda arttığı, somut girişimlere dönüştüğü gözlemlenmekte dir.
ABD’nin girişimlerine karşın, bölgede Türkiye ve Rusya’nın mevcut dengelerin muhafaza edilmesi doğrultusunda tutum sergilediği fark edilmiştir. Karadeniz’deki mevcut dengenin ABD lehine değişmesi, özellikle Karadeniz’de olduğu gibi Kafkasya ve Orta Doğu’daki hassas süreçleri de olumsuz etkileyebilir.

DİPNOTLAR:

(1.) Karadeniz: 461.000 km2‘lik alanı kapsayan 8350 km’lik kıyı şeridine sahip olan Karadeniz’in doğudan batıya en geniş noktalarının arası 1175
       km, en derin noktası 2210 m’dir.
(2.) Varşova Paktı: Soğuk Savaş döneminde ABD önderliğindeki Batı bloğunun oluşturduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’na (NATO) karşı Sovyetler
       Birliği ve güdümündeki ülkeler tarafından iş birliği ve karşılıklı yardımlaşma amacıyla kurulan askeri ve siyasi bir birliktir. 14 Mayıs 1955
       yılında Polonya’nın başkenti Varşova’da kurulan Birliğe, Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Arnavutluk, Demokratik Alman Cumhuriyeti, Polonya, Çekoslovakya
       ve Romanya üye olmuştur. Varşova Paktı 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla feshedilmiştir.
(3.) Gürcistan: 69.700 km2 yüzölçüme sahip ülkede nüfus 5 milyon (tahmini 2010) civarındadır. Acaristan, Abhazya ve Güney Osetya bölgeleri
       merkezi hükümetin denetimi dışında bulunmaktadır. Gürcistan, NATO ve AB üyesi olmak için uğraş vermektedir.
(4.) George Soros: 1930 doğumlu Soros, Macar Yahudi bir ailenin mensubu olup, halen ABD vatandaşıdır. Soros, finans spekülatörü olarak
       özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki açık ve kapalı faaliyet ve toplumsal hareketleri yönlendirmesiyle
        üne kavuşmuştur.
(5.) Azerbaycan: Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Dağlık Karabağ’ın yanı sıra halen 7 ilçesi Ermenistan işgali altında bulunmaktadır. Bu ilçeler:
       Ağdam, Fuzuli, Cebrail, Zengilan, Laçin, Kelbecer ve Gubatlı’dır.
(6.) Arap Baharı: Bkz:
       http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1067:arap-baharna-farklbak&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150

https://www.turansam.org/makale.php?id=3882

***

16 Ocak 2021 Cumartesi

COVID-19 SALGINININ ABD DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ., BİR İMPARATORLUK KRİZİ Mİ.,

COVID-19 SALGINININ ABD DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ., BİR İMPARATORLUK KRİZİ Mİ., 






COVID-19 SALGINININ ABD DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ 
Prof. Richard E. RUBENSTEIN Jimmy ve Rosalyn Carter Barış ve Çatışma Çözümleri Enstitüsü Öğretim Üyesi, George Mason Üniversitesi, ABD 


Küresel Liderlik, ABD, Çin, ABD-Çin Rekabeti, Prof. Richard E. RUBENSTEIN, George Mason Üniversitesi, Bir İmparatorluk Krizi, COVID-19 Salgını, ABD Dış Politikasına Etkisi, 

Mevcut COVID-19 salgınının ve bununla bağlantılı ekonomik krizin ABD dış politikasına muhtemel etkisi ne olacaktır, yani Amerikan imparatorluğunun 
politika hedefleri ve yöntemleri neler olacaktır? 
Burada “imparatorluk” kelimesi kışkırtma amaçlı değil, sağduyulu bir tanımlama olarak kullanılmaktadır. 
Önde gelen siyaset uzmanlarına göre, 130 ülkede askeri üssü bulunan, 1945’ten bu yana en az 150 sınır ötesi askeri müdahalede bulunan ve dünyanın 
tek rezerv para birimini elinde bulunduran her millet toprakları resmi olarak kolonileştirme se de bir imparatorluktur. Büyük toplumsal krizlerin imparatorluk  lar üzerindeki etkisini değerlendirmek, özellikle imparatorluklar arası çatışmanın tehlikeli biçimde artmasına neden olduklarında önemlidir. 
ABD için öne çıkan soru, COVID-19 krizi ve ardından gelen iyileşme döneminde Amerika ve Çin imparatorlukları arasındaki düşmanlığın artıp artmayacağıdır. 
İlk olarak, büyük çevresel ve ekonomik krizlerin hükümetler üzerinde birbiriyle çelişen etkileri olduğu dikkate alınarak COVID-19’un kısa ve uzun dönemli 
etkileri arasında bir ayrım yapmak doğru olacaktır. Kısa vadede krizin neden olduğu sınamalarına yanıt vermek, kamu otoritesinin enerjisini ve finansal 
kaynaklarının çoğunu tüketir ve hükümetin ülke içine odaklanmasına yol açar. Bunun ilk göstergeleri, seyahat kısıtlamaları, sınırların kapatılması, uluslar arası ticarette ciddi düşüş ve siyasi dikkatin yurtiçindeki meselelere çevrilmesidir. 
COVID-19 boyutundaki krizler, hükümetler ile vatandaşlar ve sosyal gruplar ile devletler arasındaki mevcut ilişkileri sarsar ve ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılar. Bu gözden geçirme belki yeni tür çatışmalar yaratmaz ancak çoğunlukla mevcut mücadeleleri alevlendirip yıkıcı ve yaratıcı değişikliklerin önünü açar. İmparatorluklara gelince, tarihsel örnekler belirleyici olmamakla birlikte fikir vericidir. İmparatorluklar halihazırda bir düşüş veya tırmanmakta olan bir iç çatışma yaşarken ortaya çıkan ciddi çevresel krizler onları, mali, askeri ve daha geniş anlamda siyasi açıdan zayıflatmış, sahip oldukları kamu desteği ve sadakatin sürmesini zorlaştırmıştır. 
Antonine ve Justinian Vebaları (MS 165-180 ve MS 541 sonrası) Akdeniz’de toplam 90 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. Bunun Batı imparatorluğunun düşüşünü hızlandırdığı, Bizans rejimini ciddi şekilde zayıflattığı, Roma ekonomisi ve askeri yapısına büyük zarar verdiği düşünülmektedir. Aksine, 14. ve 15. yüzyıllarda yaşanan “Kara Ölümün” daha genç ve dinamik olan Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerine halk sağlığı sistemini geliştirme ve yönetimin 
yapılarını modernleştirme konusunda ilham verdiği görülmektedir. 

