Doğu Akdeniz Politikası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğu Akdeniz Politikası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2021 Pazartesi

İsrail in Doğu Akdeniz Politikası

İsrail in Doğu Akdeniz Politikası




İsrail, Doğu Akdeniz Politikası, Şeyma Kızılay,doğalgaz,Kıbrıs Çatışması, Libya Mutabakatı, Türkiye, Münhasır Ekonomik Bölğe, Kıta Sahanlıgı,

9 Ekim 2020 
Yazarı: Şeyma Kızılay,

Doğu Akdeniz coğrafyası ve bu bölgeye yönelik küresel ve bölgesel aktörlerin politikaları bir süredir gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. Önceki dönemlerde Kıbrıs bağlamında sorun teşkil eden ve az sayıdaki aktörün dahil olduğu bir mesele iken günümüzde çok sayıda aktörün yer aldığı enerjiden deniz yetki alanlarına farklı konuları içeren bir hale gelmiş durumda. Türkiye ile Libya’nın Kasım 2019’da imzalamış olduğu Deniz Yetki Alanları Anlaşması’ndan etkilenecek olan ve bölgedeki anlaşmazlıkta Yunanistan, Fransa ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile birlikte hareket eden İsrail’in Doğu Akdeniz’e politikası anlaşmazlığın seyri açısından önem taşıyor.


Doğu Akdeniz’de bugün meydana gelenler elbette ki aniden ortaya çıkmış değil. Ortadoğu’nun rekabet alanı olması ve enerji zenginliğinin bu rekabette temel esas olması gibi son dönemin mücadele alanı olarak Doğu Akdeniz öne çıkmıştır. Aynı zamanda bu kadar önemli olmasının sebepleri; geçiş yolları statüsü, Ortadoğu’daki kıyı şeridi, bölgedeki enerji kaynakları dolayısıyla sahip olduğu jeo-stratejik konumudur.[1] Dolayısıyla Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan ülkelerin yanı sıra küresel güçler de bölgeye yönelik politikalar izlemektedir.

Doğu Akdeniz’i önemli hale getiren etkenlerin başında keşfedilen enerji kaynakları gelmektedir. İlkinde 280 ikincisinde 680 milyar metreküp doğalgaz keşfedilmiştir. İsrail açısından uzun yıllar yetecek düzeyde olan bu rezervlerin Avrupa’ya ulaştırılması konusu sorun yaşanan bir alan olarak belirmiştir. Kaynakların işlenmesi, ulaşımı gibi konular aktörler arasında işbirliği ve çatışmayı ortaya çıkarmaktadır. Diğer yandan Ortadoğu’daki istikrarsızlıklar enerji konusuyla bağlantılı olarak görülen işbirliği ve çatışmaların güvenliğe olan etkisi bölgeyi hassas hale getirmektedir. Yine bu iki etkenle ilişkili olarak küresel aktörlerin politikalarında Doğu Akdeniz’i daha çok merkeze almaları ve etkinlik mücadeleleri bölgenin stratejik önemini artırmıştır.[2] Enerji konusuyla birlikte burada kurulacak hakimiyetin uluslararası alanda sağlayacağı avantajlar, prestij, güçlü ülke olma gibi konular da bu bölgede sürdürülen mücadelenin ikinci plandaki sebepleridir.
Bir bölge ülkesi olarak İsrail’in Doğu Akdeniz politikasında temel unsur olarak enerji öne çıkmaktadır. Temel politik düşüncesi gereği enerji zengini ve düşman ülkelerle çevrelenmiş olduğu görüşünde olan İsrail enerji konusunu oldukça önemsiyor. Bu noktada oluşturduğu esas politika ve hedef; enerjinin artan şekilde ve yeterli düzeyde teminidir. Dolayısıyla çevrelenmiş hissi içerisinde olan İsrail için enerjinin teminiyle birlikte güvenliği konusu da önemlidir. Enerjide özellikle doğal gaza yönelen İsrail bu yönde politikalara dikkat etmektedir. Kendisi de doğal gaz barındıran İsrail bunu ülke içinde mi kullanacağı ya da ihraç mı edeceği konusunda yaşadığı ikilem nedeniyle doğal gaza ağırlık vermiş ve petrol yerine doğal gaz kullanımına yer vermeye çalışarak bu yönde faaliyetlere odaklanmıştır. Aynı zamanda enerji konusunda İsrail için iki önemli güvenlik sorunu bulunmaktadır. Bunlar; çatışma zamanlarında ordu için enerji tedariği sağlamak ve yine olası savaş zamanlarında hedef haline gelebilecek enerji altyapısının güvenliğinin sağlanmasıdır.[3]




