İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsrail etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2020 Perşembe

YUNANİSTAN-İSRAİL YAKINLAŞMASININ TÜRKİYE VE BALKANLARA ETKİSİ BÖLÜM 1

YUNANİSTAN-İSRAİL YAKINLAŞMASININ TÜRKİYE VE BALKANLARA  ETKİSİ BÖLÜM 1 




Utku KIRLIDÖKME*
⃰ Öğretim Görevlisi, Trakya Üniversitesi Balkan Araştırma Enstitüsü ve Trakya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Öğrencisi. 


ÖZET 


    Davos Krizi, Alçak Koltuk ve Mavi Marmara Saldırısı, gibi olaylarla aşamalı olarak kopma noktasına gelen İsrail-Türkiye ilişkileri, devlet olarak kurulduğu tarihten itibaren dış politikası katı bir şekilde güvenliğine ve devletin her şart altında yaşaması kuralına dayalı olan İsrail için Türkiye’nin yerini ve rolünü ikame edecek/edebilecek müttefiklere ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Böylelikle İsrail yeni ittifak arayışları çerçevesinde, başta Yunanistan olmak üzere Bulgaristan, Romanya ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. İsrail, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” yaklaşımından ve ayrıca bölgede
giderek yalnızlaşmasından hareketle Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile ilişkilerini geliştirmeye yönelmiştir. Ekonomik kriz ile boğuşan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) için bu adımlar ekonomik anlamda rahatlama ve yitirilen stratejik önemin yeniden kazanılması anlamını taşımaktadır. İsrail, Türkiye’nin boşluğunu doldurmak için aynı zamanda Bulgaristan, Romanya gibi ülkelere yönelmiş ve ilişkilerini canlandırmayı
hedeflemiştir. Ancak İsrail’in bu ilişkiler vasıtasıyla Türkiye’nin yarattığı boşluğu
doldurmasını beklemek ya da gelişen bu ilişkiler aracılığıyla Türkiye’yi zor durumda bırakacak bir ittifak çizgisi oluşturmasını beklemenin çok da gerçekçi olmadığı düşünülmektedir.


Giriş 


    Yunanistan, 2009 yılından itibaren Avrupa ülkeleri arasında İsrail’i en çok eleştiren ülkeler kategorisinden İsrail’i en çok destekleyen ülkeler arasında yer almaya başlamıştır. Yunanistan ve İsrail arasındaki ilişkilerin bu denli dönüşümünü sağlayan en temel faktör bilindiği üzere aynı tarihler itibarıyla Türkiye İsrail ilişkilerinin gerilemesinden kaynaklanmaktadır. Davos Krizi, Alçak Koltuk ve Mavi Marmara Saldırısı, gibi olaylarla aşamalı olarak kopma noktasına gelen İsrail-Türkiye ilişkileri devlet olarak kurulduğu tarihten itibaren dış politikası katı bir şekilde güvenliğine ve devletin her şart altında yaşaması kuralına dayalı olan İsrail için Türkiye’nin yerini ve rolünü ikame edecek / edebilecek müttefiklere ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Böylelikle İsrail yeni ittifak arayışları çerçevesinde, başta Yunanistan olmak üzere Bulgaristan, Romanya ve GKRY ile ilişkilerini geliştirmeye başlamıştır. 

  Bu çerçevede bu çalışmanın amacı Yunanistan-İsrail yakınlaşmasının ve İsrail’in Balkanlara yönelik artan ilgisinin Türkiye ve Balkan coğrafyası açısından tartışmaktır.

Krizlerle gelen gerileme: İsrail-Türkiye İlişkilerinde “Sonbahar” Havası Türkiye, 28 Mart 1949  tarihinde İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuş, Soğuk Savaş yıllarında İsrail  ile ilişkilerini Soğuk savaş dengesi içinde yürütmüştür. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Körfez Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni koşullar, Ekim 1991’de Madrid’de başlayıp Eylül 1993’te Oslo ile devam eden Ortadoğu Barış Süreci gibi gelişmeler Türkiye İsrail yakınlaşmasının önünü açmıştır. Akdeniz’in Doğu’sunda ve Körfez Savaşı sonrası Basra Körfezi’nde ortaya çıkan yeni durum bir yandan Türkiye’nin bölgesel konumunu yakından etkilemiş, öte yandan Türkiye’yi farklı sorunlar ve olanaklarla karşı karşıya bırakmıştır.1 

  Bu gelişmeler ışığında geleneksel olarak Ortadoğu’daki gelişmelere yönelik
mesafeli bir tutum izleyen Türkiye’nin dış politikasında değişimde bulunmasını gerektirmiş ve bu çerçevede İsrail ile ilişkilerinde yeni bir bakış açısı benimsemiştir. Körfez Savaşı’nın bölgesel sistem üzerindeki etkisi iki devletin ortak tehdit algılamasının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dolayısıyla 1990’lar boyunca Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan canlanma sonucunda askeri ve ekonomik alanlarda iki ülke arasındaki işbirliği gelişmiş2 ve ilişkiler “stratejik” olarak adlandırılmaya başlamıştır.3

İkili ilişkilerin anılan dönem boyunca “stratejik” olarak adlandırılması ya da tanımlanmasında ABD faktörünü ve Türkiye’nin ABD ile örtüşen ve kesişen politikalarını da eklemek gerekmektedir. Çünkü ABD, “Türkiye-İsrail ilişkilerinin olmazsa olmaz parçası” ve aynı zamanda iki ülke arasındaki “yakınlaşmanın itici güçlerinden birisi olmuştur”.4 Bu doğrultuda Türkiye’nin İsrail’le gelişen ilişkileri Türkiye-ABD ilişkileri açısından değerlendirildiğinde, ilk olarak, Türkiye-İsrail işbirliği ve yakınlaşması Türkiye tarafından ABD dış politikasını Türkiye lehinde etkilemenin bir yolu olarak görülmekteydi. Bunu da başarmanın en etkin yolu
ABD’deki Yahudi lobilerinin desteğini alarak ABD Kongresi’nin Türkiye aleyhinde kararlar almasını engellemek ve yine ABD’de etkin olan Ermeni ve Yunanlı lobilerine karşı Türkiye’nin elini güçlendirmek anlamını taşıyordu. İkinci olarak Türkiye, ABD-İsrail arasındaki yakın ekonomik ilişkilerden yararlanarak ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ithalat kısıtlamalarını aşmayı hedeflemekteydi. ABD açısından ise gelişen Türkiye-İsrail ilişkileri ABD’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de etkinliğini artırma anlamını taşımaktaydı.5