Elbette tüm salgınların ekonomik etkileri olmuştur, ancak eski devirlerdeki salgınların işçiler ve tüccarlara büyük ve yeni zorluklar çıkarmaktan ziyade yerel yoksulluğu derinleştirdiği görülmüştür. Modern dönemde birçok işyerlerinin iflası ve kitlesel işsizlik ile kendini gösteren küresel ekonomik krize neden olan ilk salgın COVID-19’dur. Bu anlamda, 1930’larda yaşanan Büyük Buhran’ın ardından, devasa yıkıma yol açan ve rekabet içindeki imparatorluklar arasındaki güç dengesini değiştiren bir dünya savaşı yaşadığımızı unutmayalım. Pandemiyle ortaya çıkacak daralmanın boyutu ve süresi henüz net değildir. 

Her durumda, iç içe geçmiş mevcut krizlerin Amerikan imparatorluğu üzerindeki etkisinin birkaç nedenden dolayı oldukça ciddi olması muhtemeldir: 

(1) ABD, COVID-19 salgınının merkezi haline gelmiştir ve dünyada hastalıktan yaşanan kayıpların üçte birine sahiptir. 1930’lardan bu yana görülmemiş düzeye yükselen işsizlik, işten çıkarmalar ve iflaslarla birlikte ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıyadır. 

(2) ABD kamuoyu, diğer milletlerin salgına karşı daha hazırlıklı olduklarının, Çin, Güney Kore ve Almanya gibi ülkelerdeki etkili hükümet çalışmaları ve sosyal disiplin alışkanlıklarının sonucu olarak daha fazla test yapıldığının, bu ülkelerde salgının yayılmasının önlenmesi için ciddi sosyal politikalar takip edildiğinin ve krizden etkilenen kesimlere ekonomik destek uygulandığının farkındadır. Bir İmparatorluk Krizi mi? COVID-19 Salgınının ABD Dış Politikasına Etkisi 

(3) Yoğun siyasi baskı altında, ABD Kongresi Hükümet gelirlerinin baş döndürücü bir hızla azaldığı bir dönemde etkilenen işçiler ve iş yerleri için 3 trilyon ABD Doları tahsis etmiştir. Bu adım ulusal borcun neredeyse ülkenin GSYİH düzeyine yükselmesine yol açmıştır. Bu acil yardımın çok yakın zaman içinde tükeneceğinin tahmin edilmesi, yardımın kırılgan grupları da içine alacak şekilde genişletilmesi ihtiyacına karşı büyük çaplı test ve izleme teknikleri uygulanmadan önce ekonominin “yeniden başlatılmasının” akıllıca olacağına ilişkin acı bir tartışmayı tetiklemektedir. 

(4) ABD’de devam eden kriz, çeşitli nüfus kesimleri arasındaki mevcut sosyal ve siyasal farklılıkları artırmış ve keskinleştirmiştir. 

Bu da sosyoekonomik durum, ırk, etnik kimlik, coğrafya, din ve siyasi aidiyete dayalı iç çatışmaların yoğunlaşmasına yol açmıştır. 

COVID-19’dan ölüm oranlarının Afro-Amerikan ve Hispanik bireyler arasında çok yüksek olduğu bilinen bir gerçektir. Öte yandan, siyasi partiler arasında 
yoğunlaşan çekişme yaklaşan başkanlık seçimleriyle bağlantılı suiistimal ve sivil şiddet yaşanması korkularını artırmıştır. 

(5) Son olarak, donanma gemileri ve diğer askeri yerleşkelerdeki COVID-19 salgınları, boyutu şu anda bilinmemekle birlikte, ABD askeri güçlerinin 
açık çatışmalar için hazırlıklı olmasını olumsuz etkilemiş olabilir. Askeri bütçede büyük artışlar yapılması mevcut koşullar altında neredeyse imkansızdır. 
Uzun zamandan beri siyasi bir tabu kabul edilen askeri harcamalarda kesinti yapılması hususu bazı siyasi liderler tarafından artık tartışılabilir olarak 
görülmektedir. 

Öyleyse Amerikan imparatorluğunu zayıflatmaya yönelik bu unsurların muhtemel etkileri nasıl ölçülecektir? 
Donald Trump döneminde takip edilen dış politikanın alışılmışın dışında tutarsız oluşu bu soruya verilecek yanıtı karmaşıklaştırmaktır. 
Trump, bir taraftan, dış politikada milliyetçi “Önce Amerika” yaklaşımının havarisi olarak kendini ilan ederek “sonu gelmeyen savaşlara” devam etmeyeceğini ve birçok çok taraflı anlaşmaya bağlı kalmayacağını ilan ederken diğer taraftan imparatorluğun askeri omurgasını güçlendirmek için önemli adımlar atmıştır. Örneğin, ABD askeri harcamasını devasa düzeyde artırmış, Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika’daki gizli operasyonlarını genişletmiş ve İranlı General Kasım Süleymani gibi “düşman” liderlere karşı İHA saldırılarını çoğaltmıştır. 

Trump’ın Çin’in Asya’daki emelleri ve çıkarlarını tehdit etmek için artan bir savaş severlikle hareket etmesi de dikkat çekicidir. Kevin Rudd’un yazdığı gibi, 
“çok taraflı [ABD-Çin] sistem ve ona dayanak oluşturan normlar ve kurumlar gücünü kaybetmeye başlıyor.” Rudd şu konuda endişelidir: 

ABD’nin Çin’deki emekli fonu yatırımlarını sonlandırması, Çin’in ABD hazine bonoları alımlarının kısıtlanması ve Çin’in yeni dijital para birimini devreye 
sokmasına karşılık olarak yeni bir para savaşının başlatılması, iki ekonomiyi bir arada tutan mali bağları koparabilir. Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne daha fazla 
askeri boyut kazandırma kararı da vekalet savaşları riskini artırabilir. 