Enerji kaynaklarına ve ulaşımlarının güvenliğine oldukça önem veren İsrail, Doğu Akdeniz’in artan önemiyle birlikte bölgenin enerji politikaları kapsamında yerini almıştır. Aslında Doğu Akdeniz’in önemli hale gelmesinde ve burada bir mücadelenin ortaya çıkmasında İsrail’in doğal gaz keşifleri de etkili olmuştur. İsrail’in münhasır ekonomik bölgesinde Hayfa açıklarındaki Tamar’da 2009 yılında bölgenin ilk büyük doğal gaz rezervi keşfedilmiştir. 280 milyar metreküp doğal gaz olduğu tahmin edilen bu keşiften sonra daha büyük bir rezerv Hayfa’dan 130 km açıkta Leviathan’da keşfedilmiştir. 622 milyar metreküp büyüklüğünde olduğu tahmin edilen rezerv İsrail’in Doğu Akdeniz’deki denklemlerinin oluşumuna zemin hazırlamıştır.[5]
Bu noktada bölgedeki kaynakların Avrupa’ya transferi noktasında gemiler yoluyla ya da boru hattı ile ulaşım gündeme gelmiştir. Bununla ilgili olarak 2012 yılında İsrail ve Kıbrıs açıklarındaki kaynakların Yunanistan’a sevki konusunda Yunanistan, GKRY ve İsrail arasında bir anlaşma imzalanmıştır. Bölgedeki ortaklıkların oluşması konusunda bir başlangıcı temsil etmesi bakımından da önemli olan bu anlaşma daha sonra üzerinde uzlaşılan Doğu Akdeniz Boru Hattı, EastMed (Eastern Mediterrian Pipeline) projesine de temel teşkil etmiştir.[6] EastMed boru hattı projesi İsrail kaynaklarının boru hatlarıyla Avrupa’ya ulaştırılması amacını taşıyor. Türkiye ile Libya arasındaki Deniz Yetki Alanları Anlaşması söz konusu projenin hayata geçirilmesine etki etti. Böylelikle Doğu Akdeniz konusunda mücadele içinde olan taraflar daha belirgin hale geldi.
İsrail’in Doğu Akdeniz konusunda Türkiye’nin karşısındaki grupta yer almasında iki ülke arasında yaşanan olumsuz gelişmeler büyük oranda etkili olmuştur. Geçmişte kurdukları ilişkiyi stratejik ortaklık olarak isimlendirilen, 1990’larda ilişkilerin en üst seviyelere çıktığı, üst düzey ziyaretlerin gerçekleştirildiği iki ülke arasında 2010 yılında meydana gelen Mavi Marmara hadisesi, ardından Filistin ve Kudüs meseleleri, ABD’nin Kudüs kararı gibi etkenler dolayısıyla olumsuzluklar ve gerginlikler yaşanmıştır. Bu gelişmeler doğrultusunda İsrail de Yunanistan ve GKRY ile birlikte hareket ederek 2019’da Doğal Gaz Forumu’nda, Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi’nde yer alarak Türkiye’nin karşısında bulunan ülkelerle yakınlık kurmuştur. Doğu Akdeniz gelişmeleri açısından önem taşıyan Doğal Gaz Forumu kıyıdaş ülkeleri bir araya getirmekle birlikte Türkiye’ye karşı oluşturulan işbirliğini gözler önüne sermesi bakımından da önem taşımaktadır. Zira Doğu Akdeniz’in enerji üssüne dönüştürülmesi ve bölge kaynaklarının üretiminden dağıtımına ve ulaşımına kadar her konuda işbirliğinin sağlanması amacını taşıyan forumda Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunmasına rağmen Türkiye yer almamıştır.[7]
Türkiye’nin Libya ile olan anlaşmasının jeopolitik denklemleri değiştirmesi ve kaynakların Avrupa’ya ulaşımı konuları da İsrail’in politikalarını etkilemiştir. Doğu Akdeniz konusunda işbirliği yaptığı diğer ülkeler gibi İsrail de maliyeti düşük olmasına rağmen kaynakların Avrupa’ya Türkiye üzerinden taşınmasına karşı. Bu karşıtlıkta Türkiye’nin daha fazla güçlenmesini ve bağımlılığın artmasını istememeleri büyük rol oynuyor.[8]
İsrail’in Doğu Akdeniz politikasında uzun vadeli hedef olarak belirtilebilecek bir nokta da bölgedeki etkinlik ve Amerikan desteği konusudur. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ortadoğu’daki en iyi müttefiki hatta varisi konumunda olan İsrail’i Doğu Akdeniz politikasında da destekleyerek temel ABD politikası olan İsrail’in güvenliğinin sağlanması hususuna riayet etmektedir. Doğu Akdeniz sorununda Avrupa tarafında yer alan İsrail’in bir yandan enerji konusunda Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığını azaltması bir yandan da alternatif enerji koridoru olması bakımından İsrail’i güçlendirmesi ABD açısından önemli görülmektedir. İstikrarlı ve güçlü bir İsrail’in hem bölgedeki etkinliğini artırması bakımından hem de ABD çıkarlarını koruması bakımından daha sağlam bir konumda olacağı öngörülmektedir. İsrail, Yunanistan ve GKRY’nin bir araya gelmesi ABD açısından bu üç ülkenin düşman hilelerine karşı duyarlılığını azaltarak, Doğu Akdeniz enerjisinin ekonomilerinde sağlayacağı iyileşme ile güçlü müttefikler haline gelmeleri anlamına gelmektedir. [9]
Doğu Akdeniz sahip olduğu stratejik konumla birlikte temelde enerji kapsamında ülkelerin üzerine politika oluşturdukları, hamle yaptıkları bir alan olmuştur. 
Dünya politikasında etkin olma, güçlenme, ülke çıkarlarını muhafaza etme amaçları doğrultusunda başlarda bölge ülkeleri ardından uluslararası güçler 
olmak üzere birçok aktör Doğu Akdeniz’de rekabet etmekte. Sahip olduğu kıyı şeridiyle İsrail de bu ülkelerden biri. Ortadoğu’daki statüsü, kendisini bölge 
ülkeleri arasında konumlandırdığı çevrelenmişlik algısı ile İsrail Doğu Akdeniz’deki ekonomik gelişmeleri birçok açıdan değerlendiriyor. 
Bir yandan enerji politikası, bir yandan ABD’nin en iyi müttefiki olarak ortak çıkarları korumak, temel stratejisi olan güvenliğin devamı ve bölgede etkin 
ve güçlü bir ülke olma açılarından Doğu Akdeniz İsrail için hayati derecede önem arz ediyor. Enerji politikasını doğal gaz kapsamında yürüten İsrail hem 
içerde ekonomik ve güvenlik konularında gelişmek hem de kaynakları dışarıya ulaştırmak noktasında bir stratejiye sahip.
Diğer yandan Doğu Akdeniz politikasında yıllardır gergin ilişkilere sahip olduğu Türkiye’nin nerede durduğu ve neler yaptığı da İsrail açısından önemli. 
Bu noktada bölgedeki enerji kaynaklarının Avrupa’ya Türkiye üzerinden transfer edilmesini önleme politikası izliyor.
İsrail’in son zamanlarda Ortadoğu ülkeleriyle kurduğu yakın ilişkiler ve işbirlikleri de bir noktada Doğu Akdeniz stratejisiyle uyumluluk içeriyor görüşündeyim. 
Enerji politikası kapsamında kurulması planlanan boru hatları bağlamında ya da bu olmuyorsa da karşı tarafın öne geçmesine engel olmak amacıyla 
müttefiklik kurmaya duyulan ihtiyaç, bölgede aktif ve etkin bir aktör olma hedefi Arap ülkeleriyle kurulan ilişkilere etki ediyor.

