Trabzon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Trabzon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2021 Perşembe

ABD’nin Karadeniz’de Nüfuz Tesis Etme Girişimi

ABD’nin Karadeniz’de Nüfuz Tesis Etme Girişimi






Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI
Giresun Üniversitesi Öğretim Üyesi
Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi 
Yıl: 5 
Sayı: 17 
Kış 2012 


      Amerika Birleşik Devletleri diğer büyük güçler gibi kendi çıkarları doğrultusunda dönem dönem ekonomik, kültürel ve siyasi yayılma siyaseti 
uyguladığı gibi fiilen askeri birliklerle de müdahalelere yönelebilmektedir. ABD’nin bu harekât tarzına ait örnekler yakın tarihte Güneydoğu Asya’da, Afrika’da, bugün ise Afganistan ve Irak’ta görülebilir.
     Karadeniz (1) havzası, dünyanın diğer çatışma bölgelerine yakın olmasına rağmen nispi bir istikrara sahiptir.
Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batılı güçler çeşitli siyasi gelişmeleri gerekçe göstererek Karadeniz havzasında doğrudan veya dolaylı yoldan müdahil olma girişimlerini sürdürmektedir.
Bu çalışmada, ABD ve diğer batılı güçlerin müdahale sahasına dönüşen Afrika, Afganistan ve Irak gibi kriz bölgelerinden örnek verilerek, ABD’nin Karadeniz bölgesine yönelik politikaları incelenecektir. ABD’nin insan hakları, demokrasi ve benzeri gerekçeler üzerinden Karadeniz bölgesine nüfuz etme ve bölgede sürekli varlık tesis etmeye yönelik izlediği siyaset analiz edilecektir.

Karadeniz havzası bulunduğu coğrafi konum itibariyle çok önemli stratejik, jeopolitik ve jeostratejik öneme sahiptir.

Öncelikle bu coğrafya Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’ya yakınlığı nedeniyle enerji, nakil ve ulaşım yolları üzerinde bulunmaktadır. Rusya Federasyonu’nun en önemli ticari ve askeri limanları Karadeniz kıyısında bulunmaktadır. 
Deniz taşımacılığı bakımından Rusya’nın bu limanları ülke ekonomisi bakımından hayati konumda dır. Rusya Batı’nın özellikle Avrupa’nın enerji ihtiyacını karşılarken Karadeniz limanlarını kullanmaktadır.
Ayrıca Orta Asya’nın Batı pazarlarına ulaşmak için kullanabileceği en önemli alternatiflerden biri Karadeniz’dir.
Kafkasya ülkelerinin, özellikle Azerbaycan’ın Batı pazarlarına ulaşmakta en rasyonel alternatifi Karadeniz’dir. Karadeniz’de bulunan mevcut enerji, nakil hatları ve gelecek dönemde yenilerinin yapılması düşüncesi bir gerçeği ortaya koymaktadır.
Bu gerçek, Avrupa’nın enerji ihtiyacını tedarik ve temin için Karadeniz’in vazgeçilmez olduğudur. Soğuk Savaş döneminde Karadeniz havzası Türkiye hariç doğu bloğu ülkelerinin egemenliği altında bulunduğundan genellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği hâkimiyeti altındaydı. Rusya’nın yanı sıra o dönem Sovyetler Birliği’nin bir parçası konumunda bulunan Gürcistan ve Varşova Paktı (2) üyeleri olan Romanya ve Bulgaristan Karadeniz ülkesiydi.

Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin nüfuz sahasında yer alan Karadeniz’ de, Sovyetler Birliği’nin ve ardından Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra dengeler Batı lehine değişmiş oldu. Gürcistan bağımsızlığını kazandıktan sonra liderlerinin tercihi neticesinde hızlı bir şekilde Rusya’dan uzaklaştı ve Batı eksenine yaklaştı.
Etnik sorunların ortaya çıkmasıyla kısa süre içinde ülkenin bazı bölgelerinde (3) Tiflis’in hâkimiyeti zedelendi. Daha sonra Rusya’nın Güney Osetya meselesini gerekçe göstererek Gürcistan’a savaş açması bağımsızlığına yeni kavuşan bu küçük ülkeyi önemli sorunlarla baş başa bıraktı. Gürcistan’ın Rusya ile sorunları halen devam etmektedir.
    Romanya ve Bulgaristan da Sovyetlerin dağılmasından sonra kısa zaman içinde Batı eksenine müdahil oldu.
İki ülke de çok kısa sürede NATO’ya (2004), gerekli reformları gerçekleştirerek Avrupa Birliği’ne (2007) katıldı. Romanya ve Bulgaristan’ın NATO’ya üye olması ise özellikle ABD’nin Karadeniz üzerinde nüfuz tesis etme hedefiyle açıklanabilir. Bu iki ülkenin hem AB’ye hem de NATO’ya katılması, Gürcistan ve Azerbaycan’ın da başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerle yakın ilişkiler geliştirmesi Karadeniz’deki dengelerin değişmesine neden olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Karadeniz havzasında daha önceleri Sovyetler Birliği sınırları içerisinde bulunan yeni devletlerin ortaya çıkması ve bağımsızlıklarını kazanması Batı’nın ilgisini çekmiştir. Özellikle Ukrayna,
Beyaz Rusya ve Moldova bu hususta öne çıkmış görünmektedir.

ABD ve Avrupa devletleri bütün olanaklarını kullanarak bu ülkeler üzerinde nüfuz tesis etmeye yönelik girişimlerde bulunmuştur.
Bu girişimler zaman zaman söz konusu ülkelerin iç işlerine müdahil olmak şeklinde de tezahür etmiştir. Bu nüfuz yöntemi özellikle genel seçimler sırasında, parlamento veya başkanlık seçimleri dönemlerinde büyük fonlarla ve kitle iletişim araçlarının imkânlarıyla gerçekleştirilmiştir.

Nitekim George Soros’un (4) Ukrayna ve Beyaz Rusya’daki seçim dönemleri esnasında ve sonrasında meydana gelen toplumsal hareketliliklerde yönlendirici rol oynadığı bilinmektedir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD, Karadeniz havzasında nüfuz tesis etmeye yönelik somut girişimlerde bulunmuştur.
Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldova arasında oluşturulan GUAM Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Teşkilatı, Washington’ın teşvikiyle ortaya çıkmıştır. 1997 yılında kurulan teşkilat ile hedeflenen NATO’nun Karadeniz havzasında etkinliğini artırması ve Rusya’nın nüfuzunun sınırlandırılmasıdır. Teşkilatın adı 1999’da Özbekistan katılımıyla GUUAM olarak değiştiyse de, 2005’te Taşkent’in bu oluşumdan ayrılması ile tekrar GUAM olmuştur. GUAM’ın Şangay İşbirliği Teşkilatı’na alternatif olarak kurulduğu da ileri sürülmektedir.
Bu teşkilatın, bünyesindeki ülkeleri Avrupa-Atlantik kurumlarına yaklaştırdığı gözlemlenmektedir.
ABD, Karadeniz’de etki alanı tesis etme hedefiyle, 2001’den beri Akdeniz’de faal olan NATO’nun Aktif Çaba Harekâtı’nı terörle mücadele gerekçesi ile Karadeniz’e genişletmeye çalışmıştır. Türkiye ve Rusya bu girişime birlikte muhalefet etmiş, Türk yetkililer böyle bir adımın Karadeniz’de gereksiz yere gerilim doğurabileceği ne işaret etmiştir. Türkiye, Karadeniz’de terörle mücadeleyi mevcut oluşumların yürütebileceğini beyan etmiştir. Bu oluşumlar 2001’de teşkil edilen Karadeniz İşbirliği Görev Grubu ve 2004’te faaliyete geçen Karadeniz Uyumu Harekâtı’ dır. Diğer taraftan, 2005 yılında ABD, Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne gözlemci statüsüyle katılmak istemiş, Rusya veto etmiştir.
ABD’nin Trabzon’da bir askeri üs talebinde de bulunduğu, Türkiye’nin ise bu talebe sıcak bakmadığı basına yansımıştır.
ABD’nin Karadeniz havzasında etki kurma çabası Bulgaristan ve Romanya’nın 2004’de NATO’ya üye olması ile hız kazanmıştır.
ABD Bulgaristan’la 2006 yılında bir savunma işbirliği antlaşması imzalamıştır. Romanya ile de balistik füzelere karşı konuşlandırılacak bir savunma kalkanı konusunda işbirliği kararlaştırılmıştır. Bu işbirliği doğrultusunda Romanya’ya 2015 yılında kıyı konuşlu radar sistemi ve kara konuşlu füze bataryaları yerleştirilecek tir. ABD hâlihazırda iki ülkede de askeri üs bulundurmaktadır. Bulgaristan ve Romanya’nın ABD ile gelişen ilişkileri, İsrail’in de bu ülkelerle münasebetlerini güçlendirmesi için gerekli zemini hazırlamıştır. İsrailli pilotlar Romanya semalarında eğitim uçuşları yapmaya başlamıştır. İki ülkenin hava kuvvetleri ortak tatbikatlar gerçekleştirmektedir.
İsrail, Bulgaristan ile de 2011 yılında bir askeri işbirliği anlaşması imzalamıştır.
Son dönemde Avrupa Birliği de Karadeniz bölgesindeki siyasi nüfuzunu artırmaya yönelik somut girişimlerde bulunmuştur. 
     AB, 2007’de bölge ülkeleriyle çevre, ulaşım ve enerji alanlarında sektörel işbirliği ve ortak projeler hedefiyle Karadeniz Sinerjisi girişimini başlatmıştır. AB, Komşuluk Politikası’nın bir parçası olarak geliştirdiği Karadeniz Sinerjisi ile birlikte AB-Rusya ilişkilerinde ve AB-Türkiye ilişkilerinde yeni bir strateji geliştirmiş, Karadeniz’deki varlığını artırmayı amaçlamıştır. AB; Ukrayna, Moldova, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan ile imzaladığı Doğu Ortaklığı stratejisi ile de aynı doğrultuda hareket etmektedir. AB ile gümrüksüz ticaret ve vizesiz seyahatin öngörüldüğü bu strateji ile Birlik, Karadeniz havzası üzerindeki ekonomik ve siyasi nüfuzunu artırmaya çalışmaktadır.

Karadeniz Havzası, enerji kaynaklarına yakınlığının yanı sıra bölgesel kriz merkezlerine de yakın mesafede bulunması bakımından önem arz etmektedir. Etnik gerilimin dinmediği Kafkasya, Karadeniz’in güneydoğu bölgeleriyle iç içedir. Gürcistan’da filli bir parçalanmışlık söz konusudur.

   Kuzey Kafkasya’da Çeçenistan ve Dağıstan sorunlarının ciddiyeti devam etmektedir. Azerbaycan topraklarının başta Karabağ olmak üzere %20’si (5)
Ermenistan işgali altındadır. Bütün bu kriz bölgeleri, Güney ve Kuzey Kafkasya coğrafyasını bir çatışma alanına çevirmiş durumdadır.