Trump’ın krize hazırlıksız yakalanan ve salgın ile dağınık mücadele eden yönetimini sorumluluktan kurtarmak için COVID-19 salgını konusunda Çin’i 
suçlaması ABD ve Çin arasındaki gerilimin artmasına neden olabilir. 2020’nin ABD’de seçim yılı olması yangını körüklemektedir. Öte yandan, Trump’ın muhtemel rakibi Demokrat Parti lideri Joe Biden’ın Çin’i başta ticaret olmak üzere, Güney Çin Denizi’ndeki askeri faaliyetleri, istihbarat uygulamaları, siber savaş ve insan hakları konularında kuvvetle eleştirerek Çin’e karşı sert bir tavır takındığını akılda tutmakta fayda vardır. 
İki imparatorluk arasındaki çatışmanın daha da artmasını beklemeli miyiz? Yüzleşme riskini arttıran faktörlerden biri “yaralı canavar” sendromu olarak 
adlandırılan bir unsurdur. 
Dünyanın egemen süper gücü olma rolünü sürdürmekte zorlanan ve yorgunluk emareleri gösteren ABD COVID-19’dan açık bir şekilde zarar görmüştür. 
Ani talihsizliklerle karşılaşan imparatorluklar akılcı veya müsamahalı olamazlar. ABD’nin sorunlarını gözlemledikleri anlaşılan Başkan Xi Jinping ve diğer Çinli liderler, benzeri görülmemiş zorluklar ve utanç yaşayan ABD’nin damarına basmaya neyse ki şimdilik niyetli görünmemektedirler. 
Trump’ın yaklaşan seçime bağlı öfke nöbetlerini görmezden geleceklerini ümit etmekten başka çaremiz bulunmuyor. 

Özetleyecek olursak, 

COVID-19 salgını büyük ihtimalle Amerikanimparatorluğunun Çin ve diğer muhtemelen rakipleri karşısında zayıflamasına yol açacaktır. 
Bununla beraber, küresel ekonomik bir çöküş yaşanmadığı takdirde, ABD’nin gücünde hızlı bir düşüşün olması veya 1939-1945’te dünyayı yıkan sarsıcı 
mücadelelerin yaşanması beklenmemelidir. 

İmparatorluklar çökmekten ziyade zayıflamaya meyillidir ancak bu zayıflama Antonine ve Justinian Vebaları benzeri olaylarla hızlanabilir. 

Bilinmeyen bir başka ekten de mevcut krizin asıl yükünü yaşayan Amerikan vatandaşlarının ABD’nin küresel hegemonyasını sürdürmesinin maliyetini 
karşılamadığına karar vermesi ve ülkelerinin dünyada daha mütevazı bir rol oynamasını seçmeleri ihtimalidir. Tehlike ve belirsizliğin hakim olduğu bu 
dönemde insanların akılcılık ve yenilenmeye ilişkin bu tür umutlar beslemesi mazur görülebilir. 

***

1 Ocak 2021 Cuma

ABD, Ambargolar ve Yaptırımlar

ABD, Ambargolar ve Yaptırımlar 


ABD, Ambargolar, Yaptırımlar, Mithat Işık, Analiz, Kıbrıs Barış Harekatı, Yunanistan,ENOSİS, Johnson, mektubu,Kanlı Noel,Kardak Krizi,





Stratejik Düşünce Enstitüsü 
Analiz 
Kd. Albay (E) Mithat Işık 
30 Aralık 2020 17:19 

    Türkiye-ABD ilişkilerinde dönem dönem inişler çıkışlar olmuştur. ABD ile Türkiye ilişkileri hiçbir zaman stratejik müttefiklik düzeyinde olmamıştır. ABD Türkiye'yi kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda kullanabildiği sürece Türkiye'ye karşı dostane tutum sergilemiştir. ABD Türkiye'yi ve Türk ordusunu istediği zaman Kore Savaşı'nda olduğu gibi kendi çıkarları için kullanmak istemiştir. Ne zaman ki Türkiye kendi ulusal güvenlik ve çıkarlarını gündeme getirmiş, o zaman ABD ile ilişkilerde sıkıntılar yaşanmıştır. Aynı ittifak içerisinde olan iki müttefik ülkeden birinin diğerine yaptırımlar ve ambargo uygulaması kabul edilebilir değildir. 
Buna rağmen ABD 1963 yılından itibaren defalarca Türkiye'ye karşı yaptırım uygulamıştır. ABD'nin amacı bu yaptırımlarla Türkiye'ye bir maliyet ödetmekse, Türkiye'nin de ABD'ye ödeteceği maliyet yüksek olabilir. 

Türkiye'nin Washington ve Brüksel'e karşı uygulayacağı kozları vardır. 
Kıbrıs'ta 1963 yılında Rumlar Türkleri adadan çıkarmak ve imha etmek ENOSİS gerçekleştirmek için Türklere ve Türk köylerine karşı saldırı başlattılar. Başlangıçta 90 Türk Köyü devamında 103 Türk Köyü Rumların saldırılarına maruz kalmış, Lefkoşe’de Türkler şehit edilmiştir. Tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen 21 Aralık 1963 saldırılarında 364 Türk hayatını kaybetmiştir. Türkiye Rumların bu saldırılarını durdurmasını istemiş, saldırılar devam ederse adaya müdahale edeceğini açıklamıştır. Türkiye'nin baskı ve kararlılığı sayesinde Rumlar saldırılarını durdurmuştur ancak Rumlar 1964 yılının yaz başlangıcında tekrar Türklere saldırmaya başlamışlar; bunun üzerine 8 Ağustos 1964 günü Türkiye 30 savaş uçağı ile adaya müdahale etmiş ve Rumların saldırılarını önlemiştir. 

Türkiye'nin adaya müdahalesini önlemek için ABD Başkanı Johnson, Başbakan İnönü'ye bir mektup yaz yazmıştır. Müttefiklik ruhuna aykırı olan bu mektup tarihe Johnson mektubu olarak geçmiştir. Türkiye Başbakanı İnönü de aynı şekilde cevap vermiş ve “Yeni bir düzen kurulur ve Türkiye de orada yerini alır” demiştik. Johnson’ın yazmış olduğu bu mektup Türkiye'nin uyanışının başlangıcı olmuştur. 
Zira o zaman Türkiye adaya çıkarma yapmaya kalksa çıkarma yapacak gemisi yoktu. Çıkarmanın yolcu gemileri ile nasıl yapılacağı komutanlar arasında 
tartışılıyordu. 

Yeterli hava indirme birliğimiz yoktu. Sadece bir hava indirme taburumuz vardı. 
Komando tugayımız yoktu. 

Uçar birlik yapacak yeterli helikopterimiz yoktu. 

Amfibi Deniz Piyade Tugayımız henüz mevcut değildi. 
Johnson’ın mektubundan sonra Türkiye kendi çıkarma gemilerini yaptı hava indirme taburu sayısını 3'e çıkardı. Havadan ikmal birliğini büyüttü. 3 taburlu 
Komando Tugayı’nı kurdu. Amfibi Deniz Piyade Tugayı’nı 3 tabura çıkardı. 
Helikopter sayısını artırdı. Pilot ve teknisyen sayısını yeterli seviyeye çıkardı. 
Komando paraşüt subay, astsubay, erbaş ve er sayısını artırarak tugayların personel mevcudunu %100 seviyeye çıkardı. 