   Böylelikle bu dönemde Türkiye ile İsrail arasında özellikle askeri ilişkiler bağlamında yakınlaşma başlamış ve ikili askeri ilişkileri ilgilendiren ilk anlaşma Mayıs 1994’te Güvenlik ve Gizlilik Anlaşması olmuştur. Ardından terörizm ile mücadele konusunda Karşılıklı Anlaşma ve İşbirliği Memorandumu ve 23 Şubat 1996’da imzalanan Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması imzalanmış ve yine aynı yıl, 28 Ağustos 1996’da iki ülke arasında Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması imzalanmıştır.6

Öte yandan aynı dönemde, Türkiye ve ABD çıkarlarının kesiştiği bir diğer bölge
Balkanlar olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin Balkanlar üzerindeki etkisi
Yugoslavya’nın dağılma süreci ile kendini göstermeye başladığında Türkiye ve ABD ilk etapta Yugoslavya’nın toprak bütünlüğünü savunmuştur. Ancak dağılma engellenemeyince ve Yugoslavya’nın kurucu cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan etmeye başlayınca her iki ülke de söz konusu devletlerin bağımsızlık ilanlarını tanımıştır. Kısacası Türkiye ve ABD önce Bosna-Hersek’teki savaş sırasında, Makedonya’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından Yunanistan ile yaşadığı soruna ilişkin izlenen politikalarda, NATO’nun Kosova müdahalesi sırasında benzer tutum ve tavır izlemişlerdir.7

2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye-İsrail ilişkilerinde yaşanan sonbahar havası ya da dönüşüm/gerileme için Serhat Erkmen “ortak tehdit üzerine inşa edilen ilişkiler, tehdidin azalması ve ilişkinin içine doğduğu ortamın büyük bir değişikliğe uğraması, iki ülkede (fakat daha çok Türkiye’deki) dış politikaya bakışın tehdit-merkezli olmaktan çıkar merkezli olmaya kaymasıyla hızını kaybetmiştir” ifadesini kullanmaktadır.8 2002 yılında Türkiye’de iktidara
gelen AKP Hükümeti ile birlikte ikili ilişkilerdeki gerilemenin hız kazandığı doğrudur. Ancak Türkiye’nin İsrail’e yönelik tavrı ve AKP iktidarı öncesi sertleşme sinyalleri vermeye başlamıştır. İlk olarak Filistin’de İkinci İntifada9 nedeniyle İsrail-Filistin arasında yaşanan çatışmalar ve Filistin konusunda giderek artan Türk kamuoyu hassasiyeti10 sonucunda Türkiye’nin İsrail’e yönelik tavrı sert bir söylem düzeyine yükselmiştir.

Türkiye’nin İsrail özelinde ve Ortadoğu genelinde politikasının dönüşmeye başlamasının temel nedeni 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası uluslararası sistemde, daha doğrusu ABD’nin değişen Ortadoğu politikası ile de bağlantılı olduğunu söylemek mümkündür. 

   Yine de Türkiye-İsrail ilişkilerinin önce duraklama ardından gerileme evresine girmesini Nuri Yeşilyurt ve Atay Akdevelioğlu üç temel nedene dayandırmak tadırlar. İlk olarak 1990’ların sonlarına doğru Türkiye’nin sorun yaşadığı komşularıyla ilişkilerini büyük ölçüde normalleştirmiş, dolayısıyla katı “güvenlik” eksenli politikalardan uzaklaşmaya başlamıştı.

   İkinci olarak, daha önce de ifade edildiği gibi, 2000 yılından itibaren İsrail’in Filistinlilere yönelik uyguladığı sert politika ve İkinci İntifada Türk kamuoyunda büyün yankı uyandırmış ve Türk hükümetlerini İsrail ile iyi ilişkiler içinde olmasını güçleştirmiştir.11 

   Üçüncü olarak 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından İsrail’in Irak’ın kuzeyinde askeri etkinliğini arttırdığına yönelik haberler iki ülke ilişkilerini olumsuz etkilemiştir.12

   Öte yandan ABD’nin Irak’a yönelik olarak 2003 Mart ayında başlattığı savaşın, kurulduğu andan itibaren Arap komşularını zayıflatmak isteyen İsrail’in stratejilerine oldukça uygun düştüğünü söylemek mümkündür. Bir devlet olarak ortaya çıktığı 1948’den itibaren İsrail Ortadoğu’daki düşmanlarına karşı yıkma ve istikrarsız hale getirme politikası izlemiş, kendisine muhalif ya da düşman gördüğü bölge Arap devletlerindeki ayrılıkçı, etnik hareketleri bu politikasının bir sonucu olarak desteklemiştir. Dolayısıyla 2003 Irak Savaşı İsrail’in çıkarlarına hizmet etmiş olup, İsrail’in Irak’ın kuzeyinde Iraklı Kürtler arasındaki ilişkiler, başta Türkiye olmak, Suriye ve İran’da endişelerin artmasına ve özellikle de her
birinde güvenlik bunalımına neden olmuştur.