Karadeniz güneybatıdan Balkanlar’la iç içedir. Eski Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte Balkanlar’da ortaya çıkan uyuşmazlıklar; etnik çatışmalar, iç savaşlar, etnik temizlik ve soykırımı beraberinde getirmiştir. Balkanlar’da nispi bir barış ortamı sağlanmış ise de bölgedeki hiçbir etnik ve dinsel sorun tamamen çözülmemiştir. Ortaya çıkan yeni devletlerin iç siyasi karışıklıkları, birbirleriyle olan sınır anlaşmazlıkları ve diğer sorunları varlığını devam ettirmektedir.
     Karadeniz, Kafkasya ve Balkanlar’ın yanı sıra dünyanın diğer çatışma bölgelerine de yakın mesafede bulunmaktadır.
İsrail’in Filistin meselesindeki uzlaşmaz tutumu ve bölgesel hegemonya hedefi doğrultusundaki Makyavelist politikaları sebebiyle Orta Doğu’nun kalıcı barış ve huzura ermesinin uzak olduğu söylenebilir.
Öte yandan Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasındaki hâkim konumdaki otoriter iktidarları sarsan, Arap Baharı(6) diye adlandırılan toplumsal hareketlilik ve değişim rüzgârı bölgenin istikrarını ve güvenliğini doğrudan etkilemektedir. Diğer taraftan Irak ve Afganistan işgalleri de Karadeniz havzasını yakından ilgilendirmektedir.
    Zira Irak ve Afganistan Karadeniz’e çok yakın mesafededir. Karadeniz’de meydana gelen gelişmeler; Rusya, Bulgaristan, Ukrayna, Romanya, Beyaz Rusya, Moldova, Ermenistan ve Gürcistan’ı etkilediği kadar Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.
Türkiye, Karadeniz’e 1685 km’lik kıyı şeridiyle bu havzanın en önemli aktörlerinden biri konumundadır.
Karadeniz’in açık denizlere tek ulaşım yolu olan boğazların da sınırları içinde bulunması Türkiye’nin konumunu daha da güçlendirmektedir. Uzun kıyı şeridi boyunca irili ufaklı yüzlerce yerleşim merkezi ve Samsun, Ordu, Giresun ve Trabzon gibi önemli limanların bulunması bu havzayı Türkiye için ekonomik bakımdan oldukça önemli kılmaktadır. Bu nedenle Karadeniz ve havzasında meydana gelebilecek herhangi bir istikrarsızlık ve sıcak çatışma, doğrudan doğruya Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit edebilir.
Türkiye’nin enerji ihtiyacının büyük kısmı Rusya ve Azerbaycan’dan doğrudan, Hazar’ın doğu kıyısından dolaylı yoldan enerji nakil hatları vasıtasıyla Karadeniz havzası üzerinden karşılanmaktadır.

Karadeniz coğrafyası üzerinden Türkiye’ye nakledilen enerji kaynakları Akdeniz limanlarından, boğazlardan ve batı sınırından dünya ve Avrupa piyasalarına taşınmakta, bu vesileyle ülkeye önemli bir döviz girdisi sağlanmaktadır. Diğer taraftan Karadeniz’de deniz taşımacılığının yaygınlaşması Türkiye limanları üzerinden gerçekleşen ticaret açısından oldukça faydalıdır. Mesela, Trabzon limanı komşu İran devleti için çok önemlidir. İran’ın bütün dünyadan ithal ettiği mal ve ihtiyaçlarının önemli bir kısmı Trabzon limanı üzerinden bu ülkeye sevk edilmektedir. 
   Bu liman İran dış ticareti bakımından en önemli alternatiflerden birisidir. Dolayısıyla Karadeniz; Türkiye için olduğu kadar komşularla yürütülen ticari ve ekonomik ilişkiler açısında da önem teşkil etmektedir.
Özetle, ABD Soğuk Savaş sonrası dönemde Karadeniz’de bir etki alanı meydana getirmeye çalışmıştır. 
Bu çabanın 2000’li yıllarda arttığı, somut girişimlere dönüştüğü gözlemlenmekte dir.
ABD’nin girişimlerine karşın, bölgede Türkiye ve Rusya’nın mevcut dengelerin muhafaza edilmesi doğrultusunda tutum sergilediği fark edilmiştir. Karadeniz’deki mevcut dengenin ABD lehine değişmesi, özellikle Karadeniz’de olduğu gibi Kafkasya ve Orta Doğu’daki hassas süreçleri de olumsuz etkileyebilir.

DİPNOTLAR:

(1.) Karadeniz: 461.000 km2‘lik alanı kapsayan 8350 km’lik kıyı şeridine sahip olan Karadeniz’in doğudan batıya en geniş noktalarının arası 1175
       km, en derin noktası 2210 m’dir.
(2.) Varşova Paktı: Soğuk Savaş döneminde ABD önderliğindeki Batı bloğunun oluşturduğu Kuzey Atlantik Antlaşması’na (NATO) karşı Sovyetler
       Birliği ve güdümündeki ülkeler tarafından iş birliği ve karşılıklı yardımlaşma amacıyla kurulan askeri ve siyasi bir birliktir. 14 Mayıs 1955
       yılında Polonya’nın başkenti Varşova’da kurulan Birliğe, Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Arnavutluk, Demokratik Alman Cumhuriyeti, Polonya, Çekoslovakya
       ve Romanya üye olmuştur. Varşova Paktı 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla feshedilmiştir.
(3.) Gürcistan: 69.700 km2 yüzölçüme sahip ülkede nüfus 5 milyon (tahmini 2010) civarındadır. Acaristan, Abhazya ve Güney Osetya bölgeleri
       merkezi hükümetin denetimi dışında bulunmaktadır. Gürcistan, NATO ve AB üyesi olmak için uğraş vermektedir.
(4.) George Soros: 1930 doğumlu Soros, Macar Yahudi bir ailenin mensubu olup, halen ABD vatandaşıdır. Soros, finans spekülatörü olarak
       özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki açık ve kapalı faaliyet ve toplumsal hareketleri yönlendirmesiyle
        üne kavuşmuştur.
(5.) Azerbaycan: Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Dağlık Karabağ’ın yanı sıra halen 7 ilçesi Ermenistan işgali altında bulunmaktadır. Bu ilçeler:
       Ağdam, Fuzuli, Cebrail, Zengilan, Laçin, Kelbecer ve Gubatlı’dır.
(6.) Arap Baharı: Bkz:
       http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1067:arap-baharna-farklbak&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150

https://www.turansam.org/makale.php?id=3882

***

13 Ocak 2017 Cuma

ORSAM ORTADOĞU SEMİNER PROGRAMI DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2




 ORSAM ORTADOĞU  SEMİNER PROGRAMI DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2



Küreselleşmenin bir diğer yansıması olan iletişim değeri ve sosyal medya vardır. Bu süreçte sosyal medyanın yönü nasıl oldu? İlk aşamada farkındalık yarattı. Mevcut durumunu yaşıtlarınla kıyaslıyorsun senin beklentilerini belirleyen önemli bir sebep haline geliyor. Bu iletişimdir. Sadece internet değil. Gidiş geliş imkânları da bunu gösteriyor. Türkiye’de bile görülüyor. Mesela; uçakla seyahat ne kadar ucuzladı. İnsanlar kendisi gidemiyor ama Fransa da Avrupa da çalışan akrabaları var. İkincisi; olaylar başlayınca örgütlenme noktasında sosyal medyanın çok önemli çarpan etkisi rolü oynadığını gördük. Çok kısa sürede rejimlerin tepki verebilme kabiliyetinin önüne geçer şekilde göstericiler örgütlenebildi. 

Öte yandan yine sosyal medya bunu anlık şekilde dünyaya taşıdı. Bir ülkeden diğer ülkeye sıçramasında önemli rol oynadı. Pek çok uzmana göre Ortadoğu da yaşan son gelişmelerde sosyal medyanın rolü yüksektir. Yine sosyolojik olgu olarak bu süreçte kimlik siyasetinin, kimlik taleplerinin ön plana çıktığını söyleyebilir. Bunlar ne tür kimlikler olduğu önemli değildir. Etnik kimlik olabilir, mezhep kimliği (Şii – Sünni ayrımı), bazılarında Kürt-Arap’tır ya da bazılarında kadındır cinsiyette bir kimlik unsurudur. Ama kimlik temelinin bu süreçte öne çıktığını görüyoruz. 

Bu birinci faktör siyasi süreçle yakından ilgilidir. Farklı kimlik taleplerini mevcut siyasi sistemler kapsayıcı olmadıkları için bunları yansıtamadıkları ölçüde bu farklı kimliklere mensup pek çok kişi giderek sistemden yalıtılmış, dışlanmış bir şekilde öne çıktı ve yaşadığımız bu süreçte farklı kimlik gruplarının olduğunu bilmekteyiz. Mısır’da 2011 yılı başında Tahrir meydanına baktığımız zaman seküler, liberal, Hıristiyan, Müslüman insanlar görüyoruz. Ama Müslüman Kardeşler başlangıçta o kadar fazla yoktu. Müslüman kardeşler oyuna sonradan dâhil oldu. Yine Suriye’deki Tunus’daki gösterilere baktığımız zaman çok fazla farklı kesimlerden insanın sokağa döküldüğünü görüyoruz. Bu gösterileri bu 
sokak hareketlerini başarılı kılan temel sebeplerden birisiydi. Aynı anda birden fazla kesime dayanmaktaydı. Sadece bir kesime dayansaydı bu kadar çabuk sonuç alamazdı diyen pek çok uzman vardır. İşte bölgede yaşanmakta olan bölgedeki değişim dönüşüm sürecini anlamak için yapılması gereken şey; arka plandaki sosyal, ekonomik, siyasi, teknolojik pek çok sebebi bir arada incelemektir. 

Arap baharını veya bölgesel dönüşümü tetikleyen birisi yok mu? Bir senaryo yazıldı o mu oynanıyor? Ya da kendiliğinden ortaya çıkan bir gelişmeme mi? Türkiye’de de çok tartışılan bir konu. Bir senaryo yazıldı ve o senaryo oynanıyor denilmekte. Bana göre doğal bir süreç. Herkes bunu anladığı kadar politika geliştirip yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu Türkiye, Amerika, İsrail için de geçerlidir. Yaptığımız bir görüşmede Amerikalılar arkasında siz mi varsınız? diye soruyor Türkler Amerikalılara siz mi varsınız? diyor. İsrailliler Amerikalılara soruyor. Amerikalılar da Mısır ve Suriye’nin arkasında siz mi varsınız? diyorlar. Kimse bilmiyor. Bu doğal bir gelişme. Ama bunu anlamak anlamlandırmak 
açıklamak ve ona göre yönlendirmek gerekmektedir. Örneğin Amerika Mısır’ın İsrail açısından patlamasını istemezdi. Zaten patlayan Mısır’ı yönetemedikleri için geçtiğimiz yaz darbeye giden süreçte sessiz kalarak darbeyi örtülü bir şekilde desteklemişlerdir. Çünkü daha öngörülebilir bir Mısır vardır. Geçiş dönemi denildiği zaman; öngörülme oranları düşük dönemler olduğu için risk fazladır. 