Kara, deniz, hava birliklerimiz, müşterek çıkarma, hava indirme, havadan ikmal ve uçar birlik müşterek tatbikatlarını sık sık yaparak Kıbrıs Harekâtı’na hazırlandı. 
Kıbrıs Barış Harekâtı’nda komando ve paraşüt kursu görmüş genç bir teğmen olarak Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile birlikte harekâta katıldım. Barış zamanında 
yaptığımız bu hazırlıklar sayesinde Kıbrıs Barış Harekâtı’nı en az zayiatla ve en kısa sürede yaptık. 
Kıbrıs Barış harekatı'ndan sonra ABD Türkiye'ye Şubat 1974'te silah ambargosu uyguladı. 



Ambargoya karşı Türkiye; 

25 Temmuz 1975'te ABD ile Türkiye arasında 1969'da imzalanan işbirliği anlaşmasını yürürlükten kaldırdı. 
Türkiye'de bulunan tüm ABD üsleri Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kontrolüne geçti. 
Neticesinde ABD 26 Eylül 1978'de ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından ambargoyu kaldırdı. 
ABD ambargosu ile birlikte Türkiye kendi silahlarını yaptı, yeni ve daha etkili hafif ve ağır silah ve mühimmat üretti, savunma sanayinin temelleri atıldı. 

Kıbrıs Türk Federe Devleti ilan edildi. 

30 Ocak 1996 Kardak Krizi 

Yunanlılar Aralık’ta Kardak Adası’na asker çıkardı. 
Adaya çıkan Yunan askerleri 31 Ocak 1996 tarihinde Kardak Adası'na çıkan SAT komandoları tarafından adadan çıkarıldı. Bu olaydan sonra ABD Türkiye’ye yeni 
bir engelleme uyguladı. ABD Türkiye'ye hibe ettiği İki firkateyn ve parasını ödediği bir firkateyni almak için deniz kuvvetlerinden 480 personel ABD'ye gitti. 

ABD Kardak krizini bahane ederek firkateynlerin teslimini geciktirdi. 

Bu gecikme Türkiye'ye 50 milyon dolara mal oldu. 

ABD'nin yaptırım ve engellemeleri bugün de devam ediyor 
F-16'ların yenilenmesi 
Atak Helikopterin motorları için ihracat lisansının verilmemesi. 
Türkiye'nin F-35 Programından çıkarılması 
PKK/YPG Terör örgütüne yüzlerce tır silah mühimmat ve malzeme vermesi 
PKK/YPG Terör örgütüne tahrip, sabotaj ve yeni nesil silah eğitimi vermesi. 
FETÖ'nün Elebaşı olan FETÖ'yü Türkiye'ye teslim etmemesi 
Tarih 2020 - Savunma Sanayine karşı yaptırım kararı alması 
CAATSA Yasası 

ABD'nin hasımları ile yaptırımlar yolu ile mücadele etme yasasıdır. Hasım ülke demek diğer bir ifade ile düşman ülke demektir.S-400 hava savunma silahıdır. 
ABD Türkiye'ye patriotları satmamıştır. S-400 almasından rahatsız olmasının sebebi Türkiye'yi hasım ülke olarak görmesidir. Türkiye taviz vermeden dik 
durmalıdır. Verilecek bir taviz başka bir tavizin de habercisi olacaktır. 

10 Aralık 2020 Perşembe

Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları.,

Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları.,



Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları
Yazan  Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 
23 Kasım 2020












Bilindiği gibi G-20[1] toplantıları dünyanın GSYİH ları itibarı ile en büyük ülkelerinin her yıl bir araya gelip, diz dize, biz bize küresel sorunları değerlendirdiği, çözüm önerileri geliştirme çabası içinde girdiği (veya öyle göründüğü) platformlar.

Bu platformlarda aynı zamanda ikili görüşmelerle bazı konular da aydınlatılıyor. Örneğin bu yılki toplantıyla Suudi Arabistan ve Türkiye arasında herhangi bir sorun olmadığını ve Türk mallarına uygulanan “gayri resmi” boykot tevatürünün gerçekleri yansıtmadığını öğrendik. Ya resmi boykot diye sormak ise pek işimize gelmemiş olmalı. 

 Her yıl yapılan zirvede, o yıl başkanlığı üstlenmiş olan üye,ev sahibi olarak masrafları üstleniyor. Devlet ve hükumet başkanları, bakanlar ve hemen hepsinin muhterem eşleri, bir yıl önceden bildikleri adreslerde misafir olarak arz-ı endam ediyorlar. Genellikle çekilen aile fotoğraflarındaki mutluluk ve gurur gülümsemeleri, küresel gerçekleri yansıtmakta yetersiz kalıyor. Ama kim kiminle özel görüştü? Görüşme süresi ne kadar oldu? Kim kimden kaçındı? Muhterem zevatın eşleri ne giydi? Gibi sorular seçkin ve ayrıcalıklı ulusal ve uluslararası basının kamuoyuna aktardığı yorumlar için gerekli malzeme oluyor.