Irak Savaş’ı sırasında ve sonrasında ise Türkiye’nin politikaları İsrail’in aksine, özelde Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması, genelde ise bütün Ortadoğu bölgesinde istikrar ve barışın tesis edilmesi yönünde olmuştur. Böylelikle “İsrail’in 27 Aralık 2008’de Gazze’ye karşı başlattığı “Dökme Kurşun Operasyonu”, Davos Ekonomik Forumunda Başbakan Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında yaşanan “Davos krizi”, Anadolu Kartalı
Tatbikatının uluslararası boyutunun Türkiye tarafından iptal edilmesi, TRT ekranlarında gösterime başlayan ve Filistinlilerin dramını anlatan “Ayrılık” dizisine İsrail tarafından gösterilen tepki, İsrail’de Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisinin alçak bir koltuğa oturtulmasıyla yaşanan “Alçak Koltuk Krizi” ve nihayet 2010 Mayıs ayının sonunda Gazze’de sivil halka yardım götürme amacıyla yola çıkan insani yardım konvoyunda bulunan Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerince yapılan saldırıyla başlayan “Mavi Marmara Gemisi Krizi”, Türkiye-İsrail ilişkilerini geri dönüşü çok zor bir döneme sokmuştur.”13

Yukarıda yer alan gelişmeler doğrultusunda, yani Türkiye ile çıkarlarının artık ayrışması ve farklı yönlerde olması nedeniyle, İsrail yine “katı güvenlik” anlayışı ya da politikası çerçevesinde ittifak arayışına girmiş, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Balkanlara yönelmeye başlamıştır.

İsrail-Yunanistan İlişkilerinin Tarihsel Arkaplânı

Son dönem gelişmeler öncesinde Yunanistan ile İsrail arasındaki ilişkilere baktığımızda tarihsel olarak iki ülkenin birbirine karşı düşman olmasalar da soğuk ve mesafeli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yunanistan, II. Dünya Savaşı sonrası İsrail devletinin kurulmasına ilişkin Birleşmiş Milletler oylamasında “hayır” oyu veren ülkelerden bir tanesidir.14 Hatta iki ülke arasındaki diplomatik temsil düzeyi kırk yıl boyunca, Soğuk Savaş’ın sonuna kadar Maslahatgüzarı seviyesinde kalmıştır.15

Soğuk Savaşın ilk yıllarında Yunanistan Batı sisteminin oluşturduğu kurumlara üye olmuş ve Kıbrıs sorunun 1974’te doruk noktasına ulaşmasına kadar dış politika önceliğini komünizme karşı durmak olarak belirlemiştir.16 

   Βαληνάκης, bu tarihe kadar Yunanistan dış politikası açısından “temel tehdit, komünist rejimle  yönetilen kuzey komşulardan geldiği” yönündeydi.
Ayrıca Doğu ile Batı arasında yaşanabilecek olası bir karşılaşma Yunan diplomasi ve strateji çevrelerinin önceliği arasında yer almaktaydı.17

Yunanlı akademisyenler, İsrail-Yunanistan ilişkilerinin Soğuk Savaş yıllarında soğuk ve mesafeli olmasının nedeni olarak Yunanistan’ın tutumunun etkili olduğunu savunmaktadırlar.

Örneğin Vassilios Damiras, Yunanistan’ın kurulduğu andan itibaren İsrail’i Doğu Akdeniz bölgenizde bir rakip olarak algıladığından bahsetmekte ve bu nedenle uzun yıllar boyunca “Arap ülkeleri yanlısı” bir dış politika çizgisi izlediğini söylemektedir.18 Yunanistan’ın Soğuk Savaş döneminde “Arap ülkeleri yanlısı” bir dış politika izlemesinin diğer bir nedeni olarak Yunanistan’ın Ortadoğu bölgesiyle tarihsel bağlarından, Kudüs Ortodoks Rum Patrikhanesi’nin ve bölge de az da olsa yaşayan Ortodoks Yunanlı nüfusun var olması gibi nedenlerin de etkili olduğunu belirtmektedirler.19

   1967-1974 arası Yunanistan’ın idaresini ele geçiren askeri yönetimin, Albaylar Cuntasının dış politika parametrelerinin Soğuk Savaş şartlarına uygun olduğunu ve Arap yanlısı politikanın devam ettiğini söylemek mümkündür.20 

   1973’te Arap-İsrail Savaşı’nda Yunanistan tarafsız olduğunu ilan etmiştir.21 Anılan savaş sonrası  petrol ihraç eden Arap ülkelerinin İsrail’e destek veren Batı ülkelerine petrol ambargosu uygulaması  ve Yunanistan’ın da birçok ülke gibi petrol bağımlısı bir ülke olması; bir yıl sonra 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı Arap
ülkelerinin Birleşmiş Milletler oylamalarında Yunanistan ve doğal olarak Kıbrıs-GKRY” lehinde olmaları gibi gelişmeler Yunanistan’ın bu politikasının devam etmesinde etkili olmuştur.22

Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960’ta bağımsız olmasından itibaren Arap Dünyası ile çok yakın bir ilişki içinde olmuşlardır. Ülkenin ilk Cumhurbaşkanı olan Başpiskopos Makarios aynı zamanda Arap ülkelerinin bazılarının da üyesi olduğu Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucularından biridir. Yunanistan bölgede ortaya çıkan Arap devletlerini ilk tanıyan devletlerden biri olduğu kadar 1956 tarihinde Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi ile ortaya çıkan krizde Türkiye’nin aksine Mısır tarafında yer almıştır.

Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Kıbrıs’ın ilhakını savunan Yunanistan için adanın bölünmesi ve bu bölünmüşlüğe giden süreçte müttefik devletlerin, özellikle ABD ve NATO’nun engel olmaması,23 Yunan dış politikasında yeniden bir değerlendirmeye neden olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası güvenlik ağırlıklı bir dış politika izleyen Yunanistan, 1974 sonrası ulusal strateji ve dış politikasını yine güvenlik ağırlıklı, ancak, komünizm tehlikesi yerine “doğudan gelen tehlike” (Türkiye) üzerine şekillendirmiştir.

   Dolayısıyla bu noktada Yunan dış   politikasında Türkiye’nin yerine, Yunanistan tarafından algılanışa bakmadan son dönemde İsrail ile yakınlaşma adımlarının ne anlama geldiğini tam olarak izah etmenin mümkün olmayacağı düşünülmektedir.