Bölgede çok boyutlu bir değişim, dönüşüm süreci vardır. Ve bunun yakın kısa vadede patlaması var. Ama gelişmelere bakıldığı zaman bunun iki tane farklı fazlın evresinin olduğunu görüyoruz. İlk dönem özellikle Arap baharı tabirinin yerleşmesinin sebebi de budur. Gelişmelere daha pozitif yaklaşan okumanın hâkimiyetini görmekteyiz. Yani; 2010 yılının sonu 2011 başı 2012 yılına kadar genelde bu bölgesel dönüşüme içerden ve dışarıdan yüklenen anlam pozitiftir. Zaten bahar tabirinin kullanılması da uluslararası literatürde; daha iyiye doğru, bahara doğru gidişi ile ilişkilendirilerek ifade edilen bir tabirdir. Genel de bu sosyal bilimler, Ortadoğu çalışmaları ve literatür açısından bakıldığı zaman; sosyolojide, siyaset biliminde, uluslararası ilişkilerde Ortadoğu da Arap istisnai denilen bir kavram vardır. Bu kavram; bu coğrafyaya demokrasi uğramaz. 
Demokrasi, Ortadoğu ve İslam toplumları için bir numara boldur. Bir şekilde Ortadoğu ve Arap toplumları kendi genetik ve kültürel kodları açısından otoriter bir liderle yönetilmeyi hak ediyor veya bunu istedikleri için bunlar demokrasi gibi bir talep ile öne çıkmadılar ve çıkmazlar gibi hakim okuma vardı. Ona da Arap istisnailiği ya da Ortadoğu istisnailiği denilmektedir. İşte bu 2011 başından itibaren yaşanan gelişme literatürde ilk olarak bu hakim okumayı kırdı. Yani; halklarının bu kadar geniş kitlelerle sokağa dökülmesi, geniş kitlelerle ortaya çıkması Arap istisnailiği veya Ortadoğu istisnailiği tezini kıran önemli bir gelişmedir. 

Zaten bu Arap baharı tabirini kullanan da ondan esinlendi. Amerika kökenli Martin kullandı. O pozitif okumayı yansıtması bakımından önemliydi. 

Biz biliyoruz ki özellikle 2012 yılından sonra işlerin bir anlamda sarpa sardığını engellerin zorlukların öne çıktığını görmekteyiz. O açıdan da bazen popüler tartışmalarda Arap baharı güze, kış a dönüştü şeklinde tartışmanın arka planında yatan bu. İşte bu yeni dönemde ikinci faz a baktığımız zaman gördüğümüz şey; bir anda Suriye de bir şekilde devrimin yaşanmamış olması. O dalganın bir şekilde durdurulmuş olması. 

Devamında Libya’da değişim dönüşüm yaşandı ama ülke istikrara kavuşmadı. Sürekli darbe yapmaya çalışan biri var. Yemen’de sürekli bir çatışma var. Bir tek Tunus’u başarılı örnek olarak gösteriyorlar. Kendi başlarına anayasalarını yaptılar. Halen demokratik sistem işliyor. Ama Mısır’da da geçtiğimiz yaz yaşanan darbe sonucu demokrasiden geri savaş var. İşte bu gelişmelerin hepsine bakıldığı zaman Ortadoğu’da demokrasi karşıtı blok bir şekilde frenledi. Bu anlamda bazıları literatürde karşı devrimci, dalga geliyor şeklinde bir açıklama getiriyor. Bütün bunlara bakarak yeniden Ortadoğu’da demokrasi yerleşmeyebilir tezine geri dönenler de var. Asıl ikinci fazı 2012-2013 sonrası Ortadoğu’daki dönüşümün giderek bir güvenlik sorunsalı haline geldiğini görüyoruz. Ve gerçekten de Arap baharının yeni döneminde giderek bölgesel güvenlik ortamının bu gelişmeden, dönüşümden etkilendiğini görmekteyiz. Güvenlik dediğimiz zaman uluslararası ilişkiler de en temel kavramlardan 
bir tanesidir. Devletlerin amaçlarından birisi de ulusal güvenliği dolayısıyla da vatandaşın güvenliğini sağlamaktır. Zaten devlet dediğimiz aygıtın ortaya çıkma nedenlerine baktığımız zaman; bazı teoriler bireyler doğal halinde yaşarken güvenliklerini sağlamak için devlet denen bir aygıtı oluşturup ona yetki vermişler dir demektedir. Bunu söylememin nedeni; güvenlik hayati ve temel bir ihtiyaçtır. Gerçek anlamda devlete benzer bir yapı uluslararası bir sistemde yok. Biz uluslararası sistemde güvenlik sorununu bazen uluslararası örgütler kurarak bazen ikili anlaşmalar yaparak çözüyoruz. Uluslararası ilişkilerde farklı teoriler bize devletlerin farklı araçlar kullandığını söylemektedir. Realistler; kendi 
bireyinin kuvvetine güvenmiyor. Kendi başının çaresine bakmasını söylüyor. Liberaller; tek başına hareket etmek zorunda değilsin, diğerleri ile iş birliği yapabilirsin demektedir. 

Dünya geneline baktığımız zaman bizim bölgesel düzen diye adlandırdığımız bir kavram vardır. İyi kötü bir düzen vardır. Bu devletin içindeki kadar kurallara dayalı bir düzen olmasa da insanların yaşadığı yerde bir düzen vardır. Evde, mahallede, aile fertleri arasındaki ilişkilerde bir düzen vardır. Bizim uluslararası ilişkilerde kullandığımız bölgesel düzen diye bir kavram vardır. Uluslararası düzenin daha küçük bir versiyonudur. Biz Ortadoğu dediğimiz coğrafyayı, verimli bir bölge olarak kabul edersek o Ortadoğu bölgesinin de oturmuş bir düzeni vardı. En son Arap baharı bölgesel dönüşümü giderek var olan mevcut düzeni zorladığını ve bu mevcut düzeni yıkmaya doğru ilerlediğini görmekteyiz. Arap baharı bölgesel dönüşüm süreci giderek Ortadoğu’da yerleşik olan düzeni sarsma gibi bir noktaya geldi argümanlarını sıkça duymaktayız. Ortadoğu 
da bölgesel düzen diye kastettiğimiz şey; düzenin riskle karşı karşıya kalması ve yıkılma riskinin ortaya çıkması. Bu; en başta Türkiye gibi ülkeler için güvenlik riski anlamına gelmektedir. O sistem ve düzende yer alanlar için giderek güvenlik risklerinin ve sorunlarının artarak devam ettiği anlamına geliyor. Ortadoğu’nun bölgesel düzeni nedir yani Ortadoğu’da oyunun kurallar nedir? Kim güçlü kim zayıf kim fazla pay alıyor kiminle dost olabilirsin kiminle dost olmasın? Soruları önemlidir. Ortadoğu düzeninde bölgesel düzen dediğimiz zaman 2009/2010 yılında olsaydık oyunun kuralları neydi? Ortadoğu’da kurallar öncelikle sınırlardır. Kimin sınırı nerde başlar, kimin sınırı nerde biter? Oyunun kurallarında en önemli şey sınırlardır. Bugün bizim karşımızda olan haritaya baktığımız zaman gördüğümüz yapay sınırlar ortaya çıkmıştır. İşte biz bu 
düzene; Sykes-Picot düzeni diyoruz. Yani; mahallenin sınırlarını çizen dış aktörler o günün koşullarında kendi emperyal, sömürgeci hedeflerini, 
kaynak paylaşımını, doğal kaynakları dikkate alarak bu sınırları çiziyorlar. Sonrasında bir dönem bu sömürgecilik devam etmektedir. 

Ama 2. Dünya savaşından sonra sömürgeciliğin tasfiyesi vardır. Ortadoğu’da da bu ülkeler bağımsızlıklarını kazanıyorlar. Ama sosyal realite açısından bakıldığı zaman bu ülkeler sorundan kurtulamıyor ve günümüze kadar devam etmekte. Ama cetvelle çizilmiş sınırlar bugüne kadar geçerliliğini sürdürüyor. Bu düzenin oyun kurucuları denildiği zaman dış aktörler karşımıza çıkmaktadır. Dış aktörler; sistemi kurmuş ve uzun süre sürdürmüşlerdir. 

Bunlar İngiltere ve Fransa’dır. Ama 2. Dünya savaşından sonra uluslararası ilişkilerdeki yeni realite olan Amerika gerçekliği vardır. Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği vardır. Amerika- Sovyetler Birliği işbirliği işin içine girince İngiltere ve Fransa ikinci planda kalmış oluyorlar. İngiltere kendi sömürge sorumluluklarını Amerika’ya devrediyor ve soğuk savaş dönemince baktığımız zaman Sovyetler Birliği kısmen çalışsa da asıl belirleyici olan güç Amerika’dır. Soğuk savaş dönemi sonrası bu büyük ölçüde devam etmektir. Orda özellikle 1979 yılında yaşanan İran’daki devrim sonrası 1980’li yıllara girdiğimi zaman artık Amerika Ortadoğu’ya kaçınılmaz olarak girmeye başlamıştır. Ortadoğu’ya 
girmeden önce bölgeyi uzaktan kontrol ediyor. Ama İran-İslam Devrimi daha sonra Körfez Savaşı sonrasında Amerika Ortadoğu’ya giriyor. Devamında yaşanan İsrail meselesi. 1970’lerin sonlarındaki Camp David anlaşması akla geliyor. Bu da önemli bir belgedir. Hatta Ortadoğu da Sykes-Picot ve beraberinde Camp David düzeninin varlığını iddia etsek yanlış olmaz. 

2009 -2010 yılına kadar baktığımız zaman Ortadoğu da böyle bir sistem vardır. Yani; bölgede yaşanan çatışmalar sonucu Amerika olayları bastırmaktadır. Bölgede dışarıdan polislik görevini üstleniyor. Bunu yaparken İsrail’i özellikle koruyup kolluyor. Bölgedeki petrol ve doğal gazın dünyaya pazarlanması için Amerika müdahil oluyor. Amerika’nın iktidar olan rejimleri destekleyen bir sistemi var. 2010/2011 yılı sonrası gelişmelere baktığımız zaman giderek bu düzenin temel unsurlarının sorgulandığını ve bu düzenin çatırdadığını görüyoruz. İşte bu açıdan da Ortadoğu’da özellikle Arap baharının yaşattığı süreç rejimlerin değişmesidir. Amerika daha önce Mısır’daki yönetimle çalışıyordu. Yerine 
Müslüman Kardeşler geldi. Amerika ve İsrail için kolay bir iş değildir. Düzenin parametreleri yeniden tanımlanıyor. Şimdi ona karşı bir karşı hamle yapıldı. Ne olacağı halen belli değil. Mısır, Libya halen kaynıyor. Suriye ve Irak’da kaynıyor. Bugünkü geldiğimiz noktada baktığımız zaman bölge kaynıyor. 