Sanal Zirvelerle Sağlanan Tasarrufun Önemi
Özellikle zirvelerdeki temsilcileri gibi imkânları olmayan insanlar, ulusal ve uluslararası televizyon kanallarından bunları peri masalı gibi seyrediyor. Oysa o insanların çoğunun asıl kaygısı bir sonraki gün sofraya ne konacağından öteye geçmiyor. Böyle insanlar ABD de de var, Çin ve Türkiye’de de var.Meksika, Brezilya ve Hindistan’da ise bunların sayısı pek gani. Özellikle Pandemi ile birlikte her yerde insanlar giderek daha fazla fakirleşti. Gelir uçurumları giderek büyüdü. Aslında zaten her yıl G-20 zirvelerinden olan en büyük beklenti en fakir ülkelerin borçlarının veya hiç olmazsa borç servislerinin affedilmesi. 2020 sanal zirvesinde bu konu iyice belirgin hale geldi.
Özden yoksun olmaması için G-20 zirve toplantılarının mutfağında çalışanların olağan üstü bir çaba sarf ederek çarpıcı gündem ve program akışı hazırladıklarına eminim. Ama bu çabalardan daha fazlasını mutlaka, gerçek mutfaklardaki aşçılar kimsenin midesi bozulmasın, çeşnici başları da kimse zehirlenmesin diye harcıyorlardır. Ya güvenlik, üst düzey istihbarat, uçaklarla zirve merkezlerine giden makam arabaları gibi diğer emniyet önlemlerine ne demeli? Hepsi ulusal bütçelere yük, hepsi ulusal vergi mükellefleri için faydasından çok maliyet. Bu bağlamda belki pandemi ve başka toplantıların bu yıl sanal toplantı seçeneği ile yapılması önemli bir tasarruf yolu gösterdi. Hani bazı ülkelerde “devletçe acı reçete” ye katlanılacak ya! İşte şimdi sanki Covid 19 onlara kendince bir fedakârlık kapısı araladı.Bu da bir musibetin faydası sayılmalı
Alışılmış Konulara Karşı bu Yıl Yumuşak Güce Ortak Çerçeve Arayışı
Açıkçası kerameti kendinden menkul bir tür organizasyon bu G-20. G, grup sözcüğünün kısaltması. Grup 1999 dan bu yana düzenli toplanıyor ve her zaman gündem ile uyumlu olacak şekilde, küresel ticaret, sağlık, iklim ve diğer ana konu başlıkları etrafında görüşmeler yapılıyor. Ama günün özelini farklılaştıran bizatihi olaylar oluyor. 2008 yılında finansal kriz, 2011 yılında Arap baharı veya Suriye, İran nükleer programı önemli alt konu başlıkları olmuştu. 2019 yılında sekiz tema aynı anda zirveye damgasını vurmuştu. Bunlar yine Küresel Ekonomi, Ticaret ve Yatırım, Yenileme(innovation), Çevre ve Enerji, Kadınların Güçlendirilmesi (Empowerment of Women), Kalkınma ve Sağlık gibi konulardı. Ya şimdi? Varsa yoksa Pandemi. Bu yıl,Riyad’da Suudi Arabistan başkanlığında 21 ve 22 Kasım tarihlerinde toplanan zirvede gündemin flaş konusu da “Covid 19 ve salgına karşı geliştirilecek küresel tepkinin koordinasyonu” oldu.  Tabii salgın yüzünden daralan uluslararası ticaret, artan sıhhi malzeme ticaretinde gözetilmesi gereken standartlar, azalan doğrudan, artan hisse yatırımları, artması gereken sağlık denetimleri ve azalan seyahatlerin ilgili sektörlere etkileri yine gündemdeydi.Geliştirilen aşıdan kimin ne zaman ve ne kadar nasipleneceği, depolama için soğuk hava donanımının bir an önce tamamlanması gerekliliği, tedavi yöntemleri açısından işbirliği hep aynı tema etrafında ele alındı. Zirveden önce bir beklenti “ küresel vahşi hayvan ticaretinin engellenmesi” konularının gündeme alınmasıydı. Ancak bu konunun yine küresel önlemlerle çözülmesinden çok, aynı göç konularında olduğu gibi bireysel ülke inisiyatiflerine bırakıldığına eminim. İklim değişikliğine karşı önlemler ve “yeşil dönüşüm” (Green Transformation) için yapılacak büyük kamu yatırımlarının, özel yatırımlarla ilişkilendirilmesi, özellikle AB başkanlığının gündeme getirdiği bir konu başlığı olarak dikkat çekti.
Sanal Zirvenin Gerçekle Yüzleşmesi ve IMF ye Yeni bir Görev
Sanal zirvede üç ana konunun yankılanması önemliydi. Bunlar, Covid 19 sonrasında dünyanın ve küresel ekonominin nasıl şekilleneceği, yeni salgınların nasıl engellenebileceği, bu konularda ülkelerin aralarında bir eşgüdüm anlaşması imzalamalarının önemi, Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü’nün konu ile ilgili duruşları ve tabii yine ilişkili ticaret, yatırım ve mali konular oldu. Yine AB konsey başkanı Charles Michelle salgında en zor durumda kalan ülkelerin durumuna değinerek G-20 borç servisi affı konusunu gündeme taşıdı. AB nin yumuşak güç gösterisine ilk Çin’den cevap gelmesi ise küresel ekonomiye ne kadar sahip çıktığının bir başka işareti oldu. Çin, 77 en fakir ülkenin,  borç geri ödemelerini zaten geçtiğimiz Haziran ayından itibaren askıya almıştı. Asya’da imzalanmasına öncülük ettiği 15 üyeli serbest ticaret anlaşmasından aldığı destek ile Çin bu uygulamayı hem kendi başına, hem de 15 üyeli oluşumdaki ortakları ile birlikte yapabilir. Tabi Türkiye de, sanal zirve öncesinde, IMF hesaplarında biriken 2.3 milyon Özel Çekme Hakkı (SDR) tutarındaki nakit ile Somali'nin kuruluşa olan birikmiş borcunu silinmesine yardımcı olacağını açıklamıştı. Ama şimdi artık Hindistan, Türkiye, Çin ve diğer bazı yeni sanayileşen ülkelerinden borç servisi ve borç affını,  ilk defa çok taraflı borç yapılandırması olarak tasarlamaları bekleniyor ki bunlar yapılırken siyasi amaçlar galebe çalmasın ve affa uğrayan ülkelerden başka beklentiler olmasın. Yeni borç vermenin güçlükleri de düşünülecek olunursa, mevcut borçların silinmesinden çok, daha uzun vadeye yayılarak geri ödemelerin sağlanması,şimdi daha önemli. Ayrıca etkin bir yeniden borç yapılandırma çerçevesinin, nasıl ve ne zaman hazırlanacağı kadar bunun IMF nin koordinasyonunda olması, yardım(borç) ve ertelemelerinde ahlaki bozulmaya(moral hasard) neden olmaması için iyi bir yaklaşım olarak düşünülmekte. Açıkçası sanal zirveden geriye bu reel sonuçlar kaldı. Sonuç bildirgesi ile alınan kayıt altına alınan hususları gerçekleşmesi ise zaman alacağa benzer.
 
 
[1] Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, Çin, Fransa, Almanya, Hindistan, Endonezya, İtalya, Japonya, Güney Kore, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Türkiye, Birleşik Krallık, ABD ve AB, G-20 nin üyeleri.

Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu

TÜM MAKALELERİ;

https://21yyte.org/tr/prof-dr-sema-kalaycioglu






5 Aralık 2020 Cumartesi

ABD'nin Silahlandırmak ve Eğitmek İstediği Suriyeli İsyancılar Kimler?

ABD'nin Silahlandırmak ve Eğitmek İstediği Suriyeli İsyancılar Kimler?


20 Eylül 2014, 18:59 EEST    

Güncellendi  19 Eylül 2014, 20:51 EEST

Kongre sözde ılımlı Suriyeli isyancıların eğitilmesi ve silahlandırılması için yetki verdiğine göre, ABD, IŞİD'in acımasız militanlarına karşı mücadeleye liderlik etmek için az bilinen bazı kişilere yönelecek.