Kaynaklar:

[1] Recep Çakır, 2000’lerden İtibaren Doğu Akdeniz’de Enerji Alanında Yaşanan Gelişmelerin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Sorunlarına Etkisi, Kara Harp Okulu, Savunma Bilimleri Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2011, s. 28.
[2] Ömer Fuad Kahraman, Doğu Akdeniz Enerji Sarmalını İsrail Enerji Politikaları Penceresinden Değerlendirmek, Ortadoğu Etütleri, s. 426.
[3] Brenda Schaffer, Israel—New Natural Gas Producer in the Mediterranean, Energy Policy, 39, 2011, p. 5379.
[4] Shaffer, a.g.m. s. 5382.
[5] Faruk Can, Doğu Akdeniz’de Ne Kadar Doğalgaz Rezervi Var?, Euronews, 31.12.2019, https://tr.euronews.com/2019/12/31/dogu-akdeniz-ne-kadar-dogal-gaz-rezervi-var-en-buyuk-payi-hangi-ulkeler-alacak Erişim: 07.10.2020.
[6] Kahraman, a.g.m.
[7] Murat Ercan ve Mehmet Can Kılınç, Bölgesel ve Küresel Aktörlerin Ortadoğu Merkezli Doğu Akdeniz Politikaları Kıbrıs Çatışması ve Libya Mutabakatı, Anadolu Strateji Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, s. 23.
[8] İbid.
[9] Seth Cropsey, Eric Brown, Energy: The West’s Strategic Opportunity in the 
Eastern Mediterranean, Hudson Institute Publishing, 2014, s. 35-37.
Bu analiz yazısı 09.10.2020 tarihinde yayımlanmıştır.

İsrail'in Doğu Akdeniz Politikası - DSJOURNAL

***

18 Mart 2021 Perşembe

Türkiye’nin Değişen Jeostratejik Vizyonu ve Doğu Akdeniz Politikası

Türkiye’nin Değişen Jeostratejik Vizyonu ve Doğu Akdeniz Politikası  


Türkiye’nin Değişen Jeostratejik Vizyonu ve Doğu Akdeniz Politikası ile bölgedeki Türkiye’nin politikasına odaklanmıştır.

Dr. Öğr Üyesi Murad DUZCU, 


Türkiye’nin Değişen Doğu Akdeniz Vizyonu, Nedenleri, Etkileri Tek tek takip etmesek de dış basında Türkiye hakkında çıkan haber ve yorumları görmemiz artık daha kolay. 

Bunun bir nedeni bu tarz haber ve yorumların sosyal medyada da …
11 Temmuz 2020

Tek tek takip etmesek de dış basında Türkiye hakkında çıkan haber ve yorumları görmemiz artık daha kolay. Bunun bir nedeni bu tarz haber ve yorumların sosyal medyada da paylaşılması, birinde yoksanız bir başka mecrada karşınıza çıkıyor. Bir diğer nedeni ise artık uluslararası medyada Türkiye hakkında daha çok haber yapılması, analizler yazılması. Bunların bir kısmı Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından finanse edilen ısmarlama karalama haber ve analizler. Ancak önemli bir kısmı ise otantik ve Türkiye’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de, Balkanlar ve Doğu Afrika gibi geniş bir coğrafyada artan etkisiyle orantılı şekilde artmaktalar. Bu otantik analizlerin da bir kısmı kategorik olarak Türkiye karşıtı olsalar da Türkiye’nin artan etkisini objektif olarak değerlendiren ve bu etkiyi kırmaya yönelik kendi subjektif önerilerini geliştiren analizler.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz enerji denkleminde dışarıda bırakılmaya çalışılmasına karşılık atmış olduğu adımlar ile bu denklemi bozması özellikle Yunan ve Fransız medyasında ciddi bir rahatsızlık doğurmuş durumda. Aslında güncel Türk dış politikasını içeride kendi partizan saikleriyle eleştirenler sadece son birkaç haftalık Fransız ve Yunan medyasını takip etseler belki de kendi eleştirilerini gözden geçirir, en azından bu konuyu iç siyasete alet etmezlerdi.