Bölgesele değişim dönüşümün temel parametreleri nelerdir? Birinci meydan okuma bölgedeki Sykes-Picot düzeni diye adlandırdığımız o düzenin unsuru olan sınırların sorgulandığını görmekteyiz. Bölgede sınırlar giderek sorgulanmaktadır. Hatta bazılarına göre modası geçtiği için yeni sınırlar gündeme gelebilir yâ da mevcut devletlerin parçalanma riski giderek daha fazla öne çıkıyor. Uluslararası alanda farklı normlar karşımıza çıkmaktadır. Uluslararası hukukun temel ilkelerinden birisi devletlerin toprak bütünlüğü ilkesidir. Bu ilkenin karşısında ki ilke ise; self-determinasyon ilkesidir. Yani halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı. Giderek bunun sınırların değişmezliği ilkesi önüne geçeceği 
algısı bir okuma yerleşmeye başlıyor. Bu bölgede herkesi etkileyen bir durumdur. Herkes bu durumdan farklı düzeylerde etkilenebilmektedir. 

Her örnekte sınırların değişmesi anlamına gelmeyebilir ama halkların kendi kaderini tayin etme hakkı bazen mevcut sınırlar içerisindeki idari yapıların yeniden tanımlanması şeklinde de olabilmektedir. Yani; federal bir forma geçebilir ya da bölgelere daha fazla yetki verilmesi şeklinde olabilir. Kendi kaderini tayin etme hakkı demek; illaki kendi devleti olacak anlamına gelmemektedir. Bölgesel özerklik de bunun yollarından bir tanesi olabilir. Bakıldığı zaman Suriye’nin parçalanması konusu. Son birkaç ay içerisinde Irak örneği de var. Kuzey Afrika ya baktığımız zaman Libya’nın parçalanması senaryolarını görmekteyiz. Bu gayet reel bir durumu ifade ediyor. Çünkü farklı bölgeler kendi başlarına hareket etme talebi ile öne çıkıyorlar. Ya da ülkelerin içerisindeki alternatif senaryolar bu senaryolara Türkiye de dâhildir. Bunlar ne olabilir? Farklı unsurlar farklı düzeyde özerklik talebi ile karşımıza çıkıyor. Yeni realite budur. Irak da federal bir yapı vardır. Şiiler Sünniler Kürtler bir arada 
olsunlar diye bir federal yapı kurdurlar. Bu yapılar gevşek yapılardı. Ama bu gevşek yapı bile şu anki geldiğimiz noktada Irak’ı bir arada tutamayacak diye bir yorum söz konusudur. Acaba bir konfederal bir Irak yaparak biraz daha mı genişletsek ya da tamamen mi koparsak hep açık uçlu sorular olarak karşımıza çıkmaktadırlar. İlk ana trend budur. Sınırlar sorgulanmaktadır. İkincisi; ulusal otoriteler giderek zayıflayıp, aşınıyor. Egemenlik dediğimiz kavram bu süreçte anlamını yitirmektedir. Bir devlet egemendir denince; o devletin sınırları içerisinde nihai otorite olmasıdır. Yani; kuvvet kullanma tekeli ve sınırları içerisinde son sözü söyleyebilme yetkisine ve kuvvetine, iktidarına sahip olmasını anlıyoruz. Genelde egemen dediğimiz mekanizma ülkenin başkentinde oturur ülkenin geri kalanını yönetir. Ortadoğu’da gördüğümüz ise; başkentte 
oturan ülkenin tamamını kontrol edemiyor. Şam’ daki yönetim Suri-ye’nin tamamını yönetemiyor. Keza Libya, Mısır, Sina Yarımadasında görüyoruz ki; başkentin otoritesinin ve fiili anlamda kontrolünün aşındığını görmekteyiz. Bu önemli bir süreçtir. Bu durumlara paralel üçüncü olarak gördüğümüz şey; ulus altı ya da devlet altı aktörlerin ve kimliklerin öne çıkmasıdır. Genelde Ulus-devlet dediğimiz zaman; o devletin vatandaşlarının tamamını kapsayan bir kimlik olduğunu varsayıyoruz. 

Örneğin; bir Iraklı kimliği, bir İranlı kimliği, Suriyeli, Libyalı kimliği. Ama bu süreç de görüyoruz ki artık bir Irak’lı bir Suriye’li kimliğinden ziyade Kürt, Şii, Sünni ya da bir aşirete aitseniz o kimlikler öne çıkıyor. Ve artık sizin devletiniz koruyup temsil etmiyor artık devlet altı gruplar koruyor yâ da temsil ediyor. Bu Ortadoğu’da girdiğimiz yeni dönemin en fazla öne çıkan unsurlarından bir tanesidir. Uluslararası ilişkilerde küreselleşmeden bahsediyoruz. 

Küreselleşmeden kastımız; devletlerin otoritesinin giderek aşınması sonucu yeni aktörlerin ortaya çıkmasıdır. Küreselleşmenin Ortadoğu’da dibine vurmuş olduğunu görüyoruz. Devletler giderek; anlamını kaybetmektedir. Suriye devleti dediğimi zaman sınırlarını kontrol edebiliyor mu? Sınır kapılarının her biri kontrolsuz durumda. Libya’ya gittiğiniz zaman aynı şeylerle karşılaşıyorsunuz. Libya’nın güneyine indiğiniz zaman farklı komşulara ve sınırlarına baktığınız 
zaman sıkıntıyı görmektesiniz. Orda Libya devletinin kontrolü yok. 

Oradaki yerel devletin hareketlerini kontrol eden bir devlet yoktur. Yâ da Libya içerisinde farklı bölgeler aynı şekildedir. Bugün Irak’ta gelinen nokta budur. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman Ortadoğu’da ciddi bir güvenlik açığı vardır. Güvenlik riski ve tehdidi bulunmaktadır. 

Ve genelde uluslararası ilişkilerde güvenlik sorunu olduğu zaman sorunu çözecek bir mekanizma üretiriz. Yani; bir devlette güvenlik tehdidi varsa realistlere göre; maliyeti neyse öder ve çözer. Asker gönderilir, ölürsün, öldürülürsün, para harcarsın, silah kullanırsın çözersin. Ama liberaller; işbirliği yapılıp, çatışma çözümü teknikleri uygulayabilir diyor. Çatışma çözümleri; uluslararası örgütler de olabilir. Ortadoğu’da yeni girdiğimiz evrede sorunu daha da derinleştiren olgulardan birisi Ortadoğu da bu türden meydana gelen krizleri çözecek ve bunları yönetecek bunlarla ilgili politika üretecek yerel mekanizmaların olmamasıdır. 

Şimdiye kadar Türkiye’de mezhepler bu kadar önemli değildi yavaş yavaş insanlara bunu empoze ederek Türkiye’de de bir rejim değişikliği mi var? Hepimiz Ortadoğu’da aynı kazanda kaynıyoruz. Bunu hiç kimsenin tek başına kontrol edip yönlendirmesi kolay değildir. Herkes elinden geldiğince bunun etkilerini kontrol etmeye çalışıyor. Kontrol eden tek parça yola devam ederken edemeyen farklı formüller ile yola 
devam etmektedir. 

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin geldiği anlam; riskler yüksek. Bunlarıçözmek için devletler ne yapar?  Kendileri gider herkesin kafasını vurur yâda birlikte hareket eder. Ortadoğu’da tek başta bu sorunu çözecek bir ülke yoktur. Birlikte çözmek için Ortadoğu’daki aktörleri bir araya getiren bir mekanizma da yok. Ortadoğu’da bu tür sorunlar ortaya çıktığı zaman geleneksel olarak ABD vardır. Eski düzende mesela Saddam etrafta yayılmaya çalışırken Amerika engelledi. Şu anki konjüktürde Ortadoğu’daki güvenlik riskleri kaosunu yönetmek için ABD’nin pek istekli olmadığını görüyoruz. ABD dış politikası açısından bakıldığı zaman yaşanan bir tartışma var. Transatlantik diye bir kavram var. Büyük gemiler yavaş yavaş manevra yapıyorlar. Amerika ve Asya’ya kayıyor. Stratejisini Çin ve Asya’ya doğru kaydırıyor. Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya eskisi kadar önem vermek istemediğini açıklıyor. Buradaki üslerini kaynaklarını Asya’ya ve Çin’e doğru kaydırmak istiyor. Buna paralel olarak takip ettiği ikinci strateji ise; bölgesel güç olarak adlandırılan; o bölgedeki ya da o bölgelerdeki yerel aktörlerle işbirliği yapmak. Yani biz arka planda duralım o bölgelerdeki yerel aktörler bölgesel güçlerle işbirliği yapsın. Bu duruma teknik tabirle; off-shore deniyor. Ya da 
arkada durarak sorunları yönetmek deniyor. Bunun için; yerel aktörleri destekleyerek sorunları kendilerinin çözmesini istiyorlar. Amerika kısaca bu çizgide. Ortadoğu’daki karmaşayı gidermek için elini taşınaltına sokmak istemiyor. Aynı şekilde durumun benzerini Gürcistan’da gördük. Şimdi ise; Ukrayna’da görüyoruz. Genelde söylenen tabir eski dünya Amerika’yı bırakmıyor. Çin yükselen güç olduğu için Amerika oraya yöneliyor. Suriye’ ye girmek istemiyordu ama şimdi başına bir de Irak çıktı. Bizi ilgilendiren kısma gelince de; bölgede ciddi anlamda bir sıkıntı mevcut durumda. Bölgesel dönüşümün yarattığı bir güvenlik boşluğu bulunmaktadır. Bunu yönetecek bölgede bir aktör yok. Bölgede bölgesel aktörler arasında ciddi anlamda bir çıkar çatışması var. Özellikle Suudi Arabistan ve İran’ın birbirlerine karşı yaptıkları önemli. Bu süreçte görüyoruz ki devlet altı kimlikler giderek öne çıkıyor. Devlet altı kimlikler; etnik kimlik olabilir, Kürt ya da Arap olabilir, Türkmen olabilir ya 
da Şii Sünni ya da Ortadoğu’daki azınlıklar olabilir. Bunlar daha fazla öne çıkmaktadır. Bu durum bize Ortadoğu’daki düzenin ve sınırların yapaylığını hatırlatıyor. Irak devleti kurulurken birden farklı grup yâ da o günün şartlarıyla getirilerek tek bir devletin altına konmuştur. Ama bu devletin tek bir sosyal realitesi var mıdır diye sorulmamıştır. Aynı şekilde Suriye ve Libya’yı da görmekteyiz. Bugün geldiğimiz noktada o bölgesel düzenin aşındığını söyleyerek kastettiğimiz şey budur. Bölgesel dönüşümün kurulmuşluğundaki yapaylık o haritacılık, mühendisçilik sosyal realite ile örtüşmemektedir. Farklı talepler vardır. Bu talepleri yöneten mevcut sınırlar ile yola devam edilmektedir. Her ülke için geçerlidir. Bu dönüşümün yarattığı ciddi riskler de vardır. 