Yunan Dış Politikasında Türkiye Faktörü

Yunanistan’ın Arap ülkelerinin davalarına olan sempatisi özellikle Andreas Papandreu’nun PASOK hükümeti (1981-1989) tarafından hem cesaretlendirilmiş hem de kullanılmıştır.

Yunanistan Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) 1981’de tanımıştır. Papandreu Yunanistan’ın kapitalist Batı ile komünist Doğu arasında kalan Üçüncü Dünya Ülkelerine liderlik etmesini arzulamıştır.24 Kaminaris’in altını çizdiği gibi kısmen Papandreu’nun 1981’de başlattığı bu siyasetin bir sonucu olarak Yunanistan Arap Dünyasındaki terör odaklarıyla da ilişki kurmuştur. Aslında bu siyaset ideolojik, politik ve ekonomik bazı hesapların bir ürünü olmuş ve Yunan dış politikasında Üçüncü Dünyacılık ya da Papandreu’nun savunduğu gibi “Sosyalizm’de Üçüncü Yol” 25, yani Bağlantısızlığa yönelim Kıbrıs ve Ege meselelerinde Arap uluslarının desteğini sağlamaya yönelik önemli bir araç olmuştur. Güçlü bir Filistin yanlısı tutum, güçlü bir Ermeni yanlısı ve bir Kürt yanlısı tutum, Arapları, Ermenileri ve
Kürtleri Türkiye karşısında Yunanistan’la yakınlaştırmak amacıyla sergilenmiştir.
Kaminaris’e göre ayrıca bu hesaplara Yunanistan’ın Arap sermayesini ülkede yatırım yapmaya çekmek istemesi de ilave edilebilir.26

Bu dönemde görüldüğü üzere aslında Yunanistan’ın da İsrail gibi dış politikasını şekillendiren temel unsur güvenlik ve tehdit algılaması üzerinedir. İsrail için düşmanlarla çevrili bir coğrafyada yer almak ve dolayısıyla özellikle 1990’larda Türkiye’ye yönelmesinin paralel yansımasını Yunanistan için de söylemek mümkündür. Yunanistan için Türkiye faktörü ve Türkiye “tehdidi” Yunan dış politikasının Soğuk Savaş’ın son yıllarında yeniden değerlendirmeye ve yeniden şekillendirmeye yöneltmiştir.

Böylelikle Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde Yunanistan, SSCB’nin dağılması nın ardından Orta Asya ve Balkanlar’da yaşanan gelişmelere Türkiye’nin yaklaşımını Türkiye tarafından çevrelenme politikası olarak algılamıştır. Βερέμης ve Κουλουμπής Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası yeniden canlandırmaya çalıştığı “Osmanlı” vizyonunun sadece Türkmen, Azeri, Çeçenler gibi etnik grupları etkisi altına almaya çalışmadığını, aynı zamanda Balkanlarda etnik bakımdan yakınlığı olmayan fakat İslamiyet nedeniyle dini bağları olan Arnavut ve Boşnakları, hatta bölgede yaşayan tüm Müslümanları bu vizyonun bir parçası haline getirmeye çalıştığı şeklinde yorumlamışlardır.27 

     Bu dönemde Yunanistan, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesi ile hareket etmiş,  Türkiye’nin PKK nedeniyle ihtilaflı olduğu güney komşusu Suriye ile askeri işbirliğine gitmiş, Ermenistan ve İran ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.28 

Dolayısıyla Yunan dış politikası 1990’ların ikinci yarısında kadar hamasi bir çizgide devam etmiş ve Balkanlarda izlediği saldırgan ve hırçın dış politika  sonucunda hem bölgede yalnız kalmış hem de üyesi olduğu uluslararası kurumlarda savunduğu görüşlere destek bulamamıştır.29

Yunan dış politikasının bu tarihten itibaren değişime uğramasında en önemli etken Yunanlı yazarlara göre dönemin Avrupa yanlısı ve Yunan toplumunun modernleşmeci kesiminin de desteğini alan başbakan Kostas Simitis olmuştur. Dış politikada Simitis döneminde AB kadar Türkiye ile ilişkiler de önemli bir yer tutmuştur. Uzun yıllar “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesiyle hareket eden Yunanistan, Ermenistan ve Suriye gibi Türkiye ile ilişkileri sorunlu ülkelerle ilişkilerini geliştirmiş, PKK’ya destek sağlamıştır.30 

  Birçok Yunanlı için Türkiye insan haklarını ihlal eden, komşularının toprakları üzerinde emelleri olan, ordunun idaresi altında bir ülkeydi. Bu nedenle “Ermeni soykırımı”, “Pontus’lu Helenlerin soykırımı”, “Küçükasya Helenlerinin soykırımı”,31 “Kıbrıs Helenlerinin soykırımı” ve “Kürt soykırımı” gibi siyasi söylemler Yunan halkı tarafından yaygın olarak benimsenmişti.32

   Tüm bunları değiştirme çabasında Simitis’e çağdaş Yunan siyasi tarihinde dış politikayla bağlantılı en önemli krizlerden biri olan PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 1999’da Kenya’da Yunanistan Büyükelçiliğinde gizlenirken üzerinde kendi adına düzenlenmiş Rum pasaportu ile yakalanması yardımcı olmuştur. Ardından, 17 Ağustos 1999’da Türkiye’de yaşanan Marmara depremi ve 7 Eylül 1999’da Atina civarında yaşanan deprem iki ülke arasında yeni bir sayfanın açılmasına olanak tanımıştır. İlginçtir ki Türkiye’de yaşanan depremin bir gün öncesine kadar Yunan medyasında “Kürt halkına yapılan işkenceler” ve “Öcalan fiyaskosundan” bahsedilirken, 33 depremle birlikte Yunan kamuoyunda Türk halkına karşı büyük sempati oluşmuş ve yardım kampanyaları başlatılmıştır.

2000’li yıllar itibarıyla Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinde yaşanan ihtiyatlı yaklaşımın artarak devam ettiğini görmekteyiz. 