Şahsen Yunanistan kanallarındaki tartışma programlarını takip edemiyorum ama Türkiye’nin tartışıldığı programları sosyal medyada yakalamak mümkün. Bu tarz programlar ana akım medyanın dikkatinden kaçsa da bireysel kullanıcılar tarafından fark edilip paylaşılabiliyor. Yine böyle bir programda aynı zamanda emekli bir amiral olan uzman konuklardan biri Türkiye için, benim de doğru bir kavramsallaştırma olduğunu düşündüğüm”bölgesel süper güç” tabirini kullandı.Konuklar Türkiye’nin iyi bir dış politika sonucu kazanımlar elde ettiğini dile getirirken Türkiye’nin kazanımları ve artan gücünden duydukları endişeyi saklamıyorlardı. Programda Yunanistan’ın Makedonya ile yaşadığı sorunları kendi çıkarlarına uygun şekilde aşabildiğini söyleyen uzman konuklardan biri, biraz da yuvarlayarak, 100 milyonluk bir Türkiye ile bu sonucu elde etmek mümkün değil diye devam etti. Gerçi henüz 100 milyon olmadık ama trendler önümüzdeki 20 yılda 100 milyon sınırını aşacağımızı göstermekte. Biz farkında olmasak da bu durum Yunanistan için büyük bir problem. Kurtuluş Savaşı’nı verdiğimiz dönem nüfus bakımından Yunanistan’ın iki katıyken şu an fark sekiz kata çıkmış durumda. Durumu Yunanistan açısından daha da vahim kılan yönü ise bu nüfusun yaş gruplarına dağılımı. Yunanistan nüfusunun üçte biri 55 yaşının üzerinde. 

Türkiye’de ise bu oran beşte birin altında. Türkiye nüfus büyüklüğü bakımından da, çok daha genç olan ortalama yaş bakımından da ciddi bir demografik avantaja sahip. Türkiye’de medyan yaş 31 iken Yunanistan’da 43. Türkiye’nin 15 yaş altı nüfusu tek başında tüm Yunanistan nüfusundan büyük.

Tabii nüfusu önemli kılan özelliği sadece kalabalık değil. Büyük nüfus büyük ordu, büyük pazar, ölçek ekonomisi demek. Hele ki o pazar kapasite ve otonomi açısından yükselen bir devletteyse daha da önemli oluyor. Nüfusu 90 milyona yaklaşan bir ülkede yerli ve milli sanayiinin gelişmesi, teknoloji üretmesi, küresel piyasalarda rekabet edebilecek noktaya gelene kadar iç piyasa ile sürdürülebilir olması, bu süreç içinde olgunlaşması mümkün. En azından benim görebildiğim kadarıyla Yunanistan medyasını en çok rahatsız eden özelliğimiz işte açılan bu nüfus farkı ve bu nüfusa binaen yükselen yerli sanayi ve büyüyen ekonomi.
Aslında Türkiye’nin ithal ikamesine dayalı yerli sanayiyi teşvik edici ekonomi politikaları daha önce de denenmişti ama hem o süreçte iç piyasa bu kadar büyük değildi, hem teknolojik imkanlar ve yetişmiş insan gücü daha yetersizdi hem de 1980’ler öncesi ithal ikameci ekonomi politikaları stratejik bir vizyon ortaya koyamadığı için kroni kapitalizm (ya da ahbap çavuş ekonomisi) denilen üretken olmayan, verimsiz bir sonuçtan öteye gidememişti. Ancak Türkiye’nin bugünkü büyük ve dinamik nüfusu, yetiştirdiği nice genç mühendisler, devlet desteğiyle hayata geçirilen nice projeler meyvesini pek çok alanda vermeye başladı bile. Bu dinamizm Kovid-19 salgınında ürettiği solunum cihazlarını neredeyse bütün dünya çaresiz kalmışken Avrupa’dan Brezilya’ya geniş bir coğrafyaya üretip ihraç edebildi. İşte Yunanistan’ı asıl tedirgin eden, bu örneğin de gösterdiği gibi, Türkiye’nin büyüyen nüfusunun stratejik bir vizyonla buluşması oldu.

Yazının başında son zamanlarda Yunanistan ile beraber Fransız basınında da Türkiye yorumlarının sayısının arttığını fark ettiğimi söylemiştim. Ülkenin en etkin gazete ve dergileri peş peşe Türkiye analizleri yayınlamaktalar. Son iki hafta içinde Le Figaro‘dan Le Point‘e pek çok mecrada bunun örnekleri görülmekte. 

Bu mecralardaki analizler ise Yunanistan’dakilere nazaran daha çok kendi hükümetlerine öfkeli görünmekteler. Fransa’nın özellikle Libya’da desteklediği savaş lordu Hafter’in başkent Trablus merkezine birkaç kilometre kadar yaklaşması ancak Türkiye’nin denkleme girmesiyle önce başkent kuşatmasının kırılması ardından Hafter’in tek tek pek çok mevzide yenilerek geri çekilmesi Fransız kamuoyunu Macron’a karşı öfkelendirdi. Kuzey Afrika gibi Fransa’nın yüzyıllardır arka bahçesi olarak gördüğü, halen sömürgeci refleksleriyle davrandığı bir coğrafyada Türkiye’nin Rusya, BAE, Mısır ve Fransa gibi ülkelerin tüm çabalarına rağmen ülkenin meşru hükümetini Hafter işgalinden kurtarması Le Point‘e “Akdeniz Türk gölü mü oluyor?” sorusunu sordurdu. Tabii ki Akdeniz Türk gölü olmadı, halen daha küresel ve bölgesel güçlerin Akdeniz üzerindeki güç mücadelesi sürüyor ama Türkiye’nin buradaki etkisinin arttığı, burada Türkiye’yi dışarıda bırakacak bir planın işletilemeyeceği de aşikar oldu. 

Türkiye’nin Kardak kayalıklarındaki egemenlik hakkının korunması da Doğu Akdeniz enerji yataklarındaki hakkının korunması da artık daha geniş bir perspektifle değerlendirilmekte. Yunanistan’ın hak iddia ettiği ama Türkiye’nin kıyılarına neredeyse bitişik kayalıklara artık sadece kıyıdan değil öte yakadan, ta Libya’dan da bakabilen bir bakış bu. 