ABD'li yetkililer, savaşçıları inceleme sözü verdiler, ancak süreç hakkında çok az ayrıntı verdiler. Bu hafta Meclis ve Senato'dan geçen yasa, savaşçıların Suriye ve İran'daki rejimler, El Kaide üyeleri ve Hizbullah ile bağlantıları açısından incelenmesini öneriyor.

Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf MSNBC'ye “Bu karmaşık bir süreç” dedi. "Verdiğimiz yardımın yanlış ellere düşmediğinden emin olmak istiyoruz."

OBAMA VİDEO KONFERANS

KONGRE OBAMANIN İŞİD E KARŞI MİSYONUNU ONAYLADI.,

19 EYLÜL 2014
https://www.today.com/video/today/56077296
blob:https://www.nbcnews.com/ba315a0b-2f5e-41be-9ef4-73226e4dde3a
https://www.dailymotion.com/video/x265q39

Suriye muhalefeti genellikle Özgür Suriye Ordusu olarak anılıyor, ancak Carter Center'ın bu hafta bir raporda belirttiği gibi, ÖSO tek bir tutarlı güç olarak 
mevcut değil . Binlerce silahlı gruptan oluşan sürekli değişen bir ağ.
Bu ağdan Amerikalılar, bir yıl içinde 5.000 Suriyeli asi savaşçıyı eğitmeyi ve donatmayı umuyor. İşte o savaş gücünün lideri olabilecek bazı insanlar:
- Ticaretle inşaat işçisi olan Jamal Maarouf , Suriye'nin kuzeyinde güçlü olan Suriye Devrimciler Cephesi adlı isyancı ittifakın lideri. 

Bir hafta önce savaşçılara hitaben yaptığı konuşmada IŞİD'e ve Suriye rejimine karşı açık savaş ilan etti.

İttifak ABD ile ilişkisini gizlemedi ve üyelerinin Türkiye'de Amerikalılar tarafından eğitildiğini söyledi - yaygın olarak bildirilen gizli bir program.
Washington Yakın Doğu Politika Enstitüsü'nde kıdemli bir üye ve Suriye konusunda bir otorite olan Andrew Tabler, bu grup içinde Maarouf'un “aşırılık 
yanlısı olmayan gruplar arasında en fazla krediye sahip olduğunu” söyledi.



_ Brik. Özgür Suriye Ordusu'nun yeni askeri şefi General Abdul-Ilah al-Bashir, 2013'te Ürdün'de. 

Batı destekli Özgür Suriye Ordusu yeni bir askeri şef atadı, muhalefet grupları Pazartesi günü bir isyancı hareketi yeniden yapılandırmaya çalıştıklarını 
açıkladı. Devlet Başkanı Beşar Esad'ı devirmek için verdiği mücadeleye verilen uluslararası desteği azalan iç çatışmalarla ve azalan uluslararası destekle 
karşı karşıya kaldıkça kargaşa içine düştü.Quneitra ve Golan Devrimci Komuta Konseyi Medya Ofisi AP üzerinden, dosya

- Orgeneral Abd al-Ilah al-Bashir , 2012'de Özgür Suriye Ordusu tarafından kurulan askeri komuta yapısı olan Yüksek Askeri Konsey'in başkanıdır. 
Savaş geçmişi vardır ve ılımlı bir İslamcı olarak kabul edilir. Bir ordu subayı ve asi bir taktikçi olarak ünü ve kabile bağlantıları, onu muhtemelen bir figürden daha fazlası haline getiriyor.

Carnegie Endowment for International Peace blogunun editörü Aron Lund, NBC News'e verdiği demeçte, Beşir'in sahada askerleri yönetmesi pek olası 
değil ancak resmi bir liderlik rolüne sahip olabilir.



Halep'teki isyancıların Askeri Konseyi komutanı Albay Abdul-Jabbar al-Aqidi, 21 Haziran 2013'te Halep'in Al-Sakhour semtindeki Ghurabaa al-Sham tugayının 
üyeleri arasında görülüyor.

Muzaffer Salman / REUTERS dosyası

- Albay Abdul Jabber el-Oqaidi , Batıyı kendisini yeterince desteklememekle suçladıktan sonra geçen yıl Halep'teki askeri konsey başkanlığından istifa etti, 
ancak geri dönüş için aday olabilirdi.

Seküler ve saldırgan Oqaidi, Suriye ordusunda 2012'de kaçan eski bir albay. Piyade tecrübesi var, isyancılar arasında nadir çünkü Suriye lideri Beşar Esad bu işleri Alevilere ayırma eğiliminde.

Lund, "Oqaidi şu anda resmi olarak döngünün dışında, ancak çok iyi bağlantıları olan bir adam ve bir şey için seçilebilir" dedi.

Image: Özgür Suriye Ordusu Başkomutanı Tuğgeneral Selim İdriss
Özgür Suriye Ordusu Başkomutanı Tuğgeneral Selim Idriss, 6 Mart'ta Brüksel'deki AB Parlamentosu'nda Liberaller ve Avrupa için Demokratlar İttifakı (ALDE) 
grup lideri ve Belçika üyesi Guy Verhofstadt (görülmeyen) ile bir basın toplantısı sırasında konuştu. , 2013.JOHN THYS / AFP - Getty Images dosyası

- Brig. Orgeneral Salim Idriss , Aralık ayında darbe dediği olayda Yüksek Askeri Şura başkanı olarak görevden alındı. Yumuşak huylu ve kibar İdris çok 
seviliyordu ama askeri komutan veya koalisyon kurucu olarak hiçbir tecrübesi yoktu.

Esad'ın ordusunda görev yaptı ve en yüksek komutan oldu, ancak kendisi ve ekibinin savaş deneyimi yoktu. Özgür Suriye Ordusu'nun başkanı olarak 
zamanının iki ana başarısı, ABD yardımını güvence altına almak ve Suriye-Türkiye sınırına yakın bir model eğitim kampı kurmaktı.

Şu anda Birleşik Arap Emirlikleri'nde yaşayan Idriss, Amerikan ajanslarının iş yapmakta rahat göründüğü türden bir subay olduğu için yeniden ortaya çıkabilir. 
Lund, onun da birlikleri sahada yönetme olasılığının düşük olduğunu söyledi.
NBC News'ten James Novogrod bu rapora katkıda bulundu.