Kıbrıs, Ege, Azınlık gibi konularda sorunların devam etmesine rağmen karşılıklı temaslar, ortak çalışma grupları ve sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri, ortak projeler, vs. anılan tarihten günümüze hızla artmaya başlamıştır. Ancak iki ülke arasında sürdürülen görüşmelere rağmen Kıbrıs ve Ege konularda halen bir mutabakatın  sağlanamamış olması birçok çevrede olduğu gibi akademik çevrelerce de Türk-Yunan yakınlaşmasının geleceğine ilişkin kuşku ve endişelerin dile getirilmesine neden olmaktadır.

Öte yandan Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan “normalleşme” dönemi Türkiye-İsrail ilişkilerinde gerilim ve krizler dönemi ile örtüşmektedir. Daha önce de ifade edildiği gibi 1990’lar boyunca yakın işbirliği içinde olan Türkiye ve İsrail son dönemde birbirlerine karşı uzak ve mesafelidir. Yunanistan ise yıllarca uzak durduğu İsrail ile ilişkilerinde canlanmayı yine bu dönemde yaşamaktadır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

23 Mart 2020 Pazartesi

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 2 



Fuller Raporunda: 

“... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel 
kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. 

Fuller, 
Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 

Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati 
çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 

Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak.  Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. 

Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam,

 “ Amerikalılar’ın iyi İstihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, 
diyor. 

   ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. 

Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

   ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “ Barış için Güç ” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 

   1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin 
Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir.

 Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya 
Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 

1980’ lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte - takma adı Abu Abdullah-Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetece tir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 

Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. 

Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 

1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 

İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. 

Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. 

Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. 
Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 

Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. 

Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 
1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. 

Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens 
Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 

Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 

Bunu belki asla Öğrenemeyeceğiz. 

Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam., 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. 

CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. 

Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 

Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, 
şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.” demiştir.18  

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. 

     Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur. 23” demiştir. Yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 
    ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. 

ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. 

Ortadoğu’da Petrol ve Köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les İslamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, Israel et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir Petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin 
    yaşadığını belirtelim. Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birli¤ini nas›l 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administratıon Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
    Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent ‹slam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "İslam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of ‹slam" Hiddle East İnternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against İslam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 



***

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1

ABD NİN İSLAM POLİTİKASI., BÖLÜM 1 




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 
Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F.Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI.,

Giriş: 


     Sovyetler Birliği çökene kadar, Siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmaz dı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

    Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. 

    Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. 
İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

    1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. 
Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi-ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 

Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi., 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. 
   Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli Petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. 

Araştırdıkları alanları 60 seneliğine Kiralayacaklardı. 

Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı  1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında Ekonomik, Ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. 

    ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 
milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. 

Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir Devrin İran’ı gibi, Ahlaki açıdan savunula bilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. 

Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 
ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz Hegemonyasına son verecektir. 

ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap Milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. 

Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 

1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamış tır. 

Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, 
Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu Cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. 

   Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 

1970’lerde Pan-Arabizmin yanında Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. 

   Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. 

Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 

    1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 

    1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. 

Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 

Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 

Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. 

Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. 

Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan 
yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. 

   Bu yeni Strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. 

   Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. 

Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. 

Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. 

Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. 

Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilir di, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin Militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. 

   Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “ Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı? ” adlı raporun yazarı. 

   Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

15 Şubat 2020 Cumartesi

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali,

Filistin ile İsrail Arasındaki Anlaşmalar, Kapsamı, Uygulanması ve İptali, 





ORTA DOĞUDA BÖLGESEL GELİŞMELER. 

< Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etti. >

Haydar Oruç 
Araştırmacı, Sakarya Üniversitesi 

25 Temmuz’da Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bir açıklama yaparak, İsrail ile Oslo görüşmelerinden kaynaklanan bütün anlaşmanın iptal edileceğini duyurmuştur. 

Açıklamanın başında.,

İsrail’in 22 Temmuz’da Doğu Kudüs’te bulunan Wadi Hummus’taki Filistinlilere ait 70 evin sözde mahkeme kararıyla yıkılmasını eleştiren Abbas, İsrail tarafından gerçekleştirilen yıkımların, taraflar arasındaki mevcut anlaşmalara zaten riayet edilmediğini gösterdiğini ifade etmiştir. Ayrıca son dönemde artan bu gibi faaliyetlerin, ABD’nin sözde Yüzyılın Anlaşması (deal of century) Filistin Yönetimi’ne kabul ettirmek için başvurulan caydırıcı girişimlerden kaynaklandığı nın da farkında olduklarını belirtmiştir. 

Ancak ne olursa olsun ABD’nin sözde barış planına karşı olduklarını tekrar eden Abbas, İsrail ile aralarındaki anlaşmaların iptal edilmesini hayata geçirmek için ivedilikle bir komisyon kurulacağını da açıklamıştır. Abbas’ın yaptığı açıklamada hangi anlaşmaların iptal edileceğine dair detaylı bir bilgi verilmemiş olup, bunların neler olacağına kurulacağı ifade edilen komisyonun karar vereceği değerlendirilmektedir. 

   Abbas’ın bu iddialı sözlerine rağmen İsrail tarafından herhangi bir açıklama gelmediği gibi Kudüs ve Batı Şeria’nın değişik bölgelerindeki yıkım faaliyetlerine devam edilmiştir. Bununla birlikte Ağustos ayının ilk haftasında İsrail hükümeti tarafından alınan bir kararla Batı Şeria’nın C bölgesindeki farklı yerlerde toplam 2400 yeni yerleşim yerinin inşa edilmesi onaylanmıştır. 

Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail yönetiminin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. 

< Abbas’ın daha önce de benzer açıklamalar yapmasına rağmen, nihayetinde bu kararların şu ya da bu nedenden dolayı hayata geçirilmemesi nedeniyle İsrail Yönetimi’nin de bu açıklamayı yeterince ciddiye almadığı görülmektedir. >

Dolayısıyla Filistin Yönetimi tarafından dile getirilen ancak İsrail tarafınca dikkate dahi alınmayan bu anlaşmaların neler olduğunun, muhtevasının ve uygulamalar daki problemler ile söz konusu anlaşmaların yürürlükten kaldırılması halinde sonuçlarının neler olabileceğinin ortaya konulması gerekmektedir. 