Akdeniz ve Ege’de söz sahibi olmak için Akdeniz’in öte yakasındaki deniz komşularının da denkleme dahil edildiği, o komşularla ittifaklar kurulabildiği, o müttefiklere askeri ve diplomatik destek sağlandığı, o destek sayesinde müttefik ülkelerin sonsuz bir iç savaş ve darbe çukuruna yuvarlanmaktan korunduğu geniş bir stratejik bakışın Türkiye tarafından işletildiği gözlemlenmekte. Batı medyasının da radarına yakalanan bu stratejik atılım Türkiye’de iç siyasete malzeme edilip gereksiz eleştiriler alsa da Türkiye artık daha büyük, sıklet atlayan, daha vizyoner bir ülke. Artık Türkiye’nin masada ve sahada mücadele ve müzakere ettiği ülkeler 10 milyon nüfuslu, küçük ekonomili, büyük güçlerin sponsorluğunda ve desteği ölçüsünde var olabilen ülkeler değil, Rusya gibi, Fransa gibi küresel ve bölgesel ağırlığı hissedilen, güç parametreleri açısından Türkiye’nin sıkletinde olan ülkeler. Bu atılımın devamı ve bölgede somut kazanımların sürdürülmesi için ise Akdeniz’i daha geniş bir perspektiften görebilen bu stratejik bakışın korunması elzem.
[Sabah, 11 Temmuz 2020]

17 Mart 2021 Çarşamba

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 1

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 1 
 

Doğu Akdeniz Sorunu, ABD, Doğu Akdeniz Politikası, Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER, Türkiyenin Seçenekleri, Covid 19 salgını,Sanayi Devrimi, Orta-Doğu, savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları, göçler,

Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER 
 
Temmuz 2020 başında, ABD uzun yıllardır Kıbrıs’taki iki taraf olan KKTC ve GKRY’ye uyguladığı silah ambargosu politikasını tek taraflı değiştirerek GKRY’ne silah satışına izin vermiş ve GKRY Rum Milli Muhafız Ordusunu Doğu Akdeniz’de “İstikrarı” sağlama gerekçesiyle askeri eğitim ve talim programına dâhil ederek, savaş kapasitesini artıracağını duyurmuştur. 
    Hâlihazırda Dünyanın en büyük toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunu olan pandemi bu hızla artarak devam ederse belki de uluslararası güvenlik sorunu da haline gelecektir. Yeni tip Corona (Covid 19) salgınından sonra Dünya gündemini meşgul eden ikinci en önemli uluslararası sorun “Doğu Akdeniz Sorunu” olmuştur. Bu kapsamda; Doğu Blokunun çöküşü ve iki kutuplu sistemin yıkılışı ile dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD’ in, stratejik ve siyasi öneminin yanı sıra Kıbrıs adasının doğusunda zengin doğalgaz, batısında ise petrol rezervlerinin bulunması ile ekonomik önemi de çok artan bu bölgeye ilgisi çok artmış ve çoğu unsurunu henüz bilemediğimiz yeni bir proaktif stratejiyi uygulamaya koymuştur. Bunun en 
belirgin örneği, GKRY’ ye silah ambargosuna son vermesi ve ordusunu askeri eğitim programına dâhil etmesi olmuştur. 

Öncelikle Doğu Akdeniz’in uluslararası ilişkiler açısından hayati önemini tarihi olayları da örnek vererek açıklayalım. Bugün dünya üzerinde en yaygın kullanılan enerji kaynakları petrol ve doğalgazdır. Sanayi Devrimi’nin başladığı 1750’lerden 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem olan 1960’lara kadar yaklaşık 200 yıl boyunca dünyada enerji kaynağı olarak “Kömür” kullanılmıştır. 1. ve 2. Dünya Savaşları Kömür ve Demir kaynaklarına sahip olmak için Avrupa’da çıkıp bütün dünyaya yayılmıştır. Avrupa’da bir daha savaş çıkmaması için (Never again war) 1950 de Hür Batı Avrupa’da dünya üzerindeki ilk devletler-üstü (Supra-National) nitelikli uluslararası daha doğrusu ulus-üstü örgüt olan AKÇT (Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu) kurulmuştur. AKÇT’nin kuruluşundan sonra; Yüzyıl Savaşları, Otuz Yıl savaşları, Yedi Yıl Savaşları ile 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın çıktığı ve en yıkıcı şekilde cereyan ettiği Avrupa kıtasında bir daha savaş çıkmamıştır. 1960’lardan itibaren savaşlar enerji olarak çevreyi, kömüre göre daha az kirleten, daha çok enerji üreten; daha verimli ve ekonomik olan petrol yataklarının denetimini sağlamak için yapılmaya başlamıştır. Artık dünyadaki enerji savaşları kömür yataklarını kontrol için değil; petrol ve doğalgaz rezervleri için yapılmakta dır. Dünyada bugün bilinen enerji rezervlerinin (Petrol ve doğalgaz) % 75’i (son 7-8 yıl içinde Doğu Akdeniz’de keşfedilen yataklar hariç) Orta-Doğu Bölgesinde bulunmaktadır. 
Bu yüzden Orta-Doğu’ da savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları ve göçler sürekli devam etmektedir. 
Soğuk Savaş döneminde iki süper güç Orta-Doğu’ya hâkim olmak ve enerji kaynakları üzerinde hegemonya kurmak istiyordu. Başta ABD; Başkan D. Eisenhower’ın 5 Ocak 1957'de, kendi adıyla bilinen ünlü “Eisenhower Doktrini’ni açıklaması ve ABD Kongresi’nin de Mart 1957’de bu stratejiyi onaylayarak, ABD Başkanına bu doktrin ile Orta Doğu ülkelerine askerî ve ekonomik yardım yapılması için yetki vermesi ile ABD Orta-Doğu’da SSCB’ye karşı büyük bir üstünlük sağladı. Eisenhower Doktrini kapsamında yapılacak yardımların amacı; Orta Doğu'da komünizmin ve Sovyet etkisinin yayılmasını önlemekti. ABD; başta İsrail olmak üzere yönetimlerinde Kral, Emir gibi mutlak monarşik hanedanların bulunduğu Suudi Arabistan, Orta-Doğu’ da savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları ve göçler gibi Arap ülkeleri ile kurduğu açık ve gizli ittifaklarla SSCB’ ni Orta-Doğu’da zayıf ve etkisiz bir konuma getirerek; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşmasına göre Osmanlı’nın Orta-Doğu topraklarını paylaşarak bölgeye egemen olan İngiltere ve Fransa, 1956 Süveyş Krizinden sonra bölgeyi terk etmek zorunda kalmasıyla ortaya çıkan güç boşluğunu (vakum) doldurmuş olmuştur. O tarihten bugüne kadar ABD’nin Orta-Doğu’daki etkisi nispeten azalsa ve ABD’ ye kafa tutan, çok sayıda asker ve teçhizat zayiatı ile yüz milyarlarca dolar ekonomik kayıplara neden olan karşı koymalar, gayri nizami harp ve terörist saldırılar olsa bile ABD’nin Orta-Doğu’daki hegemonyası devam etmektedir. 