***

ABD’nin Suriyeli ‘Ilımlı Muhalifleri’ “ Eğit ve Teçhiz Et ” Programı Hakkında Değerlendirme BÖLÜM 6

 ABD’nin Suriyeli ‘Ilımlı Muhalifleri’ “ Eğit ve Teçhiz Et ”  Programı Hakkında  Değerlendirme BÖLÜM 6



ABD, Suriyeli Ilımlı Muhalifleri, Eğit ve Teçhiz Et, Program Hakkında  Değerlendirme,Oktay BİNGÖL,Ali Bilgin VARLIK,OBAMA,KONGRE,



a. Hukuki Sakıncalar 

 (1) Ayrıntıları yukarıda (md. 4) sunulduğu üzere, uluslararası hukuki 
dayanaktan yoksun bir şekilde, uluslararası sistemde halen egemen bir devlet olan Suriye’ye karşı rejim karşıtlarının Türkiye’de açıkça eğitilmesi ve silahlandırılması, "saldırı suçuna" varan bir “karışma” oluşturmaktadır. 
 (2) Eğitilen militanların ve verilen silahların Suriye içinde katliamlarda ve 
insanlığa karşı suçlarda kullanılması olasılık dışı değildir. Bu durumda -vicdani ve ahlaki olarak suça ortak olmanın yanında- insanlığa karşı işlenen suçlara destek sağlamak suçlamasıyla karşılaşılması tehlikesi doğabilecektir. Bu kapsamdaki suçlar, siyasi düzeyde karar vericilerden en küçük seviyede uygulayıcılara kadar geniş bir yelpazedeki personeli kapsamaktadır. 

b. Siyasa ve Askerî Strateji Bakımından Sakıncalar 

 (1) Programın siyasi ve askerî hedefleri ile kullanılan vasıtalar arasında 
bulanıklık ve tutarsızlık mevcuttur. IŞİD terörizmine karşı Suriye muhalefeti vasıtasıyla mücadeleyi ön gören planın diğer hedefi Esad Rejimidir. Eğitilecek kuvvetin büyüklüğü ve öngörülen etkinliği her iki maksadı tahakkuk ettirmekten uzaktır. 

 (2) Bu sakınca ile ilgili olarak, eğitilecek kuvvetin mevcudu, verilecek eğitimin 
yeterliliği ve eğitim için gereken süre değerlendirildiğinde, söz konusu kuvvetin Suriye'de devam eden silahlı mücadelede dengeleri kısa sürede değiştirme imkân ve kabiliyetinin olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumun, Türkiye'yi uluslararası -hukukun meşru saymadığı- uzun süreli bir çatışmaya karışan taraf olma konumuna sürükleme ihtimali yüksektir. 

 (3) Çatışma durumunun uzamasına neden olacak olan bu askerî zafiyet, -
yukarıda da değinildiği üzere- ABD'nin bölgeye daha uzunca bir süre müdahil olmasının yolunu açarken, Türkiye'nin barışçı niteliğini ve Orta Doğu halkları gözündeki lider ülke imajını kemirecektir. 

 (4) IŞİD terör örgütünün Irak ve Suriye'de destek bulmasını sağlayan 
sosyolojik olgu, her iki ülkede de dışlanan Sünnî kitlelerdir. Bu kitle Irak'ın % 40'ını, Suriye'nin % 75'ini oluşturmaktadır. Ayrıca, Esad Rejimi, Suriye'nin asgari % 15'inin desteğini muhafaza etmektedir. Türkiye'nin -BMGK’nın bu kapsamda bir kararı yokken- IŞİD'e ve Esad Yönetimine karşı, -herkesin herkesle çatıştığı- Suriye'deki savaşa taraf olması, "kaybet-kaybet" eksenli sonuçlar yaratmaya gebedir. 

 (5) Söz konusu projenin hayata geçirilmesi halinde durumdan en fazla 
yararlanacak olanların Suriye'de çatışan Kürt gruplar olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir. 

PKK'nın Suriye kanadını oluşturan PYD'nin bu kapsamdaki kazanımlarının PKK'nın "çözüm süreci"ndeki taleplerini artırmasına neden olacağı gibi, hali hazırda Kürt devletinin kurulmanın önündeki en büyük engel olan psikolojik sınırın da aşılmasına yardımcı olacaktır. Nitekim, PKK terör örgütünün Kobani'yi gerekçe göstererek Türkiye'de başlattığı kalkışma bu tezi doğrulamaktadır. 

 (6) Uluslararası hukuki dayanaktan yoksun olan bu programın arkasında 
ABD'den başka fiili bir uluslararası bir destek de bulunmamaktadır. NATO gibi, küresel ölçekte faaliyet gösteren güvenlik örgütünün Türkiye dışındaki hiçbir üyesi sembolik dahi olsa bu programa katkı sağlamamıştır. Orta Doğu'daki diğer uluslararası kuruluşların bu programa destek vermedikleri görülmektedir. Türkiye'nin uluslararası mekanizmaları harekete geçirmekte karşılaştığı güçlüğün bu örnekte de devam ettiği görülmektedir. Bu durumun yaratmış olduğu sakıncalar geçmişte yaşanmıştır. 

c. Dış Siyaset Bakımından Sakıncalar 

 (1) Hükûmetimiz tarafından ahlaki nedenlerle rasyonelleştirilmiş olsa da, Esad 
Rejiminin devrilmesini temel şart sayan Suriye politikası, devletin manevra sahasını kısıtlamıştır. 
Bu kapsamdaki gelişmelerin, Türkiye ve Suriye aleyhine, ABD, Fransa, Almanya, Rusya, İran ve İsrail'in lehine seyrettiği değerlendirilmektedir. Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin Suriye iç savaşının başında Türkiye'yi yalnız ve zor durumda bırakan manevralarını yineleme ihtimali göz ardı edilmemelidir. Gerçekten de program başarı 
sağlamadığı ve risklerinin fazla olduğu görüldüğünde ABD programı sonlandırıp 
ayrılacaktır. Ancak Türkiye bu durumun yaratacağı olumsuz sonuçlarını yaşamaya mecbur kalacaktır. 

 (2) Gelinen aşamada, Türkiye'nin Esad Rejimini devirmek için yeterli 
olmayacak bu projeye dâhil olmakla kazanacaklarından fazlasını kaybetme tehlikesinin kuvvetle muhtemel olduğu, buna karşın Suriye Yönetimi ile ilişkileri orta vadede düzeltme imkanlarını halen muhafaza ettiği değerlendirilmektedir. 

 (3) Suriye krizinde hâlâ Esad Rejiminin yanında duran Rusya ve İran’ın bu 
programdan ciddi rahatsızlık duymaları beklenmektedir. Bu ülkelerin elinde Türkiye’ye karşı misilleme olarak kullanabilecekleri doğal gaz ve petrolden terör örgütlerine yardıma kadar uzanan kapsamlı seçenekler mevcuttur. Bu bağlamda PKK’nın desteklenmesi, çözüm sürecinin tamamen bitirilmesi ve çatışmaların tekrar başlaması seçenek dışı değildir. 