Anlaşmaların hukuki boyutu ve kapsamı 

     1980’li yılların sonları ve 1990’lı yılların hemen başlarındaki bölgesel ve küresel konjonktür İsrail ve Filistin’i çatışmaları sonlandıracak bir anlaşmaya zorlamıştır. 1991 Madrid Konferansı ile başlayan bu süreçte sürdürülen müzakereler sonunda 1993’de Oslo’da imzalanan ve Oslo I olarak da bilinen Prensipler Deklarasyonu (Declaration of Principles on Interim Self-Government Authority) geçici Filistin Yönetimi’nin oluşturulmasını sağlayan temel metin niteliğindedir. Oslo I’de üç kademeli bir geçiş planı öngörülmüştür. 


    Buna göre ilk aşamada İsrail, Batı Şeria ve Gazze’deki askerlerini çekerek bu bölgelerde kurulacak Filistin Yönetimi’ne yetkilerini devredecekti. 

İkinci aşamada yani Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Interim Agreement) sonucunda ise Batı Şeria’nın belirlenen bölgelerine İsrail güçleri yeniden konuşlanarak bu bölgelerin kontrolünü devralacaktı. Geçiş sürecinin son bulacağı 1999 yılında da nihai statü (permanent status) belirlenecekti. 

Oslo I 



Oslo I’de, Filistin tarafı İsrail’in var olma hakkını kabul ederken İsrail tarafı da Filistin tarafının kendi kaderini tayin hakkına saygı göstereceğini beyan etmiştir. 
Böylelikle o tarihe kadar birbirini resmi olarak tanımayan taraflar artık çözüm için muhatap olmak durumunda kalmıştır. Anlaşmayla Batı Şeria ve Gazze’nin ileride kurulması planlanan Filistin Yöneti-mi’nin kontrolünde birleşik bir bölge olduğunun altı çizilmiş olmasına rağmen, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimlerin durumu, sınırlar, güvenlikle ilgili düzenlemeler, komşularla iş birliği, dış ilişkiler ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakları ele alınmamıştır. 

Oslo II 



1994’te imzalanan Gazze ve Eriha Anlaşması (The Agreement on the Gaza Strip and Jericho Area) ile karara bağlanan İsrail güçlerinin Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekilmesi işlemi 1995’de imzalanan Oslo II olarak adlandırılan Geçici Anlaşma (Israeli-Palestinian Interim Agreement on the West Bank and the Gaza Strip) ile resmileşmiştir. Ancak bu anlaşmayla Batı Şeria; A, B ve C bölgeleri olmak üzere üçe ayrılmıştır. 

A ve B bölgeleri Filistin Yönetimi’nin yetki alanında bırakılırken C bölgesi tamamen İsrail’in kontrolüne bırakılmış ve bu bölgede yeni yerleşimlerin açılmayacağı karara bağlanmıştır. Filistin Yönetimi’nin kurulması ve nihai statüsü ile İsrail güçlerinin bahse konu bölgelerden çekilmesi veya bazı bölgelere yeniden konuşlanması için 5 yıllık bir geçiş süreci öngören anlaşma, Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, askeri bölgelerin belirlenmesi, Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı, sınırlar, dış ilişkiler ile kurulacak 

Filistin konseyine hangi yetki ve sorumlulukların devredileceği konularını ele almamıştır. Bilakis bu konuların geçiş süreci sonunda nihai anlaşmada ele alınarak çözümlenmesine karar verilmiştir. 

Gazze ve El Halil’in bölünmesi 

Yine aynı anlaşmanın 14. maddesine göre Gazze Şeridi’nin deniz kıyısı K, L ve M olmak üzere üç bölgeye ayrılmıştır. K ve M bölgeleri kapalı bölge olarak tanımlanırken L bölgesi askeri olmayan kullanımlara açık tek bölge olarak kayıt altına alınmıştır. Benzer şekilde 1997’de imzalanan El Halil Anlaşması’na (Protocol Concerning the Redeployment in Hebron) göre ikiye bölünen El Halil’in H-1 bölgesi Filistin Yönetimi kontrolünde kalırken H-2 bölgesinin kontrolü İsrail’e devredilmiştir. 

Anlaşmaların uygulamaya yönelik içerikleri 

Yukarıda sayılan anlaşmalar iki taraf arasındaki temel metinleri oluşturmaktadır. Bu anlaşmalar kapsamında aşağıdaki hususlarda taraflar arasında ele alınmış ve karara bağlanmıştır; 

• İsrail güçlerinin belirlenen bölgelere yeniden konuşlandırılması ve yetki devri 
• Terörizm ve şiddetin engellenmesi için güvenlik politikası oluşturulması 
• Karşılıklı güvenlik meselelerinde koordinasyon ve iş birliği ve kuralların belirlenmesi 
• Batı Şeria’daki güvenlik uygulamaları 
• Gazze’deki güvenlik uygulamaları 
• El Halil için yol haritası oluşturulması 
• Geçiş ve kontrol noktaları 
• Batı Şeria ve Gazze’ye giriş-çıkışlar 
• Gazze ve Batı Şeria arasında güvenli koridor oluşturulması 
• Bölgelere ayırma, planlama ve inşa faaliyetleriyle alakalı güvenlik uygulamalarının belirlenmesi 
• Hava sahasının güvenliğinin sağlanması 
• Gazze Şeridi deniz kıyısının güvenliğinin sağlanması 
• Filistin polis teşkilatının kurulması, teçhizatlarının belirlenmesi ve konuşlandırılması 
• Yahudi kutsal mekanlarının kullanımının düzenlenmesi., 

    Görüldüğü gibi İsrail Yönetimi her ne kadar Filistin Yönetimi’ni tanısa da bu yönetimin kontrol edeceği topraklardaki bütün egemenlik haklarını sınırlandır mıştır. Bununla birlikte İsrail-Filistin meselesinin özünde yer alan Kudüs’ün statüsü, Yahudi yerleşimler, sınırlar ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkı gibi konuların ele alınması nihai anlaşmaya bırakılarak özellikle ötelenmiş tir. 