Bölgede ABD’nin hegemonik üstünlüğüne karşılık SSCB’ de Batı’nın peyki olan mutlakiyetçi kralların sultasından kurtularak sosyalist rejimler benimseyen Arap ülkeleri ile stratejik ilişkilere girerek Orta-Doğu’da “Güç Dengesi”ni sağlama yoluna gitmiştir. İlk olarak, Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah’ın 1920’de İngiltere tarafından Suriye Kralı yapılmasından kısa bir zaman sonra Fransızlar tarafından Şam’dan kovulması ve Suriye’ de Fransız manda idaresi altında Orta-Doğu’ daki mutlak monarşilerle yönetilen, batının uydusu ve emir eri diğer otoriter ve totaliter devletlerin aksine ilk laik ve görece demokratik devlet kurulmuştur. 2. Dünya Savaşında da Fransa’nın 
Nazi Almanyası tarafından işgal edilmesiyle Kuzey Afrika (Mağrip) ve Levant bölgesindeki Suriye ve Lübnan (Maşrık) ülkeleri üzerinde manda kisvesi altındaki Fransız hegemonyasının zayıflamasına ve Savaştan sonra da başta güneydoğu Asya’daki Fransız Hindiçini bölgesi olmak üzere bütün Fransız kolonilerini kaybetmesine neden olmuştur. 

Bu süreçte Suriye, 1946 tarihinde Orta-Doğu’daki ilk laik ve nispeten demokratik bir devlet olarak bağımsızlığını ve tam egemenliğini kazanmıştır. 1950-1960 döneminde İspanya-Portekiz-Hollanda-Belçika-Fransa ve İngiltere’ nin, Afrika, Orta-Doğu ve Asya-Pasifikteki bütün sömürgelerinin birbiri ardına bağımsızlıklarını kazanıp, egemen birer devlet olarak BM’ ye üye olmaları ve “Bağlantısızlık Hareketi” ni kurarak eski sömürgeci devletlere yani “Batı” ya karşı uluslararası arenada örgütlenmeleri üzerine bu yeni bağımsız ama fakir, eğitimsiz ekonomik, sosyal ve siyasi bakımdan geri kalmış ülkelerde hızla Batı karşıtlığı ve Sosyalist fikirler yükselmeye ve yerleşmeye başlamıştır. Bu Batı karşıtı ve sosyalist ideolojiden ilham alan yeni rejimler Orta-Doğu’daki Arap devletlerinde BAAS Partileri bünyesinde kurumsallaşmış ve iktidarları ele geçirmişlerdir. Kelime anlamı ile yeniden diriliş anlamına gelen BAAS’ın Suriye’deki işlevi ise farklı dini, mezhebi unsurları Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve yine buna bağlı olarak seküler yani laik bir anlayış altında kaynaştırmaktı. Dolayısıyla 1950’lerden itibaren Suriye BAAS 
rejimi altında Orta-Doğu’da Fransa ve İngiltere’nin boşalttığı batılı güçlerin yerini dolduran ABD’ ye karşı SSCB’nin yanında yer almış; 70 senedir de önce SSCB, onun yıkılması ile mirasçısı olan Rusya Federasyonunun en büyük müttefiki olmuştur. SSCB Orta-Doğu’da Suriye dışında Mutlak Monarşilerden kurtularak BAAS ve sosyalist rejimlerle yönetilmeye başlayan diğer devletlerle de siyasi, askeri ve ekonomik işbirlikleri yaparak ABD ile Orta- Doğu’ da “Güç” ve “Hegemonya” Savaşına girmiştir. Bu ülkeler; 1952’de Batı yanlısı Kral 
Faruk’u devirerek işbaşına gelen BAAS yanlısı Batı karşıtı General Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı; 1958’de Osmanlı’yı arkadan vuran Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Kral Faysal’ın devrilmesiyle BAAS rejiminin işbaşına geldiği Irak; 1958’ de Fransızların 1 milyon Cezayirliyi katletmesine rağmen verdiği muazzam mücadele ile Fransa’dan bağımsızlığını kazanarak sosyalist bir rejimle yönetilmeye başlayan Cezayir; 1969’da Batı yanlısı Kral İdris’i devirerek İslami kuralların üzerine sosyalist bir rejim kurarak ülkesini hızla kalkındıran Albay Muammer Kaddafi’nin yönetimindeki Libya ve Yaser Arafat liderliğinde İsrail’e karşı işgal altındaki topraklarını kurtarma için silahlı direnişe başlayan sosyalist FKÖ ve Monarşiyle yönetilen Batı yanlısı Kuzey Yemen’le mücadele eden Sosyalist Parti ile idare edilen Güney Yemen (Yemen Demokratik Cumhuriyeti) gelmekteydi. 