Son mesele yine bu demokrasi meselesidir. En başta çıkış noktasına gelerek bölgedeki Arap başlangıcının başı demiştik. Bölgesel dönüşümün ilk başlangıcı daha pozitif bir dönemdi. İkinci fazla beraber bu güvenlik risklerinin olduğu negatif bir döneme girmiştir. Ama her halükarda süreci başlatan siyasi, ekonomik, sosyal sebepler halen ortadadır. Yani Arap baharının başında Tunuslular ve Mısırlılar neden sokağa gittiyse ve hatta Suriyeliler neden sokağa gittiyse halen bu sorunlar mevcuttur. Hatta bir adım geri gittik. Suriye’deki yaşananlara bakıldığı zaman; Libya’da geldiğimiz noktaya baktığımız zaman her ne kadar güvenlik boşluğu olarak baksak da ekonomik, siyasi, sosyal ihtiyaçlar bölgede halen mevcuttur. Bölgede bu dönüşümün yaşanması için gerekli konular nelerdir? Bu başlı başına bir konudur. Ama bizi karamsarlığa iten önemli 
sebepler vardır. Bunlar hep iç içe geçmiş durumlardır. Yani ekonomik sorunları çözmek için öncelikle siyasi sorunlar çözülmelidir. Yani ekonomik istikrar olmadan siyasi çözüm; siyasi istikrar olmadan ekonomik çözüm zor görünmektedir. Mısır örneğinden gidersek; Mısırda bugünkü koşullarda hangi iktidar, hangi parti, hangi form demokrasi ya da diktatörlük kim başa gelirse gelsin Mısır’ın ekonomik sorunlarını kısa vadede çözmesi imkansızdır. 

Ekonomik sorunlar devam ettikçe; ülkede ucuz ekmeğin peşinde koşan vatandaşı varken; ekmek fiyatını bir kuruş arttırdığın zaman vatandaş 
sokağa dökülüyorsa yani oradaki yönetimin sorunları devam edecektir. İktisadi sorun oradadır ve siyasi krizden dolayı giderek derinleşmiştir. 

Turizm azaldı, yatırımcılar kaçtı. Bütün bunlar bir araya geldiğinde bir çıkış yoktur. Siyasi anlamda bir çıkış için ekonomik çıkış gerekli; ekonomik 
çıkış için, yatırım için, turist gelmesi için, kredi alması için siyasi istikrar gereklidir. Bir darbe oldu. Belki iki sene sonra bir halk ayaklanması 
daha olacaktır. Bu ortamda siz uluslararası toplumdan sermayenizi Mısır’a yatırmazsınız. Siyasi istikrarsızlık ekonomik alanda kalkınmayı da, krediyi de geriye itiyor. Maalesef bu durumlar benim kanaatimce bölgede karamsarlığı arttırmaktadır. Ekonomik sosyal siyasi sorunlar iç içe geçmiş durumdadır. Düzlüğe gelebileceğimiz bir alan yok. Güvenlik ve istikrarsızlık ve risk sorunu da eklenince bölgede maalesef istikrarsızlık ve karamsarlık yüksek. Bunun çıkışının nasıl olacağını söylemek zordur. 

Tunus tek başına Arap baharının yükünü taşımaktadır. İstisnai bir örnektir. Diğer örneklerdeki benzer bölünmüşlükleri yok etnik unsurlar vs yok. Vatandaş profili diğerlerine kıyasla daha bütündür. Tunus’un başarılı olması beraberinde diğer örneklerin de başarılı olmasını getirmeyebilir. 

Türkiye’nin bu süreçteki politikası ise; bu dönüşüm sürecini sahiplenip destekleyici bir politika izledi. Şöyle ki; Arap baharı patlamadan öncede 
2003 yılı ve daha öncesinde de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yazdıklarına bakacak olursanız da ya da o zaman ki Dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün yaptığı konuşmalara bakılacak olunursa; genel anlamda ve İslam dünyasında bu yakın coğrafyada bir değişim dönüşüm ihtiyacı olduğunu ve bu değişim dönüşüm ihtiyacının ötelenmemesi gerektiğini ve ötelenirse çok daha riskli çok daha sıkıntılı olacağını söylediğini biliyoruz. Yani Türkiye’nin kendi içerisinde değişim dönüşüm vizyonu vardır. İslam dünyasında da böyle bir revizyona ihtiyacı olduğundan bahsetmekteydi. Bunun tedrici bir şekilde olmasını istemekteydi. Aniden devrim yoluyla değil sürece yayılarak daha kontrollü bir şekilde reformlarla olması gerektiğini savunuyordu. Bu süreçte dış müdahale olmamasını yani ülkelerin kendi dinamiklikleriyle hareket etmesini savunuyor du. Bir diğer düşüncesi; bunun sivil, etnik, mezhep soruna dönüşmemesini savunuyordu. Bu süreçler başlayınca Tunus da hızlı gelişti. Bu noktada Türkiye’nin öne çıktığını söyleyemeyiz. Ama özellikle Mısır’da öne çıkmıştır. 

Mübarek karşıtı gösteriler Tahrir meydanında devam ederken Başbakan Erdoğan o zaman yaptığı konuşmasında Mübarek’e “görevi terk et” demişti. Bu durum İslam dünyasın’da da ciddi anlamda ses getirmiştir. Mübarek’in gitmesi de bu anlamda Türkiye açısından Arap baharının yarattığı pozitif güven inşası gibi bir fonksiyon gördü. O açıdan Suriye’deki, Libya’daki gelişmelere bakıldığı zaman 
Türkiye başta bir tereddüt yaşadı, doğrudan öne çıkmadı ama daha sonra muhalefetin desteğine yönelmiştir. Bu iki örnekte gördüğümüz; daha 
önceden Libya’da, Suriye’de Türkiye’nin belli öncelikleri ve kurduğu ilişkiler vardı. Bu ilişkileri ilk önce koparmak istemese de daha sonra kopararak muhalefet safında ve ona desteği ile hareket etti. Türkiye’nin buradaki politikası genelde; Arap dünyasında Ortadoğu dünyasında, İslam dünyasında siyasi bir dönüşüm ihtiyacı var. Ekonomik ve sosyal dönüşüm de aynı şekilde. Bu yaşananlar bizim uzun yıllardır ötelediğimiz dönüşüm için, geri klamışlık sorununun çözümü için acaba bir fırsat olur mu? Onun için bir fırsat görüp bunu destekleme yoluna gitti. Bunu sadece Mısır’da Mübarek’e git diyerek değil, TİKA(Türk İş Birliği Kalkınma Ajansı) aracılığıyla da yardım etmektedir. Türkiye dünyaya kalkınma yardımı yapmaktadır. TİKA yılda iki üç milyar dolar yardım yapmaktadır. Su kuyusu açılıyor, hastane v.b yapılıyor. Sadece bunlarla 
yetinmeyip ayrıca; orada ki bürokratları ülkemize çağırıp eğitim veriyoruz. Türkiye bu sürecin sancılarını azaltacak şekilde bu dönüşüme pozitif katkıda bulunmak için o ülkelere dönük böyle programlar geliştirdi. Ama sorun Türkiye’nin çapını aşan bir sorundur. Türkiye pozitif evrilebilmesi için elinden geleni yapıyor. Ama yapması tek başına zordur. Bu ikinci dönemde ,güvenlik sorunları ön plana çıktığı dönemde, bilindiği üzere Irak ve Suriye’deki dönüşüme yardım etmek değil doğrudan Türkiye nin kendi güvenliğine olacak riskleri bertaraf etme gibi bir sorumluluk da Türkiye’nin önüne çıktı. Son dönem Irak’ta yaşananlar bu durumu net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik belirli bir vizyonu vardır. 80’li yıllardan başlayıp başlayıp 2000’li yıllarda daha da hızlanan süreçte ekonomik olarak, siyasi olarak ilişkileri de artırmaya çalışmaktadır. Bölgede kriz yaşandıkça Türkiye’nin Ortadoğu’ya doğru açılması stratejisi de bundan etkilenmektedir. Türkiye halen kendi açısından bu dönüşümü pozitif olarak desteklemektedir. Elindeki imkânlar ile mesela Mısır’a beş altı milyon usd yardım yapılmıştır. Türkiye açısından 
önde olan mesele Irak ve Suriye meselesidir. Bu da güvenlik riskini öne koyduğu içindir. 

Türkiye muhalefete askeri ve siyasi alanda da yardım ediyor. Son yıllarda da Türkmenlere yardım etmektedir. Medyada ki olay budur. Suriye’de 
sahada onlarca farklı grup var. Dışarıdan bir yardım yapıldığı zaman genelde gündeme gelen IŞİD ve diğer cephelere yardım yapmış gibi yanlış lanse etmek gibi bir durum söz konusu. Suriye’deki diğer meselede; yabancı savaşçılar meselesidir. Örneğin; Fransa’dan çıkıyorsunuz Türkiye’ye tatil için gelip oradan Suriye’ye geçiyorsunuz. Orada savaşıyorsunuz. 

Geri gidiyorsunuz oraya tehdit oluyorsunuz ya da kalıp savaşmaya devam ediyorsunuz. Asıl kafa karışıklığı yabancı savaşçılar konusunda. Bu mesele uluslararası alanda da çok sık gündeme gelen bir meseledir. Bu yabancı savaşçılar meselesi kompleks bir meseledir. 

Sorun bu kişi Suriye’den Türkiye’ye geçerken başlamıyor. Fransa’dan yola çıkıyor ve Suriye’ye gitmeyi kafasına koyuyor. Fransa’da sınırdan sorunsuz geçip; Türkiye’ye sorunsuz giriyor ve Suriye sınırından geçip aşağıya iniyor. Bu bir zincirdir. Bunun ile mücadele etmenin yolu zincirin her halkasında iş birliği olmasıdır. Bununla ilgili olarak Avrupalılar da uyanamadı, İngiltere’den gidenler var. İlk etap da batılı istihbarat örgütleri kişinin radikal olduğunu biliyor. 

Suriye’ye o amaçla gittiğini biliyor. Türkiye’ye girerken Türk istihbaratına bunu söylemiyor. Oraya giriyor; geri geliyor ondan sonra Türkiye üzerinden geçtiği için sanki Türkiye’nin üretmiş olduğu sorun gibi gözüküyor. Asıl en büyük sıkıntı 
2012’de sonra ilk başta çok fazlaydı Avrupa’dan gelenler. Bu konuda Avrupalı ve Türk istihbarat Avrupa Birliği içerisinde işbirliğine başladılar. 