ç. İç Politika ve İç Güvenlik Bakımından Sakıncalar 

 (1) Riskler açısından dikkate değer bir nokta da Türkiye’nin ABD’nin programına iştirakinin; Türkiye kamuoyunda hükümetin Suriye’ye yönelik politikası hakkında birbiriyle çelişen algı paketlerini kuvvetlendirmeye, toplum içinde ve toplumun 
bir kısmıyla hükümet ve devlet kurumları arasındaki güveni kötüleştirmeye sebebiyet verebileceği gerçeğidir. 

 (2) Türkiye'nin IŞİD ile mücadelesi, PKK'ya güç kazandıracaktır. 
Bu durum, Esad Rejiminin müttefikine yardım etmek anlamına geleceği gibi yukarıda [md. 5, b, (5)] sunulduğu üzere, terör örgütünün "çözüm süreci"ndeki pazarlık gücünü de artıracaktır. 
 
(3) ABD tarafından, bu tür programlarda rejim karşıtlarına verilen silahlar 
sonunda kendisine dönmüştür. Sovyet işgaline karşı mücahitlere verilen Stingerler sonunda Taliban’ın eline geçmiş, -elektronik sistemleri havadan devre dışı bırakılıncaya kadar geçen süreçte- ABD uçaklarını vurmuştur. Stinger benzeri silahlar radikal örgütlerin eline geçtiğinde provokasyon ve/veya misilleme amaçlı Türk uçak ve helikopterlerine karşı kullanılması dikkate alınması gerekli diğer bir risktir. Bu tür silahların diğer örgütlerin eline geçmesi (PKK ve IŞİD dâhil), eğitilenlerin taraf değiştirmesi hatta rejim saflarına katılması şaşırtıcı olmamalıdır.30 

 (4) Eğitim merkezinin kendisinin ve merkezde görev alan yabancı ve Türk 
personelin; IŞİD ve benzeri örgütler, Esad Rejimi bağlantılı örgütler ve rejime destek veren ülkelerin istihbarat birimlerinin yönlendirmesinde misilleme amaçlı eylemlere maruz kalması göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir risktir. 

 (5) Türkiye’de açılacak eğitim merkezine ABD’den CIA personeli, asker 
eğiticiler ve Blackwater, Dyncorps ve MPRI gibi özel şirketlerin elemanlarının gelmesi olasıdır. Bunların kamuoyuna izahı zor olduğu gibi bu personelin hedef teşkil etmesi de Türkiye için bir risktir.31 

Yukarıdaki risklerin bir kısmı Türkiye ABD’nin programına ev sahipliği yapmasa da 
mevcuttur. Ancak bu program küresel ve bölgesel gerginliğin arttığı bir ortamda riskleri artırmaktadır. 

7. Sonuç ve Değerlendirme 

ABD’nin, "Suriye'deki ılımlı muhalif gruplara 'Eğit ve Teçhiz Et' programı söylemi, 
açıkça bir algı operasyonudur. Hukukun ve askerî bakımdan ise program; “Teşkilatlandır, Eğit, Teçhiz Et, Silahlandır ve Savaştır” olarak anlaşılmalıdır. 

Bu program yeni değildir. 1980’lerde Nikaragua ve Afganistan başta olmak üzere onlarca ülkede uygulanmıştır. 
Programların sonuçları ABD açısından bazen başarılı olmuştur. Ancak bölge ülkeleri her zaman kaybetmiştir. 
Türkiye bu programa iştirak ettiğinde uluslararası hukuki dayanaktan yoksun bir 
adım atmış olacağı gibi önemli politik ve askerî risklerle karşı karşıya kalacaktır. 

Özetle: 

_ Programın bu şartlarda uygulanması, uluslararası ve iç hukukumuza aykırıdır. 
_ Eğitilenlerin insanlığa karşı işleyeceği suçlardan ötürü Türk yöneticilerin 
yargılanması tehlikesini taşımaktadır. 
_Programın, ön görülen siyasi ve askerî hedeflere ulaşma imkanı ciddi ölçüde 
kısıtlıdır. 
_ Türkiye'yi uzun süreli bir çatışmaya karışan taraf olma konumuna sürükleyecek 
olan bu durum, devletimizin barışçı niteliğini ve Orta Doğu halkları gözündeki lider ülke imajını kemirecektir. 
_Uluslararası meşruiyetten yoksun olarak hem IŞİD hem de Suriye Rejimine karşı 
taraf olmak Türkiye'yi her koşulda kaybetmeye mahkûm bırakabilecektir. 
_ Uluslararası kuruluşların desteği ve Türkiye'den önce Batılı devletlerin bu 
programa katılması önerilmelidir. 
_ Programdan en fazla yararlanacak kesim PKK terör örgütü olacaktır. 
_ Türkiye'nin programa destek sağlaması, Rusya ve İran'ın açık ve örtülü 
yaptırımlarına sebebiyet verebilecektir. 
_ Suriye ile olan ilişkilerin onarılması ihtimali büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. 
_ Türkiye'nin programa ev sahipliği yapması, iç güvenlik risklerini de beraberinde 
getirebilecektir. 

Diğer taraftan ABD’nin program için tek seçeneği Türkiye değildir. Türkiye, IŞİD'e 
finansal destek sağladığı için açık yakalanan Körfez Ülkeleri ile siyasal ikbalini ABD'li yöneticilere bağlayan Ürdün'den çok daha farklı bir konumdadır. Bu nedenle Türkiye, bu programa iştirake ve ev sahipliğine zorunlu değildir. 


DİPNOTLAR:

30 ABD’nin Afganistan’da eğittiği asker ve polislerde yıllık firar oranları hala yüksektir. Firarilerin bir böümü Taliban saflarına katılmıştır. “Defections hit Afghan forces: Police and soldiers join Taliban, blaming "anti-Muslim 
behaviour" of foreign troops”, Al Jazeera, 15 October 2008, 
http://www.aljazeera.com/news/asia/2008/10/200810152158993793.html 
31 2009 yılında Afganistan’da Chapman Harekât Üssünde bir intihar bombacısının eyleminde 7 CIA mensubu ile bir Ürdün ve bir Afgan olmak üzere 9 kişi hayatını kaybetmiştir. “Suicide bomber attacks CIA base in Afghanistan, killing at least 8 Americans”, The Washington Post, 31 December 2009. 
http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2009/12/30/AR2009123000201.html 


***