Soğuk Savaş döneminde Orta-Doğu Bölgesinde iki Süper Güç olan ABD ve SSCB’nin “Güç” ve “Hegemonya” savaşı, bu iki süper gücün bölgede desteklediği gizli ve açık müttefiki olan devletler arasında “Askeri, Siyasi ve Ekonomik Rekabet” ; 1948, 1956, 1967 ve 1973’te dört kez Arap- İsrail Savaşına neden olmuştur. Bu savaşlar da 1973 ve 1979’da iki büyük “Petrol Krizi” ne neden olarak bütün dünya ekonomilerini çok olumsuz şekilde etkilemiştir. 
Soğuk Savaş döneminde bölgedeki iki süper gücün bu rekabeti, soğuk savaş sonrasında mahiyet değiştirerek ve bugüne kadar şiddetini artırarak sürmektedir. SSCB yıkılmış ama onun mirasçısı Rusya Federasyonu, SSCB’nin Orta-Doğu Politikasını aynen devam ettirmiştir. “Brejnev Doktirini” kapsamında Macaristan, Çekoslavakya, Afganistan ve Polonya’ya askeri müdahalede bulunan SSCB’nin aynı saldırgan politikasını bugün Rusya Federasyonu; Suriye, Libya, Yemen, Kıbrıs (GKRY) gibi Orta- Doğu ülkeleri ile Gürcistan ve Azerbaycan gibi Kafkasya, Ukrayna (Doğu Ukrayna ve Kırım) ile Moldovya (Trans-Dinyester) gibi Doğu Avrupa ülkelerinde de uygulamaktadır. 

SSCB ve mirasçısı Rusya Federasyonun bu saldırgan saldırgan politikasına karşı ABD de bölgede askeri varlığını artırarak ve yeni müttefikler kazanarak karşı atağa geçmiştir. 1979 yılının başında ABD ve İngiltere’nin emir subayı olan İran Şahı Rıza Pehlevi devrilmiş ve yerine ABD’yi en büyük şeytan olarak değerlendiren, İran’daki İngiliz ve ABD petrol şirketlerinin işlettiği dünyanın en zengin 3. Petrol rezervlerini millileştirip batılı şirketleri İran’dan kovan Ayetullah Humeyni gelmiş tir. Bu ABD için hem SSCB’nin Basra Körfezine inmesine imkân sağlayacağı için stratejik; hem de dünyanın sayılı petrol ve doğalgaz kaynaklarının ABD’nin kontrolünden çıkması bakımından ekonomik bir darbe olmuştur. 1979 yılının sonunda ise bu kez SSCB Afganistan’ ı işgal ederek Hint Okyanusuna çıkışına vesile olarak ABD’nin stratejik çıkarlarına ağır bir darbe vurmuştur. 
ABD ise 1978 Eylül’ünde Mısır’a büyük ekonomik ve siyasi rüşvetler vererek, SSCB’nin Orta-Doğu’daki en büyük ve en güçlü müttefiki olan Mısır’la İsrail’in, ABD Başkanlarının yazlık konutlarının bulunduğu Camp David kasabasında, Mısır Devlet Başkanı eski sosyalist Enver Sedat’la İsrail Başbakanı Menahem Begin’nin anlaşma yapmalarını sağlamıştır. Mısır ABD’ den nükleer santraller, o zamanki değeriyle 5 milyar dolar para ve İsrail’den de Sina yarımadasını geri almış; karşılığında barış anlaşmasını imzalayarak diğer Arap ülkelerine ihanet ederek İsrail’le savaşa son vermiş ve İsrail’i resmen tanıyan ilk Arap devleti olmuştur. 

Bu SSCB için çok büyük bir stratejik yenilgi olmuştur. Enver Sedat’ın kendi ülkesi için fevkalade yararlı ve kazançlı olan bu başarısı diğer Arap ülkelerince hain damgası yemesine ve Arap ülkelerinin Mısır’la diplomatik ve ekonomik ilişkilerini keserek Arap ve İslam dünyasında yalnızlaştırma ve dışlama politikaları izlemelerine yol açmış; iki sene sonra da Enver Sedat bir askeri geçit töreni sırasında kendi askerlerince vurularak öldürülmüş ama yerine yardımcısı tamamen ABD yanlısı Hüsnü Mübarek gelmiş ve Mısır hem ekonomik olarak büyük kazançlar sağlamış hem çok değerli Sina yarımadasını İsrail işgalinden kurtarmış hem de Batı dünyasında büyük siyasi önem ve stratejik güç kazanmıştır. ABD de hem İsrail’ in güney sınırlarının güvenliğini, hem Süveyş kanalının kontrolünü sağlamış hem de SSCB’yi Kızıldeniz ve Süveyş’ten çıkartarak bölgenin tek hâkimi olmuştur. 1979 yılında Afganistan’ ı işgal eden SSCB 10 yıl süren iç savaşta, ABD’nin desteklediği Mücahitler karşısında büyük bir yenilgi alarak 1989’un Şubat’ında geri çekilmek zorunda kalmıştır. Süreç, aynı yılın Kasım ayında Berlin Duvarı yıkılarak, Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin yıkılıp, dağılması ile sonuçlanmıştır. 