Adam ülkeden çıktı. Onu sınırda durdur diyor. Ya da Fransızlar artık ceza getirdi. Mesela; Fransa’dan çıktın Suriye’ye gittin oradan geri geldin bir ceza var. Bir de sahada olanlar var. Sahada çok farklı gruplar var. Ve bu grupların arasında geçirgenlikler var. Mesela Fransa’dan Suriye’ye savaşmaya gidiyorsun. Önce A grubuna gidiyorsun sonra Z grubuna gidiyorsun. Bunlar neden oluyor? Bazen senin komutanın para aldı saf değiştirdi. Bazen sen gittin buradaki adamları yeterince Müslüman görmedin diğer gruba geçtin. Sen gittin adamlar kafa kesiyor dedin diğer gruba gittin. Çeşitli bir çok örnek vardır. Sahada çok geçirgenlik var Kim hangi grupta bilinmiyor. Asıl sorunlardan birisi sahada çalışan grupların parası, silahı bitiyor. Önceden başka grup da çalışırken şimdi başka grup da çalışıyor. O açıdan Türkiye den geçiş yapmış biri IŞİD e katılmış olabilir mi? Muhtemel. Türkiye den geçmiş olan bir silah IŞİD’e gitmiş olabilir. Örneğin; Amerikan ordusunun kullandığı bir bıçakla adam kestiler. Sahadaki durum maalesef geçirgen. Oradan yola çıkarak olaya bakacak olursak; geçen Taraf Gazetesi’nin yaptığı bir habere göre; 3000 kişi Türkiye den IŞİD’egitti diye. Bu şekilde Türkiye’den giden her şeyi IŞİD e gidiyor gibi gösterildiği zaman ciddi anlamda kafa karıştırmaktadır. 

Dikkatli olunması gereken bir konudur. Sürekli işlenmesinin nedeni ise; Suriye’deki Kürtler Esad’ın yaptığı şekilde uluslararası alanda IŞİD 
fundamentel Kürtleri bastırıyor şeklindeki argümanın enstrümantal değerini keşfettikleri için Türkiye’ye olan siyasi sorunlarında da sürekli kullanıyorlar. Yani IŞİD in Türkiye tarafından desteklendiği tezini onlarda uluslararası alandan da desteklemektedirler. 

Bu anlamda da dikkatli olunmasında fayda vardır. 

***

ORSAM ORTADOĞU SEMİNER PROGRAMI DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1



ORSAM  ORTADOĞU  SEMİNER PROGRAMI, DEĞERLENDİRME





ORSAM olarak kuruluş yılımız olan 2009 yılından itibaren düzenli olarak yaz döneminde bir hafta süren “ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Programı” düzenlemekte dir. Programa, Türkiye’nin farklı illerinden, değişik üniversitelerin den lisans bölümlerinin 3. ve 4. sınıfları, yüksek lisans, doktora öğrencileri ve değişik sektörlerde konu ile ilgili çalışan kişiler katılmaktadır. “ ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Programı ”, Ortadoğu konulu derslerden oluşan bir seminer şeklinde yürütülmekte olup; dersler ORSAM uzmanları, danışmanları, bürokratlar ve üniversite öğretim üyeleri tarafından verilmektedir. 

2014 yılında ORSAM, SAM, Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı ve Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü’nün işbirliği ile dört farklı ilde ( Ankara, Trabzon, Çanakkale ve Sakarya) yaz okulları düzenlenmiş ve Türkiye’nin birçok farklı üniversitesinde Türk ve Yabancı uyruklu öğrencilerin yoğun ilgisi ile karşılaşılmıştır. 

Daha önce sadece Ankara’da gerçekleştirilen bu program, çok fazla talep olmasına karşın kısıtlı bir öğrenci topluluğuna imkan sunabilmiştir. 

Bu yıl farklı şehirlerde gerçekleştirilen bu program ile Ankara dışında yaşayan ve imkanı olmayan öğrencilerin de bu programa katılımları sağlanmıştır. 

Bu program ile ülkemizin seçkin üniversitelerinde yetişen ve konusunda uzman olmuş akademisyenler ile öğrenciler arasında öncelikle bir iletişim ağı oluşturulmuş ve onlardan eğitim alma şansına sahip olmuşlardır. 

Türkiye’nin içinde yer aldığı Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen değişimler, aktörler, güç dengeleri gibi öğeler Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasında büyük etkilere sahiptir. Bu program ile hem Türk hem de burslu yabancı öğrenciler yoğun ve detaylı bir Ortadoğu eğitimine tabi olmuş ve bu program ile Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının iyi anlaşılması, ve Türkiye’nin Ortadoğu vizyonunun ortaya konması sağlanmıştır. ORSAM tarafından hazırlanan elinizdeki çalışma program sürecinde verilen derslerin dökümünü içermektedir. Ortadoğu araştırmacılarının ve bölgeye ilgi duyanların faydalanacağını umduğumuz çalışmayı kamuoyunun ilgisine sunuyoruz. 

Orsam Başkanı 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 

Ortadoğu’da Bölgesel Dönüşüm ve 
Türk Dış Politikası 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 


Bugün, Ortadoğu’da bölgesel dönüşüm konusundan bahsedeceğiz. Ortadoğu’nun son yıllarda öne çıkan bir tema var. Bunun adını Arap Baharı olarak adlandırabiliyoruz. Ama aslında genel olarak baktığımızda bunun bir bölgesel dönüşüm süreci olduğunu görmekteyiz. Bu değişim süreci ne anlama gelmektedir? Bunun farklı boyutları nedir? Bu konuya verilen tepkiler nelerdir? Bu süreçte Türkiye ve Türkiye’nin dış politikası nedir? 

Ortadoğu’da bölgesel değişim veya dönüşüm dediğimiz zaman genel olarak; siyasal, sosyal ve son dönemde özellikle ekonomik ve de güvenlik 
alanlarında yaşanmakta olan farklı gelişmeleri anlamaktayız. Bu değişim ve dönüşüm sürecinde öne çıkan temalar ise; demokrasi, İslam – demokrasi ilişkisi, etnik talepler, dini farklılıklar, güvenlik ihtiyacı, ekonomik geri kalmışlık, Müslüman kardeşler, daha somut’a indirgediğimiz zaman Şii- Sünni çatışması, son günlerde de IŞİD’tir. Libya’ya gidildiği zaman bölgesel farklılıklar, Tunus’a gittiğiniz zaman yine çok farklı gelişmeler görülmektedir. Bölgesel değişim dediğimiz zaman daha somut ve soyut bir şekilde ilk akla gelen olaylar, gelişme ve kavramlar bunlardan ibarettir. Bu süreçleri daha geniş bir bağlama oturtmak istediğimiz zaman bunun arkasında ne vardır? Bu bölgesel dönüşüm sürecinin 
temel dinamikleri nelerdir? Bunun yansımaları nelerdir? Bu durumun Türkiye’ye etkileri nelerdir? Bunlardan bahsedeceğiz. 

Bölgesel dönüşümü açıklamak konusunda tek bir yaklaşım bulunmamaktadır. Zaten sosyal bilimlerde baktığımız zaman tek bir yaklaşım yoktur. Bu şu anlama gelir; tek bir anlamda doğruyu kimse bilmiyordur. 




Herkes anladığı, bilebildiği kadarıyla, elindeki veriler ile belirli bir analiz yapıp belirli bir konu da farklı yorum ve analizleri ortaya koyabilir. En iyi şekilde yaptığımız budur. Ama yaptığımız yorumlar hep koşulludur. Hiçbir zaman gerçeği yansıtmamaktadır. Bizim Arap Baharı olarak popüler olarak bildiğimiz bölgesel süreci de; bu açıdan çok farklı yorumlara maruz kalan ve bizim zaman zaman uluslararası ilişkiler disiplini içerisindeki tartışmalarda da farklı yorumları görmekte olduğumuz bir konudur. Ama aynı şekilde bu konu gündelik hayatımızı da etkiledi. 

Türkiye’de gündelik olan siyasi tartışmalarda da karşımıza çıkmaktadır. Olayların tarihsel, sosyolojik arka planını unutarak gündelik yansımalarına bakmak, gündelik görünümünden analiz yapmak gerekmektedir. Bence Arap Baharı yani bölgesel dönüşüm olgusu da bu şekilde riskin çok fazla olduğu bir konudur. Yani; gündelik yansımalarına bakarak, gündelik olarak televizyondan gördüğümüz bazı görüntüler üzerine veya internetten seyrettiğimiz bazı görüntüler üzerinden ya da sosyal medya da ki bazı yansımalar üzerinden çok çabuk kestirmeden bazı kanaatlere varabileceğimiz bir konudur. Bu konuda dikkatli olarak arka planı akılda tutmak da fayda olduğunu düşünüyorum. Arap Baharı bölgesel dönüşüm 
dediğimiz zaman bu konunun çıkış noktası ve bu çıkışın arkasındaki bu meselenin altında yatan dinamikler nelerdir? Yani bu konunun diğer çeşitli 
ülkelerin gündelik yansımalarından daha ziyade arka planın da yatan bölgede bulunan farklı ülkelerde ki yapısal sebepleri nelerdir asıl olarak bunlara bakmakta fayda vardır. Olgusal olarak, somut olaylar açısından baktığımız zaman Arap baharı veya bölgesel dönüşüm süreci dediğimiz zaman aklımıza gelen temel süreç ve dönemler; 2010 yılının sonundan 2011 yılının başından itibaren Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde cereyan eden bir takım olayları anlamaktayız. Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde halkların sokağa döküldüğünü biliyoruz. Buna karşılık Ortadoğu’daki ülkelerin verdiği tepkilerin birbirinden farklılaştığını gözlemliyor ve halkın sokağa döküldüğü bu olaylar sonucunda ortaya çıkan etkinin değişik ülkelerde değişik şekilde meydana geldiğini görmekteyiz. Ama özünde vatandaşların sokağa çıkması belirli bir talep ile meydanları doldurması ve bunun neticesinde bazı ülkelerde “rejim değişikliği” diye tanımladığımız şekilde rejimlerin değişmiş olmasıdır. Ama bazen böyle sonuçlar ortaya çıkmamıştır ve hatta bazı ülkelerde çatışma ortamı yaratmıştır.

Bu Ülkeler; Tunus, Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn ve Suriye ’dir. 