Anlaşmaların uygulanmasında yaşanan ihlaller., 



Anlaşmalara İsrail adına imza atan dönemin Başbakanı İzak Rabin’in bir Yahudi köktendinci tarafından öldürülmesi sonrası İsrail siyasetinde yaşanan kaos anlaşmaların geleceğiyle ilgili soru işaretlerine yol açmıştır. 1996 seçimlerini Netanyahu liderliğindeki Likud Partisi’nin kazanmasıyla yeni yönetimin Oslo Anlaşmaları ile sağlanan barış sürecine sadık kalmayacağı ve anlaşmaların yüklediği sorumluluğu üstlenmeyeceği ortaya çıkmıştır. 

Oslo II ile öngörülen 5 yıllık geçiş sürecinin 1999’da dolmasına rağmen, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin haklarını nasıl kullanacaklarını belirleyecek olan nihai anlaşmaya bir türlü yanaşılmamıştır. ABD’nin arabuluculuğuyla gerçekleştirilen 1998’deki Wye River ve 2000’deki Camp David zirvelerinden herhangi bir sonuç çıkmamıştır. Buna mukabil 2000 yılında dönemin muhalefet 
lideri Sharon’un beraberindeki binlerce kişiyle Mescid-i Aksa’yı basması ikinci intifadaya yol açmış ve bu tarihten sonra taraflar arasından anlaşmalardan kaynaklanan karşılıklı güven ve sürece bağlı kalınmasından bahsetmek mümkün olmamıştır. 

   İsrail’in 2004 yılında başlattığı duvar projesiyle zaten can çekişmekte olan barış sürecinin tamamen ortadan kalktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bunlara ek olarak Yaser Arafat’a yönelik başlatılan izolasyon ve tecrit sonrası Arafat’ın ağır hasta olarak Fransa’ya gitmek zorunda kalması ve aradan fazla bir süre geçmeden hayatını kaybetmesi de anlaşmaların ruhuyla bağdaşmayacak hamlelerden biri olarak akıllara yer etmiştir. İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesinden sonra 2006’da yapılan seçimlerde İslami Direniş Hareketi’nin (HAMAS) iktidara gelmesi üzerine Gazze’ye yönelik başlatılan izolasyon ve ard arda yapılan kanlı operasyonlar da anlaşmanın sadece kağıt üzerinde kaldığını gösteren diğer işaretlerden olmuştur. 

   Tüm bu saldırgan hamlelerin yanı sıra İsrail’in, işgal altında tuttuğu Filistin topraklarında illegal sayılan Yahudi yerleşimlerini durdurmak bir yana yoğunlaştırması anlaşmanın Filistin tarafını işgale razı etmek için başvurulan taktik olduğunu kanıtlamaktadır. Anlaşma gereği İsrail’in kontrolüne bırakılan Batı Şeria’nın C bölgesinde her türlü yerleşim faaliyeti dondurulmuş olmasına rağmen hem bu bölgede hem de Doğu Kudüs’te İsrail’in izin verdiği veya görmezden gelerek zımni onay verdiği yerleşim yerlerinin sayısı yaklaşık 600 bine ulaşmıştır. 

Ayrıca İsrail’in güvenlik gerekçeleriyle yerleştirdiği çok sık kontrol noktalarında insan hakları ihlali ve ırkçılığa varan keyfi uygulamaları uluslararası gözlemciler tarafından da yoğun eleştirilere tabi tutulmuştur. Oslo I’de Gazze ile Batı Şeria bir bütün olarak kabul edilmişken, uygulamada Gazze tamamen izole edilmiş ve Batı Şeria ile irtibatı koparılmıştır. Bununla yetinmeyen İsrail Yönetimi Doğu 
Kudüs’ten Batı Şeria’nın diğer bölgelerine geçişlerini de kısıtlayarak burayı da Filistin Yönetimi’nden kopuk bir parça haline getirmiştir. 

   Mescid-i Aksa’nın BM kararları ve Oslo Anlaşmalarına ilave olarak 1994 yılındaki İsrail ve Ürdün arasında imzalan barış anlaşmasıyla belirlenen statüsünü değiştirmeye yönelik girişimler de anlaşmayı tartışmalı hale getiren konulardan biri olmuştur. Ayrıca sadece Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin erişebildiği Mescid-i Aksa Külliyesi’ne giriş sürecinde getirilen keyfi kısıtlamalar da anlaşmalarda işaret edilen iyi niyetli yaklaşımlarla bağdaşmamaktadır. 


İsrail Yönetimi’nin telkinleriyle ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü, Oslo Anlaşmaları’nda atıf yapılan nihai statü henüz belirlenmemişken ve her iki tarafın da Kudüs’ü başkent olarak görmesine rağmen sadece İsrail’in başkenti olarak kabul ettiğini açıklaması İsrail tarafının çoktan anlaşmadan caydığını ve ABD’nin 

İsrail’in bu tutumundan rahatsız olmadığını göstermektedir. 2018 yılında Knesset’te kabul edilen tartışmalı Yahudi Ulus Devlet Kanunu ile kendi kaderini tayin hakkının sadece Yahudiler için öngörülmesi, Yahudi yerleşimlerin devlet güvencesine alınarak destekleneceğinin vurgulanması, Arapçanın resmi dil olmaktan çıkarılması ve sadece Yahudiliğe mahsus dini bayram ve sembollerin kabul edilerek diğer farklı din ve etnisitelerin dışlanması da imzalanan barış anlaşmalarının kapsamıyla çelişmektedir. 

Son olarak ABD Başkanı Trump’ın daha kampanya döneminde söz verdiği ve göreve gelir gelmez başlattığı “yüzyılın barış planı” kapsamında ortaya atılan iddialar da problemli ve tek taraflı olarak işletilse de henüz yürürlükte olan karşılıklı anlaşmalarla uyuşmamaktadır. 