SSCB’nin Afganistan’daki yenilgisi ABD’yi Orta-Doğu Bölgesinin doğu sınırının da mutlak hâkimi haline getirmiştir. Bundan birkaç yıl sonra ABD, yıkılan SSCB’nin mirasını devralan Rusya Federasyonu’na karşı çok büyük bir zafer daha kazanarak, Rus yanlısı BAAS partisi ile yönetilen Irak’ın sosyalist devlet başkanı Saddam Hüseyin’ i devirerek kendisini ve ekibini idam etmiş; BAAS Partisinin bütün yöneticilerini de iktidardan uzaklaştırarak hapse atmışlardır. ABD, BAAS rejimi yerine, kendi kontrolünde Kuzey Irak’ta bölgesel Kürt yönetimi; Orta Irak’ta Bağdat çevresinde ABD’den talimat alan Sünni bir Arap yönetimi; güneyde ise Şii olmasına rağmen İran’dan ziyade ABD’ye yakın politikalar izleyen Şia bir Arap yönetimi kurarak, Irak’ın bütün petrol ve doğalgaz kaynaklarına el koymuş, işletmesini ABD petrol şirketlerine vermiştir. Böylece ABD bölgede SSCB’ ye karşı hem ekonomik hem de stratejik olarak muazzam bir üstünlük sağlamıştır. Aynı şekilde 2012 Rus yanlısı Libya lideri Albay Kaddafi, ABD’nin organize ettiği bir iç savaşla devrilerek, işkenceyle öldürülmüş; yerine Irak’ta olduğu gibi üçü de ABD kontrolünde olan Üçlü bir yönetim işbaşına gelmiştir. Devlet tarafından işletilen Libya’nın zengin petrol ve doğalgaz kaynakları da özelleştirilerek Batılı şirketlere peşkeş çekilmiştir. Bu da ABD’nin Rusya’ya karşı Orta-Doğu ve Doğu-Akdeniz’de kazandığı başka bir zafer olmuştur. 

Son sekiz yıl içinde, Orta-Doğu/Doğu Akdeniz Bölgesinde yukarda belirttiğimiz bütün bu olaylardan çok daha önemli sonuçlara neden olacak iki önemli gelişme daha olmuştur. Bu son iki olay Orta-Doğu/ Doğu-Akdeniz Bölgesini dünyanın en önemli ve en tehlikeli bölgesi haline getirerek, belki de yeni tip Corona Virüsü Covid 19’dan sonra dünyanın en büyük sorunu haline gelmiştir. Stratejistler ve Uluslararası İlişkiler uzmanları, İstihbaratçılar ve askeri kurmaylara göre eğer bir 3. Dünya Savaşı çıkarsa bu savaş bu kez Avrupa kıtasında değil Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz Bölgesinde kömür ve demir kaynaklarının kontrolü için değil, petrol ve doğalgaz kaynaklarının kontrolü için çıkacaktır. Bu iki önemli uluslararası 
gelişme de doğrudan Türkiye’nin bekası ile ilgili konulardır. Eğer Türkiye gerekli proaktif stratejileri uygulamaya sokmazsa Türkiye’nin egemenliği, toprak bütünlüğü, ekonomik gelişmesi, Lozan Antlaşmasıyla elde ettiği kazançlar tehlikeye girebilecektir. 

Bunlardan birincisi, eski eyaletimiz ve en uzun kara sınırımızın bulunduğu komşumuz Suriye’de dokuz yıl önce çıkan iç savaştır. İkincisi ise; eğer çıkarlarımıza dört elle sarılmaz ve aktif bir diplomasinin eşlik edeceği etkili ve düşmanı yok edici bir askeri güç kullanımının yanı sıra başarılı bir psikolojik savaş stratejisi izlemesek milli çıkarlarımızı, milli menfaatlerimizi ve ekonomik bağımsızlığımızı doğrudan etkileyecek şekilde aleyhimize kullanılabilecek olan altı yıl önce Kıbrıs adasının doğusunda deniz yatağında keşfedilerek ABD-İsrail enerji şirketlerince işletilmeye hazır hale gelen Avrupa’ nın 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabileceği hesaplanan çok zengin doğal gaz yatakları ve Kıbrıs adasının batısında yine deniz dibinde keşfedilen zengin petrol yataklarının sahipliği ve kontrolü konusudur. 

Suriye’deki gelişmelere baktığımızda; Devlet Başkanlığını kendisi gibi diktatör olan babası Hafız Esad’dan sanki monarşik hanedanlarla yönetilen ülkelerde olduğu gibi miras olarak devralan Beşer Esad’ın Arap Alevisi (Nusayri) kökenli olduğu görülür. Aleviler Suriye nüfusunun sadece % 12’sini oluşturmalarına rağmen 1960’lardan itibaren Suriye Ordusunu ele geçirmişler; yaptıkları askeri darbe ile de 1970’lerden itibaren Devlet Başkanlığı, Hükümet üyelikleri, Bürokrasi ve uyduruk-sahte seçimlerle de Parlamentoda çoğunluğu elde tutarak elli yıldan fazla bir zamandır % 75 Sünni çoğunluğa tahakküm ve eziyet etmektedirler. Suriye’ deki bu hastalıklı ve adaletsiz siyasi yapıyı ayakta tutan birkaç güç vardır. İşte bu Suriye’ deki 
adaletsiz ve hukuksuz siyasal yapı iç savaşa neden olmuş. Bu iç savaş Türkiye’yi beş milyon düzensiz göçmene bakmak; onlara on milyarlarca dolar kaynak tahsis etmek; güvenlik, asayiş, salgın hastalık, kültürel çatışmalar, hırsızlık, tecavüz gibi birçok iç sorunla uğraşmak zorunda bıraktığı gibi; Rusya ile de askeri uçak düşürmeye, yerel silahlı çatışmalara girmeye, karşılıklı askeri kayıplar verilmesine neden olan ve Türkiye’yi Rusya ve/veya İran’la savaşa sürükleyebilecek uluslar arası sorunlara neden olmaktadır. Yüz yıl önce sıradan bir eyaletimiz olan Suriye; yukarıda detaylı olarak açıkladığımız gibi eski süper güç SSCB’nin devamı Rusya’nın, Orta-Doğu’daki en önemli müttefikidir. 


***