Bir şekilde bölgenin önemli ülkelerinin bu süreçten etkilendiğini görmekteyiz. Türkiye de bölgenin bir parçası olduğundan Türkiye’yi de katabiliriz. Sadece 
somut olarak etkilenenler değil köklü bir şekilde baktığımız zaman derinde herkesin bir şekilde etkilendiğini görmekteyiz. Mısır’daki vatandaş Tunus’da yürümüş, Tunus’dakiler için mi yürümektedir? Hayır. Onun da belirli sıkıntıları var ve onun için yürüyor. Suriye’deki vatandaş yine Suriye’nin içerisinde yine kendisinin yaşadığı sorunlar için yürüyor. Ama yine de dönemsel ve konjonktürel olarak bunlar eş zamanlı momentum yaratıyor. Dünya tarihine baktığımız zaman; devrim ve demokratikleşme dalgalanmalarının zaman zaman yaşanmış olduğunu biliyoruz. 





Ülkeler bazında bölgesel dönüşüm dediğimiz zaman öne çıkan bazı örnekler bulunmaktadır. Ama buradaki karşı karşıya kaldığımız sorun sadece bu ülkelerden ibaret değildir. Bu saydığımız ülkelerin dışında kalan somut olarak gösterilerin yaşanmadığı, rejim değişikliğinin yaşanmadığı ülkelerin de kökten yavaş yavaş bu bölgesel değişimden, dönüşümden etkilendiği görülmektedir. 

Bu nasıl olmaktadır? 

Bir şekilde sıçrama etkileri, mülteciler dediğimiz bir sorun var. Belki Lübnan’da benzeri bir sorun yaşanmadı. Vatandaş sokağa dökülmedi. Lübnan’da bir rejim değişikliği olmadı. Ama Suriyeli mültecilerin Suriye’ye gitmesi o bölgeyi derinden etkileyebiliyor. Türkiye’de bir milyon civarında Suriyeli mülteci bulunmaktadır. Bu sıçrama etkisidir. Ama onunda ötesinde siyasi kültürde ister istemez bu gelişmelerin bir etki yarattığını görüyoruz. 

Biz somut olarak kronolojik bakış açısı ile bakarsak; olayları, süreci tetikleyen neydi? Tunus’ta üniversite mezunu olan bir gencin 2010 yılının aralık ayı sonunda kendisini yakması sonucu ortaya çıkan gösteriler ve daha sonra sürecin devamında, Tunus’ta uzun yıllar ülkeyi yöneten liderin ayrılması ve seçimlerle gelen yeni yönetimin kurulmasıdır. Rejim değişikliği dediğimiz olgu sürecinde yaşanan gösterilerin en güzel örneğini Tunus’ta görmekteyiz. Gösterilere başka güzel bir örnek, 2010 yılının Ocak ayının içerisinde Mısır’da görülmektedir. Mısır’da Tahrir meydanında günler süren gösteriler sonucunda Hüsnü Mübarek görevden ayrılmıştır. Bir sonraki öne çıkan örnek ise; Libya’dır. Libya’da da 
benzer bir durum vardır. Uzun yıllardır iktidarda olan bir lider buna karşı yine bir ayaklanma fakat Libya’da Kaddafi, gösterileri görünce hemen görevden ayrılmadı. Kuvvete başvurarak ayaklanmayı bastırma yolunuseçti. Buna karşı vatandaşlar da aşiret v.s. diğer networklerin devreye girmesi ile silaha sarıldı. Daha da önemlisi Libya’da bir dış müdahale gerçekleşti. BM’ler Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı karara istinaden batılı ülkeler Fransa, İngiltere ve daha sonra NATO’nun devreye girmesiyle Kaddafi hükümeti devrildi. Ve en son kendisi de öldürüldü. Ve Libya da bir rejim değişikliği böylelikle yaşanmış oldu. Diğer öne çıkan örnek olay da; Suriye dir. Bizim yakınımızda olup bizi etkileyen en önemli örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. 2011 Mart ayından itibaren gösterilerin başladığını biliyoruz. Bir süre gösteriler barışçıl içerikteydi. Esat yönetimi gösterilere karşı kısmen siyasi reformları yapma sözü vermiş olsa da bunu yerine getirmemiştir. Bunun neticesin de 2011 yılının özellikle 
güz mevsiminden itibaren göstericilere karşı kullanılan şiddet artmıştır. 

Buna cevaben göstericiler yavaş yavaş silahlanmaya başlamıştır. Suriye ordusundan kopuşlar vardır. Suriye ordusundaki eski askerler Özgür Suriye 
Ordusu’nu kurup silahlı bir direnişe başlamışlardır. 2012/2013/2014 yıllarında bu süreç devam etmektedir. Tabii arada geçen süre de bu lineer şekilde ilerlememektedir. Farklı evrelerden geçmektedir. Muhalefet kendi içerisinde ayrışıyor. Uluslararası toplumun cevabı bu olaya farklı oluyor. 

Ama neticede şunu biliyoruz ki; uluslararası toplum, Libya da olduğu gibi bir müdahale gerçekleştirmiyor. Bunun neticesinde Suriye deki çatışma 
halen rejim ve muhalifler arasında, muhaliflerin kendi arasında devam etmektedir. Ve ülkede bir sivil savaş dediğimiz durum söz konusudur. 

Başka örnek vermek gerekirse mesela Yemen’de de yine gösteriler var ve uzun süre iktidarda olan bir lider bulunuyor. Bu gösterilere karşı buradaki lider de hemen görevden ayrılmıyor. Orada da geçiş biraz netameli ama bir Suriye veya Libya gibi çatışmaya varmadan bir ara formülle geçiş sağlanıyor. Bu ara formülü geliştiren Suudi Arabistan oluyor. Yemen de halen çatışma riski olmasına rağmen en azından görünürde bir Libya veya Suriye’nin gittiği yola girmiyor. Bahreyn’de ise; yönetimdeki aile Sünni ailedir. Ama ülkede yaşayanların çoğu Şii’dir. Ülkedeki vatandaşlar mevcut sistemden ve düzenden memnun değiller ve onların da bazı değişiklik talepleri bulunmaktadır. Arap baharının başlaması ile 
oradaki halk da sokağa dökülmüştür. Bahreyn’deki yönetim de hemen yönetim den çekilmedi ve gücü sonuna kadar ellerinde tutmak için devam ettiler. 

Bahreyn’de de Suudi Arabistan’ı görmekteyiz. Körfez İşbirliği Konseyi dediğimiz bir oluşum söz konusudur. Körfez diye bahsettiğimiz Basra Körfezin’deki küçük Arap devletlerinin ve Suudi Arabistan’ın bir araya gelerek oluşturdukları Körfez İşbirliği Konseyi diye bir örgüt bulunmaktadır. Bu örgütün şemsiyesi altında Suudi Arabistan oraya güvenlik kuvvetleri göndererek gösterileri bastırmıştır. Zaman zaman bu gösteriler yeniden patlama noktasında gelse de şu ana kadar Bahreyn görece olarak istikrarlı gibi görünmekte ancak alttan alta vatandaşlar ın talepleri devam etmektedir. Arap Baharı dediğimiz zaman bu bölgesel değişim sürecinde öne çıkan örnekler bunlardır. Bunlar doğrudan olayların yaşandığı; doğrudan vatandaşın sokağa döküldüğü ve bir şekilde siyasi rejimlerin sorgulandığı ve neticesinde ya kısmen bir rejim değişikliği yaşandı ya da bir çatışma ortamının doğduğunun görüldüğü örneklerdir. 

Ama Ortadoğu ya baktığımız zaman Ortadoğu kavramı yapay bir kavram olarak inşa edilmiş bir kavramdır. Ama her ne kadar inşa edilmiş olsa da bu kavram dilimize ve sosyal bilimler literatürüne yerleşmiştir. Biz de bu Ortadoğu kavramını belirli bir coğrafyayı tanımlamak için kullanmaktayız. Son dönemde yaklaşık 10/15 yıl içerisinde giderek anlam kazanan başka bir kavram daha vardır. Bazen genişletilmiş Ortadoğu kavramını duymaktayız. 

Buna Afganistan’dan Kuzey Afrika’yı dahil edecek kadar olan coğrafya da ekleniyor. Ama bazen literatürde çok sık görebileceğiniz İngilizcede “MENA” diye adlandırılan bir kavram var. Bu aslında kavramın kısaltılmış şeklidir. MENA’nın açılımı; Middle East North Africa dır. Yani; Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi. Giderek uluslararası alandan hem siyasi tartışmalarda hemde sosyal bilimlerdeki akademik tartışmalarda Kuzey Afrika yı ve Ortadoğu yu tek bir sistemmiş gibi ele alan bir eylem vardır. Arap Baharı ve Ortadoğu’daki bölgesel dönüşüm 
sürecinin aslında geniş bir alanı kapladığını görmekteyiz. Sadece dar anlamda Ortadoğu değil Kuzey Afrika’yı da içerecek şekilde MENA ya da genişletilmiş Ortadoğu bölgesinden bahsediyoruz. Bu bölgede bazı örneklerin yukarıda bahsettiğimiz gibi bir şekilde halk gösterileri ile patladığını veya patlama riskini taşıdığını görüyoruz. Ama bölgesel değişim, dönüşüm talebi ve bu bölgesel değişim, dönüşümün etkileri bu saydığımız ülkelerle sınırlı değildir. Bunlar bir anlamda değişim ve dönüşümün en fazla hissedildiği ve öne çıktığı örneklerdir. Ama daha derinlere gidildiği zaman; bu geniş coğrafyada yer alan farklı ülkelerin ister istemez bu değişim dalgasından etkilendiklerini ve buna cevaben tepki 
verdiklerini görmekteyiz. Bu duruma Türkiye de dâhildir. Türkiye bu sistemin ve coğrafyanın bir parçasıdır. Ortadoğu’da olup bitenler sadece bizi güvenlik açıdan etkilemiyor. Siyasi, ekonomik ve sosyolojik açıdan da etkilemektedir. Biz bu coğrafyanın ve bu sistemin bir parçasıyız. 

Saydığımız örnekler dışındaki ülkelere de bakmak gerekmektedir. Bunlar; Ürdün, Fas. Bu ülkelerde görülen durum ise; her ne kadar hızlı bir dönüşüm olmasa da kısa vadede bir rejim değişikliği olmasa da ya da vatandaşlar taleplerini çok sert bir biçimde günlerce meydanları işgal ederek, yakıp yıkarak ifade etmeseler de bir şekilde hem bu ülkedeki insanların bir değişim talebi ile öne çıktığını hem de bu ülkelerdeki rejimlerin alttan alta az da olsa belli reformlar yapmak yolunda gittiklerini görüyoruz. Bu aynı şekilde Körfez’de de geçerli bir durumdur. 