     Zira içeriğinin çoğunun İsrail Yönetimi’nce dikte edildiği tahmin edilen anlaşma metninden sızdırılan maddelere göre; önceki anlaşmalarda vurgulanan iki devletli bir çözüm modelinden uzaklaşıldığı ve Batı Şeria’nın da İsrail topraklarına eklenerek İsrail Bayrağı altında tek devletli bir çözüme doğru gidildiği görülmektedir. Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu, dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail’e dönmesi garanti altına alınırken yerlerinden edilmiş Filistinli mültecilerin kendi topraklarına dönüş haklarının olmadığı bir çözümün ne kadar adil ve geçmişteki anlaşmalarla uyumlu olduğu tartışmalıdır. 

Görüldüğü üzere İsrail ile Filistin arasındaki Oslo görüşmeleriyle başlayan süreçte imzalanan anlaşmaların pek çoğu, Rabin suikastıyla birlikte bağlamından koparılmaya başlanmıştır. Bu süreçten sonra İsrail, sadece kendi çıkarlarına uygun düşen hususlarda işlem tesis etmiş ve karşı tarafın hak ve menfaatlerini görmezden gelerek tek taraflı uygulamalarını sürdürmüştür. İsrail Yönetimi kendi güvenlik kaygıları ve ekonomik çıkarları için Filistin Yönetimi’nden anlaşmalara riayet etmesini beklerken, Filistin Yönetimi’nin kendi kaderini tayin hakkı için anlaşmalarla öngörülen hususları ise ötelemekte hatta görmezden gelmeye devam etmektedir. 

Anlaşmaların iptal edilmesine yönelik mülahazalar 

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas tarafından Filistin Yönetimi ile İsrail arasındaki mevcut anlaşmalardan hangilerinin iptal edileceği tam olarak açıklanmadığından, muhtemel bir iptal durumunda nasıl bir sonuçla karşılaşılacağı kesin olarak kestirilememektedir. 

  Ancak Mahmud Abbas’ın gerek iç siyasi çekişmeler gerekse İsrail Yönetimi ile yaşadığı sorunlar nedeniyle benzer açıklamaları daha önce de yapmış olmasına rağmen, şimdiye kadar tek taraflı dahi olsa herhangi bir somut adım atmamış olması son açıklamanın İsrail’i caydırma amaçlı yapılan bir girişim olabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir. 

Kaldı ki açıklamanın peşi sıra, konunun kurulacak bir komisyona havale edileceğinin belirtilmesi bu konudaki belirsizliği de ortaya çıkarmaktadır. 

Ancak bu açıklamanın İsrail’de yeniden seçim tarihinin yaklaştığı ve sözde yüzyılın barış planının açıklanmasının düşünüldüğü bir döneme denk gelmesi, bu seferki çıkışı öncekilerden daha farklı bir konuma getirmiştir. Zira hem seçim döneminin sağlıklı bir şekilde atlatılması hem de söz konusu planın hayata geçirilmesi için Filistin Yönetimi’ne ihtiyaç duyulmaktadır. Şimdiye kadar ki süreçte, sözde plan için yapılan istişarelerde Filistin tarafı edilgen bir konumda tutulsa da imza aşamasında karşı tarafın da iradesi esas olduğundan en nihayetinde Filistin Yönetimi’ni temsilen birilerinin orada olması gerekmektedir. Aksi takdirde bu plan bir barış planı veya anlaşma olmaktan ziyade dayatma olarak görülecek ve Filistin’deki halklara kabul ettirilmesi mümkün olmayacaktır. 

< Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen, İsrail herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. >

Dolayısıyla Abbas’ın açıklamasının zamanlamasının gayet yerinde olduğu değerlendirilmektedir. Zaten sadece Filistin tarafının uymak durumunda kaldığı ve İsrail’in keyfine göre iştirak ettiği anlaşmaların iptal edilmesi durumunda sahada fazla bir şeyin değişeceği ön görülmemektedir. 

    İsrail yönetiminin bu açıklamanın ardından Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yeni yerleşim yerlerini onaylaması da onların nezdinde mevcut anlaşmaların bir kıymeti olmadığını göstermiştir. 

Hatta anlaşmaların iptali İsrail’in elini rahatlatacak ve ABD’nin de Yakın desteğiyle İsrail işgali kalıcı hale getirmeye çalışacaktır. 

Bu sebeple Filistin Yönetimi’nin meşru haklarından taviz vermeden ve kendi kaderini tayin hakkını ve tüzel kişiliğini muhafaza edecek hükümler saklı kalmak kaydıyla, anlaşmalardan ulusal çıkarlarına ters düşenleri iptal etmesi en makul seçenek gibi gözükmektedir. 

İsrail’in seçicilik politikasına benzer şekilde Filistin Yönetimi, İsrail’in işini kolaylaştırmaktan ziyade saygıdeğer muhatap olarak masada kalmalı ve Filistin halkının da menfaatlerine uygun bir çözüm için mücadeleye devam etmelidir. 

    Anlaşmaların iptali durumunda Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kaybedeceği ve masanın dışında kalacağı iddialarının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Zira şimdiye kadar anlaşmalara sadık kalmayan tarafın İsrail olduğu ilgili tüm kesimlerce bilinmesine rağmen herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. Aksine sert gücünü pekiştiren İsrail, süreç içerisinde taleplerini arttırmış ve bugün işgal ettiği toprakların asıl sahiplerini yok sayan bir noktaya gelmiştir. 

    Bu nedenle Filistin Yönetimi, mevcut anlaşmalarda İsrail’e hükümranlık sağlayan anlaşma veya maddeleri iptal ederek Filistin halkının menfaatleri için masaya eşit haklara sahip taraf olarak oturmalıdır. 

Şimdiye kadar izlenen politikanın doğru olup olmadığı Filistin halkının içinde olduğu durumdan gayet net şekilde anlaşılmaktadır. 

Bu sebeple bundan sonraki süreçte daha cesur adımlar atılmaması halinde, Filistin’i Güzel günlerin beklediğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. 



***