Bugünkü geldiğimiz noktada görüyoruz ki; başta Suudi Arabistan olmak üzere farklı ülkelerin buna direndiğini görüyoruz. Bu sürece direnen bölgesel değişim ve dönüşüm sürecine direnmekle kalmayıp; engellemeye çalışan bir grup ülkeden de bahsedebiliriz. Bu ülkelerin de ister istemez bu süreçten etkilendiği bir vakadır. Ne yapıyorlar? Vatandaşlarına; bunlar biraz daha fazla para vermek durumunda hissediyorlar yâ da vatandaştan aldıkları vergilerin bazılarını almayarak onlara bir maddi rahatlama sağlamak zorunda kalıyorlar. Bazı örneklerde vatandaşlarına bazı siyasi haklar verdiklerini görüyoruz. Bu siyasi haklar; Meclislerin yetkisini arttırarak bu tam anlamda bizim bildiğimiz veya batı da bildiğimiz parlamento anlayışına varmıyor ama danışma meclisi olsa bile yavaş bu tür kurumların bu değişime direnen ülkelerde de çıktığını ve oluştuğunu, rejimlerin bir şekilde vatandaşların taleplerini gidermek için bazı adımlar atmak zorunda kendilerini hissettiklerini görüyoruz. O açıdan bu Ortadoğu’daki değişim ve dönüşüm dediğimiz zaman sadece Libya, Musul, Mısır, Suriye, Tunus gibi öne çıkan örneklere değil çok öne çıkmayan örneklere bakmakta da fayda vardır. Çünkü bu değişim ve dönüşüm süreci köklü bir süreçtir. 




Bu kadar köklü bir süreç ile karşı karşıya isek bunun temel sebepleri nelerdir? Asıl sormamız gereken soru belki budur. Ne oluyor da bölgede bu kadar sınır olmasına rağmen Kuzey Afrika’dan körfeze kadar farklı ülkelerde insanlar eş zamanlı olarak( bu durum dünya tarihinde çok görülen bir olgu) belli talepleri dile getirerek, hayatlarını öne atarak öne çıkıyorlar? Mısır’daki veya Suriye’deki gösterilere bakılacak olursa 2011 yılı mart-nisan aylarında sokağa çıktığınız gün öldürülme şansınız yüksektir. Böyle kaç gün yaşanabilir ki? Buna rağmen insanlar sokağa çıkıyorsa demek ki onları oraya iten bir sebep var. Bunları anlamak önemli bir konudur. Bu sebepler nelerdir? Hangi sebeplerden ötürü bu kadar uzun süreli ve geniş bir coğrafyada farklı ülkelerde ki halklar sokağa çıkıp belli bir talebi ısrarla ve hayatlarını riske atarak savunuyorlar bu talebi 
dillendiriyorlar, bu kadar köklü, yapısal sebepler ne olabilir? Sebepleri anlamak için bir yelpazeye bakmamız gerekmektedir. Tek bir sebebe bakmamamız lazım. Sebeplerin içinde ekonomi, sosyal realite ve ayrıca siyasi sebepler bulunmakta dır. Bir defa ortaya çıktıktan sonra dalganın diğerlerine aktarılması ilk örneğin başarılı olmasının getirdiği literatürde “yansıma etki” diyebileceğimiz bir kavramı temsil eder. Sürdürülebilirlikte bir faktördürdür. Ama altta yatan her ülkenin kendine özgü koşulları bulunmaktadır. Ama bunların ortak benzeştiği bazı noktalar vardır. O bir yerden diğer yere nasıl sıçrıyor? Çünkü yaşanan sorunun benzeri diğer ülkede de yaşanıyor. Bizim yapısal özellikler diye bahsettiğimiz konu budur. Bunlar nelerdir? Siyasi açıdan baktığınız zaman; bu ülkelerin çoğunda uzun yıllar iktidarda kalan farklı rejimler vardır. Ama özünde uzun yıllar iktidarda ve farklı seslere müsaade etmiyorlar. Bu tek adam, tek aile, tek parti olabilir. Bunlar önemli değildir. Ya da bazı ülkelerde ordunun içinde olduğu bir yapı bulunmaktadır. Bunlar şu anlama gelmektedir; siyasal değişim talepleri farklı görüşleri siyasi süreçte de yansıtan mekanizmalar bu ülkelerde bulunmamaktadır. Siz o ülkeyi yöneten dar elitin bir parçası değil de dışarıdan biri iseniz bu sizin siyasi taleplerinizin sisteme yansımayacağı anlamına gelmektedir. Bu anlamda katılım eksiği vardır. Bu durumunda önde gelen sebeplerinden biri olduğu pek çok uzmanın üzerinde uzlaştığı bir konudur. Burada siyasi anlamda olmayan katılımcı var ve bu uzun yıllar böyle devam etmiştir. Sadece dar bir parti veya dar bir kitle değil pek çok örnekte tek bir kişiye tek bir lidere veya bu liderin etrafındaki aileye indirgenmiştir. Bunun geldiği anlam şudur; jenerasyonlar boyunca tek bir lideri görülmesi ve siyasi yozlaşmışlığın çok somut bir şekilde insanların gözünün önünde durması. 

Bir yanda sıradan insanlar gündelik ekonomik sorunlar ile uğraşırken diğer taraftan ise iktidarda olan kişinin ailesine bakıyorsunuz. Kişiye indirgeyip, düşmanlaştırdığınız zaman o aile erkanının harcamalarına bakıyorsunuz. Bu durum insanlarda uzun vadede ciddi bir tıkanmışlık ve alternatif görememe gibi bir ruh halini yansıtmaktadır. Mısır örneğine baktığımız zaman; Mübarek uzun yıllardır iktidarda olan bir liderdi. 

Kendisi iyice yaşlanmıştı ve yerine oğlunu getirmeye çalışıyordu. Halkın başka bir liderin gelme umudunu bu durumda yok ediyor. Böylece siyasi alanda bir tıkanmışlık; katılımcının olmamasını durumu ortaya çıkıyor. 

Ayrıca bu durumu ekonomik açıdan da değerlendirdiğimizde bu ülkelerin çoğunun nasıl ülkeler olduğu ortada. 

Arap dünyasına baktığımız zaman Ortadoğu’nun politik ekonomi dediğimiz bir durumu söz konusudur. Bu alanın bize söylediği; siyasi alanın çoğunun kökeninde bazı ekonomik sebepler vardır. Ekonomik ya da farklı şekilde yorumlandığı zaman ekonomik realiteler, ekonomik faktörler farklı siyasi sonuçları doğurmaktadır. Ortadoğu’da ekonomik açıdan bazı ülkelerin zengin olduğunu görüyoruz. Bunlar daha çok doğal kaynaklar ve özellikle de petrol, doğal gaz zengini ülkelerdir. Bazı ülkelerin ise; nispeten fakir olduklarını bazılarının daha da fakir olduğunu görüyoruz. 

Bunların doğal kaynağı yoktur ve bu ülkelerin çoğunun bu süreçten doğrudan etkilendiğini görüyoruz. Gerçekten Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki değişim, dönüş süreci ve bundan etkilenen ülkelere bakıldığı zaman; doğrudan bu krizden etkilenenler nispeten fakir ülkelerdir. 

Yani; vatandaşın karnı görece olarak doyuyorsa siyasi sorunlar o kadar akut şekilde önümüze çıkmayabiliyor. Yani; petrol zengini ülkelere, Körfez’deki ülkelere baktığımız zaman orada da uzun yıllardır iktidarda olan bir lider veya aile görüyoruz. Oralarda da saltanat var. Suudlar da binlerce prens vardır. Bu prenslerin Fransa daki yazlıkları orada yaşadıkları sürece harcadıkları para Tunusluların yaptığı kadar değildir. 

Ama biz Suudi Arabistan’da benzeri bir etkiyi görmüyoruz. Çünkü o zenginlikle liderlerin, elitlerin nispeten vatandaşın beklentilerini satın alabilmesi gibi bir faktör vardır. Genellikle Arap Baharı’nın yaşandığı somut anlamda doğrudan etkilenen ülkelere baktığımız zaman Ortadoğu politik ekonomi sisteminden daha fakir olan doğal kaynak zengini olmayan ülkelerin birkaç istisnası vardır. 
Bu ülkelerin başında; Libya vardır. Libya’nın özelliği; Libya da çok bozuk bir gelir dağılımı vardır. 

Libya da parayı dağıtma noktasında Kaddafi akıllıca davranmıyordu. Bugün bile Libya’da ülkenin doğusu ve batısında ayrılma söz konusu. 

Libya da ayrıca bölgesel farklılıklar vardır. Petrol bir yerde çıkıyor, ülke başka bir yerden yönetiliyor. Orada çıkan petrol burada harcanıyor. 

Libya’daki sebepler biraz daha derindir. Ortada siyasi, ekonomik sebepler bulunmaktadır. Özellikle bazı uzmanlar küreselleşmenin etkisinden bahsetmektedir. 

Bu küreselleşme özellikle iktisat alanında uyarlandığında karşımıza neoliberal iktisat politikaları olarak ortaya çıkmaktadır. Yani; devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi. Mısır, Tunus gibi ülkelere baktığımız zaman politik ekonomisi nispeten çoğunda hepsinde devletin süspansiyon sistemi var. Fiyatlar özellikle temel yaşam giderleri ya bedava ya da çok ucuza vatandaşa verilmektedir. Zengin bir petrol ülkesi iseniz bu bir sorun değildir. Bu durumu finanse edebilirsiniz. Ama zengin bir ülke değilseniz bu sizin bütçeniz üzerinde bir yüktür. Mesela; Mısır bunu yapıyor ve bütçe açığında Amerika, Suudi Arabistan gibi ülkeler yardım ediyor. Ürdün vatandaşına ucuza petrol, ekmek, okul temel ihtiyaçlar veriyor. Ürdün’ ün bütçe açığını ise Suudi Arabistan ve Amerika kapatıyor. Sübvansiyona dayalı bir sistem vardır. 2001 yılındaki küresel 
siyasi kriz ama özellikle 2008 deki küresel ekonomik kriz ve bunun da öncesine gittiğimiz zaman uluslararası ilişkilerde neoliberal bir dalga vardır. Devletlere diyor ki; vatandaşa bedava bir şey verme bütçeyi kıs. Yani memurun maaşını kısın, temel giderlerin fiyatlarını yükseltin, vergiyi artırın. Bu ülkelerde aynı etkiyi yaşıyorlar ve ciddi anlamda devleti küçültme vatandaşa bedava verilenleri azaltma veya fiyatları arttırma gibi bir baskı söz konusu. Uzun yıllar boyunca pek çok uzmana göre bu durum Mısır’da Tunus’da ve hatta farklı ülkelerde mevcuttu. Hatta Libya’da eskiden Kaddafi çok rahat bir şekilde yurt dışına çocukları gönderip ceplerine 10.000 dolar koyabilirken bu zaman için de azalmıştır. 
Bu tür etkilerde önemlidir. Ortalama vatandaşın refahı süreç içinde aşağı doğru gidiyor. Peki, Afrika’da ki aç insan neden ayaklanmıyor? 

Ama sen böyle giderken beklentilerini 70’li 80’li yıllarda Libya petrol zengini olduğundan bütün dünyada Libyalılar zengin. Ama beklentiler aşağı gittiyse bu durumu sosyolojide; azalan beklentiler her zaman için bir kriz davetçisi şeklinde belirtilmektedir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